Ana SayfaGüncel YazılarAlain Badiou ile Söyleşi: Fikirlerin Amblemi Altında Yaşamak

Alain Badiou ile Söyleşi: Fikirlerin Amblemi Altında Yaşamak

Alain Badiou ile Söyleşi: Fikirlerin Amblemi Altında Yaşamak

  

Octave Larmagnac-Matheron
Çeviri: Jülide Yazıcı

Evrensellikten bahsetmeye cüret eden ender çağdaş filozoflardan biri olan Hegelci-Platoncu Alain Badiou, yaygın rölativizmin ve bugünün sofistlerinin karşısında her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz filozof Platon, diyor. Felsefenin babası için olduğu gibi, Badiou için de yaşanmaya değer tek yaşam, bir hakikatin işareti altında konumlanmış olan yaşam.

*

Seminerlerinizden birinin ismi Bugün için: Platon! idi. Sizin nazarınızda ölümünden 2500 yıl sonra Platon’u hâlâ güncel kılan nedir?

Alain Badiou: Bunun gayet bariz bir negatif sebebi var: Platon’un zamanında Atina’da olduğu gibi, bugün de entelektüel dünyaya hâkim olan, felsefeye dair bir şey söylemeyen, düşüncenin sorumluluklarının betimsel, “sümsük, miskin”, günü kurtaran bir kavranışı. Kimliği aslında katı biçimde ideolojik olan insanlar “yeni filozoflar” olarak adlandırıldı: azılı komünizm düşmanlığı, koşulsuz bir kapitalist ve emperyal Batı yanlılığı, ve “düşünce özgürlüğü”ne biçilen mutlak değer. Bu benzetme için affedersiniz ama, felsefenin medyatik bir kavranışı diyebiliriz. Eh, tüm bunlar karşı koyulamaz biçimde, Atina’da sofistler olarak adlandırılan ve Platon’a göre ayrıcalıklı felsefe düşmanı olan kişileri akla getiriyor. Bu sebeple, Platon’a geri dönmek, bu liberal oportünizme karşı savaşmak için bana gün gibi gerekli bir adım görünüyor.

Aynı biçimde yaygın rölativizme karşı savaşmak için de mi? Platon bizi evrenseli bulmaya mı davet ediyor?

Badiou: Kesinlikle. Kaldı ki eğer hiçbir evrensel hakikat var olmasaydı, felsefeden bahsetmeye gerek olmazdı, “ideoloji” kelimesi yeterli olurdu. Ayrıca ne yeni ne de filozof olan yeni filozoflarımızın, antikomünizmlerini temellendirdiklerini sanarak, “ideolojilerin sonu” temasını ilan etmiş olmaları da neredeyse komiktir. Eğer bizim ülkelerimizde, tüm “demokratik” Avrupa’da diyelim, bir ideoloji, hem de baskın bir ideoloji varsa, bu tam da onların heyecan içinde arkasına sıralandıkları liberal rölativizmdir. Platonizmin kurucu jestlerinden biri Site’deki hâkim zannı örgütleyen ideolojinin ne olduğu üzerine düşünmektir. Bu aynı zamanda bir Platoncunun neden, Atina’da ve bugün bizde var olan seçim demokrasisinin eleştirel felsefesiyle ilgilenmesi gerektiğinin yanıtıdır.

platon

Platon gibi siz de matematiğe büyük bir yer ayırıyorsunuz. Neden?

Badiou: Birisi, hakiki olanla ilgili olduğunu veya daha genel olarak normatif bir değer taşıdığını iddia ettiği bir şey dile getirdiğinde, bu kişinin, kim olursa olsun, rasyonel ve kamusal bir tartışmada iddia ettiği değeri savunabilmesi beklenir (Platon’un “diyalogları” gibi). Ya da şöyle diyelim: rahip, kral, peygamber ya da bir dilenci olsun, ve hatta Tanrı olsun, konuşanın toplumsal vasfı bir önem taşımaz. Konuşan kim olursa olsun, onun önermelerini temellendiren, sözlerine destek olarak sunduğu kanıtlardır. Felsefe, bu anlamda, kutsal her sözün ya da mevcut iktidarlara yüklenen tüm değerin yerinden edilmesidir. Matematik elbette ki bunun en mükemmel modelidir: iyi tanımlanmış bir mantığın alanında, bir önermenin kabulünü yalnızca kanıt sağlayabilir. Tam da bu yüzden, Spinoza’nın tekrar tekrar söylediği gibi, matematik olmadan insan cahil ve dini efsanelerin esiri olarak kalırdı. Platon’a gelecek olursak, o, Site’yi yönetme iddiasında olandan, 10 yıl boyunca çok zorlu alanları da dahil olmak üzere matematik çalışmış olmasını bekliyordu!

O halde, matematik sizin için gerçeği tanımlamanın en uygun yolu mu?

Badiou: Benim ontolojik aksiyomum, basit ve karşı çıkılması zor bir iddianın üzerinde yükseliyor: Var olduğunu deneyimlediğimiz her şeyde ortak olarak bulunan şey, kendilerini çokluk olarak sunmalarıdır. Bir’in her görüngüsü çokluk ve çoklukların çokluğu içinde çözülür. Cantor’un icat ettiği ve o zamandan beri müthiş gelişme gösteren kümeler kuramı, yalnızca çokluk olarak çokluğun temel bir teorisidir. Tüm küme, temel bir ilişkiden, bir aitlikten yola çıkılarak tanımlanır. x y yazmak, x’in y’nin elemanı olduğunu söylemektir. Fakat x’e gelince, o da bir kümedir. Böylece bir çokluktan, onu meydana getiren çokluklara ineriz. Ve eğer bu iniş esnasında, bir durma noktasına varırsak, bu, Bir gibi bir şey değildir, yalnızca sıfır-çokluktur, boş kümedir, olarak notlandırılır. Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur: kümelerin matematiksel teorisi, benim “Bir’siz çoklu” olarak adlandırdığım saf çoklu’nun tüm ontolojisinin yeterli formalizasyonudur. Neredeyse Tanrı’sız çoklu bile diyebiliriz.

Platon gibi evrensel hakikatlerin varlığını ileri sürüyorsanız, aynı zamanda onların olaylar yoluyla olumsal meydana gelişini de savunuyorsunuz…

Badiou: Bir hakikatin her zaman belirlenmiş bir durum içindeki bir yaratımın sonucu olduğu gerçeğinden yola çıkmak gerekiyor. Bu, bizim bildiğimiz biçimiyle Antik Yunan’da doğan matematik için geçerlidir, fakat aynı zamanda Newton’un fiziği, Einstein’in genel göreliliği, Shakespeare’in tiyatrosu, Picasso’nun resmi, Marx’ın toplumlara ilişkin politik analizi, Çin’deki Kültür Devrimi, Dante’nin Beatrice için olan aşkı, evrensel bir değeri örnekleyen tüm şeyler için geçerlidir. Bunun doğuşunu anlamak için, formel bir düzeyde, ister tarihsel olarak belirlenmiş büyük bir küme olsun, örneğin Antik Yunan, 17. yüzyıl İngiltere’si, ya da 20. yüzyıl Çin’i, bir “durum” olarak adlandırdığım şeyden yola çıkmak gerekiyor. Evrensellik, bu tür bir çokluğun içindeki bir yaratımdır. Fakat “yaratım”, yaratıldığı çokluğun katı yasaları içinde öngörülebilir olmayan bir şeyin üretildiği anlamına geliyor. İşte bu yüzden, bu “bir şey”in üretiminin ilk kökeninde, bir olay olarak adlandırdığım şey bulunmalıdır: durumun yasaları tarafından yönetilmeksizin, söz konusu durumun “başına gelen” bir çokluk. Bu köken noktasının desteğiyle, Özne olarak adlandırdığım şey işler; bu özne, bu sefer durumun yasaları içerisinde, fakat olayın “başa gelmesinin” sonucu olarak, evrensel bir değere sahip olan yeni bir çokluk inşa eder; çünkü içinde yaratıldığı durumun belirlenmiş ürünü değildir. Bunun için en basit örneğim, verili bir dünyada, olumsal biçimde meydana gelen bir şeyden itibaren bir aşkın inşasıdır: bu durumda iki öznenin karşılaşmasıdır. Lacan’ın dediği gibi: “[Bir öznenin] varlığı, karşılaşma içinde ona ‘yanaşan’ aşktır”. Diğer bir deyişle, aşk bir başkasının varlığına yaklaşmanın evrensel deneyimidir.

O halde, hakikat evrensel, fakat tarih boyunca çeşitli biçimlerde somutlanıyor?

Badiou: Öncelikle, ve kesin olarak, bu konuda kendimi Platon’dan ayırıyorum, asla “hakikat” demiyorum, fakat “bir hakikat” ya da “hakikatler” diyorum. Neden? Çünkü, verili bir durumda bir yaratım sürecinin ürünü, kaçınılmaz olarak, duruma dahil olmakla sonuçlanan bir çokluğun ontolojik biçimini alıyor. Bir hakiki-çokluğu, herhangi bir çokluktan ayıran şey, şüphesiz, benim felsefemin en nazik noktasını oluşturuyor. Bu farklılık şu olguya dayanıyor: yaratım olarak hakiki-çokluk, olaydan önce zaten mevcut olan niteliklerden, ya da sıfatlardan hareketle tanımlanamaz, çünkü onun kökeni olayın içinde bulunur. Bu esaslı özelliği adlandırmak için, matematikte benim olay üzerine felsefi biçimde düşünmemi sağlayan şeyi keşfetmiş olan Cohen’in terminolojisine başvurdum. Cohen jenerik kümelerden bahsediyor. Kabaca, bu kümenin elemanları ortak bir özellik tarafından bir araya getirilmemiştir, bu yüzden küme, durumun mevcut özellikleri bakımından, tariflenemez bir şeye sahiptir. İşte burada, bir hakikatin evrenselliğinin doğuşunu buluruz: duruma özgü bir özelliği sunmaz; başka durumlarda, belki olası tüm durumlarda, bir hakikat olarak tanımlanabilir. Bir hakikatin varlığının, bu tip bir çokluk olduğunu söyleyebiliriz, yani jenerik bir çokluk.

Platon bilhassa oluş hususunda güvensizdi. Sizin hakikatler-olaylar teoriniz bu bakımdan anti-Platoncu değil mi?

Badiou: Biliyorsunuz, modernitenin felsefeye nüfuz edişinin zamanın titiz biçimde hesaba katılmasıyla el ele gittiğini şüphe duymaksızın söyleyebiliriz. Platon sıklıkla duyumsanabilir-kavranabilir (sensible-intelligible) karşıtlığına indirgenir. Bu yorumun bayağı bir basitleştirme olduğunu gösterebiliriz. Fakat şu doğru ki Platon için, hakikatlerin doğuşu diye bir şey yoktur, sadece bir görü (intuition), bir keşif vardır. Kant’la birlikte, zaman üzerine tefekkür, felsefenin merkezi bir problemi haline geldi, zaman kavramın orada-oluşudur (die Zeit ist der Begriff da), diyen Hegel ile bu durum iyice pekişti. Ben modern bir Platoncuyum, bu yüzden bir Hegelci-Platoncuyum. Ayrıca, hakikatlerin belirişini ve konumlanışını ‒ki ben bunların içkin sonsuzluğunu, onların geçici orada-oluşları aracılığıyla kavramayı sürdürüyorum‒ zaman içinde anlamak gerektiğini düşünüyorum. Açımlanmasını sağlama, varlığını gerçekleştirme olanağı bir ya da birçok öznenin faaliyetine bağlı olduğu için, insan özneler için, bir biçimde retroaktif olan bir sonsuzluk. Önermiş olduğum olay teorisine dayanarak, “zaman bir sonsuzluğun olası orada-oluşu’dur” denebilir.

Platon, tekrar tekrar, Fikirlerin amblemi altında yaşamanın önemini vurguluyor. Siz de, bir hakikat ile ilişki içine yaşamanın; yaşanmayı hak eden bir hayatın, gerçek bir hayatın, eğer bir antik gibi konuşacak olursak iyi bir hayatın anahtarı olduğunu söylüyorsunuz.

Badiou: Platon’a göre yalnızca, Fikirlerin izi altına yerleştirilmiş bir hayat yaşanmayı hak eder. “Kimi” hakikatlerin amblemi altında yaşamak, ki bu ne basittir ne de daima sürdürülebilirdir, evrensel’e dahil olmaktır. Bu dahlin yerelleşmiş biçimleri vardır, eğer kuvvetli bir hayranlık duygusuyla muhteşem bir tabloya bakıyorsanız, öznel olarak “hakiki” olanın imparatorluğu içindesinizdir. Evrensel olarak kurulmuş politik temalarla ilgili bir eyleme katıldığınızda da, örneğin adaletin olanaklı temsilleriyle ilişkili bir eyleme, aynısı olur. Veya çetin bir çabanın ardından nihayet bir teoremin zor kanıtının kapsamını ve mantığını anladığınızda. Ya da bir sahilde, alt üst edici bir kuvvetle, yanınızda uzanmakta olan kadına aşık olduğunuzu, aşık olmanın ne demek olduğunu, söylenemez olanın (indicible) sınırında olanı keşfettiğinizde. Tüm bunlar hakiki yaşamı oluşturur. Fakat bu hakiki yaşamın, daha yaygın, daha aktif biçimleri vardır; mesela, bir durum içinde inşa edilmekte olan bir hakikate olay-sonrası (post-événementielle) katılım, sizi sürekli bir angajmana, tekrarlanan keşiflere, jenerik bir çokluğun üretimine zorlayan katılım; ister politik aktivizm olsun, ister bir roman yazmak olsun, ister büyük bir aşkta yaşanan bir krizin çözümü ya da biyolojide yeni bir deneysel aygıtın keşfi olsun…

Size göre, “hakiki olanın duygusu” diye bir şey var, buna basitçe mutluluk diyorsunuz. Bu, felsefe diğerlerinden farkı olmayan bir teorik ve akademik bilim olamaz, varoluşu derinden dönüştürmelidir, diyen Platon’un duyusunu tekrarlamanın bir yolu mu?

Badiou: Felsefe, her şeyden önce hakiki bir hayatın yollarını aydınlatmalı ve göstermelidir. Çünkü ikincil bir disiplindir. Felsefe, hakikatlerin hizmetindedir ve kendisi bu hakikatlerden biri değildir, dosdoğru söylemek gerekirse. Bireylerin hayatlarını hakikatlerin öznelleşmesi (subjectivation des vérités) içine yerleştirmeye çalışır, ve kendini mutlulukla açığa çıkaran hakiki hayatın orada olduğunu savunur. Hakikatler, tatmin aldatmacasından ayrı tutulması gereken mutluluğun tek gerçek dayanağıdır. Ne var ki bu mutluluk fiziktir, gerçeğin içinde deneyimlenir. Felsefe ise bu fiziğin metafiziğidir, onun olanaklılığının öğretimidir.

Hakikatlerin evrenselliği ile onların ifadelerinin çeşitliliğini nasıl uzlaştırabiliriz?

Badiou: Bu husus çok önemli. “Hakikatlerin içinde” yaşamak için onları öznelleştirmek gerekir ki bu her daim tekil bir işlemdir. Şöyle diyelim: bir hakikat jenerik bir çoklukken, bir adam, bir kadın, bir birey olarak adlandırdığım şey, veya bir insan hayvanı, sıradan bir çokluktur. Tüm mesele, bir insan hayvanının bir jenerik çokluk ile ilişkiye girmesidir. Burada detaylara giremem, fakat bu soruya ayırdığım iki kitabın sonucunun temel önemde olduğuna inanıyorum: Tekil kimlikler tekilliklerinden vazgeçmeden evrenselde ortaklaşabilir, fakat yalnızca bu değil, tersi de geçerli, bir evrensellik yalnızca, riske atılmış olan tekillikleri hiçbir biçimde yok etmeden, onları hakiki bir yaşamın paylaşımında mutlaklaştırdığı için gerçekten evrenselliktir.

Size göre tüm insanlar hukuken hakikatin bu “çağrı”sına cevap verebilir. Sizi, Devlet’i yeniden yazımınızda, belki de orijinaline aykırı olarak, Platon’u komünizm fikrinin öncüsü olarak resmetmeye iten sebeplerden biri Platon’da sıklıkla hissedilen entelektüel aristokratizmin bu sorgulanışı mı?

Badiou: “Orijinaline aykırı olarak”, hiç de değil! Biliyorsunuz, 19. yüzyılın ütopik komünistleri Platon’un kendilerinden olduğunu düşünüyordu. Çünkü, Platon’un ideal Site’sinde, yöneticiler (Devlet’te “filozof kral” yoktur, sadece muhafızlardan oluşan bir kolektivite vardır) mülk sahibi olamazdı, her şeyi paylaşmak ve kendi mutlulukları ile Site’nin mutluluğunu eş görmek zorundaydılar. Elbette, o zamanın bağlamında, muhafızlar herkes değildi, durum bundan çok uzaktı. Yine de şunu fark etmeliyiz ki büsbütün bir “doğal köle” teorisi yapmış olan Aristo’dan farklı olarak, Platon Devlet’te köleler hakkında pek konuşmaz. Menon’un ünlü bir sahnesinde bir köleye yer verilir, ama neden? Bu kölenin, herkes gibi, zekice bir matematiksel kanıtın hakikatinin parçası olabileceğini göstermek için! Bu, kendi zamanı için, en hafif tabirle, ilericilikte epey ileri gitmektir. Platon’un aynı zamanda feminist olduğunu da ekleyelim, evet, aynen öyle! Bir kadının da ideal Site’de mükemmel bir muhafız, haliyle bir yönetici olabileceğini söyleyerek genç dinleyicilerinin gözünde skandala imza atıyordu. Bence Platon “doğal filozof”u ender bulunur bir şey olarak tanımladığında, ki bu onu nihayetinde katlanılmaz bir öjenizme götüren şeydi, zamanının önyargıları içindeydi. Ayrıca bu önyargılar hâlâ mevcut, felsefenin anaokulundan itibaren verilmesi gereken temel ve evrensel bir eğitim olduğunu kim düşünüyor? Çocukların metafizik eğitimi ve vaftizi neden her türden rahibe bırakılıyor? Şu sorular evrensel olarak çocukları büyüler: Yaşamanın anlamı nedir? Bir Fikir nedir? Dünya sonsuz mu? Benim ve bir diğerinin ortak menfaati nedir? Ya da Bir ve Çoklu problemi. En acil olarak ihtiyaç duyduğumuz Platon, aristokratizmini bırakmış bir Platon’dur, kaldı ki doktrininin geri kalanı düşünüldüğünde ondaki bu öğe zaten paradoksaldır. Böylece, zaten zaman zaman kendini göstermiş olan geri gelecektir: felsefi komünizmin ilk hocalarından biri. Doğruyu söylemek gerekirse, aristokratik ya da modern kapitalizm anlamında liberal bir filozofun hiçbir anlamı yok bence. Descartes ve Hegel’e ihtiyaç duyduğumuz gibi, Platon’a ihtiyacımız var, ve Arşimet’e, Evariste Galois’e, Newton ve Einstein’e, Bach ve Schönberg’e, Leonardo da Vinci ve Braque’a, Spartacus ve Robespierre’e, Marx ve Mao’ya, ve başka birçoklarına; bu eski neolitik dünyadan, “özel mülkiyet, aile, devlet” üçlüsünün dünyasından, bata çıka ilerlediğimiz bu dünyadan çıkmak için, sıradan yaşamı tekrar büyülemek için, gerçek mutluluğun yolunu bulmak için, tüm insani tekilliklerin eşit biçimde hakikatlerle karşılaşma içinde mutlaklaşabilmesi için onlara ihtiyacımız var.

Platon’a geri dönmenin aciliyeti bundan mı kaynaklanıyor? İlk soruya dönecek olursak…

Badiou: Tekillik ve evrensellik bağlantısının yeniden inşası, hakikat fikrinin onarılması, jenerik çoklukların deneyimi olarak hakiki yaşamın hedeflenmesi, entelektüel, politik ve varoluşsal eşitlikçilik, matematiğin, sanatsal yaratımların, aşk karşılaşmalarının ve politik angajmanların var olmanın tüm hakiki tadını oluşturduğu gerçeği, bugün her yere yayılmış ticari bir kavram olan tatmine karşı mutluluğun değer kazanması, tüm rekabet kategorisinin bir kenara bırakılması, tüm bunlar, insanlığın önünü onun kendi sonsuzluğuna doğru açacaktır. Eğer gerçek filozofların çabalarına rağmen bunu yapmaya aciz olduğu ortaya çıkarsa, insanlık, Sartre’ın yaklaşık olarak dediği gibi, dar gezegenimiz üzerindeki Yaşamın tarihinde, karıncalardan pek de fazla bir öneme sahip olmamış olacak.

Kaynak: Philosophie dergisinin “Platon: Comment sortir de la caverne?” (Platon: Mağaradan nasıl çıkmalı?) konulu özel sayısında yer alan Alain Badiou söyleşisi. Vivre sous l’emblème des idées. Octave Larmagnac-Matheron. Philosophie Magazine, Hors-série: Platon: Comment sortir de la caverne? Paris, 2020. S. 76

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar