Ana SayfaGüncel YazılarSedat Peker ‘Vakayı Hayriye’si

Sedat Peker ‘Vakayı Hayriye’si

Osmanlı tarihinde, 1826’da yeniçerilerin yok edilmesine “Vak’a-i Hayriye” (hayırlı olay) denir. Yeniçeriliğin devlet karşıtlığı anlamına geldiği bir zamanda, devletin yeniçeri kışlalarını topa tutması devletlû açısından elbette gayet hayırlı bir olaydı. Demek, burada da, birçok momentte olduğu gibi, bir olayın hayır mı şer mi olduğunu konumunuz belirliyor.

Devletlû açısından, Sedat Peker’in bir buçuk aydır sürdürdüğü seri saldırı, kuşkusuz kötü bir olaydır. O halde, devlet karşıtlığı açısından Sedat Peker olayı gayet hayırlıdır. Gerisi, bu olayın sürece nasıl havale olacağına bağlıdır.

Kendini devletin bekasına adamış bir yönü mutlaka bulunan Peker, bu-devletin bekasına zarar veriyor şu anda. Bu işlemin, Peker’in kafasındaki ideal devlet adına olmasının ne önemi var! Peker’in devrimcilik için sokaktaki yani somut olarak karşıdaki bir düşman olarak yaşadığını biteviye anlatmaya da gerek yok. Bugünkü Sedat Peker’in kritik bir sapakta, kesişme momentinde olduğudur önemli olan.

Birçok olayı Peker’in anlatımıyla öğrenmiş olmak, devrimci bir bakış açısından, herhangi bir aydınlanmaya kesinlikle yol açamaz. Devrimci için Peker’in anlattığı olayların yapısallığı karşımızdaki devletin normalidir. Ancak bu normalliğe uymayan iki hususun varlığından söz etmek gerekiyor. Bu işlerin göbeğinde olan birinin yarattığı sarsıcı etki; ve Peker’in şu ya da bu şekilde temsil ettiği ideo-politik alanın devrim bakımından olanaklarının değerlendirilmesi.

Ancak baştan belirtilmeli: Peker’in seslendirdiği her yüce değerden devlet çıkarılmalıdır. Varsa ancak geriye kalandadır yücelik, mertlik, dürüstlük ve öteki kutsallıklar. Çünkü devletlû-olan her türlü yüce değeri bitiren, eriten, yozlaştıran bir kötü varlıktır.

 

Bir karşılaşma öznesi

Sedat Peker adındaki devlet bağlantılı faşist çete liderini biliyorduk, ama özel olarak 2015 başlarındaki bir açıklamasıyla dikkatimizi çektiğini vurgulamalıyız.

Bu tarihte Peker, DHKP-C’ye dönük bir mesaj yayınlamıştı. Mesajda, “Sizin büyükleriniz devlet düşmanı olsalar da kendilerince bir duruşları vardı. Kendilerini sorgulayan terörle mücadele şubesine eylem yapmaya çalışırlardı” diyordu Peker, oysa “Sizlerin gücü sadece belediye otobüsleriyle akşam evine giden vatandaşlara yeter. Molotof kokteylinizle siz ancak gencecik kızları öldürebilirsiniz ya da saraylardaki koruma polislerinin kulübelerine saldırı yaparsınız.”

Peker, Türkiye devrimciliğinin temel bir götürücüsü Parti-Cephe’nin yaşadığı ve bir dizi başarısız eylem girişiminde görülen sorunları kendi konumundan böyle saptıyordu. Bu düşman figür, devrimci hareketin acı bir gerçeğini yüze vuruyordu. Peker, İstanbul’daki kimi semtlerde polisin fethetme operasyonlarında çakallarıyla yer almışlığıyla da tanınıyordu Cepheli devrimcilerce.

Seri videolarının birindeki Öcalan’la ilgili sözü de karşılaşmaktan kaçınılamayacak bir gerçeği ifade ediyor. Peker; Öcalan Türkiye’ye getirildiğinde dünyanın dört bir yanındaki çok sayıda Kürt’ün kendini yakmasını dehşet ve teslimiyetle izlediğini ama buna karşılık Öcalan’ın teslim edildiği devletle, “yaltaklanarak” ‒kullandığı terim bu‒, uzlaşma arayışında olduğunu söylüyordu.

Peker’in bir buçuk ay boyunca yayınladığı videolarında belirginlikle yaptığının karmaşık bir ideo-politik manzara oluşturduğunun teslim edilmesi gerekir. Sözleriyle ülkedeki muhtemelen bütün başlıca ideo-kültürel alanlara çaprazlamasına etki icra ediyor. Peker’in sözlerinde İslami bir ton da var, isyancı bir ton da… Elbette Türkçü/Turancı boyut var, buna karşılık Kürtlere hitap eden ve Kürt sorununun çözümüne işaret eden bir yan da… Modernist topluluklara seslenen bir yan da var, pastoral nostaljilerle içli dışlı olanlara da… Hakim İslamiyet yanında Aleviliğin değerlerine de el uzatabiliyor Peker. Hatta, dilindeki bütün eril baskınlığa karşın kadın hareketinin bir yanına bile seslenebiliyor. Bunların üstünde bir yer olarak, kendini eleştirmeyi elden bırakmaksızın, bir etik anlayış oluşturmaya çalışıyor. Namus, ahde vefa, vicdan, mertlik, cesaret ve dava… Bu terimlerin kahpelik, kalleşlik, riyakârlık, alçaklık, istismarcılıkların bataklığı bir dünyadan seslendirilmesinin ilgi çekici olmadığı söylenemez.

Sedat Peker, bu bakış açısına nasıl sahip olabiliyor? Burada, Althusser’in, günlük yaşamın olaylarını açıklamak bakımından işlevli olan “karşılaşma teorisi”nden yararlanacağız. Peker, nedeni ne olursa olsun, düşman ve farklı cephelerin karşılaştığı momente nesne değil “özne olarak” girme gayretine sahip. Bunu herkesin yapamayacağı ve Peker’in bir özellik taşıdığı belirtilmelidir. Peker bir ideolojik, politik, kültürel karşılaşma alanında bulunuyor ve karşılaşma momentlerinin yeni ilişkiler ve özgülenmelere yönelebileceği ihtimalinin ‒çok zayıf da olsa‒ varlığını vurguluyor. Karşılaşma alanları şimşeklerin çaktığı, kıvılcımların saçıldığı, kısa devrelerin olduğu yerlerdendir.

Hayatta, yapısal işlevlerini yerine getirenler ve beklendiği gibi hareket edenler yanında, bir öznenin bakış açısından yapısallık dışına çıkan öğeler de vardır. Yapısallık dışına ‒kural olarak‒ karşılaşma / çatışma alanlarında bulunanlar çıkar. Cepheler aynı zamanda temas edilen karşılaşma yerleridir ve özne olarak karşılaşanlar arasında birtakım alaşımlar meydana gelebilir.

Karşılaşma alanlarındakilerin ezici çoğunluğu basit birer taşıyıcı olarak hareket eder ve vurup geçer. Ama sapaklar da ancak karşılaşmalardan çıkar. Karşılaşma alanında olmayanın karşılaşma, giderek etkileşme olasılığı yoktur. Peker, bu alanda olduğunu gösterdi. Devrimci bir bakış açısından Peker’i ilginç kılan, ifşaatları değil, düşmanların çok katmanlı ve geçişli karşılaşma momentinde bulunuyor oluşudur.

Sedat Peker, geçmişi ve geleceği ne olursa olsun, bugün, genel nitelikleri itibarıyla faşist demenin uygun olduğu Türk milliyetçileri içinde bir dinamiğin varlığını göstermesi bakımından önemlidir. Peker’in faşistler arasında hiçbir çizgiyi temsil etmeden kaybolacak bir şavkıma olması ihtimali dramatik olarak daha yüksektir. Fakat bu tek örnek, kesişme noktalarında, ya da karşılaşma anlarında “tutunum” ihtimaline işaret ediyor.

*

Aslında felsefenin, teorinin, ideolojinin, toplumsallığın ve elbette politikanın “politikası” karşılaşma alanlarında yapılır. İlişkiler alanındakilerle ilişkinin kesilmesini öngören bir hijyenik politikanın tutabileceği yeni bir alan olamaz.

Marifet, kendi steril dünyanda hijyenik duruşlar sergilemek değildir. Kazığını sağlamca çaktıktan sonra karşılaşma alanlarına cesaretle atılmak ve bu alanların deveyi iğne deliğinden geçirebilen dinamiğine dalmaktır marifet. Bulaşmayı, kirlenmeyi göze almayanın kudretlenme ihtimali olamaz. Bilinmeyen sulara atılmayanın gerçekleşme olasılığı olamaz. Bunun için kesinlikle akıncı bir ruha gerek vardır. Bu yollarda kaybolup gitmek de vardır, ama bu yollara düşmeyenler, gerçeğe egemen olmanın seçeneği olamazlar.

Lenin, Bolşeviklerin devlet açısından tehlikeli görünen yanlarının sosyalistlikleri değil Narodniklikleri olduğunu söylüyordu. Leninizm gerçeğe bu yönüyle egemen oldu.

*

Peki devlet? Peker’in dilindeki kutsal devlete ne diyeceğiz? İşte burası zurnanın zırt dediği yerdir.

 

Devletle çatışma

Devlet, pozitif ya da negatif anlamda tanımlayıcıdır; kendisiyle çatışanı düzelten, karşı saflara atan ettirgen bir gerçek, hakiki bir maniveladır. Devletle çatışan devrimci olur; bir kaza eseri devletle bir anlığına çatışan faşist bile çarpıcı bir sürece girebilir. Sedat Peker, ‒dilinde giderek bir kinayeye dönüşmekte olan‒ kutsal devletten ne kadar söz ederse etsin, somut ve karşıdaki devlete karşı kılıç sallamaktadır. Dinamik budur ve söz ettiği kutsal devletin ne mene bir şey olduğu meçhuldür. Örneğin, dilinde şimdilik nereye evrileceği belli olmayan bir simge olarak “Tayyip Abi” bulunmaktadır ve burada Tayyip Erdoğan, bir yandan himaye umulan patronajı, öte yandan kutsal devleti temsil etmektedir. Peker’in her an birini ötekine yaslayacak bir serseri yanı olduğu görülmelidir. Ancak ne olursa olsun, eğer genç kuşakların çok azının bile belleğinde kalacaksa, Peker’in sözlerinde anlatılan, kutsiyeti yerle bir olmuş somut devlettir. Kutsal devlet ise “şehitler”de, “Turan”da ve bilumum maddi olmayan, bu-devlette olmayan unsurlardadır.

Peker, kendine kulak verenler nezdinde, devletin kutsallığı tablosunun yaldızlarını sapır sapır dökmüştür. Varsın o milyonlar içinde sadece binlerce ya da yüzlerce Türkçü, Turancı oluşum yaşayan genç olsun. Kutsal vazifeler adı altında kimlerin dünyalığını doldurmaya çabaladığını anlatıp durmaktadır Sedat Peker haftalardır…

Kardeşi, bir düşmanla ilgili konuşurken “Biz devlete hizmet ettiğimizi sanırken meğer kullanılıyormuşuz” diyordu. Bu sözü esas kabul edersek, Peker ve kardeşinin bir yanlışlık içinde olduğunu çıkarmak gayet kolaydır. Çünkü, gerçekte hizmet ettikleri devletin kendisidir; bir an saf yüce değeri izlediklerini düşünürsek, bu zavallıların izlediği ideoloji devlet ve devletlû için basit bir güdüleme aracıdır. Devletlû için ahlak, Allah, ideal devlet kurumlarında vücut bulmuş dünyalıktır. Ancak elbette, Pekerlerin saf ideolojik özneler olduğunu sanmamalı; para-pulu olmayan bir devlet onlar için de pratikte yoktur ve onlar ancak dışına atıldıklarında üreyen bir bilince sahiptirler. Türklük ve Türkçülük, yapısal bir nitelik olarak devletin kucağında, koruması ve teşvikinde var olabilmiştir.

Peker’in bir an tamamen ideolojik politik saiklerle Suriye’deki Türkmenlere yardım ettiğini, yine aynı saiklerle devlet düşmanlarını ‒Kürt ve Türkiye devrimcilerini‒ öldürdüğünü kabul edelim. Fakat buradaki sorun şu: Bu figür, sadece birtakım oyunlarda kullanıldıklarını söyleyebiliyor. Yani devletin varlığı hiçbir şekilde ideolojik saikler doğrultusunda işlemiyor, tersine devlet onları kullanıyor.

Pislik” denmişti Peker’e… Normatif bir anlamda kullanacaksak, pislik devletin kendisidir ve Peker, devletle iç içe olduğu ölçüde pislikti, pisliktir, pislik kalacaktır. Sokakta eşit koşullarda dövüşenlerden birinin ötekine karşı pisliği ihmal edilebilir; gerçek pislik, dövüşenlerden biri sırtını devlet gücüne dayadığında ortaya saçılacaktır.

Devletle çalışan kirlenir, çatışan arınır.

 

İdeolojik Türklük

Peker’in hikâyesi, gerçekte Türklüğün ve Türkçülüğün devletle ne kadar iç içe geçtiğinin, daha doğrusu devlete ne kadar tabi olduğunun, devletin çete yönüne ne kadar bağlı olduğunun basit binbirinci kanıtıdır. Bu, elbette malumun ilamıdır, ancak Peker’de çok küçük de olsa bir olasılık belirmektedir. Peker, bir ideal de mutlaka içeren toplamında, sonucun, devletlû tarafından kullanılmak olduğunu söylüyor. Bu bildik eski hikâye, faş olduğu konjonktüre göre önemli birtakım etkiler yaratabilir.

Osmanlı’nın meşruiyet mottosu “Din ü devlet” (din ve devlet) gerçekte devletti; devlete tabi olmuş din anlamında. “Türk ü devlet” de devlettir; devlete tabi olmuş Türk’tür. Türk’e tabi olmuş devlet, ya da devletle özdeşleşmiş Türk değil. Burada söz konusu olan elbette Türk’ün töre ya da örgüt olarak devletliği değildir; Peker’in kendince anlattığı ve Türkiye’nin devrimcilerinin onyıllardır bildiği ve anlatmaya inatla gayret ettiği devlettir. Kirlenmiş devletin, temiz devlet arayışı anlamında, liberal tarih yazımı ve politikasıyla hiçbir ilgi içinde olması gerekmiyor; komünist devrimci bir tarih yazımının bağımsız olarak ulaşabileceği bir vargıdır bu. Türkçülük ve Türklük, bu topraklarda, tıpkı İslam ve İslamcılık gibi devlete tabi olmaklığıyla belirmiştir ve ancak devletten koparak, ondan uzaklaşarak ilerici bir nitelik ya da yön taşıyabilir. Türklüğün ve İslamın devletten uzaklaşması aynı zamanda ideolojikleşmesi ve kutsallaşması süreci olacaktır. Aksi halde düşmanlaştırılacak birer yönelim olmaktan sıyrılamayacaklardır.

Türkler, devletleriyle tarihtedir elbette. Ama Türkler devletli tarihleri sonucunda ve onun sayesinde, bugün “tarihsiz halklar”dan biridir; devletsiz Kürtler ise “tarihsel halklar” arasına girmiştir. Bu, bizce, Hegelci bu anlayışın tarihsel paradoksudur. Türk toplumları, devletlerin kireçlenmiş varlığının dışında bir dinamik üretememektedir. Adriyatik’ten Çin Seddine kadar Avrasya’nın en geniş alanlarına yayılmış bir toplumlar yığınıdır Türkler, ama geçen yüzyılın ilk çeyreğinden sonra hiçbir önemli dinamik barındıramamıştır.

Peki, bu durumda, Türk ve Türklük ile aramıza geçilmez bir duvar mı örmeliyiz? O taraflarda ne olacağından bağımsız olarak bizim o tarafları görebilen bir konumda olmamız ve o taraflarda oluşabilecek en küçük bir olanağı bile değerlendirebilecek bir potansiyel açıklıkta bulunmamız elzemdir. Bunun teorik / kategorik gerekçesi, o tarafta yaşanan iç çelişkilerdir. Çelişki varsa olasılık vardır. Çelişki teorik, ideolojik, örgütsel, politik ve toplumsal olabilir; her bir alan bir olanaktır. Türk ve Türklük neden düşmanın malı olsun ve kalsın.

Kritik soru şudur: Gelecekte yükselecek bir devrimci mücadelede ya da patlayacak bir iç savaşta, Türk milliyetçilerinin küçük de olsa bir parçasını bu tarafa alabilmek, dolayısıyla Türklüğü kategorik olarak karşı cepheye bırakmamak mümkün müdür?

 

Çok küçüğün çok büyük önemi

Bugün yiğitlik, devletin korumasından çıkmayı göze almaktır. Bir devrimcinin yaptığıdır yiğitlik; her türlü dezavantaja karşın devlet gibi bir kudret odağına saldırmayı göze almaktır. Sedat Peker, gözünü devlet patronajında ve para ilişkilerinde açmış biri. Varlığının devlet olmaksızın sürebilmesi, karşılaşmasının bir olasılığının tutunup tutunamayacağını gösterecektir.

Peker’in dediklerinin doğrudan Tayyip Erdoğan’ı hedefleyerek yanındaki yöresindekileri vurduğunu, bu ikisi de, biz üçüncü konumdakiler de gayet iyi görüyoruz. Buna karşılık Peker, patronajcı tutumundan vazgeçmiyor. Öcalan’a yiğitlik dersi veren Peker, “Tayyip Abi”sine tehdit ve selamı aynı anda çakıyor. Geldiği âlemin usul ve erkanının bu olduğunu gayet iyi biliyoruz. Yayınladığı telefon görüşmelerindeki riya dolu sözlerde de görülüyor bu özellik.

Geleceğinin ne olacağını elbette bilemeyiz, fakat onun “ya herro ya merro” deyişi bile başlı başına bir sonuçtur. Bugünkü Peker, kendi başına bir sonuçtur. Biz, her ne olursa olsun, ne kadar zayıf olursa olsun, Peker olayının giderek tamamlanarak bir olguya dönüşmesi ve “Türk devleti”ne karşı bir “Türkçülük”ün bir kılcal iz olarak belirme olasılığına dikkat etmek gerektiği kanısındayız.

Bugün ve tarihin ötesinden beri İslamı nasıl temsil ediyorsa, Türklüğü de devlet temsil ediyor. Devletin dışında varlık kazanmış bir İslamın ve Türklüğün olasılığının bile son derece önemli olacağı açıktır.

Devlet patronajı Türklüğü bitiriyor, kemiriyor. Bu yüzden örneğin Kürtler savaştıkça arınırken Türkler savaştıkça kirleniyor. Suriye ve Irak’taki Türkler, TC’nin büyük gücüne karşın bölük pörçük ve iradesiz bir pelte halinde. Benzer şekilde bir patronaj içindeki Güney Kürtleri de kirleniyor. Asıl vahimi, Türkiye Türklerinin de bir peltemsi yığın olmasıdır. Türklük, devlete bile yaramayan bir pörsüme yaşıyor. Bu ortamda Peker, böyle bir Türklüğe karşı dinamiğin, canlılığın sesi oluyor. Belki ölümden önceki son çığlık, belki de Türklükten umudu kesmemek için ilahi bir uyarıdır. Her halk gibi, tarihin devrimci dinamiğine Türklerin de Türkler olarak enerji aktarması beklenir. Türkler olarak Türklerin ocağında da devrim ülküsü alazlanabilir. Sedat Peker için çok geç olsa da, ona kulak veren genç Türklerin ‒40 yaş altı da değil, en çok 20’lerindekiler olmak üzere‒ içinde devrim kıvılcımları çakması fena mı olur. İşte o zaman hayırlı olay, “hayırlı süreç”e dönüşür.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar