Ana SayfaKürsüİbrahim Kaypakkaya farkı

İbrahim Kaypakkaya farkı

İbrahim Kaypakkaya’nın yıldızı, bundan 50 yıl önce hava henüz aydınlıkken bugünkü kadar güçlü parlamıyordu, en azından bunun farkında değildik. Dünya ve Türkiye karanlık bir döneme girdikten sonra ışığını daha güçlü hissediyor, yokluğunu daha fazla duyumsuyoruz.

Bugün tıpkı erken yaşlarındayken kaybettiğimiz Che Guevara, Mahir ve Deniz gibi adanmışlığın, tutkulu devrimciliğin, çelik sertliğinin, boyun eğmemenin, ezilenlerin davasına bağlılığın simgesi, profesyonel devrimciliğin örnekleri olarak yolumuzu aydınlatıyor.

***

1969 yılı sonunda başlayan Aydınlık bölünmesinde, Basın Yayın Komün’ü olarak, 6-7 ay Beyaz Aydınlık tarafında kalıp sonra ayrıldığımız için, İstanbul’da faaliyet gösteren İbrahim Kaypakkaya ismine yabancı değildim. Belki daha önce de karşılaşmışımdır ama asıl tanışmamız Mustafa Kuseyri’nin ölümünden (22 Mayıs 1970) kısa süre sonra Hikmet Çiçek’le İstanbul’a gittiğimizde oldu.

Aydınlık’tan koptuğumuz için, Deniz Gezmiş’in lideri olduğu Devrimci Öğrenci Birliği’nin (DÖB) Genel Sekreteri Mustafa İlker Gürkan’ın ve arkadaşlarının misafiri olduk. Onlar da bizim gibi ikametgah olarak İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Gümüşsuyu binasına girerken sağ tarafta kalan bazı odaları kullanıyorlardı. Ankara Hukuk’tan arkadaşımız Hasan Kâmil Kepenek de yakın akrabası Cihan Alptekin’i görmeye gelmişti bizimle. Cihan’la tanışmayı çok istiyorduk, İstanbul dışında olduğu için görüşemedik. Bazılarını FKF/Dev-Genç kurultaylarından bildiğimiz İstanbul Dev-Genç yöneticilerini de tanıma fırsatı bulduk bu arada.

Liderliğini, şimdilerde adını anmaktan iğrendiğim Perinçek’in yaptığı Aydınlık’la insani ilişkilerimiz sürüyordu. İstanbul merkezli Türk Solu dergisi onların elindeydi, İTÜ’den sonra ilk ziyaretimizi de oraya yaptık. Bora Gözen ve Hasan Yalçın dışında, İbrahim Kaypakkaya ve içlerinde sonradan Troçkist olacak Nail Satlıgan’ın da bulunduğu pek çok kişiyle tanışma imkânımız oldu.

O sıra dergiye uğramış eski tüfeklerden ak saçlı Kerim Sadi ile de tanıştırıldık. Kendisi hiçbir gruptan değildi, bir kâğıda bazı şemalar çizerek, uzun uzun Türkiye’deki sosyalist grupların neden ve nasıl birleşmeleri gerektiğini anlattı. Tartışmaya girmeden anlattıklarını saygıyla dinledik. Ayrıldıktan sonra, “Olmayacak duaya âmin diyor amca” diye konuştuk kendi aramızda.

Kaypakkaya’nın başımızda olduğu bir ekiple işçilerin grevde oldukları bir fabrikaya gittik. Onu, daha çok kırsal alanlarla ilgili araştırma ve çalışmalarıyla biliriz, ama işçilerle de yakından ilgiliydi.  Grevcilerin bizi dostça karşılamalarından devrimcilerin ziyaretlerine alışık olduklarını çıkardım. Bir dolmuşla fabrikalara ulaşabilen İstanbul’lu devrimciler bize göre daha şanslıydılar. Ankara’da sanayi işçisi fazla olmadığından, daha çok yol, su, elektrik, temizlik işçileri gibi hizmet sektöründeki işçilerle temas kurabilirdik.

Ertesi gün de Cağaloğlu dolaylarında bir büroya götürdüler. Orada, Esat Adil’in soyadını taşıdığı için aklımda kalan bize göre epey yaşlı Orhan Müstecaplıoğlu ile tanıştık. Muhtemelen Hikmet Kıvılcımlı önderliğinde kurulan İşsizlik ve Pahalılık Derneği’nin bürosuydu.  Müstecaplıoğlu, bize, AP ve CHP iş birliğiyle Meclis’ten ve Senato’dan geçen Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile Sendikalar Yasası’ndaki değişiklikten söz etti. Kendi çaplarında bir direniş örgütlemeye çalışıyorlardı.  O günlerde sessizce silkinerek ayağa kalkmakta olan devin, birkaç gün sonra tarihinin en büyük patlamasını yapıp, burjuvazinin yüreğini ağzına getireceği hiçbirimizin aklından geçmezdi. Ankara’ya döndükten birkaç gün sonra, 15-16 Haziran İşçi Ayaklanması patlak verince çok şaşıracak, öylesine tarihsel bir direnişi katılma şansını kıl payı kaçırdığımız için hayıflanacaktık.

***

Akşamüzeri Türk Solu’nun Cağaloğlu’ndaki bürosunda sohbet ediyorduk. Soluk soluğa içeri giren biri kalabalık ve öfkeli faşist bir grubun etrafı kıra döke buraya doğru geldiklerini söyledi. İstanbul’daki göze batan yerler arasındaydı Türk Solu dergisi. İbrahim Kaypakkaya ve Muzaffer Oruçoğlu’nun da olduğu 10 dolayında kişiydik. Faşistlerle çatışalım mı, yoksa büroyu terk edelim mi tartışması çıktı. Çoğu terk etmekten yanayken, Kaypakkaya hararetle kalmayı ve büroyu korumayı savunuyordu. Sanırım Oruçoğlu da aynı görüşteydi.

Bu arada “Ne düşünüyorsunuz?” diye bize de sordular. Kalmanın doğru olacağını düşünmekle beraber, misafirleri olarak ne karar alırlarsa ona uyacağımızı söyledik. Bir süre sonra gözcü faşistlerin başka bir yöne gittikleri haberini getirdi.

Deniz ve Mahir’deki karizmatik hava yoktu İbrahim’de. Göz dolduran bir öğrenciden ziyade sade ve mütevazı bir emekçiyi andırıyordu.  Ama etkileyiciydi, etrafındakilerden farklı olduğu daha ilk bakışta anlaşılıyordu.  Hal ve hareketlerindeki olgunluk, özgüvenli duruşu, görüşlerini derli toplu ifade etmesi ile dikkat çekiyordu. Okumaya ve yazmaya ilgisi olsun, gençlik ve köy çalışmaları deneyimi olsun, İbrahim’i yarenlerinden erken olgunlaştırmış olmalıydı.

İbrahim’in tavsiyesiyle bizi o gece misafir ettiler. Kendisi işleri nedeniyle gelmedi. Bir iki gün Kanlıca’daki boğaza sıfır, o zamana kadar hiç görmediğimiz güzellikte manzarası olan 3-4 katlı bir yalıya götürdüler. Sanırım taraftarlardan birisinin o sıra seyahatte olan ailesine aitti. Ertesi gün denize girdik, boğazdan hamsiye benzeyen gümüş balığıyla birlikte ucuz şarap içtik.

Tekrar Gümüşsuyu’na döndük. İTÜ’nün bir salonunda, Proleter Devrimci Aydınlıkçıların (PDA) da dahil oldukları İstanbul Dev-Genç’in merkezi bir toplantısı vardı. Mustafa İlker Gürkan ve arkadaşlarıyla birlikte dinleyici sıralarına oturduk. Kürsünün yanındaki kara tahtaya, “Yeni oportünistlerin eleştirisi” gibi gayriciddi maddeler sıralanmıştı.  Önce Dev-Genç yöneticileri (sonradan çoğunun adı 68’liler Birliği’nde adı geçecek) konuştu. Söz sırası PDA temsilcilerine gelince hava birden değişti. Konuşmacı İbrahim Kaypakkaya idi. Bazıları uzun boylu, güçlü kuvvetli İstanbul Dev-Genç yöneticileri (adları lazım değil), ufak tefek İbrahim’i itip kakmaya, kollarından sağa sola çekiştirmeye başladılar. Çok az konuşabildi. Bu bizi çok rahatsız etti. Gürkan’a bunun devrimciliğe yakışmadığını, Kaypakkaya’nın konuşmasının bu şekilde engellenmemesi gerektiğini söyleyip eleştirdik. Gürkan suskun kaldı. Büyük olasılıkla, o sıra, sadece “Al Aydınlık”çılardan değil, kır gerillasını kafasına koymuş Deniz’den de kopmuştu ya da kopma sürecindeydi. İtip kakmalarına karşı direnen İbrahim’e arka çıkamamak canımızı sıkmıştı.

Dev-Genç Kurultayı veya Aydınlık buluşmaları gibi önemli durumlarda Ankara’ya geldiğinde, PDA’dan ayrıldığımıza bakmaz, kırk yıllık dostmuşuz gibi bizi dostça selamlayıp kucaklardı. Aydınlıkçılardan farkını gösteren bu tutumunu fark etmemiz mümkün değildi. Şimdi, Kaypakkaya’nın, Garbisler ve bizim gibi ideolojik ve politik derinliği olmayan eleştirilerle yetinmemek ve görüşlerini olgunlaştırmadan kopmamakla akıllı ve ilkeli davrandığını düşünüyorum.  Eğer Garbis’ler, Basın Yayın Komünü ve Kaypakkaya birlikte hareket edebilseydik, birbirimizin eksiklerini tamamlayan, teoriyle pratiğin senteze girdiği hem daha etkili hem de daha geniş bir grup olurduk.

Gerçi Kaypakkaya’nın bir Aydınlıkçı olarak savunduğu “yarı-feodal”, “toprak devrimi”, “uzun süreli halk savaşı” gibi Çin kopyası formülleri konusunda anlaşmamız zordu. Mao’yu hala savunmakla birlikte, daha çok kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu, proletarya ve şehir odaklı mücadele görüşüne doğru evrim geçirmekteydik. Ne var ki henüz hiçbirimiz kemikleşmemiş olduğumuzdan, tartışmalarla ortak bir noktada bulaşabilmemiz ihtimal dışı değildi.

***

İbrahim Kaypakkaya, 18 Mayıs 1973 tarihinde, Diyarbakır işkencehanelerinde katledildi. Acının ve direnişin simgesi olarak gönüllerde taht kurdu. İTÜ’de karşılaştığımız hotzotçuların hemen hiçbiri 12 Mart sonrası mücadelede yer almadı, 71 eşiğini geçme cesareti gösteremedi. Belki bazıları Dev-Genç Davası’ndan kısa süre hapis yattı. Kimi avukat, kimi iş adamı oldu, hatta saf değiştirdi. Çoğunun adını duymaz olduk, en fazla yıllar sonra “68’liler Birliği” gibi internet sitelerinde ve konferans salonlarında arzı endam etmeye başladılar. Anı diye anlattıkları 68’in yasal direnişleri, daha çok da içtenlikten yoksun soluk Deniz Gezmiş güzellemeleri idi.

Tazesi tazesine öğrendiğim derslerden biri şudur: İyi günlerde arslan taklidi yaparak kükreyenlere bakıp, ağır günlerde, zor sınav anlarında (idam sehpası, kuşatılma, işkencehane, ağır cezalar vb.) ne yaptığını sınamadan, kimse hakkında erken karar verme! Aynı duyguları DHKP/C sürecinde de yaşadım.

Kaypakkaya, tarihe “ser verip sır vermeyen yiğit” diye geçmiştir. Bu çok doğru bir tespittir. Fakat bunun bile, şube ve cezaevi sınırları içine hapsedildiği, dolayısıyla derinliğinin yeterince kavranmadığı kanaatindeyim. Türkiye gibi bir ülkede Kaypakkaya sınırlı bir direniş gösterseydi öldürülmeyebilir ve yine de lider olarak kalabilirdi. İşkencede direnmek, bireysel dayanıklılık ve fiziksel cesaretten öte bir şeydir.  İdeolojik ve siyasi yetkinliği, örgüte ve yoldaşlara bağlılığı, karakter ve ahlaki sağlamlığını test etmek gibi boyutları da vardır. Üstelik, bu alanda tarihsel bir köprü işlevi görmüştür. Eski tüfeklerin iyice küllenmiş işkencede direniş geleneğini ayakları üzerine oturtmuş, geliştirmiş ve kendinden sonraki kuşaklara devretmiştir.

Türkiye sosyalistleri olarak İbrahim Kaypakkaya’ya, mesafeli davranarak haksızlık yaptığımızı düşünüyorum. Son yıllarda biraz azalsa da 71 önderleri sıralamasında yeri sondadır. Gerçi Deniz ve Mahir’in kamuoyundaki tanınmışlıkları, askeri eylemleri, kadro ve taraftar çokluğu veri alındığında bunda bir yanlışlık yok gibidir. Üstelik, bunu yerleştiren daha çok mezhepçi tarih yazımı, demokratik, liberal, ulusal soldur. Gelgelelim bunun asıl nedeni İbrahim’in eksileri değil, tam tersine artıları, Kemalizm ve Kürt meselesindeki köktenciliğidir. Hem devlet ricalinin en ifrit olduğu hem burjuva basınının ve ilericilikleri Kemalizm çıpasına bağlı aydınların araya en çok mesafe koydukları kişi Kaypakkaya’dır. Tam teçhizatlı resmi ideoloji ve devlet karşıtlığı olsun, Kürt meselesindeki enternasyonalist tutumu olsun pek hazmedilememiştir. İbrahim Kaypakkaya’ya 71’in üvey evladı muamelesi yapılmasında bunun rolü vardır. İşkencedeki yiğit ölümü de olmasa belki adı iyice gerilere itilecekti. Mezhepçiliğin baskın olduğu ansiklopedik tarzda düzenlenmiş yayın dünyasında ve Türkiye solu tarih yazımında örnekleri bulunabilir.

71 ihtilalciliğinin üç sembol kişisinden biridir İbrahim Kaypakkaya. 1971 yılında zirveye ulaşmış Deniz ve Mahir gibi silah eylemlerde ve illegal örgüt kurulmasında kronolojik ve sayısal olarak başlarda değildir. Şanssızlığı, Beyaz Aydınlık gibi lanetli bir entelektüel oportünizmin lekesini taşıması ve ezilenler namına tek başına omuzladığı TİİKP içi zorlu mücadelede geç doğum yapmasıdır. Perinçekçilerin, Beşparmakdağları’na çıkışları içten gelen değil, biraz Kaypakkaya gibi militanların tazyiki, biraz da THKO ve THKP/C ile rekabet sonucu yapılmış göstermelik bir girişimdi. Zaten hiçbir direnme göstermeden çok çabuk çökertilmeleri de bunu gösterir. Poliste de çok kötü çözüldüler. Bu iş; Halil Berktay, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar, Gün Zileli gibi militanlıktan nasiplenmemiş adamların yapacağı iş değildi. Bu bakımdan ağır koşullara rağmen zorlu bir mücadele sonucunda 1973 yılına kadar ayakta kalması başarıdır.

***

Deniz ve Mahir’le ortak yanları kadar farklılıkları da vardı. İkisine göre Ho Şi Minh’ten Castro’ya, Bravo’dan Marigella’ya, Brejnev’den Jivkov’a kadar herkes Marksistti. SBKP(B) ve ÇKP’yi eleştirmekle birlikte ikisini de uluslararası komünist hareket içinde sayıyor, taraf tutmuyorlardı. Deniz ve Mahirlerin orta yolcu bakış açılarına karşın, İbrahim hepsini “Mao Zedung düşüncesi”nin merceğinden yorumlamaktaydı. Onlara göre dogmatik, doktriner bir yanı vardı.

Kaypakkaya’nın kalemi silahından daha güçlüydü. Teori ve politika düzeyinde, mülteci TKP, Şefik Hüsnü, Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, TİİKP geleneklerinden kopuşu başlatan 71 ihtilalciliğinin en önemli figürüdür. Kemalizm ve milli meselede, yalnız eski tip sağ oportünizmden değil, Deniz ve Mahirlerden de kısmi bir kopuşu temsil etmektedir. Türkiye soluna hepimizi sarsan kayda değer katkılar yaptı. Öncelikle Kemalizmle (sadece MDD’cilerle değil SD’cilikle öğünenler de dahil) devrimci hareket arasına keskin bir kılıç gibi girdi. Aynı şeyi Kürt ulusal sorunu konusunda sosyal milliyetçiliğe karşı net tavır alarak da yaptı.

Bunların bir de üzerinde durulmayanları vardır. Devrimci hareketin içinde 71 ihtilalciliği ile reformist sol arasındaki mesafe konusunda daha net bir bilince sahipti. Parlamentarist (Aybar, Boran, Aren), mülteci TKP, Kemalist katkılılar (başta Perinçek, Belli, Kıvılcımlı) ile arasına sınır çekti ve devrimci cevherin, daha birkaç ay öncesine kadar anlaşmazlık içinde olduğu Denizler ve Mahirlerle yakınlığını erkenden fark etti. Onlardan alması gerekenleri almakta (başta askeri mücadele) ve dayanışmada tereddüt etmedi ve arasındaki asıl sınırı onlarla değil içinden geldiği hareketteki sınıf işbirlikçileriyle çizdi. THKO ve kısmen THKP/C’nin Mihri Belli ile aralarında o kadar net bir sınır çizgisi yoktu. Bugün ne kadar isabetli bir tutum takındığı Aydınlık’ın geldiği yere bakılarak anlaşılabilir.

Kaypakkaya’nın 71 ihtilalcileriyle ortak bir yanı da M. Belli, H. Kıvılcımlı gibi yenilgi koşullarında ara vermemesi, tıpkı Denizler ve Mahirler gibi en ağır koşullarda örgütlü mücadeleyi sürdürmesidir. Bu ilk başta önemsiz bir nokta gibi görünebilir ama sadece taktiksel değil stratejik sonuçları olan bir meseledir. Bu yönüyle yalnız zamanındakilerin çoğundan değil, kendi takipçileri dahil 10 yıl sonrakilere göre de ileri bir noktadaydı. 12 Eylül darbesi geldiğinde daha dövüşmeden “geri çekilme” taktiğine geçerek yurtdışına kaçan veya faaliyeti sıfırlayanların zıttı bir hattı temsil ediyordu. Kaypakkaya’nın da içinde olduğu 71 ihtilalcilerinin tavrı, arkasından gelen nesilde intikam ve mücadele azmi yarattı. 12 Eylül’de mücadeleyi durduranlar ise sonraki kuşaklara tasfiyecilik ve sivil toplumculuk ruhu bıraktılar.

***

Aradan 50 yıl geçti. Şimdi, mezhepçiliği bir yana bırakarak, duygularımızı dizginleyerek devrimci soğukkanlılıkla değerlendirme yapabilecek bir zamandayız.

Genç Kaypakkaya, Çin Devrimi’nin şablonlarını tekrar etmek, Türkiye’nin sosyoekonomik yapısını olduğundan geri görmek, subjektif etkenleri ve kırsal alanların önemini abartmak, sol aşırıcılık gibi eksikleri olan bir devrimciydi. Eğer yaşıyor olsaydı bugün hala aynı şeyleri mi savunurdu, yoksa yaşadıklarını değerlendirdikçe, bilgisini genişletip zenginleştirdikçe eski görüşlerinde düzeltmeler, derinleştirmeler mi yapardı? Her şey olasıdır, ama ben geçmişe eleştirel bakacağına, daha ileri ve zengin görüşler savunacağına, yanlış ve eksiklerini düzelteceğine inanıyorum. Mesela bugün havarilerinin eskide donup kalmış Türkiye koşullarıyla uyumsuz görüşlerini savunmaz, Karl Marx gibi “Ben Kaypakkayacı değilim” derdi. Çünkü, onun gibi yüksek siyasi zekâya ve motivasyona sahip güçlü bir devrimciden başka bir tutum beklenemez.

İbrahim Kaypakkaya, 71 ihtilalcileriyle hem ortak hem farklı yanları olan özgün bir devrimcidir. Kusur aranacaksa kendisinden ziyade üst düzey kadrosundaki zayıflıkta aranmalıdır. Utanç verici bir şekilde Aydınlık’a rücu eden Aslan Kılıç gibi en yakınındaki üst düzey kadroları bayrağı devralıp yüksekte tutmayı başaramamakla kalmadılar, farklı yollara savruldular.

 

Kaynak: https://sendika.org/2023/05/ibrahim-kaypakkaya-farki-685428/

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar