Ontoloji ve Post-Politika

Georg Lukács’ın 1960’lı yıllarda kaleme aldığı yazılarından öğrencileri tarafından, onun ölümü sonrasında derlenen Toplumsal Varlığın Ontolojisi[1] Hegel’den geçerek Marx’a ulaşan bütünlüklü bir felsefi ontoloji kurma iddiasını taşır. Lukács, “Marx’ta ontolojik problemlere ilişkin bağımsız inceleme bulamıyoruz. Marx onların düşünce içindeki spesifik yerlerine epistemolojiden, mantıktan vb. ayrımlara yönelik sistematik ve sistematiklik kazandırıcı bir belirlemeye hiçbir zaman girişmedi”[2] sözleriyle, Marksizm için bir “boşluk”a işaret eder ve bu boşluğu doldurma iddiasında olduğunu kabul ettiği “kaba materyalizm” ve “indirgemeciliğe” karşı “Marksizmin ihtiyaç duyduğu yenilenmeyi, doğanın gerçekliği içinde toplumsal varlık için gerçek bir temel bulan ve toplumsal varlığı doğa ile hem özdeş hem farklığı içinde betimleyebilecek, iyi temellendirilmiş ve kurucu bir ontoloji”[3] oluşturmayı hedefler.

Lukács’ın ontolojisi, bir felsefi ontoloji olarak kendi sınırlarını tanımamakta, bilime ve politikaya taşmada ve onlara ontolojik sınırlar çekmede benzerleri ile ortak özellikler barındırmaktadır. Özellikle politikanın ontolojikleştirilmesi açısından, yaygın sağduyusal felsefeler ile ortak olarak izlenen topluma/insana ontolojik ayrıcalık tanıyan materyalizm dışı bu yaklaşım Lukács’ta yetkin bir örneğini bulur. Lukács’ın ontolojisinin burada örnek seçilmesi bu bakımdan, Marksizm içindeki temsil gücü ile ve Lukács’ın erken çalışması Tarih ve Sınıf Bilinci’nin benzer “politik” sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde normal karşılanmalıdır.

Ontoloji

Lukács, materyalist ontolojinin öncelik tezine, toplumsal varlık kategorisini ontolojik olarak inşa ederken bilinç, eş deyişle “emek”e yer açmak amacıyla sınır çeker: “Bilincin toplumsal varlık tarafından belirlenmesi tamamen genel bir anlamda söylenmektedir. Bunu ekonomi ya da hatta ekonominin tikel yönleri ile ideoloji arasındaki tek yönlü ve doğrudan bir ilişkiye çeviren kaba materyalizm olmuştur.”[4] Ontolojik önermelere epistemolojik önermeler aracılığıyla sınır çekmeyle ilerleyen Lukács, “kaba materyalizm” hedefini işaretledikten sonra varlığın açıklamasını esas olarak felsefeye, daha doğrusu felsefi ontolojiye yükler. Böylece toplumsal varlık, bilinç ve varlığın özdeşliğinin ifadesi olarak en yetkin varlık aşaması olarak kabul edilir.

“Bir kategoriye diğerleri karşısında ontolojik öncelik atfettiğimizde demek istediğimiz sadece bu kategorilerden birinin diğeri olmaksızın var olabileceği ve bunun tersinin söz konusu olmayacağıdır. Bu, varlığın bilinç karşısında ontolojik öncelik taşıdığı yönündeki tüm materyalizmin merkezi tezi için geçerlidir. Bunun ontolojik açıdan anlamı, basitçe varlığın bilinç olmadan da var olabileceği veya buna karşılık tüm bilincin var olan bir şeyi kendi ön varsayımı veya temeli olarak almak zorunda olduğudur. Bu, varlık ile bilinç arasında herhangi türden bir değer hiyerarşisi gerektirmez. Aralarındaki ilişkiye dair her somut ontolojik araştırma, daha ziyade bilincin ancak maddenin gelişimindeki görece daha yüksek bir aşama olduğunu gösterir. Modern biyoloji aslen organizmanın çevresine gösterdiği fizyo kimyasal tepkilerin giderek ancak toplumsal varlık aşamasında olgunluğa ulaşabilen bilincin daha önemli formlarını ortaya çıkardığını gösterme sürecidir.”[5]

Ontolojiyi, epistemolojik düzeyden devralınan, bilimin araştırma nesnelerinin ayrıştırılması ve sınıflandırılması amacıyla oluşturulmuş tasniflerle “inorganik doğa”, “organik doğa” ve “toplumsal varlık” olarak ayrıştıran Lukács, toplumsal varlık için ayırt edici nitelik olarak “bilinç”e başvurur. Bu bir noktada tepe noktası bilinç ya da insana tasarımsal ayrıcalık olarak yüklenen emek ile karakterize edilen toplumsal varlık olan bir varlık hiyerarşisidir.

Lukács’ın ön kabulü, biyolojik ve zihinsel özelliklere sahip bir varlık olan insanda (toplumsal varlık içinde “bilincin özerkliğini”[6] koruyarak) bedeni bir şekilde zihne tabi kılar. Eş anlama gelmek üzere toplum doğa yasalarına göre işlemeyen, doğa türünden olmayan bir varlıktır. Doğada bilinç yoktur, kör yasalara tabidir doğa. Toplum ise bilinç aracılığıyla hem kendi içini hem de doğa ile olan ilişkisini düzenler. Diyalektik kılığına girmiş bir “etkileşimci düalizm” Lukács’ta biyolojik doğa ile toplumsal varlığın birliği olarak savunulur.[7] “Ontolojik doğası ancak emek ile birlikte belirgin bir geçiş karakterine kavuşur: Emek tam da doğası gereği insanla (toplum) doğa arasındaki ve dahası organik doğanın yanı sıra inorganik doğayla (alet, hammadde, emek nesnesi) da bir değiş tokuş ilişkisidir (…) bizzat emek veren insan saf biyolojik varlıktan toplumsal varlığa tekabül eder.”[8]

Ontoloji-epistemoloji ayrımı tanımayan Lukács, ontolojide yürüttüğü ayrımlarla (inorganik doğa – organik doğa – toplumsal varlık) bilimin alanına ontoloji üzerinden müdahalelerde bulunur. Buradan yola çıkarak indirgemecilik şeytanıyla dövüşür.

Bilim, nesnesi aracılığıyla tabakalaşmış bir ontolojiye (Roy Bhaskar) sahiptir ve ilkesel olarak epistemolojik fark yani her bilimin bilgi nesnesinin özgüllüğü tanınmakla birlikte, bilimlerin ortak epistemolojisi ve varlığın monist yapısı gereği indirgenebilirlik mümkün ve gereklidir. Ontolojik indirgenebilirlik materyalist felsefe pratiği için tartışılması gerek duyulmayan bir kabuldür. “Ilımlı değerlendirmelere göre kimya ile fiziği, biyoloji ile kimyayı ve sosyal bilimler ile biyolojiyi birleştirmek mümkündür ve böyle olması arzu edilir. Toplum memeliler familyasına ait olan insanlardan meydana gelir. Buna karşılık memeliler de kimya yasalarına bağımlı olan moleküllerden oluşur ki bunlar aynı zamanda altta yatan fiziksel kurallara tabidir. Hiçbir aklı başında bilim insanı bu ağırbaşlı yoruma itiraz edemez.”[9] Bu yoruma kuşkusuz hiçbir aklı başında materyalist de itiraz edemez. Bununla birlikte bilimin açıklama düzeyleri göz önünde bulundurulduğunda bir ontolojik özdeşlik ve epistemolojik farktan felsefede bahsetmek gerekli ve meşrudur.

Şayet bir varlık şeması oluşturulacaksa bilimsel açıklayıcılığa bağlı olarak tabakalaşmış ve bilim için postüle edilmiş ontoloji, eş merkezli olmayan iç içe geçmiş düzeyler olarak kabul edilmelidir.

İster bilinç aracılığıyla olsun, ister bilincin ifadesi olarak emek aracılığıyla olsun toplumsal varlığı doğadan ayrı bir doğa ya da varlık hiyerarşisinin en yetkin düzeyi olarak ifade etmiş olan ontolojilerin varacağı sonuç ya etkileşimci düalizm ya da idealizmdir.

Lukács, toplumsal varlık için doğadan gelen nedensellik ile bilinçli insan faaliyetinden gelen teleolojinin iç içe geçmişliğinden bahseder. Yani ontolojide yapılan ayrım ve düzeysel farklılık epistemolojide açıklama yönteminde ifade edilir. Ona göre “Marx’ın teleolojiyi diğer tüm varlık tarzlarında reddederek kesin ve katı biçimde emekle (toplumsal pratik) sınırlandırmış olması, teleolojinin önemini yitirmesine sebep olmaz, tam aksine yalnızca en yüksek varlık düzeyi olan toplumsal varlığın yapısı itibariyle karakteristik özelliği böylesi bir gerçek ve etkili teleolojiye sahip olduğu ve kendisini varlığının dayandığı, organik yaşam düzeyinden yeni bir özerk varlık formuna yükselttiğini anlamamız teleolojinin önemini arttırır. Toplumsal varlıktan ancak onun oluşumunun kendisini temelinden yükseltişinin ve özerkliğini kazanmış olan emeğe, yani teleolojik kayıtlamaların süregelen gerçekleşmesine dayandığını anladığımız zaman anlamlı şekilde söz edebiliriz.”[10]

Özcesi, varlığın yapısı ile onun bilgisi özdeştir! Akıl yürütmenin döngüsellik, yani toplumsal varlığı kuran teleoloji (bilinçli tasarım – emek) ve toplumsal varlığa tabi teleoloji iddiası bir yana bırakılırsa, bilinçli varlığın diğer tüm varlık tarzlarından ayrı, özerk, kendi kendini kuran ve açıklayan apayrı bir doğa olarak kabul edildiği görülür. Öte yandan “en yüksek” varlık olarak sınıflandırılan toplumsal varlık bilinç ile karakterize edildiğinden aynı zamanda kendi içinde tarihsel ayrımlara ve toplumsal varlığa nüfuz eden ontolojik nitelikli ayrımlara yol açmaya devam eder ve bu, politikanın ontolojikleştirilmesine kapıyı sonuna kadar açar.

Politikanın ontolojikleştirilmesi, verili varoluş içinde sabit noktalara uygunluğu önceden veri olarak alır. Herhangi bir konjonktür ve yapma-etme tanımaz. Her tür felsefi ontoloji ‘şimdi’ye, politikanın nesnesi olan konjonktüre kapalıdır. Belirli bir tarzda olan varlık ancak kendi varlıksal alanı içinde tanımlanmış olanın ifadesidir ve buna bağlı olarak olan her şey bir varlığın ifadesi olarak varoluşa iliştirilir.

Politikanın nesnesi olan an’ın, içinde bulunulan konjonktürün, doğanın ifadesi olan bir uygulama alanı olduğu kabul ediliyorsa, bu, politikanın bilimin tekniği olarak ele alınması anlamına gelir. Bu tarzın farklı aşamalarında konjonktürün düalist bir ontoloji ile ele alınmasını beraberinde getirir. Bir tarafta tarihsel ya da doğal yetkin varlığın temsili olan ve herhangi bir işleme izin vermeyen sabit ontolojik özsellik bulunurken öte tarafta düşük düzeyde bir varlık formu bulunur. Erken dönem Lukács’ın politika anlayışı için 1920’lerin ilk yıllarında Alman KP’sinin kötü ünlü “aşırı solculuğunu” ifade eden “teil aktionen” politikası proletaryada sabitlenen özne-nesne birliği ile politikanın ontolojikleştirilmesinin görünüşte solcu, pratikte geri çekilmeci bir örneğini sunar: Proletaryanın ontolojik varlığına özdeş “devrimin güncelliği”.

Politikanın Ontolojikleştirilmesi ve Post-Politika

Altı yüz milyon yıl önce meydana gelen ve bugünkü canlı türlerinin oluşmasına neden olduğu kabul edilen ‘Kambriyen patlaması’, fay hatlarında yaşanan bir kırılma ve beyindeki herhangi bir nöral ateşleme birer maddi doğa olayıdır. Kuşkusuz her birinin etkisi ve kapsamı farklıdır, ancak ontoloji içinden ve sınırından düşünüldüğünde bir yazının kaleme alınması ile fırtına çıkması arasında herhangi bir ontolojik nitelik farkı bulunmamaktadır; bu anlamda olan her şey doğa olayıdır. Diğer yandan bu doğa olayları arasında maddenin formları arasında ayrım yapılabildiği oranda ayrımlar yapılabilir. Ontolojik eş değerlilik olaysal düzlemde etkilerin eşdeğerliliği olarak ifade edilemez ama en azından bu ayrımları yapmak ontolojinin konusu değildir. Epistemolojik düzeyde düşünce ve varlık özdeş değildir, bu düzeyde bilim aracılığıyla açıklayıcılık için postüle edilmiş ontoloji “gerçek nesneler” (Althusser) ya da “bilginin geçişsiz nesneleri” (Bhaskar) olarak ayırt edilir.

Doğa ve toplum arasında kurulan ontolojik nitelik ayrımı, fiziksel olmayan ama fiziksel etkilerde bulunabilen akıl/bilinç kabulüne dayalı “açıklanamazlık” (mucize – epifenomen) üzerinden insana tanınan ontolojik ayrıcalıktan doğar. Bu nedenle, oluşturulmuş ayrım, bizatihi ayrımın karakterinden dolayı kendi sınırlarında kalamaz. Toplumsal varlığın/insanın, ister tarihsel (‘doğa’dan ayrışan insan) ister özsel (ayrı doğa olarak insan) olarak tüm varlık düzeyine egemen kabul edilmesi, ona “doğa doğa”dan gelen etkilere karşı özerklik ya da genişleyen bir özerklik kazandırdığı tasavvurunu beraberinde getirir.

Politika geniş anlamıyla toplumsal maddede tarihsel olarak belirmiş olan ezme-ezilme ilişkisinden doğan güç meselesidir. Ezme-ezilme ilişkisi sürdüğü sürece devam edecek olan bu mücadele, her türlü etkiyi bir güç kazanma/iktidar mücadelesi içinde değerlendirir. Dolayısıyla toplum-doğa ayrımı olarak ifade edilen ontolojik karşıtlık, politikanın ontolojik makro sınıra ‒türün kendi varlığını koruması sınırına‒ çekilmesidir. Bu sınıra çekilindiği koşulda verili ezen-ezilen dağılımı içinde politikaya tanınan rol, insanlığın ya da uygarlığın korunmasında muhafızlıktır. Burada artık ortak bir insanlık ya da uygarlık kabulünün beraberinde getirdikleri üzerine bir tartışma yapılmak durumundadır.

Öyleyse, herhangi bir doğa olayı politikaya ancak ezme-ezilme ilişkisinde ezen ya da ezilen lehine, onların arasındaki güç kazanma ve iktidar mücadelesine etkisi oranında dahil olur. Politikanın ontolojikleştirilmesi, burada, topluma karşı doğa ya da herhangi bir doğa olayının yarattığı etkilere karşı tüm insanlık, toplumun genel çıkarı gibi kabul edilen ayrımlara girilmesi ile başlar. Genellikle ‘tüm insanlık’, ‘toplumun genel çıkarları’ gibi ifadeler ile başlayan ve kendisini burada konumlandıran her yaklaşım, esasında mevcut egemenlik ilişkilerine bilinçli ya da bilinçsiz olarak dahil olmuş demektir. Politikanın niteliği gereği hiçbir durumda ezen ile ezilenin ortak çıkarı bulunamaz. Her konjonktürün niteliğine göre nesnel olarak ezen ve ezilenlerin çıkarları ya da tekil durumlardan etkilenme biçimleri farklıdır. Bu farkı tanımayan her yaklaşım esasta egemen lehine olan bir post-politika içinde kalmış demektir.

Ontolojik varsayımın yapısına göre post-politika yaklaşımı, etik, tarihsel ve ekolojik biçimlerde ifade edilebilir. Toplumun yozlaşmasına karşı geleneksel değerlerin, tarihin arkaik güçlerine karşı uygarlığın ya da doğa’nın bilinçsiz güçlerinin yarattığı yıkma karşı insanlığın korunması gibi genel ifadeler, ezen-ezilen ilişkisini askıya alan, konjonktür aşırı, dolayısıyla politikaya dışsal olan kurgusal bir felsefi ontoloji dayatır.

Post-politika eğer doğrudan devlet tarafından dikte edilen bir kampanyaya bağlı değilse yapısı gereği reformist bir niteliğe sahiptir. Toplumsal varlığa dönük bir tehlike iddiasıyla hareket eder ve tüm toplumsallığın temsilini esas olarak egemen devlette, onun kurumsal yapısında kabul eder. Kurumsal bir aygıt olan devlet ‘sosyal devlet’ olarak idari tedbirlerin uygulanmasında merkezi nitelikte kabul edildikten sonra onunla ilişki de ancak onun gerekli tedbirleri ne oranda aldığı, uyguladığı ya da uygulamadığı yönünde bir eleştirel muhalefet konumu olarak kabul edilmiş demektir. Bu noktada aranan ve kabul edilen, sağaltılmış ve tüm toplumu koruma rüştüne kavuşmuş devlettir.

Herhangi bir dönemde toplumsal alan içinde oluşturulabilecek tüm krizler politikleştirmeye izin verir. Bunun devrimci politika için ön koşulu devlet karşısında devrimciliktir. Devrimci politikanın sürdürülebilirliği geniş bir politika skalası da açılmasına izin verir. Reform politikası da dahil olmak üzere tüm politikaların esas olarak devrimci politika altında sıralandığı bir dizidir bu. Post-politika kriz dönemleri açısından ezilen kesimleri de nüfuzu altına alır, aynı koşullar uygun bir politikleştirme ile devrimci politikaya imkân sağlar. Kriz koşulları, devrimci politikanın imkânlarının görece genişleyebileceği nesnelliği taşımakla birlikte kendiliğinden bir devrimci politika sekansı açmaz. Marksist devrimcilikte Lenin’e atfedilen “hep hazır olmak” mottosu, bu noktada kriz dönemlerinde sınanır. Eğer kriz dönemlerinin öncesinde, ‘olağan dönemde’ devrimci politika konum ve pratik olarak (ya da hiç değilse tutum olarak) varlığını sürdürememiş ise kriz döneminde sınamadan geçilemediği açıkça görülür ve post-politik kuşatmaya ideolojik ve politik olarak teslim olunur. İdeoloji düzeyinde bu teslimiyeti besleyen, politikanın ontolojik değiştirmesidir. Kendisini ortak insanlık değerlerine, uygarlığa ya da tehlike kabul edilen herhangi bir şeye ilişkin ezenler ile birlikte konumlandırmış hiçbir yaklaşım çizilen sınırların dışına çıkamaz.

Politika

Lübnan’da geçtiğimiz sonbaharda başlayan toplumsal hareket tüm dünyada benzerlerinden farklı olarak Kovid-19 salgını nedeniyle kısa bir aradan sonra yeniden yükseldi. Bir göstericinin “salgından ya da açlıktan ölmek dayatılıyor bize” sözleri bir ayrımı ifade ediyor. Şayet bu söz, politik eylem süreci dışından, benzerlerinde sıkça rastlandığı gibi bir şikâyet ya da yakınma olsaydı, yardım kampanyalarına dönük bir slogan ya da sosyal devlet çağrıcılığı olsaydı zerrece politik değer ifade etmezdi. Oysa bu süreç pratik duruşuyla ayrıştırıldığı noktada, ortak farklı bir kategoride ele alınmayı hak ediyor. Uysal vatandaş konumundan idari tedbirlere tam tabiyet yerine bunları fiilen sorgulamayı pratik gerekçe ile özlü bir şekilde ortaya koyuyor. Bu konumun değerlendirebileceği yer devrimci politikadır.

Ne var ki, kriz konjonktürünü beraberinde getiren ve etkisi geniş alanda sosyo-ekonomik boyutlara taşacağı öngörülen Kovid-19 salgını, post-politika vizyonuna teslim edilmiş durumda. Yer yer beliren protestolara rağmen tüm toplumsal güçler devletler tarafından belirlenen ve işaret edilen yerlere doğru hareket ediyor; otur denilen yerde oturuluyor, kalk denilen yerde kalkılıyor. Esas tartışılan konu, devletin yeterli tedbiri alıp almadığı ya da daha vahimi vatandaşların bilinçli vatandaşlık görevini ne oranda yerine getirdiği, sokağa çıkma kısıtlamalarına uyma dereceleri, ‘sosyal mesafeyi’ koruyup korumadığı. Devletin patronajı günlük yaşamın kılcal damarlarına kadar işlemiş durumda; yığınların birer modernleşmiş birey haline gelmiş sözümona oluşturucuları da buna ilk yakalananlar. Hiçbir politik nitelik ve değer taşımayan aldırmazlık elbette konu dışı, ancak ‘bilinçli yurttaş’ tavrının galebe çaldığı günler, en geri düzeyde bir ayrıştırmanın konusu olabiliyor.

Şimdi tüm politik yatırım salgın sonrası oluşması muhtemel seçenekler üzerine yapılıyor. Bu bile yaşanan krizin konjonktürünün politikanın dışına itildiğinin bir göstergesi. Salgın sürdüğü müddetçe, günlük yaşamı çekilmez kılınmasına rağmen, tüm kolektif hareket kabiliyetini yitirmiş ve bireyselleşmiş yığın, yaşamını korumak adına devlet tedbirlerine öyle ya da böyle uyacak. En fazla, devletin aldığı ve yapısı gereği çelişik, birbirine eleyen, ezenin önceliklerine göre düzenlenmiş tedbirlerin sınırlı bir eleştirisi ile yetiniliyor. ‘Normal’ olan sanki sürdürülebilir bir yaşamın asgari koşullarıymışçasına normalleşme arzu nesnesi haline getirilmiş durumda ve bu koşullarda ezenin normaline direnç oluşturabilecek, durumun akışını değiştirecek bir ezilen devrimciliği bulunmuyor.

Yerelde ya da dünyanın herhangi bir yerinde mevcut kriz koşullarını ezilenler lehine politikleştirebilen, ayırt edilebilir bir politik devrimcilik örneği bulunmuyor. Ama belki daha vahim olan, her dönem krizleri değerlendirebilme kabiliyetiyle ayrışmış komünist devrimciliğin bugün ayrışmayı sağlamaktaki bariz yetersizliği. Bu, konjonktüre dağınık, örgütsüz yakalanmak ile açıklanamaz sadece, aynı zamanda nesnel nedenleri de olmalı ve Marksizmin teori ihtiyacının yürüyeceği boşluk bu nesnel nedenlerin açığa çıkarılması olacaktır. Diğer yandan öznel dağınıklık ve ideolojik bulanıklık tüm nesnel nedenlerden ayrı politik bir mücadelenin konusu olmaya devam edecek gibi görünüyor.

Sonuç

Kızıl bayrağı göndere çekmenin bilinen kaynağı olağanüstü hâlin ilan edilmesiymiş. Şimdiki zamanda, tersten aktığı koşullarda akıntıya uyum sağlamak yerine, en azından duyusal olarak tutamak noktaları oluşturmak ve bu “hayasızca akına” kapılmamak bile önem kazanıyor. Bayrağı göndere çekemesek bile yere düşürmemek için…

 

[1] Georg Lukács, Toplumsal Varlığın Ontolojisi, Çev. Doğan Barış Kılınç, Notabene, İstanbul 2018.

[2] A.g.e., s. 137.

[3] A.g.e., s. 88.

[4] A.g.e., s. 167. Vurgular bize ait.

[5] A.g.e., s.166. Vurgular bize ait. 

[6] A.g.e., s. 390.

[7] Saffet Murat Tura’nın tanımıyla “Etkileşimci ikicilik”: “Kökeninde Descartes’e bağlanan bu tez fenomenal yaşantıların ve bir fenomenal yaşantı olarak düşüncenin (klasik olarak “düşünen ben”in) fiziksel özellikleri olmamasına rağmen fiziksel süreçleri (davranışları) etkileyebileceğini; yani evrende iki yönlü nedensel bir etkileşim olduğunu savunur.” Zor Problem: Bilinç, Metis, İstanbul 2018, s. 64.

[8] G. Lukács, a.g.e., s. 294.

[9] Daniel C. Dennett, Darwin’in Tehlikeli Fikri, Çev. Aybey Eper ve Bahar Kılıç, Alfa, İstanbul 2013, s. 97.

[10] G. Lukács, a.g.e., s. 304. Vurgular bize ait.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar