Ana SayfaArşivSayı 85 ÇİN ve MARKSİZM Çin'in Devrim Tarihi: Aşamalar ve Olasılıklar 

Çin’in Devrim Tarihi: Aşamalar ve Olasılıklar 

 
Çin’in Devrim Tarihi:
Aşamalar ve Olasılıklar

Çağdaş Balcı

“Asya’da bir hayalet dolaşıyor: Mao Mao hayaleti diyelim.” (Hikmet Kıvılcımlı)

“Hasır çarıklara biçim verilmez, giyildikçe biçim alırlar.” (Mao Zedong)

Çin Devrimi ve onun en önemli ideolojik motifi olan Maoizm, doğduğu coğrafi bölge olan Çin Halk Cumhuriyeti sınırları haricinde, dünyanın başka yerlerinde farklı politik ve teorik etkilere yol açmaya devam etmektedir. Maoist ideoloji Nepal, Hindistan veya Filipinler’de bizzat bir iktidar olasılığı ve başarılı bir politik devrimin anahtarı görünümündeyken Maoizmin Batı Avrupa’ya girişi daha çok 1960’ların soğuk, kaba ve bürokrat yüzlü addedilen Sovyetler Birliği’ne bir alternatif olarak gençliğin baskıcı rejimlere karşı çıkan isyankâr ruhu ya da Kültür Devrimi yıllarında Paris Komünü’ne benzetilen Şanghay komünündeki işçilerin özyönetimi modeli üzerinden olmuştu. Türkiye gibi ülkelerde ise Maoizm, her iki tartışmanın da ötesinde Kaypakkayacılıkla, köylü devrimiyle, SSCB’yi sosyal emperyalist olarak niteleyen tahlillerle ve fraksiyon çatışmalarıyla özdeşleştirilmişti. Bunun yanında Maoizm ulusal kurtuluşçu, sosyalist yurtsever, sınıf işbirlikçi ya da kendi içinde sürekli fikir değiştiren anlaşılmaz bir devrim süreci olarak da görülmüştür.

Bir devrime devrim payesini layık görürken şüphesiz açıkça görülebilecek bir başarıyı esas almak durumundayız. Kahramanlıklar, büyük kitle gösterileri yahut gerici hâkim sınıflara karşı yöneltilen yıpratıcı hamleler eğer somut bir başarı ile neticelenmiyorsa devrim değil de en fazla devrim teşebbüsleri olarak nitelendirilebilirler. Dolayısıyla Çin Devrimi’nin aşamalarını ilk elden tasnif ederken, kerteriz noktası olarak iktidarın devrildiği veya devrimci güçlerin somut bir coğrafi konum/iktidar alanı kazanmayı başardığı momentleri belirtmek uygun düşecektir. Diğer devrimlere göre oldukça uzun seyirli sayılabilecek bir tarihe sahip olan Çin Devrimi’nde devrimci güçler egemen iktidarı devirme, kendine alan yaratma, iktidar olma kudretine beş dönemde nail olabilmişlerdir.

Dönemeçler

1911 Xinhai Devrimi: Bu devrimde imparatorluğun son hanedanı olan Qing hanedanlığı yıkılmış ve hanedanlık karşıtı milliyetçi, liberal ve ilerici güçlerin ortaklığının başarısıyla cumhuriyet ilan edilmiştir.

1925-1927 Çin’in birleştirilmesi: Bu yıllarda Çin’de burjuva-milliyetçi parti Guomindang ile Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) ilk ittifakı gerçekleşmiştir. Ağırlık merkezini Guomindang’ın oluşturduğu bu ittifak hanedanlık yanlılarına, Çin’in kuzeyinde kümelenmiş yerel otoriteler olan savaş ağalarına ve cumhuriyet rejimini lağvederek kendini imparator ilan eden General Yuan Shikai’nin (ölüm: 1916) ardıllarına karşı başarılı bir savaş yürütmüş ve bu güçler tasfiye edilmiştir.

1928-1934 Kızıl siyasi üsler: Sun Yat-sen’in 1925’te hayatını kaybetmesi ve Kuzey seferi ile gerici güçlerin tasfiye edilmesinin ardından parti liderliğine yükselen Chiang Kai-shek, Guomindang’ın sol kanadını yok etmiştir. Sonrasında ÇKP’ye yönelik saldırılar hız kazanmıştır. Artık Guomindang-ÇKP ittifakından bahsetmek şöyle dursun, ÇKP açık bir ihanet ile yüz yüze kalmıştır. ÇKP bu dönemde etkin olduğu kırsal bölgelerde kızıl siyasi üsler kurmuştur. Bu üsler hem Guomindang’ın saldırılarına askeri karşılık vermiş hem de yerel bir iktidar odağı olarak ekonomik ve yönetsel görevler üstlenmiştir. Her ne kadar Guomindang’ın üç büyük saldırısı göğüslense de 1934 yılından itibaren kızıl siyasi üslerin ve bu dönemin daha merkezi bir yönetsel birimi olan Çin Sovyetlerinin varlığını devam ettirmek mümkün olmamıştır. Uzun Yürüyüş, ülkenin güney doğusundan başlayarak önce batıya, sonra kuzeye doğru ilerleyen bir hat boyunca 12 bin kilometre devam etmiştir. Esasında Uzun Yürüyüş, kızıl siyasi üslerin politik olmasa da askeri yenilgisi üzerine alınmış bir karardır. Buna rağmen kızıl siyasi üslerin yönetsel ve politik başarısı Uzun Yürüyüş’e zemin hazırlamıştır. Sonuçta Kızıl Siyasi Üsler ve Uzun Yürüyüş askeri açıdan farklı ama politik açıdan ortak bir zemine dayanan, çelişkili bir süreklilik taşıyan bir iktidar ve devrim deneyimidir.

1949 Çin Halk Cumhuriyeti kuruluşu: Emperyalist Japon işgalinin sona ermesi ve Guomindang ile yaşanan iç savaşın ardından ÇKP politik iktidarı ele geçirmiştir. Kültür Devrimi’ne kadar olan süreye ekonomik kalkınmada hangi modelin seçileceği tartışmaları damgasını vurmuştur. Bu yazı boyunca herhangi bir ön ek olmadan sadece devrim kelimesi kullanıldığında 1949 Devrimi kastedilmiştir.

1965-1970 Kültür Devrimi: Burjuva yazınında vahşet çağı ve günümüz karşı devrimci ÇKP literatüründe kayıp on yıl olarak tanımlanan Kültür Devrimi’nin, 1965 yılında edebiyat eleştirmeni Yao Wenyuan’ın kaleme aldığı bir makale ile başlayıp Mao’nun 1976 yılında ölümüyle son bulduğu belirtiliyor. Esasında bu sınıflamanın on yıllık bir süreyi kapsaması hem burjuvazinin Mao düşmanlığını hem de mevcut karşı devrimci ÇKP’ye egemen olan kliğin grup çıkarlarını yansıtıyor. Bu yazıda Kültür Devrimi’nin 1965-1966 yıllarında partiye kapitalist yolcuların egemen olup olmadığı sorusunun sorulmaya başladığı ve Mao Zedong’un bu soruyu resmileştirdiği yıllardan, yine Mao’nun sol fraksiyonları/grupları desteklemeyi nihai olarak terk ettiği 1970 yılına kadar sürdüğü savunulacaktır.

Hem bu devrimler sırasında hem de bu devrimler arasındaki zaman diliminde elbette çok sayıda önemli gelişme olmuştur. Bu yazıda Çin’in devrim tarihi kronolojik bir tarzda, sadece tarih bilgisi vermek niyetiyle ele alınmayacaktır. Yazıda akıcılığı kolaylaştırmak amacıyla mutlaka tarihsel bilgiye de yer verilecek ama asıl olarak, devrim sürecinde olsun veya olmasın önemli tarihsel aşamalarda yaşanan politik ve teorik tartışmalara odaklanılacaktır. Bu tartışmalarda Mao Zedong’un aldığı kararlar ve takındığı tutumlar merkeze alınacak; onun gücü, güçsüzlüğü ya da mümkün olan diğer olasılıklar incelenecektir.

Dört çizgi

Çin’in yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan oluşan uzun devrim tarihini incelerken, tarihsel yükten kendimizi azade saymak ve sadece belli olayları/tartışmaları merkeze almak yeterli değildir. Tarih bilimi ile tarih yazımını farklı kılan husus, yaşandığı konusunda üzerinde şüphe duyulmayan bir tarihsel olayın ezenler ve ezilenler tarafından farklı yorumlanmasına, bir anlamda taraf tutmaya dayanır. Devasa bir olaylar ve olgular zincirine sahip olan Çin’in devrim tarihinde ezilenlerin ve ezenlerin ayrı ayrı ama yine de envai çeşitlilikle oluşan tarih yazımı külliyatı mevcuttur. Çin Devrimi’nin tek partiye dayalı bir diktatörlük olduğu, ÇKP ve onun lideri Mao Zedong’un iktidar olma heveslisi darbeci bir ekolden ibaret olduğu, devrimin aşamalarının antidemokratik, katliamcı ve vahşet içeren dönemler olduğu türünden antikomünist iddiaları baştan reddetmek ve üzerinde uğraşmaya değmeyecek zırvalar olduğunu ilan etmek durumundayız. Ezilen sınıfların iktidar için savaştığı ve iktidarı ele aldığı devrim dönemleri, insanlık tarihinin en hayranlık verici, en üretken, en yaratıcı ve ‒hasımlarımız bu fikirden hiç hoşlanmayacak olsalar da‒ doğamıza en uygun düşen dönemleridir. Madde ve mananın bütünleştiği, tamamına erdiği devrim dönemlerini ve büyük devrimlerin en sonuncusu olan Çin Devrimi’ni düşman pencerelerden bakarak yargılayanları ve bu yargılamaların soğuk savaştan kalma uyduruk metinlerine inananları elimizin tersiyle kenara itmek, yolumuza başlarken atmamız gereken ilk adım, temizlememiz gereken ilk ayrık otu demetidir.

Çin Devrimi’ni önemseyip eleştirerek reddeden, onu eleştirerek sahiplenen ya da ona doğrudan sahip çıkan ideolojik çizgileri dört ana başlıkta inceleyebiliriz.

Liberal devletçi çizgi: Bu çizginin varlık sebebi kendi ideolojisi değil de Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve günümüz Çin Komünist Partisi’nin kurumsal varlığıdır. Bu çizgiye göre, ciddi ideolojik çıkmazlara ve somut yanlışlara rağmen Çin Devrimi ve aşamaları günümüz Çin devletinin maddi temelini oluşturmuştur. Kapitalist birikim modelini tartışmasız kabul eden ama ulusal ve uluslararası sermaye hareketlerini çok sıkı şekilde denetleyen, istikrarlı büyüme oranlarını dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olma başarısına kadar yükselten, kamu iktisadi teşekkülleri ile özel sektörü ayrı ayrı kontrol edip birbirlerine uyumlu şekilde çalıştırabilen bir devlet kapitalizmi idaresini savunan günümüz ÇKP’si, Çin Devrimi’ni kendi varlık sebebi olarak görmektedir. Bir tür isim babası vasfından öte sayılamayacak bu sahiplenme girişimi sadece tarihsel öğeler içermektedir. ÇKP’nin resmi tarih yazımı, geçmişiyle kendisi arasında ideolojik illiyet bağları ararken çoğu zaman boşa düşmektedir. Devrimi halk iktidarı olarak olumlamakta ama onu komünist yapan bütün özellikleri ‒toprak devrimi, özel teşebbüslerin ortadan kaldırılması, sermayedarların serbest dolaşım izninin engellenmesi, takım-tugay-komün şeklinde kolektif üretim, parti merkezindeki burjuva görüşlerin eleştirisi‒ reddetmektedirler.

Dünyanın en çok üyeye sahip partisi olan ÇKP’nin oldukça geniş sayılabilecek bir propaganda ağı vardır. Bu nedenle Çin’in devrim tarihine dair ampirik bilgilerin çoğu günümüz resmi ÇKP’sinin kaleminden çıkmadır. Çin’in resmi ideolojisi denebilecek bu akım, ÇKP lideri Mao Zedong’un birçok hata yapsa da devletin bütünlüğünü tesis ettiğini savunur, sol sapma sayılabilecek yanlışların ise Deng Xiaoping tarafından düzeltildiği ve asıl ekonomik gelişmenin bundan sonra hız kazandığını öne sürer. Son yıllarda mevcut ÇHC başkanı Xi Jinping’in Mao-Deng ikilisinin yanına üçüncü isim olarak eklendiği fark edilmektedir. Ülkenin kurucusu olarak Mao, geliştireni olarak Deng Xiaoping ve şahlandıranı olarak da Xi Jinping’i gören bu çizginin, kapitalist ekonomik modele bir itirazı olmamasından dolayı liberal, sıkı sermaye kontrolü sağlaması ve milliyetçi çıkarları öne alması nedeniyle de devletçi olarak bilinmesi gerekir. Bu çizginin Türkiye’deki önde gelen temsilcileri, Doğu Perinçek liderliğindeki Vatan Partisi ile Deng Xiaoping, Xi Jinping ve günümüz resmi ÇKP metinlerini Türkçeleştiren birkaç yayınevidir.

Liberal kitleci çizgi: Çin Devrimi lehine bu çizgiyi savunanlar, Çin Devrimi’nin diğer devrimlerin aksine tepeden inme bir baskınla, askeri darbeyle ya da dar bir kliğin yönlendirmesiyle değil de geniş halk kitlelerine dayandığını vurgularlar. Her ne kadar Çin Devrimi 20. yüzyılın tipik ifadesi olan temsil siyasetini yani kitle ve onu temsil eden parti ilişkisini aşacak bir model ortaya koymasa da geniş köylü yığınlarının özneleştiği bir devrim olmuştur. Çoğu zaman ekonomik model tartışmalarına girmeyi tercih etmeyen bu çizgi, devrimi ve devrim sonrasındaki politik kargaşayı köylü ve işçi yığınların kendilerini siyasi alanda ne kadar ifade edebildikleriyle ölçmeye çalışır. Kitlelerin doğrudan siyasete karıştığı Çin Sovyetleri, Kızıl Üsler, Yüz Çiçek kampanyası ya da Kültür Devrimi’nin ilk yılları gibi dönemler olumlanır; Uzun Yürüyüş, Japon işgali karşısında direniş, kolektifleştirmeler veya Büyük İleri Atılım özel bir övgüye mazhar olmaz. 68’de radikalleşen gençliğin ve SSCB karşıtı sol akımların Maoizmi keşfi bu kanal yoluyla mümkün olmuştur. Günümüzde bu akımın küresel temsilciliğini Batı Marksizmi ve akademi çevreleri yapmaktadır, Türkiye’de ise özel olarak bu çizgiyi savunan tutarlı bir akım bulunmamaktadır.

Sol Sovyetçi çizgi: Ekim Devrimi lehine bu çizgiyi savunanlar, Çin Devrimi’ni halkın iktidarı eline aldığı bir büyük devrim olarak selamlamakta ancak onu 1917 Sovyet Devrimi gibi pirüpak bir proleter devrim olarak görmemektedir. Birçok resmi komünist partinin fikir birliğine vardığı üzere Çin Devrimi’ne köylü karakteri egemen olmuştur ve işçi sınıfı temel güç olmadığından dolayı da kolektifleştirme, üretici güçlerin gelişimi ya da komünizme geçiş gibi aşamalar söz konusu olamayacaktır. Komintern’in daha Çin Komünist Partisi’nin kuruluş tarihi olan 1921’i takip eden on yıl boyunca Guomindang ile işbirliğinin sürdürülmesi hakkında verdiği öneriler/talimatlardan başlayarak, 1960’ların ikinci yarısında SSCB ile ÇHC’nin arasının belirgin biçimde açılmasına kadar uzanan süre boyunca, Sol Sovyetçi çizgi Çin Devrimi’ni eleştirmeye devam etmiştir.

Bu çizginin ikinci bir tonu sayılabilecek Troçkist görüş ise liberal kitleci çizgi ile sol Sovyetçi çizginin arasında konum alır. Troçkist akım için kitle demek işçi sınıfı demektir ve onlara göre 1925-1926 yılında yükselen kentli işçi hareketi başarılı bir devrim için kaçırılmış ciddi bir fırsattır. Troçki, sağ olduğu dönemlerde Çin Devrimi’ni ulusal burjuvaziyle kurulan ittifak açısından eleştirmiş, Troçki’nin ölümünden sonraki dönemlerde ise ardılları SSCB’ye yapılan bürokratizm saptamalarının benzerlerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne ve ÇKP’ye de yöneltmiştir. Türkiye’deki hemen hemen bütün Troçkist ve Sovyetçi fraksiyonlar uluslararası ekollerle uyumlu bakış açılarına sahiptir.

Sol Ortodoks Maocu çizgi: Bu çizgi, Çin’in bütün devrim tarihini Mao Zedong’u paranteze alarak inceler. Bu çizgiye göre, birbiriyle çelişen çok sayıda farklı ideolojik hattan geçmiş devrim tarihi boyunca Mao Zedong daima doğru politikayı savunmuştur. Mao Zedong kâh sağ sapmalarla kâh sol sapmalarla savaşmış ama devrim için tutarlı, gerçekçi ve gerekli olan şeyleri yapmıştır. Mao’nun bir kez devrimden önce Kızıl Üsler döneminde, bir kez de Büyük İleri Atılım’ın başarısız ilan edilmesinin ardından partideki hâkimiyeti büyük ölçüde kaybettiği ve rakiplerinin öne çıktığı bilinmektedir. Kesinliği tartışmasız olan dönem dışında Mao Zedong kapalı kapılar ardında pek çok kez eleştiriye tabi tutulmuş ve devrim süreci onun şahsında çeşitli sınavlardan geçmiştir. Sol Ortodoks Maocu akım tarafından Mao Zedong’un tutarsız ve haksız bulunduğu bir tarihsel evreye rastlamak pek mümkün değildir.

Mao Zedong’un ölümünün ardından revizyonist bir kliğin Çin’de iktidarı ele aldığını savunan bu çizgi, kendilerini MLM (Marksist-Leninist-Maoist) olarak tarif eden birçok örgüt tarafından takip edilmektedir. Türkiye’de ise İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini savunan TKP/ML kökenli örgütler bu başlıkta ele alınabilir.

İhtilaflı meselelere yaklaşımda bir yöntem

Bu yazıdaki çabamız illa ki dört başlıktan birine ait sayılacaksa, şüphesiz bu Sol Ortodoks Maocu çizgi olurdu; ancak bir kayıt düşerek! Bu çizginin sınırlarını esneterek, bu esnetmeyi tek tek olayların keyfi yorumlanmasına göre değil de bir metot eşliğinde başarmaya çalışarak. Bu metodu ifade ederek yolumuza koyulabiliriz.

Mao’nun önderliği altındaki Kızıl Ordu’nun iç savaşı kazanarak Guomindang lideri Chiang Kai-shek’i Tayvan’a sürmesi, Ekim 1949’da Çin Komünist Partisi’nin iktidarı altında Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. ÇKP’nin 1923 yılındaki 3. kongresinde Mao Zedong’un Merkez Komite üyeliğine seçildiği andan 1949 yılında ÇHC’nin kuruluşuna değin geçen süre boyunca çok sayıda tartışmalı mesele olmuştur. Guomindang ile iki kez yapılan işbirliği ve ardından gelen vahşi saldırılara göğüs germe, Komintern’in sınıf işbirliği konusundaki zorlayıcı baskıları ve tereddütlü davranışları, kent eylemliliklerinden köylü mücadelesine yöneliş, Kızıl Üsler ve hareketli gerillacılık, kırlarda uygulanan eş zamanlı savaşıp üreten asker-işçi modeli, Chiang Kai-shek’in komünistlerin yanında sayılabilecek bir general tarafından tutuklanmasından sonra Guomindang ile yapılan pazarlıklar, Japon işgaline karşı direnişi üstlenme, sol/sağ sapma olarak kodlanan akımların hedefe konulduğu parti içi düzeltme harekâtı ve nihayet iç savaş sırasında SSCB ve ABD ile yapılan görüşmeler en yakıcı konular arasındadır. Bu tartışmalar tek tek incelendiğinde Mao Zedong elbette eleştirilebilir; ancak Mao’nun ve onun liderliğindeki ÇKP’nin kararlarında ideolojik yetersizlikler, strateji hataları veya yalpalamalar görülse bile sonuç başarılı bir devrim olmuştur. Bu devrimin antiemperyalist, antifeodal ve antikapitalist doğası verili bir gerçektir. Dolayısıyla Sol Ortodoks Maocu çizginin her tartışmalı olayda Mao’yu haklı ilan etmesi politika lehine elverişli bir konum alış anlamına gelmektedir. Dolayısıyla devrim öncesi dönemde Mao Zedong’u pratik politika lehine paranteze almak, ama eğer mevzu bahis teorik tartışma düzlemiyse bu parantezi kapatmak gerekmektedir.

Nasıl devrim öncesi dönemde yaşanan tartışmalı konularda, teorik açıdan olmasa da pratik politika düzleminde tartışmaların gelip dayandığı nokta olan sonuç kısmına, yani 1949 devriminin varlığı konusuna göre tavır almak durumunda kaldıysak, aynı düşünce silsilesini devrim sonrası dönem için de uygulayabiliriz. Yakın tarihimize denk gelen bu dönemin tartışmalı konularının başlıcaları ise Kore Savaşı’na destek, SSCB ile yakınlaşma, toprak devrimi, meta üretimi ve bölüşüm ilişkilerinde yöntem arayışları, Büyük İleri Atılım, Lushan Konferansı, kapitalist yolcuların partiden tasfiyesi ve Kültür Devrimi’dir. Devrim sonrası dönemin sonuç anlamında kaderi olumsuzdur. 1949’daki devrimin doğasının antifeodal, antiemperyalist, antikapitalist olması gibi, mevcut Çin devletinin doğasının kapitalist, sömürücü ve emperyalizm heveslisi olduğu verili bir gerçektir. Başarılı bir devrimin gerçekleşmiş olması, devrim öncesi dönemlerdeki tartışmalı meselelerde Mao Zedong ve ÇKP’yi pratik politika lehine bir paranteze almamızı gerektiriyorsa, devrim sonrası dönemde yaşanan ihtilaflı konularda ise bu parantezi tamamıyla kaldırmak gerekmektedir. Başarılı bir devrim gerçekleştiyse yani egemen sınıfların iktidarı alaşağı edilip yerine ezilenlerin iktidarı kurulduysa, Mao Zedong’un bu aşamaya kadar olan kararlarında haklılık payı olsa gerektir. Aynı şekilde bu devrim karşı devrim tarafından tasfiye edilmiş ve kapitalist olduğuna şüphe götürmeyecek bir model yürürlüğe girmişse devrim sonrasında alınan kararlarda eleştirilecek noktalar var demektir.

1911 Devrimi hakkında

Çin’de 19. yüzyıl, aşağılanma yüzyılı olarak anılır. Bu yüzyıla gelinceye kadar Çin etkileyici bir geçmişe sahipti. Sanayi devrimine kadar olan süre boyunca dokumacılık, tarım ve tıp alanında birçok Avrupa ülkesinin önündeydi. Geleneksel Çin kültüründe barut, kâğıt, matbaa ve pusula dört büyük buluş olarak antik Çin’in başarısı olarak anılır. Kendi kendine yeten, içe kapalı ve 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar dış ticaret fazlası veren Çin, yüzölçümünün ve nüfusunun büyüklüğü yanında dünyanın en yüksek dağlarına, büyük bir çöle ve devasa bozkırlara sahiptir. “Çin kendine zhongua yani merkez ülke veya orta krallık adını vermiştir. (…) Günümüzde Çin’de basılan dünya haritaları da Çin’in binlerce yıl önce kendini dünyanın merkezi kabul ettiğini gösteren şekillerde basılmaktadır.” [1]

Diğer Doğu ülkeleri gibi sanayi devrimini yakalayamamak, Britanya ile yapılan ticaretin Britanya lehine tek taraflı biçime bürünmesine neden olmuştur. Bütün doğal kaynaklarının İngiltere tarafından sömürülmesine rağmen Çin’e aktarılan en önemli ithal ürün, sadece uyuşturucu amacıyla kullanılan afyondu. Ekonomik çöküşün kültürel çöküşle birlikte seyretmesine neden olacak bu eşitsiz ticari ilişki, adına Afyon Savaşları denen iki büyük savaşa yol açmıştır. Her iki Afyon Savaşını da Britanya kazanmış ve ilki ardından imzalanan Nanking Anlaşması, ikincisi ardından imzalanan Pekin Anlaşmasıyla Britanya’ya büyük siyasi ve politik ayrıcalıklar tanınmıştır. Afyon Savaşları ardından imzalanan anlaşmalar neticesinde Çin’in yarı sömürge haline geldiğini ifade etmek gerekir.

Çin’e yöneltilen kapitalist saldırının milliyetçi ve sınıfsal tepkiler doğurması doğaldı. Birinci Afyon Savaşı’nın (1839-1842) ardından Taiping isyanı patlak verdi. Bu isyan bir köylü hareketiydi. Köylü liderler Hıristiyan ilahiyatının eşitlikçi ideolojisinden esinleniyorken, geniş kitlelerin asıl sorunu yoksulluk ve açlıktı. Taipingler’in eşitlikçi programı Marksist yazında dinsel ve ütopik bir köylü sosyalizmi olarak yerini almıştır. Taiping isyanının yabancı devletler ve monarşi tarafından ezilmesiyle birlikte başlayan İkinci Afyon Savaşı’nın (1856-1860) ardından bu sefer kentli bir ayaklanma gerçekleşti. Düzenli işi olmayan, toplumdan dışlanmış ya da kendi kendilerini dışlamış marjinal bireylerden oluşan ve 20-25 kişilik gençlik gruplarından mütevellit bu ekiplerin eylemlerinin merkezinde boks vardı. [2] Boksörler adıyla anılacak isyancı gruplar için boks hem fiziksel olarak zinde kalmayı sağlıyordu hem de ruhsal aydınlanma kaynağıydı. Boksörlerin tabandaki eylemleri zaman zaman memurlara yönelse de asıl hedef olarak yabancıları ve Hıristiyanları belirlemişlerdi. Bu nedenle stratejik olarak yabancılara karşı Qing hanedanlığını desteklediler. Bu destekleri karşılıksız kalmadı, Boksörler Pekin’e gelip Batı ülkelerinin elçiliklerini kuşattıklarında, yabancı askerlerin onlara yönelebilecek saldırılarının önünü hanedanlık kesti. Yabancı elçilikler kendi aralarında birleştiler ve silahlandılar, ülkelerinin askeri desteği ile birlikte Boksör İsyanı bastırıldı. Mağlup isyan girişiminin ardından yabancı devletlerle imzalanan Boksör Protokolü’nün niteliği ve içeriği çok ağır cezalar öngörüyordu.

Qing Hanedanlığı (Mançu Devleti) da başta Britanya olmak üzere Fransa ve Japonya gibi kapitalist ve işgalci devletlerin dayattığı ağır koşulların farkındaydı. Fakat bu farkındalık hanedanlığın yozlaşmışlığını ve yönetememe krizini masum göstermezdi. Her ne kadar 100 Gün Reformlarını başlatsalar ve Boksörleri gizlice destekleseler de Nanking, Pekin ve Boksör antlaşmalarını imzalamış olmaları, hanedanlığı birincil dereceden sorumlu yapıyordu. Çin Devrim tarihinde Qing hanedanlığının sorunları düzeltmeye yönelik girişimleri nedeniyle devrim öncesi dönem ile sonrası arasında süreklilik olduğunu iddia eden bir görüş vardır. Bu görüşe göre Qing Hanedanı, cumhuriyet, kendini imparator ilan eden Yuan Shikai, Guomindang ve nihayet Komünist Parti bir süreklilik içerir. “Günümüz Çin’inin siyasi yapısı 1949 ulusu inşa projesinin ürünüdür; büyüklüğü ve egemenlik ilişkileriyse Qing hanedanıyla 1911 Devrimi’nden sonra yeni doğan Cumhuriyet arasında kurulmuş sürekliliğe kadar gider.” [3] Cümlesini alıntıladığımız yazar Wang Hui, süreklilik iddiasını ilk dile getiren kişinin Japon Anayasa Hukukçusu Arigo Nagao olduğunu belirtiyor. Qing Hanedanlığı’nın tahttan çekilmesinin ve imparatorlukta herhangi bir toprak kaybı olmadan beş uluslu cumhuriyete geçilmesinin bir süreklilik olarak nitelenmesi iki açıdan zorlama gözükmektedir. İlki, hanedanlığın çürümüşlüğü ve işlevsizleşmesi nedeniyle sömürgeci kapitalist güçlerle içerideki sınıfsal-milliyetçi tepkiye karşı hareket edemez hale gelmesidir. İkinci nokta ise beş uluslu cumhuriyetin bizzat beş uluslu olması Qing Hanedanlığı’na karşı Han milliyetçiliğinin ifadesiydi; yani bir kopuş içeriyordu. Beş ulus ile kastedilen uluslar Hanlar, Mançular, Moğollar, Huiler ve Tibetliler’dir. İmparatorluğun yönetimi 17. yüzyıldan itibaren Mançularda yani Qing Hanedanlığı’nda olmasına rağmen Çin nüfusunun çoğunluğunu Hanlar oluşturuyordu. Dolayısıyla yurtsever yükseliş Han milliyetçiliğinden köken alıyordu. Han milliyetçiliğinin gerek 1911 devriminde gerek Kuzey seferinde gerekse de komünist devrimde bir tür maya olup olmadığı sorusunu sonraya erteleyelim; bu aşamada Qing Hanedanı’yla Han milliyetçiliğinin arasındaki çelişkinin, 20. yüzyılın burjuva demokratik devrimlerinin tipik ulusçu ve hanedanlık karşıtı doğasıyla uyumlu olduğunu belirtmekle yetinelim.

Qing Hanedanlığı’nın iktidarı devrettiği ya da devretmek zorunda kaldığı 1911 Devrimi’nin doğasında yabancı karşıtlığı önemli bir yer kaplar. Devrimi tetikleyen olayların en önemlisi demiryollarının millileştirilmesine karşı gelişen halk tepkisidir. Esasında bu tepki millileştirmeye karşı değil millileştirmenin tarzına karşı kabaran bir öfkeden kaynaklanıyordu. Çin hükümeti ulaşımda kilit rol oynayan demiryollarının inşasını ve kontrolünü kendi üstüne alıyordu ama karşılığında 10 milyon poundu bulan bir rakamı ödemeyi teminat olarak gösteriyordu. Bu kadar paranın en önemli sanayi merkezlerinden toplanacak vergi gelirinin tümüyle ancak 40 yıllık ödenebileceği tahmin ediliyordu. Yükselen Han milliyetçiliği açısından bu tipte bir millileştirme “Hanlar’a ait demiryollarının Mançular’a ve onların finansörleri olan yabancı güçlere teslim edilmesi” demekti. [4] Toplumsal kaynaşmanın belleğinde Taiping Ayaklanması ve Boksör İsyanları vardı; demiryollarının Mançular’a ve sömürgeci güçlere peşkeş çekilmesi ise tetiği çeken son noktalardan biri oldu.

Yabancı karşıtlığı konusunda ortak reflekslere sahip halkın örgütlerle bağları ise oldukça zayıftı. Çok sayıda ama küçük ölçekte devrimci örgüt vardı. Sun Yat-sen devrimci milliyetçiliğin ve ulusal kurtuluşçuluğun efsanevi ismi olarak sivriliyordu, onun çabası sonucunda ve başkanlığında devrimci örgütler 1905 yılında Tongmenghui adıyla birleştiler. Devrimcilerin birleşik örgütü bürokratlara karşı suikastlar, isyanlar ve gösteriler düzenlediler ve hepsinde de başarısız oldular. Başarısız isyan girişimlerinin toplam sayısının onbir, büyük ölçekli olanlarının ise dört olduğu bilgisi bulunuyor. Devrimci örgütler daha ciddi ve kapsamlı bir saldırı girişimi için hazırlık yaparken, Wuhan’da bir hücrede bomba yapımı esnasında yanlışlıkla patlama olması nedeniyle gerçekleşen polis operasyonunun ardından kendiliğinden bir isyan patlak verdi. Kısa sürede Wuhan’ın bir beldesinin kontrolü devrimcilerin eline geçti. “Wuhan’daki isyan ve Qing İmparatorluğu’ndan kopuşları zincirleme bir reaksiyonu tetiklemişti: Şehirler ve eyaletler birbirlerini izleyerek Mançulardan bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.” [5]

Sun Yat-sen devrimin önderiydi; ama bu önderliğin pratik bir önderlik olmaktan çok ideolojik önderlik olduğunu saptayabiliriz. Çünkü 1911 yılında eyaletler birbirleri ile koordinasyon kurmadan ve bir hiyerarşi içinde olmadan bağımsızlıklarını ve hanedanlıktan kopuşlarını ilan etmişlerdir. Bununla birlikte Sun Yat-sen’in ideolojik gücü ve devrimci örgütler nezdinde bıraktığı güçlü etki onu toplanan kurucu mecliste başkan yapmaya yetecekti. 1911 Devrimi’nin doğasını iyi yansıtan iki trajik gerçeklik var; evet tahtından bir imparator indirilmişti, ama Pu Yi adındaki bu devrik imparator yalnızca beş yaşındaydı. Evet, Sun Yat-sen adındaki burjuva devrimci yeni kurulan cumhuriyetin ilk başkanı olmuştu; ama devrimci yerel odaklar bağımsızlıklarını ilan ettiğinde Fransa’daydı, Şanghay’a gelmesi bir ayını alacaktı.

Artık siyasal bir hamle yapma imkânı kalmayan hanedanlık, daha sonra cumhuriyetçilerden yana saf tutacak olan General Yuan Shikai’yi başbakan olarak atadı. General Yuan, Sun Yat-sen’in başkanlığını tanıyıp imparatorluğu lağvetse de ülkedeki karmaşaya askeri açıdan son veren Sun Yat-sen değil o oldu. Bu sayede kendi etrafında güç toplayabilmeyi başardı ve sonuçta Sun Yat-sen başkanlıktan Yuan Shikai lehine çekilmek zorunda kaldı. 1914’e gelindiğinde Yuan Shikai askeri bir diktatörlük kurmuş, ulusal meclisi feshetmiş ve Sun Yat-sen de dâhil olmak üzere devrimci milliyetçiler tıpkı hanedanlık dönemindeki gibi bir kez daha ülkeden kaçmak zorunda kalmışlardı. Sonuçta 1911 Devrimi, hanedanlık rejimine son verdikten sonra güdük bir kurucu meclis etrafında örgütlenerek burjuva demokratik aşamaya doğru gelişmiş ve ardından bizzat devrime katılmış figürlerin eliyle monarşiye evrilmiştir. Yuan Shikai’in 1916 yılında hayatını kaybetmesiyle monarşi gücünü devam ettirememiş ve merkezi bir hükümet olmaksızın yerel askeri yapıların hâkimiyetindeki savaş ağaları rejimi başlamıştır. Guomindang-ÇKP ittifakının savaş ağaları rejimine son verip Çin’in siyasi birliğini sağlamaları 1927-28 yılına dek sürecekti.

Wang Hui 1911 Çin Devrimi’ni 20. yüzyılın başında Rusya, İran ve Türkiye’de yaşanan devrimlerden ayrı bir yere koyuyor. Wang Hui’ye göre bu devrimin özgünlüğü “milliyetçi hareketleri sosyalist devletin inşasıyla, uluslararası devrimlerle ilişkilendirmesiydi. (…) O güne kadar kapitalizmin tek yönlü genişlemesi altında küresel görünümü değiştirdi.” [6] Wang Hui, 18. ve 19. yüzyıllarda yaşanan Amerikan ve Fransız devrimlerinin kapitalizmi geliştirdiğini, 1905 Rusya, 1906 İran ve 1908 Türkiye devrimlerinin bu kaderi bozamadığını savunuyor. Çin Devrimini farklı kılan yönü, onun sosyalizme açılan kapısı olarak görüyor. Hatta Habsburg, Hohenzollern, Romanov ve Osmanlı İmparatorlukları dağılırken, Qing Hanedanlığı’nın devletin birliğini korumak için çokça fedakârlık yaptığını vurguluyor. Wang Hui’nin gözünde Qing hanedanı zaten beş uluslu monarşiyi savunmaktaydı ve Yuan Shikai’yi bizzat kendileri görevlendirmişti, ona göre hanedanlık adeta kendisini cumhuriyete bağışlamıştı. Wang Hui tezlerini bu noktada da sonlandırmıyor ve 1911 Devrimini sosyalizme açılan kapı olarak gördüğü gibi ulusçuluğa karşı bir forma da sahip olduğunu düşünüyor. Yazar, Qing Hanedanlığı’ndan Yuan Shikai’ye, oradan Sun Yat-sen’e ve hatta ÇKP’ye kadar uzanan süreklilik zincirinin ilk halkasının düğümünü burada atıyor.

Türkiyeli Marksist okurlar, burjuva demokratik devrimler ile sonrasında kurulan ulus devletler arasındaki süreklilik tezlerine oldukça aşinadırlar. Hatta burjuva devrimciliğinin yıktığı imparatorluk düzenine kadar süreklilik çizgisini uzatan tezler de Türkiyeli Marksistlere yabancı değildir. Wang Hui’nin Çin Devrimi için ortaya koyduğu tezlerin olgusal açıdan farklı ama ideolojik eksen olarak benzer olan yaklaşımları Osmanlı-İttihatçılık ve Kemalizm bağlamında çok kez tekrar edilmiştir. Yani Wang Hui’nin savunmakta olduğu 1911 Çin Devrimi’ni çağdaşı olan diğer burjuva demokratik devrimlerden farklı gören tezinin özgün bir yanı olmadığının doğrudan tanıkları arasındayız.

Wang Hui, bu devrimin özgünlüğünü sosyalizme açık kapı bırakmasıyla ve çok uluslu modeli savunmasıyla açıklıyor, hanedanlıkla sonraki güdük cumhuriyet rejiminin arasındaki sürekliliği vurgulamayı da ihmal etmiyor. Eğer sosyalizme dönük bir yüz ya da açık bir kapı, 38 yıl sonra başarıya ulaşmış bir sosyalist devrimden dolayıysa, bu geçmişte kalmış bir olayı sonraki zaman diliminde yaşanan gelişmelerin ışığında ele almak olur ve o konjonktürün dinamiklerini açıklamak için uygun bir yol değildir. Kaldı ki bu metodu uygularsak, asıl 1905 Rus Devrimi’ni kategorik olarak özgün bir yere koymamız gerekir; zira olayların gidişatı çok daha hızlıdır ve 12 yıl sonra başarılı bir sosyalist devrim ile neticelenmiştir. Çok ulusluluğun da Çin burjuva demokratlara özgü bir yön olmadığını 1908 Türkiye Devrimi’nden biliyoruz. 1908 Devrimi’nin diğer adı Jön Türk devrimidir; ama aslında bütün milletlerin iştirak ettiği ve kenetlendiği bir devrimdir. Çin Devrimi’nde devrimin fitilini ateşleyen olayın yanlışlıkla patlayan bir bomba ardından hızlıca gelişen isyan olması gibi, Jön Türk Devrimi de Balkanlar’da faaliyet yürüten subayların kendiliğinden ayaklanmasıyla başlamıştır. Bir kez tetik çekildikten sonra her iki devrimde de yönlendirici bir örgütün hiyerarşik ve kontrol altındaki eylemlerinden ziyade daha çok ademimerkeziyetçi isyanlar gelişmiştir. Çin’de beş uluslu cumhuriyet tezinin Osmanlı’daki karşılığı kurulan meclise 142 Türk, 60 Arap, 25 Arnavut, 23 Rum, 12 Ermeni, 5 Yahudi, 4 Bulgar, 3 Sırp, bir de Ulah milletvekilinin seçilmesi olarak gösterilebilir. Wang Hui’nin Habsburg, Hohenzollern, Romanov ve Osmanlı İmparatorlukları dağıldı ama Qing Hanedanlığı sürekliliğini bir şekilde sürdürdü iddiasının tam aksine, Çarlık’ın ve Osmanlı İmparatorluğu’nun fiziki varlıkları bir müddet daha devam etmiştir ama Qing Hanedanlığı bırakalım yalnızca politik etkisini fiziki açıdan da varlığını kaybetmiştir. Fiziki açıdan bir anda yok edilebilen bir hanedanlığın politik sürekliliğini sağlayamayacağı kolaylıkla anlaşılacaktır.

20. yüzyılın başlarında yaşanan burjuva demokrat devrimler ‒Çin 1911 Devrimi de‒ kendisinden önceki rejimlerle açık bir karşıtlık içerir. Padişahlık, Çarlık, İmparatorluk makamları bu devrimlerle kökten sarsılmış, ya yıkılmış ya da yıkılmaya yüz tutmuştur. Burjuvazinin devrimciliğini kaybettiği bu yüzyılda, burjuva devrimcilerinin sınıfsal doğası nedeniyle bu devrimler akamete uğramış, çok uluslu, antifeodal ve eşitlikçi yönler uygulamaya geçememiştir. 1908 Jön Türk Devrimi’nde devrim önder kadroları birkaç sene içinde ırkçı-Türkçü bir hatta geçtiler, sendika ve gösteri haklarını savaş dolayısıyla iptal ettiler, emperyalist klikler arasında yalpaladılar. Çin 1911 Devrimi’nde burjuva yurtsever Sun Yat-sen, elinde politik arenaya etki eden bir gücü olmadığından, üç ay sonra cumhuriyet rejimini kabul ettiğini ifade eden General Yuan Shikai’ye başkanlığı devretti. Birkaç sene sonra Yuan Shikai’nin 1916 yılında ölümüne dek sürecek olan askeri diktatörlüğü başladı. “Yuan Shih-kai bizzat bir toprak ağasıydı ve komprador burjuvazinin siyasi temsilcisiydi. Yuan Shih-kai, 1911 Devrimi’nin kazanımlarını geri almak için, devrim mücadelesinde burjuvazinin zayıflığından ve uzlaşmacı çizgisinden faydalanmaya çalışmıştı. Yuan Shih-kai geçici bir başarı sağlayarak Çin Cumhuriyeti adı altında, emperyalist güçlerden emir alan, Kuzey Bölgesinin Savaş Ağalarının gerici iktidarını kurdu.” [7]

Sosyalist devrimcilerin burjuva devrimlerinin taraftarı olmamaları gerektiğini, Aydınlanmacı cumhuriyetçi bakıştan kökten bir kopuşla kendisini var edebileceklerini kayıt düşerek ifade etmeliyiz ki 20. yüzyıl başlarında yaşanan politik iktidar değişimleri burjuva karakterli devrimlerdir. Dolayısıyla yeni kurulan rejimlerin doğasıyla öncekilerin doğası arasında politik bir süreklilik ilişkisi kurulamaz. Burjuva devrimleri de diğer bütün devrimler gibi elbette kitle eliyle yapılmıştı; ama kitle ile siyasal temsilciler arasında bağ çok zayıftı. Bundan dolayı iktidara geçen ilerici veya gerici bütün klikler sağlam yer edinemiyor, siyasal yapı diktatörlük, monarşi, anayasal monarşi ve cumhuriyet arasında salınıyor, sık sık biçim değiştiriyordu.

ÇKP’nin kuruluşu

1911 Devrimi Qing Hanedanlığı’nın yıkılışına yol açsa ve kısa süreli başarısız bir cumhuriyet deneyimi ile sonuçlansa da mülkiyet ve sermaye ilişkileri üzerinde herhangi bir etkiye yol açmamıştı. Çin’in sosyoekonomik yapısı hakkında sıkça bahsedildiği üzere yarı-feodal ve yarı-sömürge düzen devam ediyordu. Yuan Shikai’nin hayatını kaybettiği 1916 yılından 1927 yılında kadar olan dönem boyunca Çin’de merkezi bir hükümet yoktu. Bu süre zarfında ülkenin kuzey kesimlerinde çok sayıda klik olarakyerel egemenliklerini sürdüren savaş ağaları mevcuttu. Bahsettiğimiz yerel otoritelerin çoğunluğu geçmişte imparator ordusu bünyesinde yer alan askerlerden oluşuyordu. Her biri feodal düzenin devamından yana olan büyük toprak sahipleriydiler. Japonya ve İngiltere ile olumlu ilişkiler geliştirmenin peşindeydiler. Adına bir politik program denilebilirse, siyasal açıdan  devrik Qing Hanedanlığı’nın yeniden iktidara getirilmesini savunuyorlardı.

Somut güçler dengesi şu şekildeydi. Bir tarafta Qing (Mançu) Hanedanlığı yanlıları, kuzeyli savaş ağaları, Yuan Shikai’nin ardılları, toprak ağaları; diğer tarafta ise güneyli ilericiler ve devrimciler, Han Hanedanlığı taraftarları ve ulusçular yer alıyordu. Güçler dengesi böyle şekillenirken Çin Komünist Partisi’nin kuruluşuna yol açan asıl etmen, 1919 yılında politik şekillenişi doğrudan etkileyen 4 Mayıs Hareketi olmuştur.

Çin’in Afyon Savaşları’yla başlayan ve başarısız isyan deneyimleri ile cılız cumhuriyet girişimine rağmen engellenemeyen sömürü ve aşağılanma zincirine son halka Versay Antlaşması ile eklenmiş oldu. Çin hükümeti İtilaf Devletleri’nin saflarına, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın ancak son yılında girse de kazanan tarafı seçmiş olmasına rağmen barış görüşmelerinde anlamlı bir kazanım elde edemedi. Üstüne Almanya’nın Çin üzerindeki haklarının Japonya’ya devredilmesi, Çin halkının zaten birikmekte olan milliyetçi tepkisine tetiği çeken son nokta olmuş oldu. 4 Mayıs 1919’da Tiananmen’de üç bine yakın öğrencinin düzenlediği kitlesel gösteri, sert askeri önlemler nedeniyle şiddet olaylarına sahne oldu ve ardından hız kesmeyecek olan eylemler silsilesinin de başlangıcı oldu.

4 Mayıs Hareketi aynı zamanda Yeni Kültür Hareketi olarak da isimlendirilir. Bu isimlendirme Çin toplumunda zaten başlamış bulunan eğitim, dil, sanat ve edebiyat alanındaki yenilikçi düşüncelerin, 4 Mayıs tarihiyle birlikte politize olmasını ve şiddetlenerek devam etmesini vurgular. “Sun Yat-sen de 4 Mayıs eylemcilerinin vatansever ruhunu anlatmak için Guomindang’ın yurtdışındaki yoldaşlarına 29 Ocak 1920’de yazdığı bir mektupta harekete ve ismine onay verir.” [8]

Çin’de gerek devrim öncesinde gerekse de devrim sonrasında, parti içinde ve dışında, politik alanda veya gündelik hayatta birçok kampanya düzenlenmiştir. Politik hamleler çoğunlukla kampanya ile açıklanmakta, sloganik ifadelerden oluşan özetler halkta doğrudan karşılık bulmaktadır. Tek tek kelimelerle yahut cümlelerle ifade edilen bu kampanyalar iki kutupludur; ilki ideolojiktir ve kültür içeriklidir, diğeri ise askeri hamleler, kalkınma ve ekonomiye dairdir. Esasında 4 Mayıs Hareketi Çin’in devrim tarihinin iki kutuplu devrimci ilerleyişinin kültürel olanının ilkidir. 4 Mayıs Hareketi, Yüz Çiçek Kampanyası, Sosyalist Eğitim Hareketi, Büyük Proleter Kültür Devrimi kültür içerikli siyasal kampanyalara örnektir. Kızıl Siyasi Üsleri Koruyalım, Büyük İleri Atılım ise askeri-ekonomik kampanyaların örnekleri arasındadır. İster kültürel içerikli olsun isterse de ekonomik amaç gütsün, bütün kampanyalar politikaya angajedir. Çin’in siyasal alt üst oluşlarının böyle ifade olageldiğini vurgulamak gerekir, yine dazibao ismi verilen herkesin gidip görüşünü yazabildiği büyük duvar posterleri de bu eksende değerlendirilebilir. 

Devrimciliğin bir biçiminin kültürel olarak işaretlenmesine karşı iki şerhli kabulü inceleyelim. Alain Badiou, Kültür Devrimi’nden hareketle, bu devrimin temel metinlerinden biri olan “On Altı Maddelik Kararlar (1966)”da kültürel isminin geçmemesini sorgular. “Belki sadece bulmacamsı ve metafiziksel şu ilk cümleyle: İnsanı en derinlerinde değiştirmeyi hedefler. Bu bakımdan ‘kültürel’, özellikle radikal anlamda ‘ideolojik’in eş değeridir.” [9] Badiou, kültürel ifadesini ancak geniş anlamıyla kabul eder, yani onu insanın en derinlerini etkileyen ideolojik öz ile eşitleyerek onaylar. Kültür ibaresini kullanmak noktasında bir başka şerhi Metin Kayaoğlu ekliyor.. “Devrimin adı neden “kültür”dü? Bu adın, Çin’de sanat ve kültür çevrelerindeki burjuva eğilimlere karşı olmaktan geldiğine ilişkin bir sanı vardır ve gerekçesini, Kültür Devrimi’nin “resmi” başlangıcının bir tiyatro oyununa karşı Mao’nun isteğiyle proleter kültürü savunan bir yazının yayınlanmasında bulur. Ama hiç değilse sonraki gelişmeler bu açıklamanın dar ve kısmî olduğunu gösterecektir. Kültür Devrimi’nin, bu adı ancak kültürü en geniş ve derin anlamında alırsak karşılayacağı ve gerçekte, sınıflı toplum uygarlıklarına karşı yeni bir uygarlık yaratma amacını taşıdığı görülecektir. Açık hedefi, bir yandan Batı uygarlığı iken öte yandan geleneksel Çin uygarlığıdır.” [10]

4 Mayıs Hareketi ile özdeş sayılabilecek Yeni Kültür Hareketi’nden Kültür Devrimi’ne kadar olan süre boyunca birçok momentte gelişen kültürel içerikli tartışmalar doğrudan politiktir. 20. yüzyıl Çin devrim tarihinde, Batı uygarlığının kültür-sanat diye ayırdığı bir bölme işleminin geçerliliği bulunmuyor. Devrimcilik ve karşı-devrimcilik ya da birbiri ile savaşan sınıfların eylemlilikleri sadece kültürel yansımalar bulmakla kalmaz, Çin toplumu için bunlar birer gösterge ya da insanlığın derinliklerine ait gizemler değildir; kültürel alan doğrudan politiktir. Politika bizzat bu şekilde icra edilir. Örneğin Konfüçyüs düşüncesini savunan biri opera aracılığıyla bunu kitlelere aktarmaz, Çin toplumunun tarihselliğinde opera düşünceden ayrı bir araç değildir. Operanın belli biçimde icra edilmesi Konfüçyüsçülüğün kendisidir.

Kültürel devrimcilik kutbu ile ekonomik-askeri başarı odaklı devrimcilik kutbu bireye sesleniş açısından farklılıklar taşır. Ekonomik-askeri devrimcilikte bireyden somut bir beklenti vardır. Onun daha fazla çalışması, üretmesi beklenir yahut ondan bir savaşa iştirak etmesi talep edilir. Kültürel devrimcilikte ise Badiou’nun isabetli vurgusundaki gibi ideolojik bir dönüşüm arzulanır. Bu dönüşüm, sonuca ulaşılıp ulaşılmadığına bakılmaksızın, sadece iddialı radikal sloganlarla ifade edilmesi ve yaygın kampanyaya dönüşmüş olması itibariyle dahi kapitalist uygarlıktan köklü bir kopuşu ve onun reddiyesini gerektirir. Sözün daha kişinin eyleminde karşılık bulmamış hali bile başka bir uygarlık düzenini imler.

Çinli edebiyatçı Yu Hua, bizim iki kutuplu devrimcilik olarak isimlendirdiğimiz durumu, Çin’in ulusal birlikteliğine bir örnek olarak görüyor. Yu’ya göre sosyal yapılar birbirinden tamamen farklı olsa da manevi şeyler şaşırtıcı bir benzerlik gösterir. “Örneğin, Kültür Devrimi’ni ulusal bir hareket olarak gerçekleştirdikten sonra Ekonomik Kalkınma’yı yine ulusal bir hareket olarak gerçekleştirdik. Burada vurgulamak istediğim, Kültür Devrimi’nin başlarında bir anda ortaya çıkan sayısız isyancı karargâh, özel sektör ekonomisinin ani yükselişidir.” [11] Yu Hua’nın ekonomik kalkınma diye olumladığı olgu, karşı devrimcilerin sosyalizmin bütün kazanımlarını küresel kapitalist sermayeye peşkeş çekmesinin öyküsüdür; ama Yu’nun kültürel olaylarla ekonomik kalkınmayı özdeş gören bakış açısı önemlidir. Yani Yu’nun kültür devrimi ile ekonomik hamleleri ortaklaştırma çabası uygundur ancak bunun gerçekleştiği zemini ulusal hareket olarak işaretlemesi hatalıdır. Bu birlikteliğine zemin olan asıl olgu 20. yüzyıla özgü devrimcilik biçimidir. Bunun en büyük kanıtı daha yüzyılın ilk on yılında yine aynı isimle, Kültür Hareketi ismiyle, bütün Çin’i kasıp kavuracak etkiye ulaşan devrimci mayalanma dönemidir.

Yeni Kültür Hareketi ile bütün ülkeye yayılan tepki ve ulusal bağımsızlığa duyulan özlem, Çin’in devrim tarihinin iki asli unsuru olan Guomindang ile Çin Komünist Partisi’nin kurulmasına yol açmıştır. O yıllar ÇKP’nin hem manevi hem de maddi varlığının Guomindang’ın gölgesinde kaldığını belirtmek gerekir. 1921’de kurulan ÇKP kentli karakterdedir ve tabanı çoğunlukla aydın ve öğrencilere dayanmaktadır. Yurtseverliğin sola çalan yönleri, yani ulusal kurtuluşun ancak toprak devrimiyle, eşitlikçi bir ekonomik düzeniyle mümkün ve devamlı olduğunu düşünen görüş ise Guomindang’ın sol kanadı tarafından soğurulmuştur. ÇKP’nin kuruluş döneminde Guomindang’ın sol kanadı ile olan ilişkiler oldukça geçirgendir, sınırlar muğlâktır.

ÇKP’nin kuruluşu hakkında yürütülen tartışmalar, aslında partinin gelişim sürecindeki tartışmalarla benzerdir. Bu tartışmaları üç başlıkta toparlayabiliriz.

1.             ÇKP ve Guomindang ittifakı,

2.             ÇKP’nin Sovyetler Birliği ve Komintern ile olan ilişkisi,

3.             Partinin kentli işçi sınıfını mı esas alması yoksa kırlardaki köylü kitlelere mi yönelmesi gerektiği.

Bu üç soru devrim dönemine kadar parti hakkındaki bütün tartışmalarda dönüp dolaşarak aynı kelimelerle aynı soruları soracağımız ama farklı cevaplar vereceğimiz sorulardır. Bu soruları 1921 tarihinde ÇKP’nin kuruluş momenti için soralım. İlk soru, yani ÇKP’nin kuruluşunda Sovyetler Birliği ve Komintern’in etkisinin boyutu, Maoizmin ve ÇKP’nin özgünlüğünü doğrudan alakadar etmektedir. Maoizmin Çin’e özgü bir Marksizm olduğu, Sovyetlerden ayrı bir rota çizdiği, onunla ihtilaflı olduğunu savunan bazı Ortodoks Maocu yazarlar, ÇKP’nin kuruluşundaki asıl etmenin Bolşevik Devrim değil de 1911 Devrimi ve Yeni Kültür Hareketi ile olgunlaşan ve sosyalizme yönelen yurtsever tepki olduğunu iddia etmektedir. Özellikle Mao Zedong’un Zunyi Konfeansı (1935) ardından partide liderliği ele geçirdiği süreden sonra, Sovyetlerin etkisi giderek azalmış, yer yer anlaşmazlıklar yaşanmış ve nihayet devrimden sonraki kısa bir dönem dışında bu iki ülke 1970’lere gelindiğinde birbirlerine karşı ABD ile işbirliği yapacak kadar ayrı düşmüşlerdir. Ortodoks Maocu akım, 1970’lerde “Üç Dünya Teorisi” ile SSCB’yi baş düşman kategorisine yerleştirirken kendisine Sovyetlerden ayrı bir kök arama çabasına girişir. [12] İlginçtir ki, benzer bir tepkiyi Mao’nun ölümünün ardından iktidara gelen karşı devrimciler de verir. Politik açıdan birbirine düşman olan iki grup, ÇKP’nin kökenleri konusunda ille de Sovyetlerden bağımsız bir rota çizen özgünlük arayışına girişmekte ortaklaşırlar.

ÇKP’nin kuruluşunda Sovyetler Birliği/Komintern politikaları mı etkili olmuştur yoksa ÇKP 1911 Devrimi ve Yeni Kültür Hareketi zemininde tamamıyla ayrı bir yoldan mı sosyalizme doğru yol almıştır?  Bu parti bir Çin partisi olduğuna göre elbette Çin’in yaşadığı toplumsal değişimler, bu parti bir komünist parti olduğuna göre de dünyayı kasıp kavuran Bolşevik Devrim etkili olmuştur. Yani ÇKP’nin kuruluşunda her iki faktörün birden etkili olduğunu vurgulayan ortalamacı ve kestirmeci bir cevap esasında ampirik olarak doğru ve yeterlidir ama özgünlük tartışmasına istenilen katkıyı vermemektedir. 1911 Devrimi ve 4 Mayıs Hareketi sayesinde yurtsever bilince ulaşan gençler, köylüler ve işçiler kitlesel biçimde komünizme yönelseydi, ÇKP’nin doğuşundan itibaren özgün bir model olduğunu iddia edebilirdik. Ancak böyle bir kitlesellik ÇKP için söz konusu değildir, bunun yanında ÇKP’nin aksine Guomindang sol ve sağ kanatlarıyla çok geniş bir kitleselliğe ulaşmayı başarmıştır.

ÇKP’yi oluşturan örgütsel yapılar Hunan ve Tianjin eyaletlerindeki çalışma gruplarıyla, Pekin’de Li Dazhao ve Chen Duxiu ile radikal entelektüel olarak tanımlanabilecek aydınlar, öğrenciler ve akademisyenler tarafından kurulan Marksist Teori Çalışma Topluluğu’ydu. 1920’ler boyunca partinin lideri olarak Chen Duxiu ve Li Dazhao isimleri öne çıkmıştı. Bu iki önder ismin katılamadığı ÇKP Birinci Kongresi’ne (23 Temmuz 1921) Mao Zedong’un da içinde bulunduğu 13 kişi katılmıştı ve bu kişilerin temsil ettiği yerel komünist grupların üye sayısı toplamda sadece 53’tü. Bu üyelerin Bolşevik Devrimin kudretinden etkilenen aydın, öğrenci, akademisyenler olmaları, teori gruplarında örgütlenmeleri ve partinin kuruluş metinlerinde Üçüncü Enternasyonal’e bağlılığın kabul edilmesi, özgünlük tartışmasında ağırlık merkezinin Sovyetlere doğru kaydığına işaret etmektedir.

Bunun yanında Guomindang’ın doğuşu, ÇKP’nin aksine sadece fikirsel bir çabanın ürünü değildi. Sun Yat-sen fiilen iktidardan uzaklaştırılmış olmasına ve geniş otoritesini kaybetmesine rağmen Nisan 1918’de Guangzhou’da askeri bir hükümet kurabilmişti. Bu tarihten itibaren Sun Yat-sen tıpkı 1911 sürecindeki gibi birçok başarılı ve başarısız askeri operasyon düzenledi. 1923 Şubat’ında askeri hamleler artık olgunluğa erişmişti ve Sun Yat-sen artık Da Yuanshi yani Büyük Mareşal olarak adlandırılıyordu. Sun Yat-sen partisinin siyasi bileşimini kuvvetlendirmeyi de ihmal etmedi ve 1923-1924 tarihlerinde milliyetçi eksende sayılabilecek bir manifesto eşliğinde partisinin kuruluş kongresini tamamladı.

Guomindang’ın kuruluş kongresinde ÇKP’lilerin partiye üye olmasına izin veren sol kanatın hâkimiyeti dikkat çekiyordu. Komintern’in Guomindang’ı maddi bir politik güç olarak tanıması ve ÇKP üyelerine bu parti üyeliği etrafında örgütlenme taktiği önermesi de Guomindang’ın etki kapasitesinin büyüklüğünü yansıtmaktadır.

Eğer 1911 Devrimi ve Yeni Kültür Hareketi’nin sol düşünceye evrilmesi Çin’e özgü bir tarihsel özgünlükse, bunun hakkının büyük ölçüde sol kanat Guomindang’a ait olduğunu ifade etmeliyiz. ÇKP’nin bir Çin partisi olmasından dolayı, parti kadroları -özellikle de parti başkanı Chen Duxiu’nun etkisiyle- tabii ki 1911 Devrimi ve 4 Mayıs Hareketi sayesinde var olmuşlardı ama bütün bunlar yapısal faktörlerden sadece biriydi. ÇKP’yi sol kanat Guomindang’tan farklı kılacak ayrıksı bir zemini Bolşevik Devrim ve onun ışığında bir komünist enternasyonal faaliyet üstlenen Komintern yaratmıştı.

Ortodoks Maocu yazın ve günümüzün karşı devrimci resmi ÇKP’nin ortaklaştığı dile daha yakından bakıldığında, Çin’e özgü Marksizm iddiasının Sun Yat-sen övgüsüyle pekiştirildiği görülür. Mao Zedong’un bu konuda yazdıkları da şüphe götürmeyecek ölçüde nettir.

Mao, Sun Yat-sen’in Guomindang’ın 1. Kongresinde (1924) programatikleştirdiği milliyetçilik, demokrasi ve halkın refahı olarak tarif ettiği Üç Halk İlkesi’nden övgüyle bahseder. “Komünist Partisi, Üç Halk İlkesi’ni onaylıyor mu? Cevabımız şudur: Evet, onaylıyoruz. Üç Halk İlkesi, tarihi boyunca değişiklikler geçirmiştir. Dr. Sun Yat-sen’in devrimci Üç Halk İlkesi, halkın güvenini kazanmış ve 1924-1927’deki muzaffer devrimin bayrağı olmuştur. Çünkü Sun Yat-sen’in Komünist Partisi ile işbirliğinin sonucu olarak bunlar kararlılıkla uygulanmıştı. Fakat 1927’de Guomindang, Komünist Parti’ye sırt çevirdi (parti içindeki temizlik hareketi ve komünistlere karşı savaş) ve tam tersi bir siyaset izleyerek devrimi yenilgiye sürükledi ve ülkeyi tehlikeye soktu. Bundan dolayı da halk, Üç Halk İlkesi’ne olan güvenini kaybetti.” [13] Japon işgaline karşı birleşik cephe siyasetinin propagandasının yapıldığı dönemlerde bu övgü daha da belirginleşir. “Sadece hükümetin direnmesi siyasetini reddetmek ve bütün milletin topyekûn direnme siyasetini uygulamak mutlaka gereklidir. Hükümet halkla birleşmeli. Dr. Sun Yat-sen’in devrimci ruhu yeniden tamamen canlandırılmalı, yukarıdaki On Maddelik Program uygulanmalı ve kesin zafer için mücadele edilmelidir. Çin Komünist Partisi halk kitleleriyle ve önderliği altındaki silahlı kuvvetlerle birlikte, bu programa kesinlikle bağlı kalacak ve Direnme Savaşı’nda en ön safta yer alarak anayurdu kanının son damlasına kadar savunacaktır.” [14]

Mao’nun algısında Sun Yat-sen bütün Çin halkının üzerinde ortaklaşabildiği ender bir figürdür, herkes onu onaylamaktadır. Bu nedenle Mao, Sun Yat-sen’i sadece Japon işgaline karşı bütün halkı seferber edecek bir manivela olarak görmekle kalmaz aynı zamanda onu Marksizmin yerelleşmesi açısından olumlar. “Bugünkü Çin, geçmişteki Çin’den doğmuştur; biz tarihi ele alış konusunda Marksist bir yaklaşıma sahibiz ve bundan dolayı da tarihimizi bir kenara atmamalıyız. Konfüçyüs’ten Sun Yat-sen’e kadar olan tarihimizi özümlemeli, bu değerli mirasa sahip çıkmalıyız. Bu günümüzün büyük hareketine rehberlik etmek açısından çok önemlidir. Komünistler, Marksist oldukları için enternasyonalisttirler; ama Marksizmi ancak kesin bir milli biçim kazandığı ve ülkemizin somut özellikleriyle kaynaştırıldığı zaman uygulayabiliriz.” [15]

Mao’nun özellikle Kültür Devrimi yıllarında oklarını Konfüçyüs de dâhil olmak üzere geçmiş Çin kültürüne yöneltmekten çekinmediğini, bir zamanlar içinden gelindiği iddia edilen geleneksel Çin kültürüne karşı savaş açtığını hatırlayalım. Buna rağmen Mao, hiçbir zaman Sun Yat-sen’i böyle bir eleştiri kampanyasına dâhil etmemiştir. Onun Üç Halk İlkesine, Üç Büyük Siyasetine, Guomindang üyelerine bıraktığı Vasiyetnameye yüzlerce kez denebilecek kadar sık atıf yapmıştır. Mao’nun yazılarında geleneksel Çin kültürü bazen övülür bazen yerilir; ama burjuva demokrat devrimi ve feodalizme karşı savaşı başlatan ilk devrimci önder olarak Sun Yat-sen hep yüceltilir. Mao Zedong 1956 ve 1966 yıllarında, Sun Yat-sen’in 90. ve 100. doğum günlerini bizzat kendisinin kaleme aldığı ve övgülerle dolu olan yazılarla kutlamıştır. “Dr. Sun Yat-sen’in yarım bıraktığı demokratik devrimi tamamladık ve onu geliştirerek sosyalist devrime dönüştürdük. Şimdi bu devrimin ortasındayız.” [16] Yine 1959 yılında kaleme aldığı bir yazıda parti içi çizgi tartışmaları sırasında Peng Dehuai’yi eleştirirken onu Sun Yat-sen’in gerisinde görmesini not etmek gerekir. [17] Yani Mao Zedong’un kafasında bir devrimci aşamalar silsilesi vardır, Sun Yat-sen bu zincirin ilk halkasıdır ve kurucu karakter olması yönünden vazgeçilmez bir figürdür.

Sun Yat-sen’in 20. yüzyılın ilk yıllarında başlayan siyasi varlığı ÇKP’nin kurumsal varlığından 20 yıl öncesine tekabül ediyordu.. Sun Yat-sen Bolşevik liderlerle görüşmüş, ÇKP üyelerinin partisine girmesine izin vermiş, Üç Büyük Siyasette komünistlerle ittifakı önermiş olabilir; ama Bolşevik devrimin gerçekleştiği 1917 yılını baz alırsak, bu tarihten Sun Yat-sen’in ölümüne kadar geçen sekiz yıllık uzun bir süre söz konusudur. Bu zaman diliminde Sun Yat-sen’in Çin’in ulusal birliğini sağlamak istediğini görüyor, başarılı askeri hamlelerini izliyor ve sınırlı demokrat görüşlerini okuyoruz. Tüm bunların 1911 yılı için tarihsel açıdan oldukça ileri olduğunu kabul etmek durumundayız. Fakat Rusya’da bir işçi ihtilalinin yaşandığı ve tüm dünyaya sıçramaya başladığı koşullarda, yani artık ÇKP adında bir partinin bağımsız varlığının olduğu durumda, aynı derecede ilerici sayamayız.

Mao’nun sözleri de dahil olmak üzere Sun Yat-sen’in Çin komünizmi için kurucu figür olarak anılması burjuva aydınlanmacı ve ilerlemeci bir bakışı yansıtmakla kalmaz, tarihsel açıdan da bariz şekilde anakroniktir. Çünkü ÇKP ve Sun Yat-sen çağdaştır. Sun Yat-sen 1911 Devrimi’nde veya 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında hayatını kaybetmiş bir Çin yurtseveri olsaydı ÇKP’ye ait bir kök sayılıp, özgünlük iddiasını pekiştirebilirdi. Sun Yat-sen başka bir partinin ‒Guomindang’ın‒ askeri-politik lideridir ve noksan kalmış bir demokrat-antifeodal çizgiye sahiptir. ÇKP’nin ‒evet Mao’nun da!‒ Çin Marksizminin özgünlük iddiasını Sun Yat-sen üzerinden kurgulaması olsa olsa sol kanat Guomindang’ın ideolojik hattına yarayacak bir durumdur.

İttifaklar: Sınıf işbirliği mi politik taktik mi?

Bu tartışma üzerinden, sorduğumuz sorulardan ikincisine yani Guomindang-ÇKP ittifakının niteliğine gelebiliriz. Bu iki partinin ittifakı ve birleşik eylemliliği Sovyetler Birliği ve Komintern’in etkisiyle de doğrudan ilgilidir. Komintern’in Çin Devrimi’ne olan etkisi, bu iki partinin ittifakına dair yaptığı öneriler üzerinden şekillenmiştir. Sonuçta ÇKP ile Guomindang ilişkisini tartışmak aynı zamanda Çin Devrimi ile Sovyetler Birliği ilişkisini de tartışmak demektir.

ÇKP ve Guomindang iki kez ittifak yapmıştır, bu ittifaklar birleşik cephe siyaseti olarak da isimlendirilir. Her ne kadar başlangıç ve bitiş tarihleri bazı kaynaklara göre değişiklik gösterse de ilk ittifak 1923-1927 yılları arasında, ikinci ittifak ise 1936-1941 yılları arasında yaşanmıştır. İlk ittifak devrimci iç savaş dönemi olarak da adlandırılır; çünkü bu dönemde Kuzey Seferi ile savaş ağaları tasfiye edilmiş ve Nanjing’te ulusal hükümet kurulmuştur.

1927 yılında Chiang Kai-shek önderliğindeki Guomindang’ın sağ kanadı komünistlere karşı büyük bir saldırı hamlesi başlatmış ve Guomindang üyelerinin artık ÇKP üyesi olmalarına izin verilmeyeceğinin resmi olarak açıklanması üzerine ilk ittifak sona ermiştir. ÇKP, saldırıları askeri olarak göğüslemeyi ilkin başarsa bile sonraları Uzun Yürüyüş (1934-1935) olarak adlandırılan bir geri çekilme hamlesi yapmaya mecbur kalacak ve büyük kayıplara rağmen örgütsel varlığını koruyacaktır.

Chiang Kai-shek’in tasfiye operasyonlarına karşı özgün bir işçi-asker modeli ve köylü kitlelerinin gerilla savaşı ile örgütlenmesiyle ayakta kalmayı başaran ÇKP, 1936 yılında Japon işgaline karşı Guomindang ile ikinci kez ittifak yapmıştır. Bu ittifakın ömrü de 1941 yılında tükenmiş, ÇKP ve Guomindang arasında iç savaş dönemi başlamıştır. Nihayet bu iç savaştan ÇKP kazançlı çıkmış, 1949 yılında Chiang Kai-shek Tayvan’a kaçmak zorunda kalmış ve komünist nitelikleri haiz bir halk cumhuriyeti kurulmuştur.

Mao Zedong’un her iki ittifaka yönelik olumlu görüşleri ve yoğun çabası biliniyor. Maocu literatürün iddiası, bu ittifakların o dönemin politik konjonktürünün gereklilikleri arasında olduğu yönündedir. İlk ittifak olmasaydı Çin’in ulusal birliği dahi sağlanamayacaktı, ikinci ittifak olmasaydı Çin’in ulusal birliği bir kez daha Japon emperyalizmine kurban edilecekti. Maocu literatürde Guomindang ile yapılan iki ittifak da ulusal birliği sağlamaya yöneliktir, tıpkı Sun Yat-sen savunusundaki gibi aşamacı bir devrim tahayyülünün sonucudur. Ortodoks Maocu yazın bu iki ittifakta teorik ve politik bir tutarlılık görür. Şöyle ki, politik açıdan eğer bu iki ittifak yapılmasaydı parti baş düşman (birinci ittifak döneminde Kuzeyli savaş ağaları ve Çin’in feodal güçleri, ikinci ittifak döneminde ise Japon işgalciler) tarafından yok edilecekti, teorik açıdan da sosyalist devrim için üzerinden geçilmesi zorunlu bir basamak olan demokratik devrim aşaması tamamlanmamış olacaktı.

Biz bu yazıda Mao Zedong’un devrim öncesindeki teorik-politik bütünsel başarısını bu iki ittifak döneminde değil, ittifaklar arası dönemde saptayabileceğimizi iddia ediyoruz. Guomindang ve ÇKP arasındaki ilk ittifakta Mao’nun pratik katkısı oldukça sınırlıdır, ikincisinde ise belirleyici önemdedir; fakat Mao Zedong her iki ittifakın da ateşli bir savunucusudur. Her ne kadar Ortodoks Maocu yazın Birleşik Cephe eylemlilikleri hakkında teorik ve politik bütünsellik görse de, başarının sadece politik nitelikte olduğunu ifade etmek gerekir. Birleşik Cephe taktiği sayesinde ÇKP örgütsel varlığını bir şekilde korumuş ve politik hedeflerine ulaşmıştır.

Bugün, bir politik sürece yaklaşık yüz yıl geçtikten sonra bakıyoruz ve bu nedenle de soruyu tersten sormanın imkânına sahip değiliz. İttifak politikalarının üzerinden yüz yıl geçtikten sonra, bu ittifaklar yapılmasaydı, yani ÇKP kendi bağımsız varlığıyla savaşsaydı önermesini ortaya koymanın politik değeri bulunmamaktadır. Bu ittifaklar politik açıdan olumlu sonuçlandığı yani birincisinde Çin’in feodal güçleri yok edildiği, ikincisinde de Japon işgalciler ülkeden kovulduğu için, yalnızca başarılı olduğunu ifade edebiliriz. Eğer bu ittifaklar başarısız olsaydı yine sonuç eksenli bir karamsar tablo çizmek durumunda kalacaktık. Pratik düzlemde önemli olan husus olasılıklardan ziyade sonuçlardır.

Buna rağmen teorik alanda, yaşananların üzerinden yüz yıl geçse bile sorular tersinden sorulabilir. Bu ittifaklar olmasaydı demokratik devrim denen süreç durur muydu? Pekâlâ, Guomindang’ın tek başına böyle bir aşamayı başarabileceği iddia edilebilir. Ya da sırf bu ittifaklar yapıldı diye sosyalist devrim illa ki bir burjuva devrim aşamasından geçmek zorunda mıdır? Kuşkusuz, komünist güçlerin önderliğindeki bir devrim, sosyalist görevlerinin yanında antifeodal görevleri de üstlenebilirdi. Amacımız aşamalı devrim konusundaki engin tartışmalara aşina olduğunu tahmin ettiğimiz okuru bu sorulara cevap vermeye cesaretlendirmek değildir. Tersine bu soruların sorulabiliyor olmasının Mao Zedong’un ittifaklar dönemindeki varlığının bir tür teorik-bütünsellik örneği olarak görülemeyeceğine işaret etmesidir. Mao Zedong’un baş düşmanı belirleyişindeki duruluğu ve meziyeti devrimci politika hanesine yazılması gereken bir artıdır. Bunun tersine Mao’yu 20. yüzyıl devrimciliğinin son ve muhteşem bir idolü haline getiren teorik-politik bütünselliğinin ittifaklar arası dönemde oluştuğunu vurgulamak gerekiyor. Bütünselliğin temeli Guomindang’ın askeri saldırılarına karşı bir politik iktidar girişimi olarak devrimci üs bölgeleri / Çin Sovyetleri, asker-işçi modeli, devrimci üslerden gerilla hareketine çabucak geçebilme yeteneği, işçici modele karşı köylülüğün ÇKP’ye kanalize edilmesiyle ortaya çıkan ezilen devrimciliği ve Sovyetler / Komintern’den bağımsız bir yerelleşmeci Marksizm sayesinde atılmıştır.

ÇKP’nin Guomindang ile 1924 yılında başlayan birlikteliği, 1922-1924 yıllarındayken, neredeyse herkesin gerekliliği konusunda devrimci coşkuyu kabartarak üzerinde ortaklaştığı bir ittifaktı. Neredeyse herkes derken, Lenin’den, Troçki’den, Chen Duxiu’dan, Sun Yat-sen’den, Mao Zedong’tan, Komintern, ÇKP ve Guomindang yetkili kurullarından bahsediyoruz. Yaklaşık üç yıl geçtikten sonra Sun Yat-sen’in halefi Chiang Kai-shek yanlısı güçler antikomünist bir tasfiye hareketi başlatıp Şanghay katliamında 400’e yakın komünisti öldürdükten sonra bu sefer ittifakın niteliği sorgulanmaya başlanmıştı. Lenin daha ittifak başlamadan hayatını kaybetmişti; ama Moskova’da Guomindang liderleriyle yapılan görüşmelerde ÇKP üyelerinin ulusal partiyi desteklemeleri gerektiği konusunda görüş bildirdiği bilinmektedir. İttifak 1927 yılında büyük bir saldırı altında bozulduğunda, Lenin ve Sun Yat-sen hayatta değildi, Troçki açık sözlerle ittifakın yanlış olduğunu söyleyecekti, Komintern sorumlusu Mikhail Borodin ise Çin’den ayrılmak zorunda kalacaktı. Sonuçta birkaç yıl içinde tam aksi yöne doğru değişen bir ideolojik hattan ve kararlardan bahsetmek durumunda kalıyoruz. Birlikteliğin başlangıcında nerdeyse bütün politik odakların olumlu mesajlar verdiğini, ittifak sonlandığında ise acaba ittifak yanlış mıydı, daha başından kötü neticeleneceği belli olan bir tür sınıf işbirliği politikası mıydı şeklinde soru işaretlerinin yaygınlaştığını görüyoruz.

İttifak başlarken komünistler cenahında ittifaka dair olumlu tutumlar, ÇKP’nin tek başına ulusal devrimi örgütleyecek gücü olmaması, kitle bağlarının zayıf olması ve Çin’in ekonomik yapısının demokratik devrim aşamasında olduğu yani ulusal burjuvazinin de içine dâhil edildiği geniş bir sınıfsal yan yana gelişe ihtiyaç duyulduğu yönündeki tespitlere dayanıyordu. Guomindang cephesinde ise ÇKP ile ittifak hem üç büyük siyasetin temel ilkelerinden biriydi hem de Sovyetlerin askeri desteğini almak için bir manivela işlevi görüyordu. Sun Yat-sen ve Chiang Kai-shek gibi lider kadrolar Moskova’ya giderek devrimin bizzat önder kadroları ile görüşmüşler ve Kızıl Ordu’yu örnek bir model olarak incelemişlerdir.

“Rusya’dan gelen 8000 tüfekten ve 4 milyon mermiden oluşan ilk savaş malzemesi sevkiyatı 7 Ocak 1924’te Huangpu’ya vardı”. [18] Komintern’in 2. Kongresi’nde aldığı ulusal kurtuluş savaşlarını destekleme kararı sadece ideolojik bir tutum belgesi değildi, sosyalist devrim için daha şartların olgunlaşmadığı düşünülen ülkelerde gecikmiş burjuva devrimlerini Sovyet deneyimi ışığında ve milliyetçi burjuvaların partisi ve komünist partilerin ittifakı eşliğinde başarmayı planlayan pratik girişimdi. Bu nedenle Komintern, Guomindang’ı Çin Devrimi’nin asli örgütleyici gücü olarak kabul etti ve ÇKP’ye mümkün mertebe bu parti ile işbirliğini geliştirmeyi tavsiye etti. İlk yıllarda ittifak üzerinde ortaklaşan bütün kesimleri haklı çıkarırcasına hem Kuzeyli savaş ağalarına karşı askeri başarılar elde edildi hem de ÇKP’nin örgütsel varlığı hızlı bir yükseliş gösterdi. “1925 Ocak ayında Çin Komünist Partisi’nin bütün Çin’de 995 olan üye sayısı Aralık ayında 10.000’i buldu. Bunun dışında Gençlik Birliklerinin 9000 üyesi vardı. Bütün Çin İşçi Federasyonunun 1925’te 540.000 üyesi varken 1926 Mayıs’ında bu sayı 1.240.000’e ulaştı. 1927’ye gelindiğinde ise liman işçileri ve zanaatkârlarla birlikte 2.800.000 üyesi vardı.” [19] Örgütsel gelişmenin kentli işçi hareketi karakterinde olduğunu vurgulamak gerekiyor. “Bölgesel mağduriyetler milliyetçi öfke ile birleşmişti. (…) Sendikal faaliyetler hızla arttı ve çoğu kırsal kesimden yeni gelmiş olan işçiler ÇKP’nin ailelerinin ya da hemşeri ağlarının içine girerek kurulmasına yardım ettiği örgütlenmelere meyleder oldular.” [20]

ÇKP’nin bağımsız bir güç olarak ittifaka katıldığı ve bu ittifak sayesinde güçlendiği açık tarihsel gerçekler arasındadır. Açık tarihsel gerçekler arasında yer alan ikinci bilgi ise 1920’lerin başlangıcında Guomindang’ın Çin’in savaş ağalarını yok edebilecek tek etkin askeri-politik güç olduğudur. ÇKP’nin bağımsız ama küçük örgütsel varlığının Guomindang ile ittifakı reddetmesi halinde kolayca savaş ağalarına ya da Guomindang’a yem olabileceğini hesaba katmak zor olmasa gerekir. Ayrıca Guomindang’ın sol kanadının ÇKP’ye kapılarını sonuna dek açtığını ve Sun Yat-sen’in birleştirici figür olarak etki gücünün çok kuvvetli olduğunu göz ardı etmemek gerekir. Sol kanat Guomindang’ı bir yana bırakalım, Sun Yat-sen’in ölüsü bile öylesine etkileyiciydi ki, Sovyetler Birliği’nde açılan Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin (KUTV) en aktif bölümü olan Çin departmanı 1925 yılında ayrı bir üniversite olmuş ve adına Sun Yat-sen Çin Emekçileri Komünist Üniversitesi denmiştir. Komintern’in tezleri için Çin Devrimi en büyük ve en önemli laboratuar durumundadır.

Sun Yat-sen’in ölümünün ardından Guomindang’ta sağcı kanadın etkinliği belirginleşmiş ve savaş ağalarının yenilgisi kesinleşmek üzereyken yükselen güç olan ÇKP artık hedef haline gelmiştir. 1927 yılında yaşanan Şanghay katliamında Guomindang’ın yönetimindeki Ulusal Devrimci Ordu’nun saldırısı nedeniyle 700 direnişçi işçi hayatını kaybetmişti. Bu katliam artık ittifakın somut olarak sonlandığını gösteriyordu. Buna rağmen bazı odaklar ittifakın devamı konusunda ısrarcı oldular. Bu ısrarı sürdürenlerin başında Komintern geliyordu. Chiang Kai-shek yönetiminin açık antikomünist faaliyetine karşın hâlâ Guomindang – ÇKP birlikteliğinin sürmesi gerektiğini savunmaları, sol kanat Guomindang’a olan güvenden kaynaklanıyordu. Komintern ÇKP’ye Wuhan’da aktif olan Wang Jingwei liderliğindeki sol kanat Guomindang ile ittifak yapmayı önerdi. Sol kanat Guomindang örgütsel ve askeri açıdan oldukça yetersizdi ve işçi eylemliliklerini bastırmak noktasında Chiang Kai-shek’ten farksızdı. Sonuçta bütün ittifak çabaları boşa düştü ve ÇKP ağır saldırılarla yüzleşmek zorunda kaldı.

Bahsettiğimiz tarihsel aralıkta Mao Zedong, parti içinde görüşleri çoğunluk tarafından kabul edilen etkili bir lider değildi. Mao’nun o dönemde yazılmış yazıları ve daha sonra birinci ittifak hakkında yazdıkları incelendiğinde, ÇKP – Guomindang birlikteliğinin ulusal demokratik devrimi tamamlamak noktasındaki gerekliliğine referans verildiği görülecektir. Zaten Mao Zedong’un kitleleri etkileyen ayrıksı yönleri ittifak sonlandıktan sonraki tercihlerinde ortaya çıkacaktır.

1920’lerin ikinci yarısında ittifak aleyhinde bir tutum olarak, Xiang Zhongfa ve Li Lisan’ın ÇKP – Guomindang ilişkileri üzerine görüşleri öne çıktı. Xiang ve Li ittifakın uzlaşmacı tavrını eleştiriyor ve işçi liderlerine, kitle grevlerine gereken desteğin verilmediğini savunuyordu. Bir tür “sol görüş” sayılabilecek bu fikirler Komintern üzerinde de etkili oldu ve partinin o zamana kadar liderliğini üstlenen Chen Duxiu gözden düştü. Yenilginin faturası Chen Duxiu’ya kesilmişti ama Çin’de kimse ittifakın gerekliliği konusunda geçmişe dönük aleyhte tutum almıyordu. Bu tutumu sınıf işbirliği suçlamasıyla sadece Troçkist cenahın açık bir dille aldığının altını çizelim. Bununla birlikte adına sol muhalefet denen Troçkizmin “ittifak aslında en başından beri hatalıydı” çizgisi sadece teorik tespit düzeyinde kaldı. Troçkist çizgi, Chen Duxiu ve Karl Radek ile yakınlaşma dışında Çin siyasetine etki edecek bir pratik eylemlilik ortaya koyamadı, Troçkist tespitler kâğıt üstünde bir ‘doğrucu Davut’ manzumesi olarak kaldı. “Radek, Wuhan’daki KMT yönetiminin toprak sahipleriyle ve militarist çıkarlarla bağları olduğu için bu pozisyonu çok eleştiriyordu. Solcu Kuomintang liderliğinin bile, radikal taleplerde bulunmaya başlar başlamaz işçilere ve köylülere eninde sonunda ihanet edeceğinden endişeleniyordu. Troçki ve Zinovyev ile aynı safta yer alan Radek, komünistlerin Wuhan hükümetinden çekilmesi, Komünist Partinin bağımsızlığını güçlendirmesi, işçileri ve köylüleri silahlandırması ve devrimci faaliyetin koordinasyonu için Sovyetler yaratması gerektiğini savunuyordu.” [21]

Böyle bir karmaşa ve memnuniyetsizlik ortamında partiye egemen olan Xiang Zhongfa ve Li Lisan çizgisi işçi eylemliliklerini geliştirmeyi ve bütün Çin’de topyekûn ayaklanma başlatmayı savunuyordu. Bir müddet sonra Xiang-Li politikaları da Komintern ile ters düştü. Komintern bütün Çin’de değil sadece birkaç kentte ayaklanmayı önermişti, dolayısıyla bu sefer de Xiang ve Li Lisan gözden düştü ve Sun Yat-sen üniversitesinde eğitim görmüş ve Wang Ming liderliğinde 28 Bolşevik olarak adlandırılan kanat partiye egemen oldu. İlk ÇKP – Guomindang ittifakının başarısızlığa uğramasından sonra Komintern temsilcisi Mikhail Borodin Moskova’ya geri dönmek zorunda kalmıştı; bundan sonra Komintern – ÇKP ilişkilerini yürütecek olan isim, Wang Ming’in öğretmeni olan ve Karl Radek’in ardından Sun Yat-sen üniversitesi rektörlüğünü üstlenen Pavel Mif olacaktı.

Komintern’in sonuncusu Kasım 1922’de yapılan ilk dört kongresinde, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki devrim girişimleri desteklenmiş, bu ülkelerde yer alan komünist partilerin mümkün mertebe bağımsız olması önerilmişti. 1924 yılında yapılan beşinci kongre açıkça bir hat değişimini ifade ediyordu, komünist devrimin mümkün olmadığı takdirde komünist partilere ulusal devrimi başaracak burjuva ve küçük burjuva kuvvetlerle işbirliğine yönelmesini öğütleniyordu. Komintern’in ÇKP’ye Guomindang’la ittifak yapmayı önermesi ve bizzat bu birlikteliği askeri-politik olarak desteklemesi 5. Kongre kararlarıyla uyumluydu. 1928 yılında yapılan 6. Kongre’de bir rota değişimi daha oldu ve sosyal demokrat partilerle işbirliği yapmak açıkça lanetlendi, sınıfa karşı sınıf politikasına geçildi. Komintern’in karar değişiklikleri Çin’de doğrudan yankı uyandırıyordu. Çin’de yürürlüğe konulan ve dağılan ittifak Komintern’in küresel ölçekteki kararlarını tabii ki doğrudan belirlemiyordu, olsa olsa etkileyen parametrelerden yalnızca biriydi. Buna rağmen Komintern’in ilk dört kongrede bağımsız komünist partilerin kuruluşunu desteklemesi, 1924’te ulusal demokratik devrim lehine sınıf işbirliğini önermesi, 1928’de ise sınıfa karşı sınıf politikasına geçmesi Çin’de yaşanan süreçle doğrudan çakışıyordu. Tam da Komintern’in bağımsız komünist partileri desteklediği dönemde ÇKP kurulmuş, sınıf işbirliğini önerdiği dönemde ilk Guomindang ittifakı gerçekleşmiş ve sınıfa karşı sınıf çizgisine geçildiğinde ise zaten Guomindang orduları silahlarının başında beyaz terör rüzgârını ÇKP üzerinde estirmeye başlamıştı.

Koşulların zorlaması ve dayatması olmadan, sırf ideolojik bir tutum olarak ulusal kapitalizm yaratmak için sosyalist örgütleri milliyetçi örgütlere eklenti haline getiren sağcı çizgiyi eleştirmeye değer bulmuyoruz. Dolayısıyla Çin kapitalizmini yaratmak için sosyal demokrat yahut ulusalcı bir programı savunarak ÇKP’nin Guomindang ile barışını sağlamak isteyen bir görüş bu sayfaların radarının dışında kalıyor. Bu fikriyata sağ sapma diyebiliriz. Ortodoks Maocu literatürde sağ ve sol sapma hakkında şu sözler ediliyor: “Genel olarak ‘Sol’ çizgideki sapmalar, daha çok, burjuvazi ve proletarya arasında bir ayrılık olunca ortaya çıkmıştır. (Örneğin Toprak Devrimi döneminde partiye üç kez hâkim olan ‘Sol’ sapma.) Sağ sapmalar ise, burjuvazi ve proletarya arasında bir ittifak olduğu dönemlerde doğmuştur. (Örneğin: 1924-27 devriminin sonu ve Japonya’ya Karşı Direnme Savaşı’nın başı.) Ama ister sağ, ister sol bütün bu sapmalar devrime değil karşı devrime yaramıştır.” [22]

Kuzey Seferi’nin sonunda Guomindang tarafından komünistlere karşı yürütülen vahşi tasfiye hareketini görmezden gelen ve Japon istilasının başladığı günlerde (1936) bağımsız komünist askeri-politik örgütlenmeleri yok sayarak ÇKP’nin tüm gücünü Guomindang varlığı altında ezmek isteyen görüşler şüphesiz Çin’in hâkim sermaye sınıflarının ve toprak ağalarının lehineydi. Çin’in karmaşık siyasal tartışmalarında sağcıların zaman zaman sırtlarına solcu postu geçirerek solcu çizgiyi sağcı olarak nitelemesi gibi ‒bunun en büyük örneğini Yüz Çiçek kampanyasında Liu Shaoqi sergilemişti‒ durumların olabileceği ihtimalini de akılda tutarak, sağ sapmayı Guomindang yanlısı sınıf işbirlikçi bir hat olarak tanımlayabiliriz.

Yazının başında sol sapma olarak ifade edilen görüşlerin bugünden geriye bakıldığında değer kazanabileceği yönün, devrim sonrası dönemde mümkün olabileceğini iddia etmiştik. Çünkü en sonunda karşı devrimcilerin eline geçmiş bir iktidar söz konusuysa, Ortodoks Maocu çizgiye kadir-i mutlak bir başarı payesi vermeyiz. Nasıl ki devrim öncesi dönemde sol sapmayı sırf devrim başarılı oldu diye paranteze alıyorsak, devrim sonrası dönemde de karşı devrim iktidara geldiği için Ortodoks Maocu çizgiyi paranteze almak durumundayız. Devrim öncesi dönemde ‘sol’ sapmanın ideolojik açıdan mahkûm edilmesi gereken bir olgu olması böyle bir ideolojik tutum gereğidir. Zaten bağımsız sayılabilecek bir ‘sol’ sapma ortada yoktur ve bu nedenle de sol kelimesinin tırnak içine alınması uygundur. Li Lisan’ın bütün Çin’de hızlıca girişilmiş ayaklanmacı çizgisi zaten kendi kendine başarısızlığa uğramıştır ve bu çizginin solculuktan ziyade maceracı olarak tarif edilmesi uygundur. Zaman zaman sol görüşler ortaya atmış olan Zhang Guotao gibi isimlerin sol sapma sayılamayacağı, bizzat kendilerinin teslimiyet içinde Guomindang saflarına geçerek karşı devrimci olmaları nedeniyledir.

En etkili ‘sol’ sapma sayılabilecek ve daha ikinci ÇKP – Guomindang işbirliği ve Japon istilası henüz sona ermişken parti içi “Düzeltme Hareketi”nin konusu olacak olan Wang Ming kliği (28 Bolşevik) ise doğrudan Sovyetlerin etkisi altındadır. Komintern fiilen 1943 yılında dağılmıştı ama 1935 yılında yapılan son kongrede ortaya atılan Halk Cephesi politikalarının başarısızlığa uğraması nedeniyle etki gücünü çok önceleri kaybetmişti. Komintern’in değişen politik taktikleri Wang Ming’in sözlerini ve çizgisini de doğrudan belirlemişti. Örneğin Wang Ming 1931-34 yılları arasında parti içinde yürüttüğü tartışmalarda, Çin’de devrimci bunalımın yeni ve keskin bir aşamaya ulaştığını, ya devrimin ya da sömürgeciliğin galip geleceğini söylüyordu. Wang Ming, kendisinden önce parti yönetim kadrolarına hakim Li Lisan kliğini sağcı olarak mimliyor ama neredeyse onunla tıpatıp aynı sözleri, topyekûn ayaklanma şiarlarını tekrar ediyordu. Mao Zedong demokratik görevleri sosyalist devrimle birlikte bir çırpıda çözmeyi amaçlayan bu görüşlerin sadece teorik değil, askeri açıdan da büyük zararlar verdiğini iddia eder. “Devrimci üs alanlarında üçüncü ‘Sol’ çizginin en feci sonucu merkez yönetici organın bulunduğu bölgede Beşinci Kuşatma ve Baskıya Karşı Kampanyanın başarısızlığa uğraması ve Kızıl Ordu’nun temel güçlerinin buralardan çekilmesiydi. Ciangsi’den çekilme sırasındaki askeri faaliyetlerde ve uzun yürüyüşte ‘Sol’ çizgi kumandası altında bir başka hata, mücadeleden kaçma hatası işlenmiş, Kızıl Ordu’yu daha büyük kayıplara uğratmıştır.” [23] Ming’in bu çizgisinin Komintern’in sınıfa karşı sınıf politikası yürüttüğü döneme denk geldiğini fark etmek zor olmasa gerekir.

Aynı Wang Ming 1937 yılında Stalin’in talimatıyla Sovyetler’den Çin’e döndüğünde bu sefer farklı bir pozisyona bürünecekti. “Stalin Guomindang’ı Japonları meşgul edecek (ve onların dikkatlerini Sibirya’ya yöneltmelerini önleyecek) vazgeçilmez bir ortak olarak görüyordu. Çin Partisi, Komintern’in sadık bir üyesi olarak Sovyet – Guomindang ittifakını güçlendirmek için elinden geleni yapmalıydı. Wang’a göre en önemli sorun “karşılıklı rekabet” değil, “karşılıklı saygı, güven yardımlaşma ve gözetim” temelinde “Guomindang ile ÇKP arasındaki birliği güçlendirmek ve geliştirmekti.” İnisiyatifi elde tutmak ve partinin öncü rolü oynaması gibi meseleler ikincildi.” [24] Yaklaşık 5 yıl öncesinden oldukça farklı olduğu anlaşılan bu hattın da Komintern’in son kongresinde kabul ettiği Halk Cephesi dönemine denk geldiğini fark etmek bir önceki denk gelişe göre daha kolaydır. Sonuçta Komintern’in görüşlerinden bağımsız ve Çin’e özgü bir sol görüşe rastlamak zordur.

Herkesten farklı bir türde muhalif olan Troçkizmin mottosu, sınıf işbirliğine karşı bağımsız işçi devrimi sloganıydı. Bu nedenle akla gelen ilk sınıflama yöntemi onları bir tür sol muhalefet saymak gibi duruyor. İlginçtir ki Mao Zedong bazen Chen Duxiu ile özdeş saydığı Troçkizmi sağ sapma olarak görüyor. “Birinci Büyük Devrim döneminin bir avuç teslimiyetçisi ki, Cen Dusiu onların başıydı, devrimin geleceği hakkında karamsarlığa düştüler ve zamanla parti tasfiyecileri (likidatörler) haline geldiler. 1927 devriminden sonra Çin burjuvazisi zaten emperyalizmi ve feodal güçleri alt etmiştir, halk üzerindeki hâkimiyetini dengelemiştir. Çin toplumunda bugünden kapitalizm hâkimdir ve toplum barışçı yollarla gelişecektir diyerek gerici Troçkistlerin tutumunu benimsediler. Bu yüzden keyfi olarak, Çin’de burjuva-demokratik devrimin tamamlandığını ve Çin proletaryasının, Sosyalist devrimi yapmak için gelecek günleri beklemesi gerektiğini ve şimdilik sadece Milli Meclis İçin sloganıyla sözde bir meşru harekete girişebileceğini öne sürdüler ve böylece devrimci hareketin yok edilmesini savundular. Partinin verdiği bütün devrimci mücadelelere karşı çıktılar ve Kızıl Ordu Hareketine ‘serseri zorbalar hareketi’ diye iftira ettiler.” [25]

Çin Troçkistlerinin, Troçki’nin Japon istilasına karşı çıkmamak gerektiği yönündeki talimatından esinlenerek Japon gizli servisiyle irtibat kurduğu şeklindeki komplocu iddiaları doğrulama veya yanlışlama imkânı bulunmamaktadır. Doğrulama olanağı olan tek şey Troçki’nin kendisinin yazdıklarıdır. Troçki’nin metinlerinde Japon istilasını öven bir cümle bulmak mümkün değildir. “Çin-Japon Savaşının başlarında, Kremlin, Çin proletaryasının devrimci inisiyatifini daha bir tomurcuk halindeyken ezmekle, bir kez daha Komünist Partiyi Çan Kay-şek’e köle yaptı. Eğer Çin bu savaşı tarım devrimine dayanan ve Japon askerlerini kendi ateşiyle yakan gerçek bir halk savaşı olarak yürütmüş olsaydı, artık üçüncü yılına yaklaşan bu savaş, Japonya açısından gerçek bir felâketle sonuçlanarak çoktan bitmiş olabilirdi.” [26] Troçki, Mao’nun Troçkistlerin “Kızıl Ordu Hareketi’ne ‘serseri zorbalar hareketi’ diye iftira ettiler” sözleri hakkında da takipçilerine uyarıda bulunur. “Bazı mektuplarda, birtakım grupların ya da tek tek yoldaşların Çin Kızıl Ordusuna ilişkin olarak onları eşkıya çetelerine benzeten yanlış bir tutum takındığından şikâyet ediliyor. Eğer bu doğruysa, buna derhal bir son verilmelidir. Şüphesiz, lümpen proleter unsurlar ve profesyonel eşkıyalar da devrimci köylü birliklerine katılmaktadırlar. Ama yine de bir bütün olarak bu hareket, Çin kırsal koşullarının derinlerinden kaynaklanan bir pınardan çıkıp gelmektedir ve bu kaynaklar, daha sonrasında proletarya diktatörlüğünün de kendisini ondan beslemek zorunda kalacağı aynı kaynaklardır. Stalinistlerin bu birliklere ilişkin politikası caniyane bir bürokratik maceracılık politikasıdır. Bu politika acımasızca teşhir edilmelidir.” [27]

Troçki’nin konu hakkındaki yazılarının derlendiği Çin Üzerine isimli kitapta yer alan metinlerin çoğunluğu aslında Çin hakkında değil de Sovyetler ve Stalin eleştirisi üzerinedir. [28] Troçki’nin Japon işgalcilere yardım ettiği yönündeki propaganda gerçeklik değeri taşımıyorsa da onun Stalin eleştirisine saplanıp kalarak Çin devriminin asli gücünü, kızıl üsleri, gerilla hareketini ve Maoizmin muazzam politik başarı gücünü ıskaladığı açık bir gerçektir.

Mao Zedong’un sivrilmesi ve Maoizmin inşası

Troçki’nin Çin’de kapitalist gelişmenin Chiang Kai-Shek’in iktidarı ile başladığını tespit ettiği ve bunun Stolypin dönemine eşdeğer sayılabileceği, dolayısıyla taktik olarak Kurucu Meclis şiarını yükselttiği bir esnada, tam da onun hiç hesaba katmadığı bir alan olan kırlardan Çin’in gerçekleriyle uyumlu bir Marksizm olgunlaşıyordu. Mao Zedong, ÇKP’de etkinliği olan diğer parti kadroları gibi Fransa’da çalışmamış ya da Moskova’daki Sun Yat-sen Üniversitesi’nde eğitim görmemişti. ÇKP o döneme kadar köylülerin devrimci gücünü elbette hesaba katmış, kırsal faaliyetlerde bulunmuştu ama 1927 yılında partinin gerici ordular karşısında dağılmadığının ispatı olan Nanchang ayaklanmasında bile hâlâ şehir merkezlerinin ele geçirilmesi amaçlanmıştı. Mao Zedong’un kurulmasına önderlik ettiği, Jinggang dağlık bölgesinde yer alan ilk devrimci üsse zemin hazırlayan Sonbahar Hasadı ayaklanmasının başlangıçtaki hedefi de ısrarla kent merkeziydi. Mao Zedong, kent merkezinin bir politik iktidar sahası olamayacağını anlamıştı ve hedefi kırsal bölgelerde kurulacak devrimci üsler yönünde değiştirdi. “Devrimci güçler, artık sonraki mücadeleler için güçlerini koruyacakları düşmanın görece zayıf olduğu dağlık bölgelerde tutunacak yerler arayacaktı. Bu karar, halk devrimi tarihinde bir başka bir önemli dönüm noktasıydı: Büyük şehirlere saldırıdan kırsal alanlara yönelme politikasına geçiliyordu.” [29]

Tarihi bir eşik olarak Kızıl Üsleri niteleyen iki önemli husus vardı. İlki komünist örgütlenmeye uygun bir politik iktidar alanı oluşturmaktı, diğeri ise işçilerin yanına köylülerin eklenmesiyle oluşan işçi ve köylülerin Kızıl Ordusu’nun tanzim edilmesiydi. Mao’nun çizgisinin ÇKP’deki diğer çizgilerle ‒Chen Duxiu, Li Lisan, Wang Ming, Komintern, Troçkizm‒ hesaplaşması gerekecekti. Mao bu hesaplaşmayı yalnızca, komünistlerin sadece kırsal bölgelerde ayakta kalabileceği, bu nedenle köylere yönelmesi gerektiği üzerinden salt pratik kaygılarla yapmadı. Mao’nun Marksizmi bir ezilen devrimciliği olarak edinmesi, köylü kitleleri kazanmasını sağladı. Slavoj Žižek bu kazanımı Marksizmin tarihindeki ikinci şiddetli yer değiştirme olarak görüyor ve onaylıyor. İlkini Marx’tan Lenin’e geçiş olarak saptıyor, ikincisini ise Lenin’den Mao’ya geçiş olarak belirtiyor. “Bu, ‘somut evrenselliğin’ hareketidir, bu radikal ‘öz dönüştürme’ yoluyla, orijinal teori kendini yeni bir bağlamda yeniden bulmak zorundadır: Ancak bu beden naklinden sağ çıkabilmek yoluyladır ki evrensel olarak fiilen ortaya çıkabilir.” [30] Ardından Žižek kilit unsuru Mao’nun “çelişki” tahlili olarak ifade ediyor: Bir süreçteki baş ve tali çelişkiler ile bir çelişkinin baş ve tali yönleri. Mao’nun bu çelişki tahlilidir ki baş (evrensel) çelişkinin belirli bir durumda baskın olarak ele alınması gereken çelişki ile çakışmayabileceğini gösterir. Maoizmde Guomindang – ÇKP ittifaklarına yaklaşım ve köylülüğün devrimciliğe kanalize edilmesi bu teorik-politik bütünsellikten demlenir. Baş düşmanın Japon istilacıları olduğu dönemde Guomindang ile ittifak kurulabilir ya da baş düşman toprak ağalığı ise, ulusal burjuvalarla ortak hareket edilebilir. Çelişkilerin niteliği değiştiğinde ise dost ve düşman kamplar yeniden sınıflandırılır.

Köylülerin proletarya gibi dönüştürücü niteliklerden yoksun olduğu, sınıf işbirliği politikaları güdüldüğü, komünistlerin eline fırsat geçmişken Guomindang’a yeterli saldırının yapılmadığı ya da çelişki tahlilinin arkasına sığınarak bir tür pragmatizm içinde olunduğu üzerinden Maoizme karşı bir ideopolitik saldırı düzenlenebilir. Böyle bir saldırı, esasında Maoizme karşı değil Marksizmin politikleşmesine karşı yapılan bir saldırı demek olacak ve Marksizmi kâğıt üzerinde kalmış bir ideolojik tutum alış olarak görmekle yetinmek anlamına gelecektir. Böyle bir girişimi layıkıyla yapan bir isim olarak Garbis Altınoğlu’na referans vermek durumundayız. Garbis Altınoğlu Mao Zedong düşüncesi ve Çin Devrimi üzerine eleştirilerini kaleme aldığı derleme kitabında Mao Zedong’u bir revizyonist olarak görüyor, işbirlikçi tekelci burjuvazi ve toprak sahipleriyle ortaklık kurmakla itham ediyor, köylülüğü merkeze almasını ise salt askeri bakış açısı olarak yargılıyor. Mao’dan sık sık alıntı yapan Altınoğlu “Milli birleşik cepheyi bozmak amacıyla sayısız komplolar tezgâhlayan Guomindang gericileri, Japonya’ya karşı direniş sırasında üç kez (1940, 1941 ve 1943 yıllarında) üç büyük anti-komünist hareket düzenlediler. Ancak Mao Zedong ve ÇKP yönetimi sınıfsal uzlaşmacı ve oportünist çizgileri nedeniyle tutarlı bir tavır takınmadılar; işbirlikçi tekelci ve feodal egemen sınıflar hakkında besledikleri hayalleri sürdürdüler.” [31] diye yazıyor. Altınoğlu nezdinde Mao, 1945 koalisyon hükümeti üzerine şu sözleri ederken Guomindang’tan boş yere beklentisi olan saf bir Marksist olarak nitelenemezdi. “Umarız ki Guomindang yetkilileri, savaşın kazanılabilmesi, Çin halkının çektiği acıların hafifletilebilmesi ve yeni bir Çin’in kısa bir zamanda yaratılabilmesi uğruna şimdiki hatalı siyasetlerini, dünyadaki genel eğilimi ve Çin halkının duygularını dikkate alarak değiştirmeye cesaret ederler.” [32] Altınoğlu’na göre bu cümleler saflığın değil, 1927 yılındaki bozgundan ders çıkarmayan Mao Zedong kliğinin her fırsatta Guomindang ile işbirliği yapmak için fırsat kollayan işbirlikçi tutumunun ifadesiydi. Gerek 1927-1937 gerekse de 1942-1949 yılları arasında Guomindang ile yaşanan iç savaşa ilişkin ise Altınoğlu’nun başvuracağı analiz yine Mao’nun pragmatizmi olacaktı. “Mao Zedong ve ÇKP yönetimi başka bir çıkış bulamadıkları için savaşmak zorunda kaldılar ve dört yıl süren bir iç savaştan sonra iliğine dek çürümüş olan Guomindang rejimini devirdiler.” [33]

Mao Zedong’a ait Guomindang’ın gericiliğini ifşa eden, işbirlikçi burjuvaziyi ve toprak ağalarını mahkûm eden sözlerin çok sayıda olduğunu tahmin edecek okuyucuya bunları hatırlatmanın ve dolayısıyla Garbis Altınoğlu ile 1978 model bir alıntılar savaşına girmenin gereği yoktur. Garbis Altınoğlu’na verilecek en iyi yanıt, kendi örgütünün politik bağımsızlığını ve askeri işleyişini sağlamlaştırmış bir komünist partinin o esnadaki çelişkinin zorunlu kıldığı taktik hamleleri yapmakta serbestiyetinin olduğunu ifade etmek olacaktır. [34] Eğer ÇKP politik bağımsızlığını sağlamamış, kitleler nezdinde örgütlenmesi olmayan Avrupai bir komünist parti olsaydı belki Altınoğlu’na hak verebilirdik. Ama Çin devrimi özgülünde Altınoğlu’nun iyi bir örneğini sergilediği “sınıf işbirlikçiliği” suçlaması bir devrimin askeri-politik taktikleri olabileceğini görmezden gelmektir. Belli ki bu iddiayı sürdürenler tüm bu taktiklerin başarılı bir komünist devrim ile sonuçlanmasını yetersiz buluyorlar ya da komünist devrimin Mao’nun sınıf işbirliği çizgisine rağmen gerçekleştiğini düşünüyorlar. O halde Altınoğlu nezdinde bu iddiayı sürdürenlere verilecek en önemli cevap, devrim öncesinde Mao’nun iktidar olma kudretine eriştiği yerlerdeki faaliyetlerine odaklanmak olacaktır.

Çin’de devrim öncesi dönemde iktidar olma deneyimleri üç örgütlenme biçimine dayanır. Bunlar Kızıl Üsler, Çin Sovyetleri ve gerilla hareketidir. Kızıl Üslerin kırsal alandaki askeri iktidar olduğu, Sovyetlerin idari yapılanma iken gerilla hareketinin Japon işgalciler ve Guomindang’a karşı yürütülmüş bir savaş biçimi olduğu doğru olsa da böyle bir sınıflama aradaki zamansal farkı görünmez kılmaktadır. Maoizmin temelini inşa eden bu üç örgütlenme biçimi eş zamanlı değildir, önce Kızıl Üsler, sonra Çin Sovyetleri ve nihayet gerilla savaşı ortaya çıkmıştır. Buna rağmen Çin Sovyetleri meydana geldikten sonra yahut gerilla savaşı yürütülürken Kızıl Üsler ortadan kalkmamıştır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin ilanına kadar geçen süre boyunca kızıl üs ve gerilla savaşı ÇKP’nin hep gündeminde olmuştur. Çin Sovyetleri ise sadece 1931-1934 tarihleri arasında hüküm sürmüştür.

Esasında Çin Sovyetleri fikri, Mao Zedong ve Zhu De’nin komutası altındaki ilk başarılı siyasi kızıl üs olan Jinggangshan dağlarındaki üssün 1929 yılında Guomindang askerlerinin kontrolüne geçmesinin ardından gündeme gelecekti. Ancak elden çıkan kızıl üssün komşuluğunda bir eyalet olan Jiangxi’de bir ilçenin kontrolünü ele alarak 1931 yılında Mao’nun ilan ettiği Çin Sovyetleri, daha önceki Sovyet deneyimleri gibi şehirlerdeki isyan girişimine dayanmıyordu. Mao Zedong’un köylü kitlelerin desteğini almadan başarılı bir devrime ulaşılamayacağı tezi hem Kızıl Üsler hem de Çin Sovyetleri deneyimiyle perçinleniyordu. İşte 28 Bolşevik’in dağ komünizmi diye küçümsediği biçim, pıtrak gibi çoğalmış kızıl üsler ve Sovyet idarelerinden oluşan örgütlenmeler nezdinde geniş bir kırsal alana dağılıyordu.

ÇKP içinde, kentlerden ayaklanmayı savunan ya da ülkenin bütün sathında topyekûn isyanı olanaklı bulan çok sayıda farklı görüş olduğunu belirtmiştik. Bütün bu akımlar Guomindang tarafından pratik olarak yenilgiye uğratılmıştır. Hepsi Mao’nun önderleştiği kızıl üsler ve Sovyet bölgelerine gitmeye mecbur kalmışlardır. Kızıl Üsler ve Sovyet bölgeleri de gerici Guomindang orduları tarafından hedef alınmıştı. 1934’te başlayan Uzun Yürüyüş’e gelinceye değin tam beş kez Kuşatma ve Sindirme Harekâtı adı verilen operasyonlara karşı koyulmuştur. Beşinci operasyon Guomindang lideri Chiang Kai-Shek’in komünizm tehlikesini Japon işgalinden daha önemli gördüğünü açıklamasının ardından başlatılan çok geniş bir tasfiye girişimiydi.

Uzun Yürüyüş, Jiangxi’de artık faaliyet yürütemeyeceği anlaşılan ÇKP ordularının başlattığı geri çekilme ve yeni bir mevzi bulma girişimiydi. “Changzheng ifadesinin Uzun Yürüyüş olarak tercüme edilmesi, düzenli tek bir askeri manevraymış izlenimi yarattığından talihsizdir. Gerçekte ise çok daha karmaşık ve düzensiz bir etkinlikti. Zheng tarihsel olarak seyahat anlamında ya da askeri anlamda sefer ya da harekât anlamında kullanılır ve bu daha iyi bir çeviri olabilirdi.” [35]

Uzun Yürüyüş gerçekten çok uzun ve meşakkatlidir; ama 1935 yılının Ekim ayında başarıyla sonuçlanmıştır. Çin’in güneybatısındaki Jiangxi eyaletinden kuzeydoğusundaki Shaanxi’ye kadar önce batıya sonra kuzeye doğru ilerleyen menzil 12 bin kilometreyi bulmaktadır. Çin’in coğrafi zorlukları da hesaba katıldığında, yol boyunca yürütülen gerilla savaşı sonucunda verilen kayıpların sebebi daha net anlaşılmaktadır. Mao’nun da dâhil olduğu Kızıl Ordu’nun merkezi kolu olan Birinci Cephe Ordusu 86 bin kişiden önce 30 bin kişiye daha sonra da 9 bin kişiye düşmüştür; fakat bunda coğrafi etmenlerin yanı sıra ortodoks Maocu yazının sol hata olarak gördüğü bir başka etmen de söz konusudur. Uzun Yürüyüş’ün sonlarına doğru düzenlenen Zunyi Konferansı’na kadar Mao Zedong çizgisi parti içindeki kesin hâkimiyetini henüz kazanmamıştı. Beşinci Kuşatma ve Bastırma Harekâtı öngünlerinde ülkede sosyalist devrimin an meselesi olduğunu düşünen “Bo Gu ve Otto Braun, Kızıl Ordu’nun ana kuvvetlerini bir araya toplamayı ve düşmanın olağanüstü büyük sayısal üstünlüğünü görmezden gelerek kasabayı savunmak için tahkimat yapmaya karar verdiler.” [36] Otto Braun’un sabık gazeteci bir Alman komünist olarak 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında sınırlı bir askeri tecrübeye sahip olduğunu ve Sovyetler tarafından Çin’de görevlendirildiğini hatırlattıktan sonra, aynı çizginin Uzun Yürüyüş sırasında da yine yanlış bir kararla Birinci Cephe Ordusunu hatalı bir sevkiyata yönelttiklerini ve bu tercihin çok ağır kayıpla neticelendiğini vurgulayalım.

Kayıp, hata ve başarısız saldırı/savunma deneyimlerini Maoizmin rakibi çizgilere ve Komintern’e yüklemek olgusal açıdan doğrudur. Buna rağmen tüm bu yaşananlarda Mao Zedong’un kişisel olarak payı olduğunu düşünsek veya belgeli olarak tevsik etsek bile önemli olan şey kişi değil Maoist çizgidir. [37] Sözgelimi liberal yazar John Keay’in aktardığına göre, Uzun Yürüyüş sırasında Mao yolları karıştırmış, birçok hatalı yol önermiş ve çoğunlukla yürümeyip tahtırevan ile kendini taşıtmıştı. [38] Sadece Mao’nun kişisel tavırları hakkındaki ithamların değil Uzun Yürüyüş’ün tamamını Chiang Kai-shek’in örgütlediği ve Sovyetlerin dâhil olduğu bir komplo olarak gören bu iddiaların hepsinin birer Soğuk Savaş uydurmacası olması bir yana, kritik olan şey tek tek olaylar değildir. Önemli olan şey Maoist çizginin, Uzun Yürüyüş başarıya ulaştıktan sonra toplanan Zunyi Konferansı’nda (1935) partideki başat çizgi haline gelmesidir. Buna rağmen ülkenin çeşitli yerlerinde dağılmış Kızıl Ordu birliklerinin toparlanması, tek bir hedefe yöneltilmesi uzunca bir süre daha alacaktır. Maoist çizgi, şehirlerin kırlardan kuşatılarak silahlı iktidar mücadelesi verilmesi gerektiğini savunan, kızıl üslerle sosyalist iktidar deneyimini inşa etmeye çalışan, Sovyet modeliyle komünist idari yapıyı olgunlaştıran ve politik gelişmeleri çelişkinin evrenselliği – baş çelişki – tali çelişki ayrımıyla karşılama becerisine sahip bir Marksizm güncellemesidir. Diğer önemli yön ise Komintern/Sovyet belirleyiciliğinin artık nihayete ermiş olmasıdır. Bu açıdan Maoizmi müdahaleci ve dışsal sayılabilecek Komintern çizgisine karşı yerelleşmeci bir kulvar olarak görmek gerekir. Dolayısıyla Mao Zedong’a ait aykırı bir görüşün/eylemin belgelendirilmesi bu çizginin özgünlüğünü sarsamayacaktır.

Maoist çizginin başarısı partiyi ayakta tutabilmek için şehirler yerine kırlarda faaliyet yürütmeyi savunan askeri bir tercihten ibaret değildi. Kırlardan kentleri kuşatma stratejisi ve bir iktidar alanıyla var olma, tanımlı bir alanda otorite sağlayarak partiyi örgütleme durumu elbette önemliydi. Bunun yanında önemli olan diğer husus ise, iktidar olunan bölgelerde küçük ölçekli de olsa girişilen devrim deneyimleriydi. Bunların en önemlileri toprak devrimi ve Kızıl Ordu askerlerinin işçi-asker modeline göre faaliyet yürütmesiydi.

Toprak devrimi ilk kızıl siyasi üs olan Jinggang bölgesinde bütün toprak sahiplerinin topraklarına el koymak ve bunların mülkiyetini hükümete devretmek şeklinde oldu. Toprak ağalarının tapuları, köylülerin gözü önünde ateşe veriliyordu. Toprağın mülkiyeti hükümete aitti ama köylüler serbestçe bu toprakları işleyebiliyor, ürünlerin yaklaşık yarısını alabiliyorlardı. Bu uygulama demokratik devrimin ilk başarılı örnekleri arasındadır. Buna rağmen Mao, bu yöntemin orta sınıf köylülüğü saflardan uzaklaştırdığını ve köylülerin üretim kapasitesini azalttığını düşünüyordu. “Toprak ona ait olacaktı, başkaları bu toprağa tecavüz edemezdi. Bu kişi, isterse toprağını satabilir ya da kiraya verebilirdi. Topraktan elde edilen ürünler, hükümete ödenecek belli oranda bir verginin dışında köylülere ait olacaktı. Bu politika, toprakların mülkiyetini hükümette bırakan, köylülere yalnızca toprakların kullanım hakkını tanıyan, ancak toprağı satmalarına izin vermeyen Jinggang Dağları’ndaki Toprak Yasası’nın tersine çevrilmesi anlamına geliyordu. Bu biçimde sürekli yaşanan deneme ve yanılmalar yoluyla Parti, Çin’in kırsal alanlarının gerçeklerine uygun düşen toprak reformu için daha tam bir programı adım adım geliştirmiş oldu.” [39]

Mao’nun bu yaklaşımı partide Zunyi Konferansı öncesinde başat çizgi olarak öne çıkan Wang Ming grubu tarafından zengin köylü çizgisi olarak yaftalandı. Wang Ming orta sınıfların varlığını reddediyor ve devrimci kalkışma için uygun zeminin olduğunu düşünüyordu. Jinggang Dağları’ndaki ilk toprak devrimi anlayışının, ardından güncellenen mülkiyetçi anlayışa göre daha solda olduğu açıktır. Wang Ming’in bu noktada zengin köylülüğe dair yaptığı uyarı bir aşamalı devrim eleştirisi olarak okunabilirdi. İşte Çin devrim tarihinin ilginç çelişkilerinden biriyle karşılaşmış bulunuyoruz. Çin’in devrim tarihinde solda yer alan yahut solcu çizgiyi benimseyen çizgiler bağımsız ve istikrarlı değildir. Wang Ming Komintern’in sınıfa karşı sınıf kararı ortadan kalktığında, ikinci ÇKP – Guomindang ittifakı dönemi başladığında, yani 1931 yılında zengin köylü eleştirisini yaptıktan yaklaşık altı yıl sonra, bu sefer yine Sovyetlerin tercihine uygun olarak ÇKP’nin örgütsel bağımsızlığını riske atarcasına büyük toprak sahipleriyle birlikteliği savunacaktır. Altı yıl önce orta sınıf köylüleri mücadeleye katmaya bile gerek duymayacak denli yoksul işçi-köylü devrimi anlayışını savunan Ming, altı yıl sonra bırakalım küçük ölçekli üretim yapan orta sınıf köylüyü kapsamayı, toprak ağalarının ve ABD emperyalistlerinin cirit attığı bir parti olan Guomindang’a kapıları sonuna dek açmayı uygun bulacaktı.

ÇKP’de Troçkizmden ve Sovyetler’den bağımsız, yerelin doğasına uygun ve Çin’e özgü olan Mao’dan daha solda konum alan bir çizgi varolmamıştır; daha doğrusu solun zaten vücut bulmuş hali olan Maoizmi daha soldan eleştiren bağımsız sol çizgi olmamıştır. [40] Önceki sayfalarda Mao’nun tercihlerinin ittifaklar döneminde pratik manevra anlamı taşıdığı, asıl teorik-politik bütünselliğin ittifaklar arası dönemde oluştuğunu iddia etmiştik. Orta sınıf köylü tercihinin zamansal olarak ittifaklar arası dönemde olmasına rağmen amaç olarak bir sosyal kesimi saflara katmak niyetini taşıdığı için onu ittifaklar dönemine ait tercihler sınıfına dâhil etmek uygun düşecektir.

Teorik düzlem nezdinde, eğer Maoizme yönelik zengin köylücülük eleştirisi bağımsız bir sol kanattan gelseydi, aşamalı ve statik devrim anlayışına karşı faydalı bir eleştiri olabilirdi. Buna rağmen pratik düzlemde tüm ittifak politikalarının başarılı bir devrimle neticelenmesinden dolayı bu eleştiriyi de yok hükmünde saymak durumundayız.

ÇKP’nin örgütsel varlığının bağımsız olması, Mao’nun kırmızı çizgisidir. Bu nedenle kızıl üs bölgelerinde ve hareketin Guomindang saldırılarıyla gerilla savaşına yönelmek zorunda kaldığı dönemlerde Kızıl Ordu askerlerinin halkla olan ilişkisine olağanüstü önem verilmiştir. Askerler üs bölgelerinde üretim faaliyetlerine katılmışlar, hem gündelik yaşama hem de savaş ekonomisine katkı sağlamışlardır. “KMT’nin elinde tuttuğu bölgelere göre ekonomik açıdan belirgin bir biçimde geri olan Yenan ‘askerlerin işçileştirilmesi’ uygulamasıyla 1944’e gelindiğinde kendi kendine yetmeyi başardığı gibi Çin’in geri kalanına çorap, mum ve kumaş ihraç etmeye başladı. Aynı yıl içinde 240 bin dönüm arazi ekilebilir hale gelmiş ve üsteki tahıl üretimi iki katına çıkarılmıştı. Bu yaklaşım sayesinde Komünistler 1945’de % 70’i kendi kendine yetebilen 910 bin kişiye ulaşan kızıl orduyu ve 2 milyon 200 bin kişilik milis kuvvetini besleyebilirken, KMT daha büyük orduları beslemek için muazzam kaynaklar harcamak zorunda kalıyordu.” [41]

İşte Japon istilasına karşı Guomindang ile 1937 yılında başlatılan ikinci ittifak böyle bir politik zemin üzerinden yürüyordu. Chiang Kai-shek’in Japon işgalinden ziyade komünizmi daha büyük tehlike olarak görmesi halktan tepki alıyordu. 1936’nın son günlerinde, komünistlere karşı operasyonların planlandığı Xi’an’da Guomindang’ın politikalarına karşı öğrenci eylemleri boy göstermeye başlamıştı. Böyle hararetli bir politik ortamda, muhtemelen komünistlerle de bağlantısı olan iki subay Chiang’ı gözaltına almayı başardı. Antikomünistliği dünyaya nam salmış bir zorba liderin yurtseverlerin eline çok uygun bir politik konjonktürde geçmiş olması, bugünden bile geriye bakıldığında insanda öç alma duygularını kabartıyor. Zaten yapılan halk gösterilerinde idam dâhil her türlü ceza talebi yüksek sesle haykırılıyordu. Tam da bu aşamada ÇKP, Chiang’ın Japon işgaline karşı savaşması şartıyla serbest kalmasını onaylamak, Kızıl Ordu’yu 8. Yol Ordusu ismi altında Guomindang komutasına vermek, toprak devrimini duraklatmak gibi çok radikal ittifak tercihlerinde bulunmuştur.

Komintern’in son kongresinde aldığı Halk Cephesi kararı bu tarzda bir ittifaka zaten onay veriyordu. Sovyetlerin 1920’lerden beri Guomindang’ı Çin Devrimi’nin en büyük muhatabı gören reel politik anlayışı eskisi gibi devam ediyordu. 1937 yılında başlayan ikinci Guomindang-ÇKP ittifakı görünürde başarıyla sürerken, Çin’in birçok yeri komünist militanların katledildiği çok sayıda iç çatışmaya sahne oluyordu. ÇKP ittifakı korumak kaydıyla hem Guomindang’ın saldırılarına hem de Japon işgaline karşı başarılı gerilla savaşı süreci yürüttü. İkinci Guomindang ittifakı büyük riskler taşıyan bir ittifaktı. Eğer kaderi Avrupa’daki Halk Cephesi hükümetleri gibi olsaydı, muhtemelen tarih Mao Zedong’u aynı hatayı iki kez işleyen ve sınıf işbirliğinden medet uman yenik bir Marksist lider olarak yazacaktı. Gerçek tam tersi olmuştur, Maocu çizgi tam da planlandığı gibi önce Japon işgalini püskürtmüş ardından da Guomindang ile devrimci bir iç savaşa tutuşmuştur. Salt bu tarihsel gerçeklik bile, politik hamlelerin “sınıf işbirliği” gibi teorik düzleme ait suçlamalara maruz bırakılmaması gerektiğini ifade etmektedir.

Marksistler eğer ellerinde kendi kendine yeterli ve bağımsız bir komünist parti yoksa hiçbir koşulda ittifak yapmazlar. Bunun yanında örgütsel açıdan bağımsız bir komünist parti, politik olarak çeşitli kararlar alabilir, bu durum sınıf işbirliği anlamına gelmemektedir. Sınıf işbirliği ithamı gündeme gelince akla hemen Kasım 1918 başarısız Alman Devrimi ve 1936 Fransız Halk Cephesi gelir. Kızıl Üsler, gerilla savaşı ve Uzun Yürüyüş’te pişmiş ÇKP’nin ve Kızıl Ordunun işçileşmiş askerlerinin, sosyal demokratların ihaneti nedeniyle başarısızlığa uğrayan Alman Komünist Partisi/USPD yahut Fransız Komünist Partisi ile karşılaştırılamayacak denli güçlü, bağımsız, kitlesel ve tanımlı bölgelerde zaten iktidar olduğunun altını çizmek gerekiyor.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluşu: İki tarz-ı siyaset

ÇHC’nin 1949 yılında kuruluşu, dünyanın en büyük ama en yoksul ülkesinde ezilen halkın kendi kaderini eline alması manasına geliyor. İşte devrim denen şey tam da budur; üçüncü dünyanın yoksul köylü ve işçi yığınlarının emperyalizme, işgale ve sömürüye karşı onurunu korumaya çalışanların politik iktidarı ele geçirmesi ve nihayet yönetmeye başlamasıdır. Çin’de bu süreç uzun zaman almıştır. Japon işgali 1945 yılında tamamıyla yok edildikten sonra gerici Guomindang baş düşman haline gelmiş ve devrimci iç savaş Çin Komünist Partisi’ni iktidara taşımıştır. Chiang Kai-shek ise emperyalistlerin uydusu halindeki bir ada olan Tayvan’a püskürtülmüştür.

İktidarda olmak, iktidar için mücadele etmek gibi değildir. Ekim Devrimi’nden sonra “Artık bütün düşmanlar saflarımızda” diyen Lenin’in uyarısına kulak vermek gerekir. Sosyalizm deneyimleri tarihinde, bir kez devrimin gerçekleşmiş olması genellikle mutlak son gibi görülmüştür. Bir kez devrim gerçekleştikten sonra, devrimin önüne koyduğu görevlerin çorap söküğü gibi tamamlanacağı düşünülmüş, sosyalist deneyimlerin içine düşmüş oldukları bürokrasi, yeni tipte ayrıcalıklı bir devletlû tabaka oluşumu ve bölüşüm ilişkileri gibi meseleler görmezden gelinmiştir. En samimi ve en sorgulayıcı düşünürler bile devrimin bir kez gerçekleşmiş olmasını bütün sorunların üstünü örtecek bir sigorta olarak görmüşlerdir. Yozlaşarak çözülen bütün sosyalist devrimler gibi Çin Devrimi de bu sorunlardan muzdariptir; tıpkı Sovyet, Yugoslav ve Latin Amerika deneyimleri gibi Çin Devrimi’nde de ayrıcalıklı bir devletlû tabaka oluşmuş, bürokrasi kökleşme imkânı bulmuş ve ücretli emeğin varlığı yok edilememiştir.

Maoizm, iktidarda olunmasına rağmen diğer deneyimlerin aksine bir kez devrim yapıldıktan sonra bile devrimsel süreçlerin bitmediğini, devrimin karşı devrimciler veya emperyalist-kapitalist süper güçler tarafından zor yoluyla devrilmese dahi içeriden çözülme riskinin her daim bulunduğu açık dille ifade eden bir farklanma yaratmıştır. Maoizmin farklanması sadece bu sorunları görmüş olması değildir; zira zaten Batı Marksizminin çeşitli akımları ve Troçkist çevreler bu sorunlardan bahsediyordu. Mao Zedong özgülünde Maoizm, muhalefetten doğru değil de iktidardaki bir fail olarak bu sorunları tespit etmiş ve sorunlu görülen yapıları yıkmak ya da dönüştürmek için devrimci işler yapmaktan çekinmemiştir.

Her ne kadar Maoizm, kendi iktidarını sorgulayacak kampanyalar yapsa ve devrim içinde devrim yapmaya soyunsa da, bu bir iktidar ideolojisiydi. Bu nedenle Çin’deki bütün fraksiyonlar kendisini Maoizm şemsiyesi altında ifade ediyor, istese de istemese de kendisini bu çatının altına atmak istiyordu. Dolayısıyla yukarıdaki sayfalarda Mao Zedong ve onun rakibi düşünce akımlarını incelerken kolaylıkla yaptığımız bölme ve sınıflandırma işlemlerini, devrimden sonraki dönem için yapmak mümkün değildir. Çünkü ÇHC’nin 1949 yılında kurulup 1978 yılında tamamıyla karşı devrimcilerin eline geçmesine kadar süren yaklaşık 30 yıllık dönemde yüzlerce siyasi kampanya yapılmış ve çok sayıda ekonomik gelişme tarzı uygulamaya koyulmuştur. Politik kamplaşmaların, gruplaşmaların ve fraksiyonların dağılımı o kadar çeşitlidir ki bunları analiz etmeye kalksak kendimizi kolaylıkla o günlerdeki havanın rüzgârına kaptırıp karşılıklı suçlamaların havada uçuştuğu bir dedikodu çemberinde bulabiliriz.

Gerçek Maoistler kimlerdi gibi bir soru sormak sadece samanlıkta iğne aramak manasına gelmeyecek aynı zamanda dedikodu baltasıyla Maoizmin ideolojik havzasını yarma riskini taşıyacaktır. Fakat yine de oldukça karmaşık geçen bu 30 yılı, devrim içinde devrimcilik misyonunu taşımak gibi bir ayrıcalığa sahip olan Maoist ideoloji açısından bir tür ayrım işlemine tabi tutmak gerekmektedir.

Öncelikle ayrım işleminin uygulanacağı ideopolitik evreni tanımlamak gerekiyor. Çin’in devrim sonrası tarihinde iki tür siyaset evreni saptayabiliriz. İlki ekonomik gelişme ve üretim tarzı konusunda yapılan hamleler ve tartışmalardır ki bunların en önemlileri devrimin hemen ertesinde başlayan toprak devrimi (1950), ücret reformu (1955), Büyük İleri Atılım (1958) olarak gösterilebilir. İkinci ideopolitik evren ise devrimin sahiciliğine ve esasına dair ideolojik hamleler ve tartışmalardır; örnekleri ise Yüz Çiçek Kampanyası (1956), Sosyalist Eğitim Hareketi (1963) ve Kültür Devrimi’dir (1966). Gerek üretim tarzı gerekse de devrimin ideolojisi merkezli tartışmalar dünyadan kopuk gelişen, havada tartışmalar değildir. Her iki siyaset evreni de Çin’in dış dünyayla öncelikle de ABD ve Sovyetler ile ilişkileri tarafından dış belirleniyordu. Her iki siyaset evreninin de Çin’in Kore Savaşı’na iştirak ettiğini (1950-1953), Sovyetler’le sınır çatışmaları yaşadığını (1968) ve ABD ile ilişkilerin bir iyi bir kötü olduğu dönemlerle eş zamanlı olduğunu bir an bile akıldan çıkarmamak gerekiyor. Tanımladığımız iki siyaset evreninin iç belirleyeni Çinli akımlarsa dış belirleyenleri de Çin’in ABD ve Sovyetler başta olmak üzere dünya ülkeleri ile kurduğu ilişkilerdir.

Bu iki siyaset evreninin iç belirleyeni olarak tarif ettiğimiz Çinli akımların hepsi 30 yıllık süre boyunca kendine Maoist demiştir. Devrim öncesi dönemde Maoist sıfatı belli bir siyasal duruşa, Kızıl Üsleri savunmaya, köylü kitleleri devrimin ana bölüğü olarak görmeye, gerilla savaşını desteklemeye, baş çelişki – tali çelişki etrafında ittifaklar politikası gütmeye işaret ediyordu. Devrimden sonra herkes kendine Maoist dediğine göre ortada devrim öncesinde olduğu gibi tanımlayıcı bir yön bulunmadığı aşikârdır. Hâlihazırda elimizde sosyalist literatürde sıkça yer verilen bir ayrım yöntemi olarak kapitalist yolcular / sosyalist yolcular tasnifi buluyor. Bu ayrım küçük ölçekli meta üretimini destekleyen, performansa dayalı ücret sistemini getirmek isteyen, tarımsal üretimde kolektifleşmeye karşı çıkan çizgiyi kapitalist yolcu olarak tarif etme konusunda isabetlidir. Bunun yanında Mao Zedong’un kendisinin ve onun sözlerinden hareketle ortaya çıkan çok sayıda sol akımın görüşlerinin sosyalist yolcu olarak tek bir kümede toplanması ise isabetsizdir. Evet, Mao belirgin biçimde kendisini de kapitalist yolculardan ayırmıştır ve onun da sosyalist yolcu sayılması gerekir. Fakat o, bizzat kendisinin oluşmasına yol verdiği, teşvik ettiği ama vakti zamanı gelince karşı çıkarak sol sapma diye işaretlediği fraksiyonlardan da kendisini ayırmıştır.

Dolayısıyla sosyalist yolcu / kapitalist yolcu ayrımından ziyade Ortodoks Maoizm, Sol-Maoizm ve Sağ-Maoizm şeklinde bir sınıflandırma yapmak meramımızı ifade etmeyi kolaylaştıracaktır. Liu Shaoqi ve Deng Xiaoping’in simgesi olduğu kapitalist yolcuları sağ-Maoizm ile özdeş sayabiliriz. Sağ-Maoizmi Maoizm yaratmamıştır, o evrenselliği ve yaygınlığı konusunda şüphe duymadığımız burjuva virüsün Maoizme bulaşmış ve onu enfekte ederek yayılmış halidir. Mao Zedong’un kendisini ve tıpkı devrim öncesi dönemdeki gibi onun hiçbir taktiğinde ve kararında yapısal bir hata görmeyen savunucularını Ortodoks Maoizm olarak isimlendirebiliriz. Çeşitli ihtilaflara karşın Çin’in bütün kritik dönemlerinde dengeyi sağlama misyonunu üstlenen Zhou Enlai (1898-1976) da bu çizgidedir. Sağ-Maoizmin tersine Sol-Maoizmi yaratan şey bir tür evrensellik değil de Maoizmin kendisi olmuştur. Maoizm olmasaydı sağ kanat Maocular yine burjuva anlayışlarını ve kapitalist üretim modelini sosyalist ekonomi içinde yeniden canlandırma girişimlerini sergileyecek bir ortam bulurlardı. Zaten SSCB, Yugoslavya ve Latin Amerika ülkelerindeki diğer sosyalist deneyimlerde faaliyet yürüten sağcılar tıpkı böyledir. Buna rağmen Maoizm olmasaydı sol kanat Maocular varlık bulamazlardı. Dörtlü Çete tabiriyle anılan grubun, Kızıl Muhafızların ve Örgüt 516 gibi çeşitli isyancı öğrenci-işçi gruplarının simgesi oldukları sol-Maoist çizgi, bizzat Mao Zedong sayesinde varlık bulmuş, onun tarafından teşvik edilmiştir. Fakat sonunda onun tarafından sol sapma denilerek en az sağ-Maoizm kadar eleştiriye tabi tutulmuşlardır.

Eğer Çin Halk Cumhuriyeti’nin ve ÇKP’nin idaresinin karşı devrimcilerin eline geçtiğini iddia ediyorsak, bunun kökensel ve kadrosal olarak sorumlusu sağ-Maoizmdir. Zaten bizzat sağ-Maoizmin figürleri yönetime gelmiş ve ÇHC kapitalist pazara açılmış, kapitalist üretim ilişkileri ülkede hâkim konuma gelmiştir. Ortada ciddi bir yenilgi olduğuna göre Ortodoks Maoizmi yani Mao Zedong’un kendisini de sağ-Maoizme karşı yeterince tepki koymamak ve sol-Maoizme karşı yalpalayan tavırlar takınmak konusunda eleştirme hakkına sahibiz. Sol-Maoizm ise ancak ve ancak yenik düştüğü, örgütlenemediği ve hizipleşerek iç tartışmalarla boğuşup gerçek sorunları pas geçtiği yönünden tenkit edilmelidir. Devrim öncesi dönemde, başarılı devrimin yüzü suyu hürmetine Maoist çizgi konusunda ısrarla açık tuttuğumuz parantezi bu sefer başarısızlığa uğramış devrimden dolayı artık kapatmalı ama bizzat Maoizm sayesinde varlık bulmuş sol-Maoizm için de yeni bir parantez açmalıyız.

Artık yaptığımız sınıflamanın her iki siyaset evrenindeki yansımalarını incelemeye başlayabiliriz.

Birinci siyaset evreni: Üretim tarzı ve üretim ilişkileri hakkındaki tartışmalar

Komünistlerin iktidara gelmesi yani devlet aygıtının kilit noktalarından burjuvaziyi söküp atmaları üretim ilişkilerinde doğrudan ve kalıcı bir dönüşüm demek değildi. Kaldı ki ÇKP bunu ilk defa başarmış bir parti değildi. Komünistlerin iktidar mücadelesi için yapması gerekenler açısından Leninist Bolşevik Devrim ihtişamlı ve bütünsel bir doktrin olarak dünya halklarının dikkatini çekmişti.

ÇKP daha devrimci iç savaş yıllarından itibaren, bir tür iktidar modeli olan kızıl üsler sayesinde ciddi birikime sahipti. O yılların en önemli problemi olan toprak devrimi, komünist iktidarın önüne bu sefer daha kapsamlı bir mesele olarak geliyordu. İç savaş yıllarında toprak ağalarının elindeki mülkiyete el konulması noktasında pek tartışma yaşanmadığını ancak orta sınıf köylülüğün mülkiyeti üzerine yoğun ihtilaflar çıktığını aktarmıştık. Benzer tartışmalar ÇKP iktidara gelir gelmez yeniden alevlenmiştir. “Toprak reformuyla birlikte, önceden ağalara ait olan topraklar, taban düzeyinde, parça parça köylülere dağıtılmıştı. Ne var ki, çiftlik hayvanlarını ve büyük tarım aletlerini bölüşüp paylaşmak öyle kolayca içinden çıkılacak bir iş değildi. Kaçınılmaz olarak bulunan çözüm, karşılıklı yardımlaşma takımları oluşturmaktı.” [42] Karşılıklı yardımlaşma demek en sonunda kooperatifleşmek demekti. Zaten Kızıl Ordu’nun işleyişi Jinggang Dağları döneminden beri arada hiyerarşi bulunmadan kadrolara eşit ödeme yapılmasını gerektiriyordu. ÇKP devrimden sonra da aynı usulle eşitlikçi arz sistemini yürürlüğe koydu.

“Kurtuluştan sonra tüm ülkede, “arz sisteminin” askeri komünist yaşamın ayırt edici özelliğine hizmet ederek bu şekilde kullanımı oldukça popülerdi. “Arz sisteminden” bahsetmek, halkın görkemli mücadelelerinden bahsetmesi gibi eski bir devrimi konuşmaya benzer. Bazı genç devrimciler, şimdilerde çalışmaya başlayınca tecrübeli yoldaşlara benzeyebilmek için “arz sisteminin” olmasını istiyorlar ve gerçekten içtenlikle devrime katılıyorlar. Yoldaşlar arz sistemi altında yaşamaya alışınca ücretli emeğe özenmiyorlar ve halk bu türden eşit ilişkiler tesis edilmesini seviyor.” [43] Bunun yanında tarım aletlerini tek tek hane halklarının elinde toplamayı savunan ve kooperatifleşmenin yeni demokratik devrimin ilkelerine ters olduğunu düşünen çizgi de parti içinde güç toplamaya çalışıyordu. Liu Shaoqi’nin temsilcisi olduğu bu çizgi, sadece tarımsal üretimde değil sanayide bürokratlara dayanan istikrarlı bir üretim sürecini savunuyordu. Mao’nun 1965 yılında sosyalist devrim başarılsa bile ülkede hâlâ kapitalizm yolunu tutanlar olabileceği görüşünden hareketle verdiği isim olan kapitalist yolcular, kendi görüşlerini savunurken Mao’nun Yeni Demokratik Devrim tezlerine sarılıyorlardı. Her ne kadar demokratik devrimin 1956’da tamamlandığı ilan edilse de Liu Shaoqi çizgisi her zaman kendisine Mao’yu referans göstermeyi hiç unutmamış, Mao’nun metinlerinden kendilerine yontulacak cümleleri bulup çıkarmışlardır.

“Devrimimizin birinci adımı ya da aşaması, kesinlikle, Çin burjuvazisinin diktatörlüğü altında kapitalist bir toplum kurulması değildir ve olamaz da; devrimimiz, Çin proletaryasının önderliğinde Çin’in bütün devrimci sınıflarının ortaklaşa diktatörlüğü altında yeni demokratik bir toplumun kurulmasıyla sonuçlanacaktır.” [44] İkinci birleşik cephe yılları boyunca Mao, Çin’in geçiş dönemi için proletarya diktatörlüğü önermiyordu, onun yerine yarı sömürge ve sömürge ülkeler için formüle ettiği birkaç devrimci sınıfın ortaklaşa diktatörlüğünü zorunlu görüyordu. Liu Shaoqi çizgisi Yeni Demokrasi’nin aşamalı ve burjuva demokrat çizgisini devrim sonrasına da taşımışlar ve burjuvazi ile ittifakı açıktan savunamasalar da kapitalizmin dayattığı ücret sistemini cesurca savunmuşlardır.

Bu aşamada Mao Zedong’un görüşlerini “Başlıca On İlişki Üzerine” makalesi üzerinden takip etmek mümkündür. Mao ağır sanayiye dayalı bir kalkınma modeli olan SSCB’nin yolundan farklılaşmak gerektiğini ifade ediyor, hafif sanayinin ve tarımsal üretimin ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyordu. “Tarım ile hafif sanayinin geliştirilmesi için çok büyük çabalar harcamamız gerektiğini, kıyı bölgelerindeki gelişmiş sanayiyi daha da geliştirip kullanmamızı ve ekonomik inşa için daha fazla kaynak ayırabilmek için askeri ve yönetim harcamalarının olabildiğince kısılması gerektiğini vurguluyordu. Uzun vadede tüm bunlar ağır sanayinin geliştirilmesine yardımcı olacak, ülkenin az gelişkin iç bölgelerindeki sanayiyi geliştirecek ve ulusal savunmayı güçlendirecekti. Gerçekte bunlar, Çin’in sanayileşme yolunun Sovyetler Birliği’nin izlediği yoldan farklı bir yol olması gerektiğine ışık tutan bazı bakış açıları getiriyordu. Devlet ile üretim birimleri (işletmeler) ve çalışan bireyler arasındaki ilişkileri (üç ilişki) ve merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki ilişkileri tartışan dördüncü ve beşinci sorular, ekonomik yapıdaki reform sorununu ilgilendiren önemli konulardı. Böylece Çin’in sosyalist ekonomik inşasıyla ilgili birçok yeni politika, ilk olarak ortaya konmuş oldu.” [45] Yani Ortodoks Maoizmin zemini her şeyi bir arada yapma üzerine kurgulanmıştı; hem ağır sanayi hem hafif sanayi hem tarımsal üretim hem de kolektifleştirme. Mao Zedong’un yazılarının temel özelliği de bu yöndedir, temel amaç hiçbir sektörden feragat etmeden sosyalist kalkınmayı tamamlamaktır. Hatta Mao Zedong’un metinleri, her şeyi bir arada başarma isteğinin sınırlarını o kadar genişletir ki bu sınırlara yalnızca çeşitli ekonomik kalkınma modelleri yani altyapı sorunları eklenmekle kalmaz, üstyapının dönüşmesi sorunsalı da bütün karmaşıklığıyla dâhil olur.

Her şeyi bir arada yapmak istemenin özellikle ağır sanayi üzerinden üretici güçleri geliştirmeye dönük politikalarla sağ-Maoizme uygun bir sel yatağı olması riski ortadadır. ÇKP içinde sağ-Maoizm o kadar güçlüydü ki Çin’in toprak devrimi ve Sovyetler’den esinlenerek başlatılan sanayi hamlesi iki kez ciddi sekteye uğradı. Bunlardan ilki olan 1955 yılındaki ücret sistemi reformunun simgesel anlamı büyüktür. “Mevkiye bağlı ikramiye ve ayrıcalıklara ek olarak, en üst basamak ile yirmi dördüncü basamak arasında 10/1’i aşkın ücret farklılığı öngören bürokratik mevkilerin kurumsallaşması, kapitalist ideolojinin proleter öncü içinde yarattığı aşınmayı gözler önüne seriyordu.” [46] 1956 yılında düzenlenen Aceleci İlerlemelere Karşı Mücadele kampanyası ise tarımda epey yol almış kooperatifleşmenin ‒ki 1952 yılında köylülerin %2’si kooperatiflerdeyken bu rakam 1956’da %91,7 olacaktı [47] ‒ benzeri bir sanayi eksenli kalkınmanın risklerine vurgu yapıyordu. Liu Shaoqi, bu kampanya sayesinde SSCB’nin Kore Savaşı üzerinden ve artık Guomindang’ı Çin’in temsilcisi olarak görme sevdasından tamamen vazgeçmesinden sonra yaptığı yardımları bir tür devlet kapitalizmi yaratmak için kullanmak niyetinde olduğunu itiraf etmiş oluyordu.

1952 yılında büyük toprak sahipleri tasfiye edilmiş, küçük-orta köylü toprakta özgürce üretim yapar hale gelmiş ve bu nedenle de Toprak Devrimi başarıya ulaşmıştı. İkinci adım olarak uygulamaya konulan kooperatifleşme hamlesi büyük bir atağa yol açmış ve “Çin’in kırsal bölgelerinde sosyalist ayaklanma” olarak görülmüştü. [48] Toprak Devrimi özgün bir kolektifleştirme hamlesi olarak görülebilir; ama SSCB’li uzmanların yardımıyla yürürlüğe koyulan 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı üretim yaparak kalkınma hevesinin emarelerinden biridir. Üretim hevesi, hemen ardından aşırı üretim hevesi ve yarışı getirmektedir. Her ne kadar yarış, sosyalist yarış adı altında sanki kapitalist ekonomik modeli geçmek ve onu alt etmek gibi düşünülse de sosyalist deneyimlerin altını içten içe oyan bir işlev görmüştür.

Üretim hevesi olarak ifade ettiğimiz bu süreç doğal olarak eşitlikçi arz sisteminin parçalanmasına ve Stakhanovizm benzeri bir yarış ile burjuva ücret sisteminin doğmasına neden olmuştur. Çin’de sıkça atıf yapılan “kızıl” mı “uzman” mı sorusunu sormanın tam da yeridir. Tarımdaki kolektifleştirme sonradan halk komünlerine evrilmiş yani “kızıl” eksende yer almıştır; 1. Beş Yıllık Kalkınma Planı ise ücret sistemini de yanına alarak Büyük İleri Atılıma yol vermiş ve “uzman” ekseninde yer almıştır.

Sağ-Maoizm ile Ortodoks Maoizmin her ikisinin de ne kadar güçlü olduğu, bu süreçlerin işçi köylü kitleler üzerindeki sarsıcı etkilerinden anlaşılabilir. 1950’lerde sol-Maoizm sayılabilecek görüşü ise Zhang Chunqiao’nun makalesinde takip etmek mümkün. Zhang Chunqiao, 1960’ların ikinci yarısında Kültür Devrimi’nin önder kadrolarından olacak ve ismi kimi zaman Mao’nun muhtemel halefleri arasında geçecekti. Zhang ücret reformu yapıldıktan üç yıl sonra, yani kısa sayılabilecek bir zaman diliminde eşitlikçi arz sisteminden, kadrolara sabit geçim ödemesi yapılmasından vazgeçilmesini eleştiren ve eski sistemi açıkça savunan bir yazı yazdı. Yeni sistemi bir tür burjuva hakkı olarak görüyordu ve komünist iktidarın burjuva hakkını tanımaması gerektiğini iddia ediyordu. “Çok geçmeden böylesi bir sistem burjuva hakkı ideolojisinin saldırısına uğradı. Burjuva hakkı ideolojisinin temeli ücret sistemidir. Böylesi bir ideolojiye bağlı kalınca, insanlar arasında arz sisteminin istendik bir şey olmadığı görüşü belirmiş oldu. Küçümser şekilde bunun “köylü işi” olduğunu ve “kötü bir gerilla alışkanlığı” olduğunu söylemeye başladılar. Burjuvazinin farklı kesimlerinden bu tarz yorumlar geldi.” [49] Yazar yeni geçilen sistemi “para yönetir” ama “siyaset yönetemez” olarak özetliyordu.

Sol-Maoizmin izlerini ikinci siyaset evreni olarak tanımladığımız devrimin sahiciliğine yönelik ideolojik tartışmalarda daha fazla görmekteyiz. Ekonomik kalkınma ve sosyalist ekonomiyi inşa tartışmaları genellikle sağ-Maoizm ile Ortodoks Maoizmin tartışmasına sahne olmuştur. Zhang Chunqiao’nun simgesi sayılabileceği sol-Maoizm, sosyalist kalkınma alanına ideolojik anlamda bir müdahaledir. Zhang Chunqiao’nun sorunsallaştırdığı şey, ne kadar çelik üretildiği, tarımsal ürünlerin vergiye giden miktarı yahut ağır sanayinin üretim içindeki oranı gibi teknik meseleler değildir. Ücret sistemini burjuva ideolojisi olarak saptayıp ona varlık bulma hakkı vermemeyi, Ortodoks Maoizmin eşitlikçi arz sistemini artık devlet idaresi için yetersiz bulduğu ve sağcılara açık bir örgütlenme alanı açtığı noktada sol-Maoizmin Kültür Devrimi yıllarından çok önce yaptığı açık bir uyarı olarak edinmek gerekir.

Ekonomik kalkınmaya ilişkin tartışmalarda sol görüşün zaferle çıktığı alan tarımdaki kolektifleştirmeydi. Liu Shaoqi çizgisi bu konuda başarılı olamamıştı. “Liu’ya göre Toprak Reformu’ndan ve sanayi sektöründe üretim araçları devlete devredildikten sonra “gelişkin toplumsal sistem” (yani üretim ilişkileri) ile “geri toplumsal üretici güçler” arasındaki çelişki, Çin’de baş çelişki haline gelmişti. Bu görüş ÇKP’nin 1956 tarihli 8. Ulusal Kongre Kararları’nda da açıkça ifade edilmektedir. Dolayısıyla Liu’ya (ve daha sonra Deng’a) göre ÇKP’nin esas görevi bütün dikkatini üretici güçlere geliştirmeye vermek olmalıydı.” [50] Dolayısıyla sağ-Maoizm taraftarları sürekli sanayiye vurgu yapıyor, SSCB’yi örnek gösteriyor hatta barış içinde sosyalizme geçiş tezlerinden dolayı Mao’nun öfkesini üzerine çeken de-Stalinist Kruşçev’e sempati besliyorlardı. Onlara göre kalkınmanın yöntemi üretici güçleri geliştirmekti, bunun yolu da ağır sanayi hamlesinden geçiyordu. Bu nedenle kâr maksimizasyonu odaklı meta üretimini ve işçileri “tembellikten” uzaklaştırmak için performansa dayalı ücret sistemini teklif etmekten çekinmediler.

Tarımdaki kolektifleştirme Liu Shaoqi çizgisinden bir nebze azade kalabildi. “Tarımdaki kolektifleştirme, komünlerin kurulmasıyla birlikte 1958’de tamamlandı. Komünlerde; komün, üretim tugayı ve üretim takımlarından oluşan üç katmanlı bir mülkiyet sistemi bulunuyordu.  (…) Tarımsal (ve daha sonra sınaî) üretim, ticaret, eğitim, sosyal refah ve özsavunma (hepsinin kendi milis kuvvetleri vardı) işlerini yürütmek komünlerin göreviydi. Komünler ayrıca kendi maliyelerini de yönetiyorlardı.” [51] Komün sistemi ile örgütlenmiş tarımsal üretimin hızlı bir kalkınmaya yol açtığı açık bir gerçektir. Tarım sektöründe yıllık ortalama yüzde 4,8 büyüme sağlanmış, salgın hastalıklar önlenmiş, kaba ölüm ve bebek ölüm oranında anlamlı düşüş gerçekleşmiş, yaşam beklentisi iki katına çıkmış ve okur-yazarlık artmıştır.

1956’da özel sektörün tamamının devlet kontrolüne geçmesiyle birlikte sosyalist geçişin tamamlanması Çin’in hızlı ekonomik kalkınmasının temeliydi. “1956’da bütün özel kuruluşlar ortak teşebbüse dönüştürüldükten sonra, işçi üretkenliği bir önceki yıla göre yüzde 32 arttı. Tarım kooperatiflerinin örgütlenmesi de tarım ürünlerinin üretimindeki artışa katkı sundu” [52] İktisadi kalkınma sanayileşme alanında bir hamle ile taçlandırılmak istendi. 1958 yılı Mayıs ayında Büyük İleri Atılım resmi olarak duyuruldu. Atılımın kırsal temeli zaten komün sistemiyle atılmıştı. Sanayi hamlesi ise çelik üretimini teşvik ederek ve yaygın sulama kanalları inşa ederek sağlanmaya çalışılıyordu. Endüstrinin yeniden yapılanması çok önemli bir sermaye birikimi sağladı. “Ülkedeki işçi sayısı 1949 yılında marangozlar gibi zanaatkârlar, çıraklar, büro emekçileri, tam makineleşmiş atölyelerde çalışan emekçiler ile birlikte 4 milyon iken, 1957’de 23-24 milyona ulaşmıştı. Bir yıl sonra yani 1958’de kentlerdeki sokak atölyelerinde çalışanlar ve kırsal bölgelerdeki fabrikaların işçileriyle birlikte bu sayı 45 milyona çıktı.” [53]

İşçi sayısındaki bu artış kırsal alandan kente göç sayesinde mümkün oluyordu. Milyonlarca kişinin köyden kente göç etmesi, tarımsal üretime sekte vurdu. Büyük İleri Atılım’ın hem tarımda hem de sanayide beklenmedik oranda büyüme hızına yol açtığı bir gerçektir; fakat bu yıllarda ÇKP yetkili organlarında üretimin ölçeğini abartarak ifade etme huyu baş göstermiştir. “Abartma ve böbürlenme” adı verilen bu dönemde merkezi idareye bildirilen gerçekçi olmayan rakamlar, gerçekçi olmayan hedeflerin koyulmasına yol açmış ve tarımsal üretim ile sanayi üretimi arasında beklenen dengeli büyüme gerçekleşememiştir. Bu durum Sovyetler Birliği’ne olan borcun geri ödenmesi ve eşi benzeri görülmedik bir kuraklıkla da birleşince tahıl krizi baş göstermiştir. Bol miktarda üretimi hedeflenen çelik ve demirin kalitesi ise istenildiği gibi olmamıştır.

Büyük İleri Atılım öncesine kadar kolektifleştirmeye karşı hane halkı üretimini savunan, komün sisteminin aksine tarımsal makineleri ailelerin özel mülkiyeti altına geçirmeye çalışan ve üretici güçleri geliştirmek niyetiyle ücret sistemine geçişi teşvik eden Liu Shaoqi ve yandaşları beklenmedik şekilde Büyük İleri Atılım’ın militan bir savunusuna giriştiler. Komünist Rüzgâr adı verilen bu dönemde, komünizm adına kırsal bölgede mutlak eşitlik adına işgücü ve maddi kaynakların ait oldukları kolektiflerden çıkarılarak daha yoksul bölgelere gönderilmesi gibi uygulamalar gerçekleşti. Bu tipte bir yer değiştirme yoksul bölgelerdeki üretimi artırmadığı gibi, üretimin verimli olduğu yerlerdeki işgücü kaybı nedeniyle de tarımsal üretimin kötüleşmesine yol açtı.

Çin’de sınıf savaşı çok karmaşıktır. Bu durum sınıf savaşının kendi doğasından kaynaklandığı gibi politik aktörlerin izi sürülmeyecek denli değişken fikir ayrılıklarından da ileri geliyordu. “Büyük İleri Atılım yıllarındaki aşırılıklar için daha sonra Mao’ya saldıran birçok kişinin, o sırada yetkili organların başında olması ilginçtir.” [54] Muhtemeldir ki sağ-Maoizm yanlısı kadrolar Büyük İleri Atılım yıllarında bürokrasideki mevkilerini korumak için siyasi itibarlarını artırmak istiyorlardı ve bu nedenle de gerçekçi olmayan üretim rakamlarını yayınladılar. Komünist Rüzgâr sayesinde tarımsal üretimin denetimini ele geçirdiler ve kıtlık döneminde bile ürünleri kendilerine aktarabildiler.

Sağ-Maoist kadroların 1959 yılında düzenlenen ve esas amacı Komünist Rüzgâr’ın hatalarını ortaya koymak, abartma ve böbürlenmeyi engellemek olan Lushan Konferansı’ndaki iç çatışması ilginç ve önemlidir. Deneyimli bir kapitalist yolcu olarak bilinen savunma bakanı Peng Dehuai, bu konferans sırasında Mao Zedong’un da sorumlulardan biri olduğunu söyleyecek ve İleri Atılım ile halk komünlerini açık bir dille eleştirecekti. Komün sistemini savunmak ise daha az deneyimli kapitalist yolcu olan Liu Shaoqi’ye kalacaktı. Yani konferans hem sağ kadroların kendi aralarında bir tartışmaya hem de kapitalist yolcularla sosyalist yolcuların karşılıklı tartışmasına yol açmıştır. Sosyalist İnşanın Genel Çizgisi, Büyük İleri Atılım ve Halk Komünleri’nden oluşan üç kızıl bayrağı reddeden Peng Dehuai, Lushan konferansı sonrasında ÇKP’den tasfiye edilmiştir.

Bu tartışmalarda dikkat çeken durum, sloganlarla gerçeklerin uyumsuzluğudur. Örneğin 1957 yılında başlatılan Sağcılık Karşıtı Hareket, Yüz Çiçek Kampanyasında partinin yıpratıldığından hareketle, partiye zarar verenlerin sağcılar olduğu ve onlarla mücadele edilmesi gerektiği varsayımına dayanıyordu. Bu kampanyayı düzenleyenlerin başında Liu Shaoqi kliği geliyordu. Hâlbuki komün sistemine karşı çıkan, kâr maksimizasyonu altında meta üretimini savunan yani açıkça sağcılık yapan da ta kendisiydi. Yine Büyük İleri Atılım’ın gerçekçi olmayan verilerinin sorumluluğu da bu taktikle tek bir kişiye, Peng Dehuai’ye yüklenmiştir. Tüm bu karmaşaya rağmen sağ-Maoizmin kayıplar verse de bürokrasinin kilit noktalarını tuttuğunu, sorumluluktan kaçınmayı başardığını kabul etmek gerekiyor.

Abartma sadece dönemin ÇKP kadrolarına ait bir hata ya da günah değildir. Abartılı övgü yerine bu sefer tersinden olacak şekilde, Çin’in devrim karşıtları ve günümüz resmi ÇKP kadroları, Büyük İleri Atılım özelinde Çin’in sosyalist kalkınma modelinin hatalarını abartmak konusunda ortaklaşıyorlar. Antikomünistler özel mülkiyeti reddeden bir sistemin ancak kıtlık ve ölüm ile sonuçlanabileceğini, bunun en önemli örneğinin Büyük İleri Atılım sonrasında yaşanan ve üç yıl süren kıtlık olduğunu, bu süre zarfında 20 ila 46 milyon arası insanın hayatını kaybettiğini, kıtlıktan çıkmak için yürürlüğe konulan Dört Haşere Kampanyası gibi kimi uygulamalarla serçelerin, kemirgenlerin ve böceklerin kontrolsüzce öldürülerek doğal dengenin alt üst edildiğini yazıyorlar. Günümüz resmi ÇKP propagandası ise sosyalist kalkınmanın genel anlamda doğru olduğu ama o yıllarda yaşanan çok sayıdaki hatanın kabul edilerek birer sol sapma sayılması gerektiği yönündedir.

Çin’in coğrafi açıdan çok geniş çöllere sahip olduğunu, ekilebilir arazinin yüzölçümünün genişliğine oranla çok küçük kaldığını ve sık sık doğal afetlere maruz kaldığını unutmamak gerekiyor. Örneğin devrim öncesi dönemde, 1942 yılında sadece Henan eyaletinin kuzeyindeki küçük bir bölgede beş milyon insan açlıktan ölmüştü. Devrimden sonra inşa edilen sulama kanalları, Komün sisteminin yarattığı karşılıklı yardımlaşma ve merkezi planlama sayesinde gelişecek doğal afetlerdeki can kayıpları minimuma indirilmiştir. Büyük İleri Atılım’ın, antikomünistlerin yoğun propagandasına maruz kalması Çin Devrimi’nin yaratmaya çalıştığı özgün modelin ezilen halklara örnek olmasını engellemek içindir. Antikomünistler, İleri Atılım’ın ardından yaşanan üç yıllık kıtlık döneminde hayatını kaybeden kişi sayısını açık artırmaya koymuş durumdadırlar. 2 milyon dolar burs alarak yazdığı kitabında Frank Dikötter, herhangi bir resmi belgeye dayanmadan 20 ila 43 milyon rakamına ulaşıyor. Yine Yang Jisheng açlıktan dolayı toplam 36 milyon kişinin öldüğünü saptıyor.

Günümüzden geriye doğru bakıldığında, gerçekçi olmayan rakamlar ve hedefler, kuraklık ve sonrasında tahıl tedarikinde yaşanan zorluk Büyük İleri Atılım’ın olumsuz özellikleri arasında gösterilmelidir. Buna rağmen İleri Atılım’ın ülkenin sanayi ve tarım alt yapısını tamamıyla kendine yeter konuma getirdiğini vurgulamak zorundayız. Bu yıllarda kaç kişinin hayatını kaybetmiş olabileceği konusunda ise o dönemi yaşamış Çinli komünistlerin sözlerine kulak verdiğimizde antikomünistlerin propagandasının tamamıyla boşa düştüğünü görüyoruz. [55] O yıllarda demir ve çelik üretimini artırmak amacıyla ülke sathında çok sayıda küçük işletme kurulmuş ve kırlardan kentlere doğru büyük bir göç akını başlamıştı. Kontrolsüzce gerçekleşen bu göç kırsal alandaki nüfus sayımını güvenilmez kılıyordu. Demir ve çelik üretiminde yapılan planlama hatası büyük israfa yol açmış ve bu sefer de tahıl kıtlığından dolayı kentlerden köylere geri dönüş başlamıştı. Yeni yapılan nüfus sayımında da kent nüfusu çelişkili sonuçlar vermişti. Sonuçta, antikomünistlerin 20 milyondan başlayarak 43 milyona kadar çıkardıkları ölü sayısı tam da o yıllarda yapılan ve düzensiz göç nedeniyle çelişkili olduğu su götürmez nüfus sayımı kayıtlarına dayanmaktaydı.

Antikomünistlere cevap vermek, Büyük İleri Atılım’ın teorik eleştirisini yapmaya engel olmamalıdır. Bu yıllar altyapının önemini önceleyen ve üretici güçleri geliştirmeye yönelik sanayi odaklı bir sosyalist inşaya girişen sağ-Maoizmin ve iktisadi altyapının belirleyiciliğini kabul etmekle birlikte esas olanın üstyapıdaki dönüşüm olduğu bu nedenle Komün sistemiyle sanayinin birlikte yürümesi gerektiğini savunan Ortodoks Maoizmin birbiriyle çatışsa da hâlâ aynı kulvarda yürüyebildiği yıllardır. Sol-Maoizmin bu yıllardaki izlerini sadece Komünlerin iç işleyişinde ve ortaklaşa üretiminde saptayabilmekteyiz. Henüz birbiriyle açıkça çatışmayan bu üç eğilim arasında sağ-Maoizm kadrolarının çeşitli hilelerle sorumluluk almaktan kaçındığı, bazen sağ bazen de sol cümlelere sarılarak sadece bürokratik çıkarları öncelediğini saptayabiliriz.

İkinci siyaset evreni: İktidarda sosyalistçe kalmak

Mao Zedong, sosyalizme geçişi daima içinde geriye dönüş riskini barındıran bir süreç olarak görüyordu. Özellikle Stalin’in ölümünün ardından SSCB’ye hâkim olan rüzgâr ve 1956 Macaristan olayları Mao’nun aklının bir köşesinde her zaman bulundurduğu kapitalizme geri dönüş olasılığının ne kadar kuvvetli olduğunun ispatı niteliğindeydi. Mao, sadece Macaristan’da veya SSCB’de değil kendi ülkesi olan Çin’de de komünist parti iktidarının sorgulanmasından ve eleştirilmesinden rahatsızlık duymuyordu. Hatta işçi ve köylü kitlelerin parti iktidarını sorgulaması onun açısından istenilen bir şeydi. Ancak Sovyetler Birliği’nde Stalin dönemi politikalarını eleştirirken Kruşçev’in kapitalist uygarlıkla savaş yerine barış içinde sosyalizme geçiş gibi tezler önermesi ve Macaristan’da komünist partiyi sorgulayan ayaklanmaların emperyalist devletlerin müdahalesini isteyen karşıdevrimciliğe evrilmesi Mao’nun dikkatini çekmişti.

Maoizm devrimden sonra iktidarda sosyalistçe kalabilmenin arayışına girişen tek ideolojidir. Komünist partilerin yozlaşan bürokratlarını eleştirerek sosyalizmden vazgeçenlerin, emperyalist devletlerle yarışabilmek adına kapitalist ekonomik kalkınma modeli peşinde koşanların ya da her türden iktidarın zaten iktidar olmaktan kaynaklı yozlaştığı düşüncesiyle anarşist hatta savrulanların yanında Maoizm, Leninist iktidar modelini bir adım öteye taşımış, iktidarda sosyalistçe kalabilmenin çeşitli yollarını denemiştir. Ezilenlerin sadece örgütlenerek veya yönetici organları çeperlerinden kuşatıp onları reformlar yapmaya mecbur ederek başarılı olmayacağını, mutlaka politik iktidar aygıtını ele geçirmeleri gerektiğini gösteren ideoloji Leninizm olmuştu. Maoizm, Leninizmin bu şiarını onu dar işçici modelden çıkartarak işçi-köylü ittifakına ve politikanın taktiksel esnekliğine doğru genişletti ve böylece başarılı oldu. Bu başarıyı da sosyalizme geçişin problematiklerini sorgulayarak taçlandırdı. İktidarda olmanın tek sosyalist ideolojisinin Maoizm olduğunu savunmak diğer sosyalist teorilere yapılmış bir haksızlık değildir. Çünkü diğer sosyalist ideolojiler ya uzun süre iktidarda kalamamışlar ya da kalsalar bile sadece iktidarı elde tutmaya çalışmışlar ve sosyalist geçişi geri dönüşümsüz şekilde kendiliğinden komünizme doğru yol alan bir rota olarak tahayyül etmişlerdir.

Maoizme göre mesele sadece iktidarda kalmaya çalışmak değildir; eğer öyle olsaydı parti aleyhine gelişen bütün gösteriler ve ayaklanmalar zor yoluyla bastırılır, farklı düşüncelerin filizlenmesi önlenir ve askeri yöntemler yeterli görülürdü. Maoizm, sosyalist devrim boyunca sınıf savaşının devam ettiğini özenle tespit etmiş ve bunun baş çelişki haline gelebileceğini teorik ve politik olarak göstermiştir. Sosyalist dönemde sınıf savaşı burjuvalar ve proleterler arasında geçmese, bütün özel teşebbüsler ortak mülkiyet altına alınsa bile burjuva ilişkileri toplumsal temelde kendini yeniden üretmeye devam eder. Eğer bu ilişkilerin yaygınlaşması önlenemezse komünist iktidarın bu kadrolar tarafından alaşağı edilmesi ihtimal dâhilindedir. Sovyetlerde yürütülen de-stalinizasyon politikası ve Macaristan ile Polonya olayları bu çekincenin ne kadar yerinde bir şüphe olduğunu açıkça göstermiştir. [56]

Mao Zedong Çin’de de böyle bir eğilimin varlığını saptıyor ve buna karşı çeşitli mücadele yöntemleri arıyordu. Yüz Çiçek Kampanyası (1957), Sosyalist Eğitim Hareketi (1962) ve Kültür Devrimi (1966) bu kapsamda atılmış adımlardır. Bu kampanyaların zemini genelde bilim ve kültür çevreleriydi.

“Yüz Çiçek Açsın Bin Düşünce Okulu Çatışsın” kampanyasının diğer veçhesi Düzeltme Hareketi‘dir. İkisi de özdeş bir süreç sayılabilir. Mao Zedong’un farklı düşünceleri tartıştırmak isterken hedeflediği şey fikir teatisi yapmak değildi. Mao her zaman kitlelere güveniyordu, onların tabandan gelen devrimci enerjisinin parti merkezlerinde kümelenmiş olan bürokratik havayı dağıtacağını ve sosyalist dönüşümün perçinleneceğini düşünüyordu. Eğer böyle yapılmazsa Çin komünizminin sonu ya emperyalist devletlerden medet uman Macaristan ya da Stalin döneminin politikalarını eleştirirken koca bir Bolşevik Devrimi karalayan Kruşçev yönetimi gibi olacaktı. Bu nedenle tabandan yüz çiçek açacak, kültür ve sanat kurumlarından yüz düşünce okulu yarışacak ve böylece komünist parti düzelecekti. Bu iki kampanyanın özdeş olması bile sosyalist inşaya dair en önemli sorunun tespit edildiği manasına geliyordu ve bir çözüm rotası öneriliyordu. Maoizmin günümüze ışık tutacak çok kıymetli devrimci özelliklerinden biri çözüm rotalarının kitlelerin fikirlerine ve devrimci enerjisine güvenilerek çizilmesidir.

Yüz Çiçek Kampanyası’nın olgunlaşmasından sonra her düzeyde parti örgütü, yüksek öğretim kurumları, kültür ve sanat çevreleri kendi içlerinde çok sayıda tartışma toplantısı düzenlediler. Kitleler fikirlerini rahatça ifade ettiler ve herkesin düşüncesi rapor edildi. Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Birleşik Cephe Bölümü, demokratik partilerin sorumlu üyeleri ve partili olmayan demokratların katıldığı çok sayıda forum düzenlendi. Bu kampanya ile amaçlanan şey parti ile kitleler arasındaki çelişkilerin açığa çıkarılmasıydı ve kitlelerin kampanyaya geniş katılımı hedefe ulaşılmış olduğuna işaret etmektedir.

Parti ile kitleler arasındaki çelişki açığa çıkarılmıştı; bürokratizm! Bu sorun diğer sosyalist deneyimlerde ya bürokratik liderin ölümü ardından yürütülen reform sürecinde ya da kitlelerin iktidara karşı ayaklanması esnasında dile getirilmişti. Çin’de bizzat ÇKP iktidarının kendisi bu sorunun niteliğinin ve yönlerinin açığa çıkarılması için kitlelere gitmiş ve karşılık bulmuştur.

Gelen eleştirilerin niteliği oldukça karmaşık bir hal almıştı. Süreci günümüz resmi ÇKP metinlerinden okuyalım: “Birkaç burjuva Sağcı, “düşüncelerin özgürleştirici havasından” ve “büyük demokrasi” ortamından yararlanarak Parti’ye ve yeni doğan sosyalist sisteme karşı dizginsiz bir saldırı kampanyası başlattılar. Devletin politik yaşamında Komünist Partisi’nin elinde bulundurduğu önderlik konumuna karşı “Parti’nin ülke çapındaki topyekûn hâkimiyeti” suçlamasıyla saldırıya geçtiler. Daha sonra bu kişiler, küstah bir biçimde Komünist Partisi’nin hükümet dairelerinden, okullardan ve ortak kamu-özel işletmelerindeki devlet temsilciliği konumlarından çekilmesini talep etmeye başladılar. Ayrıca “nöbetleşe biçimde bankaların yönetimini sürdürmek istediklerini” ve hatta Parti’nin önderlik konumunu devralmayı dahi talep ettiler.” [57]

Gelen eleştirilerin %90’ının haklı ve doğru eleştiriler olduğu kabul ediliyordu ama yukarıdaki gibi %10’luk eleştiriler kötü niyetliydi ve komünist partiyi iktidardan indirmeyi amaçlıyordu. ÇKP idaresi bu eleştirileri, komünist parti karşıtı olduğundan dolayı sağcı olarak damgaladı ve “Sağcılık Karşıtı Hareket” başlattı. Bu hareket Yüz Çiçek Kampanyası’nın kazanımlarını yok etmeye yetti. Mao Zedong da “Olayların yönü değişmeye başlıyor” isimli bir makale yazarak, çelişkinin artık halk ve parti arasında olmadığını, parti ile parti düşmanları arasına doğru yer değiştirdiğini söylüyordu. Yani Mao Zedong da partiyi eleştiren kesimlerin sağcı olarak kabul edilmesine ve eleştirilmesine destek olmuştu. Sağcıların eleştirilmesinin yöntemi Yüz Çiçek Kampanyası’ndaki yöntemle aynıydı. Yine büyük toplantılar ve küçük grup tartışmaları düzenleniyor, forumlar tertip ediliyor ve duvarlara büyük posterler (dazibao) yapıştırılıyordu.

Yüz Çiçek Kampanyası’nın sağcılık karşıtı harekete dönüşmesi ve Mao Zedong’un da buna iştirak etmesi ilginçtir; çünkü ilkinde hedef tahtasına konulan parti bürokrasisi, ikincisinde neredeyse öç almaya başlamıştır. 21. yüzyıl kavramlarıyla düşünüp partiye yönelik yapılan yukarıdaki eleştirilere baktığımızda sağcılığa dair bir emare bulmak zordur. Kitlelerin parti temsilcilerini geri çağırma hakkı Paris Komünü’nden bu yana sosyalizmin temel ilkelerinden biri olarak görülmüştür, kaldı ki bankaların veya devlet işletmelerinin yönetimini nöbetleşe üstlenmeyi istemenin solcu bir tavır alış sayılması gerekir. 20. yüzyılın sosyalist düşün dünyasının partinin kutsallığını taban demokrasisinin önüne koyduğunu, bu tercihin proleter devrimleri kapitalizmin saldırılarından korumada işlevli olduğunu hesaba katsak bile, Yüz Çiçek Kampanyası’nın amacı zaten partiye yönelik eleştirileri açığa çıkarmaktı. Bu nedenle 21. yüzyılın kavramsal dünyasına yakınsayan Düzeltme Hareketi’nin böyle bir riski ortaya çıkaracağını tahmin etmek zor olmasa gerekir. Muhtemeldir ki özellikle Mao Zedong böyle riskli eleştiriler geleceğini tahmin ediyordu ve zaten istek duyduğu şey de buydu. “Eğer merkezi organlar zararlı işler yaparlarsa, alt örgütlerin isyan etmeleri ve bir karşı saldırı başlatmalarının gerekeceğini her zaman önermiştim.” [58]

Buna rağmen Mao Zedong bir yıl sonra düşüncesinin yönünü değiştirmiş ve partiye yönelen saldırının çok daha hayati olduğunu söylemeye başlamıştır. Yüz Çiçek Kampanyası’nın yapılmasını gerektiren şeyler büyük oranda parti bürokratlarının halktan kopukluğu ise, bu sorun çözülmüş müdür ki kampanya sona erdirilerek tam tersi bir istikamette cezalandırma hareketine girişilmiştir? Çin’de komünist iktidarı devirmek için fırsat kollayıp uygun zaman aralığını bekleyen gerici odaklar muhakkak ki vardır; ama eğer tehlike bu kadar ciddi boyutlardaysa Yüz Çiçek Kampanyası’nın hiç başlamaması gerekirdi. Dolayısıyla Sağcılık Karşıtı Hareket’in ismine aldanmamak gerekir, süreci büyük oranda Liu Shaoqi – Deng Xiaoping kliğini yönetmiş ve Yüz Çiçek kampanyasının özgürlük rotasının yarattığı sol düşünceler hedef alınmıştır. “Ülkemizin %90’dan fazlası sosyalisttir. Dolayısıyla benim düşünceme göre belli bir düzeyde kapitalist gelişmeden zarar görmeyiz. Bir açıdan bu sınırlandırılmış ve kontrol altındaki kapitalizm, sosyalist ekonomiyi tamamlayıcı bir ek olarak yararlı bir hizmet görebilir, öte yandan da bazı bakımlardan sosyalist ekonomi ile bir kıyaslama örneği olarak hizmet görebilir.” [59] Bu sözleri sarf eden Liu’nun ismen de olsa sağcılık karşıtı olan bir kampanyanın yürütücüsü olması oldukça çelişkilidir.

Liu Shaoqi’nin Çin’in kalkınması için kapitalist yöntemleri tercih ettiği ve sağ-Maoizmin tipik bir temsilcisi olduğu zaten biliniyor. Önemli olan şey, Mao Zedong’un kampanyanın başlarında parti için ihtiyaç duyduğu özgürce tartışma ve düzeltme amacından yaklaşık bir sene sonra vazgeçmiş olmasıdır. Vazgeçmek için iki meşru gerekçe vardır; ya hedefe ulaşılarak parti organlarının sekterlikten ve bürokrasiden temizlenmiş olması gerekir ya da partiye yönelik tehdidin gerçekten ülkedeki sosyalizmi tasfiye edecek boyutlara gelmiş olması lazım gelir. Partinin düzeltilmesi bir yıl içinde mümkün olmadığına göre hedefe ulaşılmış sayılamaz ve ilk gerekçe vazgeçmek için yeterli değildir. Eğer ikinci gerekçe söz konusuysa, yani parti ile parti düşmanları arasındaki çelişki başat hale gelmişse kampanyanın zaten başlatılması büyük bir hatadır. Bu nedenle parti düşmanlarının saldırısı da vazgeçmek için yeterli bir sebep değildir.

Yüz Çiçek Kampanyası’nın Mao’nun da onayıyla sonlandırılması ve eleştirilenlerin eleştiren konuma gelmesi sadece 1950’lerin ikinci yarısına özgü olsaydı dönemsel bir sorun sayıp üzerinden pas geçebilirdik. Üstyapının sorunlarına, devrimin esasına, sosyalist inşaya yönelik ideolojik tartışmaların neredeyse tamamının kaderi bu yönde olmuştur. Mao Zedong bütün tartışmaların fitilini soldan doğru ateşlemiş, kendi solunu yaratmış ve teşvik etmiş ama bir süre sonra sağ kanada hak verip orta yolu bulmaya çalışmıştır. Yüz Çiçek Kampanyası’nda yaşananlar, daha sonra tekrarını birçok kez göreceğimiz şablonun ilk kez hayata geçmiş halidir.

Büyük Proleter Kültür Devrimi: Önce Çin’i, sonra

 dünyayı ve nihayet bütün evreni kızıla boyamak!

Sağ-Maoizmin gücünü ve ağırlığını gösteren bir diğer olay Mao’nun halefi olarak, yine Mao’nun onayıyla Liu Shaoqi’nin seçilmiş olmasıdır. Mao 1959 yılında partinin tabanını ilgilendiren sorunlara daha çok eğilebilmek için devlet başkanlığı görevini bırakmıştır. Liu’nun devlet başkanı olduğu bu tercih Ortodoks Maoist yazında Mao’nun hoşgörüsünün ve makam mevki konusundaki umursamazlığının ispatı olarak yüceltilir. Mao, devlet başkanı sıfatını istemediğini birkaç kez konuşmalarında dile getirmiştir; fakat devlet başkanlığı görevine Liu Shaoqi gelmesi parti içindeki hâkimiyetin sağ kanatta olduğunun göstergelerinden biridir. “Parti içinde güçlü mevzileri bulunduran sağ kanadın karşısında küçük bir sol muhalefet vardı. Mao partideki “burjuva karargâhlarına” karşı bu “isyancı” grupların güçlenmesine izin verecekti.” [60]

Her ne kadar devlet başkanlığı makamı ÇKP’nin işleyişine hâkim olmayanlar için tek otorite gibi gözükse de partinin işleyişi kolektif liderliğe dayanıyordu. Çin Halk Cumhuriyeti’nde karar verici merciler arasında ÇKP Merkez Komitesi (Politbüro Daimi Komite, Daimi Komite ve Sekreterlik şeklinde üç kademesi vardı), Devlet Konseyi Başbakanlığı (1959 – Zhou Enlai), Merkez Askeri Komite, Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı, Ulusal Halk Kongresi Daimi Komitesi gibi organlar yer alıyordu. “Çin’in özgün kolektif liderliğinin politik yaratıcılığı ve kurumsal yenilikçiliği Mao Zedong’tan kaynaklanır. Kolektif liderlik, dolayısıyla sadece ÇHC tarafından geliştirilen yeniliklerin bir sonucu değil, aynı zamanda Mao Zedong’un parti ve devlet yönetimindeki kuramsal yenilikçiliğinin de ürünü olarak görülmelidir.” [61] Sonuçta Çin’in liderliğinin devlet başkanlığı gibi bir makama indirgenemeyeceği kesindir. Zaten Mao hastalık, ölüm vb. gibi beklenmedik olayların her zaman olabileceği ihtimaline karşı da liderlerin her zaman çok sayıda olması gerektiğini “rüzgâr siperlikleri” örneği vererek açıklıyordu. “Ona göre, kolektif liderliğin içindeki bir üye hastalık ya da ölüm gibi bir nedenle görevini ifa edemez duruma gelire diğer üye görevi üstlenmeliydi ve ülke bu sayede güvende kalabilirdi. (…) İlave olarak, üye sayısının artmasının iş yükünün paylaşımına yol açacağına da inanıyordu.” [62]

Mao’nun devlet başkanlığını Liu Shaoqi’ye bırakmasını büyük bir parti içi demokrasi örneği olarak gören Ortodoks Maoizmin aksine, bu tercihleri Mao’nun birer komplosu olarak gören fikirler de vardır. “Mao devlet başkanlığı görevinden ayrıldı ve liderlik sistemini bir kişinin devlet başkanlığı ile ÇKP Merkez Komitesi ve Merkez Askeri Komite başkanlıklarını aynı anda elinde tutacağı bir şekilde değiştirdi.” [63] Bu görüşe göre Mao onları ön cepheye sürerek kendisi arka cepheye geçmiş oluyordu. Mao’nun ön cepheye koyduğu isimlerle arasında hem bilgi asimetrisi vardı hem de kitleler nezdinde itibar farklılığı derindi. Bu sayede Mao’nun halk üzerindeki gücünü ve beğenilirliğini pekiştirdiği ve arka cepheden her şeyi tek başına yönettiği ifade edilmektedir. 1941-1944 Yenan Düzeltme Hareketi sırasında hedef alınan Wang Ming’in ÇHC kurulduktan sonra Merkez Komite’ye alınıp daha yeniden dışlanması, Peng Dehuai’nin önce Savunma Bakanı yapılıp ardından Lushan Konferansı’nda tasfiye edilmesi ve Kültür Devrimi yıllarında çokça karşılaşacağı üzere Mao’nun yönetici organlara getirdiği isimleri daha sonra görevden aldığı, tüm bunları bir tür taktik olarak planladığı, rakip gördüğü kişileri yok etmek için onları önce makam ve mevki çemberine soktuğu iddia edilmektedir.

İki okumanın da uç karakterde olduğu dikkat çekmektedir. Bir okuma Mao’yu parti içi hoşgörünün timsali olarak göstermekte, diğeri ise parti içinde kendi konumunu korumak için komplolardan komplolara koşan hırslı bir lider imajı çizmektedir. Bu iki uç okumadan da kendimizi sıyırarak Mao’nun arka cepheye geçme tercihini ve bu tercih üzerinden iktidarda komünistler olsa bile kapitalist devlete geri gidiş olabileceği ihtimalini kitleler üzerinden engellemeye çalışan yönünü öne çıkarmalıyız. Mao’nun hoşgörülü yahut komplocu olmasının bir önemi bulunmuyor, önemli olan onun ön cephe sayılan kolektif liderlikte 1958’den itibaren görünmeyi tercih etmemesi ve kitlelerle bağını arka cepheden yani tabandan sürdürmeye çalışmasıdır.

İkinci siyaset evreni olarak tanımladığımız üstyapıya dair ideolojik tartışmaların birinci siyaset evrenini oluşturan ekonomik kalkınma modelleri üzerine olan etkisinin ağır sanayi eleştirisi üzerinden şekillendiğinden daha önce söz etmiştik. Kapitalist ülkelerle yarışmak için üretici güçleri geliştirmeye çalışan, bunun için de kapitalist yöntemleri uygulamaktan çekinmeyen sağ-Maoizm, sürekli ağır sanayiye öncelik verilmesi gerektiğini savunuyor, tarımsal üretimdeki komün sistemini kaldırmak istiyordu. Sağ-Maoizme göre sosyalist sistemde geriye dönüş mümkün değildi, sınıflar ortadan kaldırılmıştı ve bu yüzden de sınıf savaşı söz konusu değildi.

1962 yılında düzenlenen VIII. Merkez Komitesi’nin onuncu toplantısında Mao, Kültür Devrimi’nin ilk işaret fişeğini çaktı. “Mao sözlerine sınıf mücadelesine bugüne kadar neden sık sık değindiğini açıklayarak başladı ve ardından üstyapı ile altyapı arasındaki ve halk kitleleri içindeki çelişkileri ele aldı. Sosyalist toplumda çelişkiler varlığını koruyor, sınıf mücadelesi sürüyordu ve kapitalizme geri dönme tehlikesi henüz vardı. Çin bu sorunu tartışmak, kavramak ve incelemek zorundaydı.” [64]

Kültür Devrimi’nin net başlangıç tarihi konusunda fikir ayrılıkları vardır. Genel kabul görmüş tarih, daha sonra Dörtlü Çete adıyla anılacak grubun bir üyesi olan edebiyat eleştirmeni Yao Wenyuan’ın “Yeni Tarihsel Opera Hai Rui’in Görevden Azli Üzerine Bir Yorum” başlıklı yazısının yayımlanması (Kasım 1965) ardından başlayan tartışmaları esas alır. Alain Badiou’nun metinlerinde 16 Mayıs 1966 tarihli genelge kabul edilir. Süleyman Yılmaz Bulduruç ise Mao Zedong’un Pekin’deki bir duvara “Karargâhları Bombalayın” başlıklı posteri astığı 5 Ağustos 1966’yı başlangıç olarak görmeyi uygun bulmaktadır. [65]

Badiou ve Bulduruç’un genel kabul görmüş başlangıç tarihine karşı çıkmaları devrimin kitleler nezdindeki politik aktivitesine vurgu yapmak istemeleri nedeniyledir. Öyle ya kâğıt üstünde yazılmış ve birkaç gazetede yayınlanmış bir makaleden ziyade öğrencilerin ve işçilerin gözle görünür etkinlikleri daha önemlidir! Bulduruç meramını Badiou’dan daha açık bir dille anlatıyor, Kültür Devrimi’nin bir üstyapı devrimi sayılmasına karşı çıkıyor, böyle bir tercihin ona tarihselci bir sınır çekmek manasına geleceğini düşünüyor. “Üstyapıya dair politik devrim olarak kabul edildiğinde Kültür Devrimine çekilen ciddî bir tarihsel sınır onun politik içeriğini ve zenginliğini kırpar. Üretici güçler politik teorisinin tarihsel ilerlemeci ekonomizminin karşısında onu tersine çevirerek bir tür iradeci ekonomizm simetrisine ulaşan üstyapısal devrim yaklaşımı maddî süreç ile toplumsal süreç açısından bir düzenleyici politik müdahale arayışıyla politikayı tıpkı üretici güçler politik teorisinde olduğu gibi tarihe indirgiyor. Bu, Kültür Devriminin politik devrimci niteliğini, karmaşık gelişim çizgisini ve yürütülüşünü açıklamaya kesinlikle elverişli değildir.” [66] Bulduruç’a göre bir opera eseri üzerinde edebi bir tartışma yürütmek işte tam da Kültür Devrimi’nin tarihselci ve kültürelci edinimlerinden biri oluyor. Hatta devrimin adının kültürel olması bile Bulduruç’a göre devrimin maddî sürecinin tamamlanarak buna uygun “üstyapısal” sorunları çözmeye yönelindiği yönünde çekincelere işaret ediyor.

Çin’de, 4 Mayıs Hareketi döneminden beri kültür başlığının Batı’da yer aldığı şekliyle kültür-sanat olarak politikadan ayrı bir bölme işlemine maruz bırakılamayacağından daha önce bahsetmiştik. Hai Rui üzerine yürüyen tartışma, bunun en iyi örneklerinden biridir. Mao’nun üniversitenin duvarına bir dazibao aracılığıyla karargâhları bombalama çağrısı yapması, parti yetkili kurullarının bir genelge ile “ülkeyi diktatörce yöneten yerel ve ulusal liderliğe karşı ayaklanmaya” davet etmesi yahut Yao Wenyuan’ın Hai Rui makalesi üzerinden yaptığı tartışma eşit düzlemdedir, yani hiçbiri devrimci politik eylemin kendisi değildir. Hepsi de kâğıt veya duvar üzerinde yazılmış karakterlerden ibarettir; ama her biri politik devrimciliğe yapılan açık bir çağrı olarak kurucu misyon taşımaktadırlar. Eğer konumuz simgesel bir başlangıç tarihi saptamaksa, yarattığı etki bakımından ve Mao’nun posterinden daha önce yazılmış olması nedeniyle Wenyuan’ın makalesini seçmek daha uygun düşmektedir. Çünkü bu makale hem Mao’nun mecazi bir dille bombalanmasını önerdiği parti merkezlerini hedef almakta hem de köylü kitlelerin siyasi otoriteden bağımsız devrimci pratiğine vurgu yapmakta ve tarımda özel mülkiyetçiliğe karşı çıkmaktadır.

Hai Rui, Ming Hanedanlığı’nın imparatoru olarak 16. yüzyılda Çin’de hüküm süren Jiajing’in altında çalışan bir memurdu. Köylülerin toprak üzerindeki haklarını savunan, onların çıkarlarını imparatora karşı kollayan, erdemliliği, dürüstlüğü ve açık sözlülüğü gibi özellikleriyle örnek alınması gereken biri olarak bilinen tarihsel bir figürdü ve 1960 yılında Mao Zedong tarafından hüsnüniyetle bahsedilmişti. Mao’dan ilham alan tarihçi ve Pekin Belediye Başkan Yardımcısı Wu Han, Hai Rui’nin imparator tarafından görevden alınması üzerine bir opera eseri yazdı. Bu tarihsel operanın burjuva içeriği Yao Wenyuan’ın eleştirilerine maruz kaldı. Hem Wu Han’ın operası hem de eleştirilerin niteliği, bir figürün sadece tarihsel açıdan çözümlenmesinden çok politik mesajlar içeriyordu. Wenyuan makalesinde Hai Rui’nin sınıfsal konumu gereği zengin köylüleri ve küçük toprak sahiplerini kolladığını, hatta bu sayede imparatorluğun gelirinin arttığını yazmıştı. Hai Rui’nin müdahalesinden sonra fakirin yine fakir, topraksız köylünün yine topraksız kaldığını ve tarihi ileriye götürenin sınıf mücadeleleri yerine dürüst, yolsuzluk yapmayan memurlar olduğu illüzyonu yaratılarak köylülerin sınıfsal kininin devlet yerine liyakatsiz yöneticilere doğru kaydırıldığını belirtmişti. Wu Han, operasında tarımda bireycilik eğilimlerinin eleştirilmesine karşı çıkıyor, tarım alanlarında devrim öncesine geri dönmeyi savunuyor ve haksız toprak el koymaları için tazminat ödenmesini destekliyordu. Buradan da görüleceği üzere tartışma Mao’nun “acaba Hai Rui’yi, görevden aldığımız Peng Dehuai’ye; beni de imparator Jiajing’e mi benzetiyorlar” vesvesesine indirgenemeyecek kadar derin ve niteliklidir.

1960’lı yılların başından beri Çin’e yönelik dış baskı ihmal edilemez düzeye ulaşmıştı. Nükleer kışkırtıcılığın zirve yaptığı zamanlarda, Tibet bölgesinde Sovyetler Birliği ile yaşanan sınır çatışmalarına ABD’nin Chiang Kai-shek üzerinden yürüttüğü Tayvan gerilimi ekleniyordu. Çin’in Büyük İleri Atılım sayesinde edindiği devasa sanayi, tarım, elektrifikasyon ve sulama odaklı büyümeye rağmen yaşadığı tahıl tedarik zorluğu ithalat yoluyla giderilmiş ve sosyalist kalkınmaya ilişkin tartışmalar hız kazanmıştı. Tüm çetrefilli sorunlara karşın Mao, üstyapı devrimciliğini ihmal etmiyor ve bunu politik devrimcilik sahasına açıyordu. İdeolojik düzlem sınıf savaşının arenalarından biriydi ve hangi sanayi modelinin seçileceğinden bile daha önemliydi. Dolayısıyla Mao, Kültür Devrimi’nin başlamasından çok önceleri sosyalist sanat ve kültüre yönelik ateşli çağrılar yapmıştı ve parti yetkili kurullarını “imparatorların, kralların, bakanların ve generallerin bakanlığı”, bir “akademisyenler ve estetikçiler bakanlığı” ve “ölmüş yabancı bir halkın bakanlığı” olarak nitelendiriyordu. Bahse konu olan tarihsel operanın yazarı Wu Han, kendisini koruyan ve kışkırtan Pekin Parti Komitesi’nin birinci sekreteri ve Pekin bölgesi başkanı olan Peng Zehn ile birlikte tam da Mao’nun eleştirdiği parti yetkilileri arasındaydı. Yani Wu Han’ın bu makaleyi bir tarihçi gözüyle yazdığını iddia etmek safdillik olurdu ve bu nedenle makalenin sol-Maoizmin menziline radikal biçimde girmesi şaşırtıcı değildir.

Yao Wenyuan’ın makalesinin yankı uyandırması aslında kitlelerin artık parti bürokrasisine duyduğu tepkinin olgunlaşması nedeniyledir. Parti yetkili kurulları, uzunca bir süre Wenyuan’ın eleştirisini yayınlamamış ve Wu Han, operasını hiç de akademik niyetle yazmamasına rağmen, gelişen tepkileri göğüslemek adına olayları akademik bir tarzda ele almayı önermiştir. Wenyuan’ın makalesinin parti kurullarını hedef alması nedeniyle yarattığı etki, uzunca bir süre makalenin yayınlanması engellenerek ve akademik sınırlara çekilerek bertaraf edilmek istenmiştir. Bir anlamda Kültür Devrimi’nin kültür ifadesi kültürel ve akademik olana karşı olmakla özdeştir. Bu nedenle Süleyman Yılmaz Bulduruç’un başlangıç tarihi olarak Mao’nun dazibaosunu seçmesi, devrimi tarihselci sınırlardan çıkartmak amacını güdüyor ise, Yao Wenyuan’ın makalesi de bizzat “kültür” kelimesi sahiplenilerek bunu başarabilecek niteliktedir.

Wenyuan’ın makalesi parti yetkili kurullarında turnusol kâğıdı işlevi görmüştür ve fay hattında biriken enerjinin açığa çıkmasına yol açmıştır. Enerjiyi Yao Wenyuan’ın içinde olduğu sol-Maoizm açığa çıkarmıştır ama karşıt güçler de oldukça örgütlüdür. Sağ-Maoizm üretici güçleri geliştirme, Sovyetler Birliği tipinde bir ağır sanayi odaklı kalkınma hamlesi yapma, ücretli emek adı altında emeğin tahakkümünün devamı ve tarımda kolektifleştirilmenin geriye döndürülmesi gibi başlıklarda epey güç kazanmış, birçok kritik noktayı ele geçirmişti. SSCB, Hindistan ve ABD ile yaşanan gerginlikler de sol-Maoizmin maceracı olarak görülmesine neden oluyordu.

Mao Zedong’un o güne kadar takındığı dengeleyici tutum da artık işe yaramazdı ve Mao kendisinden beklenildiği üzere sol-Maoizme sarıldı. Bu tercihin olağanüstü bir jeopolitik kriz döneminde olması, devrimciliğinin politik ve ideolojik değerini daha da artırmaktadır. Mao Zedong, Çin’in jeopolitik kıskaç altında bulunmasını bahane olarak sunmadı, üretici güçleri ücretli emek düzeni altında geliştirme ve kapitalizmle yarışma hevesini sağcıların kursaklarında bıraktı ve sol-Maoizmi teşvik etti. Bu çıkış, dünya-tarihsel açıdan eşi benzerine rastlanmamış bir devrim başlattı. Sosyalist devrim zaten 1949 yılında yapıldığına ve sosyalist geçiş 1956’da tamamlandığına göre bu yeni devrimi nasıl adlandıracaktık? Yeni devrimin adı olan kültür ifadesini ideolojik ya da politik terimleriyle eşanlamlı saymak ve iktidarda sosyalistçe kalmanın, devrim üstüne bir politik devrim daha yapmanın simgesi olarak görmek gerekir.

Kültür Devrimi’nin iki ana metni vardır. Bunların ilki 16 Mayıs 1966, ikinci ise 8 Ağustos 1966 tarihli parti kararnameleridir. 16 Mayıs Kararnamesi’nde, partinin içine burjuvazinin sızdığı ve revizyonist bir kliğin eline geçtiği açıkça duyurulur. 8 Ağustos tarihli kararname ise 16 maddeden oluşur ve daha kapsamlıdır; eski fikirler, kültür, adalet ve alışkanlıklardan oluşan “dört eski”ye karşı “dört yeni” ilan edilir. Bu ilanın esasının sosyalist devrimin geliştirilmesine dayalı devrimsel bir süreç olduğu vurgulanır. Bu esnada çoğunluğu liseli ve üniversiteli öğrencilerden oluşan gençlik zaten politikleşmiş ve Kızıl Muhafızlar adıyla örgütlenmeye başlamıştı. Kentlerin ve üniversitelerin duvarları boydan boya dazibaolar ile kaplıydı, Mao’nun deyimiyle burjuvazinin karargâhı haline dönüşmüş olan parti merkezlerine namlular doğrultulmuş, hatta ilk deneme atışları başlamıştı bile. Kızıl Muhafızlar için 16 Mayıs kararnamesi bir kuruluş çağrısı niteliğindedir; 8 Ağustos kararnamesi sayesinde ise onlara açıkça destek olunmuş ve yön gösterilmiştir. Mao Zedong bu aşamada Çin’in birçok yerine seyahat etmiş, kendisi de dazibao yazıp duvarlara asmış ve kolundaki kızıl bandıyla Tiananmen meydanındaki Kızıl Muhafızların eyleminde boy göstermiştir.

O güne kadar hem kızıl hem de uzman olmak, ikisini birlikte başarmak marifetti; Liu Shaoqi ve Deng Xiaoping içinse kızıl olmaya hiç gerek yoktu, sadece uzman olmak önemliydi. Kültür Devrimi radikal bir fay kırılması yarattı, artık kızıl olan değerliydi, uzman olmanın “o esnada” önemi bulunmuyordu.

Kızıl Muhafızlar arasında lise ve üniversite öğrencileri çoğunluktaydı, ama uzman değil kızıl olmak önemli olduğuna göre okula ve öğrenciliğe gerek yoktu. Bu yıllarda eğitime ara verildi, uzmanlığı ima eden bütün girişimler engellendi, kafa ve kol emeği radikal biçimde birleştirilmeye çalışıldı. İleri teknoloji peşinde koşan “uzman” mühendisler yerine “kızıl” işçiler, nadir hastalıklarla uğraşan “uzman” hekimler yerine halk sağlığına önem veren yalın ayak “kızıl” sağlıkçılar, okullarda hayata değmeyen konularda eğitim veren “uzman” profesörler yerine köylü “kızıl” önderler öne çıkarıldı.

Bu uygulamaların çeşitli riskler barındırdığı çok açıktır ve nitekim tahmin edilen olumsuzlukların birçoğu ne yazık ki gerçekleşmiştir. Fakat yeni bir komünist uygarlık yaratma amacı olağanüstü içeriğe sahipti. 1949 yılında devrim olduğunda bile böyle bir deprem olmamıştı, kapitalist sınıflar ve feodal toprak ağaları tasfiye edilmişti ama çoğunluğun gündelik yaşam şekli yani eski alışkanlıkları devam ediyordu. Kültür Devrimi komünizme doğru, komünizmin gündelik yaşantısına doğru ciddi, anlamlı ve gerçek bir zorlamadır. Ekonomik kalkınma için zaman zaman denenen kolektifleştirme metotlarının gündelik yaşama aktarılmasıdır. Sonuçta toplumun yukarısı yani parti yetkili kurulları alaşağı ediliyordu ve parti devrimcileşiyordu; toplumun aşağısı ise kafa ile kol emeği birleştirilerek kızıllaştırılıyordu. “Kültür Devrimi tüm toplumun günlük yaşamının hem yukarıdan aşağı doğru hem de aşağıdan yukarıya doğru politikleştirilmesidir.” [67]

Kızıl Muhafızların yaygın örgütlenmesi dört eskiye karşı yeni kültürün kampanyasını yürütüyordu. Her ne kadar parti bürokrasisi ve sağcı kadrolar hedef alınsa da adı üstünde ortada sadece bir kampanya vardı. Kızıl Muhafızların örgütlülüğü henüz politik kurucu değer taşımıyordu. 1967 yılının Ocak ayında, adı Şanghay Komünü olarak ünlenecek bir iktidar değişimi yaşandı. Ocak Fırtınasını mümkün kılan şey, Kızıl Muhafızlara işçilerin katılması olmuştu, işçi-öğrenci birlikteliği nedeniyle yeni isim Kor Kızıl Muhafızlar olmuştu.

İşçilerin öğrencilere katılmasının ilginç sayılabilecek ekonomizm karşıtı bir yönü vardır. O sıralarda Şanghay’da belediye ve parti il yönetimi Kızıl Muhafızların örgütlenmesini engellemek için elinden geleni yapıyordu ve çareyi işçileri daha yüksek maaş ve çalışma koşulları için greve çağırmakta, üretimi aksatmakta ve nihayet zam yapmakta buldular. Genellikle grev örgütleyenlerin devrimciler olduğu ve grevlerin devrimci birikime yol açtığı şeklindeki şablonla yoğrulan zihin yapımızda bugünden geriye baktığımızda çelişkili görünen bir durumla karşı karşıya kalırız. Devrim karşıtı olarak gördüğümüz yöneticiler bir yandan üretimi aksatmaları için işçileri grev yapmaya davet ediyorlar öte yandan da ücretleri birden artırıyorlar, gelecek maaşları bile erkenden ödüyorlardı. “Toplum bir tüketim hastalığına tutulmuştu; dükkânlarda bisiklet, radyo, saat ya da yiyecek bulmak olanaksızdı. Ekonomizm kırsal alana da yayılıyordu; eski toprak ağaları ile zengin köylülerin önderliğindeki gruplar silah depolarını basıyor, silahlandıktan sonra komün merkezlerini ve banka şubelerini soyuyorlardı.” [68]

Kızıl Muhafızlar, parti komitesi tarafından kurulan Kızıl Savunma Birlikleri ile çatışmaya başlamıştı. Bu esnada daha sonra Dörtlü Çete olarak anılacak grubun iki üyesinin sivrildiğini saptamak mümkündür. Daha önceki sayfalarda görüşlerini aktardığımız yazar Zhang Chunqiao ve genç devrimci işçi önderi Wang Hongwen, kurucularından oldukları İsyancı Devrim Komutanlığı’nda dört yüz bin işçiyi örgütlemişlerdi. Ekonomizm hastalığını yenmek, Mao’nun devrimci çizgisinde birleşmek ve parasal ödül sistemine karşı çıkmak şiarıyla örgütlenen işçiler iktidara el koydular ve Paris Komünü ile benzerlik taşıyan bir Halk Komünü kurdular.

Şanghay Halk Komünü ne Paris Komünü kadar başsız develikti ne de Çin Devrimi’nin olgunluğunu kapsayacak denli merkeziydi. Komün’ün Mao’nun teveccühünü kazanması onun ölü doğmasını engelledi, ama ömrünün pek de uzun olmayacağının nedenlerini ironik bir dille yine Mao anlatıyordu: “Bir halk komününün kurulmasıyla birlikte bir dizi mesele ortaya çıkar. Bilmem bunları hiç düşündünüz mü? Eğer bütün Çin’de halk komünleri kurulursa Çin Halk Cumhuriyeti, adını ‘Çin Halk Komünü’ne çevirmeli midir? Öyle olsa diğer ülkeler bizi tanır mıydı? Belki İngiltere ve Fransa tanırken Sovyetler Birliği tanımazdı. Peki, çeşitli ülkelerdeki elçilerimizi ne yapardık?” [69]

Şanghay Halk Komünü ülkenin başka yerlerindeki Kızıl Muhafızlar için örnek teşkil etti. “1967 yılının ilk ayları boyunca, devrimcilerin Mao-karşıtı belediyeyi alaşağı ettiği Şanghay olayları ekolünde, tüm ülkede, iktidarın ele geçirilişlerinin arttığı görülecektir. Esas itibariyle öğrenci ve işçilerden oluşan küçük gruplar ve şok grupları halinde örgütlenen devrimciler Partinin ve belediyelerin binaları da dâhil her çeşit idari binayı kuşatıp, genelde şiddetin ve yıkımın eksik olmadığı diyonizyak bir karmaşa içinde oralarda yeni bir “iktidar” tesis ederler.” [70]

Şubat Karşı Akımı adı verilen olaylarda, 1967 yılında, isyancı birliklerin aşırı ve saldırgan uygulamalarına karşı parti bürokrasisi artık ses yükseltmeye başlamıştır. Bu sesin Mao tarafından da duyulduğu ve ciddiye alındığı muhtemeldir. Aynı yılın yaz aylarında Wuhan’da parti bürokrasinin örgütlediği Milyon Yiğit ismindeki gruplar, sol eğilimlere karşı silahlı müdahalede bulunacak ve bu sefer kazanan taraf Şanghay Komünü’ndeki gibi isyancılar olmayacaktı. Wuhan olayları Kültür Devrimi’nde belirgin bir gerilemenin başlangıcına tekabül eder. 1968 yılındaki Lanetli Mart Rüzgârı Halk Kurtuluş Ordusu içindeki hizipleşmeleri ve bazı askeri birliklerin Kültür Devrimi Merkezi Grubunun etkin olduğu binaları sarması ile başladı. Hizipleşmeler o kadar yoğundu ki; solu, aşırı solu ya da sağı kimin temsil ettiği artık bulanıklaşmıştı. Yine de Lanetli Mart Rüzgârı’nın sol eğilimlere karşı çıkan ordu mensupları tarafından yürütüldüğü en büyük olasılıktır. Daha sonra yine Mao tarafından tasfiye edilecek olan Savunma Bakanı Lin Biao, binaları saran askeri birliklerin sorumlularını görevden almış ve tutuklatmıştır. Lin Biao gözden düştükten sonra ise, tutuklanan o sorumlular, daha Mao hayattayken 1975 yılında göreve geri dönmüşlerdir.

Halk Kurtuluş Ordusu’nun hizipler şeklinde değil de daha tertipli davranması, 1968 yılının yaz aylarını bulacaktı ve aslında bu düzeni sağlayan yine Mao’ydu. Mao, üniversitelerdeki kaosa işçilerin müdahale etmesini istedi ve orduyu da bu müdahalenin güvencesi olarak gördü. 1968 yılının yaz aylarından itibaren Kızıl Muhafızlar dağıtıldı, ardından işçi ve ordu birlikleri kilit merkezlere hâkim oldular. Sol-Maoizmin simgesi sayılabilecek Kültür Devrimi Merkez Grubu ise Mao’nun bu girişimini taktik icabı desteklerken, aşırı sol-Maoizm sayılabilecek isyankâr öğrenci gruplarının varlığı son buldu. Fakat daha sonra Kültür Devrimi Merkez Grubu’nun etkisi giderek azalacak ve daha birkaç yıl öncesinde boyunlarına suçlarının yazılı olduğu bir pankart asılıp aşağılanarak partiden atılan “sağcı” damgalı kadrolar birer birer geri döneceklerdi. Dengeyi sağlamak noktasında Zhou Enlai’ın rolü önemlidir ve devrimin yükseliş momentinde Mao’dan çok daha fazla Ortodoks Maocu olarak görülebilir.

Günümüz ÇKP resmi yazını, Kültür Devrimi’nin bitiş tarihi olarak Mao’nun ölüm yılı olan 1976’yı gösteriyor. Olayların dizilimine baktığımızda daha 1970’e gelmeden Kültür Devrimi’ni devrim yapan bütün faktörlerin ortadan kalktığını kesinlikle saptayabiliriz. Kendi tarihlerini Deng Xiaoping kliğinin iktidara gelişiyle başlatmak isteyen ve geçmişe dair sorumluluk üstlenmekten çekinen bu tarih ilanını kabul etmemeliyiz. Öyleyse Kültür Devrimi’ni bitiren asıl etmenin niteliğini yani bitişin simgesinin ne olduğunu sormanın vaktidir. Şanghay Komünü’nün dağılışı mı, parti bürokrasisinin güç kazanmaya başladığı Şubat Karşı Akımı ya da Wuhan olayları gibi siyasal gelgitler mi, Halk Kurtuluş Ordusu’nun eylemlere müdahalesi mi yoksa işçilerin üniversite baskınlarıyla öğrenci gruplarını dağıtması mı esas alınmalıdır?

Kültür Devrimi yılları boyunca eylemlerin yırtıcı karakterine rağmen sol veya sağ kanatlar birbirlerine karşı kalıcı bir üstünlük sağlayamamışlardı. Bu nedenle tek tek olayları sözgelimi Şanghay Halk Komünü’nü ya da karşı akımların yükseliş periyotlarını simge olarak almak uygun düşmeyecektir; çünkü bütün momentlerin yükseliş ve çöküş evreleri oldukça kısa sürelidir. Kah sol yükselmiştir kah sağ ve dolayısıyla olayların karmaşası içinde spesifik bir tarih belirlemek zor gözükmektedir.

Ordunun müdahalesi de görülmedik, duyulmadık ve bilinmedik bir tarz değildir. Daha 1966 yılının Şubat ayında Kültür Devrimi Merkez Grubu’ndan Jiang Qing (Mao’nun eşiydi ve daha sonra Dörtlü Çete olarak anılacak grubun içindeydi) Savunma Bakanı olan Lin Biao’nun desteğini sağlayarak, Şanghay’da silahlı kuvvetlerde edebiyat ve sanat konularını ele alan bir forum düzenlemişti. “Halk Kurtuluş Ordusu’nun o güne kadar sürdürdüğü tarafsız konuma son vererek 1967 Ocak’ından itibaren karşı devrimci grupları etkisizleştirmekle görevlendirilmesine karar verildi. (…) 19 Ocak sabahı ülkedeki hemen hemen bütün radyo ve TV istasyonları, bankalar, hapishaneler, tahıl ambarları ile depolar HKO’nun denetimine geçmişti. Şubata kadar da bütün ulaştırma sistemi ile havaalanlarına egemen oldular.” [71] Yani Kültür Devrimi yıllarında orduya devrimden azade bir misyon biçmek olanaksızdır, devrimin bütün aşamaları tüm ülkede olduğu gibi ordunun içinde de yaşanmış ve ordu bazen örtülü bazen de açık şekilde sürece müdahalede bulunmuştur. Dolayısıyla Kültür Devrimi’nin bitiş tarihi olarak ordunun etkisi referans alınamaz.

Nasıl ki Kültür Devrimi’nin başlangıcı olarak sol-Maoizmin Hai Rui üzerinden yürüttüğü tartışmaları baz aldıysak, bitişi olarak da yine sol-Maoizmin tükenişini esas almak gerekmektedir. 1968 yılından itibaren, Mao’nun sorumluluğunu bizzat kendisinin üstlendiği kararlarla aşırı solun üzerine gidilmiş ve aşırı sol büyük oranda yok olmuştur. Giderek zayıflayan Kültür Devrimi Merkez Grubu ise Lin Biao’nun tasfiye edilmesinden sonra, 1970 yılı boyunca bu klikle doğrudan bağlantılı olmamasına rağmen hizipleşmelerin yıpratıcı etkisiyle devrimci niteliğini kaybetmiştir. Bu nedenle 1968-1970 aralığını Kültür Devrimi’nin bitişi olarak saptayabiliriz.

Kültür Devrimi’nin aleyhinde ciddiye almamız gereken iki tipte eleştiri var. Bunların ilki yaşananların bir devrim değil de parti içi kliklerin egemenlik savaşı olduğunu iddia ediyor. İkinci eleştiri ise devrim adına yapılan absürt uygulamaların devrimin olumlu özelliklerini çoktan maskelediğini öne çıkarıyor.

İlk eleştiri, parti içi kliklerin en büyüğünü Mao olarak görüyor. Mao’nun Büyük İleri Atılım’dan istediği sonucu alamadığından dolayı Liu Shaoqi ve yandaşları karşısında iyiden iyiye güç kaybettiğini ve gücünü toparlamak için kitleleri ayaklandırmak gibi bir yönteme başvurduğunu öne sürüyor. İster devrim olsun isterse de karşı devrim, geniş halk yığınlarının iliklerine kadar yayılmış politik aktivite hiçbir zaman sadece yönetici kadroların tarifiyle gerçekleşmez. Halk sınıfları, parti liderleri veya bürokratlar yap dedi diye devrim yapmazlar. Eğer yaşananlar halk sınıflarına yayılmamış veya kısa sürmüş birkaç eylemden ibaret olsaydı olayları parti içi iktidar savaşına bağlayabilirdik; ama devrimsel sürecin hücrelere dek yayıldığı bir eşiği bürokratların iç savaşına bağlamak kitleleri basit birer taşıyıcı ve uydu konumuna indirgemektir. İktidara el koyma denemeleri, Komün pratiği, eski kültüre karşı açılan savaş ve komünizme doğru zorlama adımları gibi pozitif özellikler bir yana, Kültür Devrimi’nin beğenilmeyen hizipleşmeleri, radikal ve absürt uygulamaları bile devrimin her yere yayıldığını ispatlamakta ve bürokratizm eleştirisini anlamsızlaştırmakta yeterlidir.

Bir devrimi reformdan veya basit bir iktidar değişiminden ayıran yön, politik doğrultusu olduğu kadar aynı zamanda yapılan uygulamalar ve yaşanan olaylardır. Hatta kitleler devrimi ideolojik olarak değil de başlarından geçen hadiselerle yargılarlar. Bir soyutlama yapacaksak elbette bireylerin başlarından geçen olayları değerlendirerek yola koyulamayız; zira tek tek olayların olumlu ve olumsuz yönlerini ayrıştıracak kadar hassas bir terazi mümkün değildir. Kaldı ki bu terazinin ölçüm yöntemi de belirsizdir, tartımlar müphem bir bireysel vicdan skalasına mı dayanacaktır yoksa çoğunluğun onayı mı esas alınacaktır? Şüphesiz ki bir devrim, saydıklarımızı içermekle birlikte bunlardan çok daha fazlasıdır. Çünkü devrim bir sistemi büyük bir şiddetle devirdiği ve yepyeni bir uygarlık hedefini yine büyük bir şiddetle önüne koyduğu için tek tek olayların çapına sığmaz. Sonuçta olumlu ve olumsuz tek bir hadiseyi öne çıkarıp “bu da olacak iş midir” diye sorulamaz, devrim o hadisenin en fazla üst-belirleyeni olabilir. Üst belirleyen devrim olunca ve yepyeni bir uygarlık biçimi gözleri kamaştırınca kitlelerin siyasal bilinçdışındaki bütün güzellikler ve çirkinlikler etrafa saçılır.

Tam da bu nedenle Kültür Devrimi’nin politik doğrultusu ve amaçları kulağa hoş gelir; ama uygulamalar çok kişinin bünyesine ağır kaçar. “Burjuva kişilik biçimiyle savaşacağız” iyi bir slogandır; ama burjuva ilan edilen kişilerin boyunlarına suçları asıp onları toplu aşağılama seanslarına maruz bırakmak en hafif deyimle ürperti verir. “Sermaye sınıfının tahakkümüne son” ateşli propaganda sözlerinden biridir; ama bu ateş, ebeveynlerinin soyunun toprak sahiplerine uzanıyor olması sebep gösterilerek bir kişiyi yakıyorsa, devrim sevdalısı gözlerdeki alev bir anda söner. “Kafa ve kol emeğini birleştireceğiz” komünizmin en heyecan verici iddiasıdır; ama öğrencilerini eski kültüre göre eğitiyor denilerek bir öğretmen fabrikada kol emeği ile yıldırılıyorsa, kafa-kol emekçilerinde heyecan duyacak enerji kalmaz.

Bu örnekler çoğaltılabilir, zaten Kültür Devrimi karşıtlarının metinleri devrim tarihi diye bu uygulamaların ayrıntıları ile doludur. Devrimi olaylarla özdeşleştiren bu bakış açısına, yani sığ karşı propaganda biçimine cevap olarak, yine onların sığlına denk biçimde, Çin’deki bu uygulamaların benzerlerinin tarihin bütün kesitlerinde yaşanmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu cevap onların sığlığını çürütmeye yetecektir ama bu bizim cevabımızın da sığ olduğu gerçeğini değiştirmez. Sözgelimi Çin’in önde gelen edebiyatçıları arasında gösterilen Yu Hua eser boyunca Kültür Devrimi ile alay ettiği bestseller kitaplarının birinde, satır arasında önemli bir gerçeğe işaret ediyor. Huang Shuai isimli on iki yaşında bir çocuğun, sınıfında öğretmeniyle yaşadığı basit bir tartışmanın ulusal gazetelere yansıması nedeniyle kahraman hale getirilmesini absürt bir uygulama örneği olarak anlatıyor. [72] Hikâyenin devamı ise en az onun kahramanlaştırılması kadar atipik; iktidar 1978’de karşı devrimcilerin eline tam anlamıyla geçtikten sonra bu sefer on yedi yaşına gelmiş Huang Shuai hain muamelesi görüyor ve babası hapse atılıyor. “Tencere dibin kara, seninki benden kara” minvalinde bir yarışa girecek değiliz; ama bir çocuğun on yedi yıllık hayatına önce kahramanlığı sonra da hainliği ulusal çapta bilinirlik raddesinde sığdırabilen bir yaşam tarzını asla Kültür Devrimi’ne özgü sayamayız. 1978 yılında Kültür Devrimi kadroları ağır cezalara çarptırılmışken, dönemin ÇKP’sini eleştiren protesto dazibaoları Pekin sokaklarını süslemeye başlayınca Deng Xiaoping iktidarı vahşi önlemler almaktan imtina etmeyecekti. Kültür Devrimi, Çin toplumunda zaten ritüel hale gelmiş abartılı uygulamaların kızıl renge bürünmüş hali sayılabilir.

Sığ karşı devrimci görüşe verilebilecek bu türden devrimci ama sığ cevaplar bizi ileri bir fikirsel düzeye taşımamaktadır. Kişisel hırsların, husumetlerin ve kliklerin gizli ajandasının bu tip abartılı uygulamalarda etkin rol alabileceğini tahmin etmek hiç zor değil. Kültür Devrimi’ni savunanların partideki burjuva kadroları eleştirirken kullanmış oldukları “kızıl bayrak sallaya sallaya sosyalizme karşı savaşmak” deyiminin pekâlâ devrimciler için de geçerli olması mümkündür. Kültür Devrimi gibi toplumu dönüştürmeyi politik devrim üzerinden başarmak isteyen bu tarzın hizipleşme doğuracağı zaten aşikârdır. Han Suyin’in aktardığına göre sadece Şanghay’da komün iktidarı zamanında 700 ayrı fraksiyon bulunmaktadır. Ülkenin genelini düşündüğümüzde sayıların önemi artık ortadan kalkmaktadır; görüntüde neredeyse bütün gruplar birbiriyle çatışmakta ve bu çatışma kimlerin sol-Maoist olarak saptanabileceğini bulanıklaştırmaktadır. Grupların kendi beyanına bakarak karar vermenin Çin’in devrim tarihi için söz konusu olmadığına, sağcıların solcuları “sağcılık karşıtı hareket” adı altında tasfiye ettiğine önceki sayfalarda şahit olmuştuk.

Sanırız abartılı uygulamaların reddedilemeyecek boyutu Ortodoks Maocuların da kabul ettiği bir durumdur. Ortodoks Maoizm, kendi konumunu sürekli Mao’nun konjonktürel tercihlerine göre ayarladığından, Kültür Devrimi’nin kıyasıya eleştirilen uygulamaları konusunda da yine Mao’ya başvurmak durumunda kalmaktadırlar. Bu yazıda da sık sık referans verdiğimiz Han Suyin’in kapsamlı eseri olan Sabah Tufanı bir tür Ortodoks Maoizm manzumesi olarak edinilecek olursa, Kültür Devrimi’ne yaklaşım konusundaki tutum belirgin hale gelecektir. Han Suyin, devrimin olumlu uygulamalarının hepsini Mao’nun başarısı olarak okurlarına sunuyor; ücretsiz ve ulaşılabilir sağlık hizmeti, ekonomik büyüme, yoksulluğun dayanışma ile azaltılması, yolsuzluğun engellenmesi, sevilmeyen parti önderlerinin görevden uzaklaştırılması vb. Yazar, az önce bahsettiğimiz anlamsız uygulamaları ise aynı yöntemle hiziplerin varlığına ve Mao’nun altını oymak isteyen sol sapmalara bağlıyor. Kitabın 1975 yılında yazılmış olması ve bizlerin sonra yaşanacak olanları hâlihazırda biliyor olmamız nedeniyle bu yöntemin oldukça sübjektif temellere dayandığını sarih biçimde fark edebiliyoruz. Tam da 1975 yılında Mao’nun dönemsel tercihlerine uygun olarak, yazar Lin Biao’yu en büyük tehlike ve sol sapma olarak görüyor, masum insanları aşağılayanların devrimci değil de anarşist olduklarını, Lin Biao yönlendirmesiyle 516 isimli çetenin [73] faaliyetlerine katıldıklarını söylüyordu. Han Suyin Lin Biao’ya neredeyse elli sayfa ayırıyor, onun sol sözlerinin ve Mao’ya bağlılık yeminlerinin ne kadar da sahte olduğunu açıklıyor. Bir yıl sonra (1976) yine Mao’nun sözüyle görevinden alınacak olan ama üç yıl sonra (1978) Mao’nun ölümünün üstünden henüz iki yıl geçmişken iktidara gelecek olan Deng Xiaoping ise uslanmış, sadık ve yetenekli bir devlet görevlisi olarak övülüyordu. Han Suyin yine o sayfalarda Deng Xiaoping’in Dörtlü Çete ithamıyla ağır işkencelerden geçirdiği ve önce idama ardından ömür boyu hapse mahkûm ettirdiği Kültür Devrimi Merkez Grubu üyelerini övüyor, Lin Biao kliğinin etkilemeyi başaramadığı gerçek solcular olarak yüceltiyordu. Han Suyin aynı zihniyetle bu kitabı 1969’da yazsaydı muhtemelen Lin Biao’yu Mao’nun halefi olarak destek yağmuruna tutacaktı; yok eğer 1976’da yazsaydı bu sefer Deng’i de kaybedenler kulübüne dâhil edecekti. Kitabı 1978-79 yıllarında yazsaydı Dörtlü Çete hakkında ne söyleyeceğini kestirmek ise oldukça zor. Kolay olan şey ise, eğer bu yöntem uygulanacak olursa her iki senede bir suçluların ve kahramanların değişeceğini tahmin etmektir.

Mao’nun gündelik tercihlerine göre Kültür Devrimi’ni kategorize etmek, devrimi orta yolculaştırmak, sıradan kampanyalardan biri seviyesine düşürmek olacaktır. Kültür Devrimi’ni karakterize eden şey olumlu veya saçma uygulamalar ve yaşanan olaylar değildir. Bu devrim bir iktidar ideolojisi olan Maoizmin sol-Maoizmi doğurması yoluyla komünist uygarlığa doğru politik bir zorlama deneyimidir. Mao Zedong’un “bu kadar yayılacağını tahmin etmemiştim” diyerek kendi solundan çekindiği aşamadan, yani devrimin gerçek yürütücüsü olan sol-Maoizm’den vazgeçtiği evreden itibaren Kültür Devrimi gerilemeye başlamış ve zaten her yerde çöreklenmiş bulunan karşı devrimci klik iktidarı ele geçirmiştir.

Kültür Devrimi’ne yapılan verimli eleştirilerden birine Özgür Elibol’un bir yazısında rastlamak mümkün. İktidar ve devrim kavramlarını eleştirel realist bir eksende incelediği yazısında Elibol, Troçkistlerin de paylaştığı bir görüş olan bürokratizm eleştirisini incelikli biçimde ifade ediyor. Elibol’a göre Kültür Devrimi kitlelerin iktisadi, siyasi, sosyal hayata ellerinde, zihinlerinde bir elitin veya kült liderin işaret ettikleriyle de katıldıkları bir biçime tekabül ediyor. Yazar devrimin sonuçlarından da hiç umutlu değil: “Kitlelerin tüm potansiyeli ile paylaştığı, katıldığı bir iktidar söz konusu olsaydı, öncelikle tarihi kültleştirilmiş liderler üzerinden okumazdık.” [74] Kültleşmiş liderden kasıt eğer Mao ise bu yazıda onun bir türlü kült hale gel(e)mediğini gösterebilmiş olduğumuzu, onun tercihlerinin ve yöntemlerinin sürekli sağ kanat tarafından mahkûm edildiğini anlatabildiğimizi tahmin ediyoruz.

Taban ve kitleler dağınık olmakla, parti örgütleri ise merkezi olmakla suçlanamazlar. Böyle olmak onların doğaları gereğidir. Kültür Devrimi’ne yönelik olarak, “taban çok dağınıktı ve hiziplere bölünmüştü” ile “Mao odaklı parti merkezi eylemleri tepeden yönetti” eleştirileri birbirinin tersi olmakla birlikte herhangi bir kategorik değer taşımamaktadır. Tam tersi bir yaklaşım olarak tabanın yeterince dağınık olmaması, parti aygıtının ise yeterince merkezi olmaması önemlidir. Kültür Devrimi yıllarında kitle kendine düşeni yapmışken, politik devrimcilik en anlamsız aktivitelere girişecek kadar her hücreye yayılmışken, partinin sol önderliği yetersiz ve parçalı bir formata bürünmüştür. Eğer sol-Maoizm, kendi atası olan Maoizmden bağımsızlaşıp başka bir politik merkez yaratabilseydi, devrimin kaderi farklı olabilirdi. Buna rağmen her devrim gibi Kültür Devrimi’nin radikalliği de sınırlandırılmış ve sağcı kadroların insafına bırakılmıştır.

Sol-Maoizme örgütsel açıdan baktığımızda Kızıl Muhafızlar, Şanghay Komünü Devrimci Komitesi, örgüt 516, Kültür Devrimi Merkez Grubu gibi yapılarla Lin Biao ile ilişkili olduğu iddia edilen Wang Li, Sieh Fuçih ve Kuay Ta-fu isimleri öne çıkmaktadır. Wang Li ve Sieh Fuçih Wuhan olaylarında sağ kanadın saldırılarını göğüsleyememiştir. Kuay Ta-fu ise Kültür Devrimi’ni bitiren olaylardan birinin, işçilerin üniversiteleri ele geçirerek öğrenci gruplarının hâkimiyetine son verdiği dönemin çeteci öğrenci lideri olarak tarihe geçmiştir. Kızıl Muhafızların esnek yapısından ve Şanghay Komünü’nün kısa ömründen daha önce söz etmiştik. Kültür Devrimi’ne soldan baktığımızda en tutarlı ve uzun erimli yapının Kültür Devrimi Merkez Grubu (KDMG) olduğunun, bu grup içinde de başkan Chen Boda’nın ve daha sonra Dörtlü Çete olarak anılacak kişilerin öne çıktığının altı çizilmelidir.

KDMG, Tsinghua Üniversitesi, Halkın Sesi Dergisi ve birkaç gazetede hâkim olmasına ve isyankâr gruplarda etki gücü olmasına rağmen bir türlü merkezleşememiş ve bağımsızlaşamamıştır. KDMG’nin, devrim tarihinin en önemli figürlerinden olan Zhou Enlai’ye cephe almasını Ortodoks Maoizm ile hesaplaşma olarak okuyabiliriz. Fakat Zhou Enlai’nin ölümü ardından, kitlelerin anmalara yoğun teveccüh göstermesi ve KDMG’nin toplanmaları engellemeye kalkması, grubun çöküşünün neredeyse ilanı haline geldi.

Sonuçta KDMG bağımsızlaşmak için doğru hamleleri yapamadı ve yenildi. Zhang Chunqiao’nun burjuva hakkı ideolojisini yok etmek şeklindeki devrimci tutumu, Wang Hongwen’in Şanghay Komünü’ndeki kararlı devrimci duruşu, Jiang Qing’in burjuva kültür dünyasına olan nefreti ve nihayet Yao Wenyuan’ın devrimi başlatan Hai Rui tartışması, eksiklere, beceriksizliklere ve hedefe ulaşılamamış olunmasına rağmen Kültür Devrimi’nin en önemli mirasını oluşturmaktadır.

Çin Devrimi’nin sonu

Mao’nun sol kadrolarla olan tutarsız ilişkisi onun halef seçimine de etki etmişti. Elbette Mao’dan sonra iktidara kimin geleceğini parti belirliyordu ama Mao’nun görüşleri tayin edici önem taşıyordu. Mao’nun halef seçimleri bir tür daire oluşturmaktadır, çünkü Mao başladığı yere sonunda geri dönmüştür. Önce Liu Shaoqi, ardından Lin Biao, daha sonra Wang Hongwen, kısa süreliğine Deng Xiaoping ve nihayet Hua Guofeng. Wang Hongwen, diğer isimler gibi ÇKP’nin merkezi kurullarında uzun yıllar görev yaptıktan sonra halef olma şerefine ulaşmış bir asker veya politikacı değildi. O Şanghay Komünü’nde Kültür Devrimi’nin verdiği enerjiyle sivrilmiş isyancı ve genç bir işçi önderi olarak Mao’nun dikkatini çekmişti. Wang Hongwen, tam da bu yazıda işaret ettiğimiz üzere sol-Maoizm ile uyumlu bir kadro olarak, Mao’nun sola ağırlık verdiği yıllarda yalnızca Şanghay’da değil bütün ÇKP içinde hızlıca öne çıkmıştı. Mao’nun Hongwein’in üzerine titreyip onu devrimi başarıyla ve sosyalistçe sürdürecek ideal bir lider kadro olması görmesi, Mao’nun sol-Maoizme verdiği somut desteğin kanıtıdır. Sonunda, partinin sahib-nazar sağ kadrolarının zorlamasıyla genç radikal Hongwen gözden düşmüş ve ülke idaresinin böyle çaylak kişilerin sol maceracılıktan ibaret yöntemlerine bırakılamayacağı uyarısıyla, ibrenin yönü sağ-Maoizmin simge isimlerinden Deng Xiaoping’e doğru çevrilmiştir. İşte Mao’nun sol-Maoizme dair “önce destek sonra köstek” şeklinde tutumundan mütevellit şablonun bir kez de Wang Hongwen için doğrulanmış hali!

En sonunda Hua Guofeng gibi orta yolcu birinin halef olarak seçilmesi, Mao’nun ömrünün son günlerinde, tabanda ve partide birbiriyle yenişemeyen güçlerin varlığı dolayısıyla alınmış bir karardır. Fakat eğer iki güç yenişemiyorsa ve şartlar eşitse, mutlaka sağ kadrolar kazanacaktır. Çünkü sağ kadrolar düzeni tesis etme vaadiyle kitlelere en akılcı seçenek olarak radikal olmayan yöntemleri sunmayı iyi bilirler. Zhou Enlai’ın cenazesi dolayısıyla çıkan 5 Nisan 1976 olaylarında da birbirini tam yenemeyen fraksiyonların varlığı iyice görünür olmuştu. Sağ-Maoizm, Zhou Enlai’ı sahiplenme taktiğini seçti ve kitleleri bu büyük devrimciyi anma gösterileri yapmaya çağırdı; KDMG ise bu çağrıyı Kültür Devrimi’ne karşı bir kışkırtma olarak gördü ve zor yoluyla engellemeyi tercih etti. Deng Xiaoping bu karmaşa içinde Kültür Devrimi’nin başlangıcında olduğu gibi bir kez daha partiden uzaklaştırılmıştı. Mao, Hua Guofeng gibi orta yolcu bir figürü seçerek, öldükten sonra Hua sayesinde dengenin devam edeceğini düşündü ama hayatın akışı çubuğu hızlıca sağa büktü. Hua Guofeng bir komplo ile sol kadroları tutuklattı ve geniş bir tasfiye operasyonuna girişti. Kültür Devrimi’nin abartılı uygulamalarının benzerleri bu sefer sol kadrolara yöneltildi.

Hua Guofeng iktidarı (1976-1978) bir geçiş rejimiydi; sola karşı yürüttüğü kirli savaş onu bile eski kafalı bir Marksist olma ithamından kurtaramadı. İktidar birkaç sene içinde tamamen Deng Xiaoping kliğinin eline geçti. Deng’in Liu Shaoqi’nin sıkı bir takipçisi olduğu düşünüldüğünde Mao’nun halef seçme işinde dönüp dolaşarak başladığı yere geldiğine kanaat getirilebilir. Deng Xiaoping, iktidarı tamamıyla kendi kontrolüne almak için sola yönelik yaptığı baskı yanında kendisini yeniden partiye kabul eden Hua Guofeng’i bile sert sözlerle yargılamaktan geri durmayacaktı.

Deng’in hayatını ele alan biyografi kitapları ve resmi ÇKP yazınının vardığı fikir birliğine [75] göre Deng Xiaoping not tutmaya gerek duymayacak kadar hafızası kuvvetli bir politikacı, Uzun Yürüyüş yıllarından devrim dönemine kadar geçen süre boyunca hiç hata yapmayacak kadar başarılı bir askerdir. Kapitalist sınıf tamamıyla ortadan kalktığından dolayı, uzmanları kızıl değil diye dışlamanın doğru olmadığını savunacak kadar açık sözlü bir sol reformcudur. Zihni sınıf savaşını umursamayacak denli bilim ve teknoloji ile dolmuş ve sosyalist piyasa denilen modele geçmek için can atan bir Çinli’dir.

Daha yirmi yaşına gelmeden Paris’te Marksizmin esaslarını, yetmiş yaşına geldiğinde ise Pekin’de uluslararası ilişkilerin inceliklerini, aynı kişiden ‒Zhou Enlai’dan‒ öğrenen Deng’in çok yetenekli, deneyimli, sabırlı ve zeki olduğu konusunda kaynaklar ortaklaşıyor. Deng Xiaoping bu sayede Mao’nun ve ondan esinlenen “sol sapmaların” saldırılarından korunabilmiş!

Bizim karşı devrim olarak gördüğümüz, başkalarının ise reform ve dışa açılma süreci olarak algıladığı iktidar değişimini Deng’in kişisel meziyetlerine bağlamak doğru bir tutum değildir. Deng iktidara gelmeden epey önce, daha 1970’lere varmadan, sol-Maoizmin tasfiye edildiği aşamadan beri Kültür Devrimi defterinin çoktan kapandığını bir kez daha vurgulayalım. Dolayısıyla Mao Zedong daha uzun yaşasaydı da, Deng biyolojik bir sebepten hayatını kaybetseydi de veya Hua Guofeng göreve devam etseydi de sonuç değişmeyecekti. İnsanlık tarihinin komünizme doğru en ileri ve ciddi yönelimi olan Kültür Devrimi’nin başarısızlığa uğraması, muhakkak ki sağcıların zaferinin yatağını döşeyecekti. Bu imkânı kullanmak da Deng Xiaoping adlı lidere nasip olmuştur; onun şahsi yeteneklerini övme işi bırakalım Amerikalı kapitalistlerle onlara karşı ticaret savaşı veren ÇKP’li resmi yetkililere kalsın!

***

Günümüz solunun demokrasici, otonomcu, anarşizan ve postmodernist eğilimler tarafından kuşatma altında olması ve bu ideolojik bombardımanın iktidar için savaşmayı ve iktidarda olmayı şeytanlaştırması, bu yazının motivasyonunu oluşturuyor. Çalışmamızda Çin Devrimi ve sosyalist iktidar tartışması nezdinde ele aldığımız meselelerin zenginliği ve çeşitliliği, Maoizmin diğer Marksist akımlar gibi durağan olmadığını gösteriyor. Maoizm çok sayıda tartışmayı içinde barındırdığından dolayı farklanmaya, çeşitlenmeye ve güncellenmeye en açık akımdır. Marksizmin felsefe, bilim ve devrimci politika bileşenlerinin son ve yok sayılamaz kurucusu Maoizm olmuştur.



[1] Mehmet Ali Koçakoğlu, Kuşak Yol Girişimi Bağlamında Çin’i Anlamak, Truva Yayıncılık, İstanbul 2021, s. 25.

[2] Michael Dillon, Modernleşen Çin’in Tarihi, çev. Eylem Ümit Atılgan-Aydın Atılgan, İstanbul 2016, İletişim Yayınları, s. 140.

[3] Wang Hui, Çin’in Yirminci Yüzyılı, çev. Ümit Şenesen, Yordam Yay., İstanbul 2017, s. 21.

[4] Dillon, a.g.e., s.157.

[5] Dillon, a.g.e., s.161.

[6] Wang Hui, a.g.e., s.20.

[7] [Kollektif], Çin Komünist Partisi Tarihi, Cilt 1, çev. Tomas Aliyev, Canut Yayınevi, İstanbul 2012, s. 18. Bundan sonraki başvurularda ÇKP Tarihi olarak belirteceğiz.

[8] Dillon, a.g.e., s. 197.

[9] Alain Badiou, Petrograd’dan Şanghay’a, Çev: Murat Erşen, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul 2020, s. 55.

[10] Metin Kayaoğlu, “Çin Kültür Devrimi: Devrim içinde devrim yapmayı göze almak”, Siyasi Haber, 10 Kasım 2020.

[11] Yu Hua, On Sözcükte Çin, çev. Bahar Kılıç, İstanbul 2020, Jaguar Kitap, s. 222.

[12] Stalin’in 1953 yılında ölümünün ardından SBKP genel sekreteri olan Nikita Kruşçev, Stalin’in geçmiş dönem politikalarını sesli bir dille eleştirmekte, de-Stalinizasyon politikaları gütmekte ve barış içinde sosyalizme geçiş olabileceği yönünde tezler ortaya atmaktaydı. Bu politikalar ifade edilir edilmez Mao Zedong tarafından revizyonizm olarak damgalanmıştı. 1964 yılında Kruşçev yerine genel sekreter olan Leonid Brejnev döneminde de Mao’nun fikirleri değişmedi. 1970’lerin başında ortaya konulan Üç Dünya Teorisine göre, Birinci dünya ABD ve SSCB’den oluşan iki süper devletten ibarettir. İkinci dünyayı ise bir tür ara devletler olan Avrupa ülkeleri, Japonya ve Kanada gibi ülkeler teşkil etmekteydi. Üçüncü dünya ise Çin’in de içinde bulunduğu ezilen halklardı.

[13] Mao Zedong, Seçme Eserler, Cilt 1, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s 374.

[14] Mao Zedong, Seçme Eserler, Cilt 2, Kaynak Yayınları, İstanbul 1992, s 30.

[15] Mao Zedong, a.g.e., s 217.

[16] Mao Zedong, Seçme Eserler, Cilt 5, Kaynak Yayınları, İstanbul 1993, s 357.

[17] Mao Zedong, Seçme Eserler, Cilt 6, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s 141.

[18] Dillon, a.g.e., s. 209.

[19] Han Suyin, Sabah Tufanı 1: Mao Zedong ve Çin Devrimi 1893-1954, çev. Coşkun Irmak, Berfin Yayınları, İstanbul 1997, s. 133.

[20] Dillon, a.g.e., s.215.

[21] https://marksizmbibliyotegi.org/karl-radekin-cin-devrimi-uzerine-dersleri-sovyet-arsivi-gizli-belgeleri-fabian-van-onzen/

[22] Mao Zedong, Seçme Eserler, Cilt 3, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012, s 251.

[23] Mao Zedong, a.g.e., s. 222-223.

[24] Philip Short, Mao Zedong: Bir Yaşam, çev. Yavuz Alogan, İthaki Yayınları, İstanbul 2007, s. 330.

[25] Mao Zedong, Seçme Eserler, Cilt 3, s. 210.

[26] “Emperyalist Savaş ve Proleter Dünya Devrimi Üzerine Dördüncü Enternasyonal Manifestosu”ndan, Writings of Leon Trotsky (1939-1940) içinde, Socialist Appeal (New York), 29 Haziran 1940’dan alınma.

[27] Lev Troçki, “Çin Sol Muhalefetine”, 8 Ocak 1931. (https://marksist.net/diger_yazarlar/cin_sol_muhalefetine.htm)

[28] Lev Troçki, Çin Üzerine, Tarih Bilinci Yayınları, İstanbul 2000.

[29] ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 114.

[30] Slavoj Žižek, “Sunuş”; Mao, Pratik ve Çelişki Üzerine içinde, çev. Ahmet Kırmızıgül, Epos Yayınları, Ankara 2009, s. 11.

[31] Garbis Altınoğlu, Mao Zedong Düşüncesi ve Çin Devrimi Üzerine Eleştiriler, Sun Yayıncılık, İstanbul 1993, s. 102.

[32] Mao Zedong’tan aktaran Altınoğlu, a.g.e., s. 26.

[33] Altınoğlu, a.g.e., s. 106.

[34] Türkiye Sosyalist Hareketi’nin önemli isimlerinden olan Garbis Altınoğlu, 14 Ekim 2019 tarihinde hayatını kaybetmiştir. Marksist teori ve tarih hakkında üretkenliği ve titizliği ile bilinen Altınoğlu’nun tartışmaya dair görüşlerinin daha sonra değişip değişmediğini öğrenmek mümkün olmadı.

[35] Dillon, a.g.e., s. 243.

[36] ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 156.

[37] Mao Zedong’un kişisel bir huy olarak, olaylar sonuçlanana kadar net tavır almadığını, birkaç olasılığa birden zımni destek verdiğini iddia eden görüşler vardır. Örneğin Zhou Enlai, Li Lisan’ın savunduğu şehir ayaklanmalarının başarısız olacağını açık sözlerle ifade ederken, Mao Zedong’un Zhou Enlai’yi eleştirdiği ifade edilir.

[38] John Keay, Çin Tarihi, çev. Neşe Tars Tayanç, Dinç Tayanç, İnkılâp Kitabevi, İstanbul 2020, s. 499.

[39] ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 130.

[40] Dillon, a.g.e., s. 258’de 1934’te Jiangxi’yi terk etmeyip Uzun Yürüyüşe katılmayan ayrı bir grubun varlığından bahsedilmektedir. Bu grubun dağa çıkarak Guomindang’a karşı silahlı muhalefeti sürdürdüğü, ikinci ittifak döneminde Japon işgalcilere karşı direnişe katıldığı ve sonunda sağ kalanların Yeni Dördüncü Ordu’ya katıldığı bildirilmektedir. Mao’nun içe kapalı ve anti-modern kuzeyli komünistlerine kıyasla bu grubun yapısı daha modern ve kozmopolit olarak nitelendirilmektedir.

[41] Levent Dölek, “Çin’de Sürekli Devrim”, Devrimci Marksizm, Sayı 10-11, Kış 2009/2010, s. 181.

[42] Fred Engst, Mao Döneminde Çin’de Sınıf Mücadelesi, çev. Onurcan Ülker, Patika Kitap, İstanbul 2020, s. 27.

[43] Zhang Chunqiao, Seçme Makaleler, çev. Alkan Arslan, El Yayınları, İstanbul 2019, s. 25.

[44] Mao Zedong, Yeni Demokrasi Üzerine, Ocak 1940.

[45] ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 379.

[46] Engst, a.g.e., s. 31.

[47] Han Suyin, Sabah Tufanı, Cilt 2, çev. M. Kürşat Bozkurt, Berfin Yayıncılık, İstanbul 1999, s. 67.

[48] Mao’dan aktaran Han Suyin, a.g.e., s. 62.

[49] Zhang Chunqiao, a.g.e., s. 26.

[50] Pao-yu Ching, Zaferden Yenilgiye, çev. Onurcan Ülker, Patika Kitap, İstanbul 2020, s. 42.

[51] Pao-yu Ching, a.g.e., s. 49.

[52] Mobo Gao – Dongping Han – Hao Qi, Sosyalist Çin’i Hatırlamak, Patika Kitap, İstanbul 2018, s. 62.

[53] Han Suyin, a.g.e., s. 212.

[54] A.g.e., s. 217.

[55] Bu konuda 52. dipnotta belirtilen kitap içerisinde yer alan Dongping Han’ın makalesine bakılmalıdır. Yazar antikomünistlerin iddialarını tutarlı biçimde çürütmüştür.

[56] Mao Zedong, Polonya olayları ile Macaristan olaylarını özenle ayırmıştır. Mao, Polonya’daki parti karşıtı tepkilere oldukça sıcak bakıyordu ve Sovyetler Birliği’ne olaylara müdahale etmemelerini aksine eleştirilerden faydalanmaları yönünde tavsiyelerde bulundu. Bunun yanında Macaristan’daki isyan Polonya’daki gibi masum değildi, reform talebiyle kurulan Petofi kulüpleri gibi sivil örgütlenmeler CIA tarafından finanse ediliyordu.

[57] ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 394.

[58] Mao Zedong’tan aktaran ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 467.

[59] Liu Shaoqi’den aktaran ÇKP Tarihi, a.g.e., s. 387.

[60] Han Suyin, a.g.e., s. 326.

[61] Hu Angang, Çin Komünist Partisi Nasıl Yönetiliyor, çev. Daniyar Kassymov, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul 2016, s. 34.

[62] Hu Angang, a.g.e., s. 35.

[63] Hu Angang, a.g.e., s. 37.

[64] Han Suyin, a.g.e., s. 328.

[65] Süleyman Yılmaz Bulduruç, “’Büyük Proleter Kültür Devrimi’: Kaza mı Kazanım mı?”, Teori ve Politika Dergisi Sayı 71-72. Bu posterde karargâh kelimesi ile kast edilen yer burjuva kliklerin eline geçmiş parti merkezleridir ve gençliğe oraları işgal etme çağrısı yapılmaktadır.

[66] Bulduruç, a.g.e.

[67] Bulduruç, a.g.e.

[68] Han Suyin, a.g.e., s. 452.

[69] Mao Zedong, Seçme Eserler Cilt 6, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s. 394.

[70] Alain Badiou, a.g.e., s. 61-62.

[71] Han Suyin, a.g.e., s. 449.

[72] Yu Hua, a.g.e., s. 85-86.

[73] 16 Mayıs Kararnamesinden esinlenerek kendilerine 516 adını veren örgüt, Kültür Devrimi Merkez Grubu’nun da solunda sayılabilecek isyankâr öğrenci topluluklarından oluşuyordu. Diğer bütün fraksiyonlar gibi onlar da çok sayıda gruplara ayrılmışlardı.

[74] https://ozgurceelyazmalari.org/2021/04/24/iktidar-bir-hat-onerisi/

[75] Bu konuda biyografi türünün dünyadaki en iyi örnekleri arasında gösterilen Ezra Vogel, Deng Xiaoping ve Çin’in Dönüşümü, çev. Mehveş Leliç, Modus Kitap, İstanbul 2017 ve Pu Guoliang, Deng Xiaoping: Çağdaş Çin’in Mimarı, çev. Deniz Kızılçeç, İstanbul 2015, Canut Yayınları kitaplarına bakılabilir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar

Çin 2013