Ana SayfaSayı 3Özne, Bilim ve Marksizmin Gerilimleri

Özne, Bilim ve Marksizmin Gerilimleri

                                                             Doğal zorunluluk özne için ortadan kalkar ve onun için sadece ‘özgürlük’ varlığını sürdürür.          

                                       (F. A. Lange)[1]

 

                                    İnsan, saçlarından tutup çekerek kendini bataklıktan nasıl kurtarabilir?

                                       (M. Pecheux)[2]

 

Metin Kayaoğlu

 

Marksizm, hiçbir şeyin (bilimsel) bilginin nesnesi olmaktan kaçınamayacağı anlayışında kategorik temelini buldu. Tarihin, her aşamasında, öznesiz bir süreç olduğu, Marksizmin bilimsel tezidir.

Marx’ta öznesizlik. Nasıl Immanuel Kant Tanrı’nın, Maximilien Robespierre Kral’ın kellesini uçurduysa,[3] Karl Marx da, (her türden) Özne’nin varlığına kılıcını çaldı. Bu, Fransız devrimcininki hariç, “süren bir başlangıç”tır. Nasıl Tanrı ve tanrılar yok edileme­diyse, Özne ve özneler de yok edilemedi. Ama kellesi uçuru­lan Kral, gerçek bir ger­çek, gerçek nesne ola­rak, o zaman­dan beri yok! Politika, dillere pelesenk edilen azametli ayrıca­lığını, bu “basit” ayrımda bulur. Bu demektir ki, Tanrı ne kadar ve ne tür bir gerçeklikse, özne de o kadar ve o türden bir gerçek­liktir.

Kant, teorisinde “akl”ı, “tin”i Tanrı’dan alıp yeryüzüne in­dirdi, insanın kafatasına yerleştirdi: Özne insandır!.. Bu, disip­liner felsefede teolojiye karşı bir zafer olarak kut­sandı; Kant, felsefe-içi yeni bir kulvar açmış oluyordu; felsefede kavga edi­yordu. Yapılan, kaynağını sözde gökten alan fel­sefenin (teoloji adı veriliyordu), yere, yerin efendisi olan ‘insan’a indi­rilmesi, kaynağını insandan (insan-özneden; Tanrı-özne’den değil!) alması olarak su­nuluyordu. Artık esirgeyen ve bağışla­yan, yaratan ve yok eden Tanrı’dan değil, esirgeyen ve ba­ğışlayan, yaratan ve yok eden insan­dan konuşulmalıydı.

Marx, felsefe sözleri etmedi. Felsefe üzerine konuştu; o, “Hiçbir yere götürmeyen yolların yolu”na büyük bir gü­venle sırtını döndü ve içinde nesneden başka bir şey gör­mediği yeni ve özgül bir bilimsel bilgi alanı açtı. Bu­rada sa­dece nesne (ve nesnel) vardı; ve öznenin (ve öznelin) ol­madığı söylenmiyordu bile: Öznesizlik. Fakat Marx hiçbir zaman öz­nesizliği yüksek sesle ilan etmedi. Bu, felsefe yapmak anla­mına gelirdi. Marx, kurulmuş bir felsefe bırak­madı.

Marx, spekülatif ve sistematik biçimleri, idealist ve ma­ter­yalist eğilimleriyle felsefeyi bütün olarak, kurduğu bu (teorik) nesne alanından kovdu. Bu, doğal olarak -bütün felsefeye ol­duğu gibi- “Kant’ın insanı”na öldü­rücü bir sal­dırı anlamına ge­liyordu. Çünkü, Kant’ın insanı, teolojinin Tanrısı gibi gökte değil, düpedüz Marx’ın kur­duğu alan­daydı. Kant’ın öznesi, Marx’ın nesnesini varlı­ğıyla redde­den bir doğaya sahipti. Kant için insan, bilinci ve ama­cıyla özne iken, Marx insanı nesnesinin içine bir nesne olarak yerleştiriyordu. Kant için köken olan, Marx için “ba­sit” bir so­nuçtu.

Bir bilim olarak Tarih, Marx adındaki eyleyicinin “yarat­tığı” nesnede belirdi. Bu ne demektir? Öncelikle ve temel olarak, yeni bilimin alanındaki her şeyin nesne (ve nes­nel) olduğu­nun kategorik ilanıdır. Bu, aynı zamanda alışı­lage­len birtakım kavram çiftlerine bir saldırı anlamına mı gelmek­tedir? Tereddütsüz evet! Bu, özne-nesne ikiliğinin tanın­maması ve özne’nin, bütün sonuç ve etkileriyle ilga edil­mesidir. Bilimsel lügatçede “özne” – eşdeyişle, “nesne-olmayan”- maddesine yer verilmemesidir.

Bilim-içi anlamında tayin edici olan, bu işlemin bilişsel ve öznel niteliğinin söz konusu olmadığı, tamamen nes­nel bir ni­telikten söz edildiğidir. Bu aşamadan sonra, so­run, Marx adındaki ölümlü insan bireyinin eserinde, “Marx’ın lügat­çesi­”nde, “özne”yi aramak olmaktan çık­mıştır.

Özne-nesne diyalektiği yoktur. Birer kategori ola­rak özne ve nesne, genel olarak söz edildiği şekliyle di­yalektik mantığın değil formel mantığın alanına giren bir “ilişki” için­dedir. Meselenin “formel” anlatımıyla, özne ve nesne kate­gorileri bir ilişkinin taraflarıymış gibi ele alına­maz. Özne-nesne çifti, for­mel mantığın “çelişmezlik il­kesi”nin konusu­dur. Özne ve nes­nenin oluşturduğu bir bütünlük yoktur, bütünlük ya özne ya nesne tarafından oluşturulur.

Diyalektik mantık, sanıldığı gibi, formel mantığın değil me­tafizik anlayışın karşıtıdır.[4] Formel mantık diyalektik mantığın bir uğrağıdır; veya bu iki mantık birbiriyle tamam­la­yıcılık ilişkisi kurar.

Özne tanımı, nesnenin varlığını içeren, nesnenin varlı­ğına izin veren hiçbir öğe içermez. Nesnenin tanımı da… (Rastlantı ve zorunluk da aynı yaklaşıma tâbidir.)

Burada geçerli mantık, bir ırmakta iki kez (ya da bir kez bile -günün modası bu “ultra-diyalektik” tarzdır) yı­kanıla­mayacağı değildir; mesele, “durgun suları ele alan bir man­tık”la (Althusser) anlaşılabi­lir ve çözümlenebilir.

Özne ile nesnenin; “son tahlilde” hangisinin belirleyici olacağı, ikisinin ilişkilerinin karşılıklılığı türünden her yakla­şım, “diyalektik geri­lim”ini uçurumun iki yakası arasında asılı olmaktan almaktadır. Eğer baş özne tarafındaysa özne(l)ci, nesne tarafındaysa nesne(l)ci okullar ayırt edi­lebilecektir.

Diyalektiğe ilişkin bu kategori hatası, baştan başa bü­tün Marksist kuşaklarca paylaşılır.

Gerçeklik ya özneldir, özne tarafından yaratılmıştır (bu du­rumda nesnel gerçek yoktur), ya nesneldir (bu du­rumda öz­nel gerçek yoktur). Öznenin (özgürlüğün) ge­çerli ve gerçek olduğu bir kozmos ve nesnenin (zorunluluğun, ne­denselliğin, yasalılığın) geçerli olduğu bir başka kozmos olamaz. İki onto­loji ima eden her türlü epistemoloji şiddetle reddedilmelidir.

Bir insan hem ötedünyada hem budünyada ola­maz.Ya birindedir ya ötekinde; daha doğrusu ya öte­dünya vardır ya budünya. Bu dünyadaki ötedünyacılık kocaman bir masal­dan ibarettir. Ama budünyanın ken­dini yeniden-üretme­sinde nesnel olarak işleyen bir ma­sal. Budünyanın yalan olduğunu işleyen masal, budün­yada ve budünyanın nes­nel öğelerin­den yapılmıştır. Ya da, ötedünyadayız; bu­dünya yok! Budünya-ötedünya “diyalektik ilişkisi” ile özne ile nesne ara­sında olduğu ka­bul edilen diyalektik ilişki aynı türdendir.

Yeni tanrı. Düşünüyorum, demek ki varım. Niyetlerim, amaçlarım, he­deflerim var; dolayısıyla eylemlerimin biricik kaynağı ve özgür aracısı yalnızca benim.” Descartes, özne teorisinin zorunlu koşulunu (kendimin kökeni yine kendi­mim) koyduktan sonra İsveç Kraliçesine yazdığı mektuptaki sözleriyle özneye ilişkin çağrışımları güçlendi­riyor:

Şunu açıkça görüyorum ki, bizde kendiliğinden bu­lunan en soylu biricik şey özgür iradedir. Çünkü özgür iradedir ki, bizi her bakımdan tanrıya benzer kılmakta ve ona bağlı ol­mak­tan kurtarmaktadır.”

Özne kategorisi, bu adı 17. yüzyılda aldı. Ruh ve tanrı te­rimleri özne kategorisinin düşünce tarihindeki biçimle­rin­den sadece ikisidir. Bir terim olarak tanrı, güçlü ve zengin çağrışım­larıyla özne kategorisinin içeriğini tayin etmekte esaslı işlevler yükümlenir. Genel olarak denebi­lir, “tanrı”dan ne anlaşılıyorsa ve “tanrı” neyi çağrıştırı­yorsa “özne”den de o anlaşılmalı, o çağrışmalıdır. Tanrı terimi nasıl tarihsel çeşitlilikler gösterebil­mişse, özne te­rimi de çeşitli şekillerde anlaşılmıştır. Özne, laik za­manların tanrısıdır.

Özne kategorisi, her durumda, gerçekliğini kendinde bulan; varlığının kendinden başka dayanakları olmayan; kendinden- sebeplerle hareket eden; kendine şeffaf, öz­gür ve bağımsız bir niteliği anlatır. Hikmetinden sual ol­ma­yan özne, Tanrı ya da insan biçimine bürünebilir. O bazen Olimpos’tan şimşekler yağdırır, bazen devrim ya­par. O, öz-ne’dir, varlığını öz-ün-den alır.

Bataklığa gömülen bir insan bireyi, eğer özneyse, ken­dini, saçlarından tuttuğu gibi bataktan çıkarır.

Öznenin hareketi. Özne kategorisine ilişkin bütün karı­şıklığın tarihsel kaynağı Aydınlanma Felsefesinde gerçek­leşen kaymadır. Bu, en iyi anlatımını, Kant’ın Tanrı­’nın kel­lesini uçurması mecazında bu­lur. Felsefenin te­olojik biçi­mine göre özne Tanrı’ydı. “Tarih Tanrı tarafın­dan ya­pılmıştı ve yasalara yani tanrısal amaçlara uy­gundu.”[5] Ama burjuvazi eleştirel ve devrimci bir sınıf ola­rak buna karşı çıkar: “Tarih, Akıl tarafından harekete ge­çirilir ve Doğru’nun, Aklın ve Özgürlüğün yasalarına uyar ya da amaç­larına erişmeye çalışır.”[6] “Modern öznenin keşfi insan­lığın kendi kendini oluşturduğu veya eğittiği, yasala­rını kendi ken­dine koyduğu ve nihayet, zulmün, cehaletin, veya boşinan­cın, sefaletin vb. farklı biçimle­rinden kendi kendini kurtardığı düşüncesine bağlıdır.[7]

Ortaçağdan Aydınlanmaya, bir değişim olduğu görü­lü­yor. Ama felsefe bakımından hiçbir değişiklikten bah­sedi­lemez. Felsefe bakımından bir tarih söz konusu de­ğildir. Öznenin Tanrı mı yoksa insan mı olduğunun, fel­sefi kate­goriler anla­mında önemi ne kadar yoksa, politik bakımdan o kadar vardır. Felsefe bakımından bu basit kayma, bütün bir tarihsel döne­min politik ve sınıfsal ha­reketinin ve mücade­lesinin teorik karşılığıdır: Tarihsel bir olay cereyan etmiştir ve iktidar Tanrı’dan (aristokrasi ve ruhban sınıfından) insa­n’a (burjuvaziye) geçmiştir.

Burada, ontolojik düzlemde felsefede bir devrim ol­muş­tur, ama epistemolojik düzlemde felsefede yaprak kıpırda­mamıştır. Özne kategorisi kanlı-canlı bir karşılık ka­zanmış­tır.

Marksist olarak kimsenin, devrimci eylemin felsefi meşru­iyeti için, Marksizmin, feodaller karşısında burjuva filozofla­rın konu­munu almasını önermeye hakkı olmamak gerekir.

İdealist bir Marksizm! Marksist felsefenin, hatta ve as­lında Marksizmin, temel ayıracının, öznenin proletarya ola­rak işaret edilmesi olduğu iddia ediliyor. Özne, Platon­’da ruh’tu, Kant’ta insanlık, Fichte’de halk ve ulus, Hegel­’de ta­rih­sel halklardı. Bu sınıflamada, evet, Kant’la Fichte ara­sında ol­duğu kadar Marx arasında da ayrım var. Bu­nun ka­tegorik karşılığı maalesef, yoktur; insanlığın özne oluşu ne kadar idealistse, proletaryanın özne oluşu da o kadar ide­alisttir.

Hiç kuşku yok, “radikal olmak için şöyleri kökenleriyle kav­ramak gerekir, ama insan için köken yine insanın biz­zat ken­disidir” diyen Marx[8] ile yukarıda anılan filozofların özne teori­leri arasında kategorik hiçbir fark yok. Mark­sizmdeki idealist eğilim “bu Marx”ı alkışlarken haklı: “Ha­yır, tarihte mekanik güçler asla baskın değildir; dışsal gö­rünüşü şekil­lendiren ve sonunda hep zafer kazananlar insanlardır, bi­linçlerdir, tindir… Sözümona bilimcilerin do­ğal yasasının ve olayların yazgısal akışının yerini insanın istenci almıştır.”[9]

Althusser’in teorik formülasyonunu koyduğu Marksizm anlayışı, cesaret ve cüretle, Marksizmin içine sızmış ide­alist kökleri budar, idealist kabuklarından Marksizmi ayır­mada du­raksamaz. Bizzat kendisinin ortaya koyduğu esere aykırı yönleri ideolojik bilincinde barındıran Marx’a karşı Marksizmi savunur.

Bu bakımdan idealist Marksistler nasıl bir tablo çiz­mekte­dir? İdealist Marksistlerin Marx’ın eserleri arasında “en Marksist” kabul ettiği, ne Marx’ın ne Engels’in sağ oldukları dönemde yayınlanan, Lenin’in haberdar olma­dan öldüğü ve 1932’de ilk kez Sovyetler Birliği’nde Luk­cas’ın da arala­rında olduğu bir araştırma ekibi tarafından 1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları adıyla yayınlanan kitaptır. Lukacs’ın, el­yazmalarını okuduğunda kendisinin on yılı aşkın bir süre önce yayınladığı Tarih ve Sınıf Bilinci‘nin tezleriyle ortaya çıkan pa­ralelliği gö­rerek şaşır­dığı kaydedilir. İdealist Marksistler, Marksizme karşı “eski bi­linciyle hesaplaşan” Karl Marx’ı çıkarır ve onu savunurlar.

Marksizmdeki idealist eğilim, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkıya Önsöz’ün ve Kapital‘in ve Gotha Programına Eleştirel Kenarnotlarının… yazarı Marx’ı gör­mezden gelir –ya da Gramsci gibi tu­tarlı örnekleri şah­sında onları gözüpek bir red­din konusu yapar.

Özgün olmayan bir Marksizm. Özne teorilerinin, hatta bunların devrimci biçimlerinin, ide­alist Marksistlerin iddiala­rında pek de ısrarlı olmamalarını haklı çıkaracak şekilde, Marksizme özgü olmadığı hem tarihsel hem te­orik bir ger­çektir. İddia edildiği şekliyle sunulan Marksizm, özneciliğin bir ara-aşamadır sadece. Bugün teorik olarak çoktan geride bı­rakılmış bir ara-aşama…

Marksizmi, onu ayrıcalıklı kılan, emsalsiz kılan, nitelik­le­riyle öne çıkarmak bugün her şeyden önemli.[10] OIayla­rın ve gerçekliğin kendisiyle dolaysızca yüz yüze gelin­mesi gerektiği, sadece maddi gerçekliğe ilişkin tutum alınması ve onun araştırılması gerektiği yolundaki tezle­rin, kocaman bir boşluktan başka bir anlamı yok. Gerçek­likle hiçbir şekilde doğrudan karşılaşılmıyor. Biz istesek de istemesek de, ol­guları aracılığıyla yaşadığımız ideolojik bütünsel tasarımlar var. Biz “ideoloji içinde yaşıyoruz” (Althusser). Bu, Marksizmle beliren “ideoloji” olmazsa, mutlaka başka biri olacaktır. Öyleyse, Marksizmi ortaya koyan teorik süreç, olaylara ilişkin “teori­lere”e önceldir.

Vico ve Kant. Özne teorilerinin ve ilgili epistemolojinin modern çağda iki büyük öncüsü var: Etkili bir tarih felse­fesi ve epistemolojisi geliştiren İtalyan düşünürü Gi­ovanni Battista Vico (1668- 1744), ve Alman filozofu İ. Kant (1724-1804).

Bu iki adam, felsefede, epistemolojide ve “insan bi­lim­leri”nin ontolojisinde temel ve ana katkılar gerçekleş­tirdiler. Epistemolojiden bilgi sosyolojisine, kuantum fizi­ğinden Marksizmde devrimci özne tartışmasına kadar günümüzün yakıcı konularının hiçbir tarihi olmadığını Kant ve Vico kes­kin bir netlikle gösteriyor.

Görülmelidir; kendisine atfedilen özne ontolojisi, sınıf bi­limi gibi konular bakımından Marksizm, bu “tarih”te, kü­çük bir fırça darbesinden, -anlamlı ya da anlamsız ama- basit bir ay­rıntıdan başka bir önem taşımı­yor.Vico’ya göre, “biz­ler, ancak kendimizin neden olduğu ve kendimizin yaptığı şeyi neden­sel, temelli ve doğru ola­rak bilebiliriz. Oysa doğa bizim yaptı­ğımız ya da nedeni olduğumuz bir şey değildir; doğayı yarat­madığımıza, ter­sine yaratılmış bir şey olduğu­muza göre biz­lere, doğayı doğrudan ve yetkin olarak ta­nıma yolu açık de­ğildir. Biz­ler, (…) deney ve gözlem yoluyla doğayı ‘bilimsel’ olarak ele aldığımızda, ‘gerçek’ doğal ne­denleri değil, soyut dü­şüncemize ve algılarımıza açık do­ğanın ‘bize görünen ne­denleri’ni saptamakla yetiniriz.”[11]

“… İlk kuşku götürmez ilkemiz, tarihsel dünyanın ta­ma­men yine biz insanlar tarafından yapılmış olduğudur ve böyle ol­duğu içindir ki, bu dünyanın yine bizim kendi tini­mizin modifi­kasyonları içinde oluştuğudur. Bundan daha büyük bir kesin­lik de yoktur.[12]

Vico belirliyor: Tarihin kökeni (öznesi) insandır, tarih tamamen in­sanlar tarafından yapılmıştır. İnsan ancak kendi yaptığını bilir. Doğanın öznesi (yapıcısı) Tanrıdır ve doğayı ancak Tanrı bilir. İnsanlar doğayı sadece görün­düğü kadarıyla bilebilir. Görünüşü de insanın özne’liği belirler. İnsanın bedenini tabii Tanrı yaratmıştır, ama in­san da kendi tinselliğinin/insanlığının biricik yaratıcısıdır.

Marx’ın tutarsızlığı. Vico’nun tutarlığına tek söz edile­mez. Ancak buradaki so­run, Marx’taki tutarsızlıkların nasıl anlaşılacağıdır. Marx’taki özneci eğilimler Vico gibi bir yıl­dız karşısında ol­dukça sönük kalıyor. Dolayısıyla özne teoris­yeni Marksistler için Marx oldukça elverişsiz bir refe­rans teşkil etmektedir. Özneciler, Marx’ın (ilkleri hariç) ça­lışmala­rında özneci ifade ve imaları bulmakta zorlandıkla­rını itiraf etmeliler. Kaldı ki birçoğu, başta Lukacs ve Gramsci, Marx’ın kendi konumlarından asıl izleğinin pozi­tivizm olduğunu ifade etmişlerdir. Anti-pozitivistler Marx’ta “pozitivizm” bul­makta hiçbir sıkıntı çekmezler.

Yapılması gereken nedir? Althusser’in gösterdiği gibi, Marx’ın eserinin bir tarihsel dinamiği olduğunu ve çelişkili bir gelişme ve kuruluş seyri izlediğini saptamak. Özneci kalıntı­ları teorik bir çalışmayla kesip atmak. (Özneciliği tanımak için me­sela Vico’ya bakılabilir.) Ancak bu işlem­den sonra kalan çe­kirdek ve gövdenin eksik ve sınırlılık­larıyla yüzyüze geli­nebile­ceğini, Althusser ısrarla vurgu­lamıştır.

Vico oldukça tutarlı ve tipiktir. Vico’nun teorisinin iz­len­mesi özneciliğin zorunlu teorik uzanımları ve sonuçla­rını en açık ve kesin şekilde verecektir.[13]

Öznel iki bilim. Vicocu özneciliğin iki temel epistemo­lo­jik sonucu var: Bilimleri, tinsel bilimler ve doğa bilimleri diye tümden farklı iki türe ayırmak; ve bilimsel bilginin do­ğasının öznel (içkin) bir sü­reç olduğunu belirlemek.

Birbirinden tümden farklı iki bilim var, çünkü onların var­lık koşulu olarak, birbirinden tümden farklı iki özne var. Özneye göre (tanımlanan, kurulan…) bilim. Her tür öz­nenin bilimi kendi türlüğüne göre var olur ve tanımlanır.

Bilimsel bilgi ancak öznenin kendi yarattığına ilişkin olabilir. Her özne ancak kendi yarattığını -eşdeyişle kendi kendini- bilebilir. Doğayı Tanrı adındaki özne, toplumsal tarihi insan adındaki özne bilebilir. Bir özne başka bir özne­nin yaptığını (nesnesini) bilemez; çünkü özneyle nesnesi arasına girilemez, onlar ayrıştırılamaz.

Bir adım daha: Gerçekte öznenin yaptığı her şey (din, sa­nat, felsefe, hukuk, ahlak, estetik ve bilim) özneyle an­lam ka­zanır; bunlar öznenin oluşturduğu ortak pay­dayla varlıklarını kazanırlar ve aralarındaki ayrım kategorik değildir. Bir özne’nin dini, sanatı, felsefesi, bilimi, hukuku, ahlakı, estetiği…

Kategorik ayrım, bir özneninkilerle başka bir öznenin yap­tıkları arasında vardır. Buradaki kategorik ayrımın ken­disini de zaten (kategorik olarak) ayrı iki özne oluşturur. Biliminin de, felsefesinin, sanatının, dininin … de ontolo­jisi özne’nin kendi­sidir.

Kendinde-şey olarak insan. Özne teorileri ve so­nuç­larıyla Marksizm arasına konulacak kesin ve geri dö­nülmez ayıracın Kant dolayısıyla pekiştirilme­sinde yarar var. Çünkü, özneci Marksistlerin Kant’ın teorisiyle bilişsel ilişkisi Vico’ya göre çok daha belirgin. Kant’la Vico’nun ele alınan temalar bakımından çarpıcı bir tamamlayıcılık ilişkisi içinde olduğu görülecektir.

Öncelikle insan öznelerin (devrimci) eylemi: “İnsan bi­lim­le­rini kuran bu (anlam, değer, amaç) kavramlar, aynı za­manda insan eylemcilerin, aracılıklarıyla toplum dün­yasını kurdukları kavramlar olmalarıyla, onlardan (doğa bilimsel kavramlardan) ayrılırlar: Toplumsal bilimsel bilgi­nin öznesi ile nesnesinin nihai özdeşliği, bu araştırma alanında bilgi ile nesnesi arasında ni­teliksel olarak farklı bir ilişki öngörür.”[14]

Özneci Marksistler bakımından hiçbir sorun olmamak ge­rekir. İşte, devrimci eylemle devrimci bilimin özdeşliği! Böylelikle bir çırpıda, doğada diyalektiğin olmadığını yani nes­neyle diyalektik ilişki kuracak özne olmadığını, doğayı kuranla toplumu kuranın (insan-öznesi, devrimci özne, ka­pitalizmde proletarya…) bambaşka türden olduğunu, diya­lektiğin top­lumda olduğunu, öznenin bir “nesne” ya­ratarak onunla diya­lektik ilişki içine girdiğini, onu bilirken dönüştür­düğünü, dönüş­türürken bildiğini, yani devrimle bilimin bir ve aynı şeyler oldu­ğunu pozitivist sapmaları olan Marx’tan da önce bir burjuva filozofundan öğreni­yorsunuz! Siz, Marx’ın sevmediği özgürlük, ahlak gibi te­rimleri bu yüzden pek seviyorsunuz.

Kant’a göre ancak dışımızdaki şeyler (fenomenler) bil­gimi­zin konusu olabilir. Bilimsel bilginin alanında yasalar, zo­runlu­luklar, nedensellikler vardır. Oysa insan, bir ken­dinde-şeydir (numen). Kendinde-şeyler nesne değildir, bilginin nesnesi (konusu) olamazlar. Kant’a göre, “insan, onun toplumsal ya­şamı, onun kültürüne ait önemli olan her şeyin olgular (fenomenler) dünyasının kesinlikle dı­şında tutul­ması” gerekli­dir. İnsan, özgür ve kendine belir­lenen bir öz­nedir. Bu yüz­den, zorunluluk, nedensellik ve yasalılık doğa bilimleri için uy­gun olsa da, insan kültürü, insan dünyası, ancak bütünlerin serilmesi yoluyla anlaşı­labilir. Toplum, ta­rih, sanat, din ve fel­sefe bu insan kültü­rünün belirtileridir. Çalışmacılar bu alanda nedene atıf yapamazlar, ancak an­lamı sezebilirler.[15]

Kant, doğayı ve tarihi bilmenin merkezine özneyi otur­ta­rak, doğa ve tarih bilimini, -görüldüğü gibi- farklı bilme türleri olarak bile değil, ayrımlarını “bilme ve bil­meme” olarak koyduğu iki ayrı ve ilişkisiz kategori şek­linde tanımlıyor. Bununla da kalmıyor; toplumdaki özne sayısına eşit bilme-sezme formu olduğu anlayışına kapıyı aralıyor. Marksizmdeki iki bilim teori­leri, doğa ve tarih bi­limini radikal olarak ayırma girişimleri, bu kapıdan hiçbir tereddüt göster­meden giriyor.[16]

Bilginin içkin doğası. Kant ve Vico’nun ortak episte­molojilerinin kurucu momenti insan bilgisinin içkinliğidir: Kendi gerçekliğini bir tek (onu yara­tan olarak) özne bilir. Marx’ın epistemolojisinin kurucu mo­menti ise bunun kate­gorik reddinde vücut bulur: İnsan ken­dini bilemez.

Biz, düş görenlerin düşlerini açıklamalarını bekleye­meyiz; aynı görüşle, bir yaşam biçimine katılanların kendi yaşam bi­çimlerini açıklamalarını da bekleyemeyiz.

“(Bazıları), bir olaya katılanların olayı açıklamalarının redde­dilemez bir gerçeği dile getirdiğini kanıtlamaya ça­lışır­lar. Onların uyarılarına göre insan bilinci asla bir ‘nes­ne’ ola­rak ele alın­mamalıdır ve fizik ya da kimya araştır­masına elve­rişli olan bir bilimsel sistem,yaşam biçimlerinin incelenme­sine uygulandı­ğında bekleneni vermez.”[17]

Marx’a göre, insan; bilinci, düşüncesi, değerleri, duy­gu­ları… ile bir bütün olarak nesnedir. İnsanın kendini nesne­leşti­rememesinde, kendine öznelik atfetmesinde anlaşıla­mayacak hiçbir şey yok; mesele kendini özne sanan insa­nın özne ola­rak kabul edilmesindedir. İnsanın kendini (bilinçli, özgür, ba­ğımsız) bir özne sanması, değer yargıla­rının kendi-için süreçler sonucu oluştuğunu kabul etmesi de nesnel bir süreçtir; ne­denselliği vardır.

Nesnel bilim. Bilim, gerçeğin nesnel olduğunu kabul eder; varlığını bu kabulde bulur. Bilimin konusu nesnedir. Bilim için gerçek, nesnedir: Nesnel gerçek. Özne olduğu kabul edilen varlık, (bir uygulamanın, bilimin…) nesne(si) haline geldiğinde, nesne olarak ele alındığında -özne ol­ması bir yana- özne ola­rak kabul edilme imkânından da uzaklaşmaktadır. Özne te­orisi, hiçbir zaman (ilkede) bilime konu edilemeyecek varlıkların (kendinde-şeyler) olduğu anlayışında episte­molojisini bu­lur. Bu durumda, özne (tıpkı felsefe gibi), tarihsel olarak, bilimin henüz uzanamadığı, bilimsel bil­giye açılmayan düz­lemlerde, arazilerde at koşturur. Bilim, onu açıkladığı anda her şey bit­miş, ilgili varlık içeriği, öz­ne’likten nesneliğe atla­mıştır.

Özne teorisi kaçınılmaz bir şekilde görelilikçi­dir. Her bir özne kendi gerçeğine sahiptir ve başkasının ger­çeği de kendi konumundan anlaşılamaz. Bir ontolojik öz­neden yola çıkıldı­ğında, yani bir gerçek varlığın ko­numsal karşılığının “bilinç” hali olarak özne söz konusu olduğunda, “gerçek, ancak her bir sınıfın [öznenin] göreli konumu ba­kımından ‘nesnellik’ kazanabi­lir.”[18] Bu düz­lemde, alınan birime göre, ne kadar özne varsa o kadar ger­çek vardır. Gerçek, özneye bağlıdır; tanımını, varlı­ğını, sta­tüsünü vs. özneye borçludur.

Özneye ilişkin “bilim’in epistemolojik imkân ve sınırları da burada bir kez daha kendini gösterir. Bilim, varlığının yegâne temelini, öznenin yaşantısını taklit etmekte bulur. Öznenin (sadece kendisinin olan) nesnesiyle ilişkisinin sır­rına, onun yerinde olmaya (empati) çalışarak, ne kadar mümkünse, varı­labilir. Kant’a göre, “insan bilimleri” bu yüz­den, kavramlar kullanan doğa bilimlerinden farklı ola­rak, “teorik” olamaz.

Kuantum metafiziği. Özne teorisinin yaygın görüşü, doğayı özneden muaf tu­tar. Fakat Vico’dan Dilthey’a uza­nan ve günümüzde harcı­alem görünümler arzeden bir da­marıyla özne teorisi, doğaya da el atmış bulunuyor. Vico, insanın doğayı görüngüleriyle bilebileceğini, fakat bu bil­ginin kuruluşunun da zorunlu olarak tinsel olacağını buyu­ruyordu. Bu yaklaşımlar doğa bilimlerinde ve “doğa bilimleri felsefesi”nde karşılığını epeydir, E. Mach zama­nından beri bulmuş durumdaydı. Fakat kuantum fiziği denilen metafizik ve kuantum felsefesi denilen idealizm, her­kesi bir kez daha, bilim adına (pozitivistçe!), susmaya, bilimin şaşmaz sonuçlarını izlemeye çağırdı. Klasik kuan­tum fiziği (Kopenhag yorumu), bir fizik değil düpedüz fel­sefedir. Gözlemcinin rolü üzerine söylenenler spekülatif anlamda fel­sefidir. Kuantum metafiziği, idealizmin bilim­leri sömür­mesi­nin son ve şampiyon örneğidir.[19]

Kuantum metafiziğinin sonuçları idealist Marksistlere yeni şeyler kattı, fakat asıl tahribatını materyalist tezde ıs­rar ederken bir yandan teorik anti-pozitivist dalganın ba­sın­cına, di­ğer yandan politik devrimciliğin teorik edinimi­nin ya­pılamıyor oluşunun gerilimine göğüs geremeyen Marksistler üzerinde yaptı.[20] Marksistler, felsefede mater­yalist ilkeden ve bilim te­orisinde bilimin nesnelliğinden taviz vermeksizin nihayet “bilim­lerin anası olan fizik”in[21] yardı­mıyla özneye, bilinçli devrimci eyleme, praxise, nes­nellik içinde bir yer bulmuşlardı!

Fizik biliminin, özellikle kuantum fiziğinin kavramlarıyla, ger­çekliğin bütün ve farklı düzeylerini/düzlemlerini içine alan, kapsayan bir “ideolojileştirme” yapılmıştır. Kuantum metafizi­ğindeki “çok evrenler” tezi, çağdaş burjuva sos­yo­lojisi ve si­yaset teorisindeki çok öznelerin çoğulculu­ğunun bakışımlısıdır; ne eksik ne fazla!

Kuantum fiziğinin nesnesiyle diğer her bir bilimin ve di­sip­linin nesnesi kategorik olarak farklıdır. Çelişik, karşıt.. değil, farklı.

Fakat hiçbir zaman hiçbir bilimin ne Tanrı’yı, ne de öz­neyi bulma potansiyeli ve “hakkı” vardır. fiu bilinmeli! Özneden konuşan bilim değildir (bilim o anda susturul­muş­tur); bilim adamından gelen ses felsefeye aittir.

Bir bilimin kavramları diğer bilim alanlarına ancak ve ke­sin­likle (kendiliğinden başka türlü olamayan bir şe­kilde) fel­sefe­nin arazisinden geçerek ulaşabiliyor. Fel­sefe de bu iş­lem sı­rasında “intifa hakkı”nı kullanmayı hiçbir zaman ihmal etmiyor. Öyleyse, bu işlem, felsefe arazisinden geçiş, red­dedilmemeli, açıkça ve teorisi kuru­larak ortaya konulmalıdır. İlgili bilimin kav­ramları, felsefe arazisinde materyalist koru­maya alınmalı ve rafineden geçirilmelidir.

Bilim, varlığını, doğada da toplumda da nesne dı­şında bir şeyin varolmamasında bulur.

Marksizmin tarihsel teorisi.Bütün tarihi boyunca Marksizm, özne kategori­sine dönük radikal ve bütünlüklü bir tutumu hiçbir zaman ortaya koy­madı. Hiç kuşkusuz ve kesin­likle, Marx’ın bilimsel kuruluşu öz­ne’nin bilim ala­nında varlı­ğına son verdi. Fakat Marx, özne ve onun etki ve sonuçla­rının felsefi ve politik karşılıklarının ortaya ko­nulması anla­mında epistemolojik düzlemde bir teori bırak­madı. Marx, bi­limdeki pratiğiyle öznenin hayatına kesin bir şekilde son vermişken, kendi pratiğine ilişkin bilin­cinde, öz­nenin güçlü etki ve sonuçları –Kapital metin­lerine kadar ulaşa­rak- varlığını sürdürdü.

Engels, Marksizmin kuruluşunun bu vazgeçilmez ve temel siması, özne’ye karşı en elverişsiz bir arazide, ge­nel olarak te­ori alanında ve felsefede bir savaş açtı. Özne, kendi arazisinde kendine karşı açılan savaşın avantajlarını kullandı ve Engels, felsefede idealist özne kategorisine karşı materya­lizmi güvenceye alırken bilim ve en önemlisi de politikada, öz­nenin negatif ya da po­zitif etkilerinin tüm­den önüne geçe­mediği gibi, öngörül­meyen yeni etki ve sonuçların ortaya çık­masına yol açtı ya da genel olarak Marksizm alanı tarihinde güçlü bir şekilde görüldüğü üzere, yol açtığı ileri sürüldü.

Engels, bilimsel kavramlar üzerine teori yaparken, Tarih Biliminin Kapital’de ortaya konulan pozitivist edinimine karşı bir duruş geliştirmeye çalıştı. Ama bunu yaparken aynı anda, felsefe alanında pozitivist temalarla flört de ede­rek, kendini güvenceye almış olduğu idealizm ve onun özne kategorisini, bilim düzleminde yardıma çağırdı. Ona göre, alt­yapıda ve ekonomide bilimin şaş­maz yasaları geçerliyken üst­yapıda ve üstyapının yapı­sıyla ilişkilerinde öznel etmen­ler, ya­saları olmayan şu giz dolu gerçek türleri, etkilidir. Üstelik öznel etmenler (karşılıklı) etkileşimde bulunarak ya­salı nedensel alanın işleyişine de müdahil olarak katılabil­mekteydiler. Engels, bu yaklaşımlarıyla, düşünce tarihinin çözemediği bir so­runun anaforunun etkisine bir anlamda bütün bir Mark­sist yazını tekrar sokmuş oluyordu. Epistemolojik düz­lemle ontolojik düzlemi ayırmamanın be­delini, belirtik gö­rünümlerini bir yan­dan Vico’da, bir başka yandan Kant’ta sunan bir ayrımı uygu­layarak ödüyordu. Üstelik Marx’ın kendisinin de sözko­nusu ayrımdan tama­men çıktığını söylemek mümkün değilken…

Marx’ı bu konuda Engels’e göre bilim ve felsefede daha korunaklı kılan temel öğenin, Marksizmin kurucu­sunun kendi bilimsel pratiğini “yeterince” ilerletememesi ve onun, (bilimsel) pratiği üzerine (felsefi, politik) teori yapmak duru­munda kalmaması olduğu belirlenmelidir. Kaldı ki Marx, Kapital’in kendi ölümünden sonra Engels tarafından yayına hazırlanan ciltlerine kadar uzanacak bir şekilde özne kate­gori­sinin bir öncül niteliği taşıdığı epistemolojinin izlerini önemli etkiler olarak taşımıştır.

Öznesiz politika. Özne kategorisine ilişkin kurulmuş bir teorik pozisyonu Lenin’de de göremeyiz. Lenin, ilk çalışma­larından başlayarak öznelciliğe net bir karşı duruş göster­miştir. Halkın Dostları Nedir? çalışmasında Lenin, öz­nel sosyolojiye karşı, Engels’e benzer şekilde, felsefede kaba materyalist bir görünüm sergileyerek, bi­limin nesnelli­ğini kesin bir tutumla savunmuş­tur. Lenin, bir tarihsel birey olarak, Marksizmin bilim-felsefe-po­litika sacayağı tarafından oluşturulan bütünlüğünü şahsında gerçekleştirmiş ilk ve tek örnektir. Fakat bu önerme, an­cak esaslı kayıtlarla -bunlar arasında en bilineni Althus­ser’inkidir- geçerli sa­yılmayı hak eder. Marksizm kariye­rine pratik-politik düz­lemde ve bilim düzleminde başlayan Lenin, bilim, felsefe, teorik-politikanın oluşturduğu teori alanına ve özel olarak fel­sefeye ilişkin çalışmayı başta neredeyse kendine yasak­lamış bir görünüm çizerken, bütün direnmelerine rağmen politik alanda “uç veren” teorik ve felsefi etkilerin karşılan­masının kaçınılmazlığı karşısında gerçek bir teorik “impe­tus”la episte­molojik düzlemde bilim, felsefe ve politika üzerine çalışmalar gerçekleştirmiştir. Lenin’in politikayı merkeze almasından kay­naklanan gecikmesinin[22] teorisi yapılmayı bekliyor.

Ancak ve kesinlikle, Lenin’in politikası, Leninist poli­tika, herhangi bir özne’den uzaktır, onun dışındadır. Le­nin, kendi teorik/pratik-politikasını nesnel gerçekliğin (bütünlüğünün) dı­şında ya da içinde olan bir özne tasarı­mıyla/olarak kurmamış­tır/yapmamıştır. Lenin nesnel ger­çeğin göbeğinde sağında solundaki zorunluk ve yasalı­lık­lara kılıç sallayan bir öznel un­sur olmamıştır.

Özne bütünün dışında. Nesnel gerçeğin dışında ka­lan öznenin seçeneği şu olmak gerekir: O, ya kollarını kavuşturup “tarihin demir yasa­ları”nın götüreceği kaçınıl­maz mutlu sonun gelmesini izle­yecektir, ya da kendini nesnenin pisliklerine bulaştırmadan “tam zama­nında müdahale eden” bir kahra­man olarak tarihin kendi ba­şına hiç de mutlu sona gitmeye­ceği görüşüyle, direksi­yonu doğru yola çevirecektir. O bir makasçıdır. Ancak Leninist politikanın bu bağlamda açıkla­nışı yukarıdaki al­maşıklarla sınırlı olmaktan çok daha zen­gindir. Öyle ya, Marksizm tarihçileri, Lenin’in Kautsky ile paylaştığı, as­lında ondan aldığı “teori ithali” yak­laşımının bile bir “gençlik hatası” olduğunu ileri sürecek öl­çüde “his­toriog­rafi” yapıyorlar.

Leninist politika(cı), her şeye rağmen (Kautskyst epis­temolo­jiye rağmen de..), nesnel gerçeğin ve onun bü­tün­lüğünün içinde. İfadelendirme bu ölçüde tutulursa “tarihya­zıcılar” da altına imza atabilir. Bu anlatım, Leninist “dışarı­dan bi­linç” esprisine aykırı görünüyor.

Oysa, ne bu çalışmanın tezi “tarihyazıcılar”la herhangi bir ortaklık içinde, ne de yukarıdaki anlatım “ithal teori” te­orisine aykırı. Ayrılığı ve uyumu tanıtlamak için Lenin’in ünlü “ayrım çizgileri”ne başvurmak gerekiyor. Öncelikle herhangi bir “ay­kırılık”ın olmadığı vurgulanmalı. Eğer “dışa­rıdan teori” üzerine yaklaşımı on­tolojik bir anlamanın ko­nusu yapılacak olursa, Lenin Ne Yapmalı?‘da gerçekten bir “gençlik hatası” yapmıştır; fakat bir tek (ontolojik nitelikli) koşulla!: Lenin, aynı za­manda, bir gençlik hatası olarak kur­duğu partiyi de tas­fiye edip sınıfa dolaysızca katıldıysa… Mesela R. Lu­xemburg böyle yapmaya yönelmiştir. Lenin’in parti pra­tiği, “dışarıdan teori” yaklaşımının, deyim yerin­deyse on­tolojik düzlemde ta­rihsel olarak biçimlenmiş karşı­lığıdır.

“Nesnel gerçeğin içinde olma”ya gelince… Lenin adın­daki insan bireyi, nesnel gerçeğin içine sızmış, yer­leşmiş öznel un­sur değildir. Lenin, nesnel gerçeğin içinde nesnel bir unsur olarak eylemektedir. Lenin, hiçbir zaman kendini bir politik özne olarak tasarlama yanılsa­masına düşmemiştir. O, sözcü­ğün en kötü anlamıyla, olsa olsa, bir ‘özne’ olarak kendini nesnenin bilinçsiz, fi­kirsiz, ama hareket halindeki[23] nesnel unsuru kılmıştır. “Devrim [bir özne tarafından tasar­lanarak] yapılmaz, devrim olur” diyen Lenin sürecin özne­sizliğini yaka­lamış­tır.

Marx, Engels ve Lenin, öznenin reddinin açık bir te­ori­sini ortaya koymadılar. Kaldı ki, daha çok Marx ve En­gels olmak üzere, onlarda özneci eğilim ve kalıntılar var­lığını sürdürmüş­tür. Ancak, temelli varlığını politik pratik­lerden çok teoride or­taya koyan özneciliğin teorik öncü­lerinden yola çıkıldığında, söz konusu üç Marksistin abartmayla ol­dukça naif özneciler olduğu görülecektir. Marx, Engels ve Lenin’in eseri, P. Anderson’ın belirlediği gibi[24], en güçlü oldukları ya da görün­dükleri zamanda bile özne meselesine ve özne-nesne ilişkile­rine dair bü­tünlüklü bir çözüm getir­mekten uzaktı.

Özneci Marksizm. Marksizm alanında ilk başlıca söz­cü­sünü Georg Lukacs’ta bulan ve Marksizmin teorik düz­lemde günümüze kadar süre­gelen anakımı niteliğindeki heterojen yaklaşımın başta gelen homojenize edici un­sur­larından biri, özne’nin teorik ve politik edinimine ilişkin ola­nıydı. Bu çizgiye göre, tarih bir tin tarihi olarak pekâlâ anlaşı­labilirdi. Bir bilinçler savaşı olarak tarihin içindeki son pozitif bilince proletarya, parti ya da devrimci özne sahipti. Özne kategorisine yöneltilebilecek en küçük bir saldırı, dünyanın dönüştürülmesi çabasına yönelmiş ka­bul edilmeli ve he­men II. Enternasyonal’in ibret verici akıbeti hatırlanmalıydı.

Marksizmin klasiklerinin (bilimsel ve politik nitelikli) te­orik boşluğu, felsefe ve onun özne kategorisi tarafından öyle­sine şık bir şekilde doldurulmuştu ki, ard arda gelen kuşak­lar için Marksizm,bu haliyle Marksizm olarak özüm­sendi.[25] Bilinçli-amaçlı devrimci öznenin dönüştürücülü­ğüne vurgu Marksizmin temel taşı olarak kabul gördü. Özellikle, Marksizm alanının teorik bölümünde öznenin hakimiyeti onyıllar boyu sürdü. Üstelik, II. Dünya Sava­şından sonra politik neden­lerin itilimiyle, özne teorisi devrimci çevreler olduğu kadar, re­formculuk kervanına katılan en geniş ke­simler tarafından da benimsenmişti. Bu yıllarda Marksizm ar­tık, hümanizmle iyiden-iyiye öz­deşleştiriliyordu.

Althusser’in müdahalesi. Nihayet bu düzen ciddi bir fırtınayla sarsıldı. 1960’ların or­talarına doğru Marksizm içinde bir “piç” dünyaya geldi: Althusser. Althusser, kendisinin Marx, Nietzsche ve Freud’a ilişkin yaptığı teş­bih­teki gibi, iki bakımdan piç sayılırdı. Bir yan­dan tarihsel Marksizme karşı bir küfür gibi gelen, yerleşmiş ku­rallara ay­kırı bir Marksizm tezi ileri sürüyordu. Öte yandan, ka­buller­den uzak, gayet doğal (teorik) bir gelişmenin ürü­nüydü. Marksizm, sonunda, Althusser’in şahsında kendi adına ya­zılan tarihe ve kendi adına dilegetirilen bilince kendi (teorik) doğa­sının gereği bir itiraz yükseltiyordu. Bu, Marksizmin bi­lim yanını vurgulayan ve onu engelle­yen özne’ye karşı başlatılan bir ci­hat, bir haçlı savaşıydı: Tarih, öznesiz ve ereksiz bir süreçtir.

Onyıllar sonra Althusser, koca bir tarihin Marksizm anla­yı­şına ve Marksistlerine karşı olmakla kalmayan; Le­nin, Engels ve Marx’ın felsefi bilinçlerine karşı konum­lanmaktan da çekin­meyen bir Marksizm tezi ortaya koyu­yordu. Althusser’in çıkışı, dönemin Marksizm alanı ve sol hareketi içinde yer alan ve başka bir düzlemde, politi­kada, aykırı sa­yılan bir çizgi dışında hemen her kesimin şimşeklerini üs­tüne çekti.[26] Ona, dönemin Marksizm ala­nında yer alan ve birbirinden oldukça farklı nite­likler sergi­leyen bütün akım ve okullar aynı temayla saldırdılar. Bü­tün bu kesimlere göre, Althusser, Marksizmin altından dev­rimci öznenin amaçlı faaliyeti kürsüsünü çekiyor ve Marksizmi boşlukta bırakı­yordu.

Althusser, Marksizmin ayıraçlarını belirlemeye çalışı­yordu. Öncelikle Marksizmin bilim sektörünün, tarih bilimi­nin imkanlı­lığı ve doğası kesin bir biçimde ortaya konul­ma­lıydı[27] ve bunun zorunlu önkoşulu da özne kategori­siyle her türlü bağı kesip atmaktı. Ona göre, “felsefi hü­manizm, teorinin iş görememe­sinde, belli Marksist ide­ologlara, yok­sun oldukları teori duygu­sunu verme yazgısı taşıyan bir tamamlayıcı[ydı; ve bu], Marx’ın bize verdiği şeylerin hep­sinden kıymetlisine -bilimsel bilginin ola­naklılığına- sa­hip çıkmayacak olan bir duygu[ydu]“.[28] Althusser, tarih bi­limi ve onun nesnesiyle ilgili her türden fel­sefi kategoriyi kapı dışarı etmek gerektiğini ileri sürü­yordu. Marx, tarih bi­limini, “insanda ve insanın doğa­sında her türlü felsefi teme­lin varlığını reddetmek üzerine kurmuş”tu.[29]

Althusseryen yaklaşım, yakın dönemlerde Marksizm alanı içinden gelen ağır eleştirilere bir kez daha hedef oldu. Bunlar içinde, E.P. Thompson’ınki[30] gibi Marksist sayıla­mayacak olanlar yanında, Marksizmin “tarihsel or­todoks” temalarına sadakati ön plana çıkaranları da vardı. Althusser, post-Marksizme Marksizm içinde mey­dan veren kavram ve kate­gorilerin mucidi sayılıyor. Post-Marksizm olarak adlandı­rılan akımın sözcülerinin Mark­sizme yönelttiği birtakım eleştiriler ol­dukça güçlü ve onları Marksizm içinden haliha­zırda yapıldığı tarzda savuştur­mak da oldukça güç. Ancak burada, ne öteki­lerle, ne de berikilerle ilgilenmek amaç­landı. Kendi tezlerinin, Althus­ser’i, Marksizmin teorik ve ta­rihsel sorunları bakımından gerçekten kritik bir momente raptettiği teslim edilmelidir. Ama, Marksizmin sorun ve geri­limlerini, gözden kaçırıla­maz tarzda temel ve teorik olarak, ve yeni tarzlarda karşı­layanın bir tek Althusser olduğu da reddedilmemeli­dir.

Bir tek Althusser. Bilinen ilk yazılarından başlayarak sonunculara kadar Louis Althusser’in Marksizm anlayı­şında hiç değişmeden sabit kalan temel bir izlek belirle­nebilir: Her türden özne-nesne “di­yalektiği”ni reddetmek.

Althusser, eseri boyunca, -en son kaleme aldığı Gelecek Uzun Sürer’de de görülüyor- teorik tezle­rinde çok önemli ve çeşitli gel-gitler, kaymalar ve tered­düt­ler gösterir. Ancak, te­orik ve politik serüvenlerden yara al­mayan ve belki de, bütün bu tarih boyunca “bir tek Althusser” görülmesine imkân vere­cek veya hiç ol­mazsa bunu önemle gündeme getirecek tek temel izle­ğin “özne” olduğunun ileri sürülmesinin dayanakları za­yıf olmaktan uzaktır. “Bir tek Althusser”; çünkü onca öze­leştiri ve kayma karşısında Althusser, Etienne Balibar’ın yet­kiyle belirlediği gibi, her defasında bizzat “(kendi) özne savla­rının kendi özeleştirisine mukavemet göster­diğini görür”.[31]

Althusser’in mirası. Eğer özne, (idealist) felsefenin merkezi kategorisiyse; eğer Marksizmin temeli, tarihsel sü­recin öznesizliğini ortaya koyan bir bilimse; ve eğer bü­tün Marksist kuşaklar “özne-nesne diyalektiği”nin idealist ana­forundan -farklı düzlem ve tarzlarda- çıkamamayı paylaşı­yorsa, Althusser’in eseri Marksizm için çok önem­lidir.

Althusser, özne kategorisini felsefi anlamda reddet­mekle kalmaz, tarihsel olarak öznenin kuruluşunun ide­olojik mekanizması üzerinde gerçekleştirdiği çalışmayı ta­rih bili­minin eleştirisine sunar.

Özne kategorisini Marksistçe anlamak, özne’nin fel­sefi bir kategori olduğunu bilmek; tarih bilimini, dayana­cağı bir “sabit nokta”dan (metafizik öğeden, felsefeden) kurtarmak­tır. Tarih biliminin kendine çıkış noktası alacağı -proletarya dahil- hiçbir merkezi nokta yoktur; tarihin de yoktur… “Copernicus’tan beri, yeryuvarlağının, evre­nin ‘merkezi’ olmadığını biliyoruz. Marx’tan beri, insan öz­nesinin, eko­nomik, siyasal ya da felsefi ben’in, tarihin ‘merkezi’ olmadı­ğını; ama tarihin yalnızca ideolojik yanlış-bilişten başka hiç­bir şeyden kaynaklanmayan zorunlu ‘merkez’den yoksun bir yapı olduğunu da biliyoruz.[32]

Öznesizlik ve politikanın imkânı. Böyle bir yaklaşı­mın, bilimsel ve politik sonuçlarının olmayacağı söylene­mez. Öznesizlik, tarihte sınıfların, partilerin, ideolojilerin vb. oynadığı değişken etkin rollere imkân tanır. Bu, bili­min araştırıcılığına ve anti-dogmatizmine; politikanın es­nek di­namiğine yol açıcı niteliktedir.

Evrensel bir özne (mesela, proletarya) anlayışı politi­kaya imkân tanımaz, gerek de duymaz. Evrensel özne, bu niteliğini ka­zandığı andan itibaren zaten nesnesini (uygun nesneyi) yaratmış olur. Bunun için o, bir güçler ilişkisi bileşiminin ka­otik sürecine girmek ihtiyacında de­ğildir. Eğer özne evren­sel değilse, ortaya konulacak po­litika, “Lehimci mühendis­lik”ten farklı, yani bütünsel ola­maz. Kaldı ki, mesela, burjuva sınıf-özne ve proleter sınıf-özne hangi belirleme ve zorun­luktan bağımsız bir şekilde karşı karşıya gelirler? Bu çelişki, çatışan iki tanrının çeliş­kisinden ne ölçüde farklı olabilir?

Hukuksal ve devrimci ideoloji. Özne teorileriyle ret bağlamında ilgilenmek, teorik nedenler bir yana, çok ya­kıcı pratik bakımlardan da büyük zorlukları göze almayı gerekti­riyor. Birbirine karşı duran iki ayrı pratik ideoloji, birbirine karşıt gerekçelerle, özne’ye büyük bir güç veri­yor. Bunların biri çağdaş hukuk ideolojisi, diğeri devrimci ide­oloji.

Bir pratik ideolojik olarak hukuk, insan bireylerini özne olarak çağırır: “Suçlu ayağa kalk! Sen, bilerek ve isteye­rek, özgür iradenle suç işledin. Suçunun cezasını öznelik hak­kın kısıtlanarak, ya da elinden alınarak çekeceksin!”

Çağdaş burjuva hukuk ideolojisi, toplumdaki aksaklık­lardan, özne diye adlandırdığı “suçlu” insan bireylerini so­rumlu tutar. Ceza, bireye bahşedilen özne olma hak­kının geçici ya da kalıcı bir şekilde alınmasıdır. Suçun ne­deni ve yaratıcısı birey-öznedir. Burjuva hukuk ideolojisi, belirli ko­şulları kabul etmeleri (kendisinin nesneleri ol­ma) karşılığında bireylere öznelik belgeleri, kimlik kartları verir. Ensesinde adalet tanrıçasının şaplağını sürekli his­seden burjuva toplumunun bireyi, kendisinin gerçekten de özne olduğuna ve dolayısıyla suçun da kendisi tarafından iş­lendiğine inanır. Egemen hukuk ideolojisi, özneciliğin günlük sağduyuya yerleşmesinde tayin edici bir role sa­hip­tir. Hukuk ideolojisinin yarattığı birey-özneye, öznesiz­liğin anlatılması gerçek bir zorluktur.

Devrimci ideolojinin özneciliği. “… Küreselleşme çağının tüm bu ideolojik saldırılarının bir tek amacı var: İnsanı tarihin öznesi olmaktan çıkarmak…[…] Oysa as­gari muhakeme yeteneğine sahip herkes, bu dünyada hiçbir şeyin insan iradesi dışında ve ondan bağımsız ola­rak ortaya çıkmadığını gayet iyi bilir.[33] Bu ifadeler, Mark­sist, devrimci ve sosyalist çevrelerde ezici bir mutaba­katla paylaşılır. Özneyi reddeden bir girişimin, bu atmos­ferdeki pratik de­ğerinin, “Müslüman mahallesinde sal­yangoz satma”nın ti­cari değerinden fazla olmadığı bilin­melidir.

Küllerinden doğan özne. Özne meselesi, Lenin’in bir sözünün çağrışımıyla, teorik olarak çözülme yoluna girmiş­tir, fakat tarihsel olarak (tarihselin teorik ve politik veçheleri itibarıyla) bunu söylemek mümkün değildir. Bu yüzden, özneyle daha çok uğraşılacak.

Marksizm, açık uçlu ve çelişkili bir bütünsel yapıdır. Ancak bu, Marksizmin teorik anlaşılış ve ifadelendirilişidir. Günümüzün Marksizmi (belki tüm zamanların Marksizmi) ça­tışkılı ve tutarsız bir bütünlük çiziyor. Aslında Marksizm, “bitmeyen bir kongre gibi”dir. Özne kategorisi üzerine Marksizm, bir “yırtma-yapıştırma bütünü” haline gelmiş du­rumdadır.

Marksizmin çelişkili fakat tutarlı ve kesin bütünlüğü, veya bütünlüğün ona bütünlük demeyi mümkün kılacak asgari kategorileri ve kavramları, kesin bir tutumla ortaya konulma­lıdır. Evet, “bilinçli insan eylemi” dahil olmak üzere Marksizmin bütünlüğü, bir Epistemolojik-Ontolojik Bütünlük olarak teşkil edilmemiştir. Ama Marksist olun­duğu sürece neyin öne alınacağı hiçbir tartışmaya mey­dan ver­miyor. Bir yeni başlangıç yapmak zorundayız ve başlangıcı özne’den yapmamak durumundayız. Bu yak­laşım temeldir; fakat oldukça eksiktir. Yapılması gereken, “vuruşa vuruşa ilerlemek”tir.

 

 


[1] Friedrich Albert Lange, Materyalizmin Tarihi-I, Çev.: Ahmet Arslan, Gündoğan Yay., Ankara 1990, s. 211.

[2] Michel Pecheux’den aktaran E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay., İstanbul 1991, s. 112.

[3] Gramsci, Hegel’in Fransız Devrimi sırasında Fransa ve Almanya’yı kar­şılaştırmasını Carducci’nin dizeleriyle not eder. (Gramsci, Felsefe ve Politika Sorunları, Çev.: Adnan Cemgil, Payel Yay., İstanbul 175, s. 106)

[4] Bu konuda bak.: G. Plekhanov, “Diyalektik ve Mantık”, Çev.: Erdem Buri, Eylem, 3, Mayıs 1964, ss. 23-29; ve Ömür Sezgin, “Mantık, Diyalektik ve Gerçek”, Bilim ve Sanat 5, Mayıs 1981, s. 12.

[5] Althusser, John Lewis’e Cevap, Çev:. Müntekim Ökmen, İstanbul 1978, Birikim Yay., s. 46.

[6] A.g.e., s. 47

[7] Balibar, “Dünyayı Değiştirmek”, Çev.: Boran Çiçekli, Teori ve Politika 3, s. ?

[8] Marx’tan (1843) aktaran Althusser, “Marksizm ve Hümanizm”, Çev.: Hakkı Hünler, Edebiyat ve Eleştiri 5, s. 95.

[9] Gramsci’den aktaran Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Celal A. Kanat, İstanbul 1995, Belge Yay., s. 167.

[10] Teori ve Politika, varlığını tam da burada buluyor. Amaç, ayrıcalık­larını tarihsel teorik düzlemde yitirmekle karşı karşıya kalan Marksizmin sınırlarını zorlamak ve bu arada gerekirse yeniden belir­lemek. Marksizm alanının tarihsel-idealist eğilimlerinin sürdürücüleri, kendi Marksizm anlayışlarının Marksizm bakımından özel ayrım halka­ları taşımadığını yavaş ya da hızlı bir şekilde görüyor ve kendilerini “sosyalist” veya başka sıfatlarla anmaya yöneliyorlar.

[11] Aktaran Doğan Özlem, “Tinsel Bilimlere Giriş’in Yüzüncü Yılı ve Dilthey”, Seminer-2/3 (Ege Ü. Edebiyat Fak. Yay.), Aralık 1983/Ocak 1984, s. 41.

[12] Vico’dan aktaran D. Özlem, a.g.y., s. 43.

[13] İnsan-öznesine ilişkin oldukça “elverişli” görüşleriyle Vico’nun Marksist yazında yankısını bulmaması şaşırtıcı olurdu. Marksizm ala­nının devrimci kanadında yer alan Devrimci Proletarya Dergisinde yer verilen imzasız bir yazıda “Vico-Marx çizgiselliği” anlamlı bir şekilde yakalanıyor. Marksizmin idealist edinimi, çok çeşitli ve uzak olması beklenebilecek kesimlere kadar uzanan bir yaygınlığa ve güce sahip. (Bak.: “Tarihsel Düşüncenin Kısa Tarihi”, Devrimci Proletarya, 36, fiubat 1995, ss. 121-142)

[14] Ted Benton, “Kantçılık ve Yeni-Kantçılık”, Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim Yay., s. 314.

[15] Gareth Steedman Jones, “Genç Lukacs’ın Marksizm Anlayışı”, Çev.: Zeynep Güneş, Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar (Ed.: Kemali Saybaşılı), Ankara 1985, Birey ve Toplum Yay., s. 224.

[16] Kant’ın Lukacs üzerindeki etkileri için bak.: Andrew Arato, “G. Lukacs; Devrimci Bir Özne Arayışı”, Çev.: Mehmet Küçük, Yaba Öykü 26 (57), Kasım-Aralık 1989, ss. 30-40.

[17] Marvin Harris, İnekler, Domuzlar, Savaşlar ve Cadılar, Çev: M. Fatih Gümüş, İmge Kitabevi Yay., Ankara 1995, s. 12-3.

[18] Lukacs’tan aktaran G.S. Jones, a.g.y., s. 216.

[19] Kuantum fiziği üzerine, özne kategorisine yer vermeyen teorik-fizikçi­lerin geliştirdiği yaklaşımlar mevcut. Einstein’ın aralarında yer aldığı üç fizikçinin makalesi ile David J. Bohm’un tezleri bunların başlıcaları arasında sayılıyor. Teori ve Politika‘da ard arda yayınlanan iki makale, fiziğe sızmış öznelci felsefi eğilime karşı Türkçe literatüre katkı niteliğindedir. Bak.: David Z. Albert, “Kuantum Mekaniğine Bohm Alternatifi”, Çev.: Sina Güneyli, Teori ve Politika-2, ss. 92-113; ve J.T. Crutchfield ve diğerleri, “Kaos”, Çev.: Erkan Afacan, Teori ve Politika-1, ss. 65-81.

[20] Teori ve Politika yazarlarından Yılmaz Sezer, bu sonuncu tür Marksistler’le etkileşim içinde. Teori ve Politika’da ve daha önce Emeğin Bayrağı’nda yayınlanan yazılarında Y. Sezer, kuantum metafiziğini bilimin kendisi sanmanın yanında, bilim alanlarının kav­ramlarının doğrudan yer değiştirebileceğinin örneğini verdi.

[21] Evet, yapılan aslında tipik pozitivist işlemdir. Hiçbir bilim, kendini bilim adamlarının bilincinde göstermez; onu dolaysız olarak edinmek ola­naksızdır.

[22] Lenin’in 1914 yazında, II. Enternasyonal önderliğinin politik ihanetin­den sonra, “Luxemburg haklıydı” deyişi, gecikmenin kendi ağzından belirtisi olarak alınmalıdır.

[23] “Nesnel sürecin içinde hareket etmek”, çözümlemeye ihtiyaç gösteri­yor. Yukarıda bahsedilen “süredurum yasası”na uygun bir hareket ol­mamak gerekir. Hareketin, süredurum yasası dışındaki tarzları belir­lenmeli ve “teori”nin buradaki rolü teorik olarak edinilmelidir. (“Politik süredurum ilkesi” konusunda bak.: Melik Kara, “Devrimci Politikanın Teorik- Tarihsel Yolu ve Devrimci Sol“, Doğru Seçenek, 12, Ocak 1993, s. 86-87.

[24] Perry Anderson, Tarihsel Materyalizmin İzinde, Çev.: M. Bakırcı, H. Gürvit, Belge Yay., İstanbul 1986, s. 44-5 ve tüm olarak “Yapı ve Özne” başlıklı bölüm.

[25] Bu özümseme Teori ve Politika sayfalarında da yankısını buluyor. Orhan Gökdemir, “‘tin’in proletarryaya dönüşmesi”ni selamlıyor: “Evet, özne sınıftır.” (O. Gökdemir, “Felsefi Aklın Eleştirisi”, Teori ve Politika-2, s. 35 ve 38) Mustafa Serdar, özneyi bir kendili­ğindenlik olan proletaryada değil, Marksist partide görüyor. (Mustafa Serdar, “İşçi Sınıfı Hareketi, Marksizm ve Parti”, Teori ve Politika-3, s. ?) Yılmaz Sezer, esaslı bir problem olduğuna işaret ediyor, ana halkaya oldukça yaklaşıyor. Ama özne’den konuştuğu yerlerde en özneci ifadeleri kullanmaktan da kaçınamıyor. (Y. Sezer, Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu”, Teori ve Politika-2, s. 26-27)

     Osman Albayrak (“Felsefi ve Bilimsel Açıdan Devlet Üzerine”, Teori ve Politika 2) ve Vedat Aytaç’ın(“Mülkiyet Üzerine Değinmeler”,Teori ve Politika 2) özne kategorisiyle etki­leşimi kestikleri görülüyor.

[26] Bu “sapkın” çizgi, devrimci vurguyla öne çıkan Maoculuktu. Volontarizmle suçlanan Maoculuk, hümanizme cephe alışta Althusser’le birleşiyordu. Tabii, geride kalanlar da hümanizmde birle­şiyordu. Dönemin Sovyetler Birliği’nde yayımlanan bir yazı durumu yansıtıyor: “Pekin liderleri, hümanizmin bir ‘burjuva’ kavramı olduğunu kazara söylemiş değillerdir. (Onlara göre) hümanizm bugün ‘sonuna kadar gerici bir bilinç biçimi olmuştur! Hümanizm bugün ‘Başkan Mao’nun düşüncesi’ doğrultusunda yürütülen sınıf mücadeleleriyle ‘bağdaştırılamaz’. Maocular, gerçekçi hümanist bir içeriği olmaksızın düşünülemeyecek olan komünist ülküyü çarpıtmışlardır.” (A. Titarenko, “Maoculuk: Anti-Hümanizm ve Serüvenci Politika” (1969); V. Krivtsov (Ed.), Marksizm ve Maoizm, Çev.: Erol Yahyalı, Bilim Yay., İstanbul 1975, içinde, s. 131-2)

[27] R. Keat ve J. Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev.: N. Çelebi, İmge Kitabevi Yay., Ankara 1994, s. 160.

[28] Althusser, “Marksizm ve Hümanizm”, a.g.y., s. 106.

[29] Althusser, Gelecek Uzun Sürer, Çev.: İsmet Birkan, Can Yay., İstanbul 1996, s. 199.

[30] E.P. Thompson, Teorinin Sefaleti, Çev.: A.F. Yıldırım, Alan Yay., İstanbul 1994.

[31] E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, s. 81.

[32] Althusser, “Freud ve Lacan”, Çev.: Selahattin Hilav, Yazko Felsefe Yazıları-1, İstanbul 1982, s. 126.

[33] İnsanın elini kolunu bağlayan bu sözler, pratik bir mücadele yürüten ve bu uğurda bedeller ödemiş bir değerli “devrimci Marksist” “özne”nin kaleminden çıkmadır ve Türkiye ve Orta Doğu Forumu Vakfı (Özgür Üniversite) Kuruluş Bildirgesinde yer almaktadır (s. 1-2).

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar