Ana SayfaArşivSayı 86 - 87 UKRAYNA KRİZİ ve LENİNİZMUkrayna Krizi ve Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Geri Dönüşü

Ukrayna Krizi ve Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Geri Dönüşü

 

Samir Amin’in Russia and the Long Transition from Capitalism to Socialism başlıklı kitabının (Monthly Review Press, New York 2016) son iki bölümü.

 

Çeviri: Jülide Yazıcı ve K. Mustafa Ateş

Önceki bölümlerde, Sovyetler Birliği’nin ve modern Rusya’nın, üçlü’nün[1] emperyalist güçleri (ABD, Avrupa, Japonya) tarafından kontrol edilen dünya sistemi içerisindeki yerlerini ele aldık. Çok uzak olmayan bir zamana kadar birbirleriyle sürekli çatışma halinde olan bu emperyalist güçler, günümüzde kolektif emperyalizm biçiminde beraber çalışıyor (Amin, 2013). Dünyanın geri kalanına, özellikle doğal kaynaklara erişim üzerinden, kontrollerini genişletebilecekleri, hatta gerekli durumlarda kendilerine has kullanım için tahsis edebilecekleri bir tarla gibi yaklaşıyorlar. Bağımsızlaşmaya, hatta sistemde biraz özerklik marjı açılmasına bile katlanamıyorlar. Çevre halkların, ulusların ve devletlerin bu tür istekleriyle mücadele etmek için, askeri saldırıdan faşist hareketlerin hizmetlerine kadar her türlü araç kullanılıyor. Sovyetler Birliği neticede alt edilmesi gereken bir düşmandı. 1920-1990 arası Sovyetler’e karşı olan Soğuk Savaş ve Nazilerin “Yahudi-Bolşevizm”e (Judeo-Bolshevism) karşı olan hırslarını kullanma girişimi Sovyetleri alt etme yolundaki ana unsurlardı. Kapitalist olma tercihine karşın Yeni Rusya’nın üçlü’nün güçlerinin kendisine dayattığı kolonileştirilmiş periferi statüsünü reddi, onu hâlâ potansiyel bir düşman konumuna sokuyor. Bu bağlamda üçlü’nün kolektif emperyalizmi tarafından kullanılan faşizm meselesinin geri dönüşü, şu anki Ukrayna krizini ve “Avrasya” projesini daha iyi anlamamıza olanak sağlayacaktır.

Bu metnin başlığının modern kapitalizmin krizi ile faşizmin politik sahneye dönüşü arasındaki bağlantıyı vurgulaması öylesine değildir. Faşizm parlamenter seçim demokrasisinin belirsizliklerini reddeden otoriteryan bir polis rejimiyle eş anlamlı değildir. Faşizm, kapitalist toplumun yönetiminde karşılaşılabilecek zorluklara yönelik belirli bir politik cevaptır.

Haklı olarak faşist olarak adlandırılabilecek siyasi hareketler, özellikle 1930’larda ve 1945’e kadar bir dizi Avrupa ülkesinde ön plandaydı ve iktidarı elinde tutuyordu. Bunlar arasında İtalya’da Benito Mussolini, Almanya’da Adolf Hitler, İspanya’da Francisco Franco, Portekiz’de António de Oliveira Salazar, Fransa’da Philippe Pétain, Macaristan’da Miklós Horthy, Romanya’da Ion Antonescu ve Hırvatistan’da Ante Pavelić sayılabilir. Faşizmin kurbanı olan toplumların çeşitliliği ‒bazıları muzaffer bir savaşla bağlantılı, diğerleri yenilginin ürünü, hem gelişmiş büyük kapitalist toplumlar hem de hakimiyet altındaki küçük kapitalist toplumlar olmak üzere‒ hepsini bir kefeye koymaya engel olmalıdır. Yapıların ve konjonktürlerin bu çeşitliliği toplumlarda farklı etkiler yaratmıştır.

Fakat bu çeşitliliğin ötesinde, tüm faşist rejimlerin iki ortak özelliği olmuştur:

(i) Tüm bu toplumlar hükümeti ve toplumu, kapitalizmin ve hatta modern tekelci kapitalizmin kurucu ilkelerini, özellikle de özel kapitalist mülkiyeti sorgulamadan yönetmeye isteklilerdi. Dolayısıyla, her ne kadar faşist nutukların retoriğinde “kapitalizm” ve “plütokrasiler” yerden yere vurulsa da bu tür faşizmlere kapitalizmin meşruiyetini sorgulayan politik akımlar değil, kapitalizmi yönetmenin belirli biçimleri olarak başvuruluyordu. Bu nutukların gerçek doğasının üzerini örten yalan; bu çeşitli formlardaki faşizmlerin neyi “alternatif” olarak sunduğuna mercek tutulduğunda hemen ortaya çıkmaktadır: özel kapitalist mülkiyet. Kapitalist toplumun politik yönetiminin karşılaşabileceği sorunlar karşısında tek cevap elbette faşizm değildir. Faşizm, sadece şiddetli ve derin kriz konjonktürlerinde egemen sermaye için en iyi, hatta bazen tek çaredir. Bundan dolayı da faşizm analizi bu krizler üzerine yoğunlaşmalıdır.

(ii) Krizdeki bir kapitalist toplumu yönetmek için faşizmin tercih edilmesi her zaman ‒hatta tanımı gereği‒ “demokrasi”nin kategorik reddi anlamına gelir. Faşizm her zaman modern demokrasi teori ve pratiklerinin temel aldığı ilkelerin ‒düşünce çeşitliliğinin tanınması, çoğunluğu belirlemek için seçim prosedürlerine başvuru, azınlığın haklarının garanti altına alınması‒ yerine bunların karşıtı olan, yüce liderin otoritesi ile kolektif disiplinin gereklerine boyun eğilmesi ilkelerini koyar. Değerlerin böyle tersine çevrilmesi, her zaman beraberinde, uygulanmakta olan boyun eğdirme prosedürlerine meşruiyet sağlayabilecek geri kafalı düşünceleri getirir. Geçmişe (Ortaçağ’a) dönmenin, devlet dinine ya da “ırk”ın veya (etnik) “ulus”un bazı sözde özelliklerine boyun eğmenin sözüm ona gerekliliğinin ilanı faşist güçler tarafından kullanılan ideolojik söylemleri oluşturur.

Faşizmin modern Avrupa tarihinde bulunan çeşitli formları bu iki özelliği paylaşır ve alttaki dört kategoriden birine dahildir:

1. Dünyada ya da en azından bölgesel kapitalist sistemde hegemonik güç olmayı arzulayan, büyük “gelişmiş” kapitalist devletlerdeki faşizm

Nazizm bu tür faşizmin modelidir. Almanya 1870’lerden başlayarak büyük bir endüstriyel güç haline geldi ve dönemin hegemonik güçleri olan Büyük Britanya ve Fransa’ya ve aynı zamanda hegemonik olma arzusundaki ABD’ye rakip oldu. Almanya’nın 1918’deki yenilgisinin ardından hegemonik güç olma istemine ulaşabilmesi için mağlubiyetinin sonuçlarının üstesinden gelmesi gerekiyordu. Hitler açık bir şekilde Avrupa’da, Rusya ve hatta ötesi de dahil olmak üzere, “Almanya”nın hegemonik egemenliğini kurma planını formüle etti, ki bu da Nazizmin yükselişini destekleyen tekellerin kapitalizmi demekti. Büyük rakipleri tarafından verilecek bir tavize gayet sıcak yaklaşıyordu: Avrupa ve Rusya kendisine, Çin Japonya’ya, Asya ve Afrika’nın geri kalanı Büyük Britanya’ya, Amerika kıtaları da Birleşik Devletler’e verilmeliydi. Hatası böyle bir tavizin olabileceğini düşünmekti: Büyük Britanya ve Birleşik Devletler bu formülü reddetti, Japonya ise destekledi.

Japon faşizmi de bu kategoriye aittir. 1895’ten beri modern kapitalist Japonya egemenliğini bütün Doğu Asya’ya dayatma peşindeydi. Burada, yükselen ulusal kapitalizmi “emperyal” yolla yönetmekten ‒görünüşte “liberal” kurumlara dayanan (seçilmiş bir Diet[2]), fakat aslında modernleşme tarafından dönüştürülmüş aristokrasinin ve imparatorun dizginlerini tuttuğu bir yönetim şeklinden‒ doğrudan askeri üst komuta tarafından yönetilen vahşice bir sisteme “yumuşak” bir geçiş olmuştu. Nazi Almanya’sı emperyal/faşist Japonya ile ittifak oluştururken, Büyük Britanya ve Birleşik Devletler (1941’deki Pearl Harbor’dan sonra) tıpkı Çin’deki direniş gibi Tokyo ile çatıştı.

2. İkinci derece kapitalist güçlerdeki faşizm

İtalya’dan Mussolini (adı da dahil olmak üzere faşizmin mucidi) bu kategorideki ana örnektir. Mussolinizm İtalyan sağının (eski aristokrasi, yeni burjuvazi ve orta sınıf) 1920’lerdeki krize ve büyüyen komünizm tehdidine cevabıydı. Ama İtalyan kapitalizminin ve onun politik enstrümanı Mussolini’nin faşizminin, değil dünyayı, Avrupa’yı dahi egemenliği altına alma gayesi yoktu. Duce’nin[3] Roma İmparatorluğu’nu yeniden kurmakla ilgili tüm atıp tutmalarına rağmen, Mussolini sisteminin istikrarı için Büyük Britanya (Akdeniz’in efendisi) veya Nazi Almanya’sı ile ittifaka ‒onların astı olarak‒ muhtaç olduğunu anlamıştı. İki olası müttefik arasında yaşadığı tereddüt İkinci Dünya Savaşı’nın arifesine kadar devam etti.

Salazar ve Franco’nun faşizmi de bu kategoriye dahildir. İki diktatör de Katolik Kilisesi ve sağ tarafından demokrat liberaller, ya da demokrat sosyalistler, tehlikesine karşı hazırlanmıştı. Bu nedenden dolayı ne Salazar ne de Franco, ‒komünizm karşıtlığı bahanesi altında yürütülen‒ antidemokratik şiddetleri sebebiyle ana emperyalist güçler tarafından dışlandı. Washington 1945’ten sonra ikisinin de itibarını iade etti (Salazar NATO’nun kurucu üyelerinden oldu ve İspanya, Birleşik Devletler’in askeri üslerine rıza verdi) ve çok geçmeden ‒doğası gereği gerici kapitalist düzenin garantörü olan‒ Avrupa Topluluğu tarafından da tanındılar. 1974’teki Karanfil Devrimi ve Franco’nun ölümü sonrası, bu iki sistem çağımızın düşük-yoğunluklu “demokrasiler” kampına katıldı.

3. Yenilen güçlerin faşizmi

Bu rejimler Fransa’nın Vichy hükümeti ile Belçika’nın Léon Degrelle hükümetini ve Nazilerin desteklediği “Flaman” sözde hükümetini içerir. Fransa’da üst sınıf “Halk Cephesi yerine Hitler’i” (bu konuda Annie Lacroix-Riz’in kitaplarına bakınız) seçti. Bu faşizm türü, “Alman Avrupa’sı”na yenilgi ve boyun eğme ile bağlantılı olarak, Nazilerin yenilgisiyle arka plana çekilmeye zorlandı. Fransa’da bu durum Komünistler ve diğer direnişçileri (özellikle Charles de Gaulle), bir süreliğine, bir araya getiren Direniş Konseyleri’ne yer açtı. Avrupa’nın inşasının başlangıcı ve Fransa’nın, ABD hegemonyasına gönüllü tabiiyeti anlamına gelen Marshall Planı ve NATO’ya katılımıyla, bu faşizm türünün daha ileri evrimi, muhafazakâr sağ ve antikomünist sosyal-demokrat sağın, antifaşist ve potansiyel olarak antikapitalist direnişin içinden çıkan radikal soldan kalıcı kopuşunu beklemek durumunda kaldı.

4. Doğu Avrupa’nın bağımlı toplumlarında faşizm

Doğu Avrupa’nın kapitalist toplumlarını (Polonya, Baltık Devletleri, Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Yunanistan ve Polonya dönemi batı Ukrayna) incelemek için birkaç seviye daha aşağı iniyoruz. Burada geri, dolayısıyla bağımlı kapitalizmleri konuşmak durumundayız. İki savaş arası dönemde bu ülkelerin gerici yönetenleri Nazi Almanya’sını destekledi. Yine de bu ülkelerin politikalarının Hitler’in projesi ile eklemlenmelerini teker teker incelemek bir zorunluluktur.

Polonya’da, Katolik Papalık’ın popülaritesinden güç alan, öteden beri Rus hakimiyetine (Çarlık Rusya’sına) olup, sonraları komünist Sovyetler Birliği’ne yönelen karşıtlık normalde bu ülkeyi, Vichy modelinde olduğu gibi, Almanya’nın vasalı konumuna sokardı. Lakin Hitler durumu böyle görmedi: ona göre Polonyalılar da Ruslar, Ukraynalılar, Sırplar, Yahudiler, Roman ve diğer birçokları gibi yok edilmesi gereken halklardan biriydi. Yani o zamanlar Berlin ile müttefik bir Polonya faşizmine yer yoktu.

Diğer yandan Horthy’nin Macaristan’ı ve Antonescu’nun Romanya’sı Nazi Almanya’sının alt kademe müttefikleri (subaltern ally) gibi muamele gördüler. İki ülkedeki faşizm de bu ülkelerin her birine özgü sosyal krizlerin sonucuydu: Macaristan’da Béla Kun döneminden sonra “komünizm” korkusu ve Romanya’da Macarlar ve Rutenyalılara karşı olan milliyetçi şovenist seferberlik.

Yugoslavya’da Hitler Almanya’sı (ardından Mussolini İtalya’sı), Katolik Kilisesi’nin kararlı desteğiyle Sırp karşıtı Ustaşa’nın yönetimine bırakılan “bağımsız” bir Hırvatistan’ı desteklerken Sırplar imha edilmek üzere işaretlendi.

Rus Devrimi, açıkça, işçi sınıfı mücadelelerinin olasılıkları ve gerici mülkiyet sahibi sınıfların tepkisi bakımından durumu değiştirmişti ve bu yalnızca 1939 öncesi Sovyetler Birliği topraklarında değil, aynı zamanda Baltık ülkeleri ve Polonya’nın kaybedilen toprakları için de geçerliydi. 1921’de Riga Antlaşması’nı takiben Polonya; Ukrayna ve Belarus’un (Volhynia) batı bölgelerini (Avusturya’nın kraliyet arazisi olan güney Galiçya’yı ve çarlığın bir eyaleti olan kuzey Galiçya’yı) ilhak etti.

Bütün bu bölgede 1917’den ‒hatta 1905’teki ilk Rus devriminden‒ itibaren iki kamp şekillendi: (kendi yararları için radikal bir tarım reformu arzulayan) köylülerin büyük bir bölümünde ve entelektüel çevrelerde (özellikle Yahudilerde) popüler olan sosyalizm yanlısı ‒sonradan Bolşevizm yanlısı halini alan‒ kamp ve bütün toprak sahibi sınıfta rağbet gören anti-sosyalist kamp. Baltık ülkeleri, Belarus ve batı Ukrayna’nın 1939’da Sovyetler Birliği’yle yeniden bütünleşmesi bu kontrastı belirginleştirdi.

Doğu Avrupa’nın bu bölgesinde faşizm yanlıları ve faşizm karşıtları arasındaki çatışmanın siyasi haritası; bir yandan ‒ilhak edilmiş Belarus ve Ukrayna bölgelerinde koloni kurmakta ısrarcı olan‒ Polonya şovenizmi ve onun kurbanları arasındaki anlaşmazlıktan dolayı, diğer yandan hem Polonya karşıtı hem de ‒komünizm karşıtlığı yüzünden‒ Rus karşıtı olan Ukraynalı “milliyetçiler” ile Ukrayna’yı bir alt kademe müttefik olarak bile öngörmeyen ve imha edilmek üzere işaretleyen Hitler’in projesi arasındaki anlaşmazlıktan dolayı bulanıktı.

Olha Ostriitchouk’un Les Ukrainiens face à leur passé (Geçmişleri Karşısında Ukraynalılar) (2013) adlı yetkin çalışması, bu bölgenin (Avusturya Galiçya’sı, Polonya Ukrayna’sı, Sovyet Ukrayna’sı haline gelen Küçük Rusya) çağdaş tarihinin titiz bir analizini sunmakta ve halen devam eden çatışmalarda söz konusu olan meselelerin yanı sıra yerel faşizmin işgal ettiği yerin de anlaşılmasını sağlamaktadır.

Batı sağının geçmiş ve güncel faşizme müsamahakâr bakışı

İki dünya savaşı arasında Avrupa sağı, faşizme, hatta daha mide bulandırıcı olan Nazizme karşı her zaman müsamahakârdı. Churchill’in kendisi, uç noktadaki “Britanyalılığına” rağmen, Mussolini’ye sempatisini hiçbir zaman gizlemedi. ABD başkanları, Demokrat ve Cumhuriyetçi partiler, Hitler Almanya’sının ve her şeyden öte emperyal/faşist Japonya’nın temsil ettiği tehlikeyi gecikmeli olarak anladılar. Truman, ABD yönetici elitinin karakterine sinmiş olan o bütün kinizm ile, herkesin içinden geçirdiğini yüksek sesle söyledi: Savaşın Almanya, Sovyet Rusya ve mağlup Avrupalıları yıpratmasına izin verip olabildiğince geç müdahale ederek semeresini görün. Bu hiç de ilkeli bir antifaşist duruş değildir. ABD 1945’te Salazar ve Franco’nun itibarlarını iade ederken en ufak bir tereddüt yaşamamıştır. Dahası, Avrupa faşizmiyle suç ortaklığı o dönemde Katolik Kilisesi’nin politikasının sabit bir öğesi haline gelmiştir. Papa XII. Pius’u Mussolini ve Hitler’in işbirlikçisi olarak tarif etmek pek de abes kaçmayacaktır.

Hitler’in anti-Semitizmi ancak, nihai ölümcül cinnet evresine vardığında ayıplanır oldu. Çoğu politikacı için “Yahudi-Bolşevizm” nefretini kışkırtmak için Hitler’in söylemlerini kullanmak olağandı. Yalnızca Nazizmin mağlubiyetinden sonra Yahudi karşıtlığını ilkesel olarak mahkûm etmek zorunlu hale gelmişti. Kendini “Holokost kurbanları” unvanının sahibi ilan edenler, Avrupai Yahudi karşıtlığı dehşetinde payı olmayan Filistinliler ve Araplara karşı Batı emperyalizminin müttefiki olan İsrail’in Siyonistleri haline geldiği için anti-Semitizmi kınama görevi daha da kolaylaştı.

Tabii ki, Nazilerin ve Mussolini İtalya’sının devrilişiyle beraber Batı Avrupa’nın (Demir Perde’nin batısı) sağcı politikacıları için -kendi grupları içerisinde- faşizmin müttefiki veya destekçisi olanlardan kendini ayırmak zorunluluk haline geldi. Lakin faşist güçler gerçekte yok olmadı, yalnızca perde arkasına gizlenmek zorunda kaldı.

Batı Almanya’da, “uzlaşma” adına, yerel hükümet ve hamileri (Birleşik Devletler ve ikincil olarak Büyük Britanya ve Fransa) savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işleyen insanların neredeyse hepsini yerlerinde bıraktı. Fransa’da, Vichy yanlıları Antoine Pinay ile yeniden politik sahneye dönerken, Direniş’e karşı “iş birlikçiler için uygulanan ölçüsüz infazlar” sebebiyle yasal işlem başlatıldı. İtalya’da sesi sedası çıkmaz olan faşizm Hristiyan Demokrasisi ve Katolik Kilisesi saflarında yaşamını sürdürdü. İspanya’da 1980’de ‒sonradan Avrupa Birliği adını alacak olan‒ Avrupa Topluluğu tarafından verilen “uzlaşma” tavizi, Franco’nun suçlarını hatırlatan ne varsa yasakladı.

Batı ve Orta Avrupa’daki sosyalist ve sosyal demokrat partilerin muhafazakâr sağ tarafından yürütülen antikomünist kampanyalara verdiği destek, faşizmin daha sonra geri dönüşünün sorumluluğunu paylaşmaktadır. Oysa “ılıman” solun bu partileri sahiden ve tereddütsüzce faşizm karşıtıydı. Fakat bunların hepsi unutuldu. Bu partilerin sosyal liberalizme dönüşmesi; sistematik olarak gerici kapitalist düzenin garantisi olarak tasarlanmış olan Avrupa inşasına sorgusuz sualsiz destekleri ve ABD hegemonyasına ‒diğer araçların yanı sıra NATO aracılığıyla‒ yine bir o kadar koşulsuz biçimde boyun eğişleriyle birlikte; klasik sağı ve sosyal liberalleri bir araya getiren, gerekirse yeni aşırı sağı da barındırabilecek bir blok oluştu.

1990’ların başında hızlıca Doğu Avrupa faşizminin itibarının iadesine girişildi. Söz konusu ülkelerdeki faşist hareketlerin tamamı Hitlerizmin belli bir dereceye kadar sadık müttefikleri ya da işbirlikçileri olmuşlardı. Yaklaşan yenilgiyle birlikte faal liderlerinin büyük bir çoğunluğu Birleşik Devletler silahlı kuvvetlerine “teslim olmaları” için Batı’ya sevk edildi. Hiçbiri suçları için yargılanmak üzere, Sovyetler’e, Yugoslavya’ya ya da yeni halk demokrasilerindeki devletlere geri gönderilmedi ki bu Müttefik Devletler’in anlaşmalarının ihlali anlamına geliyordu. Hepsi Birleşik Devletler ve Kanada’da sığınak buldu ve komünizm karşıtlıkları nedeniyle otoriteler tarafından el üstünde tutuldu!

Ostriitchouk, Les Ukrainiens face à leur passé kitabında, ABD politikasının ‒ve arkasında Avrupa’nın‒ hedefleri ile Doğu Avrupa (özellikle Ukrayna) yerel faşistlerinin hedefleri arasındaki danışıklı dövüşü çürütülemez bir şekilde ortaya koymak için gereken her şeyi sunuyor. Örneğin “Profesör” Dmytro Dontsov 1975’teki ölümüne değin bütün yazılarını Kanada’da yayınladı. Dontsov’un yazıları sadece ölesiye komünizm karşıtı değil (“Yahudi-Bolşevizm” terimini kullanmak onda adet haline gelmiştir), aynı zamanda temelinde demokrasi karşıtıdır. Batı’nın sözde demokratik hükümetleri Ukrayna’daki Turuncu Devrim’i (faşist karşı devrim) destekledi (hatta finanse ve organize etti). Ve bunların hepsi devam etmekte. Zamanında, Yugoslavya’da da Kanada, Hırvat Ustaşa’nın önünü açmıştı.

Faşistlere desteğini açıkça kabul edemeyen “ılımlı” medyanın desteğini saklamak için kullandığı zekice yöntem ise basit: Faşist yerine “milliyetçi” terimini kullanıyorlar. Nasıl Marine Le Pen ‒Le Monde’un yazdığı gibi‒ faşist değil milliyetçi ise, Profesör Donstov da artık faşist değil Ukrayna milliyetçisi.

Bu hakiki faşistler sadece kendilerine “milliyetçi” dedikleri için gerçekten öyle mi oluyorlar? Bu şüpheli. Bugün milliyetçiler, bu adı ancak çağdaş dünyanın asıl egemenlerinin, yani ABD ve Avrupa tekellerinin gücünü sorguladıkları takdirde hak etmektedirler. Bu sözde “milliyetçiler” Washington, Brüksel ve NATO’nun dostudur. “Milliyetçilikleri”, talihsizliklerinden asla sorumlu olmayan, büyük ölçüde masum komşu halklara karşı şovenist bir nefretten ibarettir: Ukraynalılar için Ruslar (Çar değil), Hırvatlar için Sırplar, Fransa, Avusturya, İsviçre, Yunanistan ve başka yerlerdeki yeni aşırı sağ için ise “göçmenler”.

ABD’deki büyük politik güçlerin (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) bir yandan Avrupa (parlamenter sağ ve sosyal liberaller) öbür yandan Doğu’nun faşistleri ile arasındaki danışıklı dövüş hafife alınmamalıdır. Hillary Clinton kendini bu muvazaanın önde gelen sözcüsü olarak konumlandırıyor ve savaş histerisinin sınırlarını zorluyor. Rusya’ya (Ukrayna’da, Gürcistan’da, Moldova’da ve başka yerlerde olduğu gibi açık müdahaleyle), Çin’e, Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ayaklanmış insanlara karşı, George W. Bush’tan bile daha yüksek bir sesle (eğer mümkünse tabii), öç alıcı bir önleyici savaş (preemptive war) çağrısı yapıyor (ve sadece Soğuk Savaş’ın tekrarlanması için değil). Ne yazık ki Birleşik Devletler’in zayıflamaya tepki olarak ortaya çıkan bu pervasız gidişatı, Hillary Clinton’ın ilk kadın başkan olmasına yetecek desteği mümkün kılabilir. Aman biz bu sözde feministin ardında neyin yattığını unutmayalım.

Şüphe yok ki, faşizm bugün ABD ve eski “perde”nin batısında kalan Avrupa’daki “demokratik” düzen için hâlâ bir tehdit arz etmiyor olabilir. Klasik parlamenter sağ ile sosyal liberaller arasındaki danışıklık, egemen sermaye için, tarihsel faşist hareketlerin yolunu izleyen bir aşırı sağın hizmetine başvurmayı gereksiz kılıyor. Fakat o zaman son on yılda aşırı sağın seçimlerdeki başarısından ne çıkarmamız gerekiyor? Avrupalılar da açıkça genelleşmiş tekelci kapitalizmin kurbanları arasında (Amin, 2013). Haliyle, onların sağ ve sözde sosyalist sol arasındaki danışıklık ile karşı karşıya kaldıklarında, neden seçimlerde çekimserliğe ya da aşırı sağa oy vermeye sığındıklarını anlayabiliriz. Bu bağlamda potansiyel radikal solun sorumluluğu devasa: Eğer bu sol mevcut kapitalizmin ötesine geçebilen gerçek ilerlemeler önerme cüretkârlığı gösterebilirse, eksikliğini çektiği güvenilirliği kazanabilir. Şu anki bölük pörçük protesto hareketlerinin ve savunmacı uğraşların gösteremediği tutarlılığı gösterebilecek bir cüretkâr radikal sol gereklidir. İşte o zaman “hareket” toplumsal güç dengesini işçi sınıfları lehine alt üst edebilir ve ilerici gelişmelere olanak sağlayabilir. Güney Amerika’da popüler hareketler tarafından elde edilmiş başarılar bunun bir kanıtıdır.

Mevcut durumda, aşırı sağın seçimlerdeki başarısı gerici kapitalizmin ta kendisinden kaynaklanmakta. Bu başarı, medyanın “aşırı sağın popülistleri ile aşırı solun popülistlerini”, ikisini de aynı oranda ayıplayarak, bir kefeye koymasına, böylece ilkinin ‒aşırı sağ teriminin gösterdiği gibi‒ kapitalizm yanlısı, dolayısıyla sermaye için muhtemel müttefikler olduğu, ikincisinin ise sermayenin güç sistemine muhtemel tek tehlikeli rakipler olduğu gerçeğini gizlemesine olanak sağlıyor.

Birleşik Devletler’de her ne kadar aşırı sağ faşist olarak adlandırılmasa da orada da mutatis mutandis[4], benzer bir durum gözlemliyoruz. Dünün McCarthycileri, tıpkı bugünün Çay Partisi fanatikleri ve savaş çığırtkanları (Hillary Clinton dahil) gibi, sistemin kurbanlarının taleplerine boyun eğdiğinden şüphelendikleri “hükümete” karşı, yalnızca tekelci sermayenin sahip ve yöneticilerine ait olduğu anlaşılan “özgürlükleri” açıkça savunmaktadırlar.

Faşist hareketlere değin son bir gözlem: Talep etmeyi ne zaman ve nasıl durduracaklarını bilmiyorlar. Lider kültü ve gözü kör itaatkârlık; fanatizm taşıyan sözde etnik veya sözde dini mitolojik yapılara eleştiriye kapalı ve yüce bir değer atfedilmesi ve şiddet eylemleri için milislerin işe koşulması faşizmi kontrolü zor bir güç yapıyor. Hatalar, hatta faşistlerin hizmet ettiği toplumsal çıkarların (sermayenin çıkarları) bakış açısından irrasyonel sapma olan şeyler, kaçınılmaz. Hitler tam anlamıyla akıl hastası bir insandı; yine de iktidarını borçlu olduğu büyük kapitalistleri deliliğinin sonuna kadar kendisini takip etmeye zorlayabilmişti ve hatta toplumun çok geniş bir bölümünün desteğini kazanmıştı. Hitler sıra dışı bir örnek; fakat Mussolini, Franco, Salazar ve Pétain akıl hastası olmasalar da ortaklarının ve yandaşlarının büyük bir bölümü suç işlemekten çekinmedi.

Çağdaş Güney’de faşizm

Latin Amerika’nın 19. yüzyılda küreselleşmiş kapitalizme entegrasyonu, “peon[5] statüsüne indirgenen köylülerin sömürülmesine ve büyük toprak sahiplerinin vahşi uygulamalarına tabi tutulmasına dayanıyordu. Meksika’da Porfiro Díaz’ın sistemi buna iyi bir örnek. 20. yüzyılda bu entegrasyonun ilerlemesi “yoksulluğun modernleşmesini” doğurdu. Asya ve Afrika’ya kıyasla Latin Amerika’da daha belirgin ve daha erken gerçekleşen köyden kente hızlı göç, çağdaş kent varoşlarında, eski kırsal yoksulluk biçimlerinin yerini alan yeni yoksulluk biçimlerine yol açtı. Aynı anda kitlelerin politik kontrol biçimleri diktatörlükler kurarak, seçime dayalı demokrasiyi kaldırarak, partileri ve sendikaları yasaklayıp “modern” gizli servislere tutuklama ve işkence yetkisi vererek “modernleştirildi”. Bu yönetim biçimleri açıkça Doğu Avrupa’nın bağımlı kapitalist ülkelerinde bulunan faşizme benzerdir. 20. yüzyıl Latin Amerika’sındaki bu diktatörlükler yerel gerici bloklara (büyük arazi sahipleri, komprador burjuvalar ve bazen de bu çeşit lümpen gelişmeden yararlanan orta sınıf) hizmet etti, fakat her şeyden öte yabancı egemen sermayeye, özellikle de Birleşik Devletler’inkine hizmet etti, bundan dolayı Birleşik Devletler, yakın zamandaki halk hareketleri patlamasıyla devrilişlerine kadar bu diktatörlükleri destekledi. Bu hareketlerin gücü ve dayattıkları toplumsal ve demokratik ilerlemeler, en azından kısa vadede, para-faşist diktatörlüklerin geri dönüşünü engelliyor. Fakat gelecek belirsiz: Yerel ve dünya ölçeğindeki kapitalizm ile işçi sınıfı hareketi arasındaki çatışma daha yeni başladı. Tüm faşizmler gibi Latin Amerika diktatörlükleri de bazıları ölümcül olan hatalardan kaçınamadı. Örneğin Jorge Rafael Videla, Arjantin’in ulusal duygularını kendi lehine kullanmak amacıyla Malvinas Adaları için savaşa girmişti.

1980’lerden itibaren, Asya ve Afrika’da Bandung döneminin (1955-1980) ulusal popülist sistemlerinin yerini, genelleşmiş tekelci kapitalizmin yayılmasının karakteristik özelliği olan lümpen gelişme aldı (Amin, 2013). Bu lümpen gelişme aynı zamanda hem yoksulluğun modernleşmesine hem de baskıcı şiddetin modernleşmesine benzer biçimler üretti. Arap dünyasında Nâsır sonrası ve Baas sonrası sistemlerin aşırılıkları buna iyi birer örnek teşkil etmektedir. Bandung döneminin ulusal popülist rejimleri ile küreselleşmiş neoliberalizmin peşine takılan haleflerini, her ikisi de “anti-demokratik” diye aynı kefeye koymamalıyız. Bandung rejimleri, otokratik siyasi uygulamalarına rağmen, hem işçilerin çoğunluğunun yararlandığı gerçek başarıları hem de emperyalizm karşıtı konumları sayesinde halk nezdinde belirli bir meşruiyet kazanmıştır. Ardından gelen diktatörlükler, küreselleşmiş neoliberal modele ve ona eşlik eden lümpen gelişmeye tabi olmayı kabul ettikleri gibi bu meşruiyeti kaybettiler. Demokratik olmasa da halk ve ulus üzerinde sahip olunan otorite yerini neoliberal, halk ve ulus karşıtı projeye hizmet eden polis şiddetine bıraktı.

2011’de başlayan son halk ayaklanmaları bu diktatörlüklerin sorgulanmasına yol açtı. Ancak bu diktatörlükler sadece sorgulanmakla kaldı. Alternatif bir hareket ancak isyanların üzerinde yükseldiği üç hedefi birleştirmeyi başarırsa istikrarı sağlayabilecektir: Toplumun ve siyasetin demokratikleşmesinin devamı, ilerici toplumsal ilerlemeler ve ulusal egemenliğin teyidi.

Biz hâlâ bundan çok uzağız. Bu nedenle görünür kısa vadede birkaç alternatif var. Bandung döneminin ulusal halk modeline, belki bir parça demokrasi ile, geri dönüş mümkün olabilir mi? Ya da demokratik ve ulusal bir halk cephesinin daha belirgin bir şekilde kristalleşmesi? Yoksa bu bağlamda siyasetin ve toplumun “İslamileştirilmesi” biçimini alan geriye dönük bir yanılsamaya mı dalınacak? Söz konusu imtihana verilecek üç olası cevap arasındaki bu çatışmada, Batılı güçler (ABD ve onun alt kademe Avrupalı müttefikleri) seçimlerini yaptılar: Öncelikli desteklerini Müslüman Kardeşler’e ve/veya siyasal İslam’ın diğer “Selefi” örgütlerine verdiler. Bunun nedeni basit ve açıktır: Bu gerici siyasi güçler, güçlerini küreselleşmiş neoliberalizm içinde kalarak kullanmayı kabul etmektedirler (ve böylece herhangi bir sosyal adalet ve ulusal bağımsızlık perspektifini terk etmektedirler). Bu, emperyalist güçler tarafından izlenen yegâne hedeftir.

Sonuç olarak, siyasal İslam’ın programı bağımlı toplumlarda görülen faşizm türüne aittir. Aslında, tüm faşizm biçimleriyle iki temel özelliği paylaşmaktadır: (i) kapitalist düzenin temel yönlerine karşı gelmenin eksikliği (ve bu bağlamda bu, küreselleşmiş neoliberal kapitalizmin yayılmasına bağlı lümpen gelişme modeline karşı gelinmemesi anlamına gelmektedir); ve (ii) demokrasi karşıtı, polis-devletine dayanan siyasi yönetim biçimlerinin tercih edilmesi (parti ve örgütlerin yasaklanması ve ahlakın zorla İslamileştirilmesi gibi).

O halde emperyalist güçlerin anti-demokratik tercihi (maruz kaldığımız propaganda selinde bulunan demokrasi yanlısı retoriği yanlışlamaktadır), söz konusu İslami rejimlerin olası “aşırılıklarını” kabul etmektedir. Diğer faşizm türleri gibi ve aynı nedenlerle, bu aşırılıklar siyasal İslam düşünce yapısının “genlerinde” yazılıdır: Liderlere sorgusuz sualsiz boyun eğme, devlet dinine bağlılığın fanatik bir şekilde yüceltilmesi ve boyun eğmeyi dayatmak için kullanılan şok güçlerinin oluşturulması gibi aşırılıklar.

Aslında, daha şimdiden görülebileceği gibi, “İslamcı” program ancak bir iç savaş bağlamında (diğerlerinin yanı sıra Sünniler ve Şiiler arasında) ilerleme kaydetmekte ve kalıcı kaostan başka bir şeyle sonuçlanmamaktadır. O halde İslamcı iktidarların bu türü, söz konusu toplumların dünya sahnesinde kendilerini göstermekten kesinlikle aciz kalacağının garantisidir. Gerilemekte olan ABD’nin daha iyi bir şey ‒yani istikrarlı ve itaatkâr bir yerel hükümet‒ elde etmekten vazgeçerek bu “ikinci en iyi”yi tercih ettiği açıktır. Benzer gelişmeler ve tercihler Arap-Müslüman dünyasının dışında, örneğin Hindu Hindistan’da da görülmektedir. Hindistan’da seçimleri yeni kazanan Hindistan Halk Partisi (BJP), hükümetinin küreselleşmiş neoliberalizme dahil olmasını kabul eden gerici bir Hindu dini partisidir. Bu, Hindistan’ın bu hükümet altında, yükselen bir güç olma amacından geri adım atacağının garantörüdür. O halde bu partiyi faşist olarak tanımlamak pek de abes olmayacaktır.

Sonuç olarak, faşizm Batı’ya, Doğu’ya ve Güney’e geri dönmüştür ve bu geri dönüş doğal olarak genelleşmiş, finansallaşmış ve küreselleşmiş tekelci kapitalizmin sistemik krizinin yayılmasıyla bağlantılıdır. Bu zor durumdaki sistemin egemen merkezleri tarafından faşist hareketin hizmetlerine fiilen ya da potansiyel olarak başvurulması, bizim açımızdan en büyük ihtiyatı gerektirmektedir. Bu kriz daha da kötüleşecek ve sonuç olarak faşist çözümlere başvurma tehdidi gerçek bir risk haline gelecektir. Hillary Clinton’ın Washington’un savaş çığırtkanlığına verdiği destek yakın gelecek için iyiye alamet değildir.

Ukrayna krizi, Avrasya projesi ve Putin’in denge siyaseti

Güncel Ukrayna krizi, Rusya (ve elbette Ukrayna) tarihinin bugününe ışık tutuyor. Eski Sovyetler Birliği ülkelerinin nomenklaturasının devamcısı olan oligarkların ve onların –Alexandr Buzgalin’in “Jurassic Park kapitalizmi” olarak tarif ettiği‒ vahşi kapitalist tercihlerinin doğasını belirginleştiriyor. Onların hırslarını, başarabileceklerinin sınırlarını, ve üçlü’nün kolektif emperyalizminin finansal sermayesinin küreselleşmiş hakimiyeti için “transmisyon kayışı” işlevi görmeye istekliliklerini gözler önüne seriyor. Fakat, Rusya örneğinde, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerle yakın ilişkiler kurarak (Rusya, BRICS grubunun parçasıdır) başka bir doğrultuda ilerlemenin de mümkün olduğunu ortaya çıkarıyor. Bunun yanında, bu girişimin olası başarısı için gerekli koşulların karşılanmaktan çok uzak olduğunu gösteriyor. Ukrayna krizi, ayrıca, ‒ki söylemeye gerek bile yok‒ emperyalist üçlü’nün hakim güçlerinin gerçek arzularını ve işsiz insanların manipülasyonundan tutun faşist milisler eliyle terör uygulamaya kadar, emellerine ulaşmak için kullanmaya hevesli oldukları ahlaksız araçları gözümüze sokuyor. Dolayısıyla, Ukrayna çatışması, Washington ve alt kademe Avrupalı müttefikleri tarafından devreye sokulan stratejinin; halkların, ulusların, ve hatta Asya, Afrika, Latin Amerika’nın olduğu kadar Rusya ve diğer eski Sovyetler Birliği ülkeleri gibi çağdaş periferi ülkelerinin ‒her ne kadar kafa karışıklığı da içerse‒ arzularının karşısına dikildiği daha geniş bir bağlamın parçasıdır.

Şu kesin ki ABD ve Avrupa 2014 Şubat’ında Kiev’de bir “Avro-Nazi” darbesi düzenledi. Demokrasi vaadiyle ilgili klişe nutuklar atan Batılı medya ruhbanı, bütünüyle ve basitçe yalan söylüyor. Üçlü’nün güçleri bugüne kadar hiçbir yere demokrasi getirmedi. Bilakis, kurnazca “milliyetçiler” ismi takılan faşistler dahil, en fanatik demokrasi karşıtlarını desteklediler her zaman. Eski Yugoslavya’da, Avrupalılar, Kanada sürgününden geri getirdikleri, Hırvat faşizmi için nostalji duyan unsurları desteklediler; Kosova’da uyuşturucu ve fuhuş mafyalarını güçlendirdiler; Arap ülkelerinde, Suudi Arabistan ve Katar gibi yeni demokratik cumhuriyetler olarak parlayacakları kesin olan (!) ülkeler tarafından finanse edilen en gerici siyasal İslam’ı desteklemeye devam ediyorlar. Irak ve Libya’daki askeri müdahaleler, en ufak bir demokrasi umudu geliştirmeden, bu ülkeleri mahvetti. Suriye’de, üçlü’nün güçlerinin “İslamcılara” doğrudan ya da Suudi Arabistan ve Katar yoluyla verdiği askeri destek daha iyi hiçbir şey vadetmiyor.

Kiev’de kendilerini hükümet ilan edenler, tedbirli davranıp seçime giderek kendilerine meşruiyet görüntüsü sağladı. Hatta bu seçimlerin adayları, her ihtimale karşı, onları iktidara getiren faşist milislere sahip çıkmamak için bile tedbir aldı. Bu, Batı medyasının, onları “milliyetçi demokratlar” olarak sunmasına zemin sağladı. Esasında olan, tıpkı Arap dünyasında ve başka yerlerde de olduğu gibi, bir seçim maskaralığından başka bir şey değildi. Cuntayı hedef alan bütün direnişin vahşice bastırılması –Rus yanlısı olduğu düşünülen‒ partilerin yasaklanması, medyanın üzerindeki mutlak kontrol, Odessa’da olduğu gibi muhaliflerin katledilmesi (ve yine Odessa’da, faşist milislerin kontrolünü elinde tuttuğu adalet sisteminin, kurbanların ailelerinin peşine düşen suçluları kovuşturmaktan kaçınması) üçlü’nün medya ruhbanı tarafından herhangi bir yorum konusu bile edilmedi. Ukrayna’nın durumunun bütün sorumluluğunu, ‒Kırım’ı ilhak etmek ve Doğu Ukrayna’daki ayrılıkçıları desteklemek suretiyle‒ Ukrayna ulusunun bağımsızlığını delmekle suçladıkları Putin’in yayılmacı hırslarına attılar. Bu suçlamayı; Sırbistan, Irak ve Suriye’nin bağımsızlığını ihlal etme konusunda en ufak da olsa tereddüt etmeyen ve başka ülkeler için de benzer senaryolar planlayan ülkelerden duymak oldukça ilginç.

Kiev hükümetinin karşı karşıya kaldığı engel, görünüşe göre Rusça ve Ukraynaca konuşanları birbirine düşüren, doğası gereği “etnik” bir engel değil yalnızca. Belirtmek gerekiyor ki eski SSCB cumhuriyetlerinin sınırları, Sovyet hükümeti tarafından, Büyük Rus şovenizminden kopma ruhuyla, bilinçli bir şekilde Rus olmayan milliyetler lehine çizilmiştir. Hiçbir zaman Ukrayna’ya ait olmamış Kırım’ın durumu bunun kanıtıdır. Donetsk ve Odessa hiçbir zaman “etnik olarak” Ukraynalı olmamıştır. Yugoslavya cumhuriyetlerinde olduğu gibi, bu sınırlar ayrılıkçı devletlerin temeli olsunlar diye çizilmedi. Putin herhalde bir demokratik dava kahramanı değil; fakat burada tüm yaptığı, Ukrayna’da Brüksel’in, geçmişte Doğu Avrupa’da, Yunanistan’da ve Kıbrıs’ta da dayattığı Avro-Alman sömürgeleştirmesini reddedenleri desteklemek. Avrupa projesini reddedebilecek olanlar, Kiev cuntasının despotik güçleri Avro-Alman projesine bu türden herhangi bir muhalefetin dile getirilmesine izin vermese bile, yalnızca Ukrayna’nın Rusça konuşan kesimleri değil.

Rusya bugünün ve yarının dünya düzeninde kendisine bir yer arıyor. Şimdi NATO güçleri tarafından çevrilmiş durumda. Putin’in halüsinasyonu falan değil gayet gerçek olan tehlike; ABD ve Avrupa’nın, Doğu Avrupa’yı, özellikle Baltık ülkelerini, NATO’ya entegre etmeyecekleri yönünde verdikleri güvenceyi ihlal ettiklerinde güncel hale geldi. Bugünkü tehlike Ukrayna’yı bu saldırgan örgüte dahil etmeleri. Tabii biliyoruz ki (1492’den beri) söz konusu olan emperyalist politikalarsa, tutulmayan sözler kadar olağan bir şey yok. Washington ve Brüksel’in sözüne güvenmek için naif olmak gerekiyor. Bu naiflik, Libya müdahalesinin meşruluğunu ortadan kaldırmak için Güvenlik Konseyi veto haklarını kullanmadıkları zaman Rusya ve Çin tarafından sergilenmişti. Fakat Moskova ve Pekin nihayet hatalarından ders çıkarmış görünüyorlar. ABD ve Avrupa’nın yayılmacı projelerine cevap olarak, Putin, eski SSCB halklarından büyük bir ittifak inşa etme fikrini benimsemiş görünüyor. Bugün “Avrasya ittifakı” olarak bilinen bu ittifak, yeni, yapay bir icat değil. Bu fikrin, Rusya’nın dünyada kendi yerinin tanımı için yüzyıllar süren arayışına cevap olduğunu hatırlayalım. Bu, Rusların ve eski SSCB ülkelerinin halklarının hakkı değil midir?

Moskova’nın emperyalist düzenle kavgası, Ukrayna ya da diğer yerlerde, yalnızca halklar onu desteklerse muzaffer olur. Bu destek, yalnızca Rusya’nın, Rusya’da ve diğer yerlerde, kendini toplumsal facianın kaynağı neoliberalizmin zincirlerinden kurtarmasıyla mümkün olur. Bugüne kadar, Putin riskli bir denge politikası yürüttü; bir yandan feci bir iç neoliberal politika sürdürürken, diğer yandan bağımsız bir Rusya’nın meşru çıkarlarını savundu. Neoliberalizmi terk etmek ve finansal küreselleşmeden kaçınmak hem gerekli hem de mümkün. Bu mecburiyet yalnızca Rusya için değil, tüm BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) ve küresel Güney ülkeleri için geçerli. Bugün Rusya’da, siyasi sınıfın, demokratik ve toplumsal bir yönetim yönünde ilerleyebilecek bir devlet kapitalizmini desteklemeye hazır kesimleri hâlâ var. Fakat eğer Rus hakim sınıfının neoliberalizmin tek kazananı olan komprador fraksiyonu üstün gelirse, işte o zaman Avrupa’nın Rusya’ya uyguladığı yaptırımlar sonuç verir. Komprador kesimler ülkelerinin yağmalanmasından kendi paylarına düşecekleri korumak için emperyalizme taviz vermeye hâlâ hazır. O zaman üçlü’nün emperyalizmi tarafından kolonize edilmeyi reddetmeye Rusya’nın gücü yetmeyecek ve aynı zamanda Ukrayna’daki savaşı da kaybedecek.

Referanslar

Amin, Samir, The Implosion of Contemporary Capitalism, (New York: Monthly Review Press, 2013).

Ostrutchouk, Olha, Les Ukrainiens face à leur passé [Ukrainians Faced with Their Past], (Brussels: P. I. E. Lang, 2013).

Değerlendirmeler ve Perspektifler

Yalnızca bir tane küresel tarih var. Ne var ki, bu küresel tarihe dair farklı görüşler var. Dünyanın belirli bir bölgesinin (bu durumda Rusya’nın) tarihi, yalnızca belirli bir yazar tarafından anlaşıldığı biçimiyle küresel tarihin içine yerleştirildiği zaman anlam kazanıyor. Kendi perspektifimi, Global History: A View from the South isimli kitabımda açıkladım: (i) Görüşüm esinini Marx’ın tarihsel materyalizminden alıyor, fakat çeşitli Enternasyonallerin tarihsel Marksizmlerine olan mesafemi koruyorum; ve (ii) benim görüşüm, periferi halklarının küreselleşmiş kapitalist sistemden, kapitalizmin sosyalist yönde aşılması yoluyla kurtuluşu için mücadele eden, hem enternasyonalist hem evrenselci bir aktivist olarak bakış açımdan ayrılamaz.

Yine de, küresel tarih, onu savunanlar için tehlikeli tuzaklar sunuyor. Bunların ilki, yazar tarafından kavramsallaştırıldığı biçimiyle aktüel tarihten türetilmekten uzak, aslında a priori biçimde anlaşılan bir kalkış noktası olan bir tarih felsefesine düşmektir. Henri Pirenne bunun bir örneği. Bütün insanlık tarihi için Pirenne, açık, demokratik ve kapitalist olarak tariflediği kıyı dünyalarını; kapalı, despotik ve feodal olarak tariflediği kıtasal dünyaların karşısına koyuyor. Yazarının saygın demenin az kalacağı bilgi birikimine rağmen, bilimsel değerden tamamen yoksun olan bu a priori görüş, güncel olarak moda ideoloji haline geldi. Bu perspektife göre, Atlantik ve Pasifik dünyası –somut olarak, ABD, Avrupa ve Japonya üçlü’sü‒ piyasa ekonomisi denen verimli ekonominin, demokrasinin ve barışın dünyası. Bu dünya, zorunlu olarak despotik ve saldırgan olan kıtasal dünyaların, yani Rusya, Çin, Arap ve Müslüman dünyasının, aşırı hırsları ile çarpışıyor.

İlkine bağlı olan ikinci tuzak, tarihin benzer döngüleri tekrarladığı fikrine dayanan tarih-dışı (ahistorical) perspektiflere yenik düşmektir. Bu perspektif, tarihin önemli aşamaları arasındaki niteliksel farkları dikkate almaz. Bu yaklaşımın örneği olarak akla, Paul Kennedy’nin yayılma ve imparatorlukların düşüşü üzerine tarih-dışı teorisi geliyor. Kendi adıma, ben, ‒çeşitli görünümleriyle‒ haraççı üretim tarzı olarak adlandırdığım toplumlar etrafında yapılanmış kapitalizm öncesi küresel tarih ve 1800’lerde başlayan tarihsel kapitalizmin üretim tarzına dayanan modern zamanlar tarihi arasındaki ayrımı bulanıklaştırmayı reddettim.

Üçüncü tuzaksa amatörlük. Küresel tarih, yetkinliği akademik incelik değil alanın gereklerinin ifadesi olan bilim insanlarının çalışmasını gerektirir. Ben meslekten tarihçi değilim, yalnızca profesyonel tarihçilerin çalışmalarının bir okuruyum –ama dikkatli bir okur olduğuma inanıyorum. Burada sunduklarımın kalitesini yargılamak okura kalmış: Benimki, temelini Rusya tarihçilerinin çalışmalarından alan bir çalışma mıdır, yoksa bir amatörün elinden çıkmış çalakalem bir deneme midir?

Şimdi, Rusya tarihini okumamdan çıkardığım sonuçlara geliyorum. Bu sonuçlar, bir taraftan geçmişi, öbür taraftan şimdiyi ve geleceği ilgilendiriyor.

Önceden belirttiğim gibi, daha uzak geçmiş bakımından, Rus devletinin oluşumu, örneğin Fransa ve Büyük Britanya krallıklarının oluşumundan farklı görünmüyor. Bu devlet, kapitalist moderniteyi önceleyen bir dönemde ortaya çıktı. Elbette, popüler ulusal tarihçiler, illa diğer ulusların oluşumuna dair karanlık bir tablo çizilmesi gerekmeksizin, kendi modern uluslarının oluşumunun daha pembe bir tablosunu çizmeyi tercih ederler. Ne var ki, bugünden bakıldığında, söz konusu geçmişi daha keskince yargılamak mümkündür. Dürüst bir Fransız, Fransa ve Oksitanya’nın sonraki ‒ve yavaş‒ doğuşunu mümkün kılan Albigeois Haçlı Seferi’nin dehşetlerini kabul eder; dürüst bir Briton İrlanda’nın sömürgeleştirilmesinin yol açtığı dehşetleri kabul eder; dürüst bir Rus, Çarlık despotizminin dehşetlerini kabul eder (ve Bolşevikler, geçerli sınıfsal sebeplerle, bu dehşetin mümkün olan en karanlık tablosunu çizmişlerdir). Bense, bu üç ulusal inşanın benzerlik ve analojisini vurguladım; olaylara pozitif ya da negatif bir renk mi katılacağı kişisel tercihe kalmış. Fransa ve Büyük Britanya’nın inşaları krallarına, Rusya’nınki de imparatoruna (çara) bağlandığında, rütbelerdeki ayrımın hiçbir önemi kalmaz. Krallar coğrafi olarak sınırlı bir alanın monarkıdır; devasa Rus alanının kralı ise imparatordur.

Diğer taraftan, daha yakın geçmiş içinse, kolonyal imparatorlukların ve çarcı imparatorluğun oluşumları arasındaki fark vurgulanmalıdır. İlki kapitalizmin gelişiminden ayrı düşünülemezken, ikincisinin kapitalizmin gelişimiyle pek az alakası vardır (belki 19. yüzyılın sonundan itibaren hariç). Bu anlamda, Rus İmparatorluğu’nun oluşumunu, Osmanlı İmparatorluğu ya da Çin İmparatorluğu’nunkiyle kıyaslamak daha doğru olur.

Şimdi ve görünen gelecekle ilgili sonuçlar, tamamen farklı ve yeni bir bağlamın içine yerleştirilmeli. Benim kapitalist dönemin küresel tarihine ilişkin yorumum, on dokuzuncu yüzyılda yeryüzünün, merkezlerin (Avrupa, ABD ve Japonya) tarihsel emperyalizmleri tarafından fethedilmesi ve yirminci yüzyılda periferilerin kendilerini kısmen emperyalist hakimiyetten kurtardıkları (daha isabetli biçimde söyleyecek olursak, emperyalist güçleri periferilerin kurtuluşlarına doğru adımlarına göre kendilerini ayarlamak zorunda bıraktıkları) muzaffer mücadelelerinin ilk dalgası tarafından takip edilen merkez-periferi kutuplaşmasının sistematik inşasına odaklanır. Sovyetler Birliği tarihi bu bağlamda düşünülmelidir. Güney’in ilk uyanışı (bu aynı zamanda kitaplarımdan birinin başlığıdır) 1980 ve 1990 arasında sona erdi ve yerini, bir yanda üçlü’nün yeni kolektif emperyalizminin dünyada hakimiyetini yeniden kurma taarruzunun, öbür yanda periferilerin uyanışıyla birlikte ikinci direniş dalgasının yükselişinin damgasını vurduğu bugünkü durumun başlangıcına bıraktı.

Bu dramatik bir moment. Michel Raimbaud’nun (2015) gösterdiği gibi, enerjisi tükenmekte ve kontrol edemediği çatışmaların içine saplanıp kalmış olsa bile, yeni emperyalizm hâlâ hücum halinde. Ukrayna’yı kolonize etme girişimiyle başlayan Rusya’ya karşı saldırı zirve noktasına ulaştı. Sadece bu da değil. Asıl büyüyen güç Çin ile çatışma henüz su yüzüne çıkmadı. ABD ve alt kademe Avrupalı müttefiklerinin saldırısı, Arap dünyasının, İran’ın, ve bunun ötesinde, Asya ve Sahraaltı Afrika’nın sistemli yıkımını gerektiriyor. Bunun için kullanılan araç, Batı’nın ayrıcalıklı müttefikleri olan Basra Körfezi ülkelerinden esinlenen ilkel ve gerici siyasal İslam. Söz konusu toplumların gerileyişleriyle bağlantılı kaos, onların dünyanın dönüşümünde pozitif aktörler olmasını imkânsız kılıyor.

Bu savaşta sınırsız zorluk var. Kazanan kim olacak? Dünya ölçeğinde bir apartheid sistemi tesis ederek (gerektiğinde soykırımlara da girişerek), birçok alanda olduğu gibi ekolojik olarak da bütün gezegeni bir intihara doğru sürükleyen emperyalizm mi? Yoksa, Güney’in ikinci uyanışı emperyalist Kuzey’i geri çekilmeye zorlayacak ve böylece periferilerdeki halkların mücadeleleriyle Kuzey’in işçilerinin yaklaşan mücadelelerin bir araya gelmesi ihtimaline kapı mı aralayacak? Rusya, bu iki kamptan hangisine kendisini bağlayacak? ‘90’lar Rusya’sı, üçlü tarafından, özellikle de Avrupa tarafından, benimseneceği yanılsamasını taşıyordu. Gorbaçov’un naif “Ortak Avrupa Evi” bu yanılsamaya dayanıyordu. Avrupa (asıl olarak Almanya, Büyük Britanya, ve Fransa) bunu istemedi ve hâlâ da istemiyor. Avrupa gözlerini, tekrar fethedilmiş bir Doğu Avrupa’daki kendi “Latin Amerika”sına dikmiş durumda. ABD ile birlikte, ve onun arkasında, Ukrayna ile başlayarak, Rusya’yı kolonileştirme emelleri güdüyor.

Putin Rusya’sı ise Washington ve Brüksel’in gerçek emellerinin farkına varmış görünüyor. Ne var ki Putin, Sovyet sonrası dönemin kafa karışıklığından tamamen ‒ya da henüz‒ kurtulamadı. Yerel oligarşinin ‒Avrupa ve ABD’de olduğu gibi Rusya’da da‒ siyasi erki yönetmesine dayanan, finansallaşmış tekellerin yerel üretimi yönetmesiyle eş anlamlı olarak anlaşılan “piyasa ekonomisi”nin partizanı olmayı sürdürüyor. Michel Eltchaninoff’un (2015) gösterdiği gibi, Putin, hâlâ, sağ düşünceden etkilenmiş kafası karışık bir muhafazakâr. Bu çelişkiyle ilgili düşüncemi zaten ifade etmiştim: Bu tür bir ekonomik ve toplumsal yönetimle olan bağı koparmadan, Batı saldırganlığından korunaklı bir bağımsız gelişme projesinde ilerlemek imkânsızdır. Bu gözlem, yalnızca Rusya için değil; belki belirli bir noktaya kadar Çin hariç, tüm gelişmekte olan ülkeler için geçerlidir.

Dolayısıyla, Rusya tarihinin uzun vadede bir değerlendirmesini yapmak bugün için zor. Uzun vadede tarih, sakince akan bir nehir değildir, farklı momentlerden oluşup düzensiz akanaklarla ayrılmaktadır. En iyisinden en kötüsüne her türlü gelecek ihtimaline açık olan mevcut konjonktür yakın geleceği net olarak görmeyi imkânsız kılıyor. 

Referanslar

Amin, Samir, Global History: A View From the South, (Oxford: Pambazuka, 2011).

Eltchaninoff, Michel, Dans la tête de Vladimir Poutine [Inside Vladimir Putin’s Head], (Arles, France: Actes Sud-Solin, 2015).

Raimbaud, Michel, Tempête sur le Grand Moyen-Orient [Storm over the Greater Middle East], (Paris: Ellipses, 2015)

 

[1] Samir Amin, ABD, Avrupa ve Japonya’nın oluşturduğu kamp için üçlü (triad) terimini kullanmaktadır. Ç.N.

[2] “Diet”, Japonya’nın çift meclisli parlamentosudur. Ç.N.

[3] İtalyanca’da lider anlamına gelen “Duce”, faşistler tarafından Mussolini için kullanılmıştır (Il Duce). Ç.N.

[4] “Kimi farklılıklar yok sayıldığında” anlamına gelen Latince tabir. Ç.N.

[5] Köle gibi çalıştırılan kimse. Özellikle kolonyal ve post-kolonyal dönemde Latin Amerika yerlilerinin tabi olduğu köleliği andıran çalışma koşullarını tarif etmek için kullanılmaktadır. Ç.N.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar