Ana SayfaArşivSayı 82 Marksist politika anlayışı üzerineMarx’ın Hindistan Yazıları Üzerine Tartışmalar

Marx’ın Hindistan Yazıları Üzerine Tartışmalar

Giriş

Batı dışı dünya söz konusu olduğunda Marx’ın en çok üzerinde durduğu ülkenin Hindistan –(Marx’ın deyimiyle Hindustan[1])‒ olduğu söylenebilir. Marx uzun yıllar boyunca Amerikan gazetesi New York Daily Tribune’e (NYDT) Hindistan meselesiyle ilgili yazılar göndermiştir.[2] Yine Kapital’e hazırlık olarak tuttuğu notlarda ve Engels’le karşılıklı yazışmalarında Hindistan üzerine çok sayıda pasaja rastlanılabilir.[3] Kapital’e bakıldığında da Batı dışı dünya söz konusu olduğunda üzerinde en çok durulan ülkenin Hindistan olduğu görülmektedir. Bu listeye Marx’ın, 1879-1882 yılları arasında Hint yarımadası hakkında tuttuğu 90 bin kelimeye ulaşan[4] ancak düzenleme ve yayınlama fırsatı bulamadığı kapsamlı notlarını da ekleyebiliriz. Sonuç olarak Marx’ın Batı dışı dünya üzerine okumalarında Hindistan’ın özel bir yeri olduğu görülmektedir.

Marx’ın Hindistan üzerine yazıları, onun çalışmalarının en fazla tenkite uğramış ve manipüle edilmiş kısımlarını da içermesi açısından önemlidir. Bu eleştirilerde Marx, “Doğuya oryantalist pencereden bakan, ilerleme ve uygarlık adına Hindistan’daki sömürge idaresini desteklemiş, Avrupa-merkezci” bir düşünür olarak resmedilmektedir. Eleştirmenler ayrıca, Marx’ın Hindistan’ın “ekonomik dinamizmini kavrayamadığını” ve “sömürgeciliği haklı çıkarma adına Hindistan’ı durgun bir ekonomik model içine sıkıştırdığını” iddia etmektedirler. Böylece karşımıza iki temel inceleme alanı çıkmaktadır: Marx’ın Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi karşısındaki tutumunun ve Hindistan’ın durağanlığı teorisinin eleştirisi. Bu yazıda Marx’ın Hindistan üzerine yazıları incelenirken, bu türden eleştirilerin de gerçeği ne ölçüde yansıttığı ve Marx’ın Hindistan üzerine yazılarında ulaştığı sonuçların güncelliği mercek altına alınacaktır.

1. Marx’ın Hindistan Yazılarının Genel İçeriği

Marx’ın Hindistan üzerine okumaları sömürge dünyasına duyduğu ilginin bir parçası olarak 1851 yılından sonra başlamış;[5] ancak okumalarının Hindistan üzerine giderek yoğunlaşmasının asıl sebebi o dönemde yaşadığı yoksulluk sebebiyle New York Daily Tribune’un (NYDT) Londra temsilcisi olarak çalışması olmuştur. Solliberal bir Amerikan gazetesi olan NYDT’un Marx’ın fikir dünyasını yansıtan bir gazete olduğu ve Marx’ın bu gazetede yazmaktan hoşlandığı söylenemezdi.[6] NYDT aslında sömürüye veya sınıf ayrımlarına karşı bir çizgide değildi, sadece sömürü koşullarının daha insanileşmesi, köleliğin kaldırılması, işkence ve angaryanın sona ermesi gibi burjuva demokratik hedefleri gözetmekteydi.[7] Bu nedenle, gazetenin çizgisine az-çok uyumlu bir dil kullanan Marx’ın NYDTdeki yazılarında “sınıf mücadelesi, proletarya devrimi, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasına” dair ibareler olmadığı gibi, sömürgeciliğin arkasındaki asıl dayanak noktası olan burjuva mülkiyet ve üretim biçimine dönük eleştiriler de örtük biçimde yer almaktaydı.

Marx’ın NYDT’de yayınladığı yazıların bazıları, Engels’e mektuplarından yapılan seçmeler ve Grundrisse’den bazı alıntılarla birlikte 1939-1942 yılları arasında Sovyetler Birliği’nde hazırlanan ve 1956’da Almanca, 1967’de İngilizce olarak basılan Pre-Capitalist Economic Formations başlıklı derlemeyle okuyucuya ulaşmıştır.[8] Bu derleme Marx’ın Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) hakkındaki görüşlerine odaklandığı için 1960’ların sonu ile 1970’li yıllar boyunca Asya odaklı Marksist araştırmaların temel kaynaklarından biri haline gelmişti. Ancak bu derlemenin anti-Marksist araştırmaların da temel kaynağı olduğunu belirtmeliyiz. Asyatik biçimin ve kadim Hint kültürünün nostaljik bir hayranı olarak göremeyeceğimiz Marx’ın “Hindistan’ı Asyatik durgunlukla özdeşleştiren ve bu durgunluğu burjuva liberalizmin kırabileceğini” savunan 1853 tarihli gazete yazıları ve aynı tarihli birkaç mektubu da derlemeye dâhil edilmişti.[9] Marx’ı “oryantalist ve sömürge taraftarı” olmakla itham eden eleştiriler genellikle bu yazıları temel almaktadır.[10]

Marx’ın NYDT’deki yazılarının nasıl değerlendirilmesi gerektiği konusunda Marksist çevrelerce bir düşünce birliğine varılmış değildir. Bazı uzmanlar, gazete yazılarının, Marx’ın “bilim öncesi devresine” ait olduğunu ve bu yazıların araştırmacıyı Marx’ın düşüncesi hakkında sağlıklı bir sonuca götürmeyeceğini savunmuşlardır.[11] Gazete yazılarını tümüyle göz ardı etmeyen araştırmacılar ise Marx’ın Hindistan’daki Sipahi Ayaklanması (1857) sonrasında NYDT’de “İngiliz yanlısı” gibi algılanan tavrını terk ettiğini ve “Britanya egemenliğinin hiçbir ilerici öz taşımadığını” savunan yeni bir döneme girdiğini iddia etmektedirler.[12]

Nitekim Marx’ın Hindistan üzerine NYDT’de yayınlanan ancak büyük ölçüde unutulmuş yazılarının bir bütün olarak yayınlandığı Marx Engels Textes sur le colonialisme, Éditions du Progrès (1977) künyeli derlemeye[13] bakıldığında Marx’ın, sonraki dönem yazılarında İngiliz idaresine dönük dilinin sertleştiğini ve Hint Sipahi ayaklanmasını (1857) desteklediğini görürüz.[14] Ancak Marx’ın Hindistan üzerine kaleme aldığı geç dönem gazete yazıları “Marx eleştirmelerince” 1853’teki yazıları kadar ilgi görmemiştir.

Aynı ilgisizlik Marx’ın geç tanınan el yazmalarından biri olan ve 1972’de The Ethnological Notebook of Karl Marx adıyla yayınlanan[15] notları için de söylenebilir. Marx’ın 1879-1882 yılları arasında kaleme aldığı bu notların önemli bir bölümü Hindistan’daki toprak, mülkiyet, miras ve aile sistemi gibi konularla ilgilidir. Özellikle J. B. Phear, T. Strange ve H. S. Maine’dan yaptığı alıntıların temel konusu Hindistan’dır. Ayrıca bu derlemede yer almayan antropolog M. Kovalevski’nin Hint köy komünleri araştırmaları veya Robert Sewell Analytical History of India (1870) gibi çalışmaları üzerine aldığı notlar da düşünüldüğünde, Marx’ın Hindistan üzerine oldukça kapsamlı bir okuma yaptığı söylenebilir. Öte yandan Marx’ın Hindistan hakkında oluşturduğu bu kapsamlı külliyata rağmen “Marx eleştirmenleri” Marx’ın Hindistan üzerine düşüncelerini 1853 yılındaki gazete yazılarıyla değerlendirmeye bugün de devam etmektedirler. 

2. Oryantalist Marx

Albert Hourani (1915-1993) ve Edward Said (1925-2003) gibi tanınmış Orta Doğulu araştırmacılar Marx’ı sözcüğün olumsuz anlamıyla “oryantalist”[16] bir düşünür olarak resmetmişlerdir.[17] Marx’ı, Silvestre de Sacy (1758-1838), Arthur de Gobineau (1816-1882), E. Renan (1823-1892) gibi “oryantalistler” sınıfına sokan Said, bu sonuca Marx’ın Hindistan üzerine yazdıklarının oldukça az bir kısmını (daha doğrusu 1853 tarihli tek bir gazete yazısını) inceleyerek varmıştır.[18] (Bu durumu, bir müzik kuramcısının Franz Schubert’i senfonileriyle değil de geçimini sağlamak için bestelediği salon şarkılarıyla değerlendirmesine benzetebiliriz). Said, Marx’ı, “diğer oryantalistler gibi hemen hiçbir gerçek bilgiye sahip olmadığı hayali bir doğu imgelemine teslim olmuş, aslında araştırmaya yatkın olan doğası şarkiyatçı genellemelerle zaman içinde gasp edilmiş” bir düşünür olarak resmeder.[19]

Said’e göre Marx, başlangıçta sömürgecilik sebebiyle insanlığın çektiği acıları göz ardı etmemekle birlikte zaman içerisinde “zavallı Asyalılara acımaktan vazgeçerek”, durağan Asya’nın ancak Batı sömürgeciliği sayesinde ilerleyebileceğini savunan oryantalist önyargılara teslim olmuştur.”[20] Said ayrıca inanılmaz bir metin tahrifatı da yaparak Marx’ın, sosyal bir örgütlenme ağı yaratamamış 19. yüzyıl ortası Fransız köylüleri için yazdığı “Onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir[21] cümlesini sanki bu söz Asyalılar için söylenmiş gibi kitabında dört farklı yerde tekrarlamakta; hatta kitap bu cümleyle başlamaktadır.[22]

Said’in bu tanımlamasına karşı çıkan R. Irwin[23] “koyu tenlilerin beyaz tenliler kadar acı çekmediklerini savunan romantik oryantalistler” ile Marx arasında hiçbir ortak nokta olmadığı gibi, “ne akademisyen ne bir oryantalist ne çöl serüvencisi ne de emperyalist bir vali olan” Marx’ın bu çalışmaya neden dahil edildiğini anlayamadığını da belirtmiştir.[24] Gerçekten de Hintlilerin veya Çinlilerin “doğuştan tembel, düşük zekâlı, yönetilmeye eğilimli, kadınsı”; [25] beyaz ırkın ise “doğuştan zeki ve yönetmeye muktedir olduğunu” savunan oryantalistlerle Doğu’daki “durgunluğu” veya Batıdaki “devinimi” üretim biçimi ve üretim ilişkileriyle açıklamaya çalışan Marx’ın aynı kefeye konulması tuhaf bir tutumdur.

Marx’ın Doğu’nun “durgunluğu” üzerine görüşleri günümüzde bazı Marksist kuramcılar tarafından eleştirilse de; Marx’ın Doğu’nun “durgunluğunu” incelerken bu durumu oryantalistlerin geneli gibi ırki, genetik, antropolojik, veya cinsiyetçi bir düzlemde ele almadığı açık biçimde görülmektedir. Hatta Marx, Said’in kaynak olarak kullandığı yazısında, Hint halkının uygun koşullar altında Batılı toplumları rahatlıkla geçebilecek matematiksel zekâya ve teknik beceriye sahip olduğunu; nitekim Batılı egemenlerin bütün küçümseyici tavırlarına rağmen şimdiden demiryollarında çalışan Hintli proletaryanın “Batılılardan başka hiçbir ırkın makineleri idare edemeyeceğine” dair beylik önyargıları yıktıklarını yazmıştı.[26] Konuyla ilgili başka bir metninde de Marx İngiltere’nin “uygarlaştırıcı rolünü” yücelten Sir Charles Wood’un (1800-1885) “Hindistan’da gelişmesi yavaş dinsel boş inançlarla, eskimiş geleneklerle kösteklenmiş bir insan ırkı buluyoruz. Gerçekten hızla ilerlemenin bütün engelleri burada bir araya gelmiş” cümlesini aktardıktan sonra esprili bir dille “Belki de Hindistan’da bir Whig koalisyonu[27] vardır” diyerek beyaz adamın üstünlük duygusuyla alay etmekteydi.[28]

Bu açıdan Marx’ı, Doğu halklarına karşı hisleri, hayranlıkla küçümseme arasında gidip gelen (daha doğrusu Asyalıların geçmişini abartılı biçimde yüceltip bugünlerini aşağılayan) oryantalistlerle bir tutmanın ne derece sağlıklı bir yaklaşım olduğu tartışmaya açık bir konudur. Oryantalistler Sanskritçenin, mistik Hint felsefesinin, kadim Hint geleneklerinin tutkulu hayranlarıydılar. Hindistan’ın değişmeden kalmasını ve kadim kültürünün “bozulmadan” yaşamasını arzulamaktaydılar. Bu nedenle kast sistemi, çocuk evlilikleri, çok eşlilik, sati[29] gibi geleneklerin dahi devamlılığını savunmaktaydılar. Marx’ın “Brahmanların pisliği”[30] olarak andığı sati oryantalistler için “fedakârlığın yüceltildiği saygın bir ritüel ve korunması gereken kültürel değerlerden” biriydi.[31]

19. yüzyıl Hindistan’ında, modernleşme yanlısı Hindu/Müslüman aydınlarla, Hindistan’ın kendine has “büyüsünün” kaybolmamasını arzulayan Batılı oryantalistler arasında entelektüel düzeyde yaşanan savaşta Raca Radhakanta Deb (1784-1867) gibi modernist milliyetçi Hindu aydınlar gençleri İngilizce öğrenmeleri yolunda teşvik ederken; oryantalistler Hindistan’ın ölü klasik dili Sanskritçenin eğitim dili olması için çabalamaktaydılar.[32] Oryantalistler kadim Hint bilgeliği, vecd halindeki sufiler, meditasyon yapan brahmanlar ile ilgilenirken; Hint milliyetçileri açılan okullarda kimya, anatomi, fizik, matematik gibi disiplinlerin öğretilmesinin mücadelesini vermekteydiler.[33]

Bu tartışma ortamı hakkında derin bilgisi olmasa da Marx’ın yaklaşımının Batılı oryantalistlerden ziyade Hindu aydınlanmasının kuramcılarına yakın olduğunu söyleyebiliriz. Burada asıl ilginç olan nokta oryantalistlerden büyük ölçüde ayrılan düşüncelerine rağmen Marx’ın bir “oryantalist” olarak suçlanmasından çok, bu ayrım noktalarına dayanılarak aynı zamanda “sömürgeci” ilan edilmesidir. Oysa Hindistan tarihi ile ilgilenen her uzmanın bildiği üzere hakiki oryantalist ve sömürgeciler Hindistan’ın asla değişmemesini isteyen bir zihniyetin romantik yüzünü temsil etmekteydiler. 

3. Sömürgeciliğin Destekçisi Olarak Marx

Aleyhteki çok sayıda metne karşın Marx’ın Avrupa uygarlığının ve beyaz adamın egemenliğinin bir savunucusu olarak lanse edilmesine çok sayıda örnek verebiliriz. Türkiye’de İslami entelijansiyanın temsilcilerinden Bülent Şahin Erdeğer bir makalesinde Marx’ın “sömürgeci” fikirlerini şu cümlelerle eleştirmektedir: “…Marksizm, anlam dünyasında ‘Batılı beyaz adamın ilerlemeci, modernist, Vahşi[!] üçüncü dünya halklarını evcilleştirici bilinçaltını paylaşmaktadır. Marx’ın Avrupa merkezli bakışı, oryantalist tavrı, eserlerine yansımış daha sonra bu sömürgeci algılayış Lenin ve Stalin eliyle Kafkas halklarına, Orta Asya halklarına uygulanan politikalarla sosyalist pratiğe[!] de yansımıştır.”[34] Erdeğer, Komünist Manifesto’da yer alan meşhur “Burjuvazi… bütün ulusları, hatta en barbar olanlarını bile uygarlığın içine çekiyor… Kırı nasıl kente bağımlı kıldıysa, barbar ve yarı barbar ülkeleri de uygar olanlara bağımlı kıldı” cümlesinden yola çıkarak Marx’ınbeyaz adamlığı içselleştirmiş”[35] bir düşünür olduğunu yazmaktadır.

Marx’ın metinlerini yüzeysel olarak inceleyen eleştirmenlerin en büyük hatalarından biri (muhtemelen bu literatüre yabancı olmalarından dolayı) Marx ve Engels’in dilindeki ironileri doğru biçimde yorumlayamamalarıdır. Marx ve Engels’in en “ciddi” metinlerinde dahi ironik ve mizahi bir dil kullanmayı severlerdi. Kıyasıya eleştirdikleri isimlerden “saygıdeğer Bay…”, “kibar İngiliz beyefendisi…” vb. diye bahsetmekten hoşlanmaktaydılar.[36] “Uygar”, “uygarlık” gibi kavramlar da Marx ve Engels’in terminolojisinde genellikle ironiyle ve alay nesnesi olarak kullanılmışlardır. Tıpkı “Kutsal Aile” veya “Doğu Cenneti” vb. tanımlamaları alay nesnesi olarak kullanmalarında olduğu gibi…

Marx 1859’da “kana susamış İngiliz gazetelerinin Çinlilere karşı uygarlaştırıcı bir savaşa hazırlandıklarını” yazarken aynı ironik dili kullanmaktaydı.[37] Bu dile aşina olmayan eleştirmenlerin bu sebeple Manifesto’da yer alan “en barbar ulusların bile uygarlık içine çekilmesine” benzer cümleler karşısında Marx’ı uygarlaştırıcı paradigmanın destekçisi gibi algılanmalarını anlayışla karşılamak gereklidir. Öte yandan Marx’ın “beyaz adamın burjuva uygarlığı” hakkında gerçekte ne düşündüğüne ise tanınmış bir cümlesiyle örnek verebiliriz: “Saygıdeğer biçimler aldığı ata yurdundan çıplak dolaştığı sömürgelere geçen burjuva uygarlığının köklü ikiyüzlülüğü ve doğuştan gelen barbarlığı apaçık gözlerimizin önünde yatıyor.”[38]

Öte yandan mesele sadece Marx’ın “uygarlık adına Hindistan’ın sömürgeleştirilmesini desteklediğini” iddia etmekle kalmamaktadır. Marx aynı zamanda İngilizlerin Hindistan’da insanlık dışı siyasetlerinin de destekçisi gibi gösterilmek istenmektedir. Örneğin Cengiz Özakıncı tarafından kaleme alınan ve çok sayıda yazıda kaynak olarak kullanılan bir makalede şöyle yazılmaktadır: “İngiliz emperyalistlerinin 1760’lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya durdukça unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üretemez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Komünist Karl Marx tarafından “ilerici bir devrim”(!) olarak alkışlanmış(tı)”.[39] İnsan bu satırları okuduğunda “acaba tarihte iki farklı Karl Marx mı yaşadı” diye sormadan edememektir.

Marx’ın sömürgelerdeki vahşet hakkında ne düşündüğünü merak eden okurlar Kapital’in I. Cildinin, bütünüyle sömürgelerde yaşanan şiddet politikasını teşhir eden, Sanayici Kapitalistin Doğuşu bölümüne bakabilirler.[40] Ancak Marx’ın Kapital’deki metinleri neticede “bilimsel bir dil standardını” yakalama kaygısı taşıdığı için bunları “hafif” bulanlar, Marx’ın sömürgecilik hakkındaki şahsi düşüncesini daha “sansürsüz” biçimde öğrenmek için Engels’e yazdığı mektupları da inceleyebilirler. Burada “alışık olunmadık” bir Marx’la tanışmaları da mümkündür. Örneğin 20 Kasım 1865 tarihli mektubunda Marx, Britanya sömürgeciliğinin Jamaika’daki siyahilerin isyanını zalimce bastırması ve İrlanda’da yaşanan büyük açlık felaketi hakkında şunları yazmıştır: “Jamaika olayı tipik bir ‘gerçek İngiliz alçaklığıdır’…(yeterince isyancı idam edilmediği) için yaygara koparanlar bir şey beğenmez İngiliz köpekleridir. Amerikan savaşından sonra İngiliz ikiyüzlülüğünün daha tam olarak ortaya konması için yalnızca İrlanda olayı ve Jamaika mezbahalarından yoksunduk.”[41] Başka bir mektupta da şu ifade geçmektedir: “Hindistan’daki İngiliz yönetimi çok domuzcaydı; bugün de öyledir”.[42] 

4. Sorunun Kaynağı: Marx’ın Hindistan’da İngiliz Egemenliğine Karşı Tutumu

Marx’ın Hindistan yazıları neden ve nasıl bu ölçüde bir manipülasyona uğrayabilmektedir? Burada elbette eleştirmenlerin sübjektif tutumu kadar Marx’ın eleştiri oklarını –diğer birçok konuda olduğu gibi‒ Hint meselesinde de farklı taraflara yöneltmesi ve tarihsel olguları diyalektik bakış açısı grereği karmaşık sonuçlarıyla incelemesi önemli bir rol oynamaktadır. Marx’ın tavrı, tarihsel olguları “iyi-kötü”, “doğru-yanlış” gibi sınıflandıran idealist düşünürler kadar sömürgecilik ilişkilerini bütünsel olarak kavramak yerine etnosantrik duygularla kendine her durumda destekleyeceği veya karşı çıkacağı kesin taraflar belirleyen çevreler için de kabul edilemez derecede kompleks ve çok yönlüdür.

Öncelikle Marx’ın Hindistan meselesini kimi etnosantrikler gibi “yerli” bir iktidarın (Babürler) yabancı İngilizler tarafından devrilmesi olarak görmediğini söyleyelim. Ona göre Hint halkı İngiliz işgaliyle yabancı bir istilacı gücün idaresinden çıkarak yine yabancı bir gücün denetimi altına girmekteydi.[43] Bu bakış açısı Müslüman halk ve entelijansiya açısından kabul edilemez olmasına karşın Hindistan nüfusunun çoğunluğunu (%80) oluşturan Hindu, Sih, Zerdüştî vb. gayri Müslim topluluklar açısından durum tam olarak buydu.

İkinci olarak Marx, Babür gücünün yerini İngililerin almasını “yabancı-yerli” karşılaşması olarak ele almadığı gibi “batı-doğu”, “beyaz adam-Asyalı” karşılaşması olarak da görmemişti. Oryantalizm mevzusunda belirttiğimiz üzere ona göre bu karşılaşma Asya tipi üretim tarzının temsilcileri ile burjuvazi arasındaydı. Bu bir etnik karşılaşma olmadığı gibi her iki tarafın da temsilcileri etnik olarak karmakarışıktı. Marx’ın yazılarını takip edenlerin rahatlıkla görebileceği üzere çıkarları Asya tipi üretimin temsilcileri olan racalar veya nevvablarla ortaklaşan İngilizler olduğu gibi[44] tam aksine İngiliz parlamenter sistemini ve burjuva yasalarını destekleyen geniş bir Hintli burjuva sınıfı da vardı. Marx’ın “on bin asalak”[45] olarak adlandırdığı, Doğu Hindistan Şirketinin hissedarlarınca temsil edilen eski moda yatırımcılar (plütokrasi) Hindistan’ın yerli prens ve racalarıyla politik olarak ittifak halindeydi.

Buna karşılık, çıkarları sanayi yatırımlarına ve demiryolu yapımına dayalı olan yeni tipte burjuvalar da Hintli sınıfdaşlarıyla ortak hareket etmekteydiler. Kendilerine loyalistler adı veren ve İngiliz burjuvazisiyle hemen her konuda ortak hareket eden Hintli burjuvalar, Doğu Hindistan Şirketinin tasfiyesini ve Hindistan’ın İngiliz parlamentosunca idare edilmesini savunmaktaydılar. 1830’larda İngiliz idaresince yapılan reformlardan dolayı büyük bir beklenti içine girmiş olan loyalistlerin [46] temsilcilerinden Seyyid Ahmed Han’a göre Hindistan eğer doğrudan İngiliz Parlamentosu veya Britanya Krallığı tarafından yönetilirse o zaman, halkın şikâyetleri dinlenebilecek, Hintlilerin de demokratik temsil hakları olabilecekti.[47] Aslında T. Patterson’ın da altını çizdiği üzere Marx’ın kendi çağında İngiliz idaresine yönelttiği tenkidi hiçbir dönemde Hintli aydının dile getirmediği bile söylenebilir.[48]

Marx henüz İngiltere’nin Hindistan’da olumlu bir rol oynadığına inanılan bir dönemde kıta-ülkenin Şirket tarafından “ekonomik olarak mahvedildiğini” savunmaktaydı.[49] Marx’a göre “dar kafalı, iğrenç bir bürokrasi ordusu olan Doğu Hindistan Şirketi[50] Hindistan’ı “tarihinde görülmemiş bir sefalet” içine sürüklemiş ve bir zamanlar Avrupa’ya kumaş ihraç eden ülkeyi kumaş ithal eder duruma düşürmüştü.[51] Hindistan’dan toplanan gelirler ile buraya yapılan yatırımları karşılaştıran Marx, Britanya’nın Hindistan’ı ilerlettiği iddiasının efsaneden ibaret olduğunu belirten çok az sayıdaki isimden biriydi.[52] Marx, İngilizlerin Hindistan’daki varlıklarının olumlanmasına sebep olan yollar, köprüler ve diğer bayındırlık hizmetlerinin genel vergilere oranının yüzde 1 bile olmadığını yazmış (Tablo 1) ayrıca “asıl İngilizlerin Hintliler tarafından sömürüldüğünü” savunan çevrelere karşı da Hint halkının tarafını tutan bir tutum takınmıştı.[53]

1851-1852 Yıllarında Hindistan’da Gelir ve Kamu Yatırımları

(sterlin olarak)

Bölge

Elde Edilen Gelir (£)

Kamu Yatırımları

Yüzde

Bengal

10.000.000

87.000

%0,87

Madras

5.000.000

20.000

%0,4

Bombay

4.800.000

58.000

%1,4

Toplam

19.800.000

166.300

%0,8

Tablo 1: Marx’ın verdiği sayılara göre Hindistan’dan toplanan vergiler ve bunların kamu yatırımlarına ayrılan kısmı. Marx, Sömürgecilik Üzerine, s. 32.

Marx eleştirilerini sadece Şirket’e yöneltmiş olsaydı etnosantrik eleştirmenleri tarafından büyük ihtimalle bu denli saldırıya uğramayacaktı. Ancak sonuçta o, yabancı sömürücüler kadar “yerli” işbirlikçilerini de hedef almıştır. 1853’teki yazılarında Doğu Hindistan Şirketi’nin devrini tamamlaması gibi Şirketin suç ortağı ve işbirlikçisi olarak gördüğü “Asyatik” üretim tarzının temsilcilerinin de çözülmesinden memnun olduğu görüyoruz ki Marx’a göre Şirket ve Asyatik sistem aynı elmanın iki yarısı gibiydiler. Bu nedenle Şirket’in yetkilerini kaybetmesi gibi bu üretim biçiminin çözülmesi de Hint halkına tarihinde binlerce yıldır sahip olmadığı ulusal bağımsızlığı elde etmesi için fırsat sunabilirdi. 1853 yılındaki yazılarına bakıldığında Marx’ın yeni tipte burjuvazinin bu gelişimin önünü açabileceğine inandığı görülmektedir. Bir makalesinde Marx, “İngiliz aristokrasisinin ve Doğu Hindistan Şirketince temsil edilen plütokrasinin geçmişte sadece Hindistan’daki kaynakları yağmalamaya odaklandığını; ancak kendi zamanında yükselişe geçen burjuvazinin Hindistan’a büyük yatırımlar yapmayı amaçladığını” yazmaktaydı.[54] Marx, bu sınıfsal değişim sonucunda Hindistan’daki demiryolu ve kanal inşaatlarının temel ürünlerin fiyatlarını düşüreceği, açlık ve Muson kıtlıklarıyla savaşta kullanılacağı ve daha da önemlisi yeni bir Hint işçi sınıfını var edeceğini umduğunu belirtmekteydi.[55] Bu bakış açısına göre burjuvazi farkında olmadan Asyatik biçimi parçalayarak Hint halkının özgürleşmesi için gerekli koşulları doğurmuştu. Tıpkı Avrupa’da sanayi devrimini tetikleyen burjuvazinin asıl amacı bu olmadığı halde işçi sınıfını iktidara taşıyacak koşulları var etmesinde olduğu gibi.

Burjuvazinin kendi “mezar kazıcısı” olan işçi sınıfının yükselişini sağlayan tarihsel rolüne dikkat çekmesi nasıl ki Marx’ı bir “burjuva iktisatçısı yapmıyorsa”[56] İngiliz egemenliğinin Hint halkı ve proletaryası için sağlayacağını düşündüğü muhtemel olanakların altını çizmesinin de Marx’ı “sömürgeci” bir düşünür yapmadığını söyleyebiliriz. Nitekim Marx hiçbir metinde İngilizlerin Hint halkının kurtuluşunu sağlayacak bir rol oynadıklarını da yazmamıştı. Hint halkının kurtuluşu İngilizlerin farkında olmadan yarattıkları koşulları ulusal kurtuluş için değerlendirip değerlendiremeyeceklerine bağlı ayrı bir konu idi. İngilizler kendi çıkarları için Hindistan’ın uzak eyaletlerini demiryollarıyla birbirine bağlamışlardı. Bu demiryolu ağını ülkelerinin birliği ve bağımsızlığı için kullanıp kullanamayacaklarını Hintlilerin sosyal gelişim düzeyleri gösterecekti. Marx, “Hindistanlılar, bizzat Büyük Britanya’da halen egemen olan sınıfların yerine sanayi proletaryası geçene ya da Hintlilerin kendileri İngiliz boyunduruğunu tümüyle kıracak denli güçlenene dek, kendi aralarına İngiliz burjuvazisi tarafından saçılmış yeni toplum öğelerinin meyvelerini toplayamayacaklardır[57] diyerek Hint halkı için gerçek çözüm yolunun toplumsal bir devrimden geçtiğini vurgulamaktaydı.

Sonuç olarak Marx’ın, burjuvazinin yarattığı olanakların Hint ulusal kurtuluş mücadelesi tarafından nasıl kullanılabileceğini tartıştığı bu metinlerin, “bilimsel” hokkabazlıklarla “Marx’ın sömürgeciliği desteklediği” iddiasına temel yapılmak istendiğini söyleyebiliriz. Bu tutumu Komünist Manifesto’dan, sömürünün ortadan kaldırılması için işçileri birliğe çağıran metinlerin çıkarılıp geriye sadece burjuvazinin dünya genelinde yol açtığı devrime odaklanan pasajların bırakılmasına benzetebiliriz. (Nitekim Manifesto’nun bu şekilde “kırpılıp” kapitalizme övgü metnine döndürülmesine de aşinayız.)

Elbette Marx’ın burjuvaziden beklentilerinin büyük bölümünün gerçekleşmediğini belirtmeliyiz. Örneğin demiryolları yarım asır boyunca Hindistan’ın sanayileşmesine hiçbir şekilde hizmet etmediği gibi lokomotifler, raylar, köprü yapımında kullanılan çelik bütünüyle İngiltere’den ithal edilmiştir. 1869’da Süveyş kanalının açılmasıyla –ki bu Marx’ın 1853’te öngöremeyeceği bir gelişmeydi‒ Britanya ile Hindistan arasındaki mesafenin azalması bu ürünlerin Hindistan’da üretilmesinden daha kârlı bir yolun açılması anlamına geliyordu. Bu nedenle Hindistan’da sanayileşmenin önünü açabilecek olan demir ve kömür madenlerinin hemen hiçbiri 20. yüzyıla kadar işletilmedi.[58] G. Basalle’ın deyimiyle “Marx bu gelişimi Hintlilerin İngiliz baskısından kurtulmak için kullanacaklarını düşünmekteydi. Ancak onun düşündüğü ölçüde kökten bir değişim hiçbir zaman olmadı”.[59]

Marx, İngilizlerin toprakta komünal (veya Asyatik) mülkiyeti parçalayıp özgür emeği yaygınlaştıracağını düşünüyordu. En azından bu süreç Avrupa’da buna benzer biçimde işlemişti. Ancak zaman içerisinde İngilizlerin geleneksel yapıyı parçalamakla birlikte yerine hiçbir şey inşa etmedikleri; hatta Amerika kıtasında özgür köylülerin yerine Afrikalı köleleri istihdam etmeye başladıklarını gözlemlemişti. Hindistan’da üretim çökerken özgürleşme eğilimleri bir yana, İngilizlerin 1870’lerde afyon satışı gibi toplumu “çürütücü” kazançlara doğru ilerlediği görülmekteydi. Bu gelişmeler karşısında Marx’ın burjuvaziye atfettiği “ilericilik rolüne” dair beklentilerini zamanla terk ettiği ve anti-İngiliz her hareketin yanında olduğu görülmektedir.

Öte yandan Marx’ın Hindistan’a dair bir “kehanetinin” gerçekleştiğini söyleyebiliriz: o da İngiliz egemenliğinin entelektüel alandaki sarsıcı etkisinin Hindistan ulusal dirilişinin doğuşuna olan katkısıdır. Nitekim Hindistan bağımsızlık mücadelesinin önderi Cevahirlâl Nehru (1889-1964) 1931-1932’de kaleme aldığı Dünya Tarihi’nde şunları yazmıştır: “İngilizler Hindistan’da tarif edilemez zararlar vermişlerdir. (…) Öte yandan İngilizler Hindistan’a bir katkı sundu. Yeni ve dinç yaşamlarının hızlı etkisi Hindistan’ı şöyle bir salladı ve bir çeşit siyasi birlik ve ulusallık duygusu getirdi. Belki de böylesi bir şok her ne kadar sancılı da olsa, eski ülkemiz ve halkımızı canlandırmak için gerekliydi.” [60] 

5. Marx ve 1857 Sipahi Ayaklanması

1857’de Hindistan’da Müslüman ve Hindu askerler ayaklandılar. Bu isyana sonradan toprağından olmuş aristokratlardan, memnuniyetsiz köylülere kadar çok geniş ölçekte katılım oldu. Ancak kıyı kentlerinde yaşayan ve Batılılarla ticari ortaklıkları bulunan Hint burjuvazisi isyandan uzak durdu. İsyancılar Babür soyundan Bahadır Şah’ı lider olarak kabul edip İngiliz egemenliğine son kez meydan okudular. İsyancılar genellikle geçmişe bağlı ideolojilerin etkisinde olmakla birlikte ulusçu bazı söylemlere de sahipti. Sonunda ayaklanma sert biçimde ezildi ve Bahadır Şah, Andaman adalarına sürüldü. Hindistan’da Britanya’nın liberal maskesinin düştüğü baskıcı bir rejim inşa edildi.

NYDT’deki yazılarında ayaklanmayı destekleyen bir tutum takınmasına rağmen Marx’ı oryantalist ve sömürgeci bir düşünür olarak resmeden eleştirmenler gerçekten ilginç biçimde Marx’ı bu ayaklanmanın karşıtı olarak lanse edebilmişlerdir. Örneğin Marx üzerine çok sayıda akademik çalışmaya imza atmış olan Lütfi Sunar, Marx’ın 1857 isyanına karşı İngilizleri desteklediğini iddia etmektedir. Sunar şöyle yazmaktadır: “Marx Batılı sömürgecilerin bu ilerletici gücüne olan inancı sebebiyle Batılı kapitalist güçlere karşı bir bağımsızlık başkaldırısını onaylamamaktadır. Zira isyan Doğu’nun geleneksel egemenlerinin idareyi tekrar ele almasına, ATÜT’ün (Asya Tipi üretim Tarzı) devam etmesine ve Batı’nın modernleştirici etkisinin sona ermesine neden olacaktır. Marx tarafından Batı’ya verilen bu tarihsel rol, Doğu’nun Batı’nın egemenliğine verilmesini öngörmektedir”.[61]

Sunar’ın bu metninden Marx’ın 1857 Sipahi Ayaklanması hakkındaki yazılarını okumadığı sonucunu çıkarabiliriz; zira Marx isyanın bağımsızlık yanlısı ve Hint halkını birleştirici özünü doğru biçimde kavrayan az sayıda düşünürden biri olarak tarihte ilk kez Müslümanların ve Hinduların karşılıklı düşmanlıklarından vazgeçerek ortak efendilerine karşı birleşmesinden coşkuyla bahsetmişti.[62] Hindistanlı tarihçilerden Aziz Ahmad (1914-1978) o dönemde literatüre “Sipahi Ayaklanması” adıyla basit bir askeri isyan olarak geçen bu olayın “Çağdaş Hindu ve Müslüman tarihçilerince Marx ve Engels’den ödünç alınan ifadeyle artık ‘Bağımsızlık Savaşıolarak adlandırdıklarından” bahsederken bu gerçeğin altını çizmekteydi.[63] Hindistanlı tarihçi İrfan Habib (d.1931) de Marx’ın isyancılara destek olan çok az sayıdaki Avrupalı düşünür arasında yer aldığını belirtmekteydi.[64]

Marx’ın Hint ayaklanması üzerine kaleme aldığı yazılardaki heyecanlı yazım tarzı, önceki yazılarıyla açık biçimde tezat teşkil eder. O dönemde tüm Avrupa basınında Hintli isyancıların “barbarlıklarından ve yakaladıkları beyaz kadın ve çocuklara yaptıkları işkencelerden” geçilmemekteyken; Marx vahşetin asıl sebebinin “sömürgecilerin yıllarca bu insanlara aynı muamelede bulunması olduğunu” yazmaktaydı. 4 Eylül 1857’de NYDT’de yayınlanan bir yazısında Marx, Avrupa basınının yalnızca isyancı “Hintlilerin vahşetine odaklandığını; ancak İngiliz askerlerince tecavüz edilen kadınlara, kılıçtan geçirilen çocuklara, yüzlerce Hintlinin idam edilmesine dair haberlerin basında yer almadığını” belirtmekteydi. Marx, “Hintlilerin ‘vahşetiyle’ irkilen Avrupalı ‘beyefendilerin’ Kanton’un bombalanması veya 1845’te Cezayir’de mağaralara saklanan isyancı Arapların yakılarak öldürülmesine ses çıkarmadıklarını” da anımsatıyordu. Yazısının sonuç kısmında Marx “Bugünkü felakette de bütün zulmün Hintli askerlerden geldiğini, insanlık şefkatinin sütlerinin ise İngilizlerden aktığını sanmak bağışlanmaz bir yanılgı olacaktır[65] demekteydi. Marx’ın 17 Eylül 1857’de yine NYDTde yayınlanan “Hindistan’daki İşkencelerin Soruşturulması” başlıklı yazısında da Hindistan’daki sömürgeci vahşetin Avrupalı askerlerce değil; sömürge idaresine bağlı Hintli askerlerce yapıldığı ve Avrupalı memurların onları engellemeye çalıştığı” iddialarını eleştirmekteydi. Marx bu yazısında da “Hint isyancıların ayaklanma ve çatışma heyecanı içinde yaptıkları zalimlikle, işkenceyi soğukkanlı ve sistemli bir idare yolu olarak benimsemiş Britanya idaresinin tavrının eşitlenemeyeceğini” söyleyerek isyancıları savunmaktaydı.[66] 

İsyan sonrası, Marx İngiliz idaresine dönük eleştirilerini de arttırmıştı. 1858’deki bir yazısında “Hintlilerin Britanya’ya 1805’te sadece 25 milyon sterlin olan borçlarının nasıl olup da katlanarak 1850’de 47 milyon sterline 1858’de ise 60 milyon sterline vardığını” [67] sorarak İngiliz egemenliğinin yol açtığı felakete dikkat çekiyordu. 1861’de NYDT’de yayınlanan diğer bir yazısında da “İngiliz sanayisinin canavarca iki eksen üzerinde durduğunu bunun ilkinin milyonlarca insanın açlıktan ölmesine sebep olan patatese dayalı tek yanlı beslenme, ikincisinin de köle ticaretinin ana etmeni olan pamuk üreticiliği olduğundan söz etmekteydi.[68] Bu bakımdan Marx’ın geç dönem yazılarında burjuvazinin Asya ülkelerinde oynayacağı rol üzerine fikirlerinin değiştiğini ve onun aristokrasiden de büyük sorunlara yol açtığını düşünmeye başladığını söyleyebiliriz. 

6. Liberal Marx

Üstelik Marx olgunluk yazılarında burjuva liberal iktisadın Hindistan’ın sadece ekonomisine değil doğal yapısına da zarar verdiğini; arkaik Asyatik sistemin bile bu ülkede liberal tarım politikalarına göre daha rasyonel bir sistem olduğunu söylemekteydi. Marx’ın bu yöndeki geç dönem çözümlemelerinin de eleştirmenler tarafından yok sayıldığını görüyoruz. Örneğin Sunar’a göre Hindistan’ı “durağan” bir ülke olarak niteleyen Marx “kanallar – barajlar kuran, yağmurları tahmin eden Hint medeniyetinin uygarlık birikimini küçümsemiş, bu adımları bir ilerleme veya doğanın hâkimiyet altına alınması adına bir başarı olarak görmemişti.”[69] Bu iddianın tamamıyla temelsiz olduğunu söyleyebiliriz. Marx, Mısır, Hindistan ve genel olarak Asya’daki sulama sistemini insanlığın tarihteki en büyük başarılarından biri olarak görmüştü[70] ki Marksist Hintli uzmanlar ve Sovyet uzmanları Marx’ın Hindistan’da sulama kanallarının rolünü abarttığını dahi savunarak bu konudaki görüşlerini revize etme ihtiyacı duymuşlardır.[71] Sunar ayrıca Marx’ın Hindistan tarımının liberalleştirilmesini, kıtlıklara yol açmasına rağmen ilerleme adına desteklediğini de iddia etmekte ve şöyle demektedir: “Marx ilerlemenin ön şartı olarak özel mülkiyeti gördüğü için kıtlıklar pahasına da olsa Hindistan’da özel mülkiyete geçişin (Sunar sanırız burada topraktaki özel mülkiyeti kastetmektedir) gerekli olduğunu ileri sürmüştür”.[72] Sunar’ın iddia ettiğinin aksine Marx, İngilizlerin Hindistan’daki komünal sulama veya tarım sistemini tahrip etmesini ve burada Britanya adalarındakine benzer tarım sistemi dayatmasını, Hindistan gibi Avrupa’dan farklı bir iklime sahip bir coğrafyada Batılı tarzda liberal tarım politikalarının uygulanmasındaki ısrarı, milyonlarca insanın açlıktan ölmesine yol açan vahim bir hata olarak nitelemiştir. Kapital’de şöyle demektedir:Hindistan’da birbirleriyle ilişkisiz küçük üretim organizmaları üzerindeki devlet iktidarının maddi temellerinden biri, su kullanımının düzenlenmesiydi. Hindistan’ın Müslüman yöneticileri bunu İngiliz haleflerinden daha iyi anlamışlardı. Biz burada sadece Bengal sınırları içindeki Orissa adlı bölgede bir milyondan fazla Hindu’nun hayatına mal olmuş olan 1866 kıtlığını hatırlatmakla yetiniyoruz.”[73] Engels de Marx’a yazdığı bir mektupta İngilizlerin Hindistan’daki kollektif tarım sistemini yok ederek ne büyük bir dar kafalılık yaptıklarını söylemekteydi.[74]

Anlaşılan Marx eleştirmenleri demiryolu örneğinden çıkarak Marx’ın İngilizlerce Hindistan’a taşınan her türlü unsuru olumladığına ikna olmuş durumdadırlar. Ya da Marx’ın Asyatik toplum çözülürken onun yerini mutlaka Batılı tarzda bir liberal sistemin alması gerektiğine dair bir söylemi varmış gibi davranmaktadırlar. İngilizleri Bengal’de, “yararsız, saçma ve rezilce” yöntemlerle İngiltere’ye özgü çiftliklerin karikatürünü yaratmaya çalışmakla itham eden Marx’ın[75] Hindistan’da liberal tarım politikalarının destekçisi olarak gösterilmeye çalışılmasının sebebi ancak bu olabilir. Marx’ın, “kıtlıklar pahasına” ilerleme paradigmasının arkasında duran bir düşünür olarak lanse edilmesinin gerçeklikle hiçbir bağının olmadığını söylemek zorundayız. Aslında Marx tam aksine demiryollarının sağlayacağı avantajlar sayesinde Hindistan’da kıtlıkların ve toplu açlıktan ölümlerin sona erebileceğinden söz etmekteydi.[76] Zaten Marx’ın metinlerinde İngilizlerin rolünü “olumlayan” unsurların, toprağın kollektif işleyişini dağıtan adımlara değil, kollektif yaşamın alt yapısını oluşturacağına ve emekçi sınıfların yaşamını kolaylaştıracağına inanılan demiryolları, sulama kanalları gibi projelere dönük olması, Marx’ın Hindistan’da Asyatik sisteme liberal bir alternatif arayışı içinde olmadığını göstermektedir.

7. Toprakta Özel Mülkiyet Yokluğu: Doğu
Cennetinin Anahtarı

Marx’ın Engels’e 1853 yılında yazdığı mektuplarından ve Grundrisse gibi taslaklardan anladığımız kadarıyla Hindistan üzerine okumalarında odaklandığı diğer konu bu ülkede kapitalist gelişimin neden akamete uğradığıydı. Kendinden önceki İngiliz/İskoç iktisatçılar gibi Marx’a göre de doğu ülkelerinde kapitalist evreye geçişi engelleyen temel unsur, “toprakta özel mülkiyetin olmaması” daha doğrusu gelişememesiydi. Nitekim Marx ve Engels karşılıklı yazışmalarında topraktaki özel mülkiyetin eksikliğini “Doğu cennetinin gerçek anahtarı”[77] olarak nitelemişlerdir. Marx ve Engels’e göre Hint köy komünlerinde özel mülkiyet noksanlığı ve köy komününün, tüm ihtiyaçlarını karşılayan zanaatkârlara sahip olması, köylünün kentlerle temasa geçmesine gerek duymadığı “kendi kendine yeterli” kapalı bir kırsal ekonomi inşa edilmesiyle sonuçlanmıştı. Asya uygarlıklarındaki bu durum köylünün pazarda artı ürününü satmasına engel teşkil ederek kırsal birikimin kentli zanaatkârlar ve tüccarlar tarafından üretim sürecine çekilmesine engel olmuştu. Bu durumda da kentli zanaatkâr ve tüccarlar sadece saray tarafından desteklenen bir lüks meta üretimi ve ihracına yönelmişler, böylece birikimlerini kırda üretimi besleyecek yeni teknikler geliştirmek yerine sarayın doyumsuz ve geri dönüşümsüz ihtiyaçlarına harcamışlardı. Sonuç olarak Avrupa’da feodalizm çözülüp yerini burjuva uygarlığına bırakırken; Hindistan ve benzer ülkelerde “Asyatik” biçim değişime direnerek öz yapısını korumayı başarmıştı. Hindistan’da çeşitli din ve inançlar doğup gelişmiş, sayısız hanedan yükselip çökmüş ama ülkenin üretim tarzının devinimsizliği nedeniyle üst yapıdaki bu “fırtınalı” gelişmelere karşı alt yapıda üretim biçiminin hemen hiç değişmediği “durağan” ve “tarihsiz” bir iklim oluşmuştu.[78]

Yukarıda özetlediğimiz “ATÜT” ve “durağanlık”, Marx’ın en çok eleştirilen görüşleri arasında yer almaktadır. Gerçi Marx son yıllarında Hindistan üzerine aldığı notlarında “durağanlık” olgusunu bir ölçüde revize etmiş ve Hindistan tarihinde de sınıf mücadeleleri hakkında yeni notlar almışsa da[79] Hindistan’ın Avrupa’dan farklı bir gelişme evresinde olduğuna ve Avrupa feodalizmine ait kurumların bu ülkeye uyarlanmasının mümkün olmadığına dair fikirlerini ömrünün sonuna dek sürdürmüştü.[80]

Marx’ın, Hindistan’da özel toprak mülkiyetinin gelişmemesi üzerine metinleri de bugün çokça eleştirilmektedir. Lütfi Sunar’a göre Avrupa-merkezci tarih yazımının etkisi altında kalan Marx, elindeki “sınırlı” ve kendisinin de bizzat “çarpıttığı” kaynaklara dayanarak Hindistan’ın (ve genel olarak Asya’nın) Avrupa’dan farklı bir tarihe sahip olduğu “fikrine” ikna olmuştur.[81] Marx’ın bu görüşlere hangi kaynaklara dayanarak ulaştığını inceleyen Sunar, Hindistan’da özel toprak mülkiyeti ve gerçek anlamda şehirler olmadığı ‘fikrinin’ 17. yüzyıl seyyahı François Bernier’ye (1625-1685), Doğu toplumunun değişmeden kaldığı ‘fikrinin’ ise Sir Thomas Raflles’e (1781-1826) ait olduğunu belirtmektedir. Marx, Raflles’in Java’da “egemen, toprağın tek ve mutlak hâkimidir ve bundan müthiş gelir elde etmektedir” şeklindeki ‘görüşünden’ özellikle faydalanmıştır. Kendi kendine yeten köy ‘fikri’ zaten Hegel’de mevcut olmakla birlikte Marx bu ‘fikri’ asıl olarak Mark Wilks (1759-1831) ve George Campbell’dan (1824-1892) almıştır. Zaten Kapital’de bu fikirleri onlardan aldığını açıklamıştır vb.[82] Görüldüğü üzere Sunar’a göre, Marx’ın Hindistan üzerine yaptığı çözümlemelerin tamamı sadece “fikir” ve “görüşlerden” ibarettir ve bu fikirlerin gerçek dünyada bir karşılığı yoktur. Sunar’a göre Marx’ın Hindistan konusunda bu kadar yanlış sonuçlar çıkarmasının sebebi yararlandığı kaynakların “yetersizliği” ve bu kaynaklar içerisinde kendi tezlerini destekleyen verileri, bazen bilinçli biçimde “değiştirerek” almakta da bir sakınca görmemesidir.[83] Yani Sunar, Marx’ı sınırlı kaynakları çarpıtarak kullanan bir metin bozucu olarak kabul etmektedir.

Öncelikle Sunar’ın Marx’ı “yetersiz” veya “sınırlı” kaynaklara dayanarak Hindistan’ı anlamaya çalıştığı iddiasının tamamıyla temelsiz olduğunu söyleyelim. Marx’ın kullandığı kaynaklar  (mahkeme kayıtları, sömürge raporları, seyyahların notları, parlamento tutanakları, antropolojik gözlemler vb.) kendi çağının araştırma koşulları düşünüldüğünde oldukça yeterlidir. Marx’ın Avrupa dışındaki dünya hakkındaki bilgisinin zayıf olduğunu vurgulayan S. Avineri, V. G. Kiernan veya E. Hobsbawm gibi tarihçiler dahi bu genellemedeki tek istisnanın Hindistan olduğunun altını çizmişlerdir.[84] Marx’ın kaynak olarak kullandığı isimlerin her biri uzun yıllar Doğu Hindistan Şirketi’nde görev almış, neredeyse bütün ömrülerini Hindistan’da geçirmiş ve üstlerine resmi sayılara dayalı raporlar vermekle yükümlü birinci derecede sorumlu kişilerdir. Sömürge yanlısı olmaları, tutanaklarının ve notlarının birincil kaynak olma özelliğini ortadan kaldırmamaktadır.

İkinci olarak Sunar’ın Marx’ı “kaynakları ‒özellikle de Bernier’yi‒ çarpıtmakla” suçlaması da tamamıyla gerçek dışıdır. Sunar’a göre, Marx, Bernier’nin toprağın tek sahibi olan, bu topraklarda merkezi sulamayı idare eden ve bunun karşılığında toprak kirası türünden bir vergi toplayan despotik devlet tezini tamamen seçmeci bir bakışla ele almıştır. Bernier’nin eserinin dikkatli bir incelemesi onun doğrudan bunlardan bahsetmediğini ya da aksine bu tezleri “yanlışlayacak” olaylardan bahsettiğini göstermektedir. Örneğin Bernier krala hizmet eden bir tüccar öldükten sonra oğlu ve karısı arasında ortaya çıkan miras sorununu hikâye etmektedir. Tüccarın dul eşi müsrif ve sefih oğluna mirastan pay vermeyi reddeder ve bu konuda ferman çıkaran Cihan Şah’ın[85] (1627-1658) huzuruna çıkarak durumu anlatır. Sunar’a göre “Bu hikâye bile mülkiyetin hükümdara ait olmadığını ve miras bırakılabildiğini gösterir. Böylesi bir mirasçılık ilişkisi Marx’ın anladıklarının tersini göstermektedir. Fakat Marx Bernier’de doğrudan geçmemesine rağmen ondan toprak mülkiyeti konusunda kendi tahayyülü doğrultusunda sonuçlar çıkarmıştır.”[86]

Burada bir söz oyunu yapılmış ve hangi mülkiyet türünden bahsettiği belli olmayan bu anekdot Hindistan’da toprakta özel mülkün varlığına kanıt olarak gösterilmiştir. Bu konuyu bir kenara bırakalım. Yukarıda Sunar’ın, 1857 Sipahi Ayaklanması hakkındaki yazılarını okumadan Marx’ı tenkit ettiğini belirtmiştik. Önceki paragraftaki alıntı yazarın Bernier’yi de ayrıntılı biçimde incelemediğini göstermektedir. Bernier seyahatnamesini okuyan herkes seyyahın “Hindistan’da özel toprak mülkiyeti diye bir kavram olmadığına, tüm toprakların Sultan’a ait olduğuna, jaghhir (jāgīr) denilen bu toprakların Osmanlı timar’ını andırdığına” dair iddialarını birçok yerde tekrarladığını görebilir.[87] Bernier, Hindistan’da toprak sahibi sınıfı anlatırken şunları söylemektedir: “Mughal (Babür) sarayına bağlı ümeranın (Emirlerin/toprak sahipleri) ve derebeyleri sınıfının bizim Fransa’daki asilzadelerde olduğu gibi, kadim ailelerin üyeleri olduğu düşünülmemelidir. İmparatorluktaki bütün toprakların yegâne maliki Şah olduğu için (Fransa’daki gibi) Dükalıklar ve Markiliklerin oluşmasına izin verilmediği gibi herhangi bir ailenin bir araziden kaynaklanan servetinin olduğuna veya ailelerin kendi mal varlığıyla geçimini sürdürdüğüne de şahit olunamaz. Tüm mal varlığının tek varisi Şah olduğu için hiçbir aile uzun süre ayrıcalığını koruyamaz ve Emir’in ölümünün ardından kısa sürede (aile serveti de) silinip gider, dolayısıyla Emir’in çocuklarının değilse bile torunlarının kıymetinin genellikle sefalete düşüp başka Emirlerin süvari birliklerine rütbesiz süvari (sipahi) olarak kaydolmak zorunda kalacak kadar azaldığını söyleyebiliriz. Yine de Şah Emirlerin geride kalan dullarına küçük maaşlar bağlar.”[88]

Görüldüğü üzere, Bernier’nin Hindistan’da özel toprak mülkiyeti olmadığına dair gözlemlerini –bunların doğruluğu aşağıda tartışılacaktır‒ Marx, “uydurmuş” veya metne kendisi eklemiş değildir. Üstelik Babür Hindistan’ında “özel toprak mülkiyeti olmadığını” söyleyen tek seyyah Bernier de değildi. İngiliz Doğu Hindistan Şirketi adına ülkeye gelen Edward Terry (1590-1660) de ”İmparatorlukta toprağın miras yoluyla kalması ya da insanların toprağı benim diye adlandırması diye bir şey yoktur, onlar bu topraklarda sadece kiracıdırlar. Öyle ki bunları kazanmak kaybetmekten çok daha kolaydır. Bir kişi öldüğü zaman kral ölen kişinin bütün mal varlığını alarak çocuklarına hayatlarını idame ettirecek kadar miktar vermektedir[89] diye yazmıştı. Hollanda Doğu Hindistan Şirketi temsilcisi Francisco Pelsaert (1590-1630) de şöyle yazıyordu: ”Bir lord (mansābdār) öldükten hemen sonra, ister büyük olsun ister küçük olsun, daha nefesi vücudundan çıkmadan kralın memurları (qanungo) hazır olur ve mallarını envantere işlerler. Envantere işleme olayı sırasında lordun eşlerinin elbiseleri, mücevherleri dâhil kayıt altına alınmaktadır. Kayıt işleminden sonra kral bütün malları kendi adına geri alır.[90] Marx’ı kaynakları çarpıtmakla suçlamadan önce dönemin seyyahlarının ne söylediği kapsamlı biçimde ortaya konulmalıdır.

Gelelim Sunar’ın Marx’ı açıkça “yanlışlayan” miras örneğine. Sunar bu örneği de yanlış anlamış ve aktarmıştır. Hikâyenin tamamı şu şekildedir. Şah Cihan (1628-1657) devrinde “Banyane”[91] sınıfından bir tüccar, ailesine 200 bin kronluk miras bırakarak ölür. Adamın mirasçısı olan oğlu sefih biri olduğundan annesi ona mirastan pay vermez. Bunun üzerine muris oğul bir dilekçe yazarak annesini saraya şikâyet eder. Saraya çağrılan kadına Şah Cihan bizzat “yaptığının haksızlık olduğu, mirasın 100 bin kronunu Şah’ın kendisine ayırdıktan sonra 50 bin kronunu da oğluna vermesi gerektiği” söyler. Şaşıran kadın Şah Cihan’a “müsrif de olsa oğluna 50 bin kron vermeye hazır olduğunu, ama Şahla kocası arasında yüz bin kron talebini garanti etmek için ne tür bir akrabalık olduğunu merak ettiğini alçakgönüllülükle sorar”. Bu cevap Şah Cihan ve maiyetindekilerin çok hoşuna gider ve gülüşmelere neden olur. Sonunda Şah Cihan yabancıların (gentile) miras yasalarının tuhaflığıyla alay ettikten sonra kadının parasını bağışlar.[92] Görüldüğü üzere Marx’ı “yanlışlayan” bu örnek aslında Babür Devletinde Şah’ın –yabancılar da dahil olmak üzere‒ kişisel mülkiyet üzerindeki kontrolünü göstermektedir. Aslında basit bir miras meselesine Hükümdarın dahil edilmesi ve ondan bu konuda ferman beklenilmesi başlı başına Babür Hindistan’ında merkezi iktidarın özel mülk üzerindeki baskısına örnek olabilir.

Sunar’ın Marx’ı “yanlışlayan” diğer verileri de aynı derecede yanlış seçilmiş örneklerdir. “Marx’ın sandığının aksine Hindistan’da toprakta özel mülkiyete dair birçok kanıt olduğunu” öne süren Sunar, iddiasına delil olarak 31 Mayıs 1800 tarihinde Canara’da toprak satışlarıyla ilgili bazı raporları göstermektedir.[93] Buradan da yazarın, İngilizlerin 1793 tarihli Daimi İskan Kanunuyla, toprakta özel mülkiyet ve satış haklarının tanınarak o döneme kadar timar (jāgir) sahibi olan mansıbdārlara, eskiden tasarruf haklarına sahip oldukları toprakların mülk olarak dağıtıldığını[94] bilmediğini anlıyoruz. Hatta 1793 Daimi İskân Yasasını takip eden ilk 20 yılda halk arasında bir arazi alış-satış çılgınlığının yaşandığı ve bu çılgınlığın sonucunda sadece Bengal’de toplam arazilerin üçte birinin el değiştirdiği raporlara da yansımıştır.[95] Bu nedenle Marx’ı çürütmek adına 1800’lü yıllardaki toprak satışlarını örnek vermenin tartışmaya bu yönde bir katkısı olmayacaktır. Bu örnek sadece yazarın Hindistan tarihinde mülkiyet kanunlarının gelişimini incelemeden sonuçlar çıkardığı anlamına gelmektedir.

Aslında bu tartışmayı bu şekilde uzatmayabilirdik. Zira Marx’ın hiçbir dönemde kendisini Bernier’nin seyahatnamesiyle sınırlamadığını ve daha 1853’teki yazılarında Hindistan’da farklı toprak mülkiyetlerinin bir arada olduğuna dair raporları incelemiş olduğunu biliyoruz.[96] Nitekim ileriki yıllarda Kovalesvski’den alıntıladığı notlardan birinde “topraktaki ilişkilerin hiçbir ülkede Hindistan’daki kadar karmaşık bir yapı arz etmediğini” yazmaktaydı.[97] Bu notlarda Marx’ın, Hindistan’da köy komünlerinin ortak mülkiyeti, vakıf arazileri, özel mülklere ve doğrudan sarayın mülkü olan araziler arasındaki farklılıkları ayrıntıyla incelediğini görmekteyiz.[98] Tıpkı Hindistan’da Hindu ve Müslüman topluluklara ait oldukça çeşitlilik arzeden özel eşya ve miras hukukuna dair aldığı ayrıntılı notlarda olduğu gibi.[99] Elimizde bu kadar materyal varken Marx’ın Hindistan’daki toprak mülkiyeti hakkındaki düşüncelerini 1853’te Engels’e yazdığı birkaç mektuba dayandırarak çözümlemeye çalışmanın bu açıdan bizi “sınırlı” sonuçlara götüreceği kesindir.

Öte yandan Marx’ın Hindistan’daki karmaşık toprak mülkiyeti yapısının farkında olması bu ülkedeki sistemi Avrupa feodalitesiyle eşitlediğini mi göstermekteydi? Marx bu görüşe kesinlikle kaşı çıkmıştı.[100] Ona göre toprakta özel mülkiyet var olmakla birlikte bu mülkiyetin gelişimi köy komünü sisteminin ve sarayın baskısı altındaydı ve bu durum Avrupa’dakine benzer şekilde toprağından edilmiş bir köylü sınıfı oluşması –yani proleterleşme‒ önündeki en büyük engeldi.[101] Babür Hindistan’ındaki toprak mülkiyetinin aldığı biçimler üzerine yapılan modern araştırmalar Marx’ın görüşleriyle büyük ölçüde benzer sonuçlar vermiştir. Örneğin Babürlerde geliri doğrudan devlete ait hālīs araziler ile Osmanlı tımarını andıran jāgīr araziler dışında yine Osmanlı malikânelerini andıran zamīndārlara ait özel mülk arazilerin ve vakıf arazilerin bir arada bulunduğu karma bir toprak mülkiyet sisteminin olduğunu görüyoruz.[102] Özellikle de zamīndārların mülklerinin ve vakıf arazilerinin yasal konumunun, Avrupa feodalitesindeki toprak mülkiyeti haklarını andırdığını söyleyebiliriz. Ancak bu benzerliklerden yola çıkarak Avrupa feodalitesi ile Babür Hindistan’ının benzer evrelerden geçtiğini iddia etmek mümkün değildir. Zira Hindistan’da toprağın büyük bölümünün devlet mülkü olduğu görülmektedir. Değişik dönemlerde oranları değişmekle birlikte toprağın en az yedide biri doğrudan sarayın ihtiyaçlarına ayrılmış hālīs arazilerdi. Kabaca yarısı ise işleyenin sadece tasarruf hakkına sahip olduğu jāgīr arazilerden oluşmaktaydı. Özel mülk olan zamīndār arazilerinin en iyi ihtimalle toplam tarım alanlarının % 10’una tekabül ettiği tahmin edilmektedir. İngiliz denetimine daha önce giren Bengal’de bu oranın % 25 olması Avrupa etkisiyle veya Babürlerin bu bölge üzerinde denetim kuramamış olmasıyla açıklanabilir. Vakıf arazilerin oranı ise çok daha düşüktü (% 4-5 kadar).[103] Bu oranları toprağın büyük bölümünün özel mülkiyette olduğu Batı Avrupa ile mukayese etmek mümkün değildir.

Babür Hindistan’ında farklı mülkiyet biçimlerinin bir arada olması bu mülkiyet biçimlerinin Avrupa feodalitesinde olduğu gibi güvence altında olduğunu da göstermemekteydi. Nitekim Marx, J. B. Phuear’dan alıntıladığı bir anekdotta, toprağın mülk olarak sahibi olan zamīndārların faaliyetlerinin köy komünlerince nasıl engellendiğine dair bir örnek yer almaktadır. [104] Marx’ı sınırlı kaynaklara dayanmakla itham eden; ancak kendisi de hiçbir birincil Babür kaynağına yer vermeyen eleştirmenlerimize devletin kurucusu olan Babür Şah’ın (1494-1530) da toprağın gerçek sahibi olarak kendisini gördüğünü hatırlatabiliriz. Babür, meşhur Hatırat’ının bir yerinde Hindistan’da özel tarım arazilerinin kaderinin hükümdarın iki dudağı arasında olduğunu hatırlatacak şekilde şunları yazıyordu: “Kabil’in bütün vilayet ve kariyelerini (köylerini) hassa (hālīs) mülkü yaptım. Böylece oranın imarı ve idaresine bir engel kalmadı.”[105] Bu tavır özel mülklerin bir anda kamulaştırılabileceğini göstermekteydi. Sadece toprak mülkiyetinde değil diğer özel mülk alanlarındaki haklar da şahların iki dudağı arasındaydı. Cihangir Şah’ın (1605-1627) hatıratına göre bir gün ulaklarından biri, Şah’a iki subay arasında bir fil satışı gerçekleştiğini haber vermişti. Babür ülkesinde hükümdar dışında kimsenin fil alıp-satmasına izin verilmediğinden Cihangir Şah önce bu alışverişi yapanları ibret olsun diye fillerin ayakları altında çiğnetmeyi kararlaştırmıştı. Sonra bu kararından vaz geçerek ulağına “para ve fil onların bize karışmak düşmez” cevabını vermişti.[106] Bu örnek bize Babür Hindistan’ında özel mülk, miras hakları olduğunu kanıtlamakla birlikte[107] bütün bunlar üzerinde son söz hakkının hükümdarda olduğunu göstermektedir.

Babürler devri söz konusu olduğunda özel mülk ve servetin gelişimindeki tek engel kamu mülkiyetinin gelişmişliği değildi. Babür dönemi Hint köylüsünün Avrupalı muadillerinin asla hayal edemeyeceği büyük bir ordu ve bürokrasiyi de beslemek zorunda kaldığını hatırlatmalıyız. Babür ordusunun 200-300 bin piyade, 50.000 süvariden oluştuğunu biliyoruz.[108] Seyyahlar Şah Cihan’ın (1628-1657) Delhi ve Agra’daki haralarında 200 ila 300 bin at ile 8-9 bin fil bulunduğunu yazmışlardır.[109] Habib, devlet bürokrasisinin bu ordunun devamlılığını sağlamak adına kırsal bölgelerdeki artı ürünün büyük bölümünü kendisine çektiğini, köylünün pazarda satabileceği ya da takas edebileceği bir artı ürünü kalmadığını aktarmaktadır.[110] M. Hodgson da toprak vergilerinin Ekber Şah (1556-1605) zamanında köylünün gelirinin üçte birlik kısmına el koyacak kadar arttığını yazmıştır.[111] Yine Habib’e göre ordu haricinde, Babürlerin görenleri bugün de hayran bırakan görkemli mimari faaliyetleri ve sürekli tekrar eden kamusal törenleri de köylü üzerindeki vergi baskısını arttırmış, bu vergiler köylerde sermaye birikimini engellediğinden ticaret kentlerinde biriken servet ile tarım kesimi arasında bir bağ kurulamamıştır.[112]

Babürler devri ordu ve kamu giderlerine harcanan miktarlar az çok hesaplanabilmektedir. Örneğin Şah Cihan devrinde hazinede toplanan yıllık 220 milyon rupi, gerçekten de büyük bir zenginliğe işaret etmekteydi. Ancak bu paranın yarısı ordu giderlerine harcanıyordu. Sadece haralardaki atların gideri 16 ila 25 milyon rupiydi.[113] Hazineye ait fillerin yıllık gideri ise 2 milyon rupiyi bulmaktaydı. Şah Cihan devrinde çeşitli köşkler ve bahçeler yaptırmak için harcanan para yıllık 2 milyon rupiye denk gelmekteydi.[114] Sadece Tac Mahal’ın yapımı için tahminen 15 milyon rupi harcanmıştı. Şahların kişisel giyim kuşamı bile servetin nerede toplandığını göstermektedir: Şah Cihan’ın sarığında 1,2 milyon değerindeki mücevherlerden yapılmış bir serpiç bulunuyordu. Şah’ın yakutlardan yapılmış iki tespihi 2 milyon rupi ederken; üzerinde taşıdığı tüm mücevheratın toplamı 20 milyon rupiyi buluyordu.[115] Babür şahları düğün ve sünnet törenlerinde, zafer alaylarında muazzam ölçüde servet harcamakta ve antropologların potlaç adını verdiği törenlerle halka para dağıtmaktaydılar. Babür’ün kızı Gülbeden böyle bir “para saçma” (saçık) törenini ayrıntılarıyla anlatmaktadır.[116] Özet olarak Hindistan’da servetin sermayeye dönüşümündeki engeller Marx’ın muhayyilesinden doğmuş yanılsamalar değildi. Zaten Marx’ın, kafasında hayali bir Doğu inşa ettiğini iddia eden eleştirmenleri, aynı zamanda okurlarına Babür Hindistan’ında servetin nerelere harcandığını veya neden sermayeye dönüşemediğini açıklama zahmetine de girmemektedirler.

Babür Hindistan’ında servetin neden sermayeye dönüşemediğinin anlaşılması için yukarıdaki örneklerle konuyu uzatmak zorunda kaldık. Sonuçta Habib gibi Hintli tarihçiler bu “ihtişam” ve masrafları sırtlanan köylünün pazarda serbestçe ürününü satamadığı için şehirlerde üretilen teknik ürünleri de satın alamadıklarını bu gelişimin sonucunda da tarımsal üretimin gelişemediğini belirtmişlerdir.[117] Servetin sarayın ihtiyaçları doğrultusunda toplanması aynı zamanda şehirlerdeki endüstriyel gelişimin kırda bir geri beslenmesi olmadığı için zanaatkârın gelişimine ket vurmuş onu saraya mahkûm kılmıştı. Bu çözümlemeler Hindistan’da kapitalizmin gelişimi önündeki engelleri analiz etmeye çalışan Marx’ın çıkarımlarıyla uyumluluk göstermektedir.

Marx’ın kırda kapitalist gelişimin önünde engel olarak gördüğü köy komünlerinin otarşik birliği konusunda da modern uzmanlar Marx’a yakın görüşleri savunmaktadırlar. Marx J. B. Phear’dan alıntıladığı notlarında her köyde mutlaka bir demirci, marangoz, çömlekçi, bakırcı, berber, dokumacı, hekim, müneccim vb. olduğunu belirtmekteydi.[118] Sunara’a göre bu kendi kendine yeten köy “fikrinin” kaynağı da Fransız seyyah Jean Chardin’di (1699-1779).[119] Ancak Babür uzmanı Habib’in çalışmalarını incelediğimizde kendi kendine yeten köylerin bir fikirden ibaret olmadıklarını tarihte gerçekten var olduklarını görüyoruz. Balutedār denilen zanaatkârlar listesinde marangoz, demirci, çömlekçi ayakkabıcı, ip-halat yapıcısı, berber, müneccim vb. yer aldığını aktaran[120] Habib, köylerin büyük bölümünün “kendine yeterli bir ekonomi içinde hapsolduğunu, kuşaktan kuşağa geçen demirciler, marangozlar, dokumacılar vb. zanaatkârların köy içinde nakit ödeme almadan dolayısıyla sermaye biriktirme şansı elde edemeden çalıştıklarını, bu sebeple bağımsız bir zanaatkâr sınıf oluşmadığını da belirtmektedir.[121] Bu bakımdan Marx’ın Hindistan’da kapitalizmin gelişimini engelleyen unsurlar hakkında yazdıklarının büyük ölçüde güncelliğini koruduğu söylenebilir. Okuyucuyu sıkmak pahasına verdiğimiz bu örnekler Hint halkının artı-ürününün yıllar boyunca nasıl değerlendirildiğini gösterdiği gibi Hindistan’da kapitalizmin gelişiminin sekteye uğramasının sebeplerinden bir bölümüne de ışık tutmaktadır. Nitekim Marx’ın düşüncesiyle hiçbir ortak noktası olmayan birçok liberal iktisatçı ve tarihçi de Babür Hindistan’ındaki merkezi bürokratik yapının Hindistan’ın bu uluslararası ticaretten elde ettiği büyük serveti ülke içinde kalıcı bir yatırım nesnesi haline getiremediğini ve bu nedenle de Hindistan’da kapitalist gelişimin sekteye uğradığını kabul etmektedir.[122]

8. Hint Tekstil Endüstrisinin Çöküşü

Marx ve –özellikle de– Engels’in en çok tenkit edildikleri konulardan biri de Hindistan’da 19. yüzyılda tekstil sektörünün çöküşünden İngiliz askeri gücünü değil İngiliz endüstri devrimini sorumlu tutmalarıdır. Engels ilk kitabı olan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu (1844) adlı çalışmasında Hint dokuma endüstrisinin İngiliz (Lancashire) dokuma endüstrisinin gelişimi yüzünden yok olduğunu savunmuştu.[123] Marx da aynı konuyu Kapital’de oldukça ayrıntılı biçimde incelemişti. Marx, makineleşme sayesinde eskiden 200 işçinin ürettiği keten bezinin artık tek bir işçi tarafından üretilebildiği örneğini vererek Eli Whitney’in 1793’te çırçır makinesini icadından önce, bir libre pamuğun çekirdeğinden ayrılmasının bir ortalama iş gününe mal olduğunu, şimdi ise tek bir kadın kölenin günde 100 libre pamuk ayıklayabildiğini yazmaktaydı. Doğal olarak bu gelişme fiyatları düşürmüş ve geçmişte 50 sente elde edilen çekirdeğinden ayrılmış bir libre pamuk, sonradan üstüne büyük kârlar eklenerek 10 sentten satılabilir hale gelmişti. Nitekim Marx, Hindistan’da pamuk lifini çekirdeğinden ayırmak için kullanılan “çurka” isimli basit makineyle bir erkek ve bir kadının günde 28 libre pamuk ayıklayabildiğini; fakat Dr. Forbes[124] tarafından icat edilen yeni bir tür çurka ile bu oranın 250 libreye çıktığını aktarmaktaydı[125] ki bu bilgi bize Hindistan’da da makineleşme çabalarının olduğunu, doğal olarak el tezgâhlarının çöküşünde sadece dışarıdan gelen icatların etkili olmadığını göstermektedir.

“Marx eleştirmenleri” ise Hindistan’da tekstil sektörünün İngiliz ucuz tekstil ürünlerinin piyasaya doluşmasıyla değil İngilizlerin şiddet siyaseti sonucu çökertildiğini iddia etmektedirler. “İngilizlerin Hint dokumacılık sektörünü çökertmek için Hintli tezgâh ustalarının parmaklarını kestiklerini ve Marx’ın da bunu alkışladığını” iddia eden Özakıncı şöyle demektedir: “Hint dokumacılığını yok eden, Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.”[126] Sunar ise aynı konuda şunları yazmaktadır: “Aslında Marx’ın ele aldığı kapitalizmin gelişim devresinde Batı’nın iktisadi olarak ya da bazı alanlarda teknolojik olarak Doğu’dan üstün olması gibi bir olgu söz konusu değildi. İngiliz ürünleri Hint ürünleriyle yarışamıyordu. Ancak İngilizler siyasi üstünlüklerini kurduktan sonra ticareti ve imalatı azaltıcı engeller oluşturmuşlardır. Bunun neticesinde şehirlerdeki üretici kesim için iş imkânı kalmamış, tezgâhlar İngilizlerin zoruyla boşaltılmıştır. Hindistan’ı yerle bir eden İngiliz buharlı makineleri değil İngiliz silahıdır.”[127]

Marx’ı çürütmek amacıyla aceleyle kaleme alınmış olan yukarıda kısa alıntılar öylesine çok yanlış bilgiyle doludur ki bunlara ayrıntılı bir cevap verilmesi için başka bir yazının kaleme alınması gerekmektedir. Öte yandan okuyucuyu bilim-teknik tarihinin ayrıntılarıyla boğmadan çok kısa olarak şunları söyleyebiliriz. Öncelikle İngilizlerin 18. yüzyıl sonuna kadar Hint dokumalarıyla “baş edememelerinin” ve Hint ürünlerinin satışını engellemeye çalışmalarının[128] sebebi Sunar’ın düşündüğü gibi Hint dokuma endüstrisinin “teknolojik üstünlüğünden” değil tam aksine el işi (zanaat) olarak inceliklerinden, egzotik çekiciliklerinden, boyalarının doğallığı, kalıcılığı ve pamuğun yün dokumasına olan doğal üstünlüğü gibi teknoloji dışı unsurlardan kaynaklanmaktaydı. İngiliz dokumacılar bu ülkede pamuk yetişmediği için yün kullanmak zorunda kalıyorlar ve asla pamuklu dokumaların kalitesine ve renk çeşitliliğine erişemiyorlardı.[129] Teknolojik açıdan ise İngiliz dokuma endüstirisi adım adım gelişmekteydi. Aslında teknolojik atılım Hindistan’dan önce kendi anavatanında tekstil üreticilerini yıkmıştı. Daha 1589’da bir örgü makinesi icat eden William Lee (1563-1614) patent hakları için Elizabeth I’e (1558-1603) başvurduğunda bu makinenin binlerce kişiyi işsiz bırakacağını söyleyen Kraliçeden üretim için onay alamadığını biliyoruz.[130] 18. yüzyılda makine kırıcıların (Luddistler) 1733’te atkı mekiğini icat eden John Kayn (1704-1779) ve iplik eğirme makinesinin mucidi James Hargaves’in (1720-1778) evini yaktıklarını da hatırlatalım.[131] Pamuk İmparatorluğu adlı kapsamlı çalışmasında S. Beckert tekstil sektöründe makineleşmenin sadece İngiltere veya Hindistan’da değil, Saksonya, Katalonya, İsviçre’de el tezgâhlarını nasıl çökerttiğini ayrıntılarıyla vermektedir.[132] Tekstilde makineleşme sonucu İngiliz üretimi 1820-1850 arasında üç kat artmış ve tahrikli tezgâhda dokunan ürünler tüm Avrupa’da klasik el tezgâhlarını yerle bir etmişlerdi. 1789 Fransız Devrimi esnasında işçiler yeni makineleri parçalamışlardı. 1820’li yıllar boyunca Lanchashire başta olmak üzere dokuma tezgâhlarının yıkıldığı her kentte makineleşme karşıtı isyanlar baş göstermişti.[133]

Bu tepkiler gelişimi durduramamış ve Amerikalı Eli Whitney (1765-1825) tarafından 1794’te geliştirilen bir tasarım, merdaneli çırçırın yapamadığı kısa lifli pamukların da işlenebilmesini sağlayarak pamuk lifi elde etmede büyük bir devrime yol açılmıştı.[134] Sonunda yeni makineler öncelikle İngiliz el işçilerini yıkıma sürüklemişti. Marx makineleşmenin İngiltere’de ve Hindistan’da yol açtığı sarsıntıyı Kapital’de şöyle anlatır: “Dünya tarihi, İngiliz el dokuma işçilerinin yavaş yavaş, on yıllarca devam eden, sonunda 1838 yılında tescil edilen yok olma sürecinden daha korkunç bir dram sunmaz. Bunların pek çoğu açlıktan ölmüş, pek çoğu da aileleriyle birlikte uzun bir süre boyunca günde 2 peniyle hayatta kalmaya çalışmıştı. Diğer yandan, İngiliz pamuk makinelerinin Doğu Hindistan’daki etkisi aniydi. Buranın genel valisi 1834/35’te şunları bildiriyordu: ‘Buradakine benzer bir sefalete ticaret tarihinde hemen hemen rastlanamaz. Hindistan ovaları, pamuklu dokumacılarının kemikleriyle bembeyaz oldu.’”[135]

Sonuç olarak Hindistan’da klasik dokuma tezgâhlarının uğradığı yıkım bu ülkenin İngiltere ile girdiği politik ilişkileri aşan çok yönlü global bir sürecin sonucuydu. Nitekim eleştirmenlerin gözünden kaçan önemli olgulardan biri de yeni makinelerin ürünlerinin daha Hindistan’a varmadan önce de Hint pamuklularının dış pazar paylarına rakip olmalarıdır. Örneğin 1800’lü yılların başında Osmanlı İmparatorluğunda ve Amerika kıtasında artık Hint pamukluları yerine İngiliz malları tercih edilmeye başlanmıştı.[136] Yani başka bir deyişle Hint ürünlerinin geri çekilişi, İngiliz askeri ve siyasi gücünün çok ötesindeki pazarlarda zaten etkisini göstermeye başlamıştı. Eleştirmenlerin bilmediği diğer husus ise Hindistan’daki dokuma tezgâhlarının büyük bölümünün zaten “milli burjuvaziye” (yani Hintlilere) ait olmadığı, büyük çoğunluğunun Hollanda, Fransa ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketleri tarafından işletildiğidir. Sadece Bengal’de Batılılarca kurulmuş atölyelerde 80.000 işçi çalıştığını biliyoruz.[137] Dokuma tezgâhlarının çöküşü aslında Hindistan’daki yabancı yatırımlarını da iflasa sürüklemişti. 1820’lerde Lancashire’ın ucuz ürünleriyle baş edemeyen İngiliz Doğu Hindistan Şirketi uğradığı büyük zararlar nedeniyle Hindistan’daki fabrikalarını kapatmak zorunda kalmıştı.[138] Şirket bundan sonra üretim yerine İngiliz ürünlerinin ithalatına odaklanmıştı.

Eleştirmenlerin göz ardı ettiği son husus “durgunluk” teorisini çürütmek için sürekli olarak Hindistan’ın kıyı şeridinde yapay olarak şişmiş tekstil endüstrsinin gelişimini örnek olarak kullanmalarıdır. Halbuki bu sektör Hint halkının kendi ihtiyaçlarından değil coğrafi keşifler sonucu ülkenin uluslararası pazarlara bağlanmasından doğmuş yapay bir gelişimin yansımasıydı. Hatta tekstil sektöründeki yükselişin en korkunç sonucu Hint tarımının temel ürünlerini değiştirmesi ve 17. yüzyıldan sonra Hint köylüsünün kendini besleyecek ürünler yerine uluslararası pazarların taleplerine göre pamuk, ipek, yün, kenevir, şeker kamışı, betel yaprağı, çivit, güherçile vb. endüstriyel hammaddeler üretmeye başlamasıydı.[139] Bu durum ileride Hindistan’da Marx’ın da dikkat çektiği üzere pamuk üretiminin pirinç üretimi aleyhine sürekli olarak artması ve nihayet açlıktan kitlesel ölümlere yol açan tehlikeli bir sürecin önünü açmıştı. [140] Yapay olarak yükselişe geçen Hint tekstil sektörünün yine uluslararası piyasalardaki dalgalanmalara bağlı olarak çöküşüne de şaşırmamak gerekmektedir.

9. Sonuç

Bu yazıda birbiriyle bağlantılı iki temel konuyu inceledik. İlki Marx’ın sömürgecilik karşısındaki tutumu, ikincisi Hindistan’da kapitalizmin gelişimini engellediğini düşündüğü toplumsal ekonomik yapı hakkındaki görüşleri ve bu görüşlerin ne ölçüde geçerli olduğu üzerineydi. Marx’ın sömürgecilik hakkındaki görüşleri kendi diyalektik bakış açısından yola çıkarak çözümlendiğinde, sömürgeciliği –her insani olgu gibi‒ farklı sınıflar için yarattığı çelişkili sonuçlarıyla değerlendirdiğini gördük. Marx insanlık tarihindeki herhangi bir olguyu idealist felsefenin “iyi / kötü” kalıpları içinde değerlendirmemiş olguların karmaşık sonuçlarını analiz etmeye çalışmıştı.[141] Marx, nasıl ki kapitalizmin, özgür emeğin ve işçi sınıfının kurtuluşunun alt yapısını hazırladığına inandıysa sermayenin Asya üzerinde yayılımının da Hint ulusunun kurtuluşu için çeşitli olanaklar yarattığına inanmaktaydı. Ya da en azından 1857 yılına kadar İngiliz burjuvazisinin İngiliz aristokrasisinden daha “olumlu” bir rol oynayacağı kehanetinde bulunmuştu. Ancak bu kehaneti doğru çıkmayıp 1857 yılında liberal burjuvazinin de maskesi düştüğü için Marx, Hint ayaklanmasının yanında yer aldı ve İngiliz idaresinin her türlüsünün (aristokratik veya burjuva) Asya için olumsuz sonuçlarının ağır bastığını savunan yeni bir paradigmaya yöneldi.

Öte yandan Marx’ın Hindistan’ın Avrupa’dan farklı bir tarihe sahip olduğu konusundaki görüşlerini ise değiştirmediği ve Hindistan’ı feodal olarak kabul eden düşünürleri hayatının sonuna kadar eleştirdiği görülmekteydi. Marx’ın bu tavrı sebebiyle, “Asya uygarlıklarını küçümsemek ve Avrupa uygarlığını yüceltmekle” itham edildiğini ve yine bu tutumu nedeniyle “oryantalist” olmakla suçlandığını söyleyebiliriz. Öte yandan doğu-batı arasındaki ayrımları büyük ölçüde ırksal veya kültürel etmenlerle açıklamaya çalışan oryantalistlerle Marx’ın kapitalizmin doğuşunu engelleyen veya çabuklaştıran etmenlerin yeryüzünün farklı noktalarındaki dengesiz dağılımına odaklanan çalışması arasında ortak bir nokta bulmanın zorlukları da ortadadır.

Hindistan’da özel mülkiyetin yaygınlığı, gelişmiş bir ticari hayat olduğu, hatta Hint ticari burjuva sınıfının gerekli koşullar var olabilseydi pekâlâ Avrupa’daki burjuva sınıfının siyasal, teknolojik veya kültürel başarılarını aşabilecek potansiyele sahip olduğu konusunda “Marx eleştirmenleri” haklı olabilirler. Zaten Marx’ın kendisi de bu potansiyeli hiçbir zaman reddetmiş değildi. Ancak Hint burjuvazisinin sahip olduğu bu potansiyeli harekete geçirememesinin nedenlerini açıklama hususunda, “eleştirmenlerin”, Marx’ın en azından bir kapı araladığı açıklamalarının yanına bile yaklaşamadıklarını söylemek zorundayız. Hindistan’da kapitalist sürecin gelişimini engelleyen temel etmen olarak İngiliz müdahalesini işaret ederken, “eleştirmenlerin”, bu süreci engelleyen ve Hindistan’ın kendi sosyo-ekonomik yapısından doğan çeşitli bariyerleri neredeyse bütünüyle yok saydıklarını görmekteyiz. MÖ 2. binden beri bir medeniyet merkezi olan Hindistan’da sermaye birikiminin kapitalist bir aşamaya geçmemesinden bu ülkeye ancak 16. yüzyılda ayak basabilmiş İngiliz denizcileri sorumlu tutmak Hint medeniyetinin kendine has deviniminden habersiz olmak demektir. İngiltere dünyada kimsenin adını bilmediği küçük bir krallık ve Londra henüz irice bir kasabayken, Hindistan yüz milyonluk nüfusu ve devasa kentleri ile tüm dünyaya olmasa bile Hint Okyanusu çeperinin tamamına baharat, tekstil, mücevherat ihraç eden bir üretim merkeziydi. Bu gerçeği sürekli Marx’ın durgunluk teorisini çürütmek için hatırlatan eleştirmenler, “öyle ise niçin Hindistan burjuvazisi, İngiltere’dekine benzer bir siyasal/toplumsal ve ekonomik değişime öncülük edemedi” sorusuna doyurucu bir cevap verememektedirler. Hindistan ve Avrupa’nın sosyo-ekonomik formasyonu her açıdan benzer ve aradaki ayrım sadece Marx’ın “hayal dünyasından” ibaret idiyse Hint burjuvazisi ülkeyi bir iç pazar olarak birleştirmeyi neden başaramamış ve racaları, nevvabları (vali), şahları ve diğer feodalleri devirerek iktidarı almak yerine ülkeyi İngilizlere teslim etmeyi tercih etmiştir? Bu soru eleştirmenler nezdinde cevapsız kalmakta veya sonuç nedenin yerine geçirilerek sorumluluk İngiliz egemenliğine havale edilmektedir.

Oysa Marx’ın çözümlemeleri bazı genelleme ve eksikliklerine rağmen prensipte bu sorulara verilecek cevaplar açısından Hindistan’da burjuva devrimi yaşanmamasının sebeplerini inceleyenler için bugün de ilham kaynağı olmaktadır. Önce saraya sonra da İngilizlere göbekten bağımlılığı, Hint burjuvazisinin bağımsız bir rol oynamasını engellemiş, anti-sömürgeci ayaklanmalara önderlik etmek yerine sömürgecilerle işbirliğine yönelmesine neden olmuştu. C. Harman’ın sözleriyle “Eski Hint toplumu kriz içindeyken Hint burjuvazisi onu değiştirecek bağımsız bir rol oynayamamıştı”.[142] Nehru da “Moğol (Babür) imparatorluğu ekonomik değişiklikler nedeniyle parçalanırken ortalıkta bu fırsatı değerlendirerek iktidara el koymaya hazır bir orta sınıf olmadığını”[143] söylerken aynı duruma değinmekteydi. Netice olarak bütün sermayenin Avrupa’ya ihraç edilecek mallar nedeniyle kıyı kentlerinde yoğunlaşması ve kıra geri dönmemesinin Hindistan ekonomisinin çarpık, dengesiz ve yapay büyümesine sebep olduğunu söyleyebiliriz. Marx’ı çürütmek ve Asya’nın “durgun olmadığını kanıtlamak maksadıyla” coğrafi keşifler sonucu oluşmuş ve özünde Hindistan’a da büyük zararları olmuş bu yapay ekonomik gelişmenin bir “kalkınma başarısı” olarak savunulması da hayli ilginç bir durumdur.

Kaynaklar

Acemoğlu, D. ve Robinson, J. A., Ulusların Düşüşü: Güç Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri, Çeviren: F. R. Velioğlu, Doğan Kitap, İstanbul 2015.

Ahmad, A., Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, Çeviren: Ahmet Küskün, Yöneliş İstanbul 1990.

Alaev, L. B., “The System of Agricultural Production South India Tapan Raychaudhuri: The State and The Economy (in Mughal India)”, The Cambridge Economic History of India, ed. by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.

Anderson, K. B., Marx Sınırlarda: Etnisite, Ulus, Ulusçuluk ve Batı Dışı Toplumlar, Çeviren: Deniz Gedizlioğlu, Yordam Yayınları, İstanbul 2016.

Babür’ün Hatıratı, Baburnâme, Cilt III, Çeviren: Reşit Rahmeti Arat, MEB Yayınları, İstanbul 1989,

Basalla, G., Teknolojinin Evrimi, Çeviren: Cem Soydemir, Tübitak Yayınları, Ankara 2000.

Beckert, S., Pamuk İmparatorluğu, Tek Bir Meta İle Kapitalizmin Küresel Tarihi, Çeviren: Ali Nalbant, Say Yayınları, İstanbul 2018.

Bernier, F., Travels in the Mogul Empire AD 1656-1668, Translated by Irving Brock, Edinburgh University Press, MDCCCXCI (1891).

Engels, F., İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Çeviren: Oktay Emre, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013.

Epstein, A., Geç Dönem Ortaçağ Avrupası: Ekonomik ve Sosyal Tarih, 1000-1500, Çeviren: Serap Işık, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2014.

Erdeğer, B. Ş., “Ali Şeriati: Kazanımın ve Gelişimin Öğretmeni II”, Haksöz, Sayı 115, Ekim 2000.

Gülbeden, Hümayunnâme, Çeviren : Abbürrab Yelgar, TTK Yayınları, Ankara 1987.

Habib, I. “Agrarian Relations and Land Revenue The System of Agricultural Production South India”, (ed) “The State and The Economy (in Mughal India) The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.

Harman, C., Halkların Dünya Tarihi: Taş Devrinden Yeni Binyıla, Çeviren: Uygur Kocabaşoğlu, Yordam Yayınları, İstanbul 2015.

Irwin, R., Oryantalistler ve Düşmanları, Çeviren: Bahar Tırnakçı, YKY, İstanbul 2008.

Kayalı Y., “Eski Bir Hint Geleneği: Sati”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Sayı 53, 2013, ss. 365-374.

Kulke K. ve Rothermund D., Hindistan Tarihi , Çeviren: Müfit Günay, İmge Kitabevi, İstanbul 2001.

Ling, T., Karl Marx and Religion in Europe and India, The Mac Millan Press, New York-Delhi, London, 1980.

Marx, K., Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çeviren: Sevim Belli, Sol Yayınları, Ankara 1976.

Marx, K. Engels, F., Textes sur le Colonialisme, Éditions du Progrès, Moscou, 1977.

Marx, K. ve Engels F., Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Çeviren: Mihri Belli, Sol Yayınları, Ankara 1992.

Marx, K. ve Engels, F., Seçme Yazışmalar I: 1844-1869, Çeviren: Yurdakul Fidancı , Sol Yayınları, Ankara 1995.

Marx, K. ve Engels, F., Sömürgecilik Üzerine, Çeviren: Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, Ankara 1997.

Marx, Kapital Cilt 1, Çeviren Nail Satılgan vd., Yordam Yayınları, İstanbul 2010

Marx-Engels, Collected Works, Vol 39, Letters 1852-1855, Lawrence-Wishart Electric Book,2010.

Marx, K., Etnoloji Defterleri, Çeviren: Kıvanç Tanrıyar, Hil Yayınları, İstanbul 2013.

Metcalf B. D. ve Metcalf, T. R., Modern Hindistan’ın Kısa Tarihi, Çeviren: Z. H. Akmak, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2018.

Nehru, P. C., Dünya Tarihi/Kesitler, Hazırlayan: Cüneyt Akalın, Kaynak Yayınları, Ankara 2016.

Ömür, E., Edward Terry ve Francisco Pelsaert’in Seyahatnameleri Işığında Cihangir Döneminde Babürlü Devletinde Yönetim ve Yaşayış, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, 2016.

Özakıncı, C., “Hangi Osmanlı, Bölüm 2”, Bütün Dünya, Nisan 2011.

Patterson, T., Antropolog Marx, Çeviren: İlker Çayla, Ütopya Yayınevi, İstanbul 2018.

Özakıncı, C., “Hangi Osmanlı, Bölüm 2”, Bütün Dünya, Nisan 2011.

Parthasarathi, P., Avrupa Zenginleşirken Asya Neden Yoksul Kaldı? Küresel Ekonomideki Ayrışma 1600-1850, Çeviren: Öktem Kalaycıoğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019.

Raychaudhuri, T., “The State and The Economy (in Mughal India)”, The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.

Raychaudhuri, T.“Non-Agricultural Production (in Mughal India)”, The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.

Said, E., Şarkiyatçılık, Batının Şark Anlayışları, Çeviren: Berna Yıldırım, Metis Yayınları, İstanbul 2017.

SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, Karl Marx, Biyografi, Sorun Yayınları, Çeviren: Ertuğrul Kürkçü, İstanbul 2008.

Soner, A. S. ve Efe Peker, “Marksizm, Şarkiyatçılık ve ‘Komünizm Fikri’nin Evrenselliği”, Doğu Batı, Sayı 55, 2010.

Sunar, L., Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012.

Streusand, Douglas E. Ateşli Silahlar Çağında İslam İmparatorlukları, Çeviren: Bahar Fırat, İstanbul 2013.

Tarih-i Selim Şah, IV. Babürlü Hükümdarı Cihangir Şah’ın Hatıratı, Hazırlayan: Fahri Unan, TTK Yayınları, Ankara 2003.

Turner, B. S., Marx ve Oryantalizmin Sonu, Çeviren: Çağatay Keskinok, Kaynak Yayınları, İstanbul 2001.

 

[1] Marx’ın çağında Hindistan, Pakistan ve Bangladeş bir bütün oldukları için Müslüman ve Hinduların ülkesi anlamında Hindustan terimi de kullanılmaktaydı. Marx’ın Hindistan üzerine metinlerini Türkçeye çeviren Mihri Belli ve Muzaffer Erdost Hindustan yerine Hindistan terimini kullanmayı tercih ettikleri için Marx’ın ülkenin adına dönük yaptığı söz oyunu da Türkçe metne yansımamıştır. Halbuki Erdost’un kaynak olarak kullandığı Marx Engels Textes sur le colonialisme, Éditions du Progrès, Moscou, 1977 künyeli kaynakta da l’Hindoustan terimiyle karşılaşıyoruz. Bkz: Marx Engels Textes sur le colonialisme, Éditions du Progrès, Moscou 1977, s.35.

[2] K. Marx ve F. Engels, Sömürgecilik Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1997.

[3] K. Marx ve F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s.146-159.

[4] K. B. Anderson, Marx Sınırlarda, Etnisite, Ulus, Ulusçuluk ve Batı Dışı Toplumlar, Yordam 2016, s. 318-19.

[5] SSCB Bilimler Akademisi Kolektifi, Karl Marx, Biyografi, Sorun yayınları, İstanbul, 2008, s. 237.

[6] Marx’ın bu gazetede yazmaya gönüllü olmadığı; ancak mali sorunlar nedeniyle de uzun yıllar gazeteye yazılar göndermeye devam ettiği bilinmektedir. Bkz: Bryan S. Turner, Marx ve Oryantalizmin Sonu, Kaynak Yayınları, İstanbul 2001, s.54.

[7] Trevor Ling, Karl Marx and Religion in Europe and India, The Mac Millan Press, New York-Delhi, London, 1980, s. 69-70.

[8] K. Marx ve F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları, Ankara, 1992.

[9] A.g.e., s. 146-159.

[10] Edward Said, Şarkiyatçılık, Batının Şark Anlayışları, Metis Yayınları, İstanbul 2017, s. 164-165.

[11] Turner, a.g.e., s. 54.

[12] Thomas Patterson, Antropolog Marx, Ütopya Yayınevi, İstanbul 2018, s. 229.

[13] K. Marx ve F. Engels, Sömürgecilik Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1997.

[14] A.g.e., s. 143-173.

[15] Karl Marx, Etnoloji Defterleri, Hil Yayınları, İstanbul 2013.

[16] Oryantalist sözcüğü bilindiği üzere hem Doğu toplumları üzerine araştırmalar yapan dil bilimci, tarihçi, arkeolog vb. bilim insanlarını; hem de Batı’nın Doğu’ya yanlı, taraflı, küçümseyici veya aşırı hayranlık duyan romantik bakış açısını tarif eden çifte anlamlı bir sözcüktür. E. Said bu sözcüğü genellikle ikinci ve olumsuz anlamıyla kullanmış; hatta kitabının gördüğü olağanüstü ilgi nedeniyle sözcüğün akıllarda sadece olumsuz anlamıyla yer etmesinde hayli etkili olmuştur.

[17] Said, a.g.e., s. 164-165.

[18] E. Said’in, Marx’ı “oryantalist” ilan ederken başvurduğu yegâne kaynak Marx’ın New York Daily Tribune’de 8 Ağustos 1853’te yayınlanmış yazısıdır. Said, a.g.e.,s. 167.

[19] Said, a.g.e., s. 164-166.

[20] Said, a.g.e., s. 164-166.

[21] K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Ankara 1976, s. 132.

[22] Said, a.g.e., s. 10, 30, 306, 394. B. Şahin Erdeğer ise daha da tuhaf bir şekilde Marx’ın bu sözünü ABD’nin 1848’de Meksika’ya ait olan Kaliforniya eyaletini ele geçirmesi üzerine söylediğini iddia etmektedir. Bkz: Bülent Şahin Erdeğer, “Ali Şeriati: Kazanım ve Gelişimin Öğretmeni II”, Haksöz, Sayı 115, Ekim 2000, s. 62.

[23] İslam medeniyeti ve sanatı uzmanı Robert Irwin, Şarkiyatçılık kitabını “alelacele yazılmış” ve Ortadoğu tarihi açısından gerçek bir “cehalet örneği” olarak niteledikten sonra, kitapta, yazarın sadece Marx’ı değil ele aldığı tüm şarkiyat uzmanlarını yüzeysel metinlerle eleştirdiğini dile getirmektedir. Robert Irwin, Oryantalistler ve Düşmanları, YKY, İstanbul 2008, s. 283-310.

[24] Irwin, a.g.e.,s. 296-297.

[25] Metcalf, B. D. ve Metcalf, T. R., Modern Hindistan’ın Kısa Tarihi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2018, s. 121, 132.

[26] Karl Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları, NewYork Daily Tribune, 8 Ağustos 1853, no: 3840, K. Marx-F. Engels, Sömürgecilik Üzerine, Sol Yayınları, Ankara 1997, s.89.

[27] Whig Partisi İngiltere’de 1680’lerden 1850’li yıllara kadar oldukça etkin olan liberal-sağ siyasal parti.

[28]Marx, “Sir Charles Wood’un Doğu Hindistan Reformları”, NYDT, No: 3801, 22 Haziran 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 29.

[29] Sati geleneği çok temel olarak ölen kocanın cesedi ile dul kalan karısının da yakılması olarak tanımlanabilir. Formal olarak sati “gönüllülük” esasına dayanmaktaydı. Ancak kadınlar sati uygulamasına toplumsal baskıyla ikna edilebilmekteydiler. Zaten sözcük aynı zamanda “erdemli, iyi, adanmış ve doğru olan” anlamlarına gelmekteydi ve “erdemli” her kadından sati pratiği beklenmekteydi. Bkz: Yalcın Kayalı, “Eski Bir Hint Geleneği: Sati”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, Sayı 53, 2013, s. 365-374.

[30] Marx, Etnoloji Defterleri, s.245.

[31] Metcalf ve Metcalf, a.g.e.,s. 95.

[32]K. Kulke  ve D. Rothermund, Hindistan Tarihi, İmge Kitabevi, İstanbul 2001, s.358.

[33] Metcalf ve Metcalf, a.g.e., s. 99.

[34]  Erdeğer, a.g.e., s. 62

[35] Erdeğer, a.g.e., s. 62

[36] Etnoloji Defterleri’nde Marx John Budd Phear için “saygıdeğer eşek” ifadesini kullanmaktaydı. Karl Marx, Etnoloji Defterleri, Hil Yayınları, İstanbul 2013, s.200.

[37] K. Marx, “Yeni Çin Savaşı”, New York Daily Tribune, No: 5761, 10 Ekim 1859. Sömürgecilik Üzerine, s. 269.

[38] Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları, NewYork Daily Tribune, 8 Ağustos 1853, no: 3840, Sömürgecilik Üzerine, s.88.

[39]  Cengiz Özakıncı, “Hangi Osmanlı: Bölüm 2”, Bütün Dünya, Nisan 2011, s. 64-65.

[40] Burada İngilizlerin tarım ürünlerindeki spekülasyonlar sonucu yarattıkları yapay kıtlık nedeniyle Orissa’da 1866 yılında bir milyon Hintlinin açlıktan ölmesi, Java adasındaki Bancuvangi’nin tüm nüfusunun yok olması, New England’ta öldürülecek 12 yaşından büyük her erkek Kızılderili için 100 sterlinlik, kadın ve çocuk kafatasları için ise 50 sterlinlik “ödül” konması gibi örnekler, Marx’ın sömürgelerdeki vahşetin teşhiri konusundaki tutumunu yansıtmaktadır. Marx, Kapital, Cilt 1, Yordam Yayınları, İstanbul 2010, s. 720.

[41] Marx’tan Engels’e, 20 Kasım 1865, Sömürgecilik Üzerine, s. 348-349.

[42] Marx’tan Engels’e, 14 Haziran 1853, Seçme Yazışmalar I: 1844-1869, Ankara 1995, s. 94.

[43] Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliği”, NYDT, No: 3804, 25 Haziran 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 34.

[44] Marx, “Doğu Hindistan Sorunu”, NYDT, No: 3838, 19 Temmuz 1853, Sömürgecilik Üzerine, s.76-77.

[45] Marx, “Doğu Hindistan’da İngiliz Gelirleri”,NYDT, No: 5123, 21 Eylül 1857, Sömürgecilik Üzerine, s. 190.

[46] Loyalistler Britanya’yı tanrı Janus gibi görmekteydiler. Bir yüzüyle Britanya, Doğu Hindistan Şirketi’nin yanlış uygulamaları nedeniyle büyük ekonomik yıkımlara yol açmakta; öte yandan parlamenter sistemin, liberal ilkelerin, anayasa kavramının, seküler hukukun da temsilcisi olarak sempati toplamaktaydı. İngilizler 1832’de, hâkim oldukları bölgelerde Müslüman olmayanların ceza davalarında şer’i mahkemelere çıkma zorunluluğun kaldırılması, İslami hadd cezalarının, falaka, uzuv kesme, kıssas vb. uygulamaların ve sati’nin yasaklanması, 1856’da dul kadınların yeniden evlenebilmelerine izin verilmesi gibi uygulamalarıyla liberal Hintliler arasında büyük sempati uyandırmıştı. Aziz Ahmad. Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, Yöneliş, İstanbul 1990, s. 26; Kayalı, a.g.e., s. 371.

[47] Ahmad, a.g.e., s. s. 37.

[48] Patterson, a.g.e., s. 230.

[49] Marx, “Sir Charles Wood’un Doğu Hindistan Reformları”, NYDT, No: 3801, 22 Haziran 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 29.

[50] “Hindistan Hükümeti”, NYDT, No: 3824, 20 Temmuz 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 71.

[51] Marx, Hindistan’ın 1824’te 1milyon yardı (yaklaşık 900 bin metre) bulmayan İngiliz muslini ithalatının 1837’de 64 milyon yarda (57 milyon metre) ulaşmış durumda olduğunu, İngiliz ucuz tekstil ürünlerinin piyasaya doluşmasıyla dokumacılarıyla ünlü Hint kentleri hızlı biçimde nüfus kaybettiklerini, örneğin Dakka’nın nüfusunun 150 binden 20 bine düştüğünü belirtmiştir. Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliği”, NYDT, No: 3804, 25 Haziran 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 34-39.

[52] Marx, “Sir Charles Wood’un Doğu Hindistan Reformları”, NYDT, No: 3801, 22 Haziran 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 32.

[53] Bazı İngiliz iktisatçıları “nüfusu Britanya’nın beş katı olan (doğrudan İngiliz idaresindeki Bengal gibi bölgeler kastediliyor) Hindistan’ın ancak “Britanyalıların yarısı kadar vergi ödediğini” dolayısıyla Hintlilerin sömürüldüğü iddialarının gerçeği yansıtmadığını” savunmaktaydılar. Marx bu demagoji karşısında iktisadın en basit yasalarını örnek vermek zorunda kalmış ve “günde 12 sent kazanan bir adamın 1 sent vergi ödemesinin, 12 dolar kazanan birinin 1 dolar ödemesi kadar kolay olup olmadığını” sormuştur. “Her ikisi de gelirlerinin aynı oranında vergi vermekle birlikte bu durum onların gereksinimleri üzerinde oldukça farklı oranda etki yapacaktır” diyerek Hint halkının göreli yoksulluğu dolayısıyla daha büyük bir sömürü altında olduğunu yazmaktadır. Marx, “Savaş Sorunu, Parlamentonun Yaptıkları ve Hindistan”, NYDT, No: 3838, 5 Ağustos 1853, Sömürgecilik Üzerine, s. 84.

[54] Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”, NYDT, 8 Ağustos 1853, no: 3840. Sömürgecilik Üzerine, s. 88.

[55] Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”, 22 Temmuz 1853’te Marx tarafından yazılmıştır. NYDT, 8 Ağustos 1853, no: 3840. Sömürgecilik Üzerine, s. 89.

[56] A. S. Soner ve Efe Peker, “Marksizm, Şarkiyatçılık ve ‘Komünizm Fikri’nin Evrenselliği”, Doğu Batı, Sayı 55, 2010, s. 190-191.

[57] Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”, NYDT, 8 Ağustos 1853, no: 3840. Sömürgecilik Üzerine, s. 89.

[58] Kulke ve Rothermund, a.g.e.,s. 383.

[59] George Basalla, Teknolojinin Evrimi,Tübitak, Ankara 2000, s. 107.

[60] P. Cevahirlâl Nehru, Dünya Tarihi/Kesitler, Kaynak Yayınları, Ankara 2016, s. 492.

[61] Lütfi Sunar, Marx ve Weber’de Doğu Toplumları, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012, s. 110.

[62] Marx, “Hindistan Ordusunda Ayaklanma”, NYDT, No: 5065, 15 Temmuz 1857, Sömürgecilik Üzerine, s. 74, 144.

[63] Aziz Ahmad, Hindistan ve Pakistan’da Modernizm ve İslam, Yöneliş, İstanbul 1990, s. 35.

[64] Patterson, a.g.e., s..228-229.

[65] Marx, “Hindistan Ayaklanması”, NYDT, no: 5119, 16 Eylül 1857, Sömürgecilik Üzerine, s. 168-172.

[66] Marx, “Hindistan’daki İşkencelerin Soruşturulması”, NYDT, no: 5120, 17 Eylül 1857, Sömürgeclilik Üzerine, s. 168-172. Marx’ın sadece Hint ayaklanması üzerine yazdığı yazılar bile “kan dökücülüğü, barbarlığı Doğu’yla insani erdemleri Batı’yla özdeşleştiren” klasik oryantalist bakış açısından ne kadar uzak bir tutum içerisinde olduğu açık biçimde görülmektedir.

[67] Marx, “Hindistan’da Vergiler”, NYDT, No: 5383, 23 Temmuz 1858, Sömürgecilik Üzerine, s. 74 ve 229-230.

[68] “İngiliz Pamuk Ticareti”, NYDT, No: 6405, 21 Eylül 1861, Sömürgecilik Üzerine, s. 74 ve 280-281.

[69] Sunar, a.g.e.,s. 115.

[70] Marx, Kapital I, s. 320 ve 490-491.

[71] Örneğin Sovyet araştırmacı L. B. Alaev, Muson etkisi altında olan güney Hindistan’da kanal sistemine bağlı olarak sulanan arazilerin toplam tarım alanlarının %3 ila %7’sini geçmediğini belirtmiştir. L. B. Alaev, The System of Agricultural Production South India Tapan Raychaudhuri “The State and The Economy (in Mughal India) The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987, 227.

[72] Sunar, a.g.e., s. 81, 96.

[73] Marx, Kapital I, s. 490-91.

[74] Engels’ten Marx’a, 6 Haziran 1853, Seçme Yazışmalar I, s. 91.

[75] İşin tuhafı Sunar’ın kendisi de, Marx’ın İngiltere’den kopyalanarak Hindistan’a taşınan “yararsız, saçma ve rezilce” olarak tanımladığı tarım politikalarına karşı Hint köy komünlerini savunduğu bir metnini de okuyucuyla paylaşmaktadır. Sunar, a.g.e., s. 96.

[76] Marx, “Hindistan’da İngiliz Egemenliğinin Gelecekteki Sonuçları”, Sömürgecilik Üzerine, s. 89.

[77] Bu cümle M. Belli çevirisinde “Doğu göğünün gerçek anahtarı” olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak İngilizce metinde cennet (heaven) sözcüğü kullanılmıştır. Bkz: K. Marx-F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları, Ankara 2009, s. 148. Marx-Engels, Collected Works, Vol 39, Letters 1852-1855, Lawrence-Wishart Electric Book, 2010, s.334.

[78] K. Marx ve F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, s. 82, K. Marx, Kapital, Cilt I, Sol Yayınları, Ankara 1993, s.371-373.

[79] Anderson, a.g.e., s. 304-322.

[80] Anderson, a.g.e., s. 321.

[81] Sunar, a.g.e., s. 64-88.

[82] Sunar, a.g.e.,s. 83-85.

[83] Sunar, a.g.e.,s. 90.

[84] Ling, a.g.e., s. 70.

[85] Doğrusu Şah Cihan olacaktır. Sunar hatalı biçimde Cihan Şah yazmıştır. Cihan Şah (1438-1467) Karakoyunlu hükümdarıydı.

[86] Sunar, a.g.e., s. 90.

[87] Francois Bernier, Travels in the Mogul Empire AD 1656-1668, Eidinburgh University Press, 1891, s. 224.

[88] Bernier, a.g.e., s. 211-212.

[89] Emre Ömür, Edward Terry ve Francisco Pelsaert’in Seyahatnameleri Işığında Cihangir Döneminde Babürlü Devletinde Yönetim ve Yaşayış, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sakarya Üniversitesi, 2016, s. 48.

[90] Ömür, a.g.e., s. 48.

[91] Banyane, Babürlerin Avrupalı veya Bengalli yabancı tüccarlara verdikleri isimdir ve doğal olarak bu olay Babürlerin kendi tebaalarıyla değil yabancılarla kurdukları hukuki ilişkilere örnek verilebilir. Sunar bu ayrıntıyı atlamıştır.

[92] Bernier, a.g.e., s. 164-165.

[93] Sunar, a.g.e., s. 91.

[94] Kulke ve Rothermund, a.g.e., s. 351.

[95] Metcalf ve Metcalf, a.g.e., s. 92.

[96] Marx’tan Engels’e, 14 Haziran 1853, Seçme Yazışmalar I, s. 95.

[97] Anderson, a.g.e., s. 319.

[98] Marx, Etnoloji Defterleri, s. 168-175; Anderson, a.g.e., s. 300-322.

[99] Marx, Etnoloji Defterleri, s. 176-200.

[100] Marx, a.g.e., s. 202.

[101] Marx, a.g.e., s. 179-180.

[102] Irfan Habib, “Agrarian Relations and Land Revenue The System of Agricultural Production South India” “The State and The Economy (in Mughal India) The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.235-246.

[103] Habib, a.g.e., s. 240-243.

[104] Marx, Etnoloji Defterleri, s. 179-180.

[105] Babür’ün Hatıratı, Baburnâme, Cilt III, MEB Yayınları, İstanbul 1989, s. 583.

[106] Tarih-i Selim Şah, IV. Babürlü Hükümdarı Cihangir Şah’ın Hatıratı, TTK Yayınları, Ankara 2003, s. 62.

[107] Zaten bu hakların varlığı için Sunar’ın yaptığı gibi 1800’lü yıllara ait satış senetlerini incelemeye gerek yoktur. 17. yüzyılda tamamlanan ve Babür devrinin en büyük fıkıh derlemesi olan Fetava-yi Hindiyye ‘de Hanefi hukuku gereği özel mülk haklarını korumaya çalışan yeteri kadar örnek bulunabilir.

[108] Tapan Raychaudhuri, “The State and The Economy (in Mughal India)”, The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.187.

[109] Tapan Raychaudhuri, “Non-Agricultural Production (in Mughal India)”, The Cambridge Economic History of India, ed by: T. Raychaudhuri ve Irfan Habib, Cambridge History Press, Cambridge 1987.187.

[110] Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi, Taş Devrinden Yeni Binyıla, Yordam Kitap, İstanbul 2015, s. 226.

[111] Marshall G. S. Hodgson, İslam’ın Serüveni, Cilt III, Barut İmparatorlukları ve Modern Zamanlar, Phoenix, Ankara 2017, s. 112-113.

[112] Harman, a.g.e., s. 228-229.

[113] Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 1987, s. 436, 486.

[114] Bayur, a.g.e., s. 533.

[115] Bayur, a.g.e., s. 447-448.

[116] Gülbeden, Hümayunnâme, çeviren: Abbürrab Yelgar, TTK Yayınları, Ankara 1987, s. 151. Gülbeden anılarında babası Babür’ün içine limonata doldurulan havuzlar inşa ettirdiğinden de söz eder. Gülbeden, a.g.e., s. 128.

[117] Habib’e göre köylü yığınları tepkilerini merkezi bürokrasiye karşı ayaklanarak gösterdiler. Ancak bu ayaklanmalara kentlerde biriken servete tepkili feodal sınıflar zemindarlar veya Hindu, Sih dinsel figürler önderlik etti. Geçmişe duyulan bir nostaljiden beslenen bu türden ayaklanmaların ekonomik çarkı geri döndürme şansı yoktu. Harman, a.g.e., s. 228-229.

[118] Marx, Etnoloji Defterleri, s. 170-171.

[119] Sunar, a.g.e., s. 97.

[120] Irfan Habib, “ Agrarian Relations and Land Revenue”, s. 251.

[121] Harman, a.g.e., s.228-229.

[121] Harman, a.g.e., s. 226.

[122] Daron Acemoğlu ve James A. Robinson, Ulusların Düşüşü, Güç Zenginlik ve Yoksulluğun Kökenleri, Doğan Kitap, İstanbul 2015, s. 114.

[123] F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2013, s.32.

[124] John Forbes Watson (1827-1892) hayatının büyük bölümünü Hindistan’da geçirmiş İngiliz hekim ve mekanikçi. Hint tekstil endüstrisi üzerine çalışmalarıyla tanıyordu.

[125] Marx, Kapital I, s. 375-376.

[126] Özakıncı, a.g.e., s. 62.

[127] Sunar, a.g.e., s. 111.

[128] 1660’ta İngiltere’de ithal Hint ürünlerine karşı iç piyasayı koruma kararı alınmış, 1688’de Hint yünlülerinin ithalatına sınırlama getirilmiştir. İngiltere, 1701’de Bengal ipeği ve menşei Hindistan olan kumaşlardan elbise giyilmesini tamamen yasaklamış ve bunların sadece Amerika’daki kolonilere satılmak şartıyla ithal edilmesine izin verilmiştir. 1721’de Hint muslini ve patiskasının İngiltere’de kullanılması da yasak kapsamına alınmıştır. Acemoğlu – Robinson, a.g.e., s. 189.

[129] Prasannan Parthasarathi, Avrupa Zenginleşirken Asya Neden Yoksul Kaldı? Küresel Ekonomideki Ayrışma 1600-1850, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2019, s. 30-41.

[130] Acemoğlu-Robinson, a.g.e., s. 172-173 ve 85.

[131] Acemoğlu ve Robinson, a.g.e., s. 85.

[132] Sven Beckert, Pamuk İmparatorluğu, Tek Bir Meta İle Kapitalizmin Küresel Tarihi, Say Yayınları, İstanbul 2018, s. 255-260.

[133] Beckert, a.g.e., s. 270-271.

[134] George Basalla, Teknolojinin Evrimi,Tübitak, Ankara 2000, s.45.

[135] Marx, Kapital I, s. 411-412.

[136] Parthasarathi, a.g.e., s. 167.

[137] Metcalf ve Metcalf, a.g.e., s. 62.

[138] Parthasarathi, a.g.e., s. 167.

[139] Douglas E. Streusand, Ateşli Silahlar Çağında İslam İmparatorlukları, İstanbul 2013, s. 271.

[140] Marx, Kapital I, s. 342.

[141] Bu durum Ortaçağ tarihçilerinin büyük veba salgınını değerlendirme biçimlerine benzemektedir. Tanrı Janus’un oyunlarından biri olan 1364 veba salgını Avrupa’da halkın yarısını yok etmişti ve büyük bir sosyal travmaya yol açmıştı. Ancak vebanın, işçi ücretlerinin üç-dört kat yükselmesi, kadınların üretim alanına girmesi, kiraların düşmesi, et, süt ve yün fiyatlarındaki düşüşle alım gücünün artması gibi Avrupa’nın yoksul sınıfları ve emekçileri için “pozitif” sonuçları da olmuştu. Hatta veba lonca sistemini dağıttığı için tekstil üretiminde ilk defa kendi ücretini kendi tayin edebilen özgür işçi sınıfının da nüveleri ortaya çıkmıştı ki bu son özellik proletaryanın doğuşunu muştuluyordu. Steven A. Epstein, Geç Dönem Ortaçağ Avrupası: Ekonomik ve Sosyal Tarih 1000-1500, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2014, s. 207-212. Ortaçağ tarihçilerinin vebanın yol açtığı sonuçları bu şekilde değerlendirmeleri onların vebayı “olumladığı”, salgınlardan yana oldukları anlamına mı gelmektedir?

[142] Harman, a.g.e., s. 228-229.

[143] Nehru, a.g.e., s. 380.

 
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar