Ana SayfaKürsüBir fotoğrafın hikayesi

Bir fotoğrafın hikayesi

En uzun koşuysa elbet
Türkiye’de de Devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak …
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…
Acıyorsam sana anam avradım olsun
Ama aşk olsun sana çocuk, Aşk olsun…

Can Yücel

6 Mayıs 1972 günü, şafak sökmeden darağacında katledilen Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın Türkiye halklarının gönlünde müstesna bir yerleri vardır. Onlar artan bir sevgiyle her yıl anılıyorlar, anılmaya da devam edileceklerdir.

Deniz isyan demek

Deniz Gezmiş, hayata veda etmeden önce efsaneleşmiş, cesareti ve ataklığıyla bilinen, doğuştan liderlik yeteneğine sahip bir devrimciydi. Dillerde şan olduysa bu yüzdendir. Her yere resimleri asılıyor, hakkında ağıtlar yakılıyor, üzerine kitaplar ve şiirler yazılıyor, filmler ve belgeseller çekiliyorsa da bu yüzdendir. Ölümünün üzerinden yarım asrı bir yıl geçtiği halde adı unutulmadı ve unutulmayacaktır.

Bütün bunlar darağacında sonlanan hüzünlü ölümünden dolayı değildi elbet. Yüzbinlerce ana baba çocuğuna adını kulağa hoş geliyor diye de vermedi. Deniz demek isyan demek, özgürlük, bağımsızlık ve toplumsal kurtuluş demekti. Yalnız müesses nizama değil, aynı zamanda eski TKP, TİP, MDD gibi düzenle koyun koyuna yaşamayı içselleştirmiş geleneksel devrimciliğe karşı itiraz anlamında da bir isyandı.

Üniversiteye girdiğim tarihten itibaren adını duyuyordum. Gençlik arasında 6. Filo erlerinin denize atılmasıyla ilgili öyküleri ve yiğitlikleri hayranlıkla anlatılırdı. İlk karşılaştığımda anlattıkları kadar da varmış diye geçirmiştim içimden. Uzun boyu, sert hatlı siması, gerillamsı yürüyüşü, hareketliliği, dostlarına güven aşılayan, düşmanlarına korku salan bakışlarıyla gerçekten de göz alıcıydı. O yıllarda Dev-Gençli sözünün halk arasında çağrıştırdığı tipi ondan daha iyi temsil edecek birini bulmak zordu.

Che Guevara, Ekim 1967’de Bolivya’da bir kanyonda yakalanıp öldürüldükten sonra, ruhu sanki Deniz’de dirilmişti. Sonraki yıllarda belleğime, Che’nin yerli versiyonu olarak kazınacak, Deniz aklıma geldiğinde yanında Che portresi, Che geldiğinde ise Deniz portresi belirecek ve bugüne kadar hiç değişmeyecekti.

Mekânı İstanbul olmasına karşın, devrimci hareketin merkezi durumundaki Ankara’ya sıklıkla gelir, FKF/Dev Genç kurultaylarına ve önemli toplantılara katılır, SBF ve ODTÜ arasında mekik dokurdu. Basın Yayın Komünü olarak, Deniz Gezmiş’in liderliğini yaptığı İstanbul merkezli DÖB’de (Devrimci Öğrenci Birliği) yer almış bazı devrimcilerle ilişkilerimiz sıcaktı. Ankara’ya geldiklerinde görüşürdük.

Filistin’den döndükten sonra, SBF Yurdu koridorunda, askeri bot ve hâkî renkli pantolon ve gömlekle dolaşırken gördüğümde, şaşkın şaşkın bakakalmıştım. Gerilla gömleği, kirli sakal, postal çok yakışıyordu Deniz’e. Biraz da onun etkisiyle parkama ek olarak uzun konçlu bir Roosevelt Amerikan botu edindim. Parka, kadife pantolon, potin ve ucuz sigara zamanın devrimcileri arasında modaydı. Deniz, Filistin gerillalarının giydikleri gömlek ve botla buna daha da bir gerilla havası katacaktı.

Sonraki günlerde “Kantinlerden, sokakta yürümekten bir şey çıkmaz, yeni şeyler yapmak gerek” lafını sık duymaya başlayacaktım. Gerçekten de birbirlerini tekrar edegelen rutin yürüyüşler, işgaller, sokak kavgaları, fabrika önlerinde bildiri dağıtmalar, toplu gazete satışları, köy çalışmaları dar gelmeye, sıkıcı olmaya başlamıştı. Latin Amerika ve Güneydoğu Asya devrimlerinden gözleri kamaşan militan devrimcileri kesmiyordu artık bunlar, zihinler ‘68’i aşmanın yolları üzerinde yoruluyordu. Sabırsızlık zamanlarında olduğu gibi, kimsenin, ilahların tarihin akışını değiştirmek isteyenlerden kurban isteyeceğini düşündüğü yoktu.

Deniz’in, Filistin gerillalarının kıyafetiyle dolaşması, zamanın sağa meyilli sol parti ve bireylerinde gelip geçici bir özenti diye yorumlanmıştı. ‘71 ihtilalciliğinin ‘68 evresinde mayalandığını gösteren ilk haberci olduğunun anlaşılması için aradan bir iki yıl daha geçmesi gerekiyordu.

Orta sınıf karakterine rağmen, sosyalizm sözcüğünün kitlelerce benimsenmesinde büyük emeği olan TİP Başkanı Mehmet Ali Aybar, kitleselleşme belirtisi gördüğünde “maya tuttu” demesiyle bilinirdi. 1965 seçimlerinde yüzde 2,9 oy ile 15 milletvekili çıkarması da bunun kanıtıydı. Ne ki devrimin diyalektiği yerinde saymayı ve barışçıl kabuğu içine hapsolmayı sevmiyordu. Eskide kalan Aybar’a karşı, Deniz yeniyi temsil ediyordu; “maya”yı, parlamentoda değil, dağlarda tutturma sevdasındaydı çünkü. Sosyalist şiire romantizmi taşıyan Nazım Hikmet’se, bunu eylem adamlığına taşıyan da Deniz’dir. O günkü dar ve sınırlı imkanlarıyla büyük bir tezat oluşturan “imkansızı iste”mesi ancak bununla açıklanabilir.

Kaçaklık günleri

Vietnam Devrimi’nin unutulmaz ve kahraman lideri Ho Chi Minh, 2 Eylül 1969’da hayatını kaybettiğinde Deniz oralardaydı. SBF amfisinde anısına düzenlenen anmaya konuşmacı olarak katıldı. Yalnız kavgayı sokağa taşımak değil, eylemlerini ilk başlattığı üniversite kürsülerinde konuşmak da çok yakışıyordu ona.

Polisin gözünün üstünde olduğu Deniz, okulu ve düzenle bağlarını koparmış, her gün başka bir yerde görünen bir yarı kaçaktı. O günlerde peşine özel timler takıldığı için polisin kolay ulaşabileceği alanlarda dolaşmıyor, görünmesiyle kaybolması bir oluyordu. Yasallık içinde yasa dışılığı, gençlik devrimciliği içinde profesyonel devrimciliği temsil ediyordu.

Yatakhane yaptığımız Basın Yayın Yüksek Okulu’nun bodrum katındaki odamda uyuduğum bir gündü. Koridorda yankılanan gürültülü sesler üzerine sıçrayarak uyandım. Birden 10-15 kişilik bir grup içeri daldı: “Yaşar kalk, kalk!” Karşımda arkasındakilerle birlikte Deniz’i görünce, rüya mı görüyorum acaba diye ellerimle gözlerimi ovuşturdum. Daha ne olup bittiğini anlamadan fırlayıp ranzadan aşağı indim.

Üstüme örttüğüm SBF Yurdu’ndan aşırma, o dönemde yolu yurttan geçenlerin iyi hatırlayacakları iri firuze yeşili-beyaz damalı battaniyeler çabucak düzeltildi. Deniz, bağdaş kurarak üzerine oturdu ve kapağında Ho Şi Minh resmi bulunan Türk Solu dergisini okuyormuş pozu verdi. Ergün Konuksever olduğunu tahmin ettiğim gazeteci birkaç poz çekti ve grup hızla oradan ayrıldı. Yanlış hatırlamıyorsam yukarıdaki resim ertesi gün Günaydın gazetesinde çıktı.

Bir süre daha belirli aralıklarla Siyasal çevresinde görünmeye devam etti Deniz. Yerinde duramayan muazzam enerjiye sahip biriydi. Yurtta arkasında biz, geceleyin uyumakta olan İmam lakaplı nevi şahsına münhasır sevimli biri olan Mustafa Gökçe’nin odasına hızla dalar, üzerine bir kova dolusu suyu boca ettikten sonra yine aynı hızla kaçardı. Neye uğradığını anlayamayan Mustafa, eline ne geçerse fırlatır, sövüp sayarak Deniz’i kovalarken hep birlikte kahkahalarla gülerdik.

Boş zamanlarında yaptığı bu tür muzipliklerin, bir kısmını da yanımda anahtarı olan Basın Yayın Yüksek Okulu Öğrenci Derneği’nin telefonundan yürüttüğüne tanık oldum. Böyle şeyler hayatı dolu dolu yaşayan, devrimciliği ağzına içki koymamak, asık suratlılık ve kasıntılıkla karıştırmayan Deniz’in, kabına sığmayan bitmez tükenmez enerjisinin dışavurumuydu. Her zaman öyle değildi elbette, eylem zamanlarında başkalaşır, son derece ciddi, kararlı, ok gibi ileri fırlayan bir eylem adamı olup çıkardı.

SBF Öğrenci Derneği’ne gittiğim günkü bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim. Derneğe vardığımda sandalyeye oturmuş masa etrafında hararetle bir şeyler tartışanları seyrediyordu. Kapıdan girdiğimi görünce yanındaki sandalyeyi işaret ederek, “Gel bakalım, Basın Yayın’ın yakışıklı çocuğu otur” dedi. Yüzümün kızardığını hissettim ama Deniz gibi yakışıklı birinin böyle demesinin çok hoşuma gittiğini de itiraf etmeliyim. Masadakiler hararetle şimdi hatırlamadığım bir şey tartışıyorlardı. Dışarıdan biri olarak iç meselelerine karışmadan, üstünlük taslamaya kalkışmadan pür dikkat dinledi onları.

Yerli Che’miz

İkide bir uydurma gerekçelerle içeri atıyorlardı. Bursa Cezaevi’nde yatarken “Beni burada öldürtebilirler” diye bize haber gönderdi. Hatırı sayılır genişlikte bir kitlenin sempatisini toplamış efsane biriydi; bundan rahatsız gerici basın aleyhine “anarşist”, “Ermeni” diye sürekli karalama kampanyası yürütüp duruyordu. Cezaevindeki psikopat tipleri kullanarak böyle bir mizansen tezgahlayabilirlerdi, çünkü düzenin efendileri genç yaşında bile herkesin kahraman gözüyle baktığı birinin yaşamasını istemezler.

1970 yılının bir kısmı, karşılığında Bursa Cezaevi’nde yatmakta olan Deniz Gezmiş’i istemek için JUSMAT’ta görevli bir Amerikan generalini kaçırma çalışmasıyla geçti. Generalin Çankaya Meydanı’na girmeden sağ taraftaki iki ya da üç katlı evine geliş gidişlerini birkaç hafta boyunca gözetledik. Hangi saatte gelip hangi saatte gittiğini, korumaları olup olmadığını not ettik. O zamanlar Amerikalılar çok rahattılar, halkın arasında dolaşır, alışverişe çıkar, arkalarında özel kıyafetli güvenlik ajanları taşıma gereği duymazlardı. Kendi gücümüzle kaçırmasına kaçırırdık da sonrası ne olurdu bilemem. Eylül 1970 tarihinde Deniz tahliye olunca mecburen yarıda bıraktık.

Türkiye solunun geniş kitlelere mal olmuş, en sevilen kitle önderi hala Deniz Gezmiş’tir. Darağacında baş eğmeden can vermesinin hüznünün de rolü vardır belki bunda, ama yalnız bu değildir. Ölüm biçimini anlamlı kılan 6. Filo askerlerini denize dökmesi, göz dolduran eylem adamlığı, kahramanlara özgü asaleti, fedakarlığı, yüksek idealler ve manevi değerleri kişiliğinde birleştirmesidir. ’68 ve ’71 devrimciliğinin bütün iyi ve militan özelliklerini üstünde taşıdığını anlayamazsak, Deniz’i de anlayamayız.

Düşmanları yaşarken yarattığı efsaneyi aleme ibret olsun diye darağacında sallandırarak sonlandırabileceklerini sanmışlardı. Beklediklerinin tam tersi oldu. Yaşamının hülasası son dakikasıydı. Celladının arkasına dizilmiş infazcı çete eli kolu bağlı ve yağlı ilmik boynuna takılı iken, belki pişman olup yalvarır yakarır umudu taşıyordu. Altına konan tabureye tekme atarak ve suratlarında kırbaç gibi şaklayan sloganlar atarak hüsrana uğrattı hepsini. Finali, ilk eylemlerindeki gibi, meydan okuyarak tamamladı.

Bu da tutmayınca Guevara’ya uygulanan plan devreye sokuldu. Adının dalga dalga bütün kıtalara yayılması üzerine, emperyalist “akıl” uğrunda can verdiği dava ve ideallerden soyutlayıp, onu “yakışıklı”, “macera sever” pir tip olarak göstererek moda ikonuna çevirmeyi denedi. Üzerinde Che portresi bulunan her şey para getiren bir metaydı.

Deniz de benzer operasyonlara maruz kaldı. Övgüye boğarak müzeye kaldırmak da bir yabancılaştırma biçimiydi. Ruhunu yaşatmaktan çok, adının siyasi getirisini sahiplenerek tarihe gömen barikatın bu yakasındaki bazılarını bir yana bırakıyorum. Ne yazık ki, en büyük operasyon Deniz Gezmiş’i Kemalist tarih yazımının sol bölmesine kaydedenlerden geldi: Sosyal demokratlar, sol Kemalistler, ulusal ve liberal solcular Deniz’i radikal bir düzen karşıtı olarak değil, Mustafa Kemal’in reenkarnasyonu olarak resmettiler.

Kemalizm ve Deniz

Bedri Baykam ve Hasan Cemal gibiler; Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao ve Che kitaplarını ellerinden düşürmeyen ’71 devrimcilerini darbecilere hizmet etmekle suçladılar. Sol cunta hayalleri boşa çıkıp liberalizme rücu eden Tayyip Erdoğan’ın “Hasan abi”si demokrat, kendi göbeğini kendi kesen Kaypakkaya haricinde, Deniz’in ve Mahir’in de içlerinde olduğu ’71 devrimcileri ise darbeci oluyorlardı. İçimizden birinin, Deniz’in DÖB’deki en yakın yoldaşı Mustafa Gürkan’ın, “Hepimiz cuntacıydık” demesi daha da acıydı.[1]

MHP kökenli siyasi İslamcı Mümtaz Türköne’nin, Deniz’i ve ’68 neslini tümden darbeci ilan ederek karalaması meşrebine uygundu: “68 aslında bu pusulasını kaybeden neslin kurda kuşa, yani cuntacılara yem olmasının hikayesi.”[2] Tarihin ironisine bakın ki, bunları yazdıktan dört yıl sonra kendisi 15 Temmuz Cemaatçi darbe girişiminden tutuklanarak hapse kondu. Kişiyi nasıl bilirsin, kendin gibi, dedikleri budur işte. Mümtazer Türköne, Hasan Cemal, Bedri Baykam gibiler ne derlerse desinler, iftira attıkları hiçbir devrimci darbecilikten yargılanmadı. Sıkıyönetim yargıçları devleti ordu darbesiyle ele geçirmeyi değil, halk ihtilaliyle devirmek istediklerini gayet iyi biliyorlardı. TCK’nın 146/1 maddesiyle yargılanmaları da bunun tanığıydı.

Yara değil kabuk

Demiyoruz ki, zamanın devrimci kuşağı Kemalizm’le arasına kalın bir sınır çizdi.[3] TKP’den ve kısmen ailelerinden miras Kemalizm etkisinden tamamen sıyrılmış değillerdi, dolayısıyla bu konuda eleştirilecek yanları elbette vardır. Bunu anlamak için Denizlerin ve Mahirlerin kısmi bir kopuş yaşamakla birlikte tam kopamadıkları Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’ya bakmak yeterlidir. Eski tüfekler devrimin proletaryanın ve kitlelerin özgüçleriyle yapılabileceği umudu zayıflayınca, başka güçlerden medet ummaya başlamışlar, Marksizm’i Kemalizm ve orduyla senteze sokma arayışına girmişlerdi.

Kemalizm’den kopulması için, o güne kadar TKP çatısı altında varlığını sürdürmüş Kemalizm kuyrukçuluğuyla hesaplaşılması şarttı. Devrimci gençliğe hâkim Milli Demokratik Devrim teorisi, gerçekten de Kemalist bileşenler içeriyordu. ’71’in ihtilalci örgütleri, ne Marksizm-Leninizm’i yeterince kavramışlardı ne de Bolşevik bir örgüt yaratabilmişlerdi. Bunun oluşturucu öğeleri olabilecek önemli adımlarının geliştirilmesi, yanlış ve eksiklerinden arındırılması gerekiyordu.

Bununla birlikte, Denizlerin eylemleri ve THKO’yu kurarak dağa çıkmaları, belki kendilerinin de tam bilincinde olmadıkları, “eski tüfekler” geleneğinden kopuşu başlatan stratejik önemde bir adımdı. Mustafa Suphi’den itibaren rafa kaldırılmış silahlı mücadele fikrini unutup, iyi günlerde yasal mücadele, kötü günlerdeyse mülteciliği seçen geleneksel devrimciliğe bir alternatifti bu adım. Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının asıl yanılgıları Bolşevik bir perspektifle yapılmış sıkı bir hazırlık yapılmadan kibriti yakınca, kuru sandıkları bozkırın tutuşacağını sanmalarıydı.

Deniz ve Mahir için ’71 çıkışı, teorik değilse de pratik olarak Kemalizm’in etkilerinden kopuş yönünde atılmış önemli bir pratik adımdır. Deniz, mektupları ve savunmalarından bahisle gösterilmek istendiği gibi “cuntacı” veya “sol Kemalist” olsaydı, bir numaralı hedef haline gelmez, silahlı devrimi başlatmak üzere dağa çıkmak yerine, şehirde oturur sol cunta peşindekilerden gelecek direktifleri beklerdi. Kemalizm, 71 devrimcilerinin dönüşüm sürecinden kaynaklı bir doğum lekesinden, vaktini tamamlayınca kopup düşecek bir kabuktan başka bir şey değildi.

Gerçeği ortaya çıkarmak isteyenler, gözü düzenden başkasını görmeyenlerin veya ’71 girişiminin ıskartaya çıkardığı hurda ‘68’lilerin Deniz Gezmiş hakkında söylediklerine değil, ömrünün son dakikasında noktayı nasıl koyduğuna bakmalıdır.

Marksist-Leninistlik henüz olduğu şey değildi gerçi, ama içtenlikle olmak istediği şeydi. Deniz’in idam sehpasındaki son sözleri hayatının anlamını özetleyen başlıklardır.  Ne olduğunu anlamak için felsefe bilmek gerekmiyor, her okuryazar yurttaş yorumlayabilir.

Eğer gerçekten de Kemalist olsaydı, ona da bir cümle yer verecek kadar açık sözlü ve harbi biriydi. Kemalseverlerin Deniz’i sevip saymalarından memnun kalırız, ama bilinsin isteriz ki o bizden biridir.

İşte somut belgesi:

“Yaşasın tam bağımsız Türkiye!
Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi!
Yaşasın Türk ve Kürt halklarının devrimci bağımsızlık mücadelesi!
Yaşasın işçiler, köylüler!
Kahrolsun emperyalizm!”

Dipnotlar:

[1] Bedri Baykam, 68’li yıllar: Eylemciler, İstanbul, s. 220.

[2] Mümtaz Türköne, Darbe Peşinde Koşan Bir Nesil 68 Kuşağı, Nesil Yayınları, 2008, İstanbul, s. 206.

[3] Darbe sonrasında ideolojik ve politik olarak çemberin dışına çıkmayı başaran İbrahim Kaypakkaya’yı hariç tutarsak.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar