Doğal zorunluluk özne için ortadan kalkar ve onun için sadece ‘özgürlük’ varlığını sürdürür.
(F. A. Lange)[1]
İnsan, saçlarından tutup çekerek kendini bataklıktan nasıl kurtarabilir?
(M. Pecheux)[2]
Metin Kayaoğlu
Marksizm, hiçbir şeyin (bilimsel) bilginin nesnesi olmaktan kaçınamayacağı anlayışında kategorik temelini buldu. Tarihin, her aşamasında, öznesiz bir süreç olduğu, Marksizmin bilimsel tezidir.
Marx’ta öznesizlik. Nasıl Immanuel Kant Tanrı’nın, Maximilien Robespierre Kral’ın kellesini uçurduysa,[3] Karl Marx da, (her türden) Özne’nin varlığına kılıcını çaldı. Bu, Fransız devrimcininki hariç, “süren bir başlangıç”tır. Nasıl Tanrı ve tanrılar yok edilemediyse, Özne ve özneler de yok edilemedi. Ama kellesi uçurulan Kral, gerçek bir gerçek, gerçek nesne olarak, o zamandan beri yok! Politika, dillere pelesenk edilen azametli ayrıcalığını, bu “basit” ayrımda bulur. Bu demektir ki, Tanrı ne kadar ve ne tür bir gerçeklikse, özne de o kadar ve o türden bir gerçekliktir.
Kant, teorisinde “akl”ı, “tin”i Tanrı’dan alıp yeryüzüne indirdi, insanın kafatasına yerleştirdi: Özne insandır!.. Bu, disipliner felsefede teolojiye karşı bir zafer olarak kutsandı; Kant, felsefe-içi yeni bir kulvar açmış oluyordu; felsefede kavga ediyordu. Yapılan, kaynağını sözde gökten alan felsefenin (teoloji adı veriliyordu), yere, yerin efendisi olan ‘insan’a indirilmesi, kaynağını insandan (insan-özneden; Tanrı-özne’den değil!) alması olarak sunuluyordu. Artık esirgeyen ve bağışlayan, yaratan ve yok eden Tanrı’dan değil, esirgeyen ve bağışlayan, yaratan ve yok eden insandan konuşulmalıydı.
Marx, felsefe sözleri etmedi. Felsefe üzerine konuştu; o, “Hiçbir yere götürmeyen yolların yolu”na büyük bir güvenle sırtını döndü ve içinde nesneden başka bir şey görmediği yeni ve özgül bir bilimsel bilgi alanı açtı. Burada sadece nesne (ve nesnel) vardı; ve öznenin (ve öznelin) olmadığı söylenmiyordu bile: Öznesizlik. Fakat Marx hiçbir zaman öznesizliği yüksek sesle ilan etmedi. Bu, felsefe yapmak anlamına gelirdi. Marx, kurulmuş bir felsefe bırakmadı.
Marx, spekülatif ve sistematik biçimleri, idealist ve materyalist eğilimleriyle felsefeyi bütün olarak, kurduğu bu (teorik) nesne alanından kovdu. Bu, doğal olarak -bütün felsefeye olduğu gibi- “Kant’ın insanı”na öldürücü bir saldırı anlamına geliyordu. Çünkü, Kant’ın insanı, teolojinin Tanrısı gibi gökte değil, düpedüz Marx’ın kurduğu alandaydı. Kant’ın öznesi, Marx’ın nesnesini varlığıyla reddeden bir doğaya sahipti. Kant için insan, bilinci ve amacıyla özne iken, Marx insanı nesnesinin içine bir nesne olarak yerleştiriyordu. Kant için köken olan, Marx için “basit” bir sonuçtu.
Bir bilim olarak Tarih, Marx adındaki eyleyicinin “yarattığı” nesnede belirdi. Bu ne demektir? Öncelikle ve temel olarak, yeni bilimin alanındaki her şeyin nesne (ve nesnel) olduğunun kategorik ilanıdır. Bu, aynı zamanda alışılagelen birtakım kavram çiftlerine bir saldırı anlamına mı gelmektedir? Tereddütsüz evet! Bu, özne-nesne ikiliğinin tanınmaması ve özne’nin, bütün sonuç ve etkileriyle ilga edilmesidir. Bilimsel lügatçede “özne” – eşdeyişle, “nesne-olmayan”- maddesine yer verilmemesidir.
Bilim-içi anlamında tayin edici olan, bu işlemin bilişsel ve öznel niteliğinin söz konusu olmadığı, tamamen nesnel bir nitelikten söz edildiğidir. Bu aşamadan sonra, sorun, Marx adındaki ölümlü insan bireyinin eserinde, “Marx’ın lügatçesi”nde, “özne”yi aramak olmaktan çıkmıştır.
Özne-nesne diyalektiği yoktur. Birer kategori olarak özne ve nesne, genel olarak söz edildiği şekliyle diyalektik mantığın değil formel mantığın alanına giren bir “ilişki” içindedir. Meselenin “formel” anlatımıyla, özne ve nesne kategorileri bir ilişkinin taraflarıymış gibi ele alınamaz. Özne-nesne çifti, formel mantığın “çelişmezlik ilkesi”nin konusudur. Özne ve nesnenin oluşturduğu bir bütünlük yoktur, bütünlük ya özne ya nesne tarafından oluşturulur.
Diyalektik mantık, sanıldığı gibi, formel mantığın değil metafizik anlayışın karşıtıdır.[4] Formel mantık diyalektik mantığın bir uğrağıdır; veya bu iki mantık birbiriyle tamamlayıcılık ilişkisi kurar.
Özne tanımı, nesnenin varlığını içeren, nesnenin varlığına izin veren hiçbir öğe içermez. Nesnenin tanımı da… (Rastlantı ve zorunluk da aynı yaklaşıma tâbidir.)
Burada geçerli mantık, bir ırmakta iki kez (ya da bir kez bile -günün modası bu “ultra-diyalektik” tarzdır) yıkanılamayacağı değildir; mesele, “durgun suları ele alan bir mantık”la (Althusser) anlaşılabilir ve çözümlenebilir.
Özne ile nesnenin; “son tahlilde” hangisinin belirleyici olacağı, ikisinin ilişkilerinin karşılıklılığı türünden her yaklaşım, “diyalektik gerilim”ini uçurumun iki yakası arasında asılı olmaktan almaktadır. Eğer baş özne tarafındaysa özne(l)ci, nesne tarafındaysa nesne(l)ci okullar ayırt edilebilecektir.
Diyalektiğe ilişkin bu kategori hatası, baştan başa bütün Marksist kuşaklarca paylaşılır.
Gerçeklik ya özneldir, özne tarafından yaratılmıştır (bu durumda nesnel gerçek yoktur), ya nesneldir (bu durumda öznel gerçek yoktur). Öznenin (özgürlüğün) geçerli ve gerçek olduğu bir kozmos ve nesnenin (zorunluluğun, nedenselliğin, yasalılığın) geçerli olduğu bir başka kozmos olamaz. İki ontoloji ima eden her türlü epistemoloji şiddetle reddedilmelidir.
Bir insan hem ötedünyada hem budünyada olamaz.Ya birindedir ya ötekinde; daha doğrusu ya ötedünya vardır ya budünya. Bu dünyadaki ötedünyacılık kocaman bir masaldan ibarettir. Ama budünyanın kendini yeniden-üretmesinde nesnel olarak işleyen bir masal. Budünyanın yalan olduğunu işleyen masal, budünyada ve budünyanın nesnel öğelerinden yapılmıştır. Ya da, ötedünyadayız; budünya yok! Budünya-ötedünya “diyalektik ilişkisi” ile özne ile nesne arasında olduğu kabul edilen diyalektik ilişki aynı türdendir.
Yeni tanrı. “Düşünüyorum, demek ki varım. Niyetlerim, amaçlarım, hedeflerim var; dolayısıyla eylemlerimin biricik kaynağı ve özgür aracısı yalnızca benim.” Descartes, özne teorisinin zorunlu koşulunu (kendimin kökeni yine kendimim) koyduktan sonra İsveç Kraliçesine yazdığı mektuptaki sözleriyle özneye ilişkin çağrışımları güçlendiriyor:
Şunu açıkça görüyorum ki, bizde kendiliğinden bulunan en soylu biricik şey özgür iradedir. Çünkü özgür iradedir ki, bizi her bakımdan tanrıya benzer kılmakta ve ona bağlı olmaktan kurtarmaktadır.”
Özne kategorisi, bu adı 17. yüzyılda aldı. Ruh ve tanrı terimleri özne kategorisinin düşünce tarihindeki biçimlerinden sadece ikisidir. Bir terim olarak tanrı, güçlü ve zengin çağrışımlarıyla özne kategorisinin içeriğini tayin etmekte esaslı işlevler yükümlenir. Genel olarak denebilir, “tanrı”dan ne anlaşılıyorsa ve “tanrı” neyi çağrıştırıyorsa “özne”den de o anlaşılmalı, o çağrışmalıdır. Tanrı terimi nasıl tarihsel çeşitlilikler gösterebilmişse, özne terimi de çeşitli şekillerde anlaşılmıştır. Özne, laik zamanların tanrısıdır.
Özne kategorisi, her durumda, gerçekliğini kendinde bulan; varlığının kendinden başka dayanakları olmayan; kendinden- sebeplerle hareket eden; kendine şeffaf, özgür ve bağımsız bir niteliği anlatır. Hikmetinden sual olmayan özne, Tanrı ya da insan biçimine bürünebilir. O bazen Olimpos’tan şimşekler yağdırır, bazen devrim yapar. O, öz-ne’dir, varlığını öz-ün-den alır.
Bataklığa gömülen bir insan bireyi, eğer özneyse, kendini, saçlarından tuttuğu gibi bataktan çıkarır.
Öznenin hareketi. Özne kategorisine ilişkin bütün karışıklığın tarihsel kaynağı Aydınlanma Felsefesinde gerçekleşen kaymadır. Bu, en iyi anlatımını, Kant’ın Tanrı’nın kellesini uçurması mecazında bulur. Felsefenin teolojik biçimine göre özne Tanrı’ydı. “Tarih Tanrı tarafından yapılmıştı ve yasalara yani tanrısal amaçlara uygundu.”[5] Ama burjuvazi eleştirel ve devrimci bir sınıf olarak buna karşı çıkar: “Tarih, Akıl tarafından harekete geçirilir ve Doğru’nun, Aklın ve Özgürlüğün yasalarına uyar ya da amaçlarına erişmeye çalışır.”[6] “Modern öznenin keşfi insanlığın kendi kendini oluşturduğu veya eğittiği, yasalarını kendi kendine koyduğu ve nihayet, zulmün, cehaletin, veya boşinancın, sefaletin vb. farklı biçimlerinden kendi kendini kurtardığı düşüncesine bağlıdır.“[7]
Ortaçağdan Aydınlanmaya, bir değişim olduğu görülüyor. Ama felsefe bakımından hiçbir değişiklikten bahsedilemez. Felsefe bakımından bir tarih söz konusu değildir. Öznenin Tanrı mı yoksa insan mı olduğunun, felsefi kategoriler anlamında önemi ne kadar yoksa, politik bakımdan o kadar vardır. Felsefe bakımından bu basit kayma, bütün bir tarihsel dönemin politik ve sınıfsal hareketinin ve mücadelesinin teorik karşılığıdır: Tarihsel bir olay cereyan etmiştir ve iktidar Tanrı’dan (aristokrasi ve ruhban sınıfından) insan’a (burjuvaziye) geçmiştir.
Burada, ontolojik düzlemde felsefede bir devrim olmuştur, ama epistemolojik düzlemde felsefede yaprak kıpırdamamıştır. Özne kategorisi kanlı-canlı bir karşılık kazanmıştır.
Marksist olarak kimsenin, devrimci eylemin felsefi meşruiyeti için, Marksizmin, feodaller karşısında burjuva filozofların konumunu almasını önermeye hakkı olmamak gerekir.
İdealist bir Marksizm! Marksist felsefenin, hatta ve aslında Marksizmin, temel ayıracının, öznenin proletarya olarak işaret edilmesi olduğu iddia ediliyor. Özne, Platon’da ruh’tu, Kant’ta insanlık, Fichte’de halk ve ulus, Hegel’de tarihsel halklardı. Bu sınıflamada, evet, Kant’la Fichte arasında olduğu kadar Marx arasında da ayrım var. Bunun kategorik karşılığı maalesef, yoktur; insanlığın özne oluşu ne kadar idealistse, proletaryanın özne oluşu da o kadar idealisttir.
Hiç kuşku yok, “radikal olmak için şöyleri kökenleriyle kavramak gerekir, ama insan için köken yine insanın bizzat kendisidir” diyen Marx[8] ile yukarıda anılan filozofların özne teorileri arasında kategorik hiçbir fark yok. Marksizmdeki idealist eğilim “bu Marx”ı alkışlarken haklı: “Hayır, tarihte mekanik güçler asla baskın değildir; dışsal görünüşü şekillendiren ve sonunda hep zafer kazananlar insanlardır, bilinçlerdir, tindir… Sözümona bilimcilerin doğal yasasının ve olayların yazgısal akışının yerini insanın istenci almıştır.”[9]
Althusser’in teorik formülasyonunu koyduğu Marksizm anlayışı, cesaret ve cüretle, Marksizmin içine sızmış idealist kökleri budar, idealist kabuklarından Marksizmi ayırmada duraksamaz. Bizzat kendisinin ortaya koyduğu esere aykırı yönleri ideolojik bilincinde barındıran Marx’a karşı Marksizmi savunur.
Bu bakımdan idealist Marksistler nasıl bir tablo çizmektedir? İdealist Marksistlerin Marx’ın eserleri arasında “en Marksist” kabul ettiği, ne Marx’ın ne Engels’in sağ oldukları dönemde yayınlanan, Lenin’in haberdar olmadan öldüğü ve 1932’de ilk kez Sovyetler Birliği’nde Lukcas’ın da aralarında olduğu bir araştırma ekibi tarafından 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları adıyla yayınlanan kitaptır. Lukacs’ın, elyazmalarını okuduğunda kendisinin on yılı aşkın bir süre önce yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci‘nin tezleriyle ortaya çıkan paralelliği görerek şaşırdığı kaydedilir. İdealist Marksistler, Marksizme karşı “eski bilinciyle hesaplaşan” Karl Marx’ı çıkarır ve onu savunurlar.
Marksizmdeki idealist eğilim, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’ün ve Kapital‘in ve Gotha Programına Eleştirel Kenarnotlarının… yazarı Marx’ı görmezden gelir –ya da Gramsci gibi tutarlı örnekleri şahsında onları gözüpek bir reddin konusu yapar.
Özgün olmayan bir Marksizm. Özne teorilerinin, hatta bunların devrimci biçimlerinin, idealist Marksistlerin iddialarında pek de ısrarlı olmamalarını haklı çıkaracak şekilde, Marksizme özgü olmadığı hem tarihsel hem teorik bir gerçektir. İddia edildiği şekliyle sunulan Marksizm, özneciliğin bir ara-aşamadır sadece. Bugün teorik olarak çoktan geride bırakılmış bir ara-aşama…
Marksizmi, onu ayrıcalıklı kılan, emsalsiz kılan, nitelikleriyle öne çıkarmak bugün her şeyden önemli.[10] OIayların ve gerçekliğin kendisiyle dolaysızca yüz yüze gelinmesi gerektiği, sadece maddi gerçekliğe ilişkin tutum alınması ve onun araştırılması gerektiği yolundaki tezlerin, kocaman bir boşluktan başka bir anlamı yok. Gerçeklikle hiçbir şekilde doğrudan karşılaşılmıyor. Biz istesek de istemesek de, olguları aracılığıyla yaşadığımız ideolojik bütünsel tasarımlar var. Biz “ideoloji içinde yaşıyoruz” (Althusser). Bu, Marksizmle beliren “ideoloji” olmazsa, mutlaka başka biri olacaktır. Öyleyse, Marksizmi ortaya koyan teorik süreç, olaylara ilişkin “teorilere”e önceldir.
Vico ve Kant. Özne teorilerinin ve ilgili epistemolojinin modern çağda iki büyük öncüsü var: Etkili bir tarih felsefesi ve epistemolojisi geliştiren İtalyan düşünürü Giovanni Battista Vico (1668- 1744), ve Alman filozofu İ. Kant (1724-1804).
Bu iki adam, felsefede, epistemolojide ve “insan bilimleri”nin ontolojisinde temel ve ana katkılar gerçekleştirdiler. Epistemolojiden bilgi sosyolojisine, kuantum fiziğinden Marksizmde devrimci özne tartışmasına kadar günümüzün yakıcı konularının hiçbir tarihi olmadığını Kant ve Vico keskin bir netlikle gösteriyor.
Görülmelidir; kendisine atfedilen özne ontolojisi, sınıf bilimi gibi konular bakımından Marksizm, bu “tarih”te, küçük bir fırça darbesinden, -anlamlı ya da anlamsız ama- basit bir ayrıntıdan başka bir önem taşımıyor.Vico’ya göre, “bizler, ancak kendimizin neden olduğu ve kendimizin yaptığı şeyi nedensel, temelli ve doğru olarak bilebiliriz. Oysa doğa bizim yaptığımız ya da nedeni olduğumuz bir şey değildir; doğayı yaratmadığımıza, tersine yaratılmış bir şey olduğumuza göre bizlere, doğayı doğrudan ve yetkin olarak tanıma yolu açık değildir. Bizler, (…) deney ve gözlem yoluyla doğayı ‘bilimsel’ olarak ele aldığımızda, ‘gerçek’ doğal nedenleri değil, soyut düşüncemize ve algılarımıza açık doğanın ‘bize görünen nedenleri’ni saptamakla yetiniriz.”[11]
“… İlk kuşku götürmez ilkemiz, tarihsel dünyanın tamamen yine biz insanlar tarafından yapılmış olduğudur ve böyle olduğu içindir ki, bu dünyanın yine bizim kendi tinimizin modifikasyonları içinde oluştuğudur. Bundan daha büyük bir kesinlik de yoktur.“[12]
Vico belirliyor: Tarihin kökeni (öznesi) insandır, tarih tamamen insanlar tarafından yapılmıştır. İnsan ancak kendi yaptığını bilir. Doğanın öznesi (yapıcısı) Tanrıdır ve doğayı ancak Tanrı bilir. İnsanlar doğayı sadece göründüğü kadarıyla bilebilir. Görünüşü de insanın özne’liği belirler. İnsanın bedenini tabii Tanrı yaratmıştır, ama insan da kendi tinselliğinin/insanlığının biricik yaratıcısıdır.
Marx’ın tutarsızlığı. Vico’nun tutarlığına tek söz edilemez. Ancak buradaki sorun, Marx’taki tutarsızlıkların nasıl anlaşılacağıdır. Marx’taki özneci eğilimler Vico gibi bir yıldız karşısında oldukça sönük kalıyor. Dolayısıyla özne teorisyeni Marksistler için Marx oldukça elverişsiz bir referans teşkil etmektedir. Özneciler, Marx’ın (ilkleri hariç) çalışmalarında özneci ifade ve imaları bulmakta zorlandıklarını itiraf etmeliler. Kaldı ki birçoğu, başta Lukacs ve Gramsci, Marx’ın kendi konumlarından asıl izleğinin pozitivizm olduğunu ifade etmişlerdir. Anti-pozitivistler Marx’ta “pozitivizm” bulmakta hiçbir sıkıntı çekmezler.
Yapılması gereken nedir? Althusser’in gösterdiği gibi, Marx’ın eserinin bir tarihsel dinamiği olduğunu ve çelişkili bir gelişme ve kuruluş seyri izlediğini saptamak. Özneci kalıntıları teorik bir çalışmayla kesip atmak. (Özneciliği tanımak için mesela Vico’ya bakılabilir.) Ancak bu işlemden sonra kalan çekirdek ve gövdenin eksik ve sınırlılıklarıyla yüzyüze gelinebileceğini, Althusser ısrarla vurgulamıştır.
Vico oldukça tutarlı ve tipiktir. Vico’nun teorisinin izlenmesi özneciliğin zorunlu teorik uzanımları ve sonuçlarını en açık ve kesin şekilde verecektir.[13]
Öznel iki bilim. Vicocu özneciliğin iki temel epistemolojik sonucu var: Bilimleri, tinsel bilimler ve doğa bilimleri diye tümden farklı iki türe ayırmak; ve bilimsel bilginin doğasının öznel (içkin) bir süreç olduğunu belirlemek.
Birbirinden tümden farklı iki bilim var, çünkü onların varlık koşulu olarak, birbirinden tümden farklı iki özne var. Özneye göre (tanımlanan, kurulan…) bilim. Her tür öznenin bilimi kendi türlüğüne göre var olur ve tanımlanır.
Bilimsel bilgi ancak öznenin kendi yarattığına ilişkin olabilir. Her özne ancak kendi yarattığını -eşdeyişle kendi kendini- bilebilir. Doğayı Tanrı adındaki özne, toplumsal tarihi insan adındaki özne bilebilir. Bir özne başka bir öznenin yaptığını (nesnesini) bilemez; çünkü özneyle nesnesi arasına girilemez, onlar ayrıştırılamaz.
Bir adım daha: Gerçekte öznenin yaptığı her şey (din, sanat, felsefe, hukuk, ahlak, estetik ve bilim) özneyle anlam kazanır; bunlar öznenin oluşturduğu ortak paydayla varlıklarını kazanırlar ve aralarındaki ayrım kategorik değildir. Bir özne’nin dini, sanatı, felsefesi, bilimi, hukuku, ahlakı, estetiği…
Kategorik ayrım, bir özneninkilerle başka bir öznenin yaptıkları arasında vardır. Buradaki kategorik ayrımın kendisini de zaten (kategorik olarak) ayrı iki özne oluşturur. Biliminin de, felsefesinin, sanatının, dininin … de ontolojisi özne’nin kendisidir.
Kendinde-şey olarak insan. Özne teorileri ve sonuçlarıyla Marksizm arasına konulacak kesin ve geri dönülmez ayıracın Kant dolayısıyla pekiştirilmesinde yarar var. Çünkü, özneci Marksistlerin Kant’ın teorisiyle bilişsel ilişkisi Vico’ya göre çok daha belirgin. Kant’la Vico’nun ele alınan temalar bakımından çarpıcı bir tamamlayıcılık ilişkisi içinde olduğu görülecektir.
Öncelikle insan öznelerin (devrimci) eylemi: “İnsan bilimlerini kuran bu (anlam, değer, amaç) kavramlar, aynı zamanda insan eylemcilerin, aracılıklarıyla toplum dünyasını kurdukları kavramlar olmalarıyla, onlardan (doğa bilimsel kavramlardan) ayrılırlar: Toplumsal bilimsel bilginin öznesi ile nesnesinin nihai özdeşliği, bu araştırma alanında bilgi ile nesnesi arasında niteliksel olarak farklı bir ilişki öngörür.”[14]
Özneci Marksistler bakımından hiçbir sorun olmamak gerekir. İşte, devrimci eylemle devrimci bilimin özdeşliği! Böylelikle bir çırpıda, doğada diyalektiğin olmadığını yani nesneyle diyalektik ilişki kuracak özne olmadığını, doğayı kuranla toplumu kuranın (insan-öznesi, devrimci özne, kapitalizmde proletarya…) bambaşka türden olduğunu, diyalektiğin toplumda olduğunu, öznenin bir “nesne” yaratarak onunla diyalektik ilişki içine girdiğini, onu bilirken dönüştürdüğünü, dönüştürürken bildiğini, yani devrimle bilimin bir ve aynı şeyler olduğunu pozitivist sapmaları olan Marx’tan da önce bir burjuva filozofundan öğreniyorsunuz! Siz, Marx’ın sevmediği özgürlük, ahlak gibi terimleri bu yüzden pek seviyorsunuz.
Kant’a göre ancak dışımızdaki şeyler (fenomenler) bilgimizin konusu olabilir. Bilimsel bilginin alanında yasalar, zorunluluklar, nedensellikler vardır. Oysa insan, bir kendinde-şeydir (numen). Kendinde-şeyler nesne değildir, bilginin nesnesi (konusu) olamazlar. Kant’a göre, “insan, onun toplumsal yaşamı, onun kültürüne ait önemli olan her şeyin olgular (fenomenler) dünyasının kesinlikle dışında tutulması” gereklidir. İnsan, özgür ve kendine belirlenen bir öznedir. Bu yüzden, zorunluluk, nedensellik ve yasalılık doğa bilimleri için uygun olsa da, insan kültürü, insan dünyası, ancak bütünlerin serilmesi yoluyla anlaşılabilir. Toplum, tarih, sanat, din ve felsefe bu insan kültürünün belirtileridir. Çalışmacılar bu alanda nedene atıf yapamazlar, ancak anlamı sezebilirler.[15]
Kant, doğayı ve tarihi bilmenin merkezine özneyi oturtarak, doğa ve tarih bilimini, -görüldüğü gibi- farklı bilme türleri olarak bile değil, ayrımlarını “bilme ve bilmeme” olarak koyduğu iki ayrı ve ilişkisiz kategori şeklinde tanımlıyor. Bununla da kalmıyor; toplumdaki özne sayısına eşit bilme-sezme formu olduğu anlayışına kapıyı aralıyor. Marksizmdeki iki bilim teorileri, doğa ve tarih bilimini radikal olarak ayırma girişimleri, bu kapıdan hiçbir tereddüt göstermeden giriyor.[16]
Bilginin içkin doğası. Kant ve Vico’nun ortak epistemolojilerinin kurucu momenti insan bilgisinin içkinliğidir: Kendi gerçekliğini bir tek (onu yaratan olarak) özne bilir. Marx’ın epistemolojisinin kurucu momenti ise bunun kategorik reddinde vücut bulur: İnsan kendini bilemez.
“Biz, düş görenlerin düşlerini açıklamalarını bekleyemeyiz; aynı görüşle, bir yaşam biçimine katılanların kendi yaşam biçimlerini açıklamalarını da bekleyemeyiz.
“(Bazıları), bir olaya katılanların olayı açıklamalarının reddedilemez bir gerçeği dile getirdiğini kanıtlamaya çalışırlar. Onların uyarılarına göre insan bilinci asla bir ‘nesne’ olarak ele alınmamalıdır ve fizik ya da kimya araştırmasına elverişli olan bir bilimsel sistem,yaşam biçimlerinin incelenmesine uygulandığında bekleneni vermez.”[17]
Marx’a göre, insan; bilinci, düşüncesi, değerleri, duyguları… ile bir bütün olarak nesnedir. İnsanın kendini nesneleştirememesinde, kendine öznelik atfetmesinde anlaşılamayacak hiçbir şey yok; mesele kendini özne sanan insanın özne olarak kabul edilmesindedir. İnsanın kendini (bilinçli, özgür, bağımsız) bir özne sanması, değer yargılarının kendi-için süreçler sonucu oluştuğunu kabul etmesi de nesnel bir süreçtir; nedenselliği vardır.
Nesnel bilim. Bilim, gerçeğin nesnel olduğunu kabul eder; varlığını bu kabulde bulur. Bilimin konusu nesnedir. Bilim için gerçek, nesnedir: Nesnel gerçek. Özne olduğu kabul edilen varlık, (bir uygulamanın, bilimin…) nesne(si) haline geldiğinde, nesne olarak ele alındığında -özne olması bir yana- özne olarak kabul edilme imkânından da uzaklaşmaktadır. Özne teorisi, hiçbir zaman (ilkede) bilime konu edilemeyecek varlıkların (kendinde-şeyler) olduğu anlayışında epistemolojisini bulur. Bu durumda, özne (tıpkı felsefe gibi), tarihsel olarak, bilimin henüz uzanamadığı, bilimsel bilgiye açılmayan düzlemlerde, arazilerde at koşturur. Bilim, onu açıkladığı anda her şey bitmiş, ilgili varlık içeriği, özne’likten nesneliğe atlamıştır.
Özne teorisi kaçınılmaz bir şekilde görelilikçidir. Her bir özne kendi gerçeğine sahiptir ve başkasının gerçeği de kendi konumundan anlaşılamaz. Bir ontolojik özneden yola çıkıldığında, yani bir gerçek varlığın konumsal karşılığının “bilinç” hali olarak özne söz konusu olduğunda, “gerçek, ancak her bir sınıfın [öznenin] göreli konumu bakımından ‘nesnellik’ kazanabilir.”[18] Bu düzlemde, alınan birime göre, ne kadar özne varsa o kadar gerçek vardır. Gerçek, özneye bağlıdır; tanımını, varlığını, statüsünü vs. özneye borçludur.
Özneye ilişkin “bilim’in epistemolojik imkân ve sınırları da burada bir kez daha kendini gösterir. Bilim, varlığının yegâne temelini, öznenin yaşantısını taklit etmekte bulur. Öznenin (sadece kendisinin olan) nesnesiyle ilişkisinin sırrına, onun yerinde olmaya (empati) çalışarak, ne kadar mümkünse, varılabilir. Kant’a göre, “insan bilimleri” bu yüzden, kavramlar kullanan doğa bilimlerinden farklı olarak, “teorik” olamaz.
Kuantum metafiziği. Özne teorisinin yaygın görüşü, doğayı özneden muaf tutar. Fakat Vico’dan Dilthey’a uzanan ve günümüzde harcıalem görünümler arzeden bir damarıyla özne teorisi, doğaya da el atmış bulunuyor. Vico, insanın doğayı görüngüleriyle bilebileceğini, fakat bu bilginin kuruluşunun da zorunlu olarak tinsel olacağını buyuruyordu. Bu yaklaşımlar doğa bilimlerinde ve “doğa bilimleri felsefesi”nde karşılığını epeydir, E. Mach zamanından beri bulmuş durumdaydı. Fakat kuantum fiziği denilen metafizik ve kuantum felsefesi denilen idealizm, herkesi bir kez daha, bilim adına (pozitivistçe!), susmaya, bilimin şaşmaz sonuçlarını izlemeye çağırdı. Klasik kuantum fiziği (Kopenhag yorumu), bir fizik değil düpedüz felsefedir. Gözlemcinin rolü üzerine söylenenler spekülatif anlamda felsefidir. Kuantum metafiziği, idealizmin bilimleri sömürmesinin son ve şampiyon örneğidir.[19]
Kuantum metafiziğinin sonuçları idealist Marksistlere yeni şeyler kattı, fakat asıl tahribatını materyalist tezde ısrar ederken bir yandan teorik anti-pozitivist dalganın basıncına, diğer yandan politik devrimciliğin teorik ediniminin yapılamıyor oluşunun gerilimine göğüs geremeyen Marksistler üzerinde yaptı.[20] Marksistler, felsefede materyalist ilkeden ve bilim teorisinde bilimin nesnelliğinden taviz vermeksizin nihayet “bilimlerin anası olan fizik”in[21] yardımıyla özneye, bilinçli devrimci eyleme, praxise, nesnellik içinde bir yer bulmuşlardı!
Fizik biliminin, özellikle kuantum fiziğinin kavramlarıyla, gerçekliğin bütün ve farklı düzeylerini/düzlemlerini içine alan, kapsayan bir “ideolojileştirme” yapılmıştır. Kuantum metafiziğindeki “çok evrenler” tezi, çağdaş burjuva sosyolojisi ve siyaset teorisindeki çok öznelerin çoğulculuğunun bakışımlısıdır; ne eksik ne fazla!
Kuantum fiziğinin nesnesiyle diğer her bir bilimin ve disiplinin nesnesi kategorik olarak farklıdır. Çelişik, karşıt.. değil, farklı.
Fakat hiçbir zaman hiçbir bilimin ne Tanrı’yı, ne de özneyi bulma potansiyeli ve “hakkı” vardır. fiu bilinmeli! Özneden konuşan bilim değildir (bilim o anda susturulmuştur); bilim adamından gelen ses felsefeye aittir.
Bir bilimin kavramları diğer bilim alanlarına ancak ve kesinlikle (kendiliğinden başka türlü olamayan bir şekilde) felsefenin arazisinden geçerek ulaşabiliyor. Felsefe de bu işlem sırasında “intifa hakkı”nı kullanmayı hiçbir zaman ihmal etmiyor. Öyleyse, bu işlem, felsefe arazisinden geçiş, reddedilmemeli, açıkça ve teorisi kurularak ortaya konulmalıdır. İlgili bilimin kavramları, felsefe arazisinde materyalist korumaya alınmalı ve rafineden geçirilmelidir.
Bilim, varlığını, doğada da toplumda da nesne dışında bir şeyin varolmamasında bulur.
Marksizmin tarihsel teorisi.Bütün tarihi boyunca Marksizm, özne kategorisine dönük radikal ve bütünlüklü bir tutumu hiçbir zaman ortaya koymadı. Hiç kuşkusuz ve kesinlikle, Marx’ın bilimsel kuruluşu özne’nin bilim alanında varlığına son verdi. Fakat Marx, özne ve onun etki ve sonuçlarının felsefi ve politik karşılıklarının ortaya konulması anlamında epistemolojik düzlemde bir teori bırakmadı. Marx, bilimdeki pratiğiyle öznenin hayatına kesin bir şekilde son vermişken, kendi pratiğine ilişkin bilincinde, öznenin güçlü etki ve sonuçları –Kapital metinlerine kadar ulaşarak- varlığını sürdürdü.
Engels, Marksizmin kuruluşunun bu vazgeçilmez ve temel siması, özne’ye karşı en elverişsiz bir arazide, genel olarak teori alanında ve felsefede bir savaş açtı. Özne, kendi arazisinde kendine karşı açılan savaşın avantajlarını kullandı ve Engels, felsefede idealist özne kategorisine karşı materyalizmi güvenceye alırken bilim ve en önemlisi de politikada, öznenin negatif ya da pozitif etkilerinin tümden önüne geçemediği gibi, öngörülmeyen yeni etki ve sonuçların ortaya çıkmasına yol açtı ya da genel olarak Marksizm alanı tarihinde güçlü bir şekilde görüldüğü üzere, yol açtığı ileri sürüldü.
Engels, bilimsel kavramlar üzerine teori yaparken, Tarih Biliminin Kapital’de ortaya konulan pozitivist edinimine karşı bir duruş geliştirmeye çalıştı. Ama bunu yaparken aynı anda, felsefe alanında pozitivist temalarla flört de ederek, kendini güvenceye almış olduğu idealizm ve onun özne kategorisini, bilim düzleminde yardıma çağırdı. Ona göre, altyapıda ve ekonomide bilimin şaşmaz yasaları geçerliyken üstyapıda ve üstyapının yapısıyla ilişkilerinde öznel etmenler, yasaları olmayan şu giz dolu gerçek türleri, etkilidir. Üstelik öznel etmenler (karşılıklı) etkileşimde bulunarak yasalı nedensel alanın işleyişine de müdahil olarak katılabilmekteydiler. Engels, bu yaklaşımlarıyla, düşünce tarihinin çözemediği bir sorunun anaforunun etkisine bir anlamda bütün bir Marksist yazını tekrar sokmuş oluyordu. Epistemolojik düzlemle ontolojik düzlemi ayırmamanın bedelini, belirtik görünümlerini bir yandan Vico’da, bir başka yandan Kant’ta sunan bir ayrımı uygulayarak ödüyordu. Üstelik Marx’ın kendisinin de sözkonusu ayrımdan tamamen çıktığını söylemek mümkün değilken…
Marx’ı bu konuda Engels’e göre bilim ve felsefede daha korunaklı kılan temel öğenin, Marksizmin kurucusunun kendi bilimsel pratiğini “yeterince” ilerletememesi ve onun, (bilimsel) pratiği üzerine (felsefi, politik) teori yapmak durumunda kalmaması olduğu belirlenmelidir. Kaldı ki Marx, Kapital’in kendi ölümünden sonra Engels tarafından yayına hazırlanan ciltlerine kadar uzanacak bir şekilde özne kategorisinin bir öncül niteliği taşıdığı epistemolojinin izlerini önemli etkiler olarak taşımıştır.
Öznesiz politika. Özne kategorisine ilişkin kurulmuş bir teorik pozisyonu Lenin’de de göremeyiz. Lenin, ilk çalışmalarından başlayarak öznelciliğe net bir karşı duruş göstermiştir. Halkın Dostları Nedir? çalışmasında Lenin, öznel sosyolojiye karşı, Engels’e benzer şekilde, felsefede kaba materyalist bir görünüm sergileyerek, bilimin nesnelliğini kesin bir tutumla savunmuştur. Lenin, bir tarihsel birey olarak, Marksizmin bilim-felsefe-politika sacayağı tarafından oluşturulan bütünlüğünü şahsında gerçekleştirmiş ilk ve tek örnektir. Fakat bu önerme, ancak esaslı kayıtlarla -bunlar arasında en bilineni Althusser’inkidir- geçerli sayılmayı hak eder. Marksizm kariyerine pratik-politik düzlemde ve bilim düzleminde başlayan Lenin, bilim, felsefe, teorik-politikanın oluşturduğu teori alanına ve özel olarak felsefeye ilişkin çalışmayı başta neredeyse kendine yasaklamış bir görünüm çizerken, bütün direnmelerine rağmen politik alanda “uç veren” teorik ve felsefi etkilerin karşılanmasının kaçınılmazlığı karşısında gerçek bir teorik “impetus”la epistemolojik düzlemde bilim, felsefe ve politika üzerine çalışmalar gerçekleştirmiştir. Lenin’in politikayı merkeze almasından kaynaklanan gecikmesinin[22] teorisi yapılmayı bekliyor.
Ancak ve kesinlikle, Lenin’in politikası, Leninist politika, herhangi bir özne’den uzaktır, onun dışındadır. Lenin, kendi teorik/pratik-politikasını nesnel gerçekliğin (bütünlüğünün) dışında ya da içinde olan bir özne tasarımıyla/olarak kurmamıştır/yapmamıştır. Lenin nesnel gerçeğin göbeğinde sağında solundaki zorunluk ve yasalılıklara kılıç sallayan bir öznel unsur olmamıştır.
Özne bütünün dışında. Nesnel gerçeğin dışında kalan öznenin seçeneği şu olmak gerekir: O, ya kollarını kavuşturup “tarihin demir yasaları”nın götüreceği kaçınılmaz mutlu sonun gelmesini izleyecektir, ya da kendini nesnenin pisliklerine bulaştırmadan “tam zamanında müdahale eden” bir kahraman olarak tarihin kendi başına hiç de mutlu sona gitmeyeceği görüşüyle, direksiyonu doğru yola çevirecektir. O bir makasçıdır. Ancak Leninist politikanın bu bağlamda açıklanışı yukarıdaki almaşıklarla sınırlı olmaktan çok daha zengindir. Öyle ya, Marksizm tarihçileri, Lenin’in Kautsky ile paylaştığı, aslında ondan aldığı “teori ithali” yaklaşımının bile bir “gençlik hatası” olduğunu ileri sürecek ölçüde “historiografi” yapıyorlar.
Leninist politika(cı), her şeye rağmen (Kautskyst epistemolojiye rağmen de..), nesnel gerçeğin ve onun bütünlüğünün içinde. İfadelendirme bu ölçüde tutulursa “tarihyazıcılar” da altına imza atabilir. Bu anlatım, Leninist “dışarıdan bilinç” esprisine aykırı görünüyor.
Oysa, ne bu çalışmanın tezi “tarihyazıcılar”la herhangi bir ortaklık içinde, ne de yukarıdaki anlatım “ithal teori” teorisine aykırı. Ayrılığı ve uyumu tanıtlamak için Lenin’in ünlü “ayrım çizgileri”ne başvurmak gerekiyor. Öncelikle herhangi bir “aykırılık”ın olmadığı vurgulanmalı. Eğer “dışarıdan teori” üzerine yaklaşımı ontolojik bir anlamanın konusu yapılacak olursa, Lenin Ne Yapmalı?‘da gerçekten bir “gençlik hatası” yapmıştır; fakat bir tek (ontolojik nitelikli) koşulla!: Lenin, aynı zamanda, bir gençlik hatası olarak kurduğu partiyi de tasfiye edip sınıfa dolaysızca katıldıysa… Mesela R. Luxemburg böyle yapmaya yönelmiştir. Lenin’in parti pratiği, “dışarıdan teori” yaklaşımının, deyim yerindeyse ontolojik düzlemde tarihsel olarak biçimlenmiş karşılığıdır.
“Nesnel gerçeğin içinde olma”ya gelince… Lenin adındaki insan bireyi, nesnel gerçeğin içine sızmış, yerleşmiş öznel unsur değildir. Lenin, nesnel gerçeğin içinde nesnel bir unsur olarak eylemektedir. Lenin, hiçbir zaman kendini bir politik özne olarak tasarlama yanılsamasına düşmemiştir. O, sözcüğün en kötü anlamıyla, olsa olsa, bir ‘özne’ olarak kendini nesnenin bilinçsiz, fikirsiz, ama hareket halindeki[23] nesnel unsuru kılmıştır. “Devrim [bir özne tarafından tasarlanarak] yapılmaz, devrim olur” diyen Lenin sürecin öznesizliğini yakalamıştır.
Marx, Engels ve Lenin, öznenin reddinin açık bir teorisini ortaya koymadılar. Kaldı ki, daha çok Marx ve Engels olmak üzere, onlarda özneci eğilim ve kalıntılar varlığını sürdürmüştür. Ancak, temelli varlığını politik pratiklerden çok teoride ortaya koyan özneciliğin teorik öncülerinden yola çıkıldığında, söz konusu üç Marksistin abartmayla oldukça naif özneciler olduğu görülecektir. Marx, Engels ve Lenin’in eseri, P. Anderson’ın belirlediği gibi[24], en güçlü oldukları ya da göründükleri zamanda bile özne meselesine ve özne-nesne ilişkilerine dair bütünlüklü bir çözüm getirmekten uzaktı.
Özneci Marksizm. Marksizm alanında ilk başlıca sözcüsünü Georg Lukacs’ta bulan ve Marksizmin teorik düzlemde günümüze kadar süregelen anakımı niteliğindeki heterojen yaklaşımın başta gelen homojenize edici unsurlarından biri, özne’nin teorik ve politik edinimine ilişkin olanıydı. Bu çizgiye göre, tarih bir tin tarihi olarak pekâlâ anlaşılabilirdi. Bir bilinçler savaşı olarak tarihin içindeki son pozitif bilince proletarya, parti ya da devrimci özne sahipti. Özne kategorisine yöneltilebilecek en küçük bir saldırı, dünyanın dönüştürülmesi çabasına yönelmiş kabul edilmeli ve hemen II. Enternasyonal’in ibret verici akıbeti hatırlanmalıydı.
Marksizmin klasiklerinin (bilimsel ve politik nitelikli) teorik boşluğu, felsefe ve onun özne kategorisi tarafından öylesine şık bir şekilde doldurulmuştu ki, ard arda gelen kuşaklar için Marksizm,bu haliyle Marksizm olarak özümsendi.[25] Bilinçli-amaçlı devrimci öznenin dönüştürücülüğüne vurgu Marksizmin temel taşı olarak kabul gördü. Özellikle, Marksizm alanının teorik bölümünde öznenin hakimiyeti onyıllar boyu sürdü. Üstelik, II. Dünya Savaşından sonra politik nedenlerin itilimiyle, özne teorisi devrimci çevreler olduğu kadar, reformculuk kervanına katılan en geniş kesimler tarafından da benimsenmişti. Bu yıllarda Marksizm artık, hümanizmle iyiden-iyiye özdeşleştiriliyordu.
Althusser’in müdahalesi. Nihayet bu düzen ciddi bir fırtınayla sarsıldı. 1960’ların ortalarına doğru Marksizm içinde bir “piç” dünyaya geldi: Althusser. Althusser, kendisinin Marx, Nietzsche ve Freud’a ilişkin yaptığı teşbihteki gibi, iki bakımdan piç sayılırdı. Bir yandan tarihsel Marksizme karşı bir küfür gibi gelen, yerleşmiş kurallara aykırı bir Marksizm tezi ileri sürüyordu. Öte yandan, kabullerden uzak, gayet doğal (teorik) bir gelişmenin ürünüydü. Marksizm, sonunda, Althusser’in şahsında kendi adına yazılan tarihe ve kendi adına dilegetirilen bilince kendi (teorik) doğasının gereği bir itiraz yükseltiyordu. Bu, Marksizmin bilim yanını vurgulayan ve onu engelleyen özne’ye karşı başlatılan bir cihat, bir haçlı savaşıydı: Tarih, öznesiz ve ereksiz bir süreçtir.
Onyıllar sonra Althusser, koca bir tarihin Marksizm anlayışına ve Marksistlerine karşı olmakla kalmayan; Lenin, Engels ve Marx’ın felsefi bilinçlerine karşı konumlanmaktan da çekinmeyen bir Marksizm tezi ortaya koyuyordu. Althusser’in çıkışı, dönemin Marksizm alanı ve sol hareketi içinde yer alan ve başka bir düzlemde, politikada, aykırı sayılan bir çizgi dışında hemen her kesimin şimşeklerini üstüne çekti.[26] Ona, dönemin Marksizm alanında yer alan ve birbirinden oldukça farklı nitelikler sergileyen bütün akım ve okullar aynı temayla saldırdılar. Bütün bu kesimlere göre, Althusser, Marksizmin altından devrimci öznenin amaçlı faaliyeti kürsüsünü çekiyor ve Marksizmi boşlukta bırakıyordu.
Althusser, Marksizmin ayıraçlarını belirlemeye çalışıyordu. Öncelikle Marksizmin bilim sektörünün, tarih biliminin imkanlılığı ve doğası kesin bir biçimde ortaya konulmalıydı[27] ve bunun zorunlu önkoşulu da özne kategorisiyle her türlü bağı kesip atmaktı. Ona göre, “felsefi hümanizm, teorinin iş görememesinde, belli Marksist ideologlara, yoksun oldukları teori duygusunu verme yazgısı taşıyan bir tamamlayıcı[ydı; ve bu], Marx’ın bize verdiği şeylerin hepsinden kıymetlisine -bilimsel bilginin olanaklılığına- sahip çıkmayacak olan bir duygu[ydu]“.[28] Althusser, tarih bilimi ve onun nesnesiyle ilgili her türden felsefi kategoriyi kapı dışarı etmek gerektiğini ileri sürüyordu. Marx, tarih bilimini, “insanda ve insanın doğasında her türlü felsefi temelin varlığını reddetmek üzerine kurmuş”tu.[29]
Althusseryen yaklaşım, yakın dönemlerde Marksizm alanı içinden gelen ağır eleştirilere bir kez daha hedef oldu. Bunlar içinde, E.P. Thompson’ınki[30] gibi Marksist sayılamayacak olanlar yanında, Marksizmin “tarihsel ortodoks” temalarına sadakati ön plana çıkaranları da vardı. Althusser, post-Marksizme Marksizm içinde meydan veren kavram ve kategorilerin mucidi sayılıyor. Post-Marksizm olarak adlandırılan akımın sözcülerinin Marksizme yönelttiği birtakım eleştiriler oldukça güçlü ve onları Marksizm içinden halihazırda yapıldığı tarzda savuşturmak da oldukça güç. Ancak burada, ne ötekilerle, ne de berikilerle ilgilenmek amaçlandı. Kendi tezlerinin, Althusser’i, Marksizmin teorik ve tarihsel sorunları bakımından gerçekten kritik bir momente raptettiği teslim edilmelidir. Ama, Marksizmin sorun ve gerilimlerini, gözden kaçırılamaz tarzda temel ve teorik olarak, ve yeni tarzlarda karşılayanın bir tek Althusser olduğu da reddedilmemelidir.
Bir tek Althusser. Bilinen ilk yazılarından başlayarak sonunculara kadar Louis Althusser’in Marksizm anlayışında hiç değişmeden sabit kalan temel bir izlek belirlenebilir: Her türden özne-nesne “diyalektiği”ni reddetmek.
Althusser, eseri boyunca, -en son kaleme aldığı Gelecek Uzun Sürer’de de görülüyor- teorik tezlerinde çok önemli ve çeşitli gel-gitler, kaymalar ve tereddütler gösterir. Ancak, teorik ve politik serüvenlerden yara almayan ve belki de, bütün bu tarih boyunca “bir tek Althusser” görülmesine imkân verecek veya hiç olmazsa bunu önemle gündeme getirecek tek temel izleğin “özne” olduğunun ileri sürülmesinin dayanakları zayıf olmaktan uzaktır. “Bir tek Althusser”; çünkü onca özeleştiri ve kayma karşısında Althusser, Etienne Balibar’ın yetkiyle belirlediği gibi, her defasında bizzat “(kendi) özne savlarının kendi özeleştirisine mukavemet gösterdiğini görür”.[31]
Althusser’in mirası. Eğer özne, (idealist) felsefenin merkezi kategorisiyse; eğer Marksizmin temeli, tarihsel sürecin öznesizliğini ortaya koyan bir bilimse; ve eğer bütün Marksist kuşaklar “özne-nesne diyalektiği”nin idealist anaforundan -farklı düzlem ve tarzlarda- çıkamamayı paylaşıyorsa, Althusser’in eseri Marksizm için çok önemlidir.
Althusser, özne kategorisini felsefi anlamda reddetmekle kalmaz, tarihsel olarak öznenin kuruluşunun ideolojik mekanizması üzerinde gerçekleştirdiği çalışmayı tarih biliminin eleştirisine sunar.
Özne kategorisini Marksistçe anlamak, özne’nin felsefi bir kategori olduğunu bilmek; tarih bilimini, dayanacağı bir “sabit nokta”dan (metafizik öğeden, felsefeden) kurtarmaktır. Tarih biliminin kendine çıkış noktası alacağı -proletarya dahil- hiçbir merkezi nokta yoktur; tarihin de yoktur… “Copernicus’tan beri, yeryuvarlağının, evrenin ‘merkezi’ olmadığını biliyoruz. Marx’tan beri, insan öznesinin, ekonomik, siyasal ya da felsefi ben’in, tarihin ‘merkezi’ olmadığını; ama tarihin yalnızca ideolojik yanlış-bilişten başka hiçbir şeyden kaynaklanmayan zorunlu ‘merkez’den yoksun bir yapı olduğunu da biliyoruz.“[32]
Öznesizlik ve politikanın imkânı. Böyle bir yaklaşımın, bilimsel ve politik sonuçlarının olmayacağı söylenemez. Öznesizlik, tarihte sınıfların, partilerin, ideolojilerin vb. oynadığı değişken etkin rollere imkân tanır. Bu, bilimin araştırıcılığına ve anti-dogmatizmine; politikanın esnek dinamiğine yol açıcı niteliktedir.
Evrensel bir özne (mesela, proletarya) anlayışı politikaya imkân tanımaz, gerek de duymaz. Evrensel özne, bu niteliğini kazandığı andan itibaren zaten nesnesini (uygun nesneyi) yaratmış olur. Bunun için o, bir güçler ilişkisi bileşiminin kaotik sürecine girmek ihtiyacında değildir. Eğer özne evrensel değilse, ortaya konulacak politika, “Lehimci mühendislik”ten farklı, yani bütünsel olamaz. Kaldı ki, mesela, burjuva sınıf-özne ve proleter sınıf-özne hangi belirleme ve zorunluktan bağımsız bir şekilde karşı karşıya gelirler? Bu çelişki, çatışan iki tanrının çelişkisinden ne ölçüde farklı olabilir?
Hukuksal ve devrimci ideoloji. Özne teorileriyle ret bağlamında ilgilenmek, teorik nedenler bir yana, çok yakıcı pratik bakımlardan da büyük zorlukları göze almayı gerektiriyor. Birbirine karşı duran iki ayrı pratik ideoloji, birbirine karşıt gerekçelerle, özne’ye büyük bir güç veriyor. Bunların biri çağdaş hukuk ideolojisi, diğeri devrimci ideoloji.
Bir pratik ideolojik olarak hukuk, insan bireylerini özne olarak çağırır: “Suçlu ayağa kalk! Sen, bilerek ve isteyerek, özgür iradenle suç işledin. Suçunun cezasını öznelik hakkın kısıtlanarak, ya da elinden alınarak çekeceksin!”
Çağdaş burjuva hukuk ideolojisi, toplumdaki aksaklıklardan, özne diye adlandırdığı “suçlu” insan bireylerini sorumlu tutar. Ceza, bireye bahşedilen özne olma hakkının geçici ya da kalıcı bir şekilde alınmasıdır. Suçun nedeni ve yaratıcısı birey-öznedir. Burjuva hukuk ideolojisi, belirli koşulları kabul etmeleri (kendisinin nesneleri olma) karşılığında bireylere öznelik belgeleri, kimlik kartları verir. Ensesinde adalet tanrıçasının şaplağını sürekli hisseden burjuva toplumunun bireyi, kendisinin gerçekten de özne olduğuna ve dolayısıyla suçun da kendisi tarafından işlendiğine inanır. Egemen hukuk ideolojisi, özneciliğin günlük sağduyuya yerleşmesinde tayin edici bir role sahiptir. Hukuk ideolojisinin yarattığı birey-özneye, öznesizliğin anlatılması gerçek bir zorluktur.
Devrimci ideolojinin özneciliği. “… Küreselleşme çağının tüm bu ideolojik saldırılarının bir tek amacı var: İnsanı tarihin öznesi olmaktan çıkarmak…[…] Oysa asgari muhakeme yeteneğine sahip herkes, bu dünyada hiçbir şeyin insan iradesi dışında ve ondan bağımsız olarak ortaya çıkmadığını gayet iyi bilir.“[33] Bu ifadeler, Marksist, devrimci ve sosyalist çevrelerde ezici bir mutabakatla paylaşılır. Özneyi reddeden bir girişimin, bu atmosferdeki pratik değerinin, “Müslüman mahallesinde salyangoz satma”nın ticari değerinden fazla olmadığı bilinmelidir.
Küllerinden doğan özne. Özne meselesi, Lenin’in bir sözünün çağrışımıyla, teorik olarak çözülme yoluna girmiştir, fakat tarihsel olarak (tarihselin teorik ve politik veçheleri itibarıyla) bunu söylemek mümkün değildir. Bu yüzden, özneyle daha çok uğraşılacak.
Marksizm, açık uçlu ve çelişkili bir bütünsel yapıdır. Ancak bu, Marksizmin teorik anlaşılış ve ifadelendirilişidir. Günümüzün Marksizmi (belki tüm zamanların Marksizmi) çatışkılı ve tutarsız bir bütünlük çiziyor. Aslında Marksizm, “bitmeyen bir kongre gibi”dir. Özne kategorisi üzerine Marksizm, bir “yırtma-yapıştırma bütünü” haline gelmiş durumdadır.
Marksizmin çelişkili fakat tutarlı ve kesin bütünlüğü, veya bütünlüğün ona bütünlük demeyi mümkün kılacak asgari kategorileri ve kavramları, kesin bir tutumla ortaya konulmalıdır. Evet, “bilinçli insan eylemi” dahil olmak üzere Marksizmin bütünlüğü, bir Epistemolojik-Ontolojik Bütünlük olarak teşkil edilmemiştir. Ama Marksist olunduğu sürece neyin öne alınacağı hiçbir tartışmaya meydan vermiyor. Bir yeni başlangıç yapmak zorundayız ve başlangıcı özne’den yapmamak durumundayız. Bu yaklaşım temeldir; fakat oldukça eksiktir. Yapılması gereken, “vuruşa vuruşa ilerlemek”tir.
[1] Friedrich Albert Lange, Materyalizmin Tarihi-I, Çev.: Ahmet Arslan, Gündoğan Yay., Ankara 1990, s. 211.
[2] Michel Pecheux’den aktaran E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay., İstanbul 1991, s. 112.
[3] Gramsci, Hegel’in Fransız Devrimi sırasında Fransa ve Almanya’yı karşılaştırmasını Carducci’nin dizeleriyle not eder. (Gramsci, Felsefe ve Politika Sorunları, Çev.: Adnan Cemgil, Payel Yay., İstanbul 175, s. 106)
[4] Bu konuda bak.: G. Plekhanov, “Diyalektik ve Mantık”, Çev.: Erdem Buri, Eylem, 3, Mayıs 1964, ss. 23-29; ve Ömür Sezgin, “Mantık, Diyalektik ve Gerçek”, Bilim ve Sanat 5, Mayıs 1981, s. 12.
[5] Althusser, John Lewis’e Cevap, Çev:. Müntekim Ökmen, İstanbul 1978, Birikim Yay., s. 46.
[6] A.g.e., s. 47
[7] Balibar, “Dünyayı Değiştirmek”, Çev.: Boran Çiçekli, Teori ve Politika 3, s. ?
[8] Marx’tan (1843) aktaran Althusser, “Marksizm ve Hümanizm”, Çev.: Hakkı Hünler, Edebiyat ve Eleştiri 5, s. 95.
[9] Gramsci’den aktaran Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yay., s. 167.
[10] Teori ve Politika, varlığını tam da burada buluyor. Amaç, ayrıcalıklarını tarihsel teorik düzlemde yitirmekle karşı karşıya kalan Marksizmin sınırlarını zorlamak ve bu arada gerekirse yeniden belirlemek. Marksizm alanının tarihsel-idealist eğilimlerinin sürdürücüleri, kendi Marksizm anlayışlarının Marksizm bakımından özel ayrım halkaları taşımadığını yavaş ya da hızlı bir şekilde görüyor ve kendilerini “sosyalist” veya başka sıfatlarla anmaya yöneliyorlar.
[11] Aktaran Doğan Özlem, “Tinsel Bilimlere Giriş’in Yüzüncü Yılı ve Dilthey”, Seminer-2/3 (Ege Ü. Edebiyat Fak. Yay.), Aralık 1983/Ocak 1984, s. 41.
[12] Vico’dan aktaran D. Özlem, a.g.y., s. 43.
[13] İnsan-öznesine ilişkin oldukça “elverişli” görüşleriyle Vico’nun Marksist yazında yankısını bulmaması şaşırtıcı olurdu. Marksizm alanının devrimci kanadında yer alan Devrimci Proletarya Dergisinde yer verilen imzasız bir yazıda “Vico-Marx çizgiselliği” anlamlı bir şekilde yakalanıyor. Marksizmin idealist edinimi, çok çeşitli ve uzak olması beklenebilecek kesimlere kadar uzanan bir yaygınlığa ve güce sahip. (Bak.: “Tarihsel Düşüncenin Kısa Tarihi”, Devrimci Proletarya, 36, fiubat 1995, ss. 121-142)
[14] Ted Benton, “Kantçılık ve Yeni-Kantçılık”, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., s. 314.
[15] Gareth Steedman Jones, “Genç Lukacs’ın Marksizm Anlayışı”, Çev.: Zeynep Güneş, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar (Ed.: Kemali Saybaşılı), Ankara 1985, Birey ve Toplum Yay., s. 224.
[16] Kant’ın Lukacs üzerindeki etkileri için bak.: Andrew Arato, “G. Lukacs; Devrimci Bir Özne Arayışı”, Çev.: Mehmet Küçük, Yaba Öykü 26 (57), Kasım-Aralık 1989, ss. 30-40.
[17] Marvin Harris, İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar, Çev: M. Fatih Gümüş, İmge Kitabevi Yay., Ankara 1995, s. 12-3.
[18] Lukacs’tan aktaran G.S. Jones, a.g.y., s. 216.
[19] Kuantum fiziği üzerine, özne kategorisine yer vermeyen teorik-fizikçilerin geliştirdiği yaklaşımlar mevcut. Einstein’ın aralarında yer aldığı üç fizikçinin makalesi ile David J. Bohm’un tezleri bunların başlıcaları arasında sayılıyor. Teori ve Politika‘da ard arda yayınlanan iki makale, fiziğe sızmış öznelci felsefi eğilime karşı Türkçe literatüre katkı niteliğindedir. Bak.: David Z. Albert, “Kuantum Mekaniğine Bohm Alternatifi”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika-2, ss. 92-113; ve J.T. Crutchfield ve diğerleri, “Kaos”, Çev.: Erkan Afacan, Teori ve Politika-1, ss. 65-81.
[20] Teori ve Politika yazarlarından Yılmaz Sezer, bu sonuncu tür Marksistler’le etkileşim içinde. Teori ve Politika’da ve daha önce Emeğin Bayrağı’nda yayınlanan yazılarında Y. Sezer, kuantum metafiziğini bilimin kendisi sanmanın yanında, bilim alanlarının kavramlarının doğrudan yer değiştirebileceğinin örneğini verdi.
[21] Evet, yapılan aslında tipik pozitivist işlemdir. Hiçbir bilim, kendini bilim adamlarının bilincinde göstermez; onu dolaysız olarak edinmek olanaksızdır.
[22] Lenin’in 1914 yazında, II. Enternasyonal önderliğinin politik ihanetinden sonra, “Luxemburg haklıydı” deyişi, gecikmenin kendi ağzından belirtisi olarak alınmalıdır.
[23] “Nesnel sürecin içinde hareket etmek”, çözümlemeye ihtiyaç gösteriyor. Yukarıda bahsedilen “süredurum yasası”na uygun bir hareket olmamak gerekir. Hareketin, süredurum yasası dışındaki tarzları belirlenmeli ve “teori”nin buradaki rolü teorik olarak edinilmelidir. (“Politik süredurum ilkesi” konusunda bak.: Melik Kara, “Devrimci Politikanın Teorik- Tarihsel Yolu ve Devrimci Sol“, Doğru Seçenek, 12, Ocak 1993, s. 86-87.
[24] Perry Anderson, Tarihsel Materyalizmin İzinde, Çev.: M. Bakırcı, H. Gürvit, Belge Yay., İstanbul 1986, s. 44-5 ve tüm olarak “Yapı ve Özne” başlıklı bölüm.
[25] Bu özümseme Teori ve Politika sayfalarında da yankısını buluyor. Orhan Gökdemir, “‘tin’in proletarryaya dönüşmesi”ni selamlıyor: “Evet, özne sınıftır.” (O. Gökdemir, “Felsefi Aklın Eleştirisi”, Teori ve Politika-2, s. 35 ve 38) Mustafa Serdar, özneyi bir kendiliğindenlik olan proletaryada değil, Marksist partide görüyor. (Mustafa Serdar, “İşçi Sınıfı Hareketi, Marksizm ve Parti”, Teori ve Politika-3, s. ?) Yılmaz Sezer, esaslı bir problem olduğuna işaret ediyor, ana halkaya oldukça yaklaşıyor. Ama özne’den konuştuğu yerlerde en özneci ifadeleri kullanmaktan da kaçınamıyor. (Y. Sezer, Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu”, Teori ve Politika-2, s. 26-27)
Osman Albayrak (“Felsefi ve Bilimsel Açıdan Devlet Üzerine”, Teori ve Politika 2) ve Vedat Aytaç’ın(“Mülkiyet Üzerine Değinmeler”,Teori ve Politika 2) özne kategorisiyle etkileşimi kestikleri görülüyor.
[26] Bu “sapkın” çizgi, devrimci vurguyla öne çıkan Maoculuktu. Volontarizmle suçlanan Maoculuk, hümanizme cephe alışta Althusser’le birleşiyordu. Tabii, geride kalanlar da hümanizmde birleşiyordu. Dönemin Sovyetler Birliği’nde yayımlanan bir yazı durumu yansıtıyor: “Pekin liderleri, hümanizmin bir ‘burjuva’ kavramı olduğunu kazara söylemiş değillerdir. (Onlara göre) hümanizm bugün ‘sonuna kadar gerici bir bilinç biçimi olmuştur! Hümanizm bugün ‘Başkan Mao’nun düşüncesi’ doğrultusunda yürütülen sınıf mücadeleleriyle ‘bağdaştırılamaz’. Maocular, gerçekçi hümanist bir içeriği olmaksızın düşünülemeyecek olan komünist ülküyü çarpıtmışlardır.” (A. Titarenko, “Maoculuk: Anti-Hümanizm ve Serüvenci Politika” (1969); V. Krivtsov (Ed.), Marksizm ve Maoizm, Çev.: Erol Yahyalı, Bilim Yay., İstanbul 1975, içinde, s. 131-2)
[27] R. Keat ve J. Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev.: N. Çelebi, İmge Kitabevi Yay., Ankara 1994, s. 160.
[28] Althusser, “Marksizm ve Hümanizm”, a.g.y., s. 106.
[29] Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Çev.: İsmet Birkan, Can Yay., İstanbul 1996, s. 199.
[30] E.P. Thompson, Teorinin Sefaleti, Çev.: A.F. Yıldırım, Alan Yay., İstanbul 1994.
[31] E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, s. 81.
[32] Althusser, “Freud ve Lacan”, Çev.: Selahattin Hilav, Yazko Felsefe Yazıları-1, İstanbul 1982, s. 126.
[33] İnsanın elini kolunu bağlayan bu sözler, pratik bir mücadele yürüten ve bu uğurda bedeller ödemiş bir değerli “devrimci Marksist” “özne”nin kaleminden çıkmadır ve Türkiye ve Orta Doğu Forumu Vakfı (Özgür Üniversite) Kuruluş Bildirgesinde yer almaktadır (s. 1-2).