Marksizmin Çapraz Politikası

Yatay ve dikey politika anlayışlarına karşı
ezilenlerin devrimci yolu

 

Dünyada bir devrimci durum olduğuna ya da dünya devriminin dalga dalga yayıldığına inanıyor kimileri. Büyük ve imrenilesi bir coşkuyla dünya devriminin çoban ateşlerini sıralıyorlar. Bir, iki, üç, … on, …on iki… Elbette Türkiye de var dünya devriminin ülkeleri arasında. Onlarca ülkede, yedi iklim dört bucakta dünya devriminin bilmem kaçıncı dalgasının kabardığını ya da devrimci durumun yaygınlaştığını yazıyorlar inançla, şevkle.[1]

Başka bazılarının görüşleri tamamen farklı. Çeşitli yerlerde hareket halinde olan kitlelerin varlığını reddetmiyorlar. Ama “çok tehlikeli olan örgütsüzlükleri, harekete geçme biçimleri, ortak düşünüş ve stratejik öngörüden istemli bir biçimde yoksun oluşları”ndan, “Cisimleşmiş herhangi bir liderliğe, merkezileşmeye, birleşmiş kolektiflere obsesifçe duydukları korku”dan söz ediyorlar.[2]

“Açık ki aşırı-solcular, anti-faşistler, Gece Ayakta’nın henüz uyanmış uykucuları ve her zaman için dişlerini geçirecekleri bir ‘hareket’in arayışında olanlar, ‘yaklaşan isyan’ hakkında yüksekten atanlar demokratik (ki gerçekte kısa süreli ve bireyselci olan) açıklamaları kutluyor, merkezsizleşmiş meclis kültünü piyasaya sürüyor ve yakın zamanda Bastille baskınını yeniden gerçekleştirmeyi hayal ediyorlar. Ama bu sevimli karnaval beni etkilemiyor. Yaklaşık on yıldır ya da daha uzun süredir bu tutum pek çok insanın her yerde karşılığında ciddi bedeller ödediği korkunç yenilgilere sürükledi. Aslına bakılırsa yakın zamandaki tarihsel kesitte meydana gelen ‘hareketler’ ‒Mısır ve ‘Arap Baharı’ndan ‘Wall Street’i İşgal Et’e, bu hareketten Türkiye’deki büyük meydanlara, Türkiye’den Yunanistan’daki isyanlara, Yunanistan’dan her türlü indignados’a, indignados’tan Gece Ayakta’ya, Gece Ayakta’dan Sarı Yelekliler’e ve daha nicelerine‒ gerçekler ve bugünün dünyasını yöneten amansız kurallardan oldukça bihaber duruyorlar. Sarhoş edici hareketler, yürüyüşler ve her türden işgal sona erdiğinde karşılaşmanın zorluğu, her zaman yenilgiye uğramaları ve rakiplerinin bu süre içerisinde güçlenmesi karşısında hayrete düşüyorlar. Ancak gerçekte olan, bu hareketlerin çağdaş kapitalizme karşı sahici bir antagonizmayı, evrensel ölçekte bambaşka bir yolun başlangıcını temsil bile etmemiş olmalarıdır.[3]

Bunun açık bir gerilim olduğu besbelli. Dünyanın çeşitli bölgelerinde süren kitlesel hareketlerin, götürücüsü olmasa da önemli bir öğesi olan bir tek örgütlenme gösterilmiyor. (Kürdistan Hareketi ve Filipinler Komünist Partisi gibi uzun bir devrimin örgütleri bu cümleden sayılamaz.) Tam tersine, bu hareketlerin ilginç bir biçimde örgütlenmeye ‘bilinçli’ bir şekilde karşı olduğu görülüyor. Ama gerilimin asıl kaynağını, yaygın kitle hareketlerinin neden örgütlenmesi gerektiğine ilişkin soru oluşturuyor.

Dünyada yükselen kitle hareketlerinin, örneğin geçen yüzyılın ‒dar anlamda anlaşılmış 68 hariç‒ çeşitli zamanlarında yükselen hareketlerden bazı farklarının olduğu ve bu ayrımlar üzerinde durmanın günümüz özgüllüğünü yakalamak bakımından tayin edici olduğunun görüleceği anlaşılıyor.

*

Teori ve Politika’nın 79. sayısında yer verilen bir söyleşide[4], Arjantin’de “çaprazlamasına” bir feminist hareketin ortaya çıktığı ve bu hareketin, “Arjantin toplumunun yüz yüze olduğu çok boyutlu krizin farklı bileşenlerini (ekonomik, ekolojik, siyasal, kültürel, cinsel ve duygusal) ideolojik ve siyasal olarak birleştirdi”ği söyleniyordu. Bu görüşe göre, “feminist hareket, Arjantin’de sınıf mücadelesinin merkezi birleştirici zinciridir” ve “anti-kapitalist bir bilincin ‒toplumun, ekolojinin ve siyasetin çok boyutlu krizine göğüs gerebilecek ölçüde genişliğe sahip bir bilinç[tir bu]‒ kendisi dolayımıyla güçlendirilmesini sağlayabilecek en olası taşıyıcı harekettir”.[5]

İçinde bulunduğumuz mücadele birimi açısından da önemli bir konuyu gündeme taşıyor bu görüşler. Türkiye’de kadın meselesi son yıllar boyunca bütün muhalefet hareketini çapraz kesen bir nitelik arz etmekten öte, toplumun egemen çevrelerini de boylu boyunca yaran bir özellik gösteriyor. ‘İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili olarak geçen aylarda yaşanan tartışma, meselenin Tayyip Erdoğan iktidarı açısından bile bir iç boyut taşıdığını gösterdi ve Tayyip Erdoğan, hiç hazzetmediği bir terimi, “kadın cinayetleri”ni kullandığı açıklamalar yapmak durumunda kaldı. Tayyip Erdoğan, bu dalgaya dayanarak, CHP içinde yaşandığını ileri sürdüğü kadınlara yönelik taciz iddialarını özel olarak öne çıkarmayı bir politik “taktik” olarak işliyor. Beri yandan, geçen haftalarda yaşanan taciz iddiaları üzerine başlayan güçlü dalgalanma, konunun sol hareketleri ve kültür âlemini de boydan boya kat eden bir özelliğe sahip olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Kadın hareketi, bugün Türkiye’de de kuşkusuz muhalefet hareketinin önde gelen dinamiğidir ve muhalefetin genel olarak üzerinde ortaklaştığı ‒herhalde‒ tek hareket ve konu kadınlara ilişkin olandır. Kadın hareketi, içinde bulunduğumuz dönemde muhalefet hareketlerinin karakteristiğini ‒muhtemelen‒ en iyi yansıtan, muhalefetin eğilimlerinin mantıksal sonucunu gösteren bir özelliğe sahip. Kadın hareketinin birçok konuda toplumsal muhalefetin geri kalanından çok daha fazla deneyimi olduğu ve ön açıcı olacağı haklı olarak söylenebilmektedir.[6] Bu yüzden, günümüz muhalefet hareketini kadın hareketi ekseninde ele almak yol açıcı olabilecektir.

Aşağıdaki satırlar boyunca bu görüşlerin günümüzde dünya ölçeğinde muhalefet hareketinin temel bir paradoksunu berrak bir şekilde anlattığı ve bu halin, içinde bulunduğumuz yıllar boyunca muhalefet hareketinin aynı zamanda temel açmazı olduğu tartışmaya çalışılacaktır.

 

1. Yatay politika

Yatay politikanın doğası

Kadın hareketi, ‘doğası gereği’ ve ilan ettiği hedefler bağlamında, ideal başarısıyla bile, muhalefet hareketinin gözden kaçırılamaz bazı bileşenlerinin politik menzilini çapraz ya da başka bir çizgiyle kesemeyecek, dolayısıyla onları birleştirmeye yetmeyecek bir niteliğe sahiptir.

Kadın hareketi politik iktidarı ele geçirmeyi hedeflemiyor. Bu, onu, en baştan bir niteliğe raptediyor. Buna, politik iktidarın, tüm düzeyleriyle toplumsal varlığı dikine kesen bir nitelik olduğu analojisini izleyerek, ve kadın hareketinin bu alanın dışında olduğundan bahisle ‘yatay politik nitelik’ diyeceğiz. Kadın hareketi, iktidarı fethetmek anlamında hiçbir zaman dikey politik nitelik kazanmayacaktır. Bu, başarısı peşinen tanımlı ya da bir başka açıdan, kısıtlı bir harekettir. Ancak buraya kadar hiçbir ilkesel sorun olamaz. Kadın hareketinin ‘doğası’nı değiştirmeye dönük herhangi bir girişimin teorik, politik ve mantıksal meşruiyeti yoktur. Sorun, özgül sınırlarıyla kadın hareketi dışına çıkınca başlamaktadır. Buna, kadın hareketinde yer alan ama ideo-politik varlığının tamamını kadın hareketine sığdırmayan kadınları da eklemenin gereğini vurgulamak zorunludur. Çünkü kadınlar sadece kadın değildir.

Kadın hareketi, politik düzlem ve politik iktidar aygıtıyla, içine girerek, iç düzenlenişini değiştirerek ve egemen olarak değil, dışarıdan sınırlayarak, kuşatarak, öteleyerek, dönüşmeye zorlayarak ilişkilenmeyi seçmektedir. Bunun bir mantıksal tutarlılığa sahip olduğunu reddedemeyiz. Tutarsızlık, kadın hareketinin bu doğal sınırının, doğal sınırları, aynı anlama gelmek üzere bizatihi varoluşu politik iktidar alanının içinde olan ya da bu alana kadar uzanan öteki hareketlerle ilişkilenişinde ortaya çıkıyor. Bir yandan kadın hareketi gelişkinliği ve etkililiğiyle onlara kendi normunu her zaman öznel yollarla olmasa da nesnel olarak dayatıyor; öte yandan ve özellikle, onlar, gönüllü olarak kendilerini kadın hareketinin normlarına ve sınırına çekiyor. Geçen bir buçuk yüzyılın yaygın sendikal hareketinin kendine politik misyon biçmemesi anlaşılırdı. Ama heterojen toplumsal hareketler alanında ‒iddialarına pek aykırı bir sekterlikte‒ yatay politik ideolojikleşme cereyanı esiyor bugün dünyada.

Öte yandan, kadın hareketi bizatihi kadın hareketi olarak, erk olmak istemiyor ama burada hareketin yapısına içkin bir gerçek sorun var: Kadın hareketinin içinde eylediği toplumsal gerçeklik, erk’i de içeren, erkli bir toplumsal gerçeklik ve erk, kadın hareketi onunla ilgilenmediği için varlığından eksiltmiyor. Erk, kadın hareketinden önce nasılsa, kadın hareketi sırasında ve sonrasında da ‒ideal olasılıkla belki sınırlanarak‒ öylece duruyor bütün haşmetiyle.

Kadın hareketi, devletten önce ortaya çıkmış ve toplumsal yapıya daha derinden nüfuz etmiş olan ataerkiyle mücadele bakımından devleti tarihsel olarak aşan bir boyuta sahiptir. Bu bakımdan, kadın hareketinin devleti “by pass” etmesinin anlaşılır ve gerçek bir karşılığı olduğunu söylemek zorunludur. Yani devletle ilgilenmemek anlamında yataylık, kadın hareketinin doğasının temel bir boyutudur. Ancak kadın hareketinin bütün mücadelesinin ataerkiye karşı olmaması gerekir. Kadın hareketi, (erkek-)devletle de mücadele etmektedir ve mesele, bu yönüyle önsel olarak kadın hareketini öteki yatay politika pratiklerini belirleyen boyutuyla değil, öteki yatay politika anlayışlarıyla birlikte değerlendirmeyi gerektirecek mahiyettedir.

Kadın hareketinin ‘doğası’na söz edilemeyeceği vurgulanmalıdır. Öbür yandan buradaki başka vurgu, kadın hareketinin kendi doğasını başka türden hareketlere genişletmesine ve ‘doğası’ böyle olmayı gerektirmediği halde yatay politik hareketlerin yönelimine karşı olmalıdır. Böylece, kadın hareketi dışındaki muhalefet hareketinin politik doğasının ne olduğu ve ne olması gerektiğine ilişkin bir tartışma girecektir devreye.

“Zamanın ruhu”nun, geçen yüzyıldan farklı olarak, yatay politik alanda kalmaya, bu alanda mücadele yürütmeye ve politik iktidar alanının dışında olmaya dönük bir ağırlığa sahip olduğunu görüyoruz. Böyle bir ortamda, doğasının yatay niteliği kategorik şekilde belirgin olan kadın hareketinin merkeze yerleşenlerin başlıcası ya da başlıcalarından olacağı açıktır. Bunun yanında, yatay alanda kalmayı bile isteye yeğleyen bir politika anlayışı ve teorisi olduğunu biliyoruz. Buna da ‘yatay politika anlayışı’ diyeceğiz. Yatay politikanın başarısı, aslında dikey politik mücadeleden mahrumiyet anlamında yapısal ve sürekli bir başarısızlık anlamına gelmektedir. Ancak bunun önemi bulunmamaktadır; çünkü yatay politika anlayışı, politik iktidar olmayı bir başarı değil başarısızlık olarak görmektedir.

Yatay politikanın sorumsuzluğu

Yatay politika anlayışı, bir kez daha, ‘doğası’ itibarıyla ‘üçüncüler nezdinde’ yani kendi dışındakilere ilişkin sorumluluk üstlenmeyen, kendini sadece kendi varlığından sorumlu kabul eden bir hareket üretiyor. Bu, ona göre, olumsuz değil olumlu bir özelliktir, çünkü başkasına karşı sorumluluk duyusu kaçınılmaz olarak bir iktidar ilişkisini içermektedir. Dolayısıyla, yatay politika anlayışında özne ile nesne öznede özdeştir. Üstelik bu sorumsuzluk zinciri geriye doğru ‒hızlı ya da yavaş bir tempoyla‒ birey-özneye kadar indirgenenir şekilde işlemektedir.

Şu halde, örneğin kadın hareketi, bütün öteki muhalefet hareketini herhangi bir amaç ve hedefler doğrultusunda birleştirmeye çalışmamaktadır. Yatay politika anlayışı önderlik etme mefhumundan kategorik olarak yoksundur. Yatay politika anlayışını izleyen hareketlerin ufkunda ‘birleşme’ değil, olsa olsa, kendini hiçbir şekilde bağlamayan bir araya gelişler, yan yana oluşlar vardır. Bir araya gelişin herhangi bir anlayışının ya da programının ortaya konulması bile söz konusu hareketin (örneğin, kadın hareketinin) öteki muhalif hareketlerle ilişkisi bakımından dikey müdahale olarak ret ve mahkûm edilecektir. Şu sözlerin bu konuda tipik olduğu söylenebilir: “Yürüyüşün büyümesinde, kadınların kendini yürüyüşte iyi hissetmesinin payı yadsınamaz. Bunu sağlamanın yolu da on binlerce kadını mobilize edilecek ya da arkaya alıp gövde gösterisi yapılacak kalabalık (ya da bazılarının tabiriyle ‘kitle’) olarak değil bir araya gelmiş fakat her biri biricik kadınlar olarak düşünmekten geçiyor. Feminizmin özgünlüğü kişisel olanın politik olmasından geliyor. Bu sadece özel alanı politikleştirmek değil aynı zamanda her kadının ‘kendi meselesinin’ diğer kadınların meseleleriyle aynı egemenlik sorunundan kaynaklandığını söylemek. Erkek egemen sistemi görmek fakat kadınları tek tipleştirmemek, biricik deneyimlerini görmek.”[7]

Yatay politika anlayışı, elbette hiçbir zaman içinde bulunduğumuz çağa, döneme, yıllara özgü değildir; bu anlayışın kategorik varlığını, mücadele tarihinin başlangıcından beri saptayabiliriz. Tarihteki bütün kendiliğinden ezilen hareketleri aslında yatay hareket etmekteydi ve bütün kendiliğindenci hareketler yatay politika yapmaktaydı.

Yatay politika anlayışı açık ya da örtük olarak, tarihin aşağıdan direnişlerle değiştirilebileceğine, ilerletilebileceğine ve dönüştürülebileceğine inanır. Yatay politika anlayışı, toplumsal gerçeğin bütününü, üretim düzlemi ve politik düzlem gibi katmanlar dışında, toplumsal öznelliğin belirlediğini savunur. Aşağıdan üretim, yukarıdan ideoloji ve politika ‘toplumsal’da buluşmakta ve onun belirleyiciliğinde anlam kazanmaktadır yatay politika anlayışına göre. Toplumsal öznelliklerin her birinin kendi konumundan giriştiği mücadelenin yapıcı sonuçlar vereceğini varsayar. Aslında bu ifade bile onun anlayışına aykırıdır, çünkü ona göre varoluşun kendisi kendiliğinden mücadeledir. Bu bakımdan yatay politika anlayışına göre, mücadele zaten her an ve an olanca sıcaklığıyla sürmektedir. Mücadele için ön hazırlık, başlama, hedefler ve programa gerek yoktur. Sürekli gündemde olan mücadelenin dönemselleştirilmesi de gerçekte yatay politika anlayışı bakımından tutarsızdır. Böyle bir yaklaşım, mücadeleye dikey ‘don biçme’ye razı olmak demek olacaktır. Mücadele için özneler her zaman mevcuttur; ve özneler bizatihi sürekli olarak mücadele içindedir. Sadece öznelerin etkinliklerinin arttığı ya da azaldığı dönemlerden söz edilebilir. Yatay politikanın tarihini bu etmen oluşturur. Bu anlamda, yatay politikanın tarihi de yoktur –yatay politika içi tarih müstesna olmak kaydıyla.

Yatay politikanın yok saydığı

Yatay politika, özel olarak anlaşılmış politik aygıtta ve düzlemde ne olup bittiğiyle kendi alanına müdahale anlamında ilgilenir. Politik düzlemde politik düzlem için olanlarla kategorik ilgisini önsel olarak kesmiştir.

Devletli bir toplumsal yapıda, devletin öncesinde ‒ya da ilgisiz olarak yanında‒ ortaya çıkmış bir ayrımın (ezme-ezilme ilişkisinin) ortadan kaldırılması için devleti dolaysızca karşıya almadan uğraşmak mümkün müdür? Devletin, toplumsal varlığın her katman ve gözesine sızdığı ve kontrol mekanizmaları oluşturduğu koşullara ve ataerkinin devletle birbirine sıkıca bağlı bir tarihsel varoluşa sahip olmasına karşın, ataerkiye karşı mücadelenin devlet dışı ‒bir boyutu‒ olduğu kesindir. Yani kadın hareketinin bir temel yönüyle devleti görmezden gelerek hareket etmesi ve sonuç alması ilkesel olarak mümkündür. Bununla birlikte, kadın hareketinin (erkek-)devlete karşı bir mücadele boyutu olduğu da aynı açıklıkla kesindir. Bu, kadın hareketinin ağırlıklı eğilimi olan yatay politika anlayışını, öteki yaygın muhalefet hareketinin ağırlıklı eğilimiyle birlikte değerlendirmeye olanak vermektedir. Soru bir kez daha yinelenmelidir: Devlete karşı mücadele, ilke olarak dışarıdan mı yoksa devlete egemen olmayı hedefleyerek mi yapılır ve yapılmalıdır?

Politika adıyla andığımız etkinlik türü devleti önvarsayar, devleti veri kabul eder. Devlet bir kudret odağıdır, kudretin yoğunlaştığı ve toplumun geri kalanına uygulandığı bir varlıktır. Yani devlet, sadece politik düzlemde, politik kurumlarda olan bir varlık değildir. Bu, politikanın devletle ‘öz’den bağına işaret etmektedir. Şu halde, gidimli bir işlem, politikayı devletin anlaşılması üzerinden tanımlama hakkına sahiptir. Toplumsal yapı, devlet denilen aygıt ile birlikte bir katman daha kazanmıştır.

Yatay politika, devletli bir toplumsal gerçekte, onun nedenselliğini gözardı ederek, onun varlığını yok sayarak etkinlik yapılabileceğini ileri sürer ya da böyle davranır. Önemli olan, böyle bir yaklaşımın mümkün olup olamayacağıdır. Devlet varken, onu görmezden gelmek, dikkate almamak olanaklı mıdır? Ezilenlerin binlerce yıl boyunca ezilmişlik gerçeğiyle ‘baş etme’ yöntemlerinden biri budur ve günümüzde de egemen hale gelen yatay politika anlayışına göre, evet, bu olanaklıdır.

Yatay politika anlayışı, dünyayı iktidar olmadan değiştirmeyi öngörür ve buna göre, politik iktidar ‘doğası gereği’ iktidarlı döngüyü sürdürmeye mahkûmdur. Politik iktidarı esas alan girişimler, bu yapının iktidarlaştırıcı döngüsüne girer ve ilke olarak “kötü” olan bu niteliği edinirler. Yatay politika anlayışı, devleti toplumsal tarihte, önsel olarak, normatif bakımdan olumlu her şeyi engelleyici bir öğe olarak değerlendirir. Dünyada son onyıllar boyunca yatay politikanın tarihi, ideolojisi ve dünya görüşü özel bir şevkle inşa ediliyor. Bu, iktidara özgü aynı anlamda hiçbir dikey (hiyerarşik, örgütsel, katmanlı) ilişkilenme unsurunu kabul etmeyen ve varlığını kategorik olarak aynı zeminde indirgenemez ve kendinden menkul varoluşlar üzerinden kuran bir dünya anlayışıdır.

Yatay politika, ezilenlerin mücadelesinin, tarih boyunca adım adım ilerlemesi ve her geçen tarihsel aşamada haklarını yavaş yavaş ama sağlam ve geri alınamaz şekilde genişletmesini asıl ve güvenceli kazanım kabul etme anlayışının bir yansımasıdır. İktidar aracılığıyla kazanımın ağır bedelli, tehlikeli ve gelgeç niteliğini görmekte, ve iktidar olmadan dünyada daha fazla ekmek, özgürlük, hak ve yer elde etme mücadelesinin inkâr edilemez başarısını esas almaktadır yatay politika anlayışı. Yatay politika anlayışı, bu verili ve sağlam gerçeği görerek, ona dayanarak, onun güvenciyle bu kadar tok konuşabilmektedir. Köleler iktidar olmamış ama zincirler yerine toprağa bağlanarak daha rahat bir yaşama kavuşmuştur; köylüler iktidar olmamış ama topraktan da özgür işçiler olarak yaşamda daha geniş bir alan işgal etmiştir.

Yatay politika anlayışına göre, kadın, işçi, Kürt kendiliğinden kadın, işçi, Kürt olarak hareket eder ve günlük eylemiyle bizatihi direnir. Bu, kendi başına bir sonuçtur ve yatay politika anlayışı, işçinin eyleyişini veri kabul eder ve başka bir varoluş tarzına yönelmesini yanlış ve tehlikeli bulur. Ontolojik kadına dışarıdan bir kadınlık normu aşılamaya kalkmak dikey bir müdahaledir ve kaçınılmalıdır. Maddi varoluşuyla kadın bizatihi öznel olarak kadındır. Yatay politika anlayışı, günlük ‘sivil’ yaşamındaki kadının, işçinin, Kürdün başka kadınlara, işçilere, Kürtlere karşı savaşmasını tutarlı olarak açıklayamaz. Yatay politika anlayışına göre, özne ile nesne öznede özdeştir ve nesneye dışarıdan (eş anlamıyla ‘yukarıdan’, ‘dikey’) öznelik atfı kategorik yanlıştır. Yatay politika eylemcisi, kamunun önünde eylemini yapar ve eylem alanında olmasını içten içe istediği eş özne-nesne birimini (kadını, işçiyi, Kürdü) tamamen bağımsız dinamiğiyle eylem alanında yanında görmeyi diler. Onun sorumluluk sınırı burada biter. Öteki kadını, işçiyi, Kürdü yargılama hakkı görmez kendinde. Yatay politika anlayışı, toplumsal varlığın katmanlarını ve her bir ‘özne’nin bu katmanların müdahalesine açık olduğunu, özneliğinin bu katmanların her birinde ayrı ayrı kurulabileceğini öngörmez. Ona göre, bir işçi işçidir; bir işçinin faşist olması söz konusu olamaz. Çünkü faşizm işçiye düşmandır. Kadın, Kürt ve diğerleri için de geçerlidir aynı önsel kabul. Yatay politika, toplumsal gerçeğin birbiriyle dikey, yatay ve çapraz ilişkili katmanlardan oluştuğunu, her bir katmanın her bir toplumsal öğenin varlığını kesip biçebileceğini –günlük olarak gözlese de‒ teorik ve politik olarak kabul edemez. Yatay politika anlayışı, toplumun engin ezilenlerinin neden normal olarak ezenlerin ‘asker’i ya da malzemesi olduğunu açıklayamaz.

Oysa bir başka politika anlayışına göre, toplumsallığın hiçbir zaman kendinde-değeri yoktur. Verili toplumsallık, verili egemenlik yapısını desteklemeye hizmet etmektedir zaten. Temel sorun buradadır.

 

2. Dikey politika

Devletlû dikey politika

Yatay politikanın, toplumsal varlığın bütününün bir düzlemi olan ‘toplumsal alan’ın kategorize edilemezcesine heterojen ve yan yana duran çoğulluğuna bağlı olduğu anlayışına karşılık, toplumsal varlığın ve tarihin değişim ve dönüşümünün aktif öğesinin, toplumsal varlığın üzerinde dikey bir katman olan politik alana bağlı olduğunu ileri süren ‘dikey politika anlayışı’ vardır. Bu anlayışın dayandığı aygıt, bütün sınıflı toplumlar tarihinde devasa bir yapı olarak varlığını koruyan devlettir. Buna göre, yatay politika anlayışının bulunduğu düzlemden politik düzleme aktarılacak belirleme etkisi sonsuz ve verimsiz bir çabayı gerektirir. Özne, yatay politikadan farklı olarak, politik alandadır. Dikey politika anlayışına göre, politika alanı sürekli bir şekilde değiştirici özneyi barındırır. Yatay politika anlayışına göre, toplumsal varlığın kendisindeki birimler nasıl bizatihi özne ise, özne-öncesi yok ise, bu birimler kendiliğinden-özne ise, dikey politika anlayışında da politik alanda yer alan öznelerden biri mutlaka değiştirici, devrimci öznedir.

Dikey politika anlayışına göre, tarihin ilerlemesi, bir şekilde ortaya çıkmış ve üretimin ya da ‒anlayışa göre‒ başka bir temelin seyrine uygun ama karşı-etkilerle hareket eden azametli politik güçlerin varlığı sayesindedir ve veri olan öznenin varlığı söz konusuyken yegâne ‘akıllı’ işlem, bu özneyi izlemektir. Dikey politika anlayışı, tarihin ana akımının ezici gücüne yaslanır ve tarafını her zaman, bu akımın öznesini belirlemek üzere saptar. Dikey politikacı tarihe güven duyar ve tarihin ilerlemesinin politikanın eksenini de göstereceğini savunur. Bu, hakikaten çok güçlü bir seçimdir ve tarihin ana hattını izlemek bu bakımdan hiç de zor değildir. Buna bağlı olarak dikey politika anlayışının tarihteki kahramanı, şematik sıralamayla, köleci ya da klan şefine karşı devrimci feodal, aristokrasiye karşı otokrat, feodale karşı devrimci burjuvazidir. Bir başka bağlamdan, ‘tarihsel devrimcilik’ diye adlandırabiliriz bu politika anlayışını. Dikey politikanın, bu yaklaşım çerçevesinde sosyalizmle nasıl buluşacağı sorulabilir. Soruya yanıt; dikey politika anlayışını tarihte ilk kez, köleden ve serften farklı olarak bir ezilen sınıfa bağlayarak verilir. Anlayışa göre, kapitalizmin nedenselliği tarihte ilk kez bir ezilen ve sömürülen sınıfa devletli olmayı nasip etmektedir.

Dikey politika anlayışı, tarihi ve onunla özdeş gördüğü politikayı bir kural olarak devlete ve yaygın olarak jeo-politikaya indirger. Hegelci mottoyu kuvvet ve inançla izler dikey politikacı: “Devlet yoksa tarih de yok!” Üstelik bu, Marksizmin anlayışına göre reddedilemez bir gerçektir ve tarihin bu gücüne yaslanmanın güveniyle hareket eder dikey politikacı.

Bu görüşe göre, tarih ekonomik, toplumsal ve politik bakımdan kendini sürükleyen bir politik öznesel dinamiğe sahiptir ve politik olarak aslolan bu özneyi saptamaktır. Tarihin her döneminde var olan bu sürükleyici, şurada burada değil, elbette tarihin hareketinin merkezinde aranmalıdır. Tarihi sürükleyecek devrimci öznenin de devlet gibi bir oluşum dışında yer alması pek ihtimal dahilinde olmayacaktır bu anlayışın makul görüşüne göre. Verili andaki özneler genel olarak ya açıktan devletlerdir ya da devlet içinde yer alır; ve böylece dikey politika anlayışı devlete yerleşik bir özneyi devrimci görmek durumunda kalır. Dikey politika anlayışının görüş ufkunda devletler ya da devletsi yapılar yer alır. Devletten küçük ya da devletsel olmayan politik öznelerin değerlendirilme ehliyeti yoktur. Devlet-altı politik özneleşme girişimleri umutsuz ve karşılıksız çabalardır onun için. Dikey politika anlayışına göre, tarihi sürükleyen ve ona karşı duran büyük-özneler dışında toplumsal alanda, ideolojik alanda, politik alanda şuraya buraya serpiştirilmiş çer-çöp derekesindedir örneğin yatay politika anlayışı bakımından özne kabul edilenler. Bu tür girişimler ancak başka bir devletin sevk ve idaresine tabi olabilir. O yüzden tarih bir aşırı-politik tarihtir ve politika özel olarak devletler arası mücadelelerin kendisidir.

Dikey politika anlayışı, tarihin nesnel ana kanalının dolayısıyla insan toplumlarının ağırlıklı akımının tarihsel devrimler yolunda olduğu güveniyle hareket eder. Dikey politikacının, kitlelerin meşakkatle ikna edilmesi, bin bir zorlukla davaya kazandırılması derdi yoktur. Kitleler, nasıl olsa tarihsel devrimin seline kapılacaktır!

Marksizmle bir şekilde ilişkili olarak, bu tarih anlayışına bağlı hareket eden dikey politikacılar, içinde bulundukları günde proletaryanın ‘büyük özne’ olmadığını görürler ve bu durumda, sabit tarih anlayışları onlara, izleyecekleri ve misyonunu hatırlatacakları bir özne gösterir. Bu, genellikle, devlet katında süren mücadelenin taraflarından biridir. Argüman hazırdır: Proletarya azametli özne olarak ortada yoksa, tarihsel devrim sırası henüz gelmemiştir. O halde, burjuva tarihsel devrim çağındayızdır ve biz, burjuva devrimcilerini desteklemeliyiz.

Bu yaklaşıma, ‘ikameci dikey politika anlayışı’ diyeceğiz. İkameci dikey politikacılar, yüz elli yıllık tarihi boyunca Marksizm içinde ve civarında yaygın olarak görülmüştür. İkameci dikey politikacıların politik niteliğini destekledikleri dikey politik özne tayin edecektir. Bazen devrimci politik hareketleri destekleyerek devrimci yönelim içinde olurken, çoğu örnekte destekledikleri karşı-devrimcilere bağlı olarak karşı-devrimci olurlar.

Buna karşılık, ezilenlerin devrimci tepkisini izleyen ve ikameci olmayan ‘devrimci dikey politika’ akımlarının varlığını belirtmek gerekir. Bu akımlar, Marksizmle teorik olarak ilişkisiz olsa da güçlü tarihsel ilişkilere sahip olmuşlardır yakın tarih boyunca. Ezilenlerin tarih boyunca ortaya çıkardığı gözüpek devrimci örgütler genellikle bu türe girmektedir. Politik devrimci dikey politikacı, ikameci dikey politikacıdan kendini bizatihi bir tarihsel devrimci özne olarak kabul etmekle ayrılır. Devrimci dikey politikacı, kendini devletin baskı aygıtının simetrisi olarak inşa eder. Devrimci dikey politikanın yapısal sorunu, devleti ele geçirmek ya da yıkmak için kendinin yeter-güç olduğunu sanmasıdır. Devrimci dikey politikacı, devrimci öznenin sürekliliği varsayımından dolayı ikameci dikey politikacıyla benzeşir. Ama devrimci dikey politikacı, ötekinden radikal bir şekilde ayrımlı olarak, kendi varlığını devrim için yeter-güç saymasının zorunlu sonucunu kahramanca izler ve devrimci mücadeleyi kesintisizce yürütmeyi gözetir. Devrimci dikey politikanın her zamanki şiarı “Her yer Kerbela, her gün aşure”dir. Türkiye’de, ‒son yıllar boyunca politika-altı bir düzeyde faaliyet yürütür hale gelen‒ DHKP-C’nin esas olarak bu tür bir devrimciliği temsil ettiği söylenebilir.

Türkiye’nin Marksizmle ilişkili sol hareketi, cumhuriyet döneminin başlarıyla birlikte dikey politika anlayışıyla adım atmıştır tarih sahnesine. İşte bu yüzden, İbrahim Kaypakkaya’nın tarihsel TKP eleştirisi güçlü ve yerindedir. Kaypakkaya’ya göre, Mustafa Suphi’nin kısa sembolik dönemi dışında TKP, “işçi-köylü ittifakı yerine [devrimci kabul ettiği için] sürekli olarak burjuvaziyle ittifakı ön plana çıkarmıştır.”[8] Bu, güçlü bir ikameci dikey politika eleştirisidir. Dikey politika anlayışına sahip TKP, dikey politik kurumsallığı inşa etmek yerine hazır bir dikey politik kurumsallığa yaslanmayı yeğlemiştir. Kaypakkaya, karşı-devrimci burjuvaziyi desteklemenin karşı-devrim cephesine geçmek olduğunu yazmıştır. Bu bağlamda, Türkiye sol hareketi tarihinde özel bir yeri olan Hikmet Kıvılcımlı trajik bir konum işgal etmektedir. Kıvılcımlı, 1930’ların ikinci yarısından başlayarak ölünceye kadar sürekli olarak burjuvazinin devlet katındaki bir kesimini desteklemiştir.

Kıvılcımlı, 1930’ların sonlarında iktidar kanadında çekiştiğini vehmettiği iki kesimden birini destekledi. İsmet İnönü’de temsil olunan bu kesim, Kıvılcımlı’ya göre, demokratik devrimi sosyalizme doğru yöneltecek bir dinamiğe sahipti. Ama karşılık ağır oldu ve Kıvılcımlı; 12 yıl sürecek bir mahpusluğa yollandı İsmet İnönü’lü devlet tarafından. Hapisten çıktıktan sonra, İstanbul’un Osmanlılar tarafından “fethi”nin 500. yılını köpürten Demokrat Parti iktidarının dalgasına binmeye yeltendi. İstanbul’un fethi ne büyük bir tarihsel devrim, ne kutlu bir fetihti! Ama Fatih Sultan Mehmet övgüsünün hiçbir karşılığı olmadı. Kıvılcımlı’nın Demokrat Parti iktidarından umudu kesilmemişti. Bu kez, 1957’de Başbakan Adnan Menderes’in vatanseverliğine ve onun demokratik devrimi ilerleteceğine inancını yazmaya koyuldu. Yanıt gayet akıllıcaydı; hapsedildi. Ardından, umudunu bir başka ‘tarihsel devrimci’ inisiyatife yöneltti Kıvılcımlı. 1960’ın 27 Mayıs’ında darbe yapan askerleri tarihin devrimci kuvvetini ortaya çıkardıkları için kutladı. Milli Birlik Komitesinin kapısında bu dikey gücün üyelerine, ne büyük tarihsel devrimciler olduklarını anlatmaya heveslendi. Dikkate bile alınmadı. Kıvılcımlı’nın ömrünün son yıllarında da inatla sürdürdüğü dikey politikacılığı Fransa’da patlayan 68 Mayısına yaklaşımında ve Türkiye’de 71 devrimciliğinde vahim noktalara ulaştı! Ona göre bu iki hareket, ABD’nin güdümünde ortaya çıkmıştı. Devlete karşı mücadele birkaç çocuğun yapacağı iş miydi! Kıvılcımlı’nın ikameci dikey politik tutumunun son örneği, 12 Mart 1971 askeri darbesine ilişkin olumlu tutumu oldu.

Kıvılcımlı, aynı anlayışı tutarlı bir şekilde izleyerek, İslam ve Türk tarihini de dikey politika açısından analiz etti. Ona göre, İslamın ve Türk tarihinin devrimci çizgisi devlet katından izlenebilirdi ve İslam uygarlığı ancak devletleştikten sonra tarihe devrimci damgasını vurmuştu. Türk tarihinde de Osmanlı’nın seyrini, devletin devrimci tarihi olarak olumladı Kıvılcımlı. Ona göre, İslam tarihinde ve Osmanlı tarihinde isyan ve ayaklanmalar umutsuz birtakım girişimlerdi ve yenilmeye mahkûmdu. Tarihin ana kanalını kuvvetle izleyen Kıvılcımlı’nın bu tarihlerde ezilenler tarafından yürütülen başarılı isyan ve iktidar deneyimlerine ilişkin tutarlı bir yanıtı yoktu.

Kıvılcımlı’nın, devlette tarihsel devrimcilik arayan öyküsü bir trajedidir. Ama bu yolda, onun gibi düşüncesinin mantıksal sonuçlarına gitmekten çekinmeyen birini bile geride bırakarak fiilen karşı-devrimci olan bir örneğe tanıklık etti Türkiye tarihi. Doğu Perinçek’ten söz ediyoruz. Perinçek’inki, hiçbir zaman fiilen karşı-devrimci olmayan Kıvılcımlı’dan farklı olarak fiili karşı-devrimcilik şeklinde süren bir öyküdür. Perinçek, 1976 yılı civarına kadar genel olarak devrimci olmayan bir sosyalistti. Ama bu yıllardan başlamak üzere, Türkiye devletini devrim cephesinin merkezine oturttu ve bu, 12 Eylül 1980 askeri darbesini desteklemeye kadar vardı. Ama sonuç ağır bir hüsrandı! Perinçek, tıkıldığı hapishanede yaltaklandığı askerler tarafından itilip kakılırken, hâlâ inatla 12 Eylül cuntasına akıl öğretmeye çalışıyor, kendisini yanlışlıkla tutukladıklarını anlatmaya çabalıyordu. Perinçek’in o günlerdeki ruh hali ile MHP’li sıradan bir faşistin ruh hali arasında hiçbir fark yoktu.

Perinçek, ikameci dikey politika anlayışını izlemeyi, bu kez 1980’lerin son yıllarıyla 90’ların ilk bir-iki yılında Kürdistan Kurtuluş Hareketi nezdinde uygulamaya koydu. Bu yol, onun politik ömrünün en solda olduğu yıllara tanıklık etmesine yol açtı. Çünkü yaslandığı güç bu kez politik devrimciydi. Bu ‘sapma’dan sonra Perinçek, devlet içindeki güçleri desteklemeyi sürdürdü. Perinçek, halen Türkiye devletinin egemeni Tayyip Erdoğan’ın şampiyon bir destekçisi olarak karşı-devrimci ikameci dikey politika kariyerine devam ediyor.[9]

Dikey politika ve jeo-politika

Yatay politika, politik niteliği toplumsala bırakır, kendiliğindenliği esas ve sonuç kabul eder. Bu politika jeo-politikayı, politik gerçek güçleri, devletleri ihmal eder ve başlıca olarak kitle hareketlerine çevirir dikkatini. Devletler arasında ayrımlar yapmak, öncelik sonralık ilişkisi kurmak, ittifaklar düşünmek bu politikanın mantığında yoktur. Onun için, dikey politik bütün unsurlar ayrımsız düşmandır, ya da ayrımsız sakınılması gerekendir. Örneğin, bir işçi için ücretinin artırılmasıdır sorun, ücret artışının zincirleme olarak bütün ücretlerde bir artış dalgası yaratabileceği, bunun ülke ekonomisi bakımından etkileri olduğuyla ilgilenmez işçi. Dikey politikacı için ise, ekonomideki aynı dilimlerin işçiye ya da ‘işveren’e gitmesi önemi gerilerde bir başlıktır. Ücret artışlarının yaratacağı kaynak transferleri sonucu bütçede savunmaya ayrılan dilim azalacaktır ve bu yüzden, dikey politikacı için ücretlerin artış talebi sorumsuzluktur. Lübnan’da whatsapp görüşmelerinin ücretsiz olması için gösteri yapanlar için İsrail’in ülkedeki bu sorundan elde edeceği yararın hiçbir önemi yoktur, ama Hizbullah İsrail’i hesaba katmaksızın tek bir an dahi geçiremez.

Dikey politika, bütün politikayı jeo-politikaya indirgeme (ya da yükseltme!) eğilimindedir. Bu anlayışta, politika verili güçler ilişkisine indirgenir. Politik güçler alanına yeni bir güç çıkarma yani yoktan var etme söz konusu bile değildir dikey politika anlayışında. Şu sözlerde, ikameci dikey politikayla yatay politikanın karikatürize ama dakik bir karşılaşmasını görüyoruz: Sudan’da arabanın üzerine çıkan beyaz elbiseli başı açık kadın on binlerce insana ‘Thowra!’ (Devrim!) diye slogan attırdı ve ‘Kadının yeri (evi değil) devrimdir!’ diye bağırdı. Ona şöyle mi diyeceğiz: ‘Öyle deme sakın! Sorun jeopolitiktir. Amerikan emperyalizmi Çin’in etkisini kırmak için Sudan’a baskı uyguluyor. Ömer El Beşir Amerikan emperyalizmine karşı Çin’e yaklaşmaya çalışıyor. Git evinde otur, antiemperyalist şeriata boyun eğerek kocana hizmet et.’”[10]

Jeo-politikayı görmeyen bir politika olamaz. Aksine ısrar büyük öznelerden birinin malzemesi olmaktır. Aşağıdakilerin dinamiğine jeo-politika adına kayıtsız ya da düşman olan bir politika da olamaz. Aksine ısrar aynı şekilde, büyük öznelerden birinin malzemesi olmaktır. Ortak sonuç, büyük ilke adına özgüllüğü reddetmektir. Ve ortak sonuç, yeni ve henüz varolmayan bir öznenin ortaya çıkamayacağına ilişkin ‒ortak‒ inançtır.

Şematik olarak yatay ve dikey politikanın bir ötekine ancak dik açıdan, karşıdan yaklaşabildiğini görebiliriz. Dikey politik bakımdan, yatay politikaya ilişkin bir etkileşim değil, dışarıdan egemenlik, sevk ve idare ilişkisi kurulabilir. (Arapça “siyaset” sözcüğünün at eğitmeni olan “seyis”ten gelmesinin etimolojisini hatırlatmak gerekecektir bu bağlamda.) Yatay politika alanından da dikey alanla içsel ilişkilenme söz konusu değildir; yatay politika dikey politika alanını ancak dışarıdan sınırlar, geriletir ya da görmezden gelir. Ama o alana girmez.

Ancak, dikey politik alana ilişkin yatay politik alanın edilgin bir konumu olduğu görülmektedir. Dikey politik etki, yatay alanda hemen ve yoğun bir sonuç yaratmakta ve yatay dinamik neredeyse anında sönümlenebilmektedir. Patlayan silahların özne olarak meydanlara çıkan kitleleri ürküttüğünden çok şikâyet edilir bu yüzden. Ve yine bu yüzden, dış bir nesnel etkiye bu kadar açık bir varoluşun nasıl özne kabul edilebileceği sorgulanmaz.

 

3. Çapraz politika

İki cepheli bir politika

Yatay politika anlayışına göre ezilenler tarihin sürekli aktif öznesidir. Dikey politika anlayışı bakımından da özne olması gereken ezilen zaten tarihsel dinamiklerle özne olmaktadır. Başka bir ‘dünya’ arayışına gerek yoktur yatay ve dikey politika anlayışları bakımından.

Bu iki anlayışın dışında bir politika anlayışı oluşturulabileceğini ileri süreceğiz. Yatay politika anlayışından farklı olarak, ezilenler tarihte genellikle özne konumunda değildir. Tarihin ana kanalının özneleri arasında ezilenler bulunmamaktadır. Ezilenler normal tarihsel dönemler boyunca politik alanda yoktur. Ama bazı dönemlerde ezilenlerin politik alanı hallaç pamuğu gibi attığını görürüz. Bu dönemlerde, ezilenlerin, üstelik tarihin ana kanalı dışından gelerek, tarihsel özne olduğunu reddetmek mümkün değildir. İşte bu tarihsel dönemlerin dinamiğini gören bir politika anlayışının kavramsallaştırılması gerektiğini önereceğiz.

Yatay politikanın politik iktidar hedefinden yoksunluğu yanında politik düzlemi görmezden gelmesinin yapısal bir eksiklik olduğu açıktır. (Toplumsal gerçeğin birtakım düzlemlere ayrılması, son birkaç onyılın önceliksizci anlayışı gereği yani yatay politika anlayışının bir parçası olduğu epistemoloji gereği hakir görülür oldu. Oysa, analizin vazgeçilmez sonuçlarından biri nesneyi rol ve işlevlerine göre bölmelere ayırmaktır.) Buna karşılık dikey politika da tarihin ana akıntısı dışında bir devrimciliği üstlenememekten mustariptir. Her iki anlayış, tarihin kendi benimsedikleri öznellik tarafından yapıldığı konusunda rahattır. Ancak bu iki anlayışın yapısal sorunu, politik alana tarihin ana akıntısı tarafından itilmeyen, bu alana tarihin yan ama kuşkusuz nesnel bir akıntısından sıçrayan politik özneleri açıklayamamalarıdır. Yatay ve dikey politika anlayışları, sayısız başarısız köle isyanını saptar ama tarihteki köle devletlerinin nedenselliğini açıklayamaz. Peki, böylece onların, Ekim Devrimini ve Bolşeviklerin iktidarını açıklayabildiğini mi ima ediyoruz? Kuşkusuz, hayır. Kölelerin köle sahipleri konumuna gelmeden devletler kurabilmesi nasıl anlama menzilinin dışındaysa bu iki politika anlayışının, geri bir ülkede yani üretim güçlerinin yetersiz olduğu bir ülkede sosyalizmin inşasına girişilmesi de aynı şekilde menzil dışında bulunuyor.

Şu halde, yatay ve dikey politikanın yetmezliklerini görebilecek, ayrıca, hazır ve nazır bir özneyi de varsaymayan başka bir politika anlayışı ortaya konulabilir mi? Bu, yatay ya da dikey olsun, politika için uygun alanlarda, hazır bir dönüştürücü özneyi varsaymayan, özneyi yoktan var edecek bir eyleyişe ihtiyaç duyacak bir politika anlayışı olacaktır. Bir başka ifadeyle, yatay politika alanında yaygınlığın olduğunu ama odaklanmanın olmadığını, dolayısıyla dönüştürme kudretinin olmayacağını gören ve dikey politika alanında da verili kudretli öznelerin ya dönüştürücü olmayacağını ya da dönüştürücü ise ‘bizim-tür-dönüştürücü’ olmayacağını (feodal devrimcilik, burjuva devrimciliği) öngören bir politik yaklaşımdan söz ediyoruz. Bu, herhalde, ezilenlerin devrimci kudret mücadelesinin politikası olacaktır. Ezilenler, toplumsal bütünde edilgin varlıklar iken, etkin ve ettirgen bir varoluşa ancak ‘çapraz politika’ yoluyla dönüşebilirler.

Yatay ve dikey politikanın her ikisinde de, özne hazır ve nazırdır. Ama çapraz politika açısından özne veri değildir ve çapraz politikanın ilk temel hedefi, politik alanda politik bir özne yaratmaktır. Dikey politik öznenin, yatay alanda yatay politika anlayışının özne kabul ettiği varoluş ile önsel bir sorunu yoktur; genellikle dikkate bile almaz bu alandaki hareketleri. Oysa, dikey politik özne olarak devlet, kendi alanında bir almaşık belirmesine izin vermez. Çapraz politika bu anlamda, devrimci öznenin yoktan var olma sürecinin dinamiğidir. Çapraz politika, bu riskli, tehlikeli, meşakkatli ve pratik olarak pek de akıllıca görünmeyen hareketin adıdır. Çapraz politika, yatay politikanın alanı olan toplumsal ile organik ilişkilere sahiptir. Aynı zamanda öte yandan dikey politikanın alanı olan devlet karşısında bir ‘ön karşı-devlet’ olmaya ilişkin kudret yapısına sahip olmaktadır. Tarihte ezilen ve sömürülen sınıf ve kesimlerden yükselen bütün başarılı hareketlerin çapraz politika anlayışını izlediğini göreceğiz. Kürdistan Hareketi, başarılı bir çapraz politika örneğidir.

Bir Marksist devrimci hiçbir zaman hiçbir yerde, önsel olarak hazır bir mücadele öznesi bulamaz ya da hazır bir özneyle bağlaşım kuramaz. Marksist politik yaklaşım için politikanın olanaklarının önsel yokluğu bir koşuldur. Yatay ve dikey politika anlayışına göre politika sürekli olanak dahilindedir.

Kitleleri her şey yapmak yatay politikaya, bir ham malzemeden fazla bir şey yapmamak dikey politikaya özgüdür. Çapraz politika kitleleri verili bir öz ya da verili bir yokluk olarak kabul etmez. Ancak, kitlelerin kendilik varoluşlarının politik bakımdan yokluk olduğu kabulüyle dikey politikaya benzer bir görünüm sergiler.

Çapraz politika, kitlelerin devrimdeki pratik rolünü ele almayı zorunlu kılmaktadır. Bir başka ifadeyle, toplumsal alan ile politik alan arasındaki ilişki sorununa bir yanıt vermeyi denemektedir. Ezilen devrimcileri hareketlerine kitleleri katmak zorundadır. Bu, soyut bir ilkeden değil, somut bir güç açığını ancak kitleleri katarak giderebilme yolundan dolayı böyledir. Ezilen devrimcileri, geniş kitleleri günlük yaşamlarında bırakmamalı, bir davanın inancı ve eylemiyle yürütücüsü kılmaya yöneltmelidir. Aksi halde, iktidar olunamaz, korunamaz ve sürdürülemez.

Politika, maddi güçlerin ilişkisi olarak cereyan eder. Bu önerme, iki seçeneği dışlamak durumundadır. Başkasının gücü ile bir uygulama ilişkisi kuran varsayılan öznenin nesneyi güdülediği modelin gerçekleşme şansı ve örneği yoktur. Yani ikameci dikey politika ezilenler için söz konusu olamaz. Öte yandan, maddi güç, ‘yeterli ölçekte maddi güç’ anlamına gelecektir ve mücadelenin gerçekliği, asgari maddi gücün sahaya sürülmesini önkoşul saymak durumundadır. Bu, maddi gücün olmadığı ve dolayısıyla dar anlamda politik mücadelenin yürütülemeyeceği bir ön dönem olacağı anlamına gelir. Başkasının maddi gücüne yaslanmak, söz konusu gücü bir ham madde olarak görmek anlamına gelmektedir ve basit bir rasyonalist yanılgıdır bu. Çünkü, nasıl kitleler ham birer canlı alet değil ideolojileri, kültürleri, alışkanlıklarıyla brüt varlıklar ise, bir maddi güç de her zaman ideolojisi, önderliği, öznesi ile bir maddi güçtür. Dolayısıyla, bağlaşma ya da boğuşma olsun, bir başka güç ile ancak güç marifetiyle ilişki kurulabilir.

O yüzden, bir gücün politik alanda operasyonel işlemleri, sonuç almasa da etki eden, hesap edilmek, göz önüne alınmak zorunda olunan eylemleri olmaksızın ‘politik varlık’tan söz edilemez. Politik olmayan varlığın ‘eylemi’, politik tutum ya da görüş beyanından ibarettir. Aksi durum, ya gerçeksiz değerlendirilmiş bir devrimci dikey politika örneği olur (DHKP-C’nin yaptığı gibi), ya da tutum alışı uygulama olarak değerlendiren yalancıktan politiklik söz konusudur. (Türkiye sol ve devrimci hareketinin ezici çoğunluğu bu durumdadır.)

Ezilenlerin devrimci davasını izleyenlerin önünde başka bir yol yoktur. Mutlaka, politik gücü yoktan var etmek zorundadırlar. Tarih, bu son derece çetin aşamaya katlanamayan devrimci girişimler çöplüğüdür bir bakıma. Önce, öznenin yokluğunu mevcut öznelere katılarak ikame etmeye yönelenler, ve ardından, henüz özne haline gelmemişken nihai mücadeleye girerek yok edilenler anılmalıdır. Çapraz politika anlayışıyla başlayan ama şu ya da bu nedenlerle yenilgiye uğrayanlarla sürdürülmelidir anma…

Yatay ve dikey politika ‘madde’ yoksunluğu çekmez. Yatay politika anlayışına göre mevcut enerji, mücadele için uygundur; artırmaya ya da dönüştürmeye çalışmak dikey bir müdahaledir ve reddedilmelidir. Dikey politika için ise, yatay alandaki enerji yani toplumun geniş yığınları canlı birer kullanım aracıdır, dolayısıyla onların algı ve öznelik niteliklerini değiştirmeye çalışmaya gerek yoktur. O, ancak daha güçlü hakim olmayı, sevk ve idare etmeyi amaçlar.

Çapraz politika bu anlamda bir enerji dönüştürücü aygıt (transducer) gibi çalışmak durumundadır. Yatay alandan sürekli enerji aktarmalı, ama dikey alanda işe yaramayacağından bu enerjiyi dönüştürmeli ve dikey karşı-özneyle mücadeleye sevk etmelidir. Politik alanda mücadeleye dahil olan Kürt –yatay alanda bulunan‒ önceki Kürt değildir; işçi önceki işçi değildir. Dönüştürecek enerji kaynağının sürekliliği ve dikey karşı-özneyle uğraşın sürekliliğinin sağlanması iki yanlı bir çabayı gerektirecektir. Çapraz politika, devlet gibi verili bir yaptırımcı güce sahip olmadığından yatay alanı ham malzeme olarak göremez; yatay alan ile içsel bir ilişki kurmak zorundadır. (Devlet için de yatay alan ham malzeme değildir zaten. Yatay alan, devletin öteden beri çeşitli yollarla sürekli işleyerek kontrol altına aldığı bir ‘brüt malzeme’dir.) Öte yandan, çapraz politikacı, kural olarak her zaman güç eksikliği yaşadığından devletle mücadeleyi esas olarak sakınımlı tarzda yapmak durumundadır.

Politikliğini yatayda kuran bir hareket, dikey ve çapraz politika alanını dışarıdan zorlayabilir ama bu alanlara geçemez. Her girişim başlandığı yerde kalır. Aynı şekilde dikey alanda politik nitelik kuran da yatay ve çapraz alana geçemez. Aslında buna ‘ihtiyaç’ duymaz. Çünkü her iki alanın kendi hayatiyeti için asgari yeterlikte varoloşu söz konusudur. Çapraz alanda faaliyet yürüten, bir şeyi yoktan var etmeye mecbur olandır. Bu alanlar arası geçişler, koparak, enerji dönüşümü yaparak olabilir ancak.

Böylece, yatay, dikey ve çapraz ayrımı yapılmasının işlevinin ortaya çıkması umulmaktadır. Politik varlığını yatayda kurmuş bir hareketin, çapraz alana yönelmesi –soyut ilkesel olasılık dışında‒ söz konusu olamaz. Böyle bir hareket, yatay alanda gelişerek ve bu alana yerleşerek alan değiştirme yeteneğini yitirmiş olmaktadır. Lenin’in dediği gibi, ekonomik mücadele genişleyerek ve büyüyerek politik mücadeleye dönüşemez. Dikey politikaya ilişkin de geçerlidir bu yaklaşım. Güç açığı çeken dikey politikacı, dikey alandaki teşkili yüzünden güç açığını kapatma olanağı bulamaz. Deyim yerindeyse, ezilen kitlelerle duyudaşlık yakalayacak ve eylemdeşlik kuracak yetilerini dumura uğratmıştır. Elbette, kurumsal dikey politikacı yani devletlû için kitlelerin enerjisinden yararlanmak görece basit bir düz işlemdir. Yerleşik yatay politikacı için de zaten insan çoğulluğunun verili hali yeterlidir.

Çapraz politikanın yeri

Yatay politikayı izleyen hareketler içinde feminist hareketin çapraz işlevi söz konusu ediliyor. Oysa mesele, yataylar arasında ve belki dikeyler arasında çaprazlama değil, yataylar ve dikeyler arasında çapraz bir konum alabilmektir. Yataylar arasında çaprazlama, toplumsal varlığın bütünlüğünü ıskalar ve dikey alanın kudretli müdahalesine açık olur. Ancak, örneğin, toplumun ezici bir çoğunluğunun “sivil itaatsizlik” eylemi yapması gibi, ordusu ve polisinin, bürokrasisinin ve görevlilerinin ezici bir kısmı emirleri dinlemeyen bir toplum, yani yüzde 99’un yüzde 1’e fiilen karşı çıkmasının gerçekleştiği bir toplum, yatay politikanın cennetine ulaşmış demektir. Ne olursa olsun, böyle bir ihtimal tümden ‒ilkesel olarak‒ devre dışı bırakılamaz, ama bu olasılık üzerine bir program da bina edilemez ‒nitekim bu sonuncu hal de ilkeseldir. Böyle bir ihtimal tarihsel olarak dikkate alınamaz. Ayrıca, yaygın toplumsal huzursuzluk ve hareket ortamında, o andaki bütün dikey politik öznelerin yani devletin birbiriyle çatışan kliklerinin çatışmalarına ara vererek ortak bir iradeyle aşağıya hışımla yönelmesi de mümkündür ve tarih, yatay politikacılığın ‘cennet’inden çok, bu türden ‘cehennem’ örnekleriyle doludur.

Bir başka yönden, iktidarı fethetmeyi amaçlayan bir devrimci ezilen hareketinin, yatay politikanın gayet zorlu alanında uğraşmaktansa, dikey politikanın görece oluşmuş alanında darbesel etkililikte eylemlerle sonuç alması ilkesel olarak reddedilemez. Ama bunun çok zayıf bir olasılık olacağı vurgulanmak zorundadır. Bolşeviklerin, Rusya’nın başkentinde birkaç saatte iktidar kurumlarını kontrol edebilmesi böyle bir politik boşluk anında indirilen sakınmasız darbe örneği gibi görünebilir, ama bu, önceki yılların dolaylı, önceki ayların ön-dolaysız ‒ve sonraki çetin üç yılın art-dolaysız‒ belirlemesiyle kotarılmış bir andır.

İktidardayken çapraz politika

Yatay politika iktidar olamamanın politikasıdır. Dikey politika ise ne olursa olsun iktidar olmanın politikasıdır. İktidar olmada ilkede bir sorun olamaz; ancak tarihsel zorunlulukların, bulabildikleri tarihsel kıstaklarda iktidar olabilenleri dönüşmeye zorladığı bir gerçektir. Politik devrimci olmayan, buna karşılık tarihsel devrimcilik yoluna giren dikey politikacılar, dönüşmeye iktidar olmadan önce başlamaktadır. Bu tür dikey politikacı için, tarihin kazanacak atına oynamak aynı zamanda tarihin mümkün en ileri öznesine oynamaktır.

Ancak, iktidar olmanın çapraz politik örnekleri de kurtulamaz trajediden. Bu, Marksizmin politik davasının yapısal sorunudur. Çünkü Marksizm, Leninizmle birlikte, tarihsel devrimcilikten farklı olarak, üretken güçlerin henüz çok gelişkin olmadığı yerlerde iktidar olmayı vazeden bir politik yola girmiştir. Lenin, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya “önsöz”de dile getirdiği devrim koşullarını taşımayan Rusya’da ağır yetmezliklerle iktidar olduktan hemen sonra, söz konusu olgunlaşmamışlığın sorunlarıyla yüz yüze kalmanın çetin zorluklarıyla cebelleşmiştir. Buna karşılık, anarşist yatay politikacılar iktidar olduğu için, ‘Marksist’ dikey politikacılar da bu koşullarda iktidar olduğu için Bolşevikleri tarihin mahkûm edeceğini söylemişlerdir. Kehanetin gerçekleşmediğini söyleyemeyiz. Yatay politika, başka etmenler yanında, bugün bu yüzden bu kadar ayyuka çıkmış bir sese sahip.

Yatay politikacının Marksistlerin iktidar olmasına ilişkin argümanının olgusal olarak doğrulandığını reddetmek olanaksız. Marksist iktidarlar, dolaysız dış müdahalelerle değil, iktidarda devrimci olmayı başaramadıkları için çözüldü ve çöktüler. Aynı şekilde, dikey politikacı ‘Marksistler’in kehaneti de tuttu! Onlar da, tarihsel devrim kanalından çıkmış bir iktidar pratiğinin olanaksızı zorlamak olduğunu, yaşaması mümkün olmayan bir zorla erken doğum anlamına geldiğini ve ancak ‘olgunlaşmış’, yani tarihsel sırası gelmiş ülkelerde iktidar olunabileceğini söylediler.

Aslında, ezilenlerin iktidar olması gerçeğinin ‘olgunlaşmamışlığı’ ilke olarak hep yaşayacağı söylenmelidir. Yani sorun, devrimin geri bir ülkede yapılması değildir. Bize göre, Marksistlerin iktidar olduğu toplumlarda kısa süre sonra başlayan sorunların ‘temel’i üretken güçlerin geriliği ise ‘başat’ı devlet iktidarında devrimci olmayı sağlayamamaktı. Üretken güçlerin geriliği, gerçekte, kapitalist üretken güçlerin en ileri öbeği karşısında geriliktir. Devrimin içinde patladığı kriz ortamının kendisi bile üretken güçlerin gelişmesini engelleyen ve hatta onları tahrip eden bir etmendir. Dolayısıyla ‘gerilik’ kural olsa gerektir. Başat unsur, yani devlet iktidarında devrimci olmaya sağlayamamak, çapraz politikanın devlet iktidarındayken gerçekleştirilemediği anlamına geliyor. İktidarın teşkilinden sonra kitlelere ihtiyacın kalmadığı sanılmakta ve kitlelerle geleneksel devletler tarzı ilişkilenmeye yönelinmektedir. Mao’nun Kültür Devrimi girişimi, bu sorunu çapraz politika bakımından aşmak için tarihteki tek büyük hamleydi ama sonunda bu girişim de geriye çekilmek durumunda kaldı. Küba, çapraz politikanın uygulanması cüretini gösteren bir başka ülke oldu. Küba’da devlet iktidarı varlığını sürdürmek için kitlesel enerji bulabildi. Buna karşılık, Stalin dönemi Sovyetler Birliği, Enver Hoca Arnavutluk’u ve bugün Kim Jong-il Kore’si dikey politika izleyen sosyalist ülke örnekleridir. Kitlelere önderlik edebileceğine güveni olmayan bir politik anlayış vardır bu örneklerde.

Marksizmin izlemesi gereken çapraz politikanın dayanması zor gerilimi, özellikle iktidar olduktan sonra bu zorluğa katlanmamayı ve kolay yolu seçmeyi zorunluyor. Sosyalist devletlerin kuruluş aşamasında artık politik militanlara değil teknisyenlere ihtiyaç duyulması bir yandan bir gerçeğin ifadesi öte yandan bu gerçekle devrimci tarzda karşılaşmaktan uzaklaşmanın belirtisiydi. Sosyalist iktidarda bulunan komünistler, tarihin ana kanalında hareket eden üretim güçleri ve ilişkilerinin ‘doğal’ karşılığı olarak teşkil edilen devletlerin yöneticilerinden farklı olmak zorundaydı. Buna zorunluydular, çünkü üretken güçlerin yetmezliği onları sürekli sıkıştıran bir temel etmendi. Bu açığı, çapraz politika içinde kitlelerle kuracakları canlı bağla gidermek durumundaydılar. Kitlelerin canlı desteğini, ekonominin örgütlenmesini ve dikey kurumlaşmayı birlikte götürmek durumundaydı komünist devrimciler. Bu zamana kadar bunun başarılı bir örneği görülmedi.

Dikey politik alanda olan yani iktidar olmuş devrimci hareketlerin temel sorunu, devletin muazzam olanaklarının rehavetine kapılmaktır. Oysa, yinelenmeli, kapitalist toplumların devletleri ile ekonomik yapıları arasında birbirini besleyen bir ilişki varken, sosyalist devletlerde böyle bir mekanizma yoktur ya da bulunamamıştır. Komünistlerin salt iktidara yürüyüşte değil, iktidar sırasında da çapraz politikaya gereksinimleri vardır. Bazı tarihsel örneklerde, iktidardaki devrimcinin işçi ve emekçi kitlelerle karşı karşıya kalmasına tanık olunabilmektedir. Komünist iktidara karşı grev yapan işçiler! Bu, somut ve dar anlamda işçilerin açıkça haklı ya da haksız olduğu bir durum olabilir. Mesele, iktidardaki komünistler ile işçilerin karşı karşıya gelmesidir. (Muhalefetteki komünist hareketin de karşılaşabileceği bu tür durumların önemli ölçüde kolaylıkla savuşturulabileceği söylenebilir.) Burada aslında dikey alanla yatay alanın tipik karşı karşıya gelmesi söz konusudur; ontolojik bir karşıtlık ya da çelişki. İktidardaki komünistler sözgelimi ücret artışı için greve giden işçileri bastırabilecek olanaklara sahiptir ve bu olanağı kullanmak gerekebilir. Evet, burada açıkça, işçiye karşı devletin ‘hak’kı savunulmalıdır. Fakat bunun nihai çözüm olmadığı açıktır. İktidardaki komünistin, işçi kitleleriyle içeriden eylemli ikna mekanizmalarına sahip olması gerekir. Komünistler, iktidara yürürken bu meseleyle birçok örnekte başarıyla başa çıkmıştır; ama iktidardayken bu meselenin altında kalmış, tipik devletlû tepkiler vermiş komünistler vardır sosyalizm deneyimleri boyunca.

 

 

Marx-Engels üzerine birkaç söz

Marx-Engels’te politikanın hangi yönünü esas aldıklarına ilişkin çelişkili ve yeterince belirginleşmemiş bir görünüm vardır. Onların, 1848 devrimleri zamanı ikameci dikey, Birinci Enternasyonal pratiği bağlamında yatay ve Paris Komünü momenti esas alınmak üzere çapraz politik yönelimleri olmuştur. Belirginleşmiş bir anlayışları olmadığı için, üç ayrı politika anlayışının izlerini muhtemelen Marksizmin kurucularının bütün dönemlerinde şu ya da bu şekilde bulabiliriz. Marx-Engels, 1848 devrimleri döneminde, işçi sınıfının devrimciliğinin burjuvazinin devrimci misyonuna yedeklenmek olduğu anlayışındaydı. Birinci Enternasyonalin genel tüzüğünde yazan “İşçi sınıfının kurtuluşunun işçi sınıfının kendi eseri olması gerektiği” ifadesinin düz algısı aslında yatay politikanın kendisidir. Paris Komünü sırasında Marx’ın tutumu çarpıcı bir şekilde çapraz devrimci politik niteliktedir ‒ve bizce çok sağlamdır. O, devrimcilere yatay politik zihniyetlerine dayalı pratiklerden acilen vazgeçmeleri, düşmanlarına karşı sertlikten ürkmemeleri ve köylülerle bağlaşım kurmaları gerektiğini salık veriyordu. Aksi halde başarısızlık kesindi.

Oysa Blanqui, tipik olarak devrimci dikey politikacıdır. Lenin, Marx-Engels yanında Rusya’da Tkaçev’de işaretleri görülen çapraz politikayı belirginleştirmiş ve Blanquici devrimciliği dönüştürerek edinme basireti gösterebilmiştir. Bu bakımdan, Stalin’in iktidar yıllarında giderek dikey politikacı olduğu, Mao’nun politik kariyerinin başından itibaren çapraz politikanın başarılı bir örneğini teşkil ettiği ve özellikle Kültür Devrimiyle bu konuda çarpıcı bir pratik sergilediği söylenebilir. Marksizmin çapraz politik niteliğinin berkitilmiş örneği tarih ve teoriye Leninizmle kaydolmuştur.

 

4. Sonuç: Ezilenler için tek politika

Dikey politika anlayışı ile yatay politika anlayışları, tarihsel akıntının gerçek bir boyutuna yaslanır ve güçlerini bu gerçeklikten alırlar. Hakikaten, ezilenler tarih boyunca şu ya da bu şekilde direnir ve direnişleri sonucunda birtakım yararlar da elde ederler. Ezilenler çoğulluğunun her günkü bitimsiz direnişi değil midir tarihte tek tutamak noktamız! Yatay politikacının bu somut sonuçlara bakarak tarihin ezilenler tarafından yapıldığı anlayışına ulaşması pek de zor olmaz. Aynı şekilde dikey politikacı tarihin her zaman devrimciler barındırdığını görür. Cengiz Han, Fatih Sultan Mehmet, Çar Büyük Petro, II. Mahmut, Mustafa Kemal değil midir tarihteki büyük devrimciler. Dikey politikacının Lenin’i de listeye kattığını görmezden gelemeyiz.

Yatay ve dikey politikanın ortak anlayışına göre, Spartaküs başarılı olsaydı yeni bir köleci devletin efendisi olurdu. Bu elbette yatay politikacının benimseyemediği, dikey politikacının tarihsel devrim yasası gereği zorunlu gördüğü bir akıbettir. Biri için iktidar kirletir ve budur; öteki için iktidar gerçektir ve budur. O yüzden, yatay politikacı için başarısız Spartaküs’tür kahraman. Sadece gereğinden fazla ileri gitmiştir. Bu yaklaşıma göre, devrim, isyanın istenmeyen ama olası bir ileri alt-sürecidir.[11] Dikey politikacı için ise Spartaküs sonuçsuz bir kavganın trajik kahramanıdır. Oysa tarihin yasası başka işlemektedir. Çapraz politikaya göre, Spartaküs kahramandır ve yenilgiye de ilkesel olarak mahkûm değildir. Keşke bir köleler devletinin önderi olsaydı Spartaküs –bu deneyimde eski kölecilerin bir süre boyunca yeni köleler olarak devrimci köle devletine hizmeti söz konusu olabilecekti.

Çapraz politik anlayış, yatay politikanın adsız kahramanlarının tarihte özneler olmadığını açıkça görür. Ezilenlerin toplumsalın yatay alanındaki günlük itirazlarının hiçbir kategorik karşılığının olmadığını ısrarla ileri sürer. Ancak günlük-olanın dışına çıkan her ezilen hareketinin dikkatle izlenmesi gerektiğini bilir. Bu, ilk ‘açık’ tepki hareketinden iddialı ama başarısız ayaklanmalara kadar uzanır. Çapraz politikanın ezilenler bakımından tarihsel varlık örnekleri, başarılı ayaklanmalar, geçici iktidar kesitleri, uzunca iktidar ve kuruluş deneyimleridir. Artık ezilenlerin devrimci tarihinden söz edilebilecektir. Çapraz politika anlayışı, öteki ikisinden kategorik şekilde farklı olarak, ezilenlerin iktidar olması için üretken güçlerin şu seviyeye ulaşmasının zorunlu olmadığını kabul eder ve tarihte de görür bunu. Ezilenler, üretim güçlerinin ‘geri’ kabul edilen düzeylerinde de iktidar olabilmiştir. Eğer bu söz konusu olmasaydı çapraz politikanın varlığı da söz konusu olamazdı. Çapraz politika, ezilenlerin üretken güçlerin yetmezliği koşullarında politik alana egemen olmanın mümkün olduğu ve bu olanağın tarihsel olarak bitimsizce zorlanabileceği üzerinden bir varlık gerekçesine dayanır.

Sonuçlarına kadar götürürsek, gerçekte ne yatay ne de dikey politika ezilenler için politikadır. Ezilenlerin, ezilmişlik konumlarını tersyüz etmeyi öngörmeksizin kendilerine alan açmaya dönük faaliyetini politika olarak adlandırmak, politikanın kudretli yani ötekine karşı bir ettirgenlik sağlayan bir işlem olması bakımından yanlış olmalıdır. Ezenler ezilenlere bu oyun alanını pratik ve mantıksal olarak zaten baştan beri tanımışlardır. Ezenler, ta ilk ezilme ilişkisinden başlayarak, ezilenlerin birtakım hakları olduğunu, olması gerektiğini hükme bağlamayı kendi konumları bakımından gerekli görür. Bu gereğin içinde, kölenin yeniden-üretiminin sağlanması elbette tayin edici bir etmendir. Ezilmişlik konumunun iyileşmesi, ezilen için politik olamaz. Burada sadece, iyileşme sürecine, kudretli olmaya giden yolun başlangıcına dahil edilmesi bakımından bir politik nitelik atfedilebilir.

Öte yandan, dikey politika da ezilenler bakımından politik nitelik görülmeyen bir etkinlik tarzıdır. Dikey politika, ezilenleri değil ezme konumuna tarihsel süreç sonunda, birtakım nedensellikler sonucu geçmiş ya da geçmeye hazır kesimleri dikkate almaktadır. Tarih tarafından sırası gelenin ezme konumuna geçmesidir söz konusu olan. Yani köle sahibine karşı feodal, feodale karşı kapitalist ve bunların temsilcileridir bu tarihin özneleri; ve bu tarihte, köleler, köylüler yoktur. Dikey politikacılar, proleterlerin birer ezilen olarak artık ezme sırasına girdikleri anlayışını benimser ama bu anlayışın pratik hiçbir örneğini sonuna kadar izlemezler. Dikey politika anlayışı, tarihsel devrimcilik görüşüne bağlı olarak, ezilenlerin başarı şansının olmadığını ve ancak devrimci ezeni destekleme seçeneği olduğunu kabul eder.

Bu durumda, mantıksal sonuçları bakımından, yatay politikanın ezilenler için politik olmayan bir faaliyet, dikey politikanın ezenler için politikanın kendisi olduğunu söylemek durumundayız. Ezilenler ancak çapraz politikayla devrimci bir nitelik kazanabilir. Anbean değil ama bir süreç boyunca, ezilenler için devrimci olmayan faaliyet politik değildir.

Politikanın, toplumsal gerçekte kendine yer açmak için kudretlenmek, en büyük güce (devlete) karşı güç alanı yaratmak için verilen uğraş olduğunu, ve politikanın nihai hedefinin iktidar olduğunu söylersek, iktidar olmayan ya da olmayı hedeflemeyen hareketlerin politika yapmadığını saptamak durumundayız.

Dikey politika ezene, yatay politika ezilene özgüdür. Marksizm bu iki anlayışı da kesen bir yaklaşıma sahip olmalıdır. Esasen, ezilme konumundan ezme konumuna geçmeyi öngören bütün hareketler çapraz politika izlemek durumundadır. Ezilmekten, ezene özgü bir politikaya yönelmeden kurtulmak olanaksızdır ve bu, ezileni politik alana ezen olarak taşıyabilecek çapraz politikayla sağlanabilir. Çapraz politika, Marksizmin sağlam kabullerinden yola çıkar. İnsan toplumlarının ataerki, sınıflaşma ve devletleşme süreci nedenseldir. Dolayısıyla, sonucu doğuran koşullar ortadan kalkmadan bir erk faaliyeti olarak politika da bitmez.

İçinde bulunduğumuz dönemin baskın eğilimi yatay politikadır. Yatay politika yaklaşımı, yenilgiler ve başarısızlıklardan güç alarak, çapraz politika alanının gereksizliğini vazetmektedir. Şimdilik buna karşı duracak bir çapraz politik pratik görünmüyor. Bu durumun belli bir süre boyunca varlığını koruyacağını öngörebiliriz. Marksist bir çapraz politika oluşturmak için koşulları gözleyen bir girişimin yapması gereken, toplumsal alanı yatay politik özgülleşmesiyle birlikte edinmenin anlayışını oluşturmaya çalışmak, bu alanla ilişkili olmayı korumak, ama yatay politika anlayışıyla hiçbir şekilde uzlaşmamaktır.

Toplumsal alandaki hareketin yükselişi, politikayı da burada kurma çabası ve ideolojisiyle birlikte gerçekleşiyor. Bu, ezilenlerin devrimci varlığıyla politika alanına dahil olmasını kategorik olarak dışlayan bir yaklaşımdır. O yüzden, çapraz politikacı, şu ilkenin ezilenler bakımından yaşama geçirilmesi hedefiyle hareket eder: Kadın hareketinin ataerkiyle mücadelesinin özgül doğası bir yana, ezilenin devleti yoksa tarihi de olmayacaktır!

 

 

 



[1] Sadece iki örnek: 1. https://gercekgazetesi.net/uluslararasi/tahrirden-tahrire-dunya-devriminin-ucuncu-dalgasi

 2. https://www.kozgazetesi.org/her-devrimci-durum-devrime-yol-acmaz-her-devrim-proleter-devrimle-sonuclanmaz/

[2] Alain Badiou, “’Sarı Yelekliler’ Hareketi’nin Dersleri”, Çev. Büşra Özcan, Teori ve Politika 77-78, Bahar – Yaz 2019, s. 199. Aynı zamanda: https://www.teorivepolitika.net/index.php/component/k2/item/670-sari-yelekliler-hareketi-nin-dersleri

[3] A.g.e., s. 200.

[4] Ashley Smith, “Latin Amerika’da İsyan, Reformizm ve Reaksiyon: Jeffery R. Webber ile söyleşi”, Çev. Büşra Özcan, Teori ve Politika 79, Kış 2020, ss. 327-359. Aynı zamanda: https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/683-latin-amerika-da-isyan-reformizm-ve-reaksiyon-1 ve https://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/685-latin-amerika-da-isyan-reformizm-ve-reaksiyon-2

[5] A.g.e., s. 333.

[6] https://sendika.org/2020/03/salgin-cokus-ve-mucadele-581666/

[8] İbrahim Kaypakkaya, Bütün Eserleri, Umut Yay., İstanbul 2013, s. 309.

[9] Bir dönem boyunca liberallerin Tayyip Erdoğan’a desteğinin Perinçek’in desteğinin tersyüz edilmiş hali olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

[10] https://www.aydinlik.com.tr/jeopolitikle-kitlelere-gidilmez-yavuz-alogan-kose-yazilari-nisan-2019?utm_source=gazeteoku&utm_medium=referral

Bu sözlerin sahibi olan Yavuz Alogan, bu tartışma sonucu, uzunca süredir saflarında bulunduğu Aydınlıkçılardan ayrıldı.

[11] Jülide Yazıcı, yatay politika anlayışının devrimi bu şekilde konumlandırdığını değerlendirdi. Bak. “’Devrimin Güncelliği’ Fikri Üzerine”, Teori ve Politika 80-81, s. 443.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar