Çin 2013

     https://monthlyreview.org/2013/03/01/china-2013/

Çin 2013

Samir Amin
Çeviri: Dicle Kızılkan

“Yükselen bir güç” olan Çin’in bugünü ve geleceğiyle ilgili tartışmalar beni hep aklımda soru işaretleriyle bırakmıştır. Bazıları Çin’in mutlak bir şekilde “kapitalist yol”u seçtiğini, hatta günümüzün kapitalist küreselleşmesine entegrasyonunu hızlandırmaya niyetli olduğunu iddia ediyor. Bundan oldukça memnunlar ve sadece bu “normale dönüş”e (kapitalizm tarihin sonu olduğundan), Batı tarzı demokrasiye doğru ilerlemenin (çok partililik, seçimler, insan hakları) eşlik edeceğini umuyorlar. Çin’in bu yolla Batı’nın zengin toplumlarını kişi başına düşen milli gelir açısından “yakalayacağı” ihtimaline inanıyorlar ya da buna inanmaya ihtiyaç duyuyorlar ‒ki bunun mümkün olduğunu sanmıyorum. Çin sağı da bu görüşü paylaşıyor. Kimi “ihanet edilen sosyalizm”in değerleri adına bundan esef duyuyor. Batıda kimileri kendini Çin-karalama [1] pratiğinin baskın dışavurumlarıyla ilişkilendiriyor. Bazı diğerleriyse ‒Pekin’de iktidarda olanlar‒ seçilen yolu “Çin tarzı sosyalizm” olarak betimliyorlar, yine açık bir tanım vermeden. Gel gör ki bu nitelikler resmi metinleri, özellikle de kesin olan ve oldukça ciddiye alınan Beş Yıllık Planları yakından okuyarak fark edilebilir.

Aslında “Çin kapitalist mi sosyalist mi?” sorusu kötü bir şekilde ortaya konmuştur; bu soru, cevap olarak mutlak bir alternatif yaratma konusunda anlam ifade edemeyecek kadar genel ve soyuttur. Esasen Çin 1950’den ve hatta belki de on dokuzuncu yüzyıldaki Taiping Devrimi’nden beri özgün bir yol izliyor. Burada, 1950’den bugüne ‒yani 2013’e‒ gelişim aşamalarının her birinde bu orijinal yolun doğasını açıklamaya çalışacağım.

Tarım Sorunu

Mao, Çin’de Komünist Parti tarafından gerçekleştirilen devrimin doğasını, sosyalizme bakan anti-emperyalist / anti-feodal bir devrim olarak tanımladı. Mao, Çin halkının emperyalizm ve feodalizmle uğraştıktan sonra sosyalist bir toplum “inşa ettiğini” asla varsaymadı. Bu devrimi her zaman sosyalizme giden uzun yolun ilk aşaması olarak nitelendirdi.

Çin Devrimi’nin tarım sorununa verdiği yanıtın oldukça özgül doğasını vurgulamalıyım. Dağıtılan tarımsal arazi özelleştirilmedi; köy komünleri vasıtasıyla temsil edilen ulusun mülkü olarak kaldı ve kırsaldaki ailelere yalnızca kullanımı verildi. 1917’deki köylü ayaklanmasının oldubittisiyle karşı karşıya kalan Lenin’in toprak dağıtımından yararlananların özel mülkiyetini tanıdığı Rusya’da durum böyle değildi.

Tarım arazisinin meta olmaması ilkesinin Çin’de (ve Vietnam’da) uygulanması neden mümkün oldu? Dünyanın dört bir yanındaki köylülerin mülkiyete, sadece mülkiyete özlem duydukları sürekli olarak tekrarlanır. Çin’de de durum böyle olsaydı, toprağı millileştirme kararı, Stalin’in Sovyetler Birliği’nde zorunlu kollektifleştirmeye başladığı zaman olduğu gibi, sonu gelmez bir köylü savaşına yol açardı.

Çin ve Vietnam (ve başka hiçbir yer değil) köylülerinin tutumu, mülkiyetten habersiz olmalarına neden olan varsayımsal bir “gelenek” ile açıklanamaz. Bu, iki ülkenin Komünist Partileri tarafından uygulanan zekice ve istisnai bir siyasi çizginin ürünüdür.

İkinci Enternasyonal, köylülerin kaçınılmaz mülkiyet özlemini ‒ki on dokuzuncu yüzyıl Avrupası’nda hakikaten temeli de vardır‒ sorgusuz sualsiz kabul etti. Avrupa’nın kapitalizmden feodalizme uzun geçişi boyunca (1500-1800), krallar, lordlar ve köylü serfler arasında paylaşılan haklar yoluyla toprağa erişimin daha önceki kurumsallaşmış feodal biçimleri yavaş yavaş çözülmüş ve yerini toprağın meta olduğu, sahibinin serbestçe malını elden çıkarabilmesiyle (diğer bir deyişle alıp satabilmesi) karakterize edebileceğimiz modern burjuva özel mülkiyeti düzenine bırakmıştır. İkinci Enternasyonal’in sosyalistleri “burjuva devrimi”nin bu oldubittisini kınayarak da olsa kabul ettiler. Ayrıca, sanayide modellenen büyük mekanik işletmelere ait olan küçük köylü mülkiyetinin bir geleceği olmadığını düşünüyorlardı. Kapitalist gelişmenin tek başına böyle bir mülkiyet yoğunlaşmasına ve onun en verimli sömürülme biçimlerine yol açacağını düşündüler (bkz. Kautsky’nin bu konudaki yazıları). Tarih onların yanıldığını ispatladı. Köylü tarımı iki anlamda kapitalist aile tarımına dönüşmüştür: Üretimin artık pazar için yapılması (çiftlikteki tüketimin önemsiz hale gelmesi) ve modern ekipman, endüstriyel girdi ve banka kredilerinden faydalanılması. Dahası bu kapitalist aile tarımının, işçinin yıl başına düşen hektar başı üretim hacmi bakımından, büyük çiftliklere kıyasla oldukça verimli olduğu anlaşıldı. Bu gözlem modern kapitalist çiftçinin, girdilerin ve kredinin yukarı yönlü arzını ve ürünlerin aşağı yönlü pazarlanmasını kontrol eden genelleştirilmiş tekelci sermaye tarafından sömürüldüğü gerçeğini dışlamaz. Bu çiftçiler egemen sermaye için taşeronlara dönüştürülmüşlerdir.

Böylece her alanda ‒sanayi, hizmet, tarım‒ büyük girişimin her zaman küçükten daha verimli olduğuna kani İkinci Enternasyonal’in radikal sosyalistleri, bir yanılgıyla, toprak mülkiyetinin ortadan kaldırılmasının (toprağın ulusallaştırılması) büyük sosyalist çiftliklerin (gelecekteki Sovyet sovhozlarına ve kolhozlarına benzeyen) oluşmasına yol açacağını varsaydılar. Ancak ülkelerinde (emperyalist merkezlerde) devrim gündemde olmadığı için bu tür önlemleri sınayamadılar.

Bolşevikler bu tezleri 1917’ye kadar kabul etti. Rus aristokrasinin büyük mülklerini millileştirirken, ortak arazilerdeki mülkiyeti de köylülere bırakmayı tasarladılar. Ancak sonradan gelecek ve büyük mülklere el koyacak köylü ayaklanmasına gafil avlandılar.

Mao bu tarihten dersler çıkardı ve tamamen farklı bir siyasi eylem çizgisi geliştirdi. 1930’larda Güney Çin’de başlayan uzun kurtuluş iç savaşı boyunca Mao; Komünist Partinin artan varlığını yoksul ve topraksız köylülerle (ki çoğunluktular) sağlam bir ittifaka dayandırdı, orta hâlli köylülerle dostane ilişkiler sürdürdü, ve varsıl köylüleri savaşın her aşamasında dışladı ‒fakat düşmanlaştırmadan. Bu hattın başarısı, kırsal kesimde yaşayanların büyük çoğunluğunu, sorunlarının özel mülkiyet gerektirmeyen; dağıtım yoluyla elde edilen arazilere dayanan bir çözümünü göz önünde bulundurmalarına ve kabul etmelerine hazırladı. Mao’nun fikirlerinin ve bunların başarılı bir şekilde uygulanmalarının tarihsel köklerinin on dokuzuncu yüzyıl Taiping Devrimi’nde olduğunu düşünüyorum. Böylece Mao, Bolşevik Parti’nin başarısız olduğu yerde başarılı oldu: büyük kırsal çoğunluk ile ittifak kurmak. Rusya’da 1917 yazının oldubittileri, zenginlerden (kulaklar) ziyade fakir ve orta hâlli köylülerle ittifak fırsatlarını ortadan kaldırdı, çünkü fakir ve orta hâlli köylüler kazanılmış özel mülkiyetlerini savunma konusunda endişeliydiler ve Bolşeviklerdense kulakları takip etmeyi tercih ettiler.

Sonuçları büyük önem taşıyan bu “Çin özgüllüğü”, Çağdaş Çin’i (2013’te bile) “kapitalist” olarak nitelendirmemizi kesinlikle engelliyor, çünkü kapitalist yol toprağın bir metaya dönüştürülmesine dayanır.

Küçük Üretimin Bugünü ve Geleceği

Ancak bu ilke bir kez kabul edildiğinde, bu ortak malın (köy topluluklarının arazisi) kullanım biçimleri oldukça çeşitli olabilir. Bunu anlamak için küçük üretimi küçük mülkiyetten ayırt edebilmeliyiz.

Köylü ve zanaatkârın yaptığı küçük üretim tüm geçmiş toplumlarda üretime egemen oldu. Modern kapitalizmde de önemli yerini, artık küçük mülkiyetle bağlantılı olarak, korumuştur ‒tarımda, hizmetlerde ve hatta sanayinin belli kısımlarında. Apaçık bir şekilde, çağdaş dünyanın baskın üçlüsünde (ABD, Avrupa ve Japonya) geriliyor. Bunun bir örneği, küçük işletmelerin ortadan kaybolmaları ve onların yerini büyük ticari operasyonların almasıdır. Ancak bu, bu değişimin sosyal, kültürel ve medeni boyutlar bir yana, verimlilik anlamında bile bir “ilerleme” olduğu anlamına gelmiyor. Aslında bu, rant peşinde koşan genelleştirilmiş tekellerin egemenliğinin ürettiği tahrifin bir örneği. Bu nedenle belki de gelecekteki bir sosyalizmde küçük üretimin yerinin önemini yeniden kazanması istenecektir.

Her halükârda çağdaş Çin’de, küçük mülkiyetle zorunlu olarak ilintili olmayan küçük üretim, yalnızca tarımda değil aynı zamanda kentsel yaşamın büyük kesimlerinde de ulusal üretimde önemli yer tutar.

Çin, toprağın ortak bir mal olarak kullanımının oldukça çeşitli ve hatta zıt biçimlerini [2] deneyimlemiştir. Bir yanda verimliliği (işçinin yıl başına bir hektardan üretim hacmi), diğer yanda harekete geçirilen dönüşümlerin dinamiklerini tartışmamız gerekiyor. Toprağın meta dışı statüsünün sorgulanmasına yol açacak olan kapitalist gelişim eğilimlerini güçlendirebilirler, yahut sosyalist bir yöndeki gelişmenin bir parçası da olabilirler. Bu sorular ancak eldeki modellerin somut bir incelemesiyle cevaplanabilir, çünkü o modeller 1950’den bugüne Çin gelişiminin birbirini izleyen anlarında uygulanmışlardır.

Başlangıçta, 1950’lerde benimsenen model, sulama yöntemi, koordinasyon gerektiren işler ve belirli türde ekipmanların kullanımını yönetmeye yönelik basit işbirliğiyle birleştirilmiş küçük aile üretimiydi. Bu, bu tür küçük aile üretiminin, tümü planlı fiyatlar (merkez tarafından kararlaştırılan) temelinde olmak üzere, pazara yönelik ürün alımları ve kredi ve girdi arzı üzerindeki tekelini sürdüren bir devlet ekonomisine dahil edilmesiyle ilişkiliydi.

1970’lerde üretim kooperatiflerinin kurulmasını izleyen komünlerin deneyimleri derslerle doludur. Mesele, ikincisinin üstünlüğü fikri kimi destekçilere ilham vermiş olsa da, ille de küçük üretimden büyük çiftliklere geçiş değildi. Bu girişimin esasları adem-i merkeziyetçi sosyalist inşa arzusunda yatmaktaydı. Komünler yalnızca büyük bir köyün veya köyler ve mezralardan oluşan bir kolektifin tarımsal üretimini yönetmekten sorumlu değillerdi (bu örgütün [komünün] kendisi küçük aile üretim biçimlerinin ve daha iddialı uzmanlaşmış üretimin bir karışımıydı zaten), aynı zamanda daha geniş bir çerçeve sağladılar: (1) belli mevsimlerde, müsait olan köylülerin istihdam edildiği endüstriyel faaliyetlerin eklenmesi, (2) üretken ekonomik faaliyetlerin sosyal hizmetler (eğitim, sağlık, barınma) yönetimine eklenmesi ve (3) toplumun siyasi yönetiminin adem-i merkeziyetçiliğinin başlatılması. Paris Komünü’nün amaçladığı gibi sosyalist devlet, en azından kısmen, sosyalist Komünlerin bir federasyonu olacaktı.

Kuşkusuz, Komünler birçok bakımdan zamanlarının ilerisindeydiler ve karar verme yetkilerinin adem-i merkezileşmesi ile Komünist Partinin her yerde hazır bulunmasının üstlendiği merkezileşme arasındaki diyalektik her zaman düzgün işlemedi. Yine de kaydedilen sonuçlar, sağın bizi inandırmak istediği gibi bir felâket olmaktan çok uzak. Sistemi dağıtma emrine direnen ve Pekin bölgesinde yer alan bir Komün, başka yerlerde kaybolan yüksek kaliteli siyasi tartışmaların devam etmesiyle bağlantılı olarak, mükemmel ekonomik sonuçlar kaydetmeye devam ediyor. Çin’in bazı bölgelerindeki kırsal topluluklar tarafından uygulanan mevcut “kırsal yeniden yapılanma” projeleri, Komünlerin deneyimlerinden ilham alıyor gibi görünüyor.

Deng Xiaoping’in 1980’de aldığı komünleri feshetme kararı, küçük aile üretimini güçlendirdi ve kararı izleyen 30 yıl boyunca küçük aile üretimi baskın biçim olarak kaldı. Ancak, kullanıcı haklarının kapsamı (köy Komünleri ve aile birimleri için) önemli ölçüde genişlemiştir. Bu, arazi kullanım haklarına sahip olanların arazilerini diğer küçük üreticilere veya çok daha büyük, modernize edilmiş çiftlikleri organize eden firmalara (Çin’de zaten bulunmayan latifundia [3] formu gibi olmayan ancak yine de aile çiftliklerinden büyük olan) “kiralamaları” (ancak asla satmamaları) da mümkün hâle geldi ‒ve şehirlere göç, özellikle de kırsal kesimde ikamet etmek istemeyen genç ve okumuşlarınki kolaylaştı. Bu form özelleşmiş üretimi (örneğin iyi şarap, ki Çin bunun için Burgonya’dan uzmanların yardımını istemiştir) teşvik etmek ve yeni bilimsel yöntemleri (GDO ve diğerleri) test etmek için kullanılan araçtır.

Bu sistemlerin çeşitliliğini önsel olarak “onaylamak” veya “reddetmek” bence hiçbir anlam ifade etmiyor. Bir kez daha, hem tasarımda hem uygulamasının gerçekliğinde her birinin somut analizi zorunludur. Şu var ki, ortak araziyi kullanma biçimlerinin yaratıcı çeşitliliği olağanüstü sonuçlara yol açmıştır. Her şeyden önce ekonomik verimlilik bakımından, kentsel nüfus toplam nüfusun yüzde 20’sinden yüzde 50’sine yükselmiş olmasına rağmen Çin, kentleşmenin devasa ihtiyaçlarına ayak uydurabilmek için tarımsal üretimi artırmayı başarmıştır. Bu, “kapitalist” Güney ülkelerinde benzeri görülmemiş, dikkate değer ve istisnai bir sonuçtur. Gıda egemenliğini büyük bir engele, elinde dünyanın ekilebilir arazisinin sadece yüzde 6’sı varken dünya nüfusunun yüzde 22’sini oldukça iyi beslemeye rağmen korudu. Dahası Çin köylerinin, kırsal kesimin yaşam biçimi (ve düzeyi) açısından, kapitalist üçüncü dünyanın başka yerlerinde hâlâ baskın olanla hiçbir ortak noktaları yoktur. Rahat ve iyi donanımlı kalıcı yapılar yalnızca eski Çin’in açlık ve aşırı yoksulluğuyla değil, aynı zamanda Hindistan veya Afrika’nın kırsal kesimlerine hâlâ egemen olan aşırı yoksulluk biçimleriyle de çarpıcı bir tezat oluşturuyor.

Bu eşsiz sonuçların sorumlusu uygulanan ilke ve politikalardır (ortak toprak mülkiyeti, küçük mülkiyetin değil ama küçük üretimin desteklenmesi). Kırdan kente nispeten kontrollü bir göçü mümkün kıldılar. Bunu, örneğin Brezilya’daki kapitalist yolla kıyaslayın. Tarım arazilerindeki özel mülkiyet Brezilya kırsalını boşalttı, bugün ülke nüfusunun yalnızca yüzde 11’i kırsalda yaşıyor. Kent sakinlerininse en az yüzde 50’si gecekondularda (favelalar) yaşıyor ve yalnızca “kayıtdışı ekonomi” (organize suç dahil) sayesinde hayatta kalıyorlar. Birçok “gelişmiş ülke” ile karşılaştırıldığında dahi kentsel nüfusun bir bütün olarak yeterince istihdam edildiği ve barındığı Çin’de buna benzer bir şey yoktur ‒Çin’in gayrisafi milli hasıla düzeyine sahip diğer ülkelere değinmiyoruz bile!

Son derece yoğun nüfuslu Çin kırsalından nüfus aktarımı (yalnızca Vietnam, Bangladeş ve Mısır benzerdir) çok elzemdi. Bu, daha fazla araziyi kullanılabilir hâle getirerek kırsal küçük üretim için koşulları iyileştirmiştir. Bu aktarım nispeten kontrollü olmasına rağmen, belki de çok hızlı olma tehdidi var ‒bir kez daha; insanlık tarihinde ne Çin’de ne de başka bir yerde her şey mükemmeldir. Bu mesele Çin’de tartışılıyor.

Çin Devlet Kapitalizmi

Çin gerçekliğini tanımlamak için akla gelen ilk etiket devlet kapitalizmidir. Pekâlâ, ancak bu etiket, belirli içerik tahlil edilmediği sürece belirsiz ve yüzeysel kalır.

Gerçekten de, üretimi örgütleyen otoriteler tarafından işçilerin tabi kılındığı ilişkinin, kapitalizmi karakterize edene benzer olması anlamında kapitalizmdir: itaatkâr ve yabancılaşmış emek, artı emeğin çekilmesi. Çin’de, örneğin kömür madenlerinde ve kadın çalıştıran atölyelerin öfkeli hızında, işçilerin aşırı sömürülmesinin acımasız biçimleri mevcuttur. Bu, sosyalizm yolunda ilerlemek istediğini iddia eden bir ülke için skandaldır. Bununla birlikte, bir devlet kapitalizmi rejiminin kurulması kaçınılmazdır ve her yerde öyle kalacaktır. Gelişmiş kapitalist devletlerin kendileri de bu ilk aşamayı geçmeden, sosyalist bir yola (ki zaten görünür gündemlerinde yok) giremeyeceklerdir. Bu, herhangi bir toplumun kendisini sosyalizme / komünizme giden uzun yolda tarihsel kapitalizmden kurtarmaya yönelik potansiyel taahhüdünün ilk aşamasıdır. Firmadan (temel birim) ulusa ve dünyaya kadar her düzeyde ekonomik sistemin sosyalleşmesi ve yeniden düzenlenmesi, belli bir tarihsel zaman diliminde verilen kısaltılması mümkün olmayan uzun bir mücadele gerektirir.

Bu ilk izlenimlerin ötesinde, söz konusu devletin doğasını ve projesini ortaya çıkararak elimizdeki devlet kapitalizmini somut olarak tanımlamalıyız çünkü devlet kapitalizminin bir tane değil bir sürü farklı çeşidi vardır. Beşinci Cumhuriyet Fransa’sının 1958’den 1975’e kadarki devlet kapitalizmi özel Fransız tekellerine hizmet etmek için tasarlanmıştı; ülkeyi sosyalist bir yola sokmak için değil.

Çin devlet kapitalizmi üç hedefe ulaşmak için kurulmuştur: (1) entegre ve egemen bir modern sanayi sistemi inşa etmek, (2) bu sistemin kırsal küçük üretimle ilişkisini yönetmek, (3) Çin’in, emperyalist üçlünün (Birleşik Devletler, Avrupa, Japonya) genelleştirilmiş tekellerinin baskın olduğu dünya sistemine entegrasyonunu kontrol etmek. Bu üç öncelikli hedefin peşinden gitmek kaçınılmazdır. Sonuç olarak bu, sosyalizme giden uzun yolda ilerlemeye izin verir, ancak aynı zamanda, saf ve basit kapitalist gelişmeyi sürdürmek namına sosyalizm olasılığını terk etme eğilimlerini güçlendirir. Bu çatışmanın hem kaçınılmaz hem de her zaman mevcut olduğu kabul edilmelidir. O hâlde soru şu: Çin’in somut tercihleri iki yoldan herhangi birini yeğler nitelikte mi?

Çin devlet kapitalizmi ilk aşamasında (1954-1980), tarım arazilerinin kamulaştırılmasının yanında, hem büyük hem küçük tüm şirketlerin de kamulaştırılmasını gerektirdi. Ardından ulusal ve/veya yabancı özel teşebbüse ve liberalleştirilmiş kırsal ve kentsel küçük üretime (küçük şirketler, ticaret, hizmetler) bir açılım geldi. Bununla birlikte, Maoist dönemde kurulan büyük temel sanayiler ve kredi sistemi, bir “piyasa” ekonomisine entegrasyonlarının örgütsel biçimleri değiştirilse bile, devletten arındırılmadılar. Bu seçim, özel girişimin ve yabancı sermaye ile potansiyel ortaklıkların üzerinde kontrol araçlarının kurulmasıyla el ele gitti. Bu araçların kendilerine verilen işlevleri ne ölçüde yerine getirdikleri, ya da özel sermaye ile gizli anlaşmaların üstün gelmesi sebebiyle (yönetim “yozlaşması” yoluyla) boş kabuklar haline gelip gelmediklerini hayat gösterecek.

Yine de Çin devlet kapitalizminin 1950 ile 2012 arasında başardığı şey en yalın deyimle inanılmazdır. Gerçekten de [Çin devlet kapitalizmi] bu devasa ülke ölçeğinde, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri’ninkiyle kıyaslanabilecek egemen ve entegre bir modern üretken sistem kurmayı başarmıştır. Kendi teknolojik icatlar üretme kapasitesini geliştirerek,  kökenlerinin (Sovyet ithalatı, ardından Batı modelleri) sıkı teknolojik bağımlılığını geride bırakmayı başarmıştır. Ne var ki, ekonomik yönetimin sosyalleşmesi bakımından, emeğin yeniden örgütlenmesine (henüz?) başlamamıştır. Plan ‒ancak “açılma” değil‒ bu sistemli inşanın uygulanması için merkezi araç olarak kalmıştır.

Bu kalkınma planlamasının Maoist aşamasında, Plan tüm detaylarıyla zaruret olarak kalmıştır: yeni kuruluşların doğası ve yeri, üretim hedefleri ve fiyatlar. O aşamada, makul bir alternatif mümkün değildi. Burada, bu dönemdeki planlamayı alttan destekleyen değer yasasının doğasına ilişkin ilginç tartışmaya, çok da ilerletmeksizin, değineceğim. Bu ilk aşamanın bizatihi başarısı ‒ve başarısızlığı değil‒ hızlandırılmış bir kalkınma projesinin peşinde koşma araçlarının değiştirilmesini gerektirdi. 1980’de başlayan ancak asıl 1990’dan itibaren uygulanan özel inisiyatife “açılma”, SSCB için ölümcül olan durgunluktan (stagnation, İng.) kaçınmak için gerekliydi. Kanımca “piyasanın sosyalizmi”, ya da daha iyisi “piyasa ile sosyalizm” tercihi, bahsetmiş olduğumuz açılım neoliberalizmin küreselleşmiş zaferiyle çakışsa dahi ‒ve bu tesadüfün tüm olumsuz etkileriyle birlikte, ki buraya geri döneceğim‒ bu süratli kalkınmanın ikinci aşaması için elzemdir, dolayısıyla bu tercih meşrudur.

Bir kez daha, bu tercihin sonuçları, en basit deyimle inanılmaz. Çin birkaç on yıl içinde, üçte ikisi son yirmi yılda kentleşmiş 600 milyon insanı bir araya getiren (neredeyse Avrupa’nin nüfusuna eşit!) üretken, endüstriyel bir kentleşme inşa etti. Bu, pazardan değil, Plan’dan kaynaklanmaktadır. Çin’in artık hakikaten, egemen bir üretken sistemi var. Güney’de başka hiçbir ülke (Kore ve Tayvan hariç) bunu yapmayı başaramadı. Hindistan ve Brezilya’da aynı türden egemen bir projenin yalnızca birkaç farklı unsuru vardır, daha fazlası değil.

Planı tasarlama ve uygulama yöntemleri bu yeni koşullarda dönüştürülmüştür. Plan, projenin gerektirdiği devasa altyapı yatırımları için zaruri olmaya devam ediyor: 400 milyon yeni kent sakinini yeterli koşullarda barındırmak, ve benzersiz bir otobanlar, karayolları, demiryolları, barajlar ve elektrik santralleri ağı inşa etmek; Çin kırsalının tamamını ya da nerdeyse tamamını erişilebilir kılmak; ve kalkınmanın ağırlık merkezini kıyı bölgelerinden kıtasal batıya aktarmak. Plan aynı zamanda eyalet, iller ve belediyeler düzeyinde kamuya ait işletmelerin amaçları ve mali kaynakları için de zorunlu olmaya ‒en azından kısmen‒ devam etmektedir. Geri kalanına gelince, küçük kentsel meta üretiminin yanı sıra endüstriyel ve diğer özel faaliyetlerin genişletilmesi için mümkün ve muhtemel hedeflere işaret ediyor. Bu hedefler ciddiye alınıyor, gerçekleştirilmeleri için gereken politik-ekonomik kaynaklar belirleniyor. Genel olarak sonuçlar “planlanan” tahminlerden çok farklı değil.

Çin devlet kapitalizmi, kalkınma projesine görünür sosyal boyutları (“sosyalist” demiyorum) entegre etti. Bu hedefler Maoist dönemde zaten mevcuttu: Okuryazar olmama sorununun ortadan kaldırılması, herkes için temel sağlık hizmetleri ve benzeri. Maoist-sonrası (post-Maoist) dönemin ilk kısmındaki (1990’lar) eğilim bu çabaların takibini ihmal etme yönündeydi şüphesiz. Ancak projenin sosyal boyutunun o zamandan beri yerini geri kazandığını ve aktif ve güçlü toplumsal hareketlere cevaben daha fazla ilerleme kaydetmesinin beklendiğini belirtmek gerekiyor. Yeni kentleşmenin Güney’in başka hiçbir ülkesinde benzeri yok. Evet, “şık” mahalleler ve hiç de gösterişli olmayan diğerleri Çin’de de var; ancak başka her yerde üçüncü dünya şehirlerinde genişlemeye devam eden gecekondu mahalleleri yok.

Çin’in Kapitalist Küreselleşmeye Entegrasyonu

Küreselleşmeyle bütünleşmesini dikkate almadan Çin devlet kapitalizminin (hükûmet tarafından “piyasa sosyalizmi” olarak adlandırılır) analizini sürdüremeyiz.

Sovyet Dünyası, SSCB ve Doğu Avrupa’yı kapsayan bütünleşik bir sosyalist sistem inşa etmek suretiyle dünya kapitalist sisteminden bir kopuş tasavvur etmişti. SSCB, Batı’nın düşmanlığının daha da dayattığı bu kopuşu büyük ölçüde başarmıştır üstelik: hatta yalnızlaştırılması konusunda ablukayı suçlar. Ancak, Doğu Avrupa’nın entegrasyonu projesi Comecon’un girişimlerine rağmen asla pek ilerlememiştir. Doğu Avrupa ulusları, dünya kapitalist sisteminden kısmen kopuk ‒ama kesinlikle ulusal temelde‒ ve 1970’lerin başı itibarıyla Doğu Avrupa’ya kısmen açık bir şekilde belirsiz ve savunmasız konumlarda kalmayı sürdürdüler. Asla bir SSCB-Çin entegrasyonu mevzusu olmadı, sadece Çin milliyetçiliğinin bunu kabul etmeyeceğinden de değil; dahası Çin’in öncelikli görevleri bunu gerektirmediğinden. Maoist Çin dünya kapitalist sistemiyle bağlantıyı koparmayı kendi yöntemiyle uygulamaya koydu. 1990’lı yıllardan başlayarak küreselleşmeye tekrar entegre olma vesilesiyle, bağlantı koparmaktan tamamen ve kalıcı olarak vazgeçtiğini iddia edebilir miyiz?

Çin 1990’larda, kendi üretim sistemi için mümkün olan mamul ihracatının hızlandırılmış gelişimi yoluyla küreselleşmeye girdi ve önceliği, büyüme oranları GSYİH’deki büyümeyi aşan ihracatlara verdi. Neoliberalizmin zaferi, on beş yıl boyunca (1990’dan 2005’e kadar) bu seçimin başarısını desteklemiştir. Bu tercihin peşinden gidilmesi yalnızca siyasi ve sosyal etkileri sebebiyle değil, aynı zamanda 2007’de başlayan neoliberal küreselleşmiş kapitalizmin iç patlaması tarafından risk altına girdiği için tartışmaya açıktır. Çin hükûmeti bunun farkında olacak ki erkenden iç pazara ve batı Çin’in gelişimine daha fazla önem veren bir düzeltme girişiminde bulunmaya başladı.

Artık kabak tadı veren bir şekilde, Çin’in başarısının, ‒başarısızlığı aşikâr olan(!)‒ Maoizm’in terk edilmesine, dışa açılmaya ve yabancı sermayenin girişine atfedilmesi gerektiğini söylemek, basitçe aptallıktır. Açılma ünlü başarısına, Maoist inşanın yerleştirdiği temeller olmaksızın ulaşamazdı. Çin’dekiyle karşılaştırılabilir bir devrim yapmamış olan Hindistan’la yapılacak bir kıyas, bunu ortaya koyar. Çin’in başarısının esas olarak (hatta “tamamen”) yabancı sermayenin girişimlerine atfedilebilir olduğunu söylemek de daha az aptalca değildir. Çin’in sanayi sistemini kuran ve kentleşme ile altyapı inşası hedeflerine ulaştıran şey çok-uluslu sermaye değildir. Başarının yüzde 90’ı egemen Çin projesine atfedilebilir. Kuşkusuz, yabancı sermayeye açılmanın yararlı işlevleri oldu: modern teknolojilerin ithalatını artırmak. Ne var ki, ortaklık yöntemleri sayesinde Çin bu teknolojileri özümsedi ve artık onların geliştirilmesinde ustalaştı. Bunun bir benzeri daha başka hiçbir yerde yoktur: Hindistan veya Brezilya’da, ve hatta Tayland, Malezya, Güney Afrika ve diğer yerlerde bile.

Dahası, Çin’in küreselleşmeye entegrasyonu kısmi ve kontrollü (ya da ‒böyle söylemek istersek‒ en azından kontrol edilebilir) kaldı. Çin finansal küreselleşmenin dışında kalmıştır. Bankacılık sistemi tamamen ulusaldır ve ülkenin iç piyasasına odaklıdır. Yuan’ın yönetimi hâlâ Çin’in egemen karar alma mekanizmasının meselesidir. Yuan, finansal küreselleşmenin dayattığı esnek değiş-tokuşların çılgın ve beklenmedik iniş-çıkışlarına tabi değildir. Tıpkı Washington’un 1971’de Avrupalılara “dolar bizim paramız ve sizin sorununuzdur” demesi gibi, Pekin de Washington’a “yuan bizim paramız ve sizin sorununuzdur” diyebilir. Ayrıca Çin, kamu kredi sisteminde mevzilendirmek için, büyük bir rezervi elinde tutuyor. Kamu borcu, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa, Japonya ve Güney’deki birçok ülkedeki borçluluk oranlarıyla kıyaslandığında ihmal edilebilir düzeydedir ‒ki bu bile tahammül edilemez olarak kabul ediliyor. Uzun lafın kısası Çin, ciddi bir enflasyon tehlikesi olmadan kamu harcamalarının genişlemesini artırabilir.

Çin bundan faydalanmış olsa da, projenin başarısının arkasında yabancı sermayenin Çin’e çekilmesi yatmıyor. Tam aksine, bu projenin başarısı Çin’de yatırım yapmayı Batılı ulusötesi şirketler için çekici kılıyor. Kapılarını Çin’in açtığından çok daha geniş açan ve finansal küreselleşmeye boyun eğmeyi koşulsuzca kabul eden Güney ülkeleri Çin’le aynı ölçüde çekici olamamışlardır. Ulusötesi sermaye Çin’e, ülkenin doğal kaynaklarını yağmalamak; veya herhangi bir teknoloji transferi olmaksızın taşeron hizmeti alıp düşük emek ücretlerinden faydalanmak; veya Fas ve Tunus’ta olduğu gibi, yabancı ülkede, zaten var olmayan ulusal üretim sistemine dair eğitim ve entegrasyon çalışmaları yürütmenin faydaları için; ve hatta Meksika, Arjantin ve Güneydoğu Asya’da olduğu gibi emperyalist bankaların mali akın düzenleyip ulusal birikimleri ülkelerin ellerinden almasına cevaz vermek için çekilmiyor. Aksine Çin’de, yabancı yatırımlar elbette düşük ücretlerden faydalanarak iyi kâr elde edebilirler: Planlarının Çin’inkine uyması ve teknoloji transferine izin vermeleri şartıyla. Özetle, bunlar “normal” kârlardır; fazlası ancak Çin yetkilileriyle itilaf halinde mümkün olabilir!

Çin, Yükselen Güç

Çin’in yükselen bir güç olduğundan kimsenin şüphesi yok. Güncel fikirlerden biri, Çin’in, yalnızca, yüzyıllarca koruyup da on dokuzuncu yüzyılda kaybettiği yerini geri kazanmaya çalıştığıdır. Ancak kesinlikle doğru ve üstelik gurur verici bu fikir, bu yükselişin doğasını ve günümüzde yarattığı ihtimalleri anlamamız hususunda bize pek yardımcı olmuyor. Bu arada, bu genel ve belirsiz fikri yayanlar Çin’in kapitalizmin (muhtemelen gerekli olduğunu düşündükleri) genel ilkelerini takip ederek mi yoksa “Çin özelliklerine sahip sosyalizm” projesini ciddiye alarak mı yükseleceğini göz önüne almakla ilgilenmiyorlar. Kendi adıma, eğer Çin hakikaten yükselen bir güçse, bunun tam da Çin’in kapitalizm yolunu saf ve basit haliyle seçmemiş olmasından kaynaklandığını savunuyorum; ve eğer o kapitalist yolu izlemeye karar verse, bizzat yükseliş projesinin ciddi bir başarısızlık tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını…

Desteklediğim tez, halkların gerekli aşamalar dizisinde hiçbir adımı atlayamayacağı fikrini ve Çin’in kendi olası sosyalist geleceği sorununa eğilmeden önce kapitalist gelişmeden geçmesi gerektiğini reddetmeyi ima ediyor. Tarihsel Marksizmin farklı akımları arasında bu soruya ilişkin tartışma hiçbir zaman sonuçlanmadı. Marx bu soruda tereddütlü kaldı. İlk Avrupa saldırılarından (Afyon Savaşları) sonra şunu yazdığını biliyoruz: “Ordularınızı bir daha Çin’e gönderdiğinizde, bir pankartla karşılanacaklar: ‘Dikkat, burjuva Çin Cumhuriyeti’nin sınırlarındasınız’.” Bu muhteşem bir sezgidir ve [Marx’ın] Çin halkının meydan okumaya karşılık verme kapasitesine duyduğu güveni gösterir, ancak aynı zamanda bir hatadır çünkü gerçekte [bugün] pankartta şöyle yazıyor: “Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırlarındasınız.” Rusya ile ilgili olarak Marx’ın kapitalist adımı atlama fikrini reddetmediğini de biliyoruz (bkz. Vera Zasuliç ile yazışması). Bugün, ilk Marx’ın haklı olduğuna ve Çin’in gerçekten de kapitalist gelişme yolunda olduğuna inanılabilir.

Ancak Mao, kapitalist yolun hiçbir yere varmayacağını ve Çin’in yeniden dirilişinin ancak ve ancak komünistlerin eseri olabileceğini Lenin’den daha iyi anladı. On dokuzuncu yüzyılın sonundaki Qing İmparatorları, ardından Sun Yat Sen ve Guomindang, Batı’dan gelen sınamalara yanıt olarak bir Çin dirilişini çoktan planlamışlardı. Ancak, kapitalizmden başka bir yol hayal etmediler ve kapitalizmin gerçekte ne olduğunu, bu yolun neden Çin’e ve hatta sistemin tüm çevre ülkelerine kapalı olduğunu anlayacak entelektüel bilgi birikimini haiz değillerdi. Bağımsız bir Marksist ruh, Mao, bunu anladı. Bunun da ötesinde Mao, bu savaşın önceden ‒1949 zaferiyle‒ kazanılmadığını; bir tarafta Çin rönesansının önkoşulu olan, sosyalizme giden uzun yola bağlılığın, diğer tarafta kapitalist kata dönüşün olduğu çatışmanın öngörülebilir geleceğin tamamını işgal edeceğini anlamıştı.

Şahsen ben Mao’nun bu analizine her zaman katıldım. Taiping Devrimi (ki Maoizmin uzak kökeni olarak kabul ederim), Çin’deki 1911 devrimi [4] ve yirminci yüzyılın başında Güney’de başlayan diğer devrimler, Bandung döneminin başındaki tartışmalar, ve kapitalist yola sapan ve sözümona gelişmekte olan Güney ülkelerinin saplandığı çıkmazlar hakkındaki bazı görüşlerimde bu konuya döneceğim. Bütün bu düşünceler, tarihsel kapitalizmin dünyadaki gelişimine içkin olan kutuplaşmayla (diğer bir deyişle merkez/çevre karşıtlığının inşasıyla) alâkalı merkezi tezimin doğal sonuçlarıdır. Bu kutuplaşma, çevredeki bir ülkenin kapitalizm bağlamında “yetişme” olasılığını ortadan kaldırır. Şu sonuca varmalıyız: eğer zengin ülkelere “yetişmek” imkânsızsa, başka bir şey yapılmalı ‒buna sosyalist yolu izlemek denir.

Çin özel bir yolu sadece 1980’den beri değil, 1950’den beri izledi; her ne kadar bu yol birçok açıdan farklı olan aşamalardan geçse de. Çin, kendi ihtiyaçlarına uygun, tutarlı ve egemen bir proje geliştirmiştir. Bunun mantığı kesinlikle tarım arazisinin meta olarak ele alınmasını gerektiren kapitalizmin mantığı değildir. Çin çağdaş küreselleşmenin dışında kaldığı sürece bu proje egemenlik özelliğini koruyacaktır.

Çin projesinin kapitalist olmaması onun sosyalist olduğu anlamına gelmez; sosyalizme giden uzun yolda ilerlemesini mümkün hale getirir. Bununla birlikte hâlâ kendisini yoldan çıkarıp saf ve basit kapitalizme dönmesiyle sonuçlanacak bir sürüklenme tehdidi altındadır.

Çin’in başarılı bir şekilde yükselişi tamamen bu egemen projenin bir sonucudur. Bu anlamda Çin, daha sonra üzerine daha çok konuşacağımız Kore ve Tayvan’la birlikte, özgün bir şekilde gelişen tek devlettir. Dünya Bankası’nın gelişme sertifikasıyla ödüllendirdiği ülkelerin pek çoğu aslında gelişmekte filan değil, çünkü bunların hiçbiri tutarlı bir egemen projeyi ısrarla takip etmiyorlar. Hepsi, kendi devlet kapitalizmlerine ait olan potansiyel sektörlerde bile saf ve basit kapitalizmin temel ilkelerine tabiler. Hepsi, çağdaş küreselleşmeye tüm boyutlarında ‒finansal dahil‒ boyun eğmeyi kabul etmişlerdir. Rusya ve Hindistan bu son noktanın kısmî istisnalarıdırlar, ancak Brezilya, Güney Afrika ve diğerleri değil. Bazen bir “ulusal sanayi politikası”nın parçaları vardır ancak Çin’in tam, entegre, ve egemen bir endüstriyel sistem inşa etmeye yönelik sistematik projesiyle karşılaştırılabilecek hiçbir şey yoktur ‒özellikle de teknolojik uzmanlık alanında.

Bu nedenlerle, gelişmekte oldukları çok hızlı bir şekilde teşhis edilen tüm diğer ülkeler Çin’e kıyasla hep değişik derecelerle de olsa savunmasızdırlar. Bu nedenlerle, gelişen pazar olma görünümleri ‒saygın büyüme oranları, mamûl ürünleri ihraç etme kapasiteleri‒ her zaman nüfuslarının çoğunluğunu (özellikle köylüleri) etkileyen yoksullaşma süreçleriyle bağlantılıdır; Çin’de durum böyle değildir. Çin dahil her yerde eşitsizliğin büyüdüğü açık; ancak tek başına bu gözlem yüzeysel ve aldatıcı. Kimseyi dışlamayan bir büyüme modelinden fayda dağılımındaki (ve hatta yoksul ceplerde bir azalmaya eşlik eden ‒Çin’de durum böyledir) eşitsizlik bir şeydir; diğerlerinin kaderi çaresizliğe bırakılmışken sadece bir azınlığa (duruma göre nüfusun yüzde 5’inden yüzde 30’una kadar) fayda sağlayan bir eşitsizlik başka şey. Çin-karalama uygulayıcıları bu belirleyici farkın farkında değiller, ya da değilmiş gibi davranıyorlar. Bir yanda lüks villaların, öte yanda orta sınıf ve işçi sınıfı için konforlu konutların olduğu mahallelerin varlığından ayan olan eşitsizlikle; zengin mahallelerin, orta sınıf konutlarının ve çoğunluğun bulunduğu gecekondu mahallelerinin yan yana bulunuşluğunda ayan olan eşitsizlik farklı şeylerdir. Gini katsayıları, sabit bir yapıya sahip bir sistemde bir yıldan diğerine olan değişimleri ölçmek için değerlidir. Ancak, farklı sistemlere sahip sistemler arasındaki uluslararası karşılaştırmalarda, ulusal hesap ölçeğinde düşünülüp de makroekonomiye uygulanan diğer tüm hesaplamalar gibi, anlamlarını yitirirler. Çin dışındaki gelişmekte olan ülkeler gerçekten de emperyalist üçlünün tekellerinin sızmasına açık olan “gelişmekte olan” pazarlardır. Bu pazarlar emperyalist üçlü tekellerinin ülkede üretilen artı-değerin büyük bir kısmını kendi çıkarları için kullanmalarına izin verir. Çin farklıdır: Üretilen artı değerin çoğunluğunun muhafaza edilmesine olanak veren bir sisteme sahip gelişmekte olan bir ülkedir.

Sadece Kore ve Tayvan, kapitalizm içinde ve onun aracılığıyla bir gelişmenin iki başarılı örneğidir. Bu iki ülke, ABD’yi, başkalarına yapmayı yasak ettiği şeyleri onların yapmalarına izin vermesine sevk eden jeostratejik nedenlere borçludur eldeki başarılarını. ABD’nin bu iki devlet kapitalizmine verdiği destek ile Nasır’ın Mısır’ındaki ya da Bumedyen’in Cezayir’indeki devlet kapitalizmine gösterdiği aşırı şiddetli muhalefet arasındaki zıtlık oldukça aydınlatıcıdır.

Burada potansiyel gelişme projelerini, ki Küba ve Vietnam’da olası görünüyor, veya Rusya’nın bu yönde gelişmesinin yeniden başlamasının koşullarını tartışmayacağım. Kapitalist Güney’in başka yerlerinde, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Latin Amerika’da, Arap Dünyasında, ve Afrika’da ilerici güçlerin bu mevcut çıkmazların ötesine geçmeyi kolaylaştırabilecek ve egemen projelerin doğmasını teşvik edecek, baskın kapitalizmin mantığından gerçek bir kopuşu başlatan mücadelesinin stratejik hedeflerini de tartışmayacağım.

Büyük Başarılar, Yeni Zorluklar

Çin yol ayrımlarına yeni gelmedi; 1950’den beri her gün orada. Toplumda ve partide aktif olan, sağdan ve soldan sosyal ve politik güçler, sürekli çatıştılar.

Çin’in hakkı nerden geliyor? Kuomintang’ın eski komprador ve bürokratik burjuvaları kesinlikle iktidardan dışlandılar. Bununla birlikte, Kuomintang’ın Japon saldırıları karşısındaki etkisizliğinden hayal kırıklığına uğrayan orta sınıfların, profesyonellerin, memurların ve sanayicilerin tüm segmentleri Kurtuluş Savaşı boyunca Komünist Parti’ye yaklaşmışlar, hatta katılmışlardır. Birçoğu ‒ama kesinlikle hepsi değil‒ milliyetçi olarak kalmışlardır, daha fazlası değil. Akabinde, 1990’da özel girişime açılmayla başlayarak, yeni, daha güçlü bir sağ ortaya çıktı. Bu sadece, müşterileri tarafından güçlendirilmiş başarılı ve (bazen muazzam) servetler kazanan ‒devlet ve parti yetkililerini de içeren, kontrolü gizli anlaşmayla, hatta yolsuzlukla dahil eden‒ “işadamları”na indirgenmemelidir.

Bu başarı, her zaman olduğu gibi, genişleyen eğitimli orta sınıflarda sağcı fikirlerin desteklenmesini perçinliyor. Bu anlamda büyüyen eşitsizlik ‒Güney’deki diğer ülkelerin eşitsizlik karakteristiğiyle hiçbir ortak yanı olmamasına rağmen‒ büyük bir siyasi tehlikedir; sağcı fikirlerin, apolitikleşmenin ve naif yanılsamaların yayılmasının aracıdır.

Burada önemli olduğuna inandığım ek bir gözlem yapacağım: Özellikle köylülerin küçük üretimi, Lenin’in düşündüğü gibi sağcı fikirler tarafından motive edilmiyor (Rusya koşullarında doğruydu bu). Çin’in durumu burada eski SSCB’nin durumuyla çelişiyor. Çin köylülüğü bir bütün olarak gerici değildir, çünkü komünistlerin özel mülkiyeti savunmak için Kulakları desteklemekten yüz çevirmeyi asla başaramadığı Sovyet köylülüğünün aksine, özel mülkiyeti savunmamaktadır. Aksine, küçük üreticilerin (küçük mülk sahipleri olmaksızın) Çin köylülüğü, bugün sağcı çözümler sunmayan, en cesur sosyal ve ekolojik politikaların benimsenmesi için kışkırtan güçler kampının parçası olan bir sınıftır. “Kırsal toplumu yenileme” hareketi bunun şahididir. İşçi sınıfıyla birlikte, Çin köylülüğü büyük ölçüde sol kampta yer alır. Solun kendi organik entelektüelleri var ve bunların devlet ve parti aygıtları üzerinde bir miktar etkisi var.

Çin’deki daimi sağ-sol çatışması devlet ve parti tarafından uygulanan ardışık siyasi çizgilere her zaman yansımıştır. Maoist dönemde sol çizgi savaşmaksızın galip gelmedi. Biraz Sovyet modelindeki gibi, parti içinde ve parti liderliğinde sağcı fikirlerin ilerlemesini gören Mao, bununla savaşmak için Kültür Devrimi’ni başlatmıştır. “Karargâhı bombalayın”, yani; “yeni burjuvazi”nin oluştuğu parti liderliğini. Varlığının ilk iki yılında Kültür Devrimi Mao’nun beklentilerini karşılamış olsa da, daha sonra birtakım olaylar dizisinde Mao’nun ve solun parti içi kontrolü kaybetmesiyle anarşiye sapmıştı. Bu sapma devletin ve partinin işleri yeniden eline almasına neden oldu, sağa da fırsatını verdi. O zamandan beri sağ, tüm liderlik organlarının güçlü bir parçası olarak kaldı. Yine de sol, en üst liderliği “merkez” tavizleriyle sınırlayacak şekilde zeminde mevcuttur ‒peki bu merkez, merkez sağ mıdır merkez sol mu?

Bugün Çin’in karşı karşıya olduğu zorlukların doğasını anlamak için, Çin başarısını sürdürdüğü müddetçe, olanca haliyle Çin’in egemen projesi ile Kuzey Amerika emperyalizmi ve onun Avrupalı ve Japon ikincil müttefiklerinin arasındaki çatışmanın yoğunluğunu artıracağını anlamak esastır. Birkaç çatışma alanı var: Çin’in modern teknolojilere hakimiyeti, gezegenin kaynaklarına erişimi, kendi askeri kapasitelerini güçlendirmesi ve uluslararası siyaseti, halkların egemenlik haklarının doğal bir sonucu olarak kendi siyasi ve ekonomik sistemlerine karar vermeleri temelinde yeniden yapılandırma hedefinin peşinde koşması. Bu hedeflerin her biri emperyalist üçlünün takip ettiği hedeflerle doğrudan çatışır.

ABD siyasi stratejisinin amacı dünyanın askeri kontrolüdür, yani Washington’un kendisine hegemonya kazandıran avantajları elinde tutmasının tek yolu. Bu amaç Ortadoğu’da önleyici savaşlar vasıtasıyla sürdürülüyor, ve bu anlamda bu savaşlar, muhtemelen Kuzey Amerika müesses nizamının soğukkanlılıkla “çok geç olmadan” yapılmasını gerekli gördüğü, Çin’e karşı önleyici savaşın (nükleer) ön hazırlıklarıdır. Çin’e karşı düşmanlığı körüklemek bu küresel stratejinin bölünmez bir parçasıdır ve kendini Tibet ve Sincan’daki köle sahiplerine gösterilen destekte, Çin Denizi’ndeki ABD deniz gücü varlığının kuvvetlendirilmesinde ve Japonya’ya askeri güçlerini inşa etmesi için yapılan cömert teşvikte göstermektedir. Çin-karalama uygulayıcıları da bu düşmanlığın canlı tutulmasına katkıda bulunuyorlar.

Eşzamanlı olarak Washington, Çin’in ve diğer sözde gelişen ülkelerin olası hırslarını yatıştırmak için G20’yi kurup, bu ülkelere liberal küreselleşmeye bağlılıklarının kendi çıkarlarına hizmet edeceği yanılsamasını vermek amacıyla durumu manipüle etmeye kendini adamıştır. Aynı doğrultuda G2 (ABD/Çin) de, Çin’i ABD’nin emperyalist maceralarının suç ortağı yaparak Pekin’in barışçıl dış politikasının tüm itibarını kaybetmesine sebep olabilecek bir tuzaktır.

Bu stratejiye karşı verilecek olası etkili cevap iki düzeyde ilerlemelidir: (1) Çin’in askeri güçlerini güçlendirmek ve onları caydırıcı karşılık potansiyeliyle donatmak ve (2) inatla, şimdilerde NATO tarafından marjinalize edilen, tüm ulusal egemenliklere saygılı çokmerkezli bir uluslararası siyasi sistemin yeniden inşasını, dolayısıyla Birleşmiş Milletler’in ıslahını savunmak. Güney halklarının ve devletlerinin bağımsız inisiyatiflerini destekleyebilecek bir “Güney Cephesi” (Bandung 2?) inşa etme önceliğini gerektiren ikinci hedefin belirleyici önemini vurgularım. Bu, Çin’in, emperyalizmin yırtıcı pratikleriyle (gezegenin doğal kaynaklarını yağmalamak) işbirliği yapmanın tuhaf olasılığı için araçlara sahip olmadığını fark ettiğinin iması demek, çünkü Çin ABD’ninkine benzer bir askeri güce ‒ki emperyalist projelerin başarısının garantisinin son çaresidir‒ sahip değil. Öte yandan Çin’in, emperyalist “bağışçılar” kulübünün imkânsızlaştırmaya çalıştığı, Güney ülkelerindeki sanayileşmeye destek olma teklifini geliştirerek kazanacağı çok şey var.

Çin yetkililerinin uluslararası sorunlarla ilgili olarak kullandıkları, aşırı derecede kısıtlanmış dil (ki bu anlaşılabilir), ülke liderlerinin yukarıda analiz edilen zorlukların ne kadar farkında olduklarını bilmeyi zorlaştırıyor. Daha da önemlisi, bu sözcük seçimi kamuoyundaki saf yanılsamaları ve apolitizasyonu pekiştiriyor.

Zorluğun diğer kısmı, ülkenin siyasi ve sosyal yönetiminin demokratikleştirilmesi sorunuyla ilgilidir.

Mao, yeni Çin’in siyasi yönetimi için şu terimlerle özetlediği genel bir ilke formüle etti ve uyguladı: Solu topla, sağı etkisiz hâle getir (vurguluyorum: ortadan kaldırmak değil), merkez soldan yönet. Kanımca, büyük çoğunluk tarafından anlaşılan ve desteklenen, etkili bir şekilde birbirini izleyen ilerlemeler düşünmenin en iyi yolu budur. Bu şekilde Mao, sosyalizme giden uzun yolda, sosyal ilerlemeyle birlikte toplumun demokratikleştirilmesi kavramına olumlu bir içerik kazandırmıştır. Bunu uygulamanın yöntemini formüle etmiştir: “kitle çizgisi” (Kitlelere inin, mücadelelerini öğrenin, iktidarın zirvelerine geri dönün). Lin Chun, yöntemi ve mümkün kıldığı sonuçları hassasiyetle analiz etmiştir.

Toplumsal ilerlemeyle bağlantılı olarak demokratikleşme sorunu ‒sosyal ilerlemeden kopuk (hatta sıklıkla toplumsal gerilemeyle bağlantılı) bir “demokratikleşme”nin aksine‒ sadece Çin’i değil, tüm dünya halklarını ilgilendirir. Başarı için uygulanması gereken yöntemler her zaman ve her yerde geçerli tek bir formülle özetlenemez. Her halükârda, Batı medyası propagandasının sunduğu formül ‒çok partililik ve seçimler‒ basitçe, reddedilmelidir. Üstelik bu tür bir “demokrasi” başka yerlerde daha fazla olmak üzere, Batı’da bile bir maskaralığa dönüşüyor. “Kitle çizgisi” ardışık, durmaksızın ilerleyen stratejik hedefler üzerinde fikir birliği üretmenin aracıydı. Bu, Batı ülkelerinde medya manipülasyonu ve seçim maskaralığı vasıtasıyla elde edilen, sermayenin gereklilikleriyle uyumlu olmaktan daha fazlası olmayan “uzlaşı” ile tezat oluşturur.

Yine de bugün Çin, yeni toplumsal koşullarda yeni bir kitle çizgisinin eşdeğerinin tekrar inşasına nasıl başlamalı? Bu kolay olmayacak, çünkü Komünist Partide çoğunlukla sağa kaymış olan liderliğin gücü, yönetiminin istikrarını apolitizasyona ve bununla gelen saf yanılsamalara dayandırıyor. Bizzat kalkınma politikalarının başarısı, bu yönde hareket etmenin kendiliğinden eğilimini güçlendiriyor. Çin’de orta sınıflarda, varlıklı ülkelerdeki yaşam tarzını yakalamanın soylu yolunun artık engellerden azade bir şekilde açık olduğuna yaygın olarak inanılıyor; üçlünün devletlerinin (ABD, Avrupa, Çin) buna karşı çıkmadığına inanılıyor; ABD yöntemlerine eleştirisiz bir hayranlık bile duyuluyor ve benzeri. Bu, özellikle hızla genişleyen ve yaşam koşulları inanılmaz derecede iyileşen kentli orta sınıflar için geçerli. Amerika Birleşik Devletleri’nde, özellikle sosyal bilimlerde Çinli öğrencilerin maruz kaldığı beyin yıkama, Marksizm’in hayal gücünden yoksun ve sıkıcı resmi öğretisiyle birleşince, radikal eleştirel tartışmalar için alanların daralmasına katkıda bulundu.

Çin hükûmeti, yalnızca Marksizm üzerine kurulu bir söylem geleneği nedeniyle değil, aynı zamanda savaşmayı öğrenmiş olan ve buna devam eden Çin halkının zorlaması nedeniyle de, sosyal soruna duyarsız değil. 1990’larda sosyal boyut, büyümeyi hızlandırmanın acil önceliklerinin karşısında azaldıysa, bugün eğilim tersine dönmüştür. Zengin Batı’da sosyal güvenliğin sosyal demokrat fetihlerinin aşındığı anda, yoksul Çin, sosyal güvenliğin genişlemesini sağlık, barınma ve emekli maaşları olmak üzere üç boyutta uygulamaktadır. Avrupa sağının ve solunun Çin-karalaması ile kötülenen Çin’in ünlü konut projesine, yalnızca Hindistan ve Brezilya’da değil, Paris, Londra ve Şikago’nun sıkıntılı bölgelerinde de imrenilecektir!

Sosyal güvenlik ve emeklilik sistemi halihazırda nüfusun yüzde 50’sini kapsıyor (hatırlayın, 200 milyondan 600 milyona yükseldi) ve Çin’de hâlen yürütülen Plan ilerleyen yıllarda kapsanan nüfusun yüzde 85’e çıkmasını öngörüyor. İzin verin, Çin-karalayan gazeteciler, durmaksızın övdükleri “demokratik yola girmiş ülkelerden” kıyaslanabilir örnekler versinler. Bununla birlikte, sistemin uygulaması konusunda tartışma devam etmektedir. Sol, işçiler ve farklı nesiller arasındaki dayanışma ilkesine dayanan ‒gelecek sosyalizme hazırlayan‒ Fransız dağıtım sistemini savunurken, sağ tabii ki işçileri bölen ve riski sermayeden emeğe transfer eden tiksindirici ABD emeklilik fonları sistemini tercih ediyor.

Ancak, toplumun siyasi yönetiminin demokratikleşmesiyle, sosyalist / komünist gelecek için yaratıcı icat formları güçlendirilip toplumu yeniden politikleştiren metotlarla birleştirilmezse, sosyal faydalar yetersizdir.

Batı medyası ve Çin-karalama uygulayıcıları tarafından temcit pilavı gibi tekrar tekrar gündeme getirilen ve otantik “demokratlar” olarak sunulan “muhalifler” tarafından savunulan çok-partili seçim sisteminin ilkelerini benimsemek, bu zorluğu aşmaya yetmiyor. Tersine bu ilkelerin uygulanması Çin’de yalnızca, çağdaş dünyanın tüm deneyimlerinin (Rusya, Doğu Avrupa, Arap Dünyası) gösterdiği gibi, gelişme ve toplumsal rönesans projelerinin kendi kendilerini yok etmelerini üretebilirdi; ki aslında boş bir söylemle maskelense de (“çok-partili seçimlerden başka yol yok!”), bu ilkeleri savunmanın esas amacı budur. Yine de bu kötü çözüme, donuklaşarak kendini devlet idaresi için memur istihdam etmeye adayan bir kuruma dönüşmüş “parti”nin ayrıcalığını savunma konumuna gerileyerek cevap vermek yeterli değildir, katı bir konumdur. Yeni bir şey icat edilmelidir.

Yeniden politikleştirme, ve yeni cevapların icat edilmesine elverişli koşullar yaratma hedefleri, propaganda kampanyalarıyla elde edilemezler. Bunlar sadece sosyal, politik ve ideolojik mücadeleler yoluyla yükseltilebilirler. Bu, örgütlenme, ifade ve yasama girişimleri önermenin kolektif haklar olarak tanınmasını ve bu mücadelelerin meşruiyetinin başlangıç niteliğinde bir tanınmasını ima eder.

Bu da, partinin kendisinin bu mücadelelere dahil olduğu anlamına gelir; başka bir deyişle parti, kitle çizgisinin Maoist formülünü yeniden icat eder. Yeniden politikleştirme, toplumlarının tüm düzeylerinde (şirket, yerel ve ulusal) çalışanların yönetmeye dönük sorumluluklarını kademeli olarak ele geçirmesini teşvik eden programlarla birleştirilmezse hiçbir anlam ifade etmez. Aksine kurumsallaştırılmalarını farzeder. Yeniden politikleştirmenin uygulanması, liderleri seçmek için seçimleri kullanmanın yeni yollarını yeniden keşfetmeyi mümkün kılacaktır.

Teşekkür

Bu makale, Çin’de (Kasım-Aralık 2012) Lau Kin Chi (Lingjang Üniversitesi, Hong Kong) tarafından Güney Batı Chongqing Üniversitesi (Wen Tiejun), Pekin’in Renmin ve Xinhua Üniversiteleri (Dai Jinhua, Wang Hui), Cass (Huang Ping) ile birlikte düzenlenen tartışmalara ve Shanxi, Shaanxi, Hubei, Hunan ve Chongqing eyaletlerindeki kırsal hareketlerden aktivistlerle toplantılara çok şey borçludur. Hepsine teşekkürlerimi sunuyorum ve bu makalenin onların devam eden tartışmaları için faydalı olacağını umuyorum. Ayrıca Wen Tiejun ve Wang Hui’nin yazılarını okumama da çok şey borçludur [bu makale].

Kaynaklar

The Chinese Path and the Agrarian Question

Karl Kautsky, On the Agrarian Question, 2 vols. (London: Zwan Publications, 1988). Originally published 1899.

Samir Amin, “The Paris Commune and the Taiping Revolution,” International Critical Thought, forthcoming in 2013.

Samir Amin, “The 1911 Revolution in a World Historical Perspective: A Comparison with the Meiji Restoration and the Revolutions in Mexico, Turkey and Egypt,” published in Chinese in 1990.

Samir Amin, Ending the Crisis of Capitalism or Ending Capitalism? (Oxford: Pambazuka Press, 2011), chapter 5, “The Agrarian Question.”

Contemporary Globalization, the Imperialist Challenge

Samir Amin, A Life Looking Forward: Memoirs of An Independent Marxist (London: Zed Books, 2006), chapter 7, “Deployment and Erosion of the Bandung Project.”

Samir Amin, The Law of Worldwide Value (New York: Monthly Review Press, 2010), “Initiatives from the South,” 121ff, section 4.

Samir Amin, The Implosion of Contemporary Capitalism (New York: Monthly Review Press, forthcoming in 2013), chapter 2, “The South: Emergence and Lumpendevelopment.”

Samir Amin, Beyond US Hegemony (London: Zed Books, 2006). “The Project of the American Ruling Class,” “China, Market Socialism?,” “Russia, Out of the Tunnel?,” “India, A Great Power?,” and “Multipolarity in the 20th Century.”

Samir Amin, Obsolescent Capitalism (London: Zed Books, 2003), chapter 5, “The Militarization of the New Collective Imperialism.”

André Gunder Frank, ReOrient: Global Economy in the Asian Age (Berkeley: University of California Press, 1998).

Yash Tandon, Ending Aid Dependence (Oxford: Fahamu, 2008).

The Democratic Challenge

Samir Amin, “The Democratic Fraud and the Universalist Alternative,” Monthly Review 63, no. 5 (October 2011): 29–45.

Lin Chun, The Transformation of Chinese Socialism (Durham, NC: Duke University Press, 1996).

 



[1] China bashing [Çin-karalama olarak çevrilebilir Türkçe’ye, Ç.N.], Batı medyasının tüm eğilimlerinin ‒sol da dahil ne yazık ki‒, Çin’de yapılan her şeyi sistematik olarak karalamak, hatta suç olarak yansıtmaktan ibaret favori sporunu ifade eder. Çin üçüncü dünyanın fakir pazarlarına ucuz hurda ihraç ediyor (bu doğru), korkunç bir suç. Ancak aynı zamanda, muhteşem teknolojik kalitesi Batı’da övülen hızlı trenler, uçaklar, uydular da üretiyor ama Çin’in bunlardan takdir almaya hakkı yok! İşçi sınıfı için toplu konut inşa etmenin işçileri gecekondu mahallelerine terk etmekten farklı olmadığını (işçi sınıfının evleri zengin villalar değildir), Çin’deki “eşitsizliğin” Hindistan’dakine (zengin villalarla gecekondular yan yana) benzediğini düşünüyor gibiler. Çin-karalama, güçsüz Batılı “sol”un bazı akımlarında bulunan çocuksu görüşlere yaltaklanıyor: Yirmi üçüncü yüzyılın komünizmi değilse, bu bir ihanettir! Çin-karalama, olası bir askeri saldırı göz önüne alındığında, Çin’e yönelik sistematik saldırı kampanyasına dahildir. Bu, Güney’den büyük bir halkın güçlenerek özgünce yeniden doğması / gelişmesi için fırsatları yok etmekten başka bir şey değil.

[2] Bu noktadan sonra bahsi geçen ‘biçim’leri model olarak algılamalıyız; toprağın ortak bir mal olarak kullanımının farklı formları/modelleri. O nedenle İngilizce’deki form kelimesinin doğrudan Türkçe karşılığı olan ‘biçim’ yerine model kelimesini kullanmayı tercih ediyoruz. (Ç.N.)

[3] Tarihin belli noktalarında Antik Roma, İspanya ve Güney Amerika’da bulunan çok geniş çiftlikler. Toprak sahibi aristokratken toprağı işleyenler genelde köleler ve köylülerdi. (Ç.N.)

[4] Xinhai Devrimi veya Çin Devrimi olarak da geçer. Çin’de monarşiyi yıkıp son hanedanı tahttan indirerek imparatorluğu sona erdiren devrimdir. Ardından 1912 ile 1949 yılları arasında sürecek Çin Cumhuriyeti kurulmuştur. (Ç.N.)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar