Ana SayfaArşivSayı 80 - 81 ‘KARŞILAŞMA MATERYALİZMİ’ ve MARKSİZM‘Karşılaşma Materyalizmi’ne Karşı Determinizmi Savunmak

‘Karşılaşma Materyalizmi’ne Karşı Determinizmi Savunmak

 

 

 

 

 

 

 
‘Karşılaşma Materyalizmi’ne Karşı
Determinizmi Savunmak

 

 

Damla Uyar

 

Giriş

Tamamlanacak olguyu düşünmek söz konusu olduğu halde, Marx gene bile bile tamamlanmış olguya yerleşir ve kendi zorunluluğunun yasalarında peşine takılmamızı ister.”[1] Bunlar Althusser’in, geç dönem felsefesi olan karşılaşma materyalizminde (sonradan rastlantı materyalizmi adını alır), Marx’ın rastlantısallığı ve karşılaşmayı reddeden belirlenimcilik anlayışına karşı söylenmiş sözlerdir. Burada, karşılaşmacı Althusser’e karşı, belirlenimci Marx’ın çağrısına uyup peşine takılacağız…

Bu girişimin ilk bölümünde Althusser’in kuramsal dönüşümlerini ve bunlara denk gelecek şekilde Marksizmde bilim-felsefe-politika ayrımlarını nasıl ele aldığını üç kuramsal dönemi üzerinden inceleyeceğiz. Erken dönemde Marksizmin bu üç ayağı arasında yapılan kategorik ayrımları sahiplenerek karşılaşma felsefesine yöneldiği dönemde Althusser’in ileri sürdüğü tezleri reddedeceğiz. Karşılaşma materyalizmi adını verdiği felsefe içinde ontolojiye dair önermelerinin nedensellik ve belirlenim ilişkileri ile ilgili bir tartışmayı açması bakımından yazının kalan kısımlarını bu izlekte bir deneme takip edecektir. Yatay ilişkisellikte nedensel belirlenimin (determinizmin) nasıl kavranabileceğine ve bu tür bir kavrayışın fizik bilimi içindeki tartışmalarını takip ederek fiziksel düzeyde (kuantumun “rastgele, belirsiz ve özne bağımlı gerçeklik” şeklindeki felsefi popülaritesine karşın) uygunluğuna bakılacaktır. Son bölümde Roy Bhaskar ve Sebastiano Timpanaro’nun görüşlerinden faydalanıp ontolojik materyalizmde ontolojik-düzlemsel ayrımlar yaparak nedensel belirlenime, bunun epistemolojik alan ve bilim ile ilişkisine, daha sonra da Marksizmin bütünlüğü içinde nasıl kurgulanabileceğine dair bir tartışma yürütülmeye çalışılacaktır.

 

I. Althusser’in Kuramsal Dönüşümleri ve

Karşılaşma Felsefesi Tezleri

Althusser’in kuramsal seyrinin genel olarak üç döneme ayrıldığı söylenebilir. Bu dönemsel sınıflamalar, Althusser’in düşünsel matrisindeki yer değiştirmelere ve Marksizmde özgül anlamlara sahip çeşitli ayrımların (“felsefe”, “bilim”, “sınıf savaşımı” vb.) Althusser tarafından yeniden okunmasına tekabül eder. Althusser’in dönüşümünün temel gerilimini, Marksist teori ile politika arasında bir uzlaşım çabası ve bu doğrultuda ayrımların adım adım ortadan kaldırılması oluşturur. Kapital’i Okumak ile Marx İçin (1965), Özeleştiri Ögeleri (1974) ve Karşılaşma Felsefesi (1978-87) adlı üç dönem eserleri üzerinden takip edilebilecek düşünsel seyri, Althusser’in felsefenin ne’liğine dair sunduğu önermelerin değişimi üzerinden izlenebilir. Bu bakımdan, Althusser’i karşılaşma felsefesine götüren kuramsal dönüşümlerinin emareleri, kendi deyimiyle semptomları, “Felsefe nedir?” sorusuna verilen cevaplarda bulunabilir.

 

A. Erken dönem

1960’lı yılların çalışmaları olan Kapital’i Okumak ve Marx İçin’de somutlanan erken dönem Althusser düşüncesine göre Marksist felsefe, tarihsel materyalizm biliminin teorik-pratik faaliyet yoluyla bilgi üretme mekanizmasının genel teorisi olması itibari ile, “teorik pratiğin Teorisi”dir.[2] Erken dönem Althusser’e göre teorik-pratik olarak bilim ile “teorik pratiğin Teorisi” olan felsefe arasında kategorik bir ayrım vardır, ve biri diğerine indirgenemez. Gerçekliğin bilgisini, deney ve gözlem yoluyla gerçekliğin özünün sökülüp çıkarılması olarak gören ampirisist bilim görüşü ile kati karşıtlık içinde bulunan Althusser, Spinoza’nın işaret ettiği ve Marx’ın da tanıdığı ilksel ve kurucu bir ayrım olarak bilgi nesnesi ile gerçek nesne arasındaki indirgenemez ayrımı hatırlatır ve herhangi bir teorik pratiğin ikincisine değil ilkine tabi olduğunu belirtir.[3]

Bilim, kendi soyutlaması ve ayrıştırması sonucu elde ettiği ve teorisinin merkezine yerleştirdiği bilgi nesnesini nirengi noktası haline getirerek, belirli teorik hammaddeler üzerinde (Genellik I) belirli kavram setleri ve ilkeler (Genellik II) aracılığı ile bilgi (Genellik III) üretiminde bulunan teorik pratik faaliyettir. Marksist bilimin, yani tarih biliminin, üzerinde çalıştığı bilgi nesnesi ise geniş anlamda toplumdur. Ampirisist görüşün aksine, bilimin ürettiği bilgilerin doğruluk ölçütünü deneysel sınamalar değil, bu bilgilerin yine bilimsel teorinin kendi bütünsel sistemi içinde sınanması oluşturur ‒ ki bilgi nesnesi ile gerçek nesne ayrımı bilginin doğrulanmasında da yerini korur. Althusser bunu şöyle ifade eder: “Bilimler bir kez gerçekten oluştuğunda ve geliştiğinde, ürettikleri bilgileri ‘doğru’, yani bilgi ilan etmek için dışsal pratiğin doğrulamasına hiç ihtiyaç duymazlar.”[4] Felsefi pratik ise, söz konusu bilim pratiğinin bir kopuş çerçevesinde hem nesnesinde hem de bu nesneye bağlı olarak sorunsalındaki değişimi kendisine teorik nesne edinmesi itibari ile epistemolojik anlamda daima bilime dışsal ve ikincil bir pozisyondadır. Felsefenin soruları; bilimin nesnesi, araçları ve ürettiği bilgi etrafında şekillenir.

Althusser’e göre herhangi bir toplumsal formasyonu üreten bütünlüklü toplumsal pratik, şu dört tür özgül pratiğin bileşkesinden meydana gelir: üretim (ekonomik pratik), politik pratik, ideolojik (bilim-öncesi) pratik, ve teorik pratik.[5] Genel anlamıyla pratik ise, “belirli bir verili ham maddenin belirli bir ürüne dönüşüm süreci; belirli bir insan emeğinin belirli (“üretim”) araçlarını kullanarak gerçekleştirdiği dönüşüm”dür.[6] Elbette, ekonomik pratiğin her zaman “son kertede belirleyici” olması kaydı ile. Burada yine, Althusser’in teorik pratik ile politik pratik arasında net bir ayrım yaptığını görürüz. Teorik pratik, yukarıda da anlattığımız üzere, belirli teorik hammaddeler üzerinde çalışarak yine ‒ancak kesinlikle hammaddelerden farklı olan‒ teorik ürünler üretme faaliyeti iken; politik pratik, toplumsal ilişkileri kendisine hammadde edinerek belirli yöntemler dahilinde bunları başka toplumsal ilişkilere dönüştürme faaliyetidir. Bu tür bir faaliyet olması nedeniyle de daima konjonktür ve gerçek-somut içinde hareket eder. Görüldüğü üzere, erken dönem Althusser’de, hammaddelerinin (bilgi nesnesi-gerçek nesne) birbirine dışsal ve ilişkisiz olmasından ötürü teorik-pratik olan bilim ve felsefe ile politik-pratik arasında kategorik bir ayrım vardır. İdeolojik pratik ise, kendi nesnesi olan “insan bilinci”ni dönüştürmesi nedeniyle yine ayrı bir pratik olmasına rağmen bilimsel olana dışsal, politik olana içseldir denilebilir. Teorik-pratik ile politik-pratik arasındaki kategorik ayrımı Althusser Marx İçin’de, politik-pratiğin devrimci bir örneği olarak Lenin ve teorik-pratiğin bir örneği olarak tarihçi arasında bir ayrım yaparak şu şekilde ifade eder:

“Sanki geçmişi analiz eden klasik bir tarihçinin teorik pratiği, şimdiki zamanda şimdiki zamanı düşünen, gerçekleştirilecek zorunluluğu düşünen, bu zorunluluğu üretmenin yolları üzerine, bu araçların stratejik uygulanma noktaları üzerine, kısacası kendi eylemi üzerine düşünen devrimci bir liderin pratiğiyle karşılaştırılabilirmiş gibi!”[7]

 

B. Özeleştiri dönemi

Marx İçin’e 1967 yılında eklenen “Okurlara” başlıklı bölümde Althusser, özeleştiri dönemine girmiş olduğunun emarelerini verir. Bu özeleştirel yaklaşımı iki temel sorun etrafında ortaya koyar: bir yandan, daha önce açık bir şekilde ileri sürdüğü teorik-pratik/politik-pratik ayrımına rağmen Marksizmde teori ve (politik) pratiğin birliğinin nasıl kavranabileceği ve savunulabileceği sorunu; öte yandan, bilimden farklı olarak felsefenin politika ile organik ilişkisini önceki eserlerinde gösterememe sorunu. İkinci sorunsalın açıkça işaret ettiği üzere özeleştiri dönemi, Althusser’in Marksist felsefeye dair tanımlamalarında ve önermelerinde önemli değişikliklere yol açar. Hatta Althusser, Kapital’i Okumak ve Marx İçin’deki görüşlerinin bir tür “teorisist sapma” olduğunu ilan eder ve Özeleştiri Ögeleri’nde önceki dönemde öne sürdüğü fikirler ile bir tür hesaplaşmaya girer.[8] Epistemolojik kopuş kavramını ve bunun Marksist bilim açısından önemini bu dönemde hâlâ sahiplenmekle birlikte Althusser, özeleştiriye tabi kıldığı temel konunun, özellikle Kapital’i Okumak’ta epistemolojik kopuş kavramını bilim ve ideoloji arasında ilkini “doğru” ikincisini “yanlış” şeklinde sınıflayan bir tür örtük rasyonalist mantık içinde kullanmış olması olduğunu belirtir.[9] Felsefe artık “teorisist sapma”nın ilan ettiği gibi teorik pratiğin Teorisi değil, “son kertede teorideki sınıf savaşımı”dır[10]. Hatta artık Teori anlamında tek tür bir felsefi pratik formundan değil, teorik savaş alanında politik olarak çarpışan eğilimler olarak felsefelerden bahsedilebilir ancak. Bu eğilimler, salt belirli bir kampa ait olmamakla birlikte, genel olarak idealizm ve materyalizm kümelerinde toplanırlar.

Açıktır ki, özeleştiri dönemindeki Althusser, kendisini Marksizme adamış bir teorisyen olmanın getirdiği ideolojik kaygıların gerilimleriyle birlikte teori ve (politik) pratik arasında doğrudan bir bağ kurmaya çalışmış, bu bağı da bilim mertebesinin kapalılığı nedeniyle felsefe alanına itmiştir. Felsefe, politik bir teorik-pratik olması itibari ile teori olan bilim ile politik olan politika arasındaki geçişsel alan olmuştur artık. Ancak felsefe alanında sözü edilen sınıf savaşımının bu zamana kadar ne şekilde geliştiğine veya bundan sonra nasıl gelişebileceğine, idealizmin egemen sınıflara materyalizmin ise işçi sınıfına ve Marksist felsefeye olan yakınlığının üstü kapalı imaları dışında bir cevap vermemektedir Althusser. Felsefede var olagelen herhangi bir “teorik sınıf savaşımı”nın ise, kendi tanımlaması ile, gerçek toplumsal ilişkileri dönüştürmeye dönük konjonktürel politik-pratik ile nasıl ilintilendirileceğine dair de bir şey söylemez. Felsefe ve politika arasında kurulan bu dolaysız ilişki, erken dönemde öne sürülen bilim-felsefe-politika arasındaki kategorik ayrımları iptal ve ihlal etmek anlamına gelmektedir. Özeleştiri döneminde Althusser, felsefe aracılığıyla epistemolojik ve ontolojik düzeyleri birleştirir.[11]

Kapital’i Okumak’ta öne sürülen ve Marksist felsefenin en önemli ayıraçlarından biri olan gerçek ve düşünce ayrımı, iki temel materyalist tezi içerir: “gerçeğin, gerçeğe dair düşünce üzerindeki önceliği” şeklindeki ontolojik tez, ve, “gerçek ve gerçek süreç karşısında düşünce ve düşünce sürecinin özgüllüğü” şeklindeki epistemolojik tez.[12] Özeleştiri döneminde felsefenin “teorideki sınıf savaşımı” olduğuna dair ileri sürdüğü önerme ile Althusser, epistemolojik düzlemde yapılan bu kategorik ayrımları açıkça ihlal etmekle kalmayıp bir de çelişki yaratır. Öyle ki, düşünce somutu üzerinde faaliyet yürüten felsefe politiktir, ancak yine düşünce somutu üzerinde faaliyet yürüten bilim, politikadan kategorik ve ilişkisiz anlamda farklıdır. Özeleştiri döneminin Althusser’i tutarlılığı korumak adına ya önceki dönemde kurduğu kategorik ayrımları sürdürerek teorik-pratik olan bilim ve felsefe ile politik-pratik olan politika arasındaki ayrımı aynen kabul etmek, ya da her şeyin politik olduğuna dair ayrımsız bir düşünce yolu ile kategorileri iptal ederek hem felsefenin hem de bilimin politikaya içkin olduğunu ilan etmek zorundadır. İkinci türden, epistemolojiyi ontolojiye indirgeyen bir ayrımsız tutarlılık anlayışına (yani her şeyin politikaya içkin olduğu anlayışına) olası bir sapmanın idealizme yol açacağını yine Althusser önceden şu şekilde ifade etmişti:

“Ampirist idealizmde, gerçeğin düşüncesi gerçeğin kendisine indirgenerek, düşünceyle gerçek birbirine karıştırılır”.[13]

Görülüyor ki, özeleştiri döneminde Althusser, gerçeğin düşüncesini ‒yani felsefeyi‒ gerçeğe ‒yani politikaya‒ indirgeyerek düşünce ile gerçeği birbirine karıştırmış, yani epistemolojik tezi iptal ederek ampirist idealizme düşmüştür.

Öte yandan, felsefenin “teorideki sınıf savaşımı” olduğu tezi Marksist felsefeyi, ya da genel anlamıyla materyalist felsefeyi, ezilen sınıfların felsefesi olmaya hapsederek tarihselci bir epistemoloji anlayışına geçit vermektedir. Bu akıl yürütmenin sonucu olarak Marksizmin içerdiği materyalist felsefe ve barındırdığı tezler de, sınıf savaşımının bir tezahürü olması itibari ile ortaya çıktığı zamandan günümüze uzanan ve sınıf savaşımının bitimine dek sürecek olan sınırlı bir tarihsel dönemde alınan sınıfsal bir pozisyonu temsil etmekten öteye gidemeyecektir: yani belirli bir tarihselliğin ne ötesine, ne de berisine uzanamaz anlamına gelir bu.

Bu tür bir mantığın diğer bir çelişkisi de yine idealist ve materyalist felsefeleri sınıf pozisyonları haline getirerek, bu iki felsefenin tezlerinin, doğruluk veya meşruluk kıyaslaması yoluyla birbirini yanlışlayabilmesi şeklindeki bir ilişkiselliği iptal etmesinde yatar. Nasıl ki sınıflar ve birbirleri arasındaki savaşım hangi sınıfın doğru veya meşru olduğuna dair bir akıl yürütme ile kategorize edilemez ve dolayısıyla bir kıyaslamaya tabi tutulamazsa, idealist felsefe ile materyalist felsefe de sınıf savaşımının bir tezahürü olması itibari ile bu tür bir kıyasa kapalı olmalıdır sonucuna varır Althusser’in tezi. Materyalist felsefe doğru ya da meşru tezler üreten bir teorik pratik değilse ve yalnızca politik bir pozisyon ise, o halde bilim neden sınıfsal pozisyonlara tabi olmasın? Bu akıl yürütmenin bir sonraki adımı, sınıf savaşımını teori alanındaki felsefede yürütmek ile somut pratik alanındaki politikada yürütmek arasındaki ayrımı da ortadan kaldırarak “eleştiri silahı”nın “silahların eleştirisi”nin yerini alabileceği sonucuna kapı aralar ‒ki bunun günümüzde oldukça popüler karşılıkları bulunmaktadır. Tüm bunlar neticesinde Althusser, “teorisist sapma”dan kaçmaya çalışırken özeleştiri döneminde tarihselci sapmaya tutulmuştur diyebiliriz.

 

C. Karşılaşma felsefesi dönemi

Althusser 1980’li yılların başından itibaren yeni bir kuramsal çerçeveye bürünür. Bu dönem artık bir “özeleştiri” sürecinin devamı olmaktan da öte, önceki çalışmalarından bir kopuş içerir. Bu dönemde materyalist felsefeye dair tezlerinin bir tür revizyonu ve bu revizyonun manifestosu sayılabilecek “Karşılaşma Maddeciliğinin Yeraltı Akımı” adlı makalesi ile Althusser, felsefe tarihi üzerinden bir okuma yaparak bu tarih içerisinde birisi egemen, diğeri ise bastırılmış bir yeraltı akımı halinde seyreden iki gelenek olduğunu belirtir: idealizm ve karşılaşma materyalizmi. Felsefe tarihi boyunca egemen akım olan idealist felsefe, temelde “son”, “başlangıç”, “köken”, “erek” gibi kavramlar etrafında ortaya atılan sorular ‒“Dünyanın kökeni nedir?”, “Dünya (tarih) hangi ereğe doğru gitmektedir?”, vb.‒ ve bu sorulara verilen cevaplardan oluşur. Buna karşın materyalist felsefe “son”, “başlangıç”, “erek” gibi kavram ve soruları reddederek boşluk ve karşılaşma fikirlerini merkezine alır. Bu karşılaşma felsefesi kısaca ve özce, “rastlantı ve zorunsuzluk maddeciliği”dir.[14] Hatta Althusser daha sonra karşılaşma felsefesini “rastlantı materyalizmi” olarak adlandıracaktır. Althusser’e göre felsefe tarihi içinde bir yeraltı akımı olan bu maddecilik Epikür’den Lukretius, Spinoza, Machiavelli, Hobbes, Rousseau, Marx, Heidegger ve Derrida’ya kadar uzanan geniş bir felsefi mirasa sahiptir. Bu karşılaşma materyalizminin felsefenin egemen geleneği tarafından bastırılmasının yanında bir de tahribata uğratılıp özgürlük idealizmine çevrildiğini söyleyerek[15], karşılaşma felsefesinin hiçbir şekilde insan aklının ve iradesinin özgürlüğüne işaret edemeyeceğini de not düşer Althusser.

Karşılaşma materyalizmi, hem adını hem de ontolojik tezlerini Epikür ve devamında öğrencisi Lukretius’un doğa felsefesinden alır. Althusser’in büyük ölçüde Epikür’ün doğa felsefesine ve Machiavelli’nin siyaset felsefesine dayandırdığı, “Karşılaşma Maddeciliğinin Yeraltı Akımı” makalesinde işlenen bu tezleri, şu şekilde özetleyebiliriz[16]:

1. Düşüş: Dünya oluşmadan önce sonsuz sayıda atom boşlukta birbirine paralel çizgiler boyunca düşmektedir.

1.1. Dünyadan önce hiçbir şey yoktur. Fakat aynı zamanda dünyadaki tüm ögeler, hiçbir dünya henüz var olmamışken ezelden beri zaten vardır.

1.2. Dünya oluşmadan önce hiçbir Neden, Erek, Us, Anlam yoktur.

2. Sapma ve karşılaşma: Boşlukta dimdik düşen bir atom, çizgisinden sapar (clinamen) ve paralelliği herhangi bir noktada neredeyse hiç yok denecek kadar bozarak başka bir atomla karşılaşır; ve karşılaşmadan karşılaşmaya geçerek bir karambole, bir dünyanın doğuşuna yol açar.

3. Sapmanın sürmesi: Sapmanın bir dünya doğuracak karşılaşmaya yol açması için, sürmesi gerekir; “kısa bir karşılaşma” olmaması, süreye yayılan bir karşılaşma olması gerekir. Böylece söz konusu karşılaşma da, tüm gerçekliğin, tüm gerekliliğin, tüm Anlam ve Us’un temeli olup çıkar.

3.1. Karşılaşma süreye yayılmayabilir de. İşte o zaman da dünya olup çıkmaz.

4. Varoluş: Karşılaşma, yığışmış atomlar yığınından başka bir şey olmayan dünya gerçekliğine ilişkin hiçbir şey yaratmaz.

4.1. Karşılaşma atomların kendilerine kendi gerçekliklerini kazandırır; çünkü sapma ve karşılaşma olmaksızın atomlar, ne varoluşa ne de kıvama sahip olan soyut ögelerden başka bir şey olmayacaklardı. Sapma ve karşılaşmadan önce atomlar hayaletsi bir varoluşa sahiptirler.

5. Tamamlanmış olgunun zorunsuzluğu: Dünya tamamlanmış bir olgudur. Her şey olup bittikten sonra Us’un, Anlam’ın, Zorunluluk ve Erek’in saltanatı başlar.

5.1. Ancak olgunun bu tamamlanmışlığı, sapma nedeniyle atomların rastgele karşılaşmasına bağlı olduğu için, zorunsuzluğun yol açtığı bir sonuçtur.

6. Zorunluluğun zorunsuzluğu: Zorunsuzluğu zorunluluğun bir kipliği olarak ya da kuraldışı durumu olarak düşünmek yerine, zorunluluğu zorunsuzların karşılaşmasının zorunlu-olma süreci olarak düşünmek gerekir.

7. Felsefe: Artık felsefe, şeylerin Us’u ve Köken’inin bildirisi değil, Us ve Köken’in zorunsuzluğunun ve de olgunun zorunsuzluğun zorunluluğuna tabi olmasının yol açtığı etkilere “biçim kazandıran” biçimler olgusunun tanınma kuramıdır. Yani, saptamadan başka bir şey değildir: ögeler karşılaştı ve birbirlerine “tutundular”.

7.1. Bu felsefe, siyaset felsefesinden başka bir şey değildir. Siyasetten geçerek düşünülen, bu nedenle de önceden yerleşik hiçbir şeyi varsaymayan, karşılaşma materyalizmidir bu felsefe. Karşılaşmanın siyasal boşlukta gerçekleşmesi, ulusal birliğin de siyasal boşlukta “tutması” gerekir.

7.2. Ne var ki, bu siyasal boşluk, önce felsefi bir boşluktur. Tamamlanmış olgunun zorunluluğu çerçevesinde değil, tamamlanacak olgunun zorunsuzluğu çerçevesinde uslamlamada bulunulur.

8. Tamamlanmış olgunun geçiciliği: Karşılaşma yer almamış ya da yer almış olabileceği gibi, artık yer almayabilir de. Başka bir deyişle, tamamlanmış olgunun gerçekliğinin, söz konusu olgunun kalıcılığının güvencesi olacağına hiçbir şey asla garanti veremez. Tamamlanmış her olgu, kendisinden neden ve zorunluluk namına çıkarılabilecek her şeyle birlikte, geçici bir karşılaşmadan başka bir şey değildir.

9. Yasaların değişkenliği: Her karşılaşma geçici olduğuna göre, hiçbir dünyanın yasalarında ebediyetten en ufak biçimde bile söz edilemez.

9.1. Karşılaşmadan doğan dünyanın, karşılaşmadan sonra yasalara tabi olduğu tezine karşın şu söylenmelidir: karşılaşmanın yol açtığı tutmadan kaynaklanan yasaların zorunluluğuna, en kararlı durumda bile, köklü bir istikrarsızlık musallat olur. Bu da bize, yasaların ebediyen değil de bir süreliğine geçerli olabileceklerini değil, her an değişebileceklerini söyler.

10. Yapının ögelerine önceliği: Sapma sonucu devasa bir karambole giren atomların karşılaşma yapısıyla belirlenen, varlıklar biçimi ve düzen biçimi doğar. Böylece, karşılaşma gerçekleşir gerçekleşmez (daha önce değil), yapının kendi ögeleri karşısındaki önceliği de buradan kaynaklanır.

11. Toplumların oluşumu: Karşılaşmak ve uzun süreli olgusal birleşmelere girmek zorunda bırakılan insanlar, aralarında zorunlu ilişkilerin geliştiğine tanık olurlar; toplumsal ilişkilerdir bunlar, önceleri kaba biçimdedirler, ama gittikçe söz konusu karşılaşmaların insanların doğası üzerinde yol açtığı etkilerden dolayı pekişirler.

Yukarıdaki şekliyle özetlenen karşılaşma materyalizmi tezlerinin özellikle ilk altı tezine dikkat edildiğinde, Althusser’in felsefe içinde epistemolojiden ontolojiye odak kaydırdığı açıkça fark edilebilir. Bu tezlerin ontolojik içerimlerine geçmeden önce, Althusser’in karşılaşma materyalizmi döneminde felsefi pratiği kavrayışına dair birkaç şey söylemek, önceki iki dönem ile olan radikal düşünsel farklılığını görebilmek adına iyi olacaktır.

Bilim pratiğini takip ederek onun nesne ve sorunsalının yarattığı değişimleri kendisine teorik odak edinen “teorik pratiğin Teorisi” olan felsefe, veya, bilim ve politika arasında (işlevselliği net olarak ortaya koyulmasa da) bir köprü işlevi gören “teorideki sınıf savaşımı” olan felsefe şeklinde Marksizm bilimi odağında yerleşikleşen önceki iki dönem felsefe anlayışlarına karşın Althusser, karşılaşma felsefesi döneminde bu Marksist odağı tamamen terk ederek ontolojik varoluş sorunsalına dümen kırar. Artık Marksist bir felsefeden ziyade ancak “Marksizm için bir felsefe”den bahsedilebilir ona göre.[17] Hatta, Althusser’in karşılaşma materyalizminin arkeolojisine ve bu felsefi akımın bir bütün olarak mirasına çubuğu büktüğü bu dönemde Marx (ve Marksizm), var olagelmiş teorik uzam içerisinde kopuşlar yaratarak kurucu rol üstlenen bir figür olmaktan çıkmış, bu karşılaşma felsefesinin bir tarihsel uğrağı ve taşıyıcısı haline gelmiştir. Başka bir deyişle, “pergelin sabit ucu artık Marx’ın ya da tarihsel materyalizmin değil, karşılaşma maddeciliğinin üzerine konulmaktadır”[18]. Ve bu felsefede yapılması gereken, ne Marksist bilimin nesnesi, yöntemleri ve işaret ettiği çıktılar üzerine eğilmek, ne de bu bilim ve politika arasında bir köprü işlevi görmektir: karşılaşma felsefesinin temel görevi, 7. tezde aktarılan şekliyle varoluşun çekirdeğindeki boşluk ve zorunsuzluğun tanıtlanması ve kabulünden ibarettir.

Althusser’i karşılaşma materyalizminin “karşılaşma”, “rastlantısallık” ve “zorunsuzluk” (ya da, “olumsallık”) tezlerini öne sürmeye iten öznel ideolojik motivasyonun temel olarak, toplumsal formasyonlar arası geçişin aracı ve yöntemi olan devrimci politikaya teoride alan açmak olduğu tespitinde bulunabiliriz. Althusser şöyle demekte: “Kuram tarafında, özellikle de felsefe, sonra da Marx’ın kuramsal düşüncesi taraflarında dolaşmakla başlıyorsak, bunun nedeni, siyaseti, içinde bulunduğumuz, ‘yitip gittiğimiz’ ve de ‘nirengi noktamız’ın kalmadığı siyaseti anlamaktır”.[19] Diğer bir deyişle, 1980 öncesi teorisinde ağırlıkta olan toplumsal formasyonların ve bunların yeniden üretimlerinin yapısallığı ve süreğenliği ile politikanın konjonktürelliği arasındaki açmazı çözümlemek ve yapının süreğenliği içinde devrimci politikayı ön plana çıkarmak için Althusser, “olumsallığın zorunluluğu”[20] anlayışından “zorunluluğun olumsallığı” anlayışına geçmiştir. Keşfedilen bu karşılaşma materyalizmi ile ontolojinin rastlantısallığı 1 ve 6 arası tezlerde öne sürüldüğü gibi ortaya konulduğunda, toplumsal düzeydeki belirlenimler ve zorunluluklardan da 8. ve 9. tezlerde gösterildiği gibi kurtulunabilir; böylece devrimci politika da gönül rahatlığıyla savunulabilir. Toplumsal ilişkiler, insanlar arasındaki olumsal ve rastlantısal karşılaşmaların bir süre sonra pekişerek zorunlu hale gelmesi sonucu ortaya çıkıyorsa, ve ne olursa olsun ortaya çıkmış her zorunluluk istikrarsızlıkla malulse, pekala siyasal boşluktaki rastlantısal karşılaşmalar ve bu karşılaşmaların “tutması” ile bu ilişkiler yıkılabilir de. Bir tür nesnel volontarizm… Yani rastlantısallık, her türlü belirlenimi, nedenselliği ve yasalılığı bozabilme gücüyle yalnız zamansal olarak değil ontolojik olarak da tüm bunlara önceldir.[21] Tıpkı, İtalyan şehir devletlerinin siyasal boşluğunda erdem ve talihin karşılaşmasının vücut bulmuş hali olan Prens sayesinde İtalyan ulusal birliğinin sağlanmasını öngören Machiavelli’nin siyaset felsefesi gibi. Tam da, siyaset teorisi içinde konjonktürel ve rastlantısal karşılaşmaların kurucu gücüne dair düşünüşü ile Machiavelli, Althusser’e göre bu yönüyle “tarihteki en büyük materyalist filozof”tur.[22]

10. ve 11. tezlerin önerdiği doğrultuda toplumsal formasyonlar, belirli rastlantısal ögelerin karşılaşması ve bu karşılaşmaların bir süre sonra bir yapı halini alarak toplumdaki diğer ögeler üzerinde öncelik kazanması sonucu varlık bulurlar. Marx ve Engels, kapitalizmin ortaya çıkış sürecinde, parasız ve mülksüz proleterler ile para ve mülk sahibi kapitalistler arasındaki karşılaşmalara vurgu yaptıkları yerlerde “karşılaşmanın rastgele mantığı” yoluyla doğru ve materyalist bir kavrayışta bulunurken, proletaryanın büyük sanayinin ürünü olduğunu söylediklerinde ise “tamamlanmış olgunun mantığı” yoluyla düşünmek yanlışlığına düşerek “iyice saçmalamışlardı”.[23] Althusser’e göre bir yapı, ögeleri üzerinde egemenlik kurmadan önce bu ögeler ancak ‒mali birikim, üretimin teknik araçlarının birikimi, üretim maddesinin birikimi, üreticilerin birikimi, vb.‒ yüzergezer durumda vardırlar ve her biri kendi tarihinin ürünü olduğu için diğer herhangi bir ögenin belirleniminin ürünü değildir. Yalnızca yapı bir kere “tuttuktan” sonra yapının ögeler üzerindeki egemenliğinden bahsedilebilir. Althusser daha önce 60’lı yıllarda da bir yapının ögelerinin göreli özerkliklerinden bahsediyordu ancak her ne kadar muğlak olsa da “son kertede belirlenim” ifadesi ile ekonominin diğer ögeler üzerindeki belirleyiciliğini korumaya çalışmıştı. Karşılaşma felsefesi dönemine geldiğimizde ise bu “son kertede belirleyicilik” de ortadan kalkmış, Althusser toplumsal formasyonlarda ekonomik üretimin mutlak anlamda temel belirleyen olduğu iddiasından vazgeçmiştir. Yine 9. tezin önerdiği gibi, artık gerçek anlamıyla zorunlu ve nedensel yasalardan değil, yalnızca zorunlu gibi gözüken ancak temelde zorunsuzluğa yani istikrarsızlığa tabi olan “yasa”lardan bahsedilebilir.

Wal Suchting’e göre Althusser, geç döneminde “neden-sonuç açısından düşünmek” ile “olgusal sonuçlar üzerinden düşünmek” arasında bir ayrım yaparak ilk türdeki mantığın Platoncu-Aristocu bir mantık olduğunu söyler.[24] İlk türdeki mantık, bir sonucun kendisini önceleyen bir nedenselliğin sonucu olduğu üzerinden işlerken ikincisi, koşulların basitçe, nedensizce ve konjonktürel olarak arka arkaya gelmesi üzerinden akıl yürütür. Bu ikinci tür akıl yürütme üzerinden de iki tür bilgi konusu arasında ayrım yaparak Althusser, ilk tür bilgi konusunun yinelenebilir durumları kapsadığını ve bunların doğa bilimlerinin inceleme konusu olduğunu, ikinci tür bilgi konusunun ise yinelenemez ve biricik vakaları kapsadığını ve bunların tarih veya psikanalizin konusu olduğunu söyler. Bu bakımdan ilk bilgi türüne denk düşen evrensel yasalardan bahsedilebilir; ancak, ikinci türdeki bilgiler evrensel olmadıkları için bunların yalnızca yasa olmayan genel sabitlerinden (general constants) bahsedilebilir. Yani uzun lafın kısası, toplumsal ya da ekonomik yasalar diye bir şeyden söz edilemez. Bunlar olsa olsa belirli tekilliklerin yarattığı genel eğilimler anlamında “sabitler”e sahiptirler. Bu demektir ki, toplumsal varlığın ve bütünün oluşumuna neden olan yasalar yoktur; ancak rastlantısal toplumsal olguların ortaya çıkardığı bütünlük içinde sabitleri doğuran kümülatif eğilimler vardır.

Engels, Joseph Bloch’a yazdığı mektubunda, “rastlantılar”dan şöyle söz ediyordu:

“Bütün bu etkenlerin [üstyapıda yer alan etkenlerin] etkisi ve tepkisi vardır, öyle ki ekonomik hareket, bu etkenlerin bağrında, sonsuz bir rastlantılar (yani aralarındaki gizli bağlantı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar güç olduğundan yok sayabileceğimiz ya da hesaba katmayabildiğimiz şeyler ve olaylar) yığını arasından kendine yol açmaya başlar…”[25]

Burada Engels’in kullandığı “rastlantı” kavramı, açıkça belli etkenlerin nedensizliği ya da zorunsuzluğundan öte, bu etkenlerin aralarındaki gizli bağlantının ortaya konulmasında yatan epistemolojik bir engele denk düşmektedir. Bu tür bir rastlantısallık kavrayışına son bölümde tekrar değineceğiz. Engels Althusser’in ontolojik önermesinin aksine, rastlantısallığın epistemolojik olduğunu, yani “gizli bağlantı”ların bilgisel anlamda ortaya konulmasının yarattığı güçlükten ibaret olduğunu söylemektedir bize. O halde elimizde iki Marksistin sunduğu iki tür rastlantısallık tanımı var: biri maddenin varoluşu ve birbirleri arasındaki ilişkilerin olumsallığına, belirsizliğine ve nedensizliğine dair bir ontolojik rastlantısallık tanımı; diğeri ise maddenin varoluşu ve birbirleri arasındaki ilişkilerin açıklanmasının, bilgisinin olumsallığı veya eksikliğine dair bir epistemolojik rastlantısallık tanımı. Althusser türü bir rastlantısallık tanımını materyalist açıdan reddedip, Engels’in tanımını takip ederek rastlantısallığın epistemolojik boyuta dair olduğunu göstermeye çalışacağız. Ontolojik bakımdan rastlantısallık anlayışı, bizi karşıt ontolojik tez olan determinizme götürmektedir. Materyalizm bakımından ontolojik düzeyde karşılaşma materyalizminin rastlantısallık anlayışına karşı maddiliğin belirlenime tabi ve nedensel olduğunu öne süren determinizmi savunmak daha uygun görünmektedir.

 

II. Determinizm Nedir, Ne Değildir?

Althusser’in karşılaşma materyalizmi tezleri, felsefi izleği nedensellik ve determinizme dair bir tartışmaya sürmekte. Öyle ki, ontolojinin rastlantısallığına dair bu önermelerin doğruluğunu sınamak için nedensellik ve determinizme, daha dar anlamda ise nedensel determinizme dair bir tartışma yürütmek gerekir. Bu doğrultuda bir tartışmaya girmeden önce, bazı kavramsal tanımlamalar ve ayrımlar yapmak faydalı olacaktır. O yüzden önce determinizmin öngörülebilirlik ve kadercilikten farkını, sonra da nedensellik ile ilişkisini incelemeye çalışacağız.

A. Determinizm ve öngörülebilirlik/kadercilik

Yaygın bir tanımsal yanılgı ile determinizm, ya öngörülebilirlik (veya hesap edilebilirlik) ya da kadercilik ile mantıksal olarak eşlenerek ele alınmaktadır. Jean Bricmont’un “Determinizm, Kaos ve Kuantum Mekaniği” metninde ortaya koyduğu üzere öngörülebilirci bir determinizm tanımı, bir sürecin veya olayın insanlar tarafından öngörülebilirliği kıstasına dayalı olması itibari ile varlıklara ve onların işleyişlerine dair değil de bizim onlar hakkındaki bilgimize dair bir tanımdır.[26] Yani, şeylerin ve süreçlerin nasıl olduğundan ziyade, ne ölçüde bilinebileceğine dair bir akıl yürütmeyi temel aldığı için öngörülebilirci bir tanım ontolojik bir tez olarak determinizm ile örtüşmez. Bu tür bir öngörülebilirlik ilkesine dayanan determinist mantığın önde gelen temsilini Laplace’ın Şeytanı metaforu oluşturur. Laplace’ın nedensel determinizm anlayışı, bu tür bir öngörülebilirlik ölçütü ile nedensel determinizmi ancak (metaforik ve ilkesel olarak da olsa) bu işleyişi öngörebilecek ve kavrayabilecek şeytani bir akla başvurarak açıklayabilmektedir:

“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir.”[27]

Öte yandan Karl Popper, Laplace’a benzer bir şekilde öngörülebilirlik üzerinden tanımladığı determinizmde, Laplace’ın külli öngörüyü haiz olan şeytanı yerine dünyevi ve cüzi öngörü sahibi bilim insanını koyar. Popper’a göre bilimsel determinizm, herhangi bir kapalı fiziksel sistemin gelecekteki durumunun belirli teoriler ve sistemin başlangıç koşullarının bilgisi dahilinde sistem-içinde kısmi bir şekilde öngörülebilir olduğu öğretisidir. Ancak Popper, temelde fiziksel sistemlerde indeterminizmi savunabilmek için bilimsel determinizmin yalnızca kısmi öngörü sahibi olduğu iddiasını öne sürmüştür.[28] Evrenin tamamından da öte, başlangıç koşulları bilinen kapalı bir kaotik sistemin dahi sonuçlarının hesap edilebilirliği ne ölçüde zor ‒veya bazı sistemler için imkânsız‒ olsa da bu durum bu türden sistemlerin determinist olmadığını ispatlamaz. Hatta tam tersine, Bricmont’a göre kaotik sistemlerin varlığı, bu tür bir determinist nedensellik ilkesi olmadan açıklanamaz. O halde, ontolojiye dair bir tez olan determinizmi başlı başına epistemolojik alana dair olan öngörülebilirlik veya hesap edilebilirlik ilkeleri ile özdeşleştirip ele alamayız. Bu bakımdan, ne Laplacecı bir sonsuz öngörü ne de Poppercı bir sınırlı öngörü üzerinden determinizm tanımlanamaz. Bizim şeylere dair bilgimiz (ya da bilgi eksikliğimiz), şeylerin nasıl var olduğunun bir kriteri değildir.

Diğer bir yanılgı da yine determinizmin, kadercilik ile özdeşleştirilerek galebe çalınmaya çalışılmasıdır. Kaderci bir okumaya göre eğer determinizm doğru ise, o zaman bütün gelecek, (ister dini yaradılış sonucu, ister natüralist büyük patlama sonucu olsun) evrenin ortaya çıkışı ile birlikte zaten çoktan belirlenmiş, bu yüzden de şu anda veya geçmişte gerçekleşen hiçbir şey bu gelecek güzergâhı değiştiremez demektir. Elbette tutarlı bir determinist nedensellik anlayışı, evrenin en başından şu ana dek gelişen olaylar zincirinin bir bütünlük oluşturduğunu, bu bakımdan zamansal zinciri takip edersek ilk ana (evrenin ortaya çıkışına) kadar uzanan bir nedenler silsilesine ilkesel olarak ulaşılabileceğini reddedemez. Ancak bu, başlangıç anındaki bir olayın 13,8 milyar yıl sonraki bir olayın aktüel anlamda nedeni ve belirleyeni olduğu anlamına gelmez ve bu tür maksi-ölçek belirlenimlerin aktüel olana etkileri ihmal edilebilir. Kadercilik ise, akış ve süreç içinde bir nedensel belirlenim anlayışından öte, gerçekleşecek şeylerin evrenin en başından belirlendiğini ve sabitlendiğini söyler. Yani şeylerin ontolojik işleyişini ‒erekselci bir okuma ile‒ nereden başladığı ve nereye gideceği çoktan belirli olan bir süreç, hatta varoluşun ilk anında belirlenen özün süreç içerisinde kendini açığa çıkartması haline sokmaktadır. Bu tür bir kaderci ve dolayısıyla erekselci anlayışı determinizm ile ayrıştırmak gerekir. John Earman’dan aktarmak gerekirse, kadercilikte bazı olaylar gerçekleşmeye yazgılanmış olduğu için bunlar dışında ne gerçekleşirse gerçekleşsin söz konusu olayların gerçekleşme kesinliğinde hiçbir etkiye sahip olamazlar.[29] Determinizm ise, çoktan belirlenmişlik demek değildir; verili bir anda belirli bir şekilde bulunan (bir ve bütün) şeylerin bir sonraki anı nedensellik dahilinde belirlemesidir. O halde determinizmin hem başlı başına öngörülebilirlik hem de kadercilik olmadığını akılda tutarak tartışmayı ilerletebiliriz.

Peki determinizmi nasıl anlamamız gerekir? Örneğin, determinizm basit anlamda, bir olayın gerçekleşmesi için yeter koşulların veya nedenlerin bulunması durumu mudur? O halde, yeter koşul cinsinden hesapta olmayan ama söz konusu olayın gerçekleşmesini sekteye uğratabilecek etmenlerin her biri olayın gerçekleşmesi denklemine nasıl dahil edilebilir? Nedensel determinizmi bu şekilde tanımlamak yanlıştır; herhangi tekil bir olayın (veya olgunun) gerçekleşme nedeninin “yeter koşulların varlığı” ilkesi yoluyla açıklanması tam da olası negatif koşulların sonsuzluğu yüzünden imkânsızdır. Bu yüzden, determinizmi, tekil olayların (veya olguların) gerçekleşmesinin altında yatan tüm geçmiş ve güncel nedenlerin sonsuza uzanan soy kütüğünü çıkarmak şeklinde ele almaktansa, varlığın bütünlüğüne ve bu bütünlüğün sistemik işleyişine dair bir ilke olarak ele almak gerekir. O halde en genel anlamıyla determinizm şu şekilde tanımlanabilir: “Dünya, ancak ve ancak, belirli bir t anında şeylerin belirli bir şekilde oluşu göz önüne alındığında bunların gelecekteki oluş şekli doğal yasalar gereği belirlenmiş ise determinizm tarafından yönetilir (ya da determinizmin egemenliği altındadır). Nedensel determinizm ise, her durumun öncel durumlar ve koşullar ile doğa yasaları tarafından zorunlu kılındığını öne sürer.[30]

 

B. Determinizm ve nedensellik

Determinizmin nedensellik ile olan bağını incelemeye geçmeden önce, nedensellikten ne anladığımızı netleştirmek iyi olacaktır. Felsefede özellikle David Hume’dan beri nedenselliğin, şeylerin kendileri arasında gerçek somutta zorunlu bir ilişki (veya yasa) mi olduğu, yoksa bizim düşünce somutunda dünyayı anlamlandırmak adına şeylere atfettiğimiz zorunsuz bir bilgi ilişkisi mi olduğu tartışması devam etmektedir. Nedenselliğin ya gerçek somuta ya da düşünce somutuna ait bir ilişki olduğu arasında seçim yapma fevriliğine düşmeden, John L. Mackie’nin üç farklı inceleme sorunsalına göre tanımlanabilecek üç tür nedensellik kavramı arasında yaptığı ayrıma dikkat etmek faydalı olacaktır.

John Mackie’ye göre nedenselliğin tanımı şu üç tür inceleme alanına göre değişmektedir[31]: olgusal inceleme, tamamen nesnel ve düşünceden bağımsız olan dünyanın bir özelliği olarak “nesnelerin kendisindeki” nedenselliğe; kavramsal inceleme, bizim ne tür bir nedensellik kavramına sahip olduğumuz yönlü anlamsal incelemelere tabi olan kavram olarak nedenselliğe; epistemik inceleme ise, bizim bildiğimiz ölçüde nesnelerin nedenselliğinin ne olduğu ve bu bilgi ile ne yaptığımıza dair bir incelemenin konusu olarak bilinebilen nedenselliğe karşılık gelir. Mackie’ye göre nesnelerin kendisindeki nesnel (olgusal) nedensellik, somut olaylar arasındaki ilişki, bilhassa da somutlaştırılmış özellikler arasındaki ilişkidir. Yani nedensellik, neden-olaydan sonuç-olaya doğru var olan bir (zamansal ve özelliksel) devamlılık ilişkisidir; bu bakımdan hem birinden öbürüne bir değişimi hem de devamlılığı imler.  Kavramsal anlamda nedensellik, bizim genel kullanımda “neden” kavramı ile ne kastetmeye çalıştığımızdır. Bu kullanımda “neden” dediğimiz şey, daha çok karşı-olgusal (counterfactual) mantık çerçevesinde düşünerek tekil olayların yeter koşulları anlamında tariflemeye çalıştığımız kısmi nedenleri ima eder. Yani, “A olmasaydı B olmazdı” şeklinde ifade edilen bir A nedeni, kavramsal nedenselliğin bu tür bir kullanımına örnektir. Mackie’ye göre kavramsal anlamda “nedensellik” farklı bağlamlarda farklı imalar taşıdığı için bir ölçüde belirsizlik içerir ve bu tür bir kullanım nesnel gerçeklikteki nedenselliği temsil etmek bakımından her zaman yetersizdir.  Epistemik nedensellik ise bizim, hiçbir zaman tamamını olmasa da, belirli ölçüde ampirik “eleyici tümevarım” yöntemini kullanarak nesnel nedenselliğin oluşturduğu düzenlilikleri keşfetmemiz veya doğrulamamız, ve hatta bu bilgiyi kullanabilmemizdir.[32]

Mackie; yalnızca ampirik olarak doğrulanabilir (verifiable) kavramlarımızın ve önermelerimizin doğru (true) olabileceğini öne süren ‒ve özellikle mantıksal pozitivizm tarafından savunulan‒ doğrulamacılık görüşünün, bu türden bir ayrımı ortadan kaldırıp bu üç tür nedenselliği birbirine karıştırarak nesnel nedenselliği kavramsal ve epistemik nedenselliğe indirgemesi yanlışlığına karşın, kendi ayrımlı görüşünün temelde realist olduğunu söyler. Ona göre nedensellik, temelde ontolojik bir problemdir. Mackie’nin yaptığı ayrım üzerinden gitmek gerekirse, ontolojik bir problem olarak determinizmin nedensellik ile olan ilişkisi üzerine yürütülecek tartışmanın her şeyden önce, bizim nedensellik kavramından ne anladığımız ya da elimizde olan bilgilerin ne olduğundan çok, “nesnelerin kendisindeki” nedensellikle ilgili olması gerekir. O halde bu ayrımlar doğrultusunda nesnel nedenselliğin determinizmle, epistemik nedenselliğin ise öngörülebilirlikle ilişkili olduğunu söyleyebiliriz.

Determinizm ve özellikle de nedensel determinizm tanımını hatırlamak gerekirse, nedenselliğin determinizm ile ilişkisinin aşikârlığı fark edilebilir. Determinizmin bize söylediği, şeylerin belirli bir şekilde varoluşunun, doğa yasaları ile ilişki sonucu bir sonraki anda şeylerin nasıl olacağını belirlediğidir. Yani, Mackie’nin nesnel nedensellik tanımı ile birlikte düşünüldüğünde, neden-olaylardan (şeylerin belirli bir şekilde varoluşu) sonuç-olaylara (şeylerin bir sonraki anda varoluşu) doğru, doğa yasalarının sağladığı nedensellik ilişkisi dahilinde bir belirlenim vardır denilebilir. Nedensellik ve determinizm bu bakımdan, her ne kadar kavramsal anlamda farklı karşılıklara sahip olsalar da, maddi gerçekliğin işleyiş ilkesi bakımından birbirlerinden ayrı düşünülmemelidir. Neden-olaylar ve sonuç-olaylar arasında nedensellikten, neden-olayların ise sonuç-olayları belirlemesinden söz edilebilir. Bu bakımdan nedensellik ve belirlenim birlikte ele alınmalıdır. Nedensel determinizmi böyle ele aldığımızda, maddenin belirlenim ilişkilerini ve yapısını açıklama yönünden materyalizm tarafından savunulabileceğini söyleyebiliriz.

Roy Bhaskar, ontolojiye dair önermelerin bir bilim görüşünden bağımsız bir biçimde kurulamayacağını, hatta yalnızca bir bilim görüşüne gönderme yapılarak kurulabileceğini söyler. Bu ifade, doğanın insan bilgisine bağımlılığı türünden bir idealizme değil, insan bilgisinin doğaya bağımlılığı şeklinde (ancak ampirisizme karşın bilginin geçişsiz ve geçişli nesneleri ayrımını tanıyan) bir realist tutuma dayanır: “Dünyaya belirli bir örüntü ya da düzen empoze etmek bilimin özelliği değildir; fakat dünyanın düzeni, kesin belirli koşullar altında, ‘bilim’ adı verdiğimiz faaliyet kümesini mümkün kılar. Dünyanın doğasının sadece bilimle (bilim faaliyetiyle) bilinebileceği olgusunu, dünyanın doğasının bilim(-in yapısı) tarafından belirlendiği olgusu izlemez.”[33] Fizik bilimi bize temel ontolojik düzeyin fiziksel düzey (ve bunun da altında kuantum fiziksel düzey) olduğunu söyler. O halde fizik biliminin fiziksel düzeye dair temel açıklamalarına ve bu açıklamaların ontolojik içerimlerinin determinizm ile ilişkisine dair neler söylediğine bakmaya çalışacağız.

 

III. Fizikte Determinizm Tartışmaları

Fizik teorilerinin determinizm veya indeterminizme dair içerimlerini detaylı bir şekilde burada ele alarak tartışmak elbette bu alanın dışında olan bizler açısından hem bilgisel hem de gerekli akıl yürütmeler bakımından güç. Ancak burada fizik içindeki bilimsel görüşlerin felsefeye yansıması ölçüsünde bir tartışma yürütebiliriz. Bu bakımdan bu bölümdeki değerlendirme ve önermelerin felsefi girişim olarak meşru, detaylı bir inceleme sonucu varılan kanaatler anlamında ise eksik olduğunun altını çizmek gerek.

Determinist tezin doğruluğunu ölçmek için felsefeciler sıklıkla incelemenin bir aşamasında fizik bilimine bakarlar. Geçerli güncel fizik teorisinin, evrenin temel yapısını açıklayan en yetkin teori olması varsayımıyla determinizmin doğruluğuna/yanlışlığına kılavuzluk ettiği varsayılır. Bu bakımdan genel bir kanıyla determinist olduğuna inanılan “eski” Newton fiziğinin determinizmi doğruladığı, indeterminist olduğuna inanılan “güncel” kuantum teorisinin ise determinizmi yanlışladığı sonucuna varılır. Burada iki alt başlıkta kabaca ve kısaca fizik teorilerinin temel açıklamalarını ve bunların determinizm ile alakalı felsefi içerimlerini ele almaya çalışacağız.

 

A. Klasik teori ve determinizm

17. yüzyılda ortaya çıkan Newton fiziği, dünyanın ve maddenin işleyişine dair birtakım yasalar ve veriler dahilinde kesin anlamda mekanik ve ilkesel anlamda hesaplanabilir bir açıklama sunması ölçüsünde, basit bir sarkaçtan gezegenlerin hareketine kadar uzanan kozmolojik bir eksenin yasaya, düzenliliğe, nedenselliğe dayandığını ve yine bunlar ölçüsünde bilinebileceğini ilan ediyordu. Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri adlı başyapıtının isminden de anlaşılacağı üzere, Newton ile birlikte, dünyanın nasıl olduğuna dair fikir yürütme tekeli doğa felsefesinin elinden sistematik ve matematiksel bir bilgi üretme disiplini olan fiziğin eline geçer.  Newton’a göre evrendeki tüm hareketin altında yatan üç temel yasa; eylemsizlik, F = m × a kuvvet yasası, ve etki-tepki yasasıdır. Fiziksel bir sistemi (ve onu oluşturan parçaları) belirli bir anda tanımlayan temel özellik fiziksel konum; sistemin bir sonraki andaki durumunu belirleyecek olan özellik ise sahip olduğu momentumdur. En basitinden, bir topun bir sonraki andaki fiziksel durumu, topun kütlesi ve top üzerine etki eden kuvvetlerin vektörel bileşkesinin hareket yasalarına tabiyeti sonucu belirlenir ve bunların bilgisi dahilinde matematiksel olarak hesaplanabilir de. Aynı şekilde, evrende kütle sahibi tüm maddenin ve sistemin hareketi ve fiziksel durumu tamamen aynı doğa-hareket (mekanik) yasaları tarafından belirlenir ve ilkesel olarak bilinebilir. Laplace’ın Şeytanı’na mutlak bilgi gücünü veren de Newton fiziğinin sunduğu bu mekanik belirlenim ve belirlendiği ölçüde bilinebilir olan gerçeklik modelidir. Dünya; maddidir, doğa yasaları gereği matematikseldir, ve gerçekleşen her şey bir nedene tabi olduğu için de mekaniktir. Bu yüzden dünya, kesin anlamda bir neden-sonuç dünyasıdır.

Basit bir sistem olarak esnek çarpışan iki bilardo topu örneği ele alındığında; eğer her bir topun harekete başlangıç durumları bilinirse, çarpışmayı takip eden saçılma hareketi de ilk kuvvetlerin yönleri gerisin geri takip edilerek (etki-tepki yasasına dayanarak) hesaplanabilir. Yalnız iki topun çarpıştığı bir durumda tanımlanabilirlik kolaydır; sonuç, başlangıç durumundaki küçük değişikliklerin yine küçük değişikliklere neden olması açısından başlangıç durumuna bağlı kalır.[34] Ancak Newton sistemindeki bu örneğe üçüncü bir top dahil olduğunda işler biraz karmaşıklaşır. Üç topun aynı anda çarpışması durumunda, harekete başlangıç koşulları (konumları ve momentumları) tam bir kesinlik ile bilinebilse de birbirlerine uygulayacakları etki ve tepki kuvvetlerinin tam bir hesabı yapılamadığı için (topların birbirlerine göre açılarının ve önce hangi iki topun birbirine etki-tepki uygulayacağının öngörülemezliğinden ötürü) takip eden saçılma hareketi bir belirsizlik içerir.[35] Buradaki belirsizlik, sistemin başlangıç koşullarındaki en ufak değişikliğin sonuç davranışında muazzam farklılıklara yol açabilmesi bakımından kaotik sistem sonucunun öngörülemezliği anlamında epistemolojik bir belirsizliktir. Bu yüzden iki top örneğinden farklı bir biçimde üç veya daha fazla toptan oluşan bir sistemde, sonuç davranışı başlangıç davranışına sürekli ve kontrol edilebilir anlamda bağlı değildir.[36] Buna n-cisim problemi denir ve fizikte ikiden fazla parçadan oluşan sistemlerin hesaplanmasındaki güçlüğü belirtir.

Kaotik sistemler daha önce Bricmont’tan aktardığımız gibi determinist dinamik ile çelişkili olmak bir yana, determinizmi desteklemektedir. Yani klasik mekanik bakımından bu tür kaotik sistemler ontolojik olarak belirlenebilir (determinist) olmaları bir yana hesap edilebilirlikleri çok zordur ya da çoğu durumda mümkün değildir.[37] İzole edilmiş küçük ölçekli ve sayıca az parçadan oluşan deneysel sistemlerin aksine gerçek dünyanın etkileşimlere açık ve kaotik sistemler bütünü olduğu düşünüldüğünde, benzer bir akıl yürütme ile dünyanın da ontolojik-fiziksel düzlemde belirlenebilir olduğu, ancak epistemolojik düzlemde hesaplanamaz olduğu söylenebilir.

Hesap edilebilirliğe dönük tüm bu epistemolojik sınırlılık, hiçbir şekilde bilime kapıları kapatmaz. Determinizm diğer bir boyutuyla, epistemolojik düzlemde işleyen bilimsel pratiğin düzenleyici bir ilkesidir. Bilimin (ve bilim insanlarının) işi, analojik bir ifade ile “mantar arayıcılarının mantar araması gerektiği gibi”, gerçeğin görünürdeki düzensizliğinin arkasında deterministik yasalar aramaktır.[38] Yine kuantum fiziğinin öncülerinden Max Planck’a göre determinizm, “olayların alaca düzensizliği içinde bize yol gösteren ve bereketli sonuçlar elde etmek için bilimsel araştırmanın ilerlemesi gereken yönü bize işaret eden höristik bir ilkedir, elimizdeki en değerli yön levhasıdır”[39]. 19. yüzyıl fizikçilerinin, kaotik sistem örneği olarak bir gazdaki tüm moleküllerin konumlarını bilmenin imkânsızlığı kavrayışı ile gaz sisteminin bütünsel davranışını ve özelliğini anlamak için geliştirdikleri istatiksel fizik yöntemleri yine bilimin determinist güdüsüne örnek olarak verilebilir.

20. yüzyılın başlarında Einstein, Newtoncu uzay-zaman modelinin ışık hızına göre düşük hızlarda hareket eden cisimlerle sınırlı olduğunu gösterir. Özel görelilik teorisinin, evrendeki tüm referans noktalarında ışık hızının sabitliği ve fizik yasalarının değişmezliği şeklindeki iki aksiyomu, ışık hızına yakın yüksek hızlı sistemleri ve dolayısıyla pek çok kozmik sistemi açıklayabildiği için temsil ve açıklama gücü daha yüksektir. Özel göreliliğin aksiyomlarına dayanan Genel görelilik teorisi ise, Newton’un gezegenlerin hareketlerini dayandırdığı evrensel kütleçekimin kütlelerin birbirlerine uyguladığı bir kuvvet değil, uzay-zamanı eğerek oluşturdukları bir alan olduğunu söyler. Einstein’ın görelilik teorisinde bu uzay-zaman eğriliği içinde bir cismin hareketi ışık-konisi içinde kalan alan tarafından sınırlandırılır (çünkü hiçbir cisim ışık hızını aşamaz) ve bu ışık konisi içinde fiziksel olarak belirlenir. Bu bakımdan ışık-konileri, göreli uzay-zamanın nedensel yapısını belirler.[40] Einstein’ın teorisi Newtoncu sistemin yanlışlanması değildir; deneyimlediğimiz dünyevi fiziksel düzey gibi düşük hızlı sistemlerde Newton’un hesaplamaları aynen geçerlidir ve bu düzeydeki hız ve kütlelerde görelilik teorisinin hesaplamaları ile aynı sonuçları verir. Bu yüzden görelilik teorisinin Newton fiziğini içerdiği ya da geliştirdiği söylenir.

Newton ve Einstein’ın kozmik teorileri tamamen deterministik olan dinamik modeller ile açıklanır.[41] Özel görelilik, nesnelerin hareketine ve bilgi aktarım hızına bir sınır tanımlaması (ışık hızı) itibari ile sınırlandırılmamış hızlardaki hareketlerin nedensellik ve determinizm için yarattığı sorunları ortadan kaldırır. Bu bakımdan özel görelilik, Penrose ve Earman gibi pek çok isme göre determinizmi tamamen desteklemektedir. Genel görelilik ise Penrose[42] ve Earman’a[43] göre uygun bir gauge (ayar teorisi) yorumu altında zamanda yerel olarak deterministtir; ancak evrensel determinizmin genel görelilik ile uyumlu olup olmadığı, kara deliklerin oluşumuna dair henüz çözümlenmemiş birtakım sorunlarla (kozmik anafor gibi) ilgili olduğu için kesin değildir. Buna karşın Penrose, kara deliklerin şiddetli kütleçekim alanlarındaki olası bir indeterminizmin, burada tartışma eksenimizi de oluşturan insan ölçeğinde doğrudan etkisi olmasının olanaksız olduğunu not eder. Tüm bunlar ışığında (kuantum öncesi) klasik fiziğe göre dünya, matematiksel dinamik denklemlerin yönetiminde belirlenebilirdir ve bizim zihnimiz dışında bir gerçekliğe sahiptir, insanlar da bu fiziksel dünyanın bir parçası olarak benzer yasalara ve belirlenimlere tabidir der Penrose.

 

B. Kuantum teorisi ve determinizm

Kuantum mekaniğinin sosyal bilimler ve felsefedeki popüler yankısı genellikle determinist, nesnel ve realist “mekanistik” dünya tasvirlerine son tekmeyi vuran nihai bilimsel teori olduğu şeklindedir. Bu tür sübjektivist ve anti-realist yaklaşımların temel dayanağını, iki ölçüm arasında ve ötesinde bir kuantum sisteminin (dolayısıyla da temelini kurduğu dünyanın) fiziksel gerçekliğinden bahsedilemeyeceğini savunan Bohr ve Heisenberg’in başını çektiği Kopenhag yorumunun kuantum mekaniği içerisindeki söylemsel hegemonyası (felsefi görüşleri) oluşturur. Söz konusu yorum, kuantum teorisinde ölçüm problemi olarak adlandırılan soruna verilen belirli bir cevaptan kaynaklanmaktadır ki Kopenhag yorumunun sübjektivist ve anti-realist cevabı dışında başka yorumlar da bulunmaktadır. Başta Schrödinger, Einstein ve Bohm gibi fizikçiler Kopenhag yorumuna hiçbir zaman katılmamışlar ve bu grubun felsefi çıkarımlarına karşı yıllar süren polemiklere girmişlerdir. Standart yorum olarak da adlandırılan bu Kopenhag yorumuna rakip de Broglie ve Bohm’un realist ve determinist pilot-dalga teorisi, Everett’ın çoklu dünyalar yorumu gibi ölçüm sonuçlarıyla tamamen tutarlı başka kuantum mekaniksel yorumlar da bulunmaktadır.

Kuantum teorisinin handikapı, teorinin diğerlerine açık ara fiziksel ve matematiksel üstünlük sağlayan hiçbir yorumunun bulunmamasından ve hangi yorumun izlendiğine göre dünya gerçekliğine dair ontolojik çıkarımların yapılabilmesinden kaynaklanır.[44] Kuantumun özellikle determinizme ve nesnelliğe dair felsefi içerimlerini popüler mitlere kapılmadan dikkatle incelemeye çalışan pek çok fizikçinin ve bilim felsefecisinin görüşlerini dikkate aldığımız zaman, teorinin hiçbir şekilde determinizmi ve nesnelliği çürüttüğü sonucuna varılamayacağını, söz konusu çıkarımın (standart yorum türü) belirli bir görüş benimsendiğinde yapılabilmesine rağmen rakip pek çok diğer görüş benimsendiğinde bunun tam tersi olduğunu, dolayısıyla bu tür kestirmeci çıkarımların bilimsel çıktılar değil felsefi önermeler olduğunu görürüz. Kuantum teorisinin determinizme dair içerimlerine ve yorumlarına geçmeden önce temel açıklamalarına kısaca bir göz atalım.

Klasik mekanik düzeyinde parçacıkların, belirli bir değerliğe sahip konumları ile tanımlandığını ve bir parçacığın zamandaki hareketinin, yani davranışının, hızı (momentumu) ölçüsünde belirlendiğini hatırlayalım. Ancak kuantum teorisinde parçacıklar tek başlarına dalga özelliği de gösterirler. Kuantum düzeyindeki bir parçacığın uzaydaki konumunun tek bir değerliği yoktur; parçacık alternatif konum değerlerine sahip olabilir. Bu yüzden parçacığı tanımlayan temel şey konumun kompleks değerli fonksiyonudur ve buna dalga fonksiyonu (Ψ) denir. Her bir x konumu için Ψ(x)’in değeri, parçacığın o konumda yer alma genliğini (kompleks katsayılı) belirtir. Parçacığı, konumunun yer aldığı daraltılmış bir bölge aralığında saptama olasılığını ise bu kompleks katsayılı genliğin mutlak değer karesi (reel katsayılı) belirtir. Bir parçacığın kuantum durumunu tanımlayan dalga fonksiyonunun zamansal evrimi (yani parçacığın hareketi) ise tamamen deterministiktir ve Schrödinger’in matematiksel dalga denklemi ile açıklanır.

Peki parçacığı neden kesin bir noktada değil de olası bir bölgede bulmaktan bahsedilir? Bu, Heisenberg’in belirsizlik ilkesine dayanır. Belirsizlik ilkesi, bir parçacığın konumunun ve momentumunun aynı anda kesin bir şekilde ölçümünün mümkün olmadığını söyler. Heisenberg’in eşitsizliği, momentum ve konum ölçümlerinin kesinliğine bir sınır koyar.[45] Bu eşitsizliğin iki anlamı vardır: konumu veya momentumu mutlak kesinlik ile ölçmek imkansızdır; konum veya momentumdan birisini ne kadar kesinlikle ölçersek diğer değişken o ölçüde belirsiz kalacaktır. Kuantumun felsefi karmaşasının en büyük etmenlerinden bir tanesini de bu belirsizlik ilkesinin yarattığı soru işaretleri oluşturur. Heisenberg’in belirsizlik ilkesi genelde üç farklı şekilde yorumlanır. Gözlemci etkisi denilen açıklama, parçacığı gözlemlemek-ölçmek için ister istemez parçacığa ışık göndererek onun kuantum durumunu değiştirdiğimizi ve momentumunu öngörülemez bir şekilde bozguna uğratmış olduğumuzu söyler. Başka, ve oldukça popüler olan, bir açıklama ise parçacığın kendi doğasının belirsiz ve hareketinin rastgele olduğunu, bu yüzden de kesin ölçümlerde bulunulamayacağını savunur. Üçüncü bir yorum ise kuantum düzeyindeki dünyanın yapısal olarak anlaşılmaya kapalı olduğu şeklindedir. Roger Penrose ilk yorumun “yanıltıcı”, ikinci yorumun “kesinlikle yanlış”, üçüncüsünün ise “beyhude karamsarlık” olduğunu söyler.[46]

Penrose’a göre kuantum teorisine belirsizlikleri ve olasılıkları getiren şey, ölçüm yaparken klasik olasılıklar elde etmek için kuantum genliklerinin mutlak değer karelerini oluşturma yönteminden ‒kuantum düzeyinin klasik düzeye yükseltimi olan R sürecinden‒ kaynaklanır. R süreci, dalga fonksiyonunun çöküşü anlamına gelen durum vektörü indirgenmesi sürecidir. Buna karşın U süreci, vektörel dalga fonksiyonunun Schrödinger denklemi doğrultusunda tamamıyla deterministik evrimini ifade eder. Birisi ölçüme, diğeri parçacığın zamansal evrimine-hareketine dayanan bu iki süreç birbirinden tamamen farklı işler. İki süreç matematiksel olarak da birbirinden tamamen ayrıdır.[47] Penrose bu iki süreç arasında yaptığı ayrımın esasen, John von Neumann’ın 1. süreç ve 2. süreç şeklinde iki evrim sürecini ayrıştırmasına dayandığını söyler. John Earman’ın aktarımına göre von Neumann da, dinamik süreçler temel alındığında kuantum alanında determinizm olduğu görüşündedir.[48] Bohm’un deterministik pilot-dalga teorisine göre de ölçüm denilen şey sistemin bağımsız davranışını ölçmez; ölçüm esasen ölçülmeye çalışılan mikro sistem ile ölçüm aletinin makro durumu arasındaki gerçek bir etkileşimden oluşur, ki olasılıkların çıkış noktası da burasıdır.

Einstein, kuantum teorisi ve özellikle onun standart yorumunun ölçüm problemi gibi pek çok soruna bir cevap verememesinden duyduğu rahatsızlığı pek çok kez dile getirerek teorinin büyük oranda eksik olduğunu söylüyordu. Kuantum mekaniği, bu tür pek çok problemin irdelenmesi sonucunda kuantum alan teorisi, kuantum kütleçekim teorisi vb. pek çok alt dala ayrılarak farklı yöntemler ve yorumlar geliştirmeye yönelmektedir. O halde fizik-bilimsel cevapları, yorumları ve açıklamaları hala net olmayan bu kuantum muamması neden felsefede popüler indeterminist ve sübjektivist yankılar uyandırmaktadır? “Belirleyici U süreci uygulayıcı fizikçiler açısından kuantum kuramının ilgi çeken kısmıdır; fakat felsefeciler daha çok belirleyici olmayan R durum vektörü indirgenmesi ile ilgilenirler” diye tarif ediyor bu durumu Penrose. John Earman ise yaygın felsefi kanıya karşın şunları söylüyor: “Determinizm üzerine yaygın inanış, kuantum mekaniğinin, indeterminist bir teorinin paradigmik örneği olduğu şeklindedir. Ancak diğer pek çok yaygın inanış gibi önemli incelikleri göz ardı eder ‒bu durumda, birçok bakımdan kuantum mekaniğinin klasik fiziğe göre daha deterministik ve öngörülebilir olduğu gerçeği gibi.”[49] Penrose iki süreç arasında yaptığı ayrım üzerinden kuantum teorisinin ifade ettiği mikro düzeyin zamansal evrime göre tamamen determinist olduğunu, belirsizliklerin ve olasılıkların bu düzeyin hesap edilmeye çalışıldığı ölçüm sürecinden kaynaklandığını söyler. Earman’a göre de fizik bakımından determinizmi, değerlerin belirli bir andaki netliği olarak değil de söz konusu sistemlerin ve süreçlerin evrimsel ve dinamik bir ilkesi olarak kavradığımızda, kuantum mekaniği ile tamamen uyumlu olduğu söylenebilir[50].

Kuantum teorisinin felsefedeki popüler determinizm karşıtı yankısı, özgür iradesinin veya özneliğinin koşullarını ontolojideki boşluklar, belirsizlikler, rastlantısallıklarda arayan bir düşünüşün semptomudur. Eğer fizik bize fiziksel olanın kendisinin o kadar da belirleyici ve nedensel olmadığını kanıtlarsa, biz de özneliğimizi gönül rahatlığıyla savunabiliriz. Daha Marksizan yorumlar ise bu anlayışı toplumsal düzeye sıçratarak ekonominin ve tarihin o kadar belirleyici olmadığına, nihayet politik özneliğin koşullarını ontolojinin belirsizliğinde ve gediklerinde bulabileceğimize vardırır. Kuantum bize dünyanın belirsiz olduğunu kanıtladığına göre gönül rahatlığıyla siyaset yapabiliriz…

Althusser’in karşılaşma materyalizmini savunurkenki motivasyonları da benzer bir mantık üzerinden okunabilir. Althusser elbette işi özgür iradeciliğe vardıracak kadar ilerletmez bu mantığı, ama zorunsuzluğun ve rastlantısallığın materyalizminden bahsederken toplumsal dönüşümlere ontolojinin belirsizliği üzerinden bu tür bir mantıksal koşul bulmaya çalıştığı fark edilir. Kuantum belirsizliğinden özgür irade devşirmeye çalışmakla rastlantıların materyalizminden devrim devşirmeye çalışmak aynı mantığın ürünüdür ve bu mantıktan kaçınmak zorundayız. Kuantum üzerine dikkatli yorumlar bize kuantum teorisinin hem determinist hem de indeterminist içerimleri olabilmesine rağmen determinizmi çürüttüğünün söylenemeyeceğini gösterir. Fiziğe aşina olan hiçbir titiz yorumcu kuantumun net bir şekilde indeterminizmin kanıtı olduğu şeklinde kestirmeci ve temkinsiz bir yorumda bulunmaz. Determinizm/indeterminizm bilimsel bilgilerde değil, bilimin çıktıları üzerinde kendine yer edinen felsefi önermelerde tanıtlanır. Bilimcilerin, kendi ürettikleri bilim üzerine felsefi görüşleri de dahil olmak üzere…

Öte yandan, politikanın ve politik özneliğin koşullarını bilimsel teorilerde ve bunların ontolojik içerimlerinde bulmaya çalışmak, bilim ve politika arasında dolaysız ilişki kurmaya çalışan “bilimsel politika” mantığıdır. Maddenin düzeylerinin ontolojik indirgenebilirliği (toplumsal, biyolojik, fiziksel) ve farklı düzeyleri muhatap alan bilimlerin epistemolojik indirgenemezliği arasındaki, bilim ile politika arasındaki ayrımlar dikkate alınmadığı sürece politikanın koşulları fizik biliminde ve Heisenberg’in belirsizlik ilkesinde bulunmaya çalışılır.

 

IV. Ontolojinin Düzeyleri ve Belirlenim İlişkileri

Bu kısma kadar Althusser’in karşılaşma materyalizminin ontolojide belirlenimlere ve nedenselliğe karşın rastlantısallığı ve istikrarsızlığı savunduğunu, materyalizm bakımından karşılaşma materyalizminin rastlantısalcı ontolojisine karşın nedensel determinizmi savunmanın uygun olduğunu ve fiziksel düzeyde nedensel determinizmin bir dinamik süreç ilkesi olarak nasıl ele alındığını gördük. Yazının bu kısmında Roy Bhaskar ve Sebastiano Timpanaro’nun görüşlerinden faydalanarak ontolojinin düzeyleri arasındaki ayrımları takip edip bu düzeylerdeki (ve birbirleri arasındaki) belirlenim ilişkilerine, buna paralel olarak bilimsel faaliyetlerin epistemolojik ilişkilerine ve tarih biliminde belirleme anlayışının nasıl ele alınabileceğine dair fikir yürütmeye çalışacağız.

Marksizmin materyalist felsefesi her şeyden önce ontoloji ve epistemoloji arasında ayrım olduğunu ve birincinin ikinciyi öncelediğini, ancak ontoloji ve epistemolojinin birbirine indirgenemeyeceğini temel alır. Bhaskar’a göre bilim, ontolojik gerçekliği üreten mekanizmaların bilgisini üretmeyi amaç edinen epistemolojik faaliyettir. Bu mekanizmalar bilginin geçişsiz nesneleridir (gerçek nesnelerdir) ve bilgi üretme faaliyetinden (bilgi nesnelerinden), yani insandan bağımsız bir şekilde varlıklarını ve ilişkilerini sürdürürler.[51] Bilinen şeyin, bilgiden bağımsız bir şekilde var olduğu önermesi realizmin temel tezidir. Materyalizm, realist tezi sahiplenir ve var olan her şeyin madde olduğu önermesini ekleyerek ontolojik monizmi savunur.

Materyalist ontolojide her şey madde olmasına karşın maddenin düzeyleri arasında ayrım yapılabilir (fiziksel, kimyasal, biyolojik, toplumsal vb.); bu düzeyler arasında zamansal ve koşullandırma bakımından hiyerarşik ilişki vardır. Maddenin bir formu olarak düşünce de toplumsal olana indirgenebilir. Timpanaro bunu şöyle ifade eder: “Materyalizmden, her şeyden önce doğanın ‘akıl’a olan önceliği veya isterseniz, fiziksel düzeyin biyolojik düzeye ve biyolojik düzeyin sosyo-ekonomik ve kültürel düzeye önceliği bilgisini anlıyoruz; hem kronolojik öncelik (yeryüzünde yaşam ortaya çıkmadan önce geçen çok uzun zaman ve yaşamın başlangıcı ile insanın ortaya çıkışı arasındaki zaman) anlamında, hem de doğanın hâlâ insan üzerinde gösterdiği ve en azından tahmin edilebilir bir gelecekte de göstermeye devam edeceği koşullandırma etkisi anlamında.”[52]

Bhaskar’a göre ontolojinin düzeyleri, somut olaylar yığılımına göre değil, bu olayları ve aralarındaki ilişkiyi nedensel olarak yöneten üretken mekanizmaların yapısal farklılığına göre ayrılırlar. Bu düzeyler arasındaki gerçek farkların ve üretken mekanizmaların birbirine indirgenemezliği, epistemolojide, bunlara dair bilgi üretmeyi amaçlayan farklılaşmış bilim pratiklerine geçit verir. Düzeylerin üretken mekanizmalarının indirgenemezliğine karşın aşağıdaki bir düzey, üstteki bir düzeye önceldir; onu oluşturur ve mekanizmalarını açıklayabilir. Timpanaro’nun da belirttiği gibi fiziksel düzey kimyasal düzeyi, kimyasal düzey biyolojik düzeyi, biyolojik düzey de toplumsal düzeyi oluşturur. Burada özellikle dikkat edilmesi gereken husus düzeyleşmenin; maddi varlıkların birbirine aşkın çoklu ontolojik alanlarının arasında değil (çünkü tek bir ontoloji vardır), tek bir maddi ontolojiye içkin farklı üretken mekanizmaları arasında oluşudur. “’Doğal’, ‘toplumsal’, ‘fiziksel’, ‘kimyasal’, ‘biyolojik’, ‘ekonomik’ vb. belirtimlerin farklı türlerdeki olayları değil, farklı türlerdeki mekanizmaları ayrıştırdığını kabul etmek gerekir. Çünkü açık-sistemli bir olayın üretiminde bu belirtimlerin birçoğu eşzamanlı uygulanabilir.”[53] Bu bakımdan düzeyler arası açıklamanın yönü mekanizmalar arasındadır, mekanizmaların yönettiği tekil ve somut olaylar arasında değil. Üst düzeylerden alt düzeylere doğru (tam tersi değil!) inen bu dikey açıklama gücüne “epistemolojik derinlik” denilebilir[54], ancak bunun hiçbir şekilde epistemolojik indirgenebilirlik olmadığına dikkat edilerek.

Biyolojinin yasaları kimya yasalarıyla, kimyanınkiler fizik yasalarıyla açıklanabilmesine rağmen biyolojik düzeyde gerçekleşen bir olay ya da olgu, kimya ya da fizik yasaları ile açıklanamaz; çünkü biyolojik bir olgu biyolojik düzeyin mekanizmaları tarafından yönetilir. Örneğin tavuğun yumurtlaması olgusu, birtakım kimyasal olaylar zincirinden oluşsa da yalnızca tavuğun biyolojik yaşam döngüsü üzerinden açıklanabilir. Veya bir bölgedeki bir kuş türünün kahverengi olanlarının beyaz renktekilerden daha fazla olması, her ne kadar renkler arasındaki fark fiziksel düzeyde açıklanabilse de, olgunun kendisi fizikalizm ile açıklanamaz; doğal seçilim yasası ile biyolojik düzeyde açıklanabilir.

Benzer bir şekilde toplumsal düzey, her ne kadar biyolojik varlıklar olan insanlardan oluşsa da bu insanların basitçe toplamından farklıdır çünkü onu oluşturan insanlar arasındaki ilişkileri yöneten üretken mekanizmaları ve yasaları vardır. Bu bakımdan ontolojik düzeylerin ilişkiselliğine dair şunu söylememiz gerekir: her ne kadar bir düzey kendisine öncel olan düzeydeki ögeler tarafından oluşturulsa da (toplum insanlardan, insan hücrelerden, hücre moleküllerden oluşur) ve bu bakımdan bir indirgenebilirlikten bahsedilebilse de her bir düzeyin kompleks varlığı gerçektir ve kendi mekanizmalarına göre işler ‒toplumun onu oluşturan insanların toplamından farklı bir gerçekliği olması, ya da bir insanın onu oluşturan hücreler ya da organlar toplamından farklı bir gerçekliği olması gibi.

Bhaskar’ın takipçisi Andrew Collier, ontolojik düzeylerin yatay nedensellikleri ve dikey nedensellikleri arasında bir ayrım yapar.[55] Her bir düzeyin üretken mekanizması, artsüremli yatay nedensellik ile ögeleri üzerindeki ve arasındaki yapısal belirleme ilişkisini sağlar. Öte yandan, düzeyler arasında eşsüremli bir dikey nedensellik ilişkisi de mevcuttur. Tekrardan yumurtlayan tavuğu düşünürsek; tavuğu yumurtlamaya götüren yaşam döngüsü süresince biyolojik düzeyin artsüremli yatay nedensellik mekanizması belirleyicidir. Ancak kimyasal düzeyin biyolojiye, fiziksel düzeyin de kimyasal olana önceliği düşünülünce biyolojik düzeydeki artsüremlilik boyunca fizikselden biyolojiksele doğru eşsüremli daimi bir dikey nedenselliğin belirleyiciliği de mevcuttur.

Ontolojideki bu düzeyleşmenin epistemolojideki etkilerinden birisi ‘epistemolojik derinliğin’ izahıdır, ancak (en azından bu yazının konusuna olan yakınlığı itibari ile) önemli olan diğer etkisi daha üst düzeylere çıkıldıkça bilimlerde ortaya çıkan metodolojik problemleri açıklayabilmesidir:

“Genlerin ‘rastlantısal’ mutasyonları, biyolojik değil de yalnızca fiziksel yasalar tarafından yönetilen süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmasaydı biyolojik evrimin yasaları olamazdı (burada rastlantısallık, elbette, yalnızca biyolojik teorinin içindeki kavramlara göre bir rastlantısallıktır); eğer insanlar, biyolojik doğalarının bir sonucu olarak, yaşam araçlarını üretme tarzlarında belirli bir adaptasyon derecesine sahip olmasalardı ekonomik (ve daha genel olarak toplumsal) yasalar işleyemezdi. ‘Dikey açıklamaları’ mümkün kılan bu ontolojik tabakalaşmadır; fakat bu tabakalaşma aynı zamanda, altında başka bir tabaka bulunan her tabakanın, kendi yasalarına göre tesadüf olan olayları hesaba katması gerektiği anlamına gelir: ve sadece kaza eseri olan tesadüfleri değil ‒yani bu, bir ihtimal açık olan sistemlerde faaliyet gösterme meselesi değil, deneysel sınır çizme ya da kesin öngörüde bulunmanın (sadece pratikte değil ilkesel olarak da) imkânsızlığı meselesidir. Tabaka ne kadar yüksek olursa, tesadüflerin kaynakları o kadar fazla, sınır çizme ihtimali de o kadar uzak olur.”[56]

O halde düzeylerde yukarı doğru çıkıldıkça rastlantısallık etmeninin (altındaki düzeye göre belirlenir, düzeyin kendisine göre rastlantısal olan etmenin) arttığını görürüz. Bhaskar ve Collier’in açıklamaları ve önceki bölümlerde nedensel determinizm ile öngörülebilirlik arasında yaptığımız ayrımı takip ederek; bir düzeyin (örneğin biyoloji) “yataylığı” içindeki ögeleri ve olayları (bir canlının yaşam döngüsü gibi) yöneten üretken mekanizmanın, düzeyin yasalarının (biyolojik yasaların) düzeyin ögelerini nedensel olarak belirlemesi olduğunu söyleyebiliriz. Nedensel determinizmin klasik ve kuantum fiziksel düzeye ilişkisini önceki bölümde göstermeye çalışmıştık. Benzer belirlenim ilişkilerinin maddi ontolojinin diğer düzeylerine de uygulanabilirliği düşünülebilir. Öte yandan düzeylerin “dikeyliği” arasında da alttan üste nedensel belirlenimler vardır. Bu bakımdan maddenin düzeyleri içinde ve arasında belirlenim ilişkileri korunur. Ancak epistemolojik açıdan, düzeylerde yukarı doğru çıkıldıkça bilimsel teorilerde “rastlantısallık” etmeni artar. Marksist tarih biliminin kendi kavramlarına göre rastlantısal kalan olaylar biyoloji biliminin alanına girebilir, ve aynı şekilde biyoloji için rastlantısal olanlar fizik bilimine. Bu tür bir kavrayış, Althusser’in karşılaşma materyalizminde öne sürdüğü rastlantısallık iddiasına direnç ve karşıtlık gösterir.

Collier, ontolojinin düzeyleri arasındaki bu ilişkisel şemanın toplumsal düzeyde altyapı-üstyapı arasındaki düzey farklarını ve belirlenim ilişkilerini açıklamakta faydalı olacağını belirtir. Bir toplumsal formasyon (temelden yukarı doğru) şöyle belirtilebilir[57]:

1.     üretken güçlerin durumu

2.     bu güçlerin koşullandırdığı ekonomik ilişkiler

3.     verili ekonomik altyapının üzerinde gelişen sosyo-politik sistem

4.     toplumda yaşayan insanların düşünce yapısı; kısmen doğrudan ekonomik koşulların temini tarafından, ve kısmen de ekonomik temelden ortaya çıkan tüm sosyo-politik sistem tarafından belirlenen bir düşünce yapısı

5.     bu düşünce yapısının özelliklerini yansıtan çeşitli ideolojiler

1. ve 2. düzeyler kendi içinde de bir alt-üst ilişkisi içermesine (1, 2’ye önceldir ve onu dikey olarak belirler) rağmen altyapıyı, 3. 4. ve 5. düzeyler ise üstyapıyı oluşturur. Marksizm, toplumsal yapı içinde bu beş düzeyin bütünselliğini ve 1. düzeyden 5. düzeye doğru belirlenim ve öncelik ilişkisini savunur. Peki toplumsal düzeyi inceleyen tarih biliminde fiziksel, kimyasal, biyolojik düzeylerin yeri nedir? Timpanaro şu cevabı verir: “Ekonomik ve sosyal yapıların (ve bunlar tarafından belirlenen üstyapıların) evrimsel gidişiyle karşılaştırıldığında, insanı da biyolojik bir varlık olarak kapsayan doğa da değişir, fakat çok daha yavaş bir tempoda. (…) O halde, toplumdaki dönüşümleri incelemek için insanlık tarihinin çok uzun bir dönemini bile ele alsak, o döneme göre değişmez olduğu için fiziksel ve biyolojik düzeyi, haklı olarak ihmal edebiliriz. Aynı şekilde, bir Marksist için de, bölünmez ve istikrarlı bir sosyo-ekonomik durumunun sınırlı bağlamında siyasi veya kültürel olayların tarihini yazarken, olaylar tarihini sabit olarak kabul edip yalnızca üstyapının tarihini incelemesinin hoş görülebilir olduğu söylenebilir.”[58] Engels de benzer bir ayrımı altyapı-üstyapı ilişkisinde şöyle belirtir: “Güncel tarihe ait olayları ve olay dizilerini değerlendirirken en son iktisadi nedenlere kadar geri gitmek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. (…) Belirli bir dönemin iktisadi tarihinin net bir genel görüntüsü, aynı dönemde değil, ancak sonradan, malzemenin toplanmasının ve gözden geçirilmesinin ardından elde edilebilir. Burada vazgeçilmez bir yardımcı araç olan istatistik, her zaman geriden gelir. Dolayısıyla, güncel tarih söz konusu olduğunda, çoğu zaman, bu en belirleyici etkeni sabit kabul etmek ve ilgili dönemin başındaki iktisadi durumu, dönemin tümü için verili ve değişmez saymak, ya da, bu durumdaki değişimler arasında, yalnızca, açıkça görülen olaylardan kaynaklandıkları için kendileri de açıkça görülen değişimleri dikkate almak zorunludur.”[59]

Ancak maddenin düzeyleri arasındaki hiyerarşik belirlenim ilişkilerini ve üstyapının altyapıya, toplumsal düzeyin önceki düzeylere bağımlılığını reddetmemek kaydıyla…

 

Sonuç

Althusser’in erken döneminde işaret ettiği gibi Marksizmin bütünselliği içinde çeşitli ayrımlar yapmak ve bu ayrımları ‒Althusser’in talihsiz seyrini ibret alarak‒ sürdürmek zorunludur. Bhaskar’a göre Marx (1) maddi nesnelerin düşüncelerinden bağımsız bir şekilde var oldukları fikrini, yani maddi nesne gerçekçiliğini, (2) bilme sürecinin toplumsal karakterine karşın ürün olarak bilginin tarihselliğe indirgenemezliği anlayışını sürekli korumuştur. Marx’ın çizdiği ayrımların çeşitli şekillerde reddiyesi, tarihsel seyir içinde Marksizmin II. Enternasyonalcilikte “bilimsel politika” anlayışı doğrultusunda bilimselciliğe (ve buna tekabül eden politik evrimciliğe), Lukács-Gramsci Batı Marksizmi ekolünün “politik bilim” anlayışı doğrultusunda ise tarihselciliğe (ve praksis felsefesine) indirgenmesine neden olmuştu. İkinci grup Marksistler, maddi nesne gerçekçiliğini, belirlenim ilişkilerini ve bilimsel boyutu reddederek[60] Marksizmi öznelciliğe ve politikaya indirgerler. Bu anlayışa karşın Marksizmin nesnellik, belirlenimcilik ve bilimsellik boyutu savunulmalıdır.

Öte yandan II. Enternasyonalcilik, bilimdeki öznesizliği ve belirlenim ilişkilerini, politik düzlemde ideolojik öznelerin nesnelere indirgenmesi sonucuna ve kendini bir yaprak gibi sözde tarihin akışına (özde, politikada ezenlerin güdümüne) bırakan “bilen özneler”e taşır. Buna karşın Althusser’in önemli bir darbesini biliyoruz: İdeoloji, bireyleri özneler olarak çağırır. “Her bilinçli varlık, ontolojik şimdinin sadece bir parçasıdır ve bilinç, taşıyıcısını, kendisinin bilincinin efendisi olduğuna inandırmak ve şimdinin bütünüyle ilişki içinde olduğu, şimdinin bütününü ‘gördüğü’ yanılsamasına girmesi için sürekli dürter. Bu, tam bir ‘körün fili tarifi’dir.”[61] Politik-gerçek düzlemde Laplace’ın Şeytanı gibi gerçekliği ve bütünlüğü “bilen özneler” değil, daima ideolojik özneler vardır. İçinde bulunulan politik anda felsefi önermeleri ya da bilimsel bilgileri görmeye ve buna göre politika yapmaya dayalı anlayış, anın içinde eylemeyi değil körün fili tarifi gibi ideolojik öznelere “bilmeyi” buyurur. Politika ideolojik özneler tarafından bilinemez, ancak yapılır: bu bakımdan politikada güç ilişkilerinin ve ideolojik öznelerin “karşılaştığı” bir “olumsal” boyut olduğu söylenebilir. Politikaya uygunluk içeren tek düşünsellik, “şimdiki zamanda şimdiki zamanı düşünen, (…), kısacası kendi eylemi üzerine düşünen devrimci bir liderin pratiği”[62] olabilir. Bilimsel politika anlayışına karşın, bilim ve politikanın ilişkisizliği ve Marksizmin politik boyutu savunulmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Louis Althusser, Kriz Yazıları: Althusser’den Sonra Louis Althusser, Çev.: Alp Tümertekin, İstanbul 2009, İthaki Yay., s. 292-293

[2] Serhat Celal Birdal, “Althusser’in Kuramsal Dönüşümleri Üzerine Eleştirel Bir İnceleme”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi, Ankara 2010, s. 59

[3] Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Işık Ergüden, İstanbul 2007, İthaki Yay., s. 64

[4] A.g.e., s. 92-93

[5] Louis Althusser, Marx İçin, Çev.: Işık Ergüden, İstanbul 2002, İthaki Yay., s. 204

[6] A.g.e., s. 203

[7] A.g.e., s. 219

[8] Louis Althusser, Özeleştiri Ögeleri, Çev.: Levent Targu, İstanbul 2000, Belge Yay., s. 5

[9] A.g.e., s. 30-31

[10] A.g.e., s. 53

[11] Yılmaz Sezer, “Althusser, Marksizm ve İşçi Sınıfı”, Teori ve Politika, S. 19-20, Yaz-Güz 2000, s. 87

[12] Althusser, Kapital’i Okumak, s. 322-23

[13] A.g.e., s. 323

[14] Althusser, Kriz Yazıları, s. 248

[16] “Karşılaşma Maddeciliğinin Yeraltı Akımı” adlı metinde karşılaşma materyalizmi, burada sunulduğu gibi tezler şeklinde tariflenmemektedir. Althusser bu metinde oldukça metaforik ve açık-seçiklikten uzak bir anlatım tutturmaktadır. Ancak, öne sürülen bu felsefenin tezlerini anlaşılır ve tartışılır olması adına belirtilen şekilde özetlemek mümkündür. Söz konusu tezler, birkaç düzenleme haricinde, büyük oranda Althusser’in kendi ifadeleri ile aktarılmıştır.

[17] Louis Althusser, Philosophy of the Encounter: Later Writings, 1978-1987, Der.: F. Matheron ve O. Corpet, Londra 2006, Verso Yay., s. 258

[18] Birdal, a.g.e., s. 127

[19] Althusser, Kriz Yazıları, s. 244

[20] Althusser, Kapital’i Okumak, s. 70

[21] Wal Suchting, şu üç tür öncellik arasında ayrım yapmaktadır: mantıksal öncellik, ontolojik öncellik, zamansal öncellik. A’nın B’ye mantıksal öncelliği, A’nın kurucu özelliklerinin B’yi mümkün kılması anlamına gelir (ör: Doğal sayılar sistemi, reel sayılar sistemine mantıksal olarak önceldir). A’nın B’ye ontolojik öncelliği, B’nin varoluşunun A’nın varolup olmamasına bağlı oluşu anlamına gelir (ör: Atomlar, moleküllere ontolojik olarak önceldir). A’nın B’ye zamansal öncelliği ise, A’nın B’den önce varolması anlamına gelir (ör: Belirli bir kurşun, neden olduğu yaraya zamansal olarak önceldir). (Wal Suchting, “Althusser’s Late Thinking About Materialism”, Historical Materialism, S.12:1 (3-70), Ocak 2004, s. 21)

[22] Louis Althusser, Machiavelli and Us, Der.: François Matheron, Londra 1999, Verso Yay., s. 103

[23] Althusser, Kriz Yazıları, s. 287-288

[24] Suchting, a.g.e., s. 35-41

[25] Friedrich Engels, “Joseph Bloch’a Mektup” [21 Eylül 1890]

[26] Jean Bricmont, “Determinizm, Kaos ve Kuantum Mekaniği”, Teori ve Politika, S. 56-57, 2011, s. 217

[27] Pierre-Simon Laplace, A Philosophical Essay on Probabilities, New York 1951, Dover Pub., s. 4

[28] John Earman, A Primer On Determinism, Dordrecht 1986, D. Reidel Pub., s. 8-10

[29] A.g.e., s. 18

[30] Determinizm ve nedensel determinizm tanımları, ele alındıkları alan ve tartışmalar bakımından farklılıklar ve özgüllükler gösterse de burada en geniş tanımını sunabilmek adına Stanford Encyclopedia of Philosophy’nin “Nedensel Determinizm” maddesi altında Carl Hoefer tarafından yapılan tanımı kullanıyoruz.

(Carl Hoefer, “Causal Determinism”, The Stanford Encyclopedia of Philosophy, URL = <https://plato.stanford.edu/entries/determinism-causal/>)

[31] John L. Mackie, The Cement of the Universe: A Study of Causation, New York 1980, Oxford Uni. Press, s. ix-xii

[32] Mackie ampirisist bir bilim görüşü savunduğu için epistemik nedenselliğin bir biçimde (eksik olmakla birlikte) nesnel nedenselliğin keşfine dayandığını düşünür. Bu ampirisizme karşın Marksizmin bilgi nesnesi-gerçek nesne ayrımı korunarak Mackie’nin nedensellik ayrımı yine de dikkate alınabilir.

[33] Roy Bhaskar, “Felsefe ve Bilimsel Realizm”, Teori ve Politika, S. 4, Güz 1996, s. 70-71

[34] Roger Penrose, Kralın Yeni Usu II: Fiziğin Gizemi, Çev.: Tekin Dereli, Ankara 2004, Tübitak Yay., s. 26

[36] A.g.e., s. 26

[37] A.g.e., s. 26; Klaus Mainzer, Thinking in Complexity: The Computational Dynamics of Matter, Mind, and Mankind, Berlin 2007, Springer Pub., s. 44

[38] Bricmont, a.g.e., s. 220

[39] Söz konusu alıntıyı aktaran: John Earman, “Aspects of Determinism in Modern Physics”, Introduction to The Philosophy of Physics, S.2, Ocak 2007, s. 1372

[40] Mainzer, a.g.e., s. 37

[41] A.g.e., s. 17

[42] Penrose, a.g.e., s. 84

[43] Earman, a.g.e., s. 1428

[44] Burada Bhaskar’ın, (bilimsel faaliyeti yürüten bilim insanlarınınki de dahil olmak üzere) bilim görüşü ve ontolojiye dair önermeler arasındaki sıkı bağlantıya dair söyledikleri tekrar hatırlanmalı.

[45] Δp × Δx/2 eşitsizliği ile ifade edilen belirsizlik ilkesinde, Δx ve Δp sırasıyla konum ve momentum ölçümündeki kesinsizliği belirtir. Δx ne kadar küçükse konum ölçümü, Δp ne kadar küçükse momentum ölçümü o kadar kesindir. Ancak eşitsizliğe göre bu kesinsizliklerden hiçbiri sıfıra düşürülemez.

[47] A.g.e., s. 125

[48] Earman, A Primer on Determinism, s. 227

[49] Earman, “Aspects of Determinism in …”, s. 1399

[50] Earman, A Primer on Determinism, s. 226

[51] Roy Bhaskar, A Realist Theory of Science, New York 2008, Routledge Pub., s. 6

[52] Sebastiano Timpanaro, “Materyalizm Üzerine Düşünceler”, Teori ve Politika, S. 7, Yaz 1997, s. 7

[53] Bhaskar, a.g.e., s. 109

[54] Andrew Collier, “Stratified Explanation and Marx’s Conception of History”, Critical Realism: Essential Readings, Der.: M. Archer, R. Bhaskar, A. Collier, T. Lawson ve A. Norrie, New York 1998, Routledge Pub., s. 260

[55] A.g.e., s. 262

[56] A.g.e., s. 264

[57] A.g.e., s. 265

[58] Timpanaro, a.g.e., s. 17

[59] Friedrich Engels, “Giriş”; Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Çev.: Erkin Özalp, İstanbul 2016, Yordam Yay. içinde, s. 17

[60] “Nitekim Lukács’a göre, ‘Marksizm ile burjuva düşüncesi arasındaki kesin farklılığı oluşturan ekonomik devindiricilerin önceliği değil, bütüne ilişkin görüş açısıdır.’”, “Gramsci’ye göre kendi içinde gerçeklik düşüncesi dinsel bir tortudur. Şeylerin nesnelliği, kişilerin evrensel karşılıklı öznelliğine göre bir bilişsel oydaşma olarak yeniden tanımlanmaktadır.” (Roy Bhaskar, “Bilgi Kuramı”, Çev.: İrfan Cüre; Tom Bottomore (Ed.), Marksist Düşünce Sözlüğü, İstanbul 1993, İletişim Yay., s. 79)

[61] Metin Kayaoğlu, “’Eleştiri Silahı’ ve ‘Silahların Eleştirisi’: Marksizmde Ayrımlar”, Teori ve Politika, S. 8, s. 31

[62] Althusser, Marx İçin, s. 219

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar