Ana SayfaKürsüKarsız Kış, Zifiri Gece

Karsız Kış, Zifiri Gece

“Kar yine yağmadı” dedi kendi kendine. Pencereden her baktığında, kar tanelerinin aheste aheste salınarak toprakla buluşması içinin kıpır kıpır olmasına yol açar, iki çocuğunun elinden tuttuğu gibi kar altında düşsel bir görünüm kazanan sokağa atardı kendini. Yılmaz Güney’in bir öyküsünde okumuştu: Çok iyi bir seyirci olmaktansa, oyuncu olmak tercih edilmeliydi; en kötü oyuncu olunsa dahi… Kar ‒merak ve kaygıyla beklediği‒ yıllık randevusuna gecikmişti yine. “Küresel ısınmanın neden olduğu iklim değişikliğinden” diyordu bilim insanları. “Kapitalizm, ekolojik dengeyi bozarak canlı çeşitliliğini yok edecek, bir çağın sonunu getirecek böyle giderse” diye düşündü. “İnsanlı veya insansız, hayat hep var olacak” dedi, kendisinin bile zor duyduğu bir sesle.

Eşi, yorganı kafasına kadar çekmiş uyuyordu. Gürültü yapmadan yavaşça yataktan kalktı; mutfağa gitti. Gece yarısı, mutfakta bir şeyler atıştırmayı severdi. Mutfak penceresindeki perdeyi hafifçe araladı, sokak lambasının aydınlattığı alana baktı; kardan eser yoktu.

*

Yaşam serüvenine şu an bulunduğu noktadan baktığında, çok uzun ve hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ömrünün artık büyük bir bölümünü tamamladığının farkına varıyordu. Çok gerilerde kalan gençliğini, gençliğe adım attığı günleri anımsamaya çalıştı. On sekiz yaşına gelip reşit olduğunda sık sık siyasi polis tarafından gözaltına alındığı için kardeşlerinin bu durumdan olumsuz etkilenmesinden kaygılanan ailesi, evi ona bırakıp başka bir semte taşınmıştı. Çocukluğunun ve gençliğinin birçok ânına tanıklık etmiş olan bu gecekondunun, ağaçlar ve güllerin yer aldığı bahçesine bakan büyük bir penceresi vardı. Pencerenin hemen yanında da demir bir kapı. Demir kapıya vurulduğunda, perdeyi aralar “kim o?” diye seslenirdi. Genellikle kapıyı çalan üç seçenekten birisi olurdu: Birinci seçenek komşu dolmuş şoförü Muharrem; ikinci seçenek kadim dostu Celal, üçüncüsü de siyasi polis… Tanrının varlığına ve onun evreni yarattığına dair derin kuşkuları vardı ama gece yarısı gelen her kimse, üçüncü seçeneğin olmaması için dua ederdi. Ki, genellikle uykunun en tatlı vaktinde sıcacık yataklarından kaldırılıp beyaz Renault araçlara bindirilip götürülen ve akıbetlerinden sual edilemeyen onlarca tanıdığı veya tanımadığı kişi vardı… Nazilerin sistem karşıtlarını herkesin önünde gerçekleşen gözaltında kaybetme uygulamalarıyla paralel sürdürülen devlet terörünün yarattığı zincirleme yılgınlık ve dehşet duygusu, 90’lı yıllarda Türkiye’de de yaşandığı için çevresi korkup köşelerine çekilenlerle doluydu. Bu davranışlarından dolayı hiç kimseyi suçlamıyordu. Bunlar değildi onu korkutan… Korkmaktan korkmuyordu. “Normal bir zekâya sahip her insan, işkenceden, ölümden korkar” diyordu. O, korkuların onu kuşatıp etkisiz hale getirmesinden, korkulara esir düşmekten korkuyordu.

*

“Yüküm çok ağır” diye sızlandı. Oysa daha altı-yedi yaşlarındayken, yolsuz ve susuz gecekondulara su taşımak, aile bütçesine küçük de olsa katkı yapmak için Ali Dayı’dan satın aldıkları eşekten öğrenmişti, şartlar ne olursa olsun hayatın zorluklarıyla mücadele etmeyi… Sırtında dünyanın yükü olsa dahi anırarak ‒Yeşilçam filmlerinde sevgililerin birbirlerine ağır çekim koşmaları gibi‒ sırtındaki tenekeleri, semeri atarak biricik aşkı Temam Teyze’nin dişi eşeğinin peşinden koşması geldi gözünün önüne. “Eşek kadar olamadın!” dedi yüksek sesle. Eşi ve çocukları mışıl mışıl uyuyorlardı; ara sıra kendi kendine yüksek sesle konuşmasının neden olduğu gürültünün onları uyandıracağını düşünerek balkona çıktı. Ankara’nın ayazının keskin bir bıçak gibi tenine değmesiyle ürperdi, uykusu tümden kaçmıştı.

*

Bir eşeğin doğum hikâyesiyle paralel başlamıştı hayata. Evin iki ağır emekçisi, annesi ve evin eşeği hamileydi. Gece doğum yapan eşeğin durumunu kontrol etmek için ahıra giden annesinin doğum sancısı tutmuş ve orada doğurmuştu onu. Eşekler ne kadar yararlı olurlarsa olsunlar, ne kadar emek verirlerse versinler hiçbir zaman atların gösterişine, insanların atlara gösterdikleri ilgiye ve övgüye mazhar olamadılar. Bir insan olarak kendisini var etme imkânlarını olabildiğince zorlamış olmasına karşın, tıpkı dönem dönem hayat çizgisinin kesiştiği eşeklerin makus talihi gibi, bu çabasının karşılığını bulmadığını düşünüyordu. Yorulmuştu. Yaşadıkları değil, unutamadıkları yormuştu onu; bir türlü geride bırakamadıkları… Oysa, toplumun eşeği olmamak ve özgürleşmek için “yüklerinizden kurtulun” cümlesini ne çok kullanırdı konuşmalarında. “Söylemek ve yapmak farklı şeylermiş” diye geçirdi içinden. Söylediği kadarıyla yapamadıkları, söylemediği kadarıyla da yaptıkları vardı. Hayat çoğun böyle değil miydi zaten: İsteklerle gerçekler arasındaki çatışmaya rağmen daima kendi programını uygulardı.

*

Balkonda kısa mesafe volta atmaya başladı. Volta atmak hem rahatlatıyor hem de derin düşüncelere dalmasına yol açıyordu. Ankara Garındaki patlamadan sonra başlamıştı, gecenin yarısı vücutta açık bulduğu yerleri ısıran bir soğukta volta atma alışkanlığı. O gün yaşadıkları geldi aklına.

İktidar için, ayrıcalıklardan vazgeçmemek için, çocuk, genç, yaşlı demeden yüzlerce insanı katletmeyi göze alacak kadar kötücül olabilir mi insan? Thomas Hobbes’un dediği gibi ‘insanın doğası kötü ve bencil’ mi, yoksa Rousseau’nun yazılarında vurguladığı gibi ‘doğal insan doğası iyi’ de, doğasından uzaklaştığı ölçüde mi kötü oluyor? Hobbes mu, Rousseau mu haklı acaba? Ne önemi vardı ki kimin haklı olduğunun; nihayetinde ikisi de farklı noktalardan hareket edip aynı noktada buluşmuyorlar mıydı? Hobbes, insanların kötücül ve bencil yanlarından dolayı uyum içinde toplumsal yaşama olanaklarını sağlayacak kurallar koymak için öneriyordu toplum sözleşmesini ve bu kuralları uygulayacak devleti; Rousseau da, ‘doğal’ olarak iyi olan insan doğasını, doğaya yabancılaşmış kötülerden korumak için…

Düşünceler uçuşuyordu kafasında.

*

Ankara ayazında balkonda bir o yana bir yana yürüyor, dağınık sözcük ve cümlelerden oluşan düşüncelerin kafasında oluşturduğu fırtınadan, ayazın kendisini etkilemeye başladığının farkına bile varmıyordu. “Savaşın ve politik mücadelenin bir ahlakı olmalı” dedi, karşısındaki birine nutuk atıyormuş gibi. “Brecht’in sanat ve siyasete ilişkin tezlerini daha dikkatle okumalı insanlar” cümlesi aklından geçen bir düşünce miydi, ortaya söylenmiş bir söz mü? Kararsız kaldı. Ha sesli, ha sessiz; o anda kendisini duyacak kimse yoktu zaten. Brecht’in “Duyduk ki, iyi bir insanmışsın” diye başlayan “İyi Adamın Sorguya Çekilmesi” adlı şiirini okumalarını öneriyordu arkadaşlarına… “İyi” ve “kötü” kavramlarına nesnel bir zemin oluşturmadan yapılacak her nitelemenin, mevcut durumu açıklayacak özelliklerden yoksun olacağına ilişkin kurduğu cümlelerin sayısını hatırlamıyordu.

*

Üşüdüğünün farkına vardığında vücudunun çıplak kalan bölgeleri soğuktan morarmaya başlamıştı artık. İçeri girdi. Çalışma alanı olarak dizayn ettiği, kütüphanesinin ve bilgisayarının bulunduğu odaya gitti. Burada, kitapların dünyasında huzur buluyordu. Okumayı, saz çalmayı ve bir de kendisini ilgiyle dinleyenlerin karşısında coşkuyla konuşmayı severdi. Babasından almıştı bu özelliğini… Bilgi değildi onu mutlu eden, bilgiye ulaşma serüveniydi. Hayatını anlamlandıran cümlelerdendi. Dijital çağ başlamadan önce, okuduğu bir kitap ya da makaleden not almıştı ajandasına.

*

Uykusu tamamen kaçmıştı artık. Vakit geçirme saikiyle bilgisayarını açtı. “Uyanık olan birisi varsa sosyal medya üzerinden sohbet ederiz belki” diye geçirdi içinden. Bir gün önce, Karacaoğlan’ın bir türküsünü bağlama ile çalmış ve sosyal medyada paylaşmıştı: “Kaldır nikabını görem yüzünü / Aç başını yaradanı seversen” diye sesleniyordu Karacaoğlan.

Sosyal medyanın görüntülü arama sesi çalmaya başladı bilgisayardan. Arayan, ‘70’li yıllardan ‘80’li yılların sonuna kadar Ankara’da siyasi faaliyet yürütmüş, şimdi Almanya’da mülteci olarak yaşayan bir arkadaşıydı. Görüntüsü ekrana geldiğinde, karanlık bir odada, elinde birasıyla, gözlerinin dolu dolu olduğunu gördü. Yalnızdı. Arkadaşı onu görünce gözyaşlarını koyverdi. “Beni paylaştığın türküyle can evimden vurdun” dedi. “Yaşam öyle hoyrat, öyle acımasız ki” sözcükleri dökülüyordu gözyaşlarıyla birlikte. “Nato Yolundaki günlerimiz aklıma geldi; bağlama çalıp türküler söylediğimiz, birbirimize canımızı emanet ettiğimiz günler; kelle koltukta gezdiğimiz günler…” derken yalnız bir mültecinin umarsızlığından doğan keder hakim olmuştu ortama.

*

Eski arkadaşının, sosyal medya gruplarında “yoldaşlar” arasında ufak bir görüş ayrılığında nasıl da acımasız, yok edici eleştirilere maruz bırakıldığına şahit olmuştu birçok kez. Birçok kişi, ileri sürülen farklı tezin altında mutlaka başka hesaplar arıyor ve “ajanlık”, “provokatörlük” suçlamaları havada uçuşuyordu.

Arkadaşı konuşurken, bir yandan onu dinliyor diğer yandan da düşünüyordu: “Evet dünya vatandaşlığı iyi bir kavramdı. Ama, çocukluğunun, gençliğinin geçtiği, insanın varlığını şekillendiren birçok yaşam öyküsünün çoğun hem mekânını hem bazı bakımlardan öznesini oluşturan memleketinin özlemi çok yakıcı olmalı” diye geçirdi içinden. “Çeşitli sebeplerle ayrı düşmüşse uğruna ömrünü adadığı, nice acılara, sıkıntılara katlandığı politik mücadelesinden, ‘yabancı’ kelimesinin bütün içeriğiyle kendisine hissettirildiği, bilgi birikimi, yaşam tecrübesi ve onun yaşamına anlam katan bütün değerlerin sıfırlandığı bir ortamda, kendisini o toplumun kültüründe yeniden oluşturacak gücü ve olanakları da yoksa, yalnızlık ve kimsesizliğin içinde yok olup giderdi; eğer yolu deliliğe çıkıp contayı yakmamışsa…” cümleleri geçiyordu aklından.

Arkadaşının isteği üzerine bir kez daha yükseldi Karacaoğlan’ın türküsünün notalarından çıkan melodinin sesi. Birlikte söylediler. Eski arkadaşını odanın karanlığında yalnızlığına terk ederken, “başka bir hayat, başka bir dünyanın kurulma vakti gelmiş de geçiyor bile” diye söylendi.

*

“Giderek ruhsuzlaşan ve vicdansızlaşan dünyaya damgasını vuran ve hemen bütün ülkelerde yaşanan toplumsal çöküş sürecinin son bulduğu, eksiğiyle gediğiyle bütün ‘hayalperestlerin’ omuz omuza, dayanışma ve dostlukla ellerinin birleştiği ve ortasında bombaların patlamadığı büyük halaylara durduğu bir dünyada yaşamak bu kadar mı zor” diye bağırmak istedi. Sorunun çözümünde ekonomik taleplerin ötesine geçmeyen/geçemeyen emekçileri suçlamak gibi ucuz eleştiri yöntemlerine başvurmayacak kadar siyasi tecrübe ve tarihsel bilgiye sahipti. Yoksulluktan ve bunun yol açtığı yoksunluktan dolayı (aralarından kimileri üst sınıfların arasına katılsa da) ezilenlerin büyük bir bölümünün yoksul ve aç kalmasının sebebi kapitalizm/kapitalistler değilmiş gibi, ezilenleri ve onlarla birlikte siyasi mücadele yürütenleri kaba ve kültürsüz olarak niteleyen yazılar okumuştu son dönemde. Ona göre, “geçmişle hesaplaşma adına bunu yapanların ayaklarının altındaki zeminle ezilenlerin durduğu zemin aynı değildi ve bunu birileri bunlara hatırlatmalı”ydı.

İç sıkıntısını yüzünde ve hafif çökmüş omuzlarında taşıyarak, meşakkatli yaşam yolculuğunun bütün anlarında yanında olan eşinin yattığı odaya yöneldi. Etraf zifiri karanlıktı. Belli ki şafak yakındı. Lorca’nın dizeleri dökülüyordu dudaklarından…

“özgür olmayan insan nedir?

söyle bana, mariana.

söyle seni nasıl sevebilirim

özgür olmazsam?

sana kalbimi nasıl açabilirim

bu yürek benim değilse?”

Uykuya dalarken, “özgürleşmek için varolanı savunmak değil yapmamız gereken, yeni bir yaşamı hep birlikte kurmaktır” sözlerini mırıldandı. Dışarıda, randevusuna nihayet gelen kar acele etmeksizin yağmaya başladığında, o ufak bir tıkırtıda uyanacağı uykusuna çoktan dalmıştı.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar