Ana SayfaArşivSayı 83 - 84 TÜRKİYE’DE SOLUN KÖKENİBaşarılamamış Devrim ve Unutulmuş Kökenler

Başarılamamış Devrim ve Unutulmuş Kökenler

 

Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında fiilen çöktüğü Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) ve Cumhuriyet’in konsolide olduğu 1924 arasındaki dönemi işçi sınıfı açısından kaçırılmış bir devrimci halk iktidarı fırsat penceresi olarak okuma şansımız var mıdır? 1917 Ekim Devrimi’nin 1918-1924 arası dönemin şekillenmesinde çok belirleyici bir etken olduğu gerçeği, devlet iktidarının fiilen çözüldüğü olgusuyla ele alındığında böylesi bir düşünüş biçiminin önemli imkanlar ortaya çıkaracağı açıktır. Burjuvazinin kendi iktidar konsolidasyonu için Sovyet iktidarına fazlasıyla bağımlı olduğu bir konjonktürde Sovyetler Birliği’ndekine benzeyen bir işçi sınıfı iktidarını kurma perspektifine sahip güçlerin, yeterli etkinliği kuramamasının sebepleri nelerdir? Bu yetersizlik Türkiye’de işçi sınıfının varlığının sosyal koşullarının geriliği ile izah edilebilir mi? Böylesi bir kritik kırılma anının devrimci momente dönüştürülememesinde sınıfın sosyal varlığının geriliği ile burjuvaziden bağımsız örgütlenmiş, hegemonya kurma kapasitesine sahip bir devrimci aydın dinamiğinin ve bunun örgütsel karşılığının bulunmayışından hangisi daha belirleyici olmuştur?

Ben bu yazıda, anılan dönemin genelinde ama özellikle 1920 yılının ikinci yarısında kritik kırılma anının devrimci bir momente dönüşmesinin koşullarının var olduğunu ancak bu dönemin yine tümünde kimi parçalı odakların varlığına rağmen Komintern ile güçlü bir koordinasyon içinde hareket edebilecek etkili bir politik önderlik inşasının başarılamayışının sonucunda bu koşulların değerlendirilemediğini iddia edeceğim. Bu önderliğin ortaya çıkabileceği her momentte Ankara Hükümeti tarafından doğrudan ya da dolaylı yollarla etkili bir biçimde ezildiğini, böylece ulusal kurtuluşla sosyal kurtuluş programını buluşturabilecek unsurların devre dışı bırakıldığını göstermeye çalışacağım. Bu önderliğin inşa edilemeyişinin en temel sebebi olarak işçi sınıfının sosyal varlığının görülmesi açıkçası dönemin sunduğu devrimci olanakların görmezden gelinmesinin gerekçesi olarak kullanılmaktadır ve 1918-1922 döneminin içerdiği iktidar mücadelelerini görünmez kılmaktadır. İşçi sınıfının sosyal varlığının güçsüzlüğü herhangi bir ülkede sosyal kurtuluşçu bir devrimin önünde engel değildir ve 20. yüzyıl devrimlerinin niteliği büyük oranda bu görüşü destekler. Kritik kırılma anının devrimci momente dönüştürülemeyişindeki temel eksiklik devrimci aydın damarının noksanlığından kaynaklanmıştır. Geç Osmanlı düşünsel dünyasında temel görevin devletin kurtarılması olarak kodlanmasının yarattığı düşünsel iklim, devletin çözülüşünü bir devrimci halk iktidarı için olanak olarak görme perspektifinin gelişmesine engel olmuştur.

Yine benzer biçimde milliyetçiliğin ve sosyalist düşüncenin yaygınlaşmasının faili olarak davranan kimi öznelerin özdeşliği de bu kopuşamamayı açıklamakta bir etkendir. Rusya’da Türk-Müslüman nüfusun yaşadığı bölgelerde yaşanan aydınlanmanın İsmail Gasprinksi ve Yusuf Akçura gibi isimleri sosyalist düşüncenin prestij kazanması açısından da rol oynamışlardır. Bunlar sosyal geriliği, kapitalist ilişkilerin olgunlaşmayışını gerekçe göstererek anti-emperyalist mücadeleyi sınıf mücadelesine ikame eden bir gelenekle temas halindeydiler. Herhangi bir sosyal geriliğin devrimin önünde engel oluşturduğu düşüncesi Menşevizmin alameti farikası ve Bolşevizmin anti-tezidir. 1905 Rus Devrimi sonrasında 1. Rusya Müslümanları Kongresi’ni toparlayan Gasprinski ve Akçura, 1906 sonrasında Rusya’dan ayrılarak 1908 Devrimi’nde Osmanlı’da aktif rol oynarlar. 1919’da kurulan ve Yusuf Akçura’nın da üyesi bulunduğu Milli Türk Fırkası’nın programındaki sosyalizm etkisi belirgindir (Akal, 2008, 115). Bu tablo ise anti-emperyalizmin, sosyal devrim programını kapsayan temel çerçeve olarak hegemonya kazanmasını kolaylaştırmıştır. Komintern’in tercihlerinin de anlaşılabilir ancak mutlak biçimde onaylanamaz saiklerle genellikle milliyetçi iktidarla iş birliğini öne çıkarması birleşik ve bağımsız bir devrimci önderliğin oluşumunu inmelendirmiştir. Ulusal kurtuluş mücadelesini yürüten eski İttihatçıların ise Sovyetler’le işbirliği yapma konusundaki taktiksel zorunlulukları, komünist aktörlerin bağımsız bir güç oluşturmalarını daha da zorlaştırmıştır. Özellikle 1920’nin ikinci yarısında Çerkez Ethem’in Yeşil Ordu ile iş birliği yapmaya başladığı dönem, ulusal kurtuluş mücadelesi içerisinde sınıfsal ayrışmanın belirginleşme potansiyelinin en fazla güç kazandığı dönemdir[1]. Bu momentin oluşumunu fark eden M. Kemal’in kendi alternatifini ortadan kaldırmak için son derece kararlı hamleler yaptığı dönemde nüve halindeki komünist önderlikler birleşme ve hamleyi boşa çıkarma noktasında tutum alamamışlardır. Komünistler Ankara Hükümeti ile Enverci İttihatçı güçler arasındaki çelişkileri kullanmakta da başarısız olmuşlardır.

Ulusal kurtuluş savaşı sırasında ortamdaki güçlü Bolşevik etkisine rağmen komünist önderliğin istikrarlı bir var oluş sergileyememesinde Osmanlı’nın çok uluslu yapısının ortaya çıkardığı eşitsiz gelişimin de önemli bir pay sahibi olduğu görülmelidir. Devrimci kadro birikiminin görece gelişkin olduğu Balkan kentleriyle bağın kopması, milliyetçi ayrışmanın tetiklediği kırılmaları aşacak bir üst örgütlenmenin kurulamamasının birikim alışverişine engel olması; Anadolu, İstanbul, Bakü gibi farklı merkezlerdeki nüvelerin arasında kapsamlı bir koordinasyonun kurulamayışı komünist hareketi genel olarak son derece avantajlı olduğu bir dönemde etkisizliğe mahkûm etti. Bu anlamıyla Osmanlı’yı oluşturan ulusal öbeklerden Türk-Müslümanlar içerisinde komünist kadroların yoğunluğu açısından belirgin bir gerilik bulunduğunun altı çizilmelidir. Milliyetçi ayrışmalar, ortak bir sınıf bilincinin oluşumunu zorlaştırıyordu. Ancak bu ön kabul çok uluslu kimi işçi örgütlerinin kurulduğu gerçeğini ıskalamamızı gerektirmez. 1908 öncesinde Abdülhamid rejimi karşısında, farklı ulusal grupların ortak hareket etme potansiyeli çok daha güçlüydü. Kimi Taşnak bildirilerinde çok belirgin bir ortak mücadele vurgusu hakimdir (Ahmad, 1994; 16). Böylesi bir ulusal çeşitliliğe rağmen farklı uluslardan emekçilerin ortak mücadele perspektif üzerine teorik çalışmaların yokluğu ise ideolojik yetersizliğin ve donanımsızlığın bir göstergesi olarak alınmalıdır.

“Özellikle Balkan devletleri. Onlarda işçi hareketi, bugünkü Türkiye’ye oranla ihtilal dersleri yaşayacak derecede ileri bulunuyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun kala kala bütün rezillikleri ve kötü, geri tarafları bugünkü Türkiye’nin başına mı kalmış? Evet. Niçin? Niçini meydanda” (Kıvılcımlı, 2009; 19)

İşçi ya da köylü yığınların kitlesel ve kurumsallaşmış bir örgütlenmesine sahip olmayan bir komünist hareketin iktidar olmasının imkânsız olduğu iddia edilebilir mi? Olağan durumlar açısından Lapalis’in doğrusu olan böylesi bir önerme dünya savaşı gibi son derece büyük ve yıkıcı bir etkenin varlığı koşullarında aksiyomatik değerini kaybeder, toplumsal akış böylesi momentlerde her türlü olasılığa açık olan bir nitelik kazanır. Yapısal etkenlerin belirleyiciliklerinin görece gerilediği, öznel etkenlerin normal koşullardaki sınırlılığının ötesinde etkiler yaratabileceği böylesi dönemler istisnaidir, ancak istisnai oldukları oranda da belirleyicidir. Çin, ama öncelikle de Sovyet Devrimlerini bu istisnai koşulların varlığından bağımsız ele alamayız.

Böylesi bir temelden hareket ettiğimizde M. Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’daki harekete müdahil olmak üzere ülkeye dönmeleri mutlak anlamda bir maceracılık olarak nitelenebilir mi? İttihatçılıktan komünistliğe sıçrayan ve TKP’nin 10 Eylül 1920’de gerçekleştirdiği kongrede başkanlığa seçilen M. Suphi’nin hamlesinin Kıvılcımlı tarafından yapıldığı gibi Blankicilik ya da Bakunincilik olarak tanımlanması doğru kabul edilebilir mi? Şefik Hüsnü’nün etkin olduğu dönemin ana motiflerinden bir tanesi olan M. Suphi ve yoldaşlarının maceracılıkla suçlanması (Tunçay, 2005; 33) fikrine Kıvılcımlı da ikna olmuş görünmektedir. Kıvılcımlı, içinde yer alan anarşist unsurlara atıfla M. Suphi’lerin girişimini Paris Komünü ’ne benzetir. Eleştirisini temellendirirken de Ankara Hükümeti’nin 1921 başındaki koşullarını gerçekte olduğundan çok daha fazla konsolide olabilmiş bir yapı olarak tasvir etmiştir. “Siyasal ve askeri alanda bir ülke ölçüsünde örgütlenmiş olan kapitalist sınıfa karşı M. Suphi’nin oluşturduğu kadar ne idüğü belirsiz, ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen, küçükburjuva unsurlardan derleşik bir alayla karşı koymak, hayalci kuruntuculuğun en yüksek derecesi değil midir?” (2009b; 22). Burada temel sorun M. Suphi’nin başında bulunduğu güçlerin yetersizliğinden ziyade Sovyetlerle ve Anadolu’daki güçlerle yeterli koordinasyon sağlanmadan harekete geçmekten kaynaklanmaktadır. Ankara Hükümeti’nin Bolşevik iktidarına mutlak bağımlılığı doğru değerlendirilebilse ve Enverci grupların Ankara ile Sovyetler arasını açmaya dönük provokasyonları doğru okunabilse gelişmeler bambaşka yöne akabilirdi. M. Suphi öldürüldüğünde Anadolu’da hakimiyetin mutlak biçimde Ankara Hükümeti’nin elinde olduğunu düşünmek birçok açıdan gerçekçi görünmemektedir. Hareketin başarısızlık sebepleri olarak ise “dünya ölçüsünde devrimde sırf dış güçlere dayanmak, bir ülke ölçüsünde nesnel ve gerçekçi olmamak, öncü ölçüsünde gizli faaliyeti hiçe saymak, örgüt yokluğu”nu tespit etmiştir. Kurtuluş-Aydınlık grubunun aynı dönemde İstanbul’da işçi örgütlenmesi üzerine yoğunlaşmış olmasını meşrulaştırmak için M. Suphilerin girişiminin zemininin bu derece zayıf olduğunu iddia etmek doğru bir tutum değildir. 1920-21’de ulusal kurtuluş savaşının çok boyutlu bir iç savaş halini aldığı düşünülürse şartların zorlanmasıyla da olsa işçi sınıfı açısından sürece müdahil olmaya çalışmak son derece haklı ve meşru bir tutum olarak ele alınmalıdır. Bu hamlenin örgütlenmesi sırasında yapılan taktiksel hatalar, girişimin stratejik önemini ortadan kaldırmaz. Kıvılcımlı, Onbeşler harekete geçtiğinde “dünyadaki sınıf ilişkilerinin şiddetle devrim lehine” olduğunu kabul eder ancak Ankara Hükümeti’nin etkinliğini olduğundan fazla göstererek dünya ölçeğinde geçerli bir olgunun ulusal ölçekte geçerli olmadığını göstermeye çalışır. Oysa 1920-21 dönemi, Anadolu’da güçlenen burjuva devriminin ne yöne akacağının netlik kazanmadığı bir kritik kırılma anına tekabül etmektedir. 1920, Halk Zümresi’nden Nazım Bey’in Meclis’te yapılan oylama sonrasında M. Kemal’in arzusu hilafına 89’a karşı 98 oyla İçişleri Bakanı seçilebildiği bir senedir. M. Kemal Nazım’ın istifasını sağlamak için o dönemde muazzam bir popülarite ve güç kazanmış olan Ç. Ethem’den aracılık yapmasını istemiştir (Savran, 2020;80). Ethem, Hacı Şükrü Bey aracılığıyla gönderdiği bir notla Nazım Bey’in istifasını sağlamıştır. Dönemin ana karakterinin yönünü belirleyen en kritik hamlelerden bir tanesi budur. İşçi sınıfını temsil eden güçler, M. Kemal’e karşı bir politik zafer kazanacak kadar güçlüdürler ancak bu güçlerinin gereğini yerine getirecek, iktidara sımsıkı tutunacak kadar kararlılık sahibi değillerdir. Yeşil Ordu ve Halk Zümresi’nin bedelini çok ağır ödeyecekleri bu politik hata Kıvılcımlı’nın Paris Komünü benzetmesinden devam edersek komünarların Merkez Bankası’ndaki altınlara el koymaması kadar büyük bir hatadır.

Ankara Hükümeti’nin Yozgat’taki bir isyanı bastırmak için dahi muhtaç olduğu Kuvayı Seyyare’nin komutanı Çerkes Ethem’in 1920 yazında Yeşil Ordu teşkilatına katılması ve Eskişehir’de yayınlanan Seyyare Yeni Dünya gazetesine destek vermeye başlaması M. Kemal ve çevresini fazlasıyla telaşa sürüklemişti. Ethem’in elindeki askeri gücün Meclis’teki siyasi güç ile buluşması ve Bolşeviklerin desteğini kazanabilecek ölçekte güven yaratacak bir aktörün belirme ihtimali gelişmelere bambaşka bir yön verebilirdi. M. Kemal’in bu tedirginliği 16 Eylül 1920’de Ali Fuat (Cebesoy) Bey’e yazdığı şifreli telgrafta açıkça ifade ediliyordu:

Bolşevikler aynı zamanda memleketimizde Bolşevik teşkilatı vücuta getirmek için fevkalade faaliyete başlamışlardır. (….) Bunların maksatları memlekette toplumsal bir inkılap meydana getirmektir. (…) Memleketimizin fikir ve inkılap taraftarı olan veya bu perde altında türlü türlü maksatlar peşinde koşan adamları da bu tehlikeleri fark etmeksizin Bolşevik teşkilatını kolaylaştırmaktadırlar. Biz bu ahval üzerine evvelemirde memleketi elimizde muhafaza ve ne ıslahat lazım ise hükümet vasıtasıyla yaparak anarşi ve inkılap suretiyle Rus tabiiyetine mâni olmak zorundayız. (akt. Savran, 2020, 78)

Kamuya açık olmayan bir şifreli telgrafta çizilen bu çerçevenin propaganda amaçlı bir içerik olmadığı ve Ankara Hükümeti’nin ruh halinin geçekçi bir tasviri olduğu düşünülebilir. M. Kemal Bolşeviklere sadece silah ve finansman desteği açısından değil politik ve diplomatik ölçekte ihtiyaç duymaktadır. M. Kemal’in Bolşeviklerle birlikte hareket edilmesi noktasındaki ısrarı ve bu ısrarın karşılığında elde edilen başarı onu primus inter pares olduğu bir iktidar bloğu içerisinde mutlak iktidar olmaya götüren temel taktiksel başarısıdır. Sovyetlerle birlikte olunması konusunda, Talat ve Enver de benzer biçimde düşünüyorlardı ancak bu politik çizgiyi hayata geçirebilmek açısından M. Kemal’in bu taktiksel başarısını mümkün kılan ise Sovyetlerle Anadolu’daki direnişin lideri konumunda kurduğu ilişki ve bu ilişkiyi tekelleştirebilme becerisidir. Örgütlü bir sınıf hareketi söz konusu değildir ancak yoksul köylülüğün de eşraf karşıtı bir politik çerçeve eşliğinde desteğini kazanan ve Kuvvayı Milliye’nin bel kemiği Çerkes Ethem’in Yeşil Ordu’ya katılımı bu desteği kendisinden çok daha güçlü bir biçimde çekebilecek bir odağın oluşumuna dair işaretler veriyordu. Bu oluşum sürecindeki odağın engellenebilmesi için peşi sıra gelen politik hamlelerin hayata geçirilmesi gerekiyordu. Onbeşlerin katlini de bu hamlelerin en önemlilerinden birisi olarak görmek gerekir. Bakü, Anadolu ve İstanbul temelli politik grupların tek bir politik program ekseninde birleşebilmesi bu dönem açısından temel öneme sahipti. Bunun başarılmasının engellenmesi de hareketin burjuva önderliği açısından hayati öneme sahipti. Kısacası, 1920 sonlarında ise ulusal kurtuluşçu güçler içerisindeki güç dengesinin geri döndürülemez bir biçimde M. Kemal ve çevresi lehine olduğuna ikna olmamızı gerektiren bir durum yoktur. Hareketin başını Yeşil Ordu ve İştirakiyyun’a yakın güçlerin çeker hale gelebilme olasılığı Kuvvayı Seyyare tasfiye edilene kadar mevcuttu. 1919-1920’deki çoklu güç dengesinin komünist iktidar olasılığını 1921 sonunda tamamen kapanmış bir fırsat penceresi olarak okumak mümkündür.

Bizim buradaki temel iddiamız, 1918-1924 arasındaki istisnai dönemin bir komünist iktidar yaratmamış olmasının temel sebebinin işçi sınıfının sosyolojik geri kalmışlığı değil Türk-Müslüman nüfus içerisinde hegemonik bir odak yaratabilecek bir bağımsız aydın damarının zayıflığı olduğudur. “Türkiye’de pek bir miras yok. Ama Türkiye’deki ütopizmin ışık aldığı miras Bolşevizm oldu. Evet, Marx’ın deyimlerini kullanarak söylersek, Bolşevizm Türkiye’de devler ekti, pireler biçti; ve ütopik komünizm tarafından Rusya’daki mirasın anlaşıldığı kadar olsun anlaşılmadı.” (Kıvılcımlı, 2009b;19) Burjuva – küçük burjuva aydınlanmasının radikalleşen unsurlarının sosyalist düşüncenin bağımsız zemininin inşasında oynadıkları önemli rol dikkate alındığında bu hareketlerin radikalleşme ve Ancient Regime’den kopuşabilme kapasiteleriyle devrimci aydın damarı geleneğinin kökleşmesi arasında bir doğrusal ilişki olduğu kabul edilebilir. Geç Osmanlı’da modernleşmeci burjuva aydınların ortaya koydukları radikalizmdeki yetersizlik sosyalist aydınlanmanın ölçeğinin sınırlı kalmasındaki önemli etkenlerden bir tanesidir. “Abdülhamit, karşısında bir hareket görmeye başlayınca şefleri avlamaya veya kandırmaya girişti. Baş Hafiye Ahmed Celaleddin Paşa vasıtasıyla Murad’ı İstanbul’a getirtti. Gençlerin Taşkışla Mahkemesi üzerine ‘Osmanlı’ gazetesini çıkarmaya başlayan Doktor İshak Sukuti’ler ve Abdullah Cevdet’ler yola getirildiler. Bunlara: 1- Islahat, 2- Genel af vaat edilmişti… ‘artık İttihad ve Terakki’nin vazifesi bitmiş sayılıyordu.’” (Kıvılcımlı, 2009;51). Komünist kadroların beslendiği kaynaklarla milliyetçiliğin inşasına katkı sunan odakların kimi zaman çakışması, Anadolu’daki hareketin önderliğinin kendisini Bolşevikliğe fazlasıyla yakın olarak göstermekte özellikle 1922 sonrasına kadar gösterdiği ısrar, anti-emperyalist mücadelenin meşruiyeti dolayısıyla farklılaşan bir platform yaratmanın zorluğu, Komintern’in anti-emperyalist hareketleri burjuva önderlikli olsa dahi destekleme kararı ideolojik anlamda bağımsız durabilen bir parti önderliği inşasını zorlaştırdı. Bağımsızlaşamama sorunu M. Suphi örneğinde bir tür tedbirsizlik ve hedefler konusunda netleşememe olarak kendisini ortaya koyarken, Halk Zümresi ve Halk İştirakiyun için ise rakip politik aktörün hamlelerini doğru okuyamamaya yol açmıştır. Anadolu’daki komünist hareketin Meclis’te elde ettiği güç ve konjonktürde Bolşevizmin genel olarak sahip olduğu prestij her niyetini açık ederek ve Meclis’in sunduğu hukuki çerçeveye gereğinden fazla güvenme sonuçlarını ortaya çıkarmıştır. “İki taraf da epey yol almıştır. Şu farkla ki İştirakiyyuncuların boğazlarından geçen lokma bile dakikası dakikasına Kemalizme bildirildiği halde, burjuvazinin hazırladığı tuzağı karşı taraf fark bile edememektedir” (Kıvılcımlı, 2009b; 45). Bu fark edememenin arkasında yatan, kendisine ait ideolojik bağımsız bir hattın inşasındaki yetersizliktir. Burjuva önderliğin Bolşevik gibi görünmeyi ve Sovyetlerle ilişkiyi kendi sımsıkı tekelinde tutmayı kendisine savaşı kazandıracak bir ilke olarak benimsemesi, İngiltere ile işler her kızıştığında “gerekirse Bolşevik oluruz” tehdidiyle diplomatik denge kurma politikasının dönemsel başarısı dönemin ana karakterlerinden bir tanesidir.[2] Bu ilkesel duruşun yarattığı ortam ise Anadolu komünistleri için kullanılabilecek geniş bir yasal alan bırakmakla birlikte kendilerini neredeyse burjuva önderliğin bir kliği gibi algılamalarına yol açmıştır. İçinde bulunulan politik mekanizmaya fazlasıyla güven duyulması, Çerkes Ethem’in Yeşil Ordu’ya katılması sonrasındaki güç dengelerindeki değişimin yol açabileceği karşı hamlelerin öngörülememesinin gerekçesidir. “Batı’da Marksizm ‘sosyal şovenizm’ tartışmasına ve 1917’nin getirdiği ayrışmaya doğmamıştır. Türkiye’de ise Marksizm ciddi bir ön birikime ve deneyime sahip olmadan doğrudan doğruya Bolşevizme ve Komintern’e doğmuştur. Bolşevizmin ve Komintern’in çok yönlü ve derinlikli düşünceyi peşinen kovacağı söylenemez ama birikimi yetersiz aydınları (daha doğrusu yarı aydınları) siyasete, pragmatizme ve konjonküre kilitleyeceği açıktır” (Çulhaoğlu, 2008;69). Teorisizlik halinin şiddetlendirdiği ideolojik körlük gibi bir dezavantaja rağmen elde edilebilecek politik sonuçlar açısından muazzam olanakların belirdiği bir dönemde siyaset sahnesine çıkmış olmanın bütünüyle şanssızlık olarak değerlendirilemeyeceği açıktır. Ancak Çulhaoğlu’nun tespitine karşıt biçimde ortada konjonktüre ya da pragmatizme saplanmış bir tutumun bulunmadığı da görülmektedir. Konjonktürün barındırdığı olanaklar kısmen fark edilmiş ise de riskler ve tehditlerin okunması konusunda büyük bir başarısızlık olduğu ortadadır. Burjuva önderliğin dünya savaşı deneyimine sahip, Teşkilat-ı Mahsusa geleneğine vakıf bir subaylar grubu eliyle yönetildiği bir konjonktürde buna denk bir politik önderliğin komünizm cephesinde bulunmayışı sürecin kaderini belirleyen ana değişkendir. Kuvvayı Milliye unsurlarının taşra eşrafının da korkusuna tercüman olacak bir biçimde büyük bir hızla ezilmesi ve düzenli ordunun sürece hâkim olması gerçekleşmemiş olsa burjuva önderlik lehine var olan avantajlar sürecin sonuçları üzerinde etkinlik kazanamayabilirdi. Dolayısıyla Kuvvayı Milliye ile merkezi ordu arasındaki politik gerilimi bir tür sınıf savaşı olarak da okumanın sakıncası yoktur. 9 Ekim 1920’de Meclis’te alınan bir kararla Kuvvayı Milliye’nin merkezi orduya katılmasının yasal bir zorunluluk haline getirilmesi sürecin politik karakterini belirleyen bir karar olmuştur. Yine benzer biçimde M. Kemal’in kendisine yakın bir TKP kurdurarak Çerkez Ethem’i de buraya katılmaya davet etmesi, Yeşil Ordu’nun kapatılması ve tüm bu gelişmelerin 1920’nin ikinci yarısına sıkışması içinden geçilen ve sonuçları açısından da çeşitli seçeneklere açık bir iktidar mücadelesinin varlığının en açık delilidir. Yerel çetelerin yenilmesi 1921 ortaları itibariyle büyük oranda netleşmişti, bu da ulusal kurtuluş mücadelesi içindeki güç dengelerini köklü bir biçimde burjuva önderlik lehine dönüştürmüştür. Kısacası teorisizlik hali, eldeki dengeleri değiştirecek güç birikimlerine rağmen siyasete, konjonktüre kilitlenmeye yol açamamıştır.

M. Kemal Yeşil Ordu’nun güçlenmesi karşısında örgüt içerisinde kendisine yakın olan isimleri kurdurduğu sahte TKP’ye geçmeye yönlendirmiştir. Örgütün o döneme kadarki önemli isimlerinden Hakkı Behiç’in de içinde bulunduğu daha büyük grup bu teklife uygun davranmıştır, daha az sayıda üye ise Halk İştirakiyyun’a katılmıştır. Hakkı Behiç’in Yeşil Ordu’nun Çerkez Ethem tarafından finanse edilen Seyyare Yeni Dünya gazetesine 30 Kasım 1920’de yazdığı makalede çizdiği politik perspektif dikkat çekicidir. Bu yazı, sosyal devrimin Türkiye için bir zorunluluk olduğu tespitiyle başlamaktadır. Ancak bu devrim Rusya’dakinin aksine bir idare ve hükümet meselesine yoğunlaşmak zorundadır. Çünkü Türkiye’de sermaye yoktur ve dolayısıyla da Türk kapitalistlere ve burjuvalara karşı devrim yapmak mümkün değildir. Zaten sermaye diktatörlüğü söz konusu olmadığı için yapılacak peş peşe reformların ülkeyi komünizme taşıması mümkündür. Anadolu devrimcileri Komintern’in komünizme ulaşma hedefine bağlıdır ve dolayısıyla Ankara hükümeti bir devrim hükümetidir. Bu devrimci hükümet “Dünya Devrimi’nin en tehlikeli geçidindedir”. Acele ihtilal hevesleri bu geçidin emperyalistlerin eline geçmesine sebep olabilir[3] (Erdem, 2010; 98). Hakkı Behiç’in yazısı Ankara hükümetinin Yeşil Ordu’nun güçlenmesinin olası politik sonuçlarının net bir biçimde farkında olduğunu ortaya koyan bir başka belgedir. “Seri bir ihtilal hevesiyle, serseri fikirler arkasında büyük sarsıntılar vücuda getirerek” hareket edebilecek bir politik aktör vardır. M. Kemal, İngilizlere karşı Bolşevik olma kozunu oynarken devrimci kalkışmayı destekleyebilecek Sovyetlere karşı da Anadolu’da kurulan anti-emperyalist savunma hattının çökeceği tezine sarılmaktadır. Hakkı Behiç devrimin gereksizliğini ve komünizme reformlarla evrimci bir biçimde geçişi savunurken sol içinde günümüzde bile alıcısı olan sermayenin ve işçi sınıfının var olmayışı iddiasına sığınmaktadır.

“Türkiye’de yok olan işçi sınıfı değil, işçi örgütüydü. Yoksa işçisiz bir Türk burjuvazisi bulunacağı gibi garabetlere düşmekten kurtulunamaz… Ya Halk İştirakiyyun ne yaptı? İstanbul’a karşı aldığı tavırda millicilerden daha millici kesildi. İstanbul’da gerici bir saltanata ve burjuvaziye karşılık devrimci işçi kitleleri vardı. Halk İştirakiyyun sanki Anadolu işçileri başka, işgal altında bulunan işçiler başka iki yıldıza aitmişler gibi davrandı” (Kıvılcımlı, 2009b;40). İşçi sınıfının ancak sanayileşmiş ülkelerde olabileceğini düşünmek geleneksel bir hatadır. Kıvılcımlı kendisi Kurtuluş-Aydınlık grubu üzerinden komünist harekete katıldığı için İstanbul ve İzmir’deki işçi potansiyelinin ve bunların örgütlenme kapasitesinin farkındadır. Halk İştirakiyyun’un sınıf örgütlenmesi girişimleriyse daha ziyade Eskişehir bölgesi ile sınırlı kalmıştır. Bakü-İstanbul-Ankara hattında biriken komünist nüvelerin birbirleriyle organik bağlantılar geliştirmekte çok geç kalmış olması, her birinin çok daha kolay bir biçimde etkisiz hale getirilebilmesini mümkün hale getirmiştir. Güçlü devrimci aydın ve parti geleneklerinin bulunduğu ülkelerde ülke içi ve dışında kalan gruplar arasında çok güçlü iletişim kanallarının korunabildiğini biliyoruz. Oysa komünistler son derece kritik bir momentte birbirlerinden izole kalmayı içselleştirmişler, inisiyatiflerini güçlendirmek için bir araya gelme noktasında özel bir çaba harcamamış, Ankara Hükümeti ile kendileri gibi periferik ilişki kuran başka Kürtler olmak üzere diğer politik potansiyellerle koordinasyon geliştirme çabası içerisine girmemişlerdir. Anti emperyalist olarak kutsanan bir savaşın içerisinde sınıf savaşını daha güçlü zeminlerde büyütme perspektifi her zaman ikincil düzeyde kalmıştır. “Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’yı destekleyen Aydınlık grubu, savaş kazanıldıktan sonra da Mustafa Kemal’den yana emperyalizm ve kapitalizme karşı yayınlar yapmıştır. Dr. Şefik Hüsnü solcuların ulusal devrimcileri desteklemesi gereğinden söz eder” (Güzel, 2009;55). Ulusal kurtuluş savaşının desteklenmesi ne kadar doğalsa bunun önderliğini ele geçirmek için özel bir çaba içerisinde olmadan basit bir destekçi konumunda kalmak da o düzeyde bir zafiyet göstergesidir. TKP, kendisine çok sert biçimde yönelen bir rejime dahi Kürt isyanlarının bastırılmasında “geri üretim ilişkilerinin devrimci bir biçimde tasfiyesi” gerekçesiyle destek vermiş bu sayede de kendi deneyiminden dahi öğrenemeyecek bir otomatizme sahip olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Burjuva önderliğe alternatif bir önderlik geliştirememenin devrimci aydın geleneğinin zayıflığı ile bağı çok güçlüdür ancak Komintern politikalarının Çin ve Türkiye gibi ülkelerde ulusal burjuvazilerin desteklenmesi yönündeki dönemsel politikası da bu zaafiyeti büyüten etkiler göstermiştir. Komünist hareketin merkezinin çıkarlarıyla yereldeki güçlerin ihtiyaçları arasındaki zıtlaşmaların yönetilememesinin köklü sorunlara, önemli tarihsel olanakların ıskalanmasına yol açtığı açıktır. Ancak bu ilişkinin de özgüvenli bir biçimde sürdürülebilmesi kendisini birçok açıdan ispatlamayı başarmış ve kurumsallaşmış bir politik önderlik inşası ile mümkün olabilirdi.

Sonuç olarak komünist hareketin Türkiye’deki kökenleri açısından düşünüldüğünde 1919-1924 dönemine içerdiği olanaklar, çok yönlü iktidar mücadeleleri, komünist hareketin siyasi tarihimizde iktidara en fazla yaklaştığı özel dönem olarak bakmakta fazlasıyla yarar vardır. Burada yaşanan yenilgi İtalya ve Macaristan’daki kadar belirgin olmasa da siyasi etkileri açısından benzer biçimde uzun erimli sonuçlar doğurmuştur. Gramsci ve Lukacs’ın zihinsel dünyasının da 1918-1922 döneminin olanak ve yenilgileri tarafından şekillendirildiği düşünülürse benzer bir biçimde bu dönemin deneyiminden üstyapının altyapının gelişimi üzerindeki etkileri hakkında dersler çıkaran Kıvılcımlı’nın da bu yenilginin terse çevrilebilmesinin dinamikleri üzerinde durmayı esas aldığı düşünülmelidir.

Kaynakça

Ahmad, F. (1994) “Some Thoughts on the role of Ethnic and Religious Minorities in the Genesis and Development of the Socialist Movement in Turkey: 1876-1923”, M. Tunçay ve E. J. Zürcher (der.) Socialism and Nationalism in the Ottoman Empire 1876-1923 içinde, London: British Academic Press

Akal, E. (2008) “Rusya’da 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri’nin Türkiye’ye Etkileri/Yansımaları”, T. Bora, M. Gültekingil (der.), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce – Sol içinde, İstanbul: İletişim

Çulhaoğlu, M. (2008) “Türkiye’de Marksizm – Yapılabilecek Olup da Yapılmayan Nedir?”, T. Bora, M. Gültekingil (der.), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce – Sol içinde, İstanbul: İletişim

Erdem, H. (2010) 1920 Yılı ve Sol Muhalefet – Yeşil Ordu Cemiyeti, Hafi –(gizli)- Türkiye Komünist Partisi, Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası, (Resmi) Türkiye Komünist Fırkası, İstanbul: Sel

Güzel, C. (2008) “Türkiye’de Maddecilik ile Maddecilik Karşıtı Görüşler”, T. Bora, M. Gültekingil (der.), Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce – Sol içinde, İstanbul: İletişim

Kıvılcımlı, H. (2009) Yakın Tarihten Birkaç Madde, İstanbul: Sosyal İnsan

Kıvılcımlı, H. (2009b) Parti’de Konaklar ve Konuklar, İstanbul: Sosyal İnsan

Tunçay, M. (2005) “1920’lerde Sol Hareket”, 1920-1921’ler Türkiye’si ve Mustafa Suphi’lerin Dönüşü içinde, İstanbul: Tüstav

Sungur, S. (2020) “Bir İhtilal olarak Milli Mücadele (2): Anadolu’da sürekli devrim dinamikleri, Devrimci Marksizm, S. 44, ss. 31-90 

[1] Bu tespitin Ethem’in tutarlı ve ilkesel niteliğinden ziyade güçler dengesinin özgün koşullarından kaynaklandığı yeterince açıktır.

[2] Şaşırtıcı olan ise bu taktiksel açılımın günümüzdeki kimi solcular tarafından bile M. Kemal’in solculuğuna dair bir veri olarak alınabilmesidir.

[3] “Anadolu İnkılap hükümeti bu itibar ile Cihan İnkılabı’nı en tehlikeli bir geçidi üzerinde müdafaa ediyor demektir. Seri bir ihtilal hevesiyle, serseri fikirler arkasında büyük sarsıntılar vücuda getirerek bu geçidi düşman ve imperyalist dünyasına teslim etmek, cepheleri ve her türlü mukavemet teşkilatını zaafa uğratarak inkılabın ebedi düşmanlarına fırsatlar ihzar eylemek, kommünizmi hakiki ve samimi bir gaye olarak fikirleri, hisleri, kalpleri ve imanlarıyla kabul eden inkılapçıların cevaz verebileceği cinayetler değildir.”

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar