Doğa Yasasında Nedensellik ve Şans

 
Routledge 2004, Birinci Bölüm, ss. 1-22.

 

 

Doğa Yasasında Nedensellik ve Şans

 

David Bohm
Çeviri: Sina Güneyli

 

1. Giriş

Doğada hiçbir şey sabit kalmaz. Her şey sürekli bir dönüşüm, hareket ve değişme halindedir. Ancak, hiçbir şeyin daha önce var olan öncelleri olmaksızın hiçlikten basit bir biçimde ortaya çıkmadığını görüyoruz. Benzer şekilde, hiçbir şey hiçbir zaman iz bırakmaksızın, yani sonraki zamanlarda kesinlikle var olan hiçbir şeye neden olmaksızın kaybolmaz. Dünyanın bu genel özelliği, farklı deneyim türlerinin çok geniş bir bölgesini özetleyen ve bilimsel veya başka türlü hiçbir gözlemle ve deneyle asla çelişmemiş olan bir ilke ile açıklanabilir: her şey başka şeylerin sonucudur ve her şey başka şeylere neden olur.

Bu ilke doğadaki nedenselliğin varoluşunun bir ifadesi olmakla kalmaz. Gerçekten de, bu, nedensellikten bile daha temeldir, çünkü doğayı rasyonel bir şekilde kavrayış olanağımızın temelinde yer alır.

Nedenselliğe geldiğimizde, bir sonraki adım, bu durumda, geniş bir dizi koşul altında ortaya çıkan süreçleri inceledikçe, değişimin ve dönüşümün tüm karmaşıklığının içinde fiilen sabit kalan ilişkiler olduğunu keşfettiğimize dikkat etmektir. Böylece, geniş bir dizi koşul altında, havada serbest bırakılan nesneler tutarlı bir şekilde yere düşerler. Düşme hızının dikkatli bir incelemesi, hava direnci ihmal edilebildiği ölçüde, ivmenin sabit olduğunu gösterir; hava direncinin göz önüne alınması gereken durumlarda geçerli olan daha da genel ilişkiler bulunabilir. Benzer şekilde, bir kaba konulan su, geniş bir dizi koşul altında, tamamen değişmez bir şekilde “kendi düzeyine ulaşmaya çalışır”. Bu tür örnekler sınırsızca çoğaltılabilir. Bu tür bir davranışın aşırı genelliğinden yola çıkarak, insan, bir şeyin başka şeylerden kaynaklanmasına yol açan süreçlerde, bir dizi farklı dönüşüm ve değişim altında belirli ilişkilerin sabitliğinin hiçbir şekilde rastlantı olmamasının olanaklılığını düşünmeye başlar. Aksine, biz, bu ilişkiler şeylerin kendileri olduğu içkin ve esas yönleri olduğu için, bunların başka türlü olamayacağı anlamında, bu sabitliğin bu tür ilişkilerin zorunlu olduğunu belirttiği yorumunda bulunuruz. Bu durumda, verili bir zamandaki ve sonraki zamanlardaki nesneler, olaylar, koşullar veya diğer şeyler arasındaki zorunlu ilişkiler nedensel yasalar olarak isimlendirilir.

Ancak bu noktada yeni bir problemle karşılaşıyoruz. Çünkü nedensel bir yasanın zorunluluğu hiçbir zaman mutlak değildir. Örneğin, havada serbest bırakılan bir nesnenin düşeceği şeklindeki yasayı düşünelim. Gerçekte olan şey genellikle budur. Fakat, bu nesne, bir kağıt parçası ise, ve “şans eseri” güçlü bir esinti varsa, yükselebilir. Böylece, insanın, doğa yasasını, sadece, ele alınan yasalar tarafından değerlendirilebilen şeylerin kapsamı dışında var olabilen esasen bağımsız faktörleri temsil eden, ve bu yasalar bağlamında belirtilebilecek olan herhangi bir şeyden zorunlu olarak çıkmayan olumsallıklardan soyutlayarak[1] zorunlu olarak tasarlayabileceğini görüyoruz. Bu tür olumsallıklar şansa yol açar.[2] Dolayısıyla, biz, bir doğa yasasını koşullu olarak tasarlıyoruz, çünkü bu yasa sadece söz konusu olumsallıklar ihmal edilebildiği ölçüde geçerlidir. Pek çok durumda bunlar gerçekten de ihmal edilebilirdir. Örneğin, gezegenlerin hareketinde, olumsallıklar bütün pratik amaçlar açısından son derece önemsizdir. Fakat, pek çok diğer uygulamada, olumsallık açıkça çok daha fazla önemlidir. Ancak, olumsallıkların önemli olduğu yerlerde bile, insan, soyut olarak nedensel yasayı, olumsallıkların işlemiyor olması durumunda geçerli olacak bir şey olarak değerlendirebilir. Biz, çok sık, pratik amaçlar açısından ilgilendiğimiz süreci, uygun deneysel cihazlar yardımıyla olumsallıklardan yalıtabiliriz ve böylece nedensel ilişkilerin zorunluluğu konusundaki böylesi bir soyut kavramın doğru olduğunu kanıtlayabiliriz.

Şimdi, burada, evrendeki her şeyin göz önüne alınması durumunda, olumsallık kategorisinin ortadan kalkacağı, ve olan her şeyin zorunlu olarak ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkacağı şeklinde bir itiraz geliştirilebilir. Diğer yandan, bunu gerçekten yapan bilinen hiçbir nedensel yasa yoktur. Verilen herhangi bir problemde, ele aldığımız süreçlerin bağlamını genişleterek, olumsallıklardan bazılarını yöneten yasaları bile bulabileceğimiz doğrudur. Böylece, rüzgar tarafından dalgalandırılan kağıt parçası örneğinde, eninde sonunda rüzgarın nasıl eseceğini belirleyen yasaları inceleyebiliriz. Fakat, biz, burada yeni olumsallıklarla karşılaşacağız. Çünkü rüzgarın davranışı bulutların konumlarına, su ve kara kütlelerinin sıcaklıklarına ve hatta en son bazı meteorolojik çalışmalarda gösterildiği gibi, güneşteki patlamalar sırasında olağan dışı yoğunlukta yayılabilen elektron huzmelerine ve mor ötesi ışın huzmelerine bağlıdır. Ancak, bu, şimdi, bulutların, kara kütlelerinin, su kitlelerinin oluşumunu ve güneş lekelerinin ortaya çıktığı süreçlerin oluşumunu yöneten yasaların içine girmemiz gerektiği anlamına gelir. Bugüne kadar, nedensel ilişkinin bu şekildeki takibinin bir yerde sona ermesinin mümkün olduğuna dair hiçbir kanıt keşfedilmemiştir. Diğer bir deyişle, zorunlu olarak sonlu bir bağlamda işleyen her gerçek nedensel ilişkinin, söz konusu bağlamın dışında ortaya çıkan olumsallıklara tabi olduğu görülmüştür.[3]

Bu noktaya kadar, nedensellik ve olumsallık arasında fiilen görülen ilişkiyi anlamak için, bu iki kategoriyi aynı nesneyle ilgili iki karşıt görüşle karşılaştırabiliriz. Her görüş, kendi halinde, nesnenin belirli yönleri ile ilgili yeterli bir fikir veren, fakat, bütün bunlardan sonra, bunun sadece kısmi bir görüş olduğunu unuttuğumuzda hatalı sonuçlara götürecek olan bir soyutlamadır. Her bir görüş, bu durumda, diğerini sınırlar, düzeltir, ve diğeri ile olan ilişkisi üzerinden nesnenin ne olduğu hakkında daha iyi bir kavram oluşturmamıza izin verir. Kuşkusuz, sonsuz sayıda farklı görüş bulabiliriz, fakat her zaman her görüşe karşılık gelen bir karşıt görüş vardır. Dolayısıyla, her zaman için verilen bir süreci uygun bir bağlamda istediğimiz bir taraftan (örneğin nedensel taraftan) görebileceğimiz gibi, süreci karşı taraftan (bu durumda, olumsallık tarafından) göreceğimiz bir başka bağlam bulmak da her zaman mümkündür.

Özetle, bu durumda, doğada ortaya çıkan süreçlerin, nedensellikten daha genel olan yasalara uyduğunun görüldüğünü söyleyebiliriz. Çünkü bu süreçler (Kesim 8’de ve Kesim 9’da daha ayrıntılı olarak tartışacağımız) şans yasalarına da, ve nedensellik ve şans arasındaki ilişkiyi ele alan yasalara da uyabilirler. Nedensel yasaları, şans yasalarını, ve bu iki yasa sınıfını ilişkilendiren yasaları içeren genel yasa kategorisini doğa yasaları ismiyle çağıracağız.

 

2. Doğal Süreçlerde Nedensellik

Özgül bir problemdeki nedensel yasalar a priori olarak bilinemez; bunlar doğada bulunmalıdır. Ancak, sayısız yüzyıllar süren ortak insanlık deneyiminin genel altyapısı ile birlikte, pek çok kuşağın edindiği bilimsel deneyimin bir sonucu olarak, bu nedensel yasaları bulmak için oldukça iyi tanımlı yöntemler geliştirilmiştir. Nedensel yasaları öneren ilk şey, elbette ki, geniş bir dizi koşul çeşitlemesi altında geçerli olan düzenli bir ilişkinin varlığıdır. Bu tür düzenlilikleri gördüğümüzde, bunların keyfi olarak, kapristen veya rastlantı sonucu ortaya çıktıklarını varsaymıyoruz, fakat önceki kesimde işaret ettiğimiz üzere, en azından geçici olarak, bunların zorunlu nedensel ilişkilerin sonucu olduğunu varsayıyoruz. Ve hatta, insan, her zaman düzenliliklerle yan yana olan düzensizliklerle ilgili olarak, genel bilimsel deneyim temelinde, kavrayışımızın belirli bir gelişme aşaması bağlamında tümüyle düzensiz görünen fenomenlerin, sonradan, daha da derin nedensel ilişkilerin varoluşunu önerecek olan daha incelikli düzenlilik türleri içerdiğinin görüleceğini bekleme eğiliminde olur.

Geçici olarak nedensel yasaların sonucu olduğunu varsaydığımız bazı düzenlilikler bulduktan sonra, bu yasalarla ilgili, bu düzenlilikleri açıklayacak ve bunların kaynağını rasyonel bir şekilde anlamamıza izin verecek hipotezler kurarak devam ederiz.[4] Bu hipotezler, genellikle, bunları ortaya çıkaran ampirik veride içerilmeyen yeni öngörülere yol açacaklardır. Daha sonra, bu tür öngörüler, kendiliğinden ortaya çıkan fenomenlerin basit gözlemiyle, veya daha aktif deney yapma yöntemi ile, veya hipotezleri pratik etkinliklerde bir kılavuz olarak kullanarak sınanabilir.

Gözlemlerde ve deneylerde, ilgili süreçleri olumsallıkların girişiminden yalıtacak koşulları seçmek için çaba gösterilir. Böylesi hiçbir çaba, olumsallıklardan tamamen kaçınmayı sağlayamamakla birlikte, sık sık pratik amaçlar açısından yeterince iyi olan bir yalıtım derecesi elde etmek mümkündür. Daha sonra, eğer hipotezlerimize dayalı öngörülerimiz geniş bir koşul dizisi altında tutarlı olarak doğrulanırsa, ve eğer, çalıştığımız yaklaşım derecesi altında, doğrulama konusundaki bütün başarısızlıklar kaçınmanın mümkün olmadığı olumsallıkların sonuçları olarak anlaşılabilirse,[5] bu durumda, söz konusu hipotez, en azından incelenen fenomenler alanında ve kuvvetle muhtemel henüz incelenmemiş pek çok yeni alanda geçerli olan esasen doğru bir hipotez olarak kabul edilir. Böylesi bir doğrulama elde edilmezse, kuşkusuz geri dönüp doğrulama elde edilene kadar yeni hipotezler aramak gerekir.

Ne var ki, doğru hipotezler geliştirildikten sonra bile süreç burada durmaz. Çünkü, bu tür hipotezler, genel olarak, yeni gözlemlere ve deneylere, ve yeni tür pratik etkinliklere yol açarlar, bunlar da, sonuç olarak, var olan hipotezlerin modifikasyonu şeklinde veya bu hipotezlerin altında yatan bir ya da daha çok hipotezin köklü bir biçimde revizyonu şeklinde yeni açıklamalar gerektiren yeni ampirik düzenliliklerin keşfine yol açabilirler. Böylece, teorik açıklamalar ve ampirik doğrulamalar birbirlerini tamamlarlar ve teşvik ederler, hem teori açısından ve hem de pratik ve deney açısından bilimin sürekli büyümesine ve gelişimine yol açarlar.

Ancak, bu kesimde verilen nedensellik sunumunu daha hassas bir hale getirmek gerekmektedir. Şimdi, nedensel ilişkilerin çeşitli yönlerinin özel durumlarda kendilerini gerçekte nasıl ortaya koyduklarını gösteren geniş bir dizi örnek yardımıyla bunu yapmaya koyulacağız.

 

3. Nedensel Bağlantı Karşısında Birliktelik

Ele alacağımız ilk problem, nedensellikle, koşulların veya olayların düzenli bir birlikteliği arasındaki ilişkinin daha dikkatli bir şekilde incelenmesidir. Çünkü, geçmişteki olayların ve koşulların verilen bir kümesi A ile, gelecekteki bir diğer B kümesinin düzenli bir birlikteliği, A’nın B’nin nedeni olmasını gerektirmez. Tersine, bu, sadece, hem A’dan ve hem de B’den önce gelen bir ortak nedenler kümesi C’nin sonucu A’nın ve B’nin ikisinin birlikte ortaya çıkmış olabileceğini ima edebilir. Örneğin, kış gelmeden önce genellikle ağaçlar yapraklarını dökerler. Ancak, ağaçların yapraksız kalması kışın nedeni değildir, fakat tersine, ilk önce ağaçların yapraksız kalmasına ve sonra kışın gelmesine yol açan genel sıcaklık azalması sürecinin etkisidir. Bu durumda, açıkça, nedensel bir ilişki kavramı, sadece bir olay kümesinin zamanda bir diğerini takip ettiği düzenli birliktelikten daha fazlasını gerektirir. Ek olarak gereken (kuşkusuz, olumsallıklardan soyutlandığında), zorunlu ilişkileri sağlayan bir süreç üzerinden geçmiş nedenlerden kaynaklanan ilerideki etkilerdir. Ve, açıktır ki, yalnızca birliktelik bu tür bir ilişkiyi sağlamak için yeterli değildir.

Verilen bir olay veya koşul kümesinin zorunlu olarak bir başkasından çıktığı varsayımına destek olacak kanıtı sağlamanın önemli bir yolu, varsayılan nedenlerin birinde ya da daha çoğunda, diğer faktörlerin sabit tutulduğu koşullarda ortaya çıkan geniş bir dizi değişmenin her zaman etkilerde karşılık gelen değişmeleri ürettiğini göstermektir. İki olay kümesinin değişiminde, bu tür koordinasyonlar ne kadar çok gösterilebilirse, bunların nedensel olarak ilişkili olduğuna dair kanıt o kadar güçlüdür; ve yeterince büyük bir sayı için, insan, pratik amaçlar açısından, bu nedensel bağlantı hipotezinin doğru olduğundan emin olur. Ancak, bu tür bir gösterimi elde etmek için, genellikle, bizim tarafımızda deneyler aracılığıyla aktif bir girişim gerekir, fakat bazı durumlarda eldeki fenomenle ilgili geniş bir dizi gözlem yapmanın yeterli olacağı yeterince doğru türden değişiklik doğal olarak ortaya çıkar.

Tıp alanından alınan bir örnekle, uygun deneylerin ve gözlemlerin, olayların düzenli bir birlikteliği ile nedensellik arasında ayrım yapmayı nasıl mümkün kıldığını gösterebiliriz. Başlangıçta, sıtma hastalığının gecenin nemli havası ile birlikte ortaya çıktığı dikkat çekmişti. Böylece, nemli gece havasının sıtmanın nedeni olduğu düşünülmüştü. Fakat, bu hipotez, bilinen gerçekleri çok iyi açıklamıyordu. Çünkü, sıtmanın havanın kuru olduğu yerlerde bile ortaya çıkabildiği, fakat havanın çok nemli olduğu yerlerde sık sık ortaya çıkmadığı görülmüştü. Fakat, gece havanın nemli olduğu yerlerde pek çok sivrisinek olduğuna, bunların pencereleri açık bırakan insanları ısırabileceğine dikkat edilmişti. Bu durumda, sivrisineğin hasta bir insanın kanından sağlıklı bir insanın kanına, sıtmaya neden olabilecek bir şey taşıdığı hipotezi düşünüldü. Böylesi bir hipotez, sıtmanın neden genellikle nemli yerlerde görüldüğünü açıklayabilirdi, çünkü bu tür yerlerde pek çok sivrisinek bulunur. Bu, aynı zamanda, sıtmanın neden sivrisineklerin üremesine elverişli su birikintilerinin bulunduğu kuru yerlerde bile üreyebileceğini açıklıyordu. Son olarak, neden sıtmasız nemli yerlerin olabileceğini açıklıyordu, yeter ki yakınlarda hastalığı taşıyan kimse olmasın. Böylece, geniş bir dizi gerçeği, en azından genel bir şekilde açıklayabilen bir hipotez üretilmişti. Ancak, bu hipotezi doğrulamak için, nemli hava gerçek nedenlerden birisi olabilecekken, sivrisineklerin sadece düzenli olarak hastalıkla bir araya getirilmiş olması ihtimalini ortadan kaldırmak için özel olarak tasarlanmış deneyler gerekliydi. Değişik gönüllüler bulundu, ve üç gruba bölündü. Bütün gruplar, şans eseri yakınlarda bulunabilecek olan sivrisineklerin ısırmalarından korunacak şekilde yalıtıldı. İlk grubun hiçbir şekilde sivrisinekler tarafından ısırılmasına izin verilmedi, ikinci gruptakiler sadece sıtmalı insanlara hiçbir erişimi olmayan sivrisinekler tarafından ısırıldı, ve üçüncü gruptakiler sıtmalı insanları ısırmış olan sivrisinekler tarafından ısırıldı. Her üç grup da iki parçaya ayrıldı: bir parça nemli havaya maruz bırakıldı, diğer parça bırakılmadı. Sadece üçüncü gruptakiler, ve bunların da sadece özel bir sivrisinek türü (Anofel) tarafından ısırılmış olanları sıtmaya yakalandı. Nemli ve kuru hava değişimi, hiçbir grupta hiçbir fark yaratmadı, dolayısıyla bu faktörün sadece bir birliktelik olduğunu ve gerçek bir neden olmadığını gösterdi.[6] Diğer yandan, Anofel sivrisineklerinin ortadan kaldırılması, veya sıtmaya yakalanmış insanlarla temastan kaçınılması hastalığı ortadan kaldırdı. Dolayısıyla, gerçek neden, Anofel sivrisineğinin hasta bir insanın kanından sağlıklı bir insanın kanına taşıdığı bir şey olmalıydı. Sonraki çalışmalar bunun belirli bir bakteri olduğunu gösterdi.

Bu örnek, gerçek bir nedenin ilgisiz bir birliktelikten ayrılmasında kontrollü deneylerin değerini gösterir. Bu, gerçeklerin geliştirilmiş bir açıklamasını aramanın nasıl bazı gerçek nedenlerin açığa çıkarılmasına da sık sık yardım ettiğini gösterir. Son olarak, böylesi bir nedeni keşfetmenin önemini gösterir; bu keşif sıtma üreten bakterinin öldürülmesine dönük çarelerin araştırılmasına yardım ettiği gibi, sıtma kontrolünü de mümkün kılmıştır.

 

4. Verili Bir Bağlamda Belirgin Nedenler

Önceki örnekte, sıtmanın tek bir nedeni olduğunu varsayarak problemi epeyce basitleştirdik. Gerçekte, problem gösterildiğinden çok daha fazla karmaşıktır. Çünkü, enfekte olmuş bir sivrisinek tarafından ısırılan herkes hastalanmaz. Bu gerçek, hastalanma sürecinin daha ayrıntılı bir şekilde anlaşılması ile açıklanır. Böylece, bakteriler, vücudun çalışmasını etkileyen ve insanı hasta olmaya yönelten maddeler üretirler. Fakat vücut, bakterilerin çalışmasını etkileyen maddeler üretebilir. Böylece, iki karşıt eğilim ortaya çıkar. Hangisinin kazanacağı, henüz tamamen anlaşılmamış olan, mikropların ve vücudun çalışma şekli ile ilgili karmaşık faktörlere bağlıdır. Fakat, mikrobu sıtmanın tek nedeni olarak düşünmenin çok basit olduğunu görüyoruz. Gerçekte, o sadece, hastalığa yol açan süreçleri başlatmaya yönelir, ve böylece sıtmanın üretimine sadece katkıda bulunur.

Fakat, şimdi biz, her duruma ve her olaya katkıda bulunan pek çok neden olduğunu kabul ettiğimizde, bir dizi yeni problemle karşılaşıyoruz. Her şeyden önce, evrendeki bütün olayların ve nesnelerin bugüne kadar kendilerini muhtemelen azıcık da olsa bir şekilde bağlantılı olarak gösterdiklerine dikkat ediyoruz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu durumda, her şeyin, sonsuz sayıda katkıda bulunan nedene sahip olabileceği söylenebilir. Fakat, bunların çoğu ilgili problem üzerinde ihmal edilebilir bir etkiye sahiptir. Dolayısıyla, biz, verilen bir etkinin “belirgin nedenlerini”, ilgili bağlamda ilgili etkiler üzerinde dikkate değer tesiri olan koşullar veya olaylar olarak tanımlayabiliriz.

Bir örnek olarak, tekrar sıtma problemini düşünelim. Şimdi, ay, evrendeki her nesneye bir çekim kuvveti uygular, ve dolayısıyla ayın hem sıtma bakterisi ve hem de sıtmaya yakalanabilecek olan insan üzerinde bir tesiri olmalıdır. Ancak pratikte bu tesir genellikle ihmal edilebilir. Fakat her zaman ihmal edilemez. Çünkü, ay, denizin yükselmesine yol açabilir, bu denize doğru akan bir akıntıya neden olabilir, ve böylece içinde sivrisineklerin üreyebileceği taze su birikintileri oluşturabilir. Dolayısıyla, belli durumlarda, ay, sıtmaya dolaylı olarak katkıda bulunan bir neden olabilir. Bu yüzden, belirli bir problemde “belirgin nedenlerin” ne olduğu sorusu a priori olarak çözülemez, fakat genel olarak her durumda, söz konusu etkinin temel niteliklerinin üretimi için ilgili bağlamda zorunlu olan faktörlerin bulunması amacıyla yapılan dikkatli bir incelemeden sonra kararlaştırılabilir.

Hangi faktörlerin ihmal edileceğini oturttuktan sonra bile, çözmemiz gereken ciddi problemler kalır. Bunlardan bir tanesi, bütün belirgin nedenleri ne zaman kapsamış olduğumuzu bilme problemidir. Çünkü, diğer varsayılan nedenler sabit tutulduğunda, sadece varsayılan nedendeki bir değişmenin etki üzerinde dikkate değer bir tesiri olduğunun ispatı, yalnızca belirgin nedenlerden bir tanesini keşfettiğimizi gösterir. En azından, bütün belirgin nedenleri keşfetmekte başarısız olduğumuza işaret etmenin bir aracı olarak yeniden üretilebilirlik testi geliştirilmiştir. Bu test şu ilkeye dayanır: eğer biz bütün belirgin nedenleri üretirsek, bu durumda, etki, en azından esas yönleriyle yeniden üretilmelidir. Böylece, bir deneyin sonuçlarının yeniden üretilebilir olmadığının keşfi, belirgin nedenlerden bir tanesinin ya da daha fazlasının bir deneyden diğerine değişmekte olduğunu ve böylece etki üzerinde bir varyasyon ürettiğini ima eder. Bu, esasen, bu bölümün başında verilen ilkenin bir uygulamasıdır; yani, her şey başka bir şeyden çıkar. Böylece, bu durumda, bir etkinin, bu etkinin kaynaklandığı şeylerin durumundaki varyasyonlarla tamamen ilgisiz olan keyfi varyasyonlarının olanaklı olduğunu kabul etmiyoruz. Eğer, etkide açıklanmayan varyasyonlar bulunursa, bu durumda, eldeki gerçeklere dayanan hipotezler tarafından yönlendirilen ve dikkatle kontrol edilen deneyler aracılığıyla, etkilerin yeniden üretilmezliğinden neyin sorumlu olduğunu keşfetmek gerekir. Örneğin, halihazırda, sıtma hastalığı için, enfekte olmuş bir sivrisineğin ısırmasının her zaman hastalığı bulaştırmadığını söylemiştik. Bu, tümüyle yeniden üretilebilirlik eksikliği, işin içine giren başka faktörler olduğunu ima eder: ve gerçekten de, gördüğümüz gibi, sıtmanın bilinen belirgin nedenleri, halihazırda sadece kısmen anlaşıldığı şekliyle kan kimyası faktörleri, genel sağlık durumu vs. içinde olmak üzere, son derece karmaşıktır.

Yeniden üretilebilirlik testi, bize neden henüz bütün belirgin nedenleri kapsamamış olduğumuzu anlatma olanağı verir. Fakat, bütün bu nedenleri kapsadığımızı ispatlayabilecek hiçbir test yoktur. Çünkü, belirgin nedenlerin, henüz bilinmeyen, bugüne kadar etkileri dikkate değer ölçüde değiştirmek üzere yapılmış olan deneyler ve gözlemler sırasında henüz hiçbir zaman yeterince değişmemiş olan ek faktörler içermesi her zaman mümkündür. Örneğin, on dokuzuncu yüzyılda, bir kimsenin, yağ, protein, karbonhidrat, ve çeşitli minerallerden belli bir minimum miktarda alması durumunda yeterli bir rejime sahip olacağı düşünülüyordu; ve böylesi bir hipotez, alışılmış gıdalardan bu maddeleri yeterince sağlayan insanlarda hiçbir görünür beslenme yetersizliği olmaması ile görünürde doğrulanıyordu. Fakat, daha geniş bir gözlem grubunda, örneğin, esasen kabuksuz pirinç yiyen insanların beriberi hastalığına yakalandığına, pirinci kabuklu yiyen insanların yakalanmadığına dikkat edilmişti. Dolayısıyla, pirincin kabuklarının tam bir rejim için gerekli olan ek maddeler içerdiğinden şüphelenilmişti. Sonraki araştırmalar, şimdi vitamin denilen bu tür çok sayıda maddenin varlığını ortaya çıkardı. Vitaminler gerçekten de sağlıklı bir rejim için her zaman zorunlu idi; fakat pek çok yerde bunlar o kadar geniş bir şekilde dağıtılıyordu ki vitamin yetersizlikleri, insan vücudunun bu çok önemli ihtiyacının varlığına dikkat çekecek kadar yaygın değildi. Böylece, deney ve gözlem koşullarındaki çeşitleme türleri genişletildikçe, herhangi bir özel alanda yeni belirgin nedenler keşfetme olanaklılığına hazır olmalıyız.

Verili bir etkiye katkıda bulunabilecek belirgin nedensel faktörlerin tümünü bilme konusundaki yetersizliğimizden kaynaklanan problemlerin üstesinden gelmek için, doğrudan nedenlerle koşullar (veya arka plandaki nedenler) arasında bir ayrım geliştirilmiştir. Doğrudan nedenler, verili bir bağlamda ortaya çıkan değişmelere tabii tutulduğunda etkilerde belirgin bir değişiklik meydana getiren nedenler olarak tanımlanabilir. Koşullar, söz konusu sonuçların üretiminde gerekli olan, fakat ilgili bağlamda etkilerde dikkate değer bir değişme üretmeyen faktörler olarak tanımlanabilir. Örneğin, denilebilir ki, verimli topraklar ve bol yağmur iyi bir ürün yetiştirmek için gereken genel koşulları (veya arka planı) sağlar. Fakat doğrudan neden uygun tohumların ekilmesi olabilirdi.

Ancak, doğrudan nedenlerle koşullar arasındaki ayrım, çözümleme için faydalı bir soyutlama olmakla birlikte, tam anlamıyla doğru değildir. Çünkü, koşullar yeterince değiştirildiğinde arka plan her zaman değiştirilebilir. Örneğin, beriberinin nedeninin araştırılması sırasında, bu hastalığın kaynağının, yemeklerin çoğunun yeterli bir rejim için yeterli vitamine sahip olduğu genel bir arka planın varlığıyla karıştırılmış olduğunu görmüştük. Fakat, sonraki incelemeler, bu arka planın olmadığı koşulları açığa çıkarmıştı.

Arka plan koşulları, sadece dış faktörler tarafından değiştirilmekle kalmaz, fakat bunlar çok sık arka planın kendisinde yeterince uzun zaman sonra ortaya çıkan süreçler tarafından da belirgin biçimde değiştirilebilir. Örneğin, ormanların kesilmesinden sonra ürün ekilmesi toprağın verimliliğini bitirebilir, ve hatta iklimi ve yıllık yağış miktarını dikkate değer ölçüde değiştirebilir. Fizikte, herhangi bir sürecin kendi “arka planı” üzerindeki tesiri, etki ve tepkinin eşit olduğu şeklindeki Newton Yasası ile daha çarpıcı bir biçimde ortaya konulur. Bu yasadan, bir cisim için bir ölçüde etkilenmeksizin bir diğer cismi etkilemenin olanaksız olduğu sonucu çıkar. Böylece, gerçekte, mükemmel derecede sabit hiçbir arka plan olamaz. Yine de, verilen bir problemde çok sayıda faktör, yeterli bir yaklaşım derecesinde sabit bir arka plan oluşturduğunun kabul edilmesine izin verecek şekilde sabit kalabilir. Böylece, doğrudan nedenlerle koşullar veya arka plan nedenler arasındaki ayrım görelidir ve koşullara bağlıdır. Yine, teorimizde bütün belirgin nedenleri kapsadığımızdan asla emin olamayacağımızdan, bütün nedensel yasalar, her zaman için, bu yasaların uygulanabilir olduğunu gördüğümüz koşullar ve arka plan belirtilerek tamamlanmalıdır.

 

5. Nedensel İlişkiler İçin Daha Genel Ölçütler

Yeniden üretilebilir ve kontrollü deneyler mümkün olmadığında bile, ve problemin koşulları hassas olarak tanımlanamadığında bile, hala sık sık verili bir fenomen kümesinin belirgin nedenlerinin en azından (ve ilke olarak keyfi büyük sayıda) bazılarını bulmak mümkündür. Bu, söz konusu fenomenler arasında şimdi var olduğu gözlenen ilişkilerden hangi geçmiş süreçlerin sorumlu olabileceği ortaya konularak yapılabilir.

Yeniden üretilebilir ve kontrollü deneylerin (en azından şimdilik elverişli olan yöntemlerle) yapılmasının olanaksız olduğu, ve problem koşullarının çok iyi tanımlanamadığı, iyi bilinen bir bilim örneği jeolojidir. Bu bilimde, teorileri formüle etmenin en önemli yöntemi, kayalar, dağlar, denizler gibi var olan yapılar ile ilgili gözlemlere dayanarak yerin geçmiş tarihini yeniden oluşturmayı denemektir. Bu durumda şunu sorarız: “Söz konusu mevcut yapıların bu şekilde olmasına ne sebep olmuş olabilir?” Örneğin, bir dizi kaya katmanının çapraz şekilde katlanmış olduğunu görebiliriz. Böylesi bir yapının varlığı, bu bölge bir denizin ya da gölün tabanında iken katmanların yatay şekilde yerleşmiş olduğunu önerir. Katmanlar daha sonra dünyanın hareketleri ile yukarı itilmiş ve katlanmıştır.

Bu açıklama çok makul görünmekle birlikte, bunu, açıkça belirlenen koşullarda yürütülen kontrollü ve yeniden üretilebilir deneylerle veya gözlemlerle ispatlamanın hiçbir yolu yoktur, çünkü söz konusu bütün süreçler uzun bir zaman önce ortaya çıkmıştır ve fenomenlerin ölçeği, bizim için, her durumda, böyle bir teoriyi doğrulamak üzere deney yapmak için çok fazla büyüktür. Dahası, inceleme için kullanılabilecek jeolojik oluşumların sayısı sınırlı olduğundan, ve her oluşum bir ölçüde kendisi bir problem olacak kadar çok sayıda bireysel özellik taşıdığından, belirlenen koşullarda kontrollü değişimli bir deney yerine, çeşitli belirgin nedenlerde doğal olarak yeterince ortaya çıkan varyasyonlar olacağını ümit edemeyiz.

Bu, jeolojik oluşumların nedenleri ile ilgili hipotezleri doğrulamanın hiçbir yolu olmadığı anlamına mı gelir? Açıkça gelmez. İlk olarak, geniş bir veri kitlesinin açıklanabileceği genel bir tutarlılık vardır. Örneğin, bazı yerlerde katlanmış kaya yapılarını açıklayabilecek olan aynı varsayım türü, bu bölgelerin bir zamanlar denizin altında olduğuna işaret ederek ve üstelik uzun zaman periyotları boyunca yer kabuğunun çok fazla hareket ettiğini ispatlayarak, yüksek irtifalarda sık sık deniz hayvanlarının kabuklarının bulunması gerçeğini de açıklayabilir. Bu tür örnekler çoğaltılabilir. Böylece jeoloji teorileri için destek elde ederiz. Ve hatta, teorilerin yeni keşifleri doğru şekilde öngörmesiyle daha fazla destek elde edilebilir. Örneğin, petrolün nasıl oluştuğu hakkındaki belli teorilere göre, petrolü başka yerlerde değil de belli tür yerlerde bulmayı bekleriz. Eğer, petrol, oldukça tutarlı şekilde, öngörüldüğü yerlerde bulunursa, ve teorinin bulunmayacağını söylediği yerlerde bulunmazsa, bu durumda, petrolün kaynağı ile ilgili hipotezlerin önemli bir doğrulamasını elde ederiz.

Kuşkusuz, yukarıda tartıştığımız tür hipotezler, genel olarak, sonradan yeni veri ortaya çıktıkça yapılması gerekebilecek düzeltmelere, modifikasyonlara ve genişletmelere tabii olacaktır. Ancak, bu açıdan, jeolojideki durum, yeniden üretilebilir deneylerin ve gözlemlerin belirlenen koşullarda yapılabileceği alanlardaki durumdan esasen farklı değildir. Bu tür alanlarda da, hipotezler sonraki düzeltmelere, modifikasyonlara ve genişletmelere tabiidir. Örneğin, iki yüzyıldan daha uzun bir süre boyunca en temel ve evrensel fizik yasalarının mutlak doğru ifadeleri olarak kabul edilen, ve arkalarında iyi tanımlanmış koşullarda yürütülen muazzam sayıda yeniden üretilebilir ve çok hassas deneylerin ve gözlemlerin desteği bulunan Newton hareket yasalarının[7] bile nihai olarak sadece bir yaklaşım olduğu görülmüştür. Bu yaklaşım, ışık hızıyla karşılaştırıldığında düşük olan hızlarda çok iyidir, fakat daha yüksek hızlarda iyi olmaktan çıkar. Burada, ışık hızı ile karşılaştırıldığında düşük olan hızlarda Newton’un hareket yasaları ile yaklaşık aynı sonuçları veren, fakat daha yüksek hızlarda tümüyle farklı sonuçlar veren Einstein’ın rölativite teorisi kullanılmalıdır. Kuşkusuz, söylemeye gerek yok ki, ileride, rölativite teorisinin bir yaklaşım olduğunun görüldüğü (zorunlu olarak hızla ilgili olmayan) yeni koşullar keşfedebiliriz, dolayısıyla teorinin düzeltilmesi, modifiye edilmesi ve genişletilmesi gerekebilir. Gerçekten de, Kesim 2’de işaret edildiği gibi, bu hem teorik ve hem de pratik ve deneysel açılardan, bilimin normal gelişme örüntüsüdür; teorinin sürekli olarak yeni problemlere ve koşullara uygulanması, ve sürekli olarak bu yeni uygulamalarda öğrenilenlerin ışığında, teorinin revizyonu ve iyileştirilmesi.

Bu durumda, son tahlilde, verili bir alanda geçerli olan nedensel yasaları bulma problemi şu soruya bir cevap bulmaya indirgenir: “İncelediğimiz fenomenler arasındaki ilişkiler nereden çıkmaktadır?” Eğer belirlenen koşullarda yürütülen yeniden üretilebilir kontrollü deneyler veya gözlemler mümkünse, bunlar nedensel ilişkilerle ilgili hipotezlerimizi doğrulamak için önemli ve çok etkili bir araç haline gelirler. Bu tür deneyler yapılabilir olsa da olmasa da, hipotezler, her zaman söz konusu alanda bilinen ilgili gerçekleri ne ölçüde doğru olarak açıklayabildiklerine, ve teori yeni fenomenlere uygulandığında doğru öngörülere ne ölçüde izin verdiklerine bakılarak doğrulanabilir. Ve, bu olanaklar var oldukça, her zaman herhangi bir bilimde, söz konusu bilimde incelenen alanda geçerli olan nedensel yasaların giderek artan ölçüde daha iyi bir anlaşılmasının elde edilmesi doğrultusunda ilerleme kaydedilebilir.

 

6. Nedensel Yasalar ve Şeylerin Özellikleri

Buraya kadar, dikkatimizi, olayların akışının nedensel yasalarla öngörülmesi hususuna odaklama eğiliminde olduk: örneğin, mikroplara maruz kalınması üzerine hastalığın ortaya çıkması, uygun topraklarda tohumların büyümesi, beslenmedeki değişikliklerle sağlıktaki iyileşme, jeolojik oluşumların ortaya çıkması, vs. Şimdi, nedenselliğin aynı derecede önemli ve gerçekten de çok yakından ilgili bir diğer yanını, yani şeylerin hem nitel ve hem de nicel özelliklerinin öngörüsünü ele alacağız.

Nedenselliğin bu yanının temel yönleri, günlük yaşamda oldukça sık karşımıza çıkar. Böylece, bir süre kaynar suda bırakılan yumurta katılaşır; yüksek bir sıcaklığa kadar ısıtılan sert kırılgan bir cam parçası yumuşak ve dövülebilir hale gelir. Belli bir sıcaklığın altında soğutulan su katılaşır, ve belli bir sıcaklığın üstünde ısıtılan su buharlaşır. Daha az temel bir düzeyde, nitel olarak yeni madde türleri üretmek için farklı maddelerin kimyasal tepkimesi söz konusudur. Alaşımla veya ısıya tabii tutularak metallerin sertleştirilmesi söz konusudur. Bu türden bulunabilecek örnek sayısı sınırsızdır, fakat bunların hepsinde esas nokta, belli süreçlerden, işlemlerden, tepkimelerden vs. geçtikten sonra şeylerin geliştirdiği yeni özelliklerin öngörülmesine izin veren nedensel bağlantıların var olmasıdır.

Yukarıda bahsedilen tüm durumlarda, ortak olarak, yeni özellikler, nedensellik kavramında örtük olan, geçmişte ortaya çıktığı görülen değişmelerin benzer koşullar tekrar üretildiğinde gelecekte yine ortaya çıkacağı şeklindeki nosyona dayanarak öngörülmüştür. Dolayısıyla, belli koşullarda, özelliklerde belli değişmelerin ortaya çıkacağı öngörüldüğünde, yeni özelliklerin kendileri öngörülmez; bunlar basitçe önceki gözlemlerin veya deneylerin sonuçlarından alınır. Daha incelikli bir nedensel yasa türü, bu şeyler daha henüz gözlenmeden veya deneysel olarak üretilmeden önce bu şeylerin bazı yeni özelliklerinin öngörülmesine izin veren yasa türüdür. Örneğin, belirli bir tür bileşik dizisi üzerinde çalışan kimyacılar, dizinin bir elemanından sonrakine geçildiğinde, özelliklerde sistematik bir değişim olduğuna dikkat edebilirler. Böylece, belirli bir hidrokarbon sınıfı için, bir moleküldeki karbon atomlarının sayısı arttıkça kaynama noktası sistematik olarak azalır. O zaman, daha önce üretilmiş olanlardan daha fazla sayıda karbon atomu içeren yeni bir molekül türünün çok muhtemelen daha da düşük bir kaynama noktasına sahip olacağını söylemek mümkün olur. Fizikte, benzer öngörülerde bulunulabilir. Böylece, her elementin, aynı kimyasal özelliklere fakat farklı atomik ağırlıklara sahip farklı atom türleri olan farklı izotoplarının olduğu keşfedilmişti. Atomların hareketleri ile ilgili fiziksel teorilerin yardımıyla, farklı izotopların, farklı yoğunluklara tabii tutulduklarında farklı hızlarda difüzyona uğrayacakları gösterilmişti. O zaman, farklı izotopların özelliklerinde öngörülen farklara dayanarak, iki uranyum izotopunun büyük ölçekte ayrılmasını mümkün kılan bir yöntem geliştirilmişti. Bu ayırma yöntemi, bir nükleer reaktörü mümkün kılan temel faktörlerden birisidir. Aynı genel konu ile bağlantılı olarak, var olan teoriye dayanarak nötronlarla karşı karşıya getirilen uranyumun daha önce başka herhangi bir yerde gözlenmemiş veya üretilmemiş olan yeni bir elemente, plütonyuma dönüşeceği öngörülmüştü. Bu yeni elementin pek çok fiziksel ve kimyasal özelliği yaklaşık olarak öngörülmüştü. Bu türden öngörüler, her zaman için fiziğin pek çok dalında giderek daha çok yaygınlaşmaktadır.

Bu tür öngörülerin mümkün olduğu gerçeği, nedensel yasaların dışarıdan empoze edilmiş, yani olayların akışını sadece verilen belirli yollarla sınırlayan yasal kısıtlamalar gibi olmadığını, fakat, bunların, daha çok, bu şeylerin içkin ve temel yönleri olduğunu gösterir. Dolayısıyla, suyun soğutulunca buz olması ve ısıtılınca buhar olması şeklindeki nitel nedensel ilişki sıvının onlar olmaksızın su olamayacağı temel özelliklerinin esaslı bir parçasıdır. Benzer şekilde, hidrojenin ve oksijenin suyu oluşturmak üzere birleşmesi şeklindeki kimyasal yasa, (suyun, elektrolize tabii tutulduğunda hidrojene ve oksijene dönüşmemesi durumunda su olmayacak olmasına benzer şekilde) hidrojen ve oksijen gazlarının, bu yasa olmaksızın hidrojen ve oksijen olamayacağı esas bir özelliğidir. Benzer şekilde, çeşitli nicel yasalar da ait oldukları şeylerin esas bir parçasıdır. Dolayısıyla, sayesinde bir sıvıyı tanıdığımız özelliklerin bazıları, kaynama sıcaklığının değerine, elektriksel iletkenliğinin değerine, yoğunluğunun değerine, soğurduğu ve yaydığı spektral çizgilerin frekans değerlerine (bunlar onun rengini belirler) benzer çok sayıda niceliksel özelliktir. Benzer olarak boş uzayda (veya diğer herhangi bir koşulda) hareket eden cisimlerin uyduğu genel matematiksel hareket yasaları bu tür cisimlerin temel özellikleridir, onlar olmadan bunlar bildiğimiz şekliyle cisim bile olamazlar. Bu tür örnekler sınırsızca çoğaltılabilir. Bunların hepsi, bir şeyin, kendi haline bırakıldığında veya belirli dışsal koşullara tabii tutulduğunda uyduğu nedensel yasaların, ayrılmaz biçimde, o şeyin, o şeyin ne olduğunu tanımlamaya yardımcı olan temel özelliklerine bağlı olduğunu göstermeye hizmet eder. Gerçekten de, bir şeyin, bazı tür nedensel yasalara uymaksızın nasıl olup da herhangi bir özelliğe sahip olabileceğini bile düşünemeyiz; yalnızca bir şeyin belirli bir özelliğe sahip olduğu (örneğin bu şey kırmızıdır) ifadesi bile, o şeyin tanımlanan koşullara tabii tutulduğunda belirli bir şekilde tepki göstereceğini (örneğin beyaz ışığa tabii tutulan kırmızı nesne çoğunlukla kırmızı ışığı yansıtacaktır) ima eder. Diğer bir deyişle, bir şeyin sağladığı nedensel yasalar onun varlık modunun temel ve ayrılamaz bir yönünü oluşturur.[8]

Nedensel yasaların, şeylerin ne olduğunun tanımıyla neden ve nasıl bu kadar yakından bağlantılı olduğunu anlamak için, şeylerin oldukları şey haline geldikleri, bir zamanlar oldukları şeyden başladıkları ve değişmeye devam ettikleri ve ileride tekrar başka bir şey haline geldikleri süreçleri düşünmeliyiz. Genel olarak konuştuğumuzda, bu tür süreçler, belirli bir bilimde oldukça ileri bir gelişme aşamasına ulaştıktan sonra ayrıntılı olarak incelenir, erken aşamalarda, bu bilimde ele alınan şeylerin varlık modlarını tanımlayan temel nitelikler ve özellikler genellikle daha ileri bir çözümleme olmaksızın basitçe varsayılır. Böylece, biyolojinin gelişmesinin erken aşamalarında, temel özelliklerine ve yaşam biçimlerine göre, canlı varlıkların çeşitli sınıflandırılmaları, basitçe ebedi ve kaçınılmaz kategoriler olarak kabul ediliyordu, varoluş sebeplerinin daha fazla incelenmesine gerek görülmüyordu. Ancak, daha sonra, her türün varlık biçimini, her türün kendi mevcut karakterini kazandığı ve muhtemelen devam etmekte olan, ve böylece gelecekte yeni türlerin ortaya çıkabileceği bir süreç olan “doğal seçilim” ile sınırlı olan bir dönüşüm süreci cinsinden tanımlayan temel özelliklerin çoğunu açıklayan evrim teorisi gelişti. Benzer şekilde, fizikte, ilk adımlar, maddenin belli karakteristik özelliklerinin (örneğin yoğunluk, basınç, elektriksel direnç, vs.) daha ileri bir inceleme olmaksızın basitçe kabulünü içeriyordu, daha sonra, bu özellikleri atomik düzeyde ve daha derin düzeylerde yer alan süreçler cinsinden yaklaşık olarak açıklayan ve öngören teoriler ortaya çıktı. Örnek olarak, her ikisine de bu kesimde değinmiş olduğumuz farklı izotopların farklı difüzyon hızlarının öngörülmesini ve yeni element plütonyumun özelliklerinin öngörülmesini düşünebiliriz. Yakın zamanlara kadar, fizikte özelliklerin ve niteliklerin bu tür açıklamaları, büyük ölçüde, yukarıda betimlenen iç süreç türleri yani maddenin içinde daha derin düzeylerde yer alan süreçler cinsinden olma eğilimindeydi. Ancak, yakın zamanlarda, özellikle kozmoloji biliminde, evrenin halihazırda gözlemlerimize açık olan belirli bir parçasının belirli özelliklere nasıl olup da sahip olduğunu açıklama çabaları ile ilişkili olarak evrimsel teorilerin fiziğe sokulması yönünde bir eğilim gelişti. Bu teoriler, erken bir aşamadan başlayan maddenin şimdi incelemekte olduğumuz kozmolojik düzeni ortaya çıkardığı tarihsel ve evrimsel bir süreç cinsinden, galaksilerin, yıldızların ve gezegenlerin oluşumunun açıklanmasını, uzayın değişik parçalarında kimyasal elementlerin dağılımının açıklanmasını, vs. amaçlar. Biyolojide, bunun tersine, canlı varlığın çeşitli belirli özelliklerini canlı organizmanın içinde yer alan (kimyasal, fiziksel vs.) süreçler cinsinden açıklamak için artan bir eğilim gelişmiştir. Benzer eğilimler, kimya, jeoloji gibi diğer bilimlerde de bulunmaktadır. Böylece, çeşitli bilimlerin daha ileri gelişmesiyle, doğada yer alan çeşitli süreçleri yöneten nedensel yasaların, şeylerin varlık modlarını tanımlamaya yardımcı olan karakteristik özellikleri ile bitimsiz bir şekilde bağlanmış olduğu konusunda giderek daha iyi bir anlayışa ulaşmaktayız.

 

7. Birden-Çoğa ve Çoktan-Bire Nedensel İlişkiler

Şimdi etkiyi tek türlü olarak belirlemeyen daha genel nedensel ilişki türlerini düşünmek gerekir. Gerçek problemlerde, koşulların (veya arka planın) dikkate değer şekilde değişmediği iyi tanımlı bir bağlamda bile belirgin olan bütün nedenlerin ele alınması çok seyrek mümkündür. Genellikle, belirgin nedenlerin sadece bazılarını değerlendirebiliriz. Kesim 3’te gördüğümüz gibi, doğal olarak, etkiler tam olarak yeniden üretilebilir değillerdir ve dolayısıyla tam olarak öngörülebilir değillerdir. Ne var ki, verilen bir problemde tüm belirgin nedenlerin bize sunulmamış olması, hiçbir şekilde hiçbir öngörüde bulunulamayacağı anlamına gelmez. Çünkü, bu tür durumlarda, etkileri, bunların belli bir muhtemel aralıkta olacakları anlamında yaklaşık olarak öngörmek genellikle mümkündür. Örneğin, bir tabanca belli bir noktaya doğrultulursa, mermi tam olarak Newton hareket yasaları (bu problemle ilgili olan nedensel yasalar) tarafından öngörülen yere inmeyecektir. Ancak, uzun bir benzer atış dizisi sonunda, sonuçların hesaplanan noktaya yakın küçük bir bölgede kümelendiği bulunmuştur. Benzer bir davranış örüntüsü, nedensel yasaların öngörüde bulunmak için kullanıldığı bütün alanlarda çok genel olarak gösterilmiştir. Çünkü, bu tür her öngörüde, her zaman, problemin koşullarına bağlı olarak bir şekilde değişebilen fakat hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılamayan belli bir hata aralığı vardır. Dolayısıyla, gerçekte gelecekteki etkileri tek türlü olarak belirlememeleri nedensel ilişkilerin genel bir özelliğidir. Tersine, bunlar neden ve etki arasında, sadece, belirli nedenlerin belirtilmesinin genel olarak etkiyi belirli bir olanaklılık aralığına sınırlayacak olduğu anlamında, birden-çoğa bir karşılığı mümkün kılar.

Kuşkusuz, nedensel bir ilişkinin gelecekteki etkileri tek türlü olarak belirlemekte başarısız olması gerçeği, bu etkileri hiçbir şeyin belirlemediği anlamına gelmez. Gerçekten de, bu, (Kesim 1’de betimlenen) her şeyin başka şeylerden çıktığı ilkesiyle karşıtlık oluşturur. Gerçekte, etkinin daha ayrıntılı bir belirlenmesi, incelenen problemde göz önüne alınan nedenlerin bağlamı dışında yer alan nedenlere bağlıdır. Bazı durumlarda, bu ek nedenler, halihazırda ele alınan nedensel faktörlerin daha hassas bir şekilde ölçülmesi yardımıyla göz önüne alınabilir. Böylece, tabanca ile nişan alınması durumunda, hassasiyeti iyileştirmenin ilk adımı ateşleme açısını ve tabancanın konumunu daha dikkatli bir şekilde belirlemektir. Ancak, daha genel olarak, etkinin daha hassas belirlenmesi eninde sonunda nitel olarak yeni nedensel faktör türlerinin göz önüne alınmasını gerektirir. Örneğin, kovanın yörüngesinin öngörülmesinde sınırsız bir hassasiyet elde etmeyi deneseydik, bu yörüngenin bağlı olduğu çok ve daha çok belirgin faktör keşfedecektik: örneğin tabancanın yapısındaki düzensizlikler, hava akımları, sıcaklıktaki, basınçtaki, rutubetteki küçük değişiklikler, ve hatta eninde sonunda tabancanın, kovanın, havanın ve hedefin oluşturulduğu moleküllerin hareketleri. Benzer problemler, sınırsız hassasiyet elde etmeyi amaçlayan herhangi bir nedensel öngörüdeki hatayı azaltma çabasında ortaya çıkabilir. Diğer bir deyişle, birden-çoğa bir nedensel ilişkinin aralığını daraltmaya çalıştığımızda, genellikle, her yeni hassasiyet büyüklüğü derecesinin, bizi, sonucun dayandığı yeni ve nitel olarak farklı nedensel faktörleri göz önüne almaya zorladığını keşfederiz.

Bununla bağlantılı olarak, nedensel bir yasanın birden-çoğa karakterinin, bizim tarafımızdaki etkinin daha hassas ayrıntılarının izlenebileceği ek nedensel faktörler ile ilgili bilgi eksikliği ile esaslı hiçbir ilişkisinin olmadığına işaret edelim. Gerçekten de, biz daha iyi öngörülerde bulunabilmek için bu ayrıntıları bu faktörlere kadar izlesek bile, bu ayrıntıların ortaya çıkmadığı bağlamda yasanın nesnel anlamda birden-çoğa bir yasa olarak geçerli olmaya devam ettiği hala doğru olacaktır. Diğer bir deyişle, birden-çoğa bir yasa nesnel olarak zorunlu nedensel bir bağlantıyı temsil eder, fakat bu durumda, gerekli olan etkinin belirli sınırlar içinde kalmasıdır; ve daha basit nedensel yasa türlerinde olduğu gibi etkinin tek türlü olarak belirlenmesi değildir.

Birden-çoğa nedensel ilişkilerle yakından bağlantılı bir diğer tür, çoktan-bire diyebileceğimiz nedensel ilişkilerdir. Çoktan-bire bir nedensel ilişki, çok farklı neden türlerinin esasen aynı etkiyi üretebileceği bir nedensel ilişkidir. Örneğin, belirli bir havzaya düşen bütün yağmurlar, tam olarak nereye düştüklerinden bağımsız olarak (havzanın ana nehrinin denize aktığı) belirli bir yerde denize kavuşurlar. Benzer şekilde, verilen bir yaratığın, yaşadığı çevrenin ayrıntılarındaki muazzam sayıdaki muhtemel farklılıktan bağımsız olarak, eninde sonunda ölmesi gerektiği öngörülebilir. Bu tür örnekler her alanda bulunabilir. Böylece, fizikte, bir cisim kararlı denge konumuna yakınken rahatsız edildiğinde veya harekete geçirildiğinde, geniş bir muhtemel başlangıç hareketleri dizisinden bağımsız olarak (sürtünme nedeniyle) eninde sonunda denge konumuna geri dönecektir. Gerçekten de, her alanda, bütün niteliksel yasalar çoktan-bire karaktere sahiptir. Çünkü, verilen bir nitelik, genellikle geniş bir dizi ayrıntıdan, özellikle nicel yapıda olanlardan bağımsız olarak öngörülebilir. Böylece, suyun buhara dönüşmesi örneğinde, bu dönüşüm, söz konusu miktar, buharlaşma gizil ısısı denilen şeye ulaşmak için gerekenden (ek olarak, kuşkusuz, suyu kaynama noktasına kadar ısıtmak için gereken ısıdan) daha fazla olmak üzere, sağlanan ısı miktarından bağımsız olarak gerçekleşir. Dahası, sadece niteliksel değil, niceliksel yasalar da çoktan-bire karaktere sahip olabilir. Böylece, termodinamik yasaları termal denge durumundaki maddenin özellikleri ile ilgilenir. Dengeye ulaşılan süreçlerin ayrıntılarından bağımsız olan nicel ilişkiler denge koşulları için geçerlidir.[9]

Ancak, bir etkinin sadece bazı özelliklerinin nedenlerdeki geniş bir dizi değişmeden etkilenmediği hatırlanmalıdır. Gerçekten de, Kesim 1’in başında açıkça belirtilen ilkeye göre, herhangi bir şeyin hiçbir yönü hiçbir zaman bazı etkilerde bulunmaksızın tamamen ortadan kaybolmaz, dolayısıyla iki farklı nedenin tamamen özdeş sonuçlara yol açması imkansızdır. Böylece, belli bir havzaya düşen su bir barajda depolanırsa, güç üretebilir, fakat kendi doğal düzensiz yolunda akmasına izin verilirse, tersine arazilerin su altında kalmasına neden olabilir ve şehirleri tahrip edebilir. Fakat, bu ayrıntılardan bağımsız olarak, havzadaki su, eninde sonunda havzadaki ana nehrin ağzındaki denize ulaşacaktır. Benzer şekilde, verilen bir yaratık ne yaparsa yapsın ölecek olmasına rağmen, bu yaratığın yaşama şekli, genel olarak çevre üzerinde olduğu kadar gelecek kuşaklar üzerinde de etki sahibi olacaktır. Böylece, bir etkinin belirli yönlerinin geniş bir dizi nedenden bağımsız olarak ortaya çıkması mümkün olmakla birlikte, etki daha ayrıntılı bir şekilde veya daha geniş bir bağlamda değerlendirildiğinde, her farklı neden türünün etki üzerinde bir fark oluşturduğu görülür.

Birden-çoğa ve çoktan-bire nedensel ilişkilerin varoluşu genel olarak nedensel yasaların çok önemli bir özelliğidir. Bu özelliğin neden bu kadar önemli olduğunun bir sebebini görmek için, nedensel öngörülerdeki tam olmayan hassasiyetin, verilen bir sonucun verilen bir problemde değerlendirilen bağlamın dışında yer alan çok büyük sayıda faktöre bağlı olduğu gerçeğinden kaynaklandığını hatırlayalım. Saf mantıksal bir bakış açısından, her zaman, bu bilinmeyen, veya en iyi ihtimalle az bilinen faktörlerin söz konusu etkiler üzerinde belirlenen limitlerin ötesine geçen varyasyonlara neden olabileceği düşünülebilir. Çünkü, bu kadar geniş bir dizi alanda, bu faktörler, sınırlar içinde kalan etkiler ürettiklerinden, ve böylece birden-çoğa nedensel ilişkilere yol açtıklarından, verilen bir problemi, ilk önce, verilen herhangi bir sonucu mükemmel olarak hassas bir şekilde öngörmek için gereken sonsuz sayıda faktörü göz önüne almaksızın, bir yaklaşım derecesiyle, incelemek mümkündür. Çoktan-bire nedensel ilişkilerin varoluşu da açıkça bu olanağa katkıda bulunur; çünkü bu, pek çok sonucun, bizim bilmediğimiz ya da diğer nedenlerle mevcut koşullarda incelenmesi çok zor olan çok geniş bir karmaşık ayrıntılar dizisinden bağımsız olarak incelenebileceği anlamına gelir. Bu durumda, nesnel olarak nedensel ilişkilerin birden-çoğa ve çoktan-bire karakterinin, ilk önce tüm evrendeki her şey hakkında her şeyi bilmek zorunda kalmaksızın, bizim, dünyanın belirli sınırlı yönleri hakkında yaklaşık bilgi sahibi olmamızı mümkün kılmaya yardımcı olduğunu görüyoruz. Ve böylece, bu nedensel ilişkiler, bir problemin adım adım incelenmesi şeklindeki karakteristik bilimsel yöntemi mümkün kılmaya da yardımcı olurlar, her adım, bir sonraki adıma götüren, daha derin, daha ayrıntılı veya daha geniş bir incelemenin temelini oluşturur.[10]

Birden-çoğa ve çoktan-bire nedensel ilişkilerin genel çerçevesi içinde, birden-bire ilişki hiçbir zaman mükemmel olarak gerçekleşmeyen bir idealleştirmedir. Belirli sınırlı koşullarda o kadar çok yaklaşılabilir ki, söz konusu bağlamda esas olanla ilgili olduğu kadarıyla, nedensel ilişkinin yaklaşık olarak birden-bire olduğunu düşünebiliriz. Birden-bire bir nedensel ilişki kümesinin bilinen en yakın örneği, Newton’un hareket yasaları ile ele alınabilecek olan yalıtılmış bir mekanik sistem ile ilgili olarak ortaya çıkar. Bu yasalar, bir sistemin verili bir zamandaki tüm parçalarının konumları ve hızları ile, bunların başka bir zamandaki konumları ve hızları arasında birden-bire bir bağlantı verir.[11] Bu birden-bire bağlantı çeşitli nedenlerle bir idealleştirmedir. İlk olarak, hiçbir mekanik sistem hiçbir zaman tam olarak yalıtılmış değildir. Sistem dışında ortaya çıkan rahatsızlıklar bağlantının mükemmel birden-bire karakterini bozacaktır. İkincisi, sistemi tamamen yalıtabilseydik bile, hala moleküler düzeydeki hareketlerden kaynaklanan rahatsızlıklar olacaktı. Kuşkusuz, ilkesel olarak, bunlar, moleküllerin kendilerine hareket yasaları uygulanarak göz önüne alınmaya çalışılabilir, fakat bu durumda, kuantum mekaniksel ve maddenin daha derinde yatan özelliklerinden kaynaklanan daha ileri rahatsızlıklar keşfedilecektir.[12] Dolayısıyla, ilgili sistemin dışında veya diğer düzeylerde var olan nitel olarak yeni bir nedensel faktörler kümesini göz önüne alma ihtiyacı olmadan, ilke olarak sınırsız bir hassasiyetle öngörüde bulunulmasını mümkün kılabilecek mükemmel bir birden-bire nedensel ilişkiler kümesinin bilinen hiçbir gerçek örneği yoktur.[13]

 

8. Olumsallık, Şans ve İstatistiksel Yasa

Şimdi, olumsallıklar, Kesim 1’de işaret ettiğimiz üzere, tartışılan bağlamın dışında var olan olanaklılıklardır. Olumsallıkların temel özelliği, bunların doğasının yalnızca sorgulanan bağlamdaki şeylerin özellikleri cinsinden tanımlanamaması ve çıkarılamamasıdır. Diğer bir deyişle, onların bağlamın içinde olan şeyden belirli bir göreli bağımsızlığı vardır. Ancak, gördüğümüz üzere, genel tecrübemiz, bütün şeylerin bir şekilde ve bir dereceye kadar birbiriyle bağlantılı olduğunu gösterir. Dolayısıyla, hiçbir zaman tam bir bağımsızlık bulmayı beklemiyoruz. Fakat, bağlantı ihmal edilebildiği ölçüde, gerçek süreçten ve onun bağlantılarından, tartışma bağlamından tamamen bağımsız olacak şekilde idealize edilen şans olumsallıkları nosyonunu soyutlayabiliriz. Böylece, zorunlu nedensel bağlantılar nosyonuna benzer şekilde, şans olumsallıkları nosyonunun da, gerçek sürecin belirli yönlerinin kısmi bir değerlendirmesini veren fakat eninde sonunda farklı bağlamlarda ortaya çıkan süreçler arasında her zaman var olan nedensel bağlantıların incelenmesiyle düzeltilmesi ve tamamlanması gereken bir yaklaşım olduğu görülür.

Şans ile neyin kastedildiğini daha ayrıntılı ortaya koymak için, tipik bir şans olayını, yani bir otomobil kazasını düşünebiliriz. Şimdi, açıktır ki, belli bir kazanın ne zaman, nerede ve ne şekilde ortaya çıkacağı, herhangi birindeki hafif bir değişme kazanın karakterini büyük ölçüde değiştirebilecek olan veya tam olarak engelleyebilecek olan muazzam sayıda faktöre bağlıdır. Örneğin, iki arabanın çarpışması durumu için, sürücülerden biri on saniye önce veya on saniye sonra yola çıkmış olsaydı, veya sigara almak için durmuş olsaydı, veya yolda karşıdan karşıya geçen bir kediyi korumak için yavaşlamış olsaydı, veya sınırsız sayıda benzer nedenin herhangi biri ortaya çıkmış olsaydı, bu özel kaza hiç de ortaya çıkmayabilirdi; hatta direksiyonun hafifçe farklı bir dönüşü kazayı tümüyle engelleyebilirdi veya kazanın karakterini iyi veya kötü yönde tamamen değiştirebilirdi. Bu durumda, ele aldığımız bağlama göre, örneğin, belli bir sürücünün yapabileceği eylemlere ve alabileceği önlemlere göre, her kazanın tesadüfi bir yöne sahip olduğunu görüyoruz. Bununla, neyin vukuu bulduğunun, yüksek bir yaklaşım derecesiyle, söz konusu bağlamın dışında var olan ve bu sürücünün ne tür bir insan olduğunu ve verili bir durumda nasıl davranacağını tanımlayan karakteristik özelliklerle hiçbir esaslı ilişkisi olmayan bağımsız faktörlerin ne olduğuna bağlı olduğunu kastediyoruz. Bu nedenle, böylesi bir bağlama göre belirli bir çarpışmanın zorunlu veya kaçınılmaz bir gelişme olmadığını, fakat daha çok bir kaza olduğunu ve şans eseri ortaya çıktığını söylüyoruz, buradan şuna da ulaşıyoruz, bu bağlamda böylesi bir kazanın ortaya çıkıp çıkmayacağı kadar nerede, ne zaman ve ne şekilde ortaya çıkacağı öngörülemezdir.

Tek bir kaza için bu kadar yeter. Şimdi benzer bir dizi kazayı düşünelim. İlk olarak, çeşitli kazaların hassas ayrıntılarında (örneğin tam olarak ne zaman ve nerede ortaya çıkarlar, tam olarak tahrip olan nedir, vs.) düzensiz ve öngörülemez bir varyasyon veya bir dalgalanma olduğuna dikkat ediyoruz. Bu varyasyonun kaynağı kolayca anlaşılır, çünkü, kazaların ayrıntılarının bağlı olduğu bağımsız faktörlerin pek çoğu, belli bir sürücünün ne yapıyor olabileceği ile hiçbir sistematik ilişkiye sahip olmaksızın dalgalanır.

Ancak, incelenen kaza sayısı giderek arttıkça, yeni özellikler ortaya çıkmaya başlar; bireysel varyasyonların geçersiz hale gelme eğilimine girdiği, ve istatistiksel düzenliliklerin kendini göstermeye başladığı görülür. Böylece, belli bir bölgedeki toplam kaza sayısı yıldan yıla çok fazla değişmez, ve ortaya çıkan suçlamalar genellikle düzenli bir eğilim gösterir. Dahası, bu eğilim, kazaların dayandığı özgül faktörler değiştirilerek sistematik bir şekilde değiştirilebilir. Böylece, dikkatsiz araba kullanmayı cezalandıran ve mekanik parçaların, lastiklerin, vs. düzenli muayenesini şart koşan kanunlar çıktıkça, verilen bir bölgedeki ortalama kaza oranının hemen her zaman için belirli bir aşağı doğru gitme eğilimine girdiği görülür. Belirli bir yolculuğa çıkan tek bir sürücü için, bu tür önlemlerin etkileri ile ilgili olarak, genelde, çok belirli öngörülerde bulunulamaz, çünkü hala kazaların henüz ortaya çıkarılmamış muazzam sayıda kaynağı vardır; yine de istatistiksel olarak gördüğümüz gibi, özel bir nedendeki varyasyonlar, etki üzerinde düzenli ve öngörülebilir bir eğilime yol açar.

Yukarıda betimlenen davranış, sosyal, ekonomik, tıbbi ve bilimsel istatistikte ve diğer pek çok uygulama da içinde olmak üzere çok geniş bir dizi alanda görülür.[14] Bütün bu alanlarda, tekil nesnelerin, olayların ve fenomenlerin davranışlarında, ayrıntıları tartışma bağlamında öngörülemeyen karakteristik bir düzensiz dalgalanma veya varyasyon vardır. Bu, bu tür nesnelerin, olayların, fenomenlerin uzun bir dizisinin veya büyük bir yığınının davranışındaki düzenli eğilimlerle birlikte yürür. Bu düzenli eğilimler, bu tür dizilerin veya yığınların tekil üyelerindeki dalgalanmaların ayrıntılarını yönetmeye katkıda bulunan ek nedensel faktörleri göz önüne alacağımız daha geniş bir bağlama gitmeye gerek kalmaksızın, uzun bir tekiller dizisinin veya büyük bir tekiller yığınının “uzun vadedeki” özelliklerinin veya ortalama davranışının özelliklerinin yaklaşık olarak öngörülmesine izin veren istatistiksel yasalar diyebileceğimiz şeye götürür.

Verilen bir bağlamın dışında yer alan olumsallıkların, bu bağlamda olup bitenlerden yaklaşık olarak bağımsız bir şekilde dalgalanma eğilimi kendisini o kadar yaygın bir şekilde göstermiştir ki bu bir ilke haline getirilebilir; yani rasgelelik ilkesi. Rasgelelik ile sadece, bu bağımsızlığın, bu olumsallıkların geniş bir dizi olanak üzerinden çok karmaşık bir şekilde fakat istatistiksel ortalamaların düzenli ve yaklaşık olarak öngörülebilir bir davranış sergileyeceği bir tarzda dalgalanmasına yol açtığını kastediyoruz.[15]

Bu durumda, açıktır ki, belirli bir dalgalanmanın, tartışılan nedensel yasalar bağlamının dışında yer alan şans olumsallıklarından kaynaklandığını bildiğimizde, sadece, tartışılan nedensel yasaların mükemmel olarak doğru öngörüler vermediği gerçeğinden daha fazlasını biliyoruz; olumsallıkların, düzenli istatistiksel eğilimlere sahip karmaşık dalgalanmalar üreteceğini de biliyoruz. Örneğin, önceki kesimdeki ölçüm hatası problemini düşünelim. Bu tür hatalar genelde iki sınıfa ayrılır, sistematik ve rasgele hatalar. Sistematik hatalar, tartışılan bağlamdan bağımsız olarak dalgalanan gerçek şans olumsallıklarından değil sadece dışsal nedenlerden kaynaklanırlar. Sistematik hataları azaltmak için hatadan sorumlu faktörler ile ilgili daha ileri bir anlayışa ulaşmalı ve bu faktörlerin daha ileri bir kontrolünü sağlamalıyız. Ancak, hatanın rasgele olan kısmı, sadece giderek daha fazla sayıda ölçümün ortalaması alınarak azaltılabilir. Çünkü, iyi bilinen bir teoreme göre, şans dalgalanmalarının etkisi, hatanın bu kısmı ölçüm sayısının karekökü ile ters orantılı olacak şekilde birbirini götürme eğilimindedir. Bu, belirli bir etkinin şans olumsallıklarından kaynaklanıyor olduğu gerçeğinin, nasıl, nedenlerin tartışılan bağlamın dışında yer aldığı gerçeğinden daha fazlasını ima ettiğini gösterir. Ek olarak, etkinin kaynaklandığı faktörlerdeki belirli bir nesnel rasgelelik özelliğini ima eder.

Bu durumda, doğanın sadece nedensel yasalarla tam olarak değerlendirilemeyen bir yanını bize gösteren nesnel olarak geçerli şans yasalarından bahsetmenin uygun olduğunu görüyoruz. Gerçekten de, şans yasaları nedensel yasaların kendileri kadar zorunludur.[16] Örneğin, şans dalgalanmalarının rasgele karakteri, geniş bir durum dizisi için, dalgalanmaların bağlı olduğu dış olumsallıkların son derece kompleks ve çeşitli karakteri tarafından kaçınılmaz hale getirilmiştir. (Dolayısıyla, gördüğümüz gibi, esasen ölçülen nicelikten bağımsız olan pratik olarak sınırsız sayıda farklı faktör türünde rasgele ölçüm hataları ortaya çıkar.) Dahası, dalgalanmaların bu rasgele karakteri çok sık olarak pek çok türden şeyin normal işlemesinin ve varlık modunun içkin ve vazgeçilmez bir parçasıdır. Dolayısıyla, trafikte, çeşitli gıda, giyim vs. türlerinin talebinde, çeşitli bireylerin hastalanma veya ölme sürelerinde vs. şans dalgalanmalarının birbirini götürmesi yönünde bir eğilim olmasaydı, modern bir şehrin normal koşullarda var olmaya devam etmesi imkansız olacaktı. Bütün alan türlerinde, şansın karakteristik etkilerine benzer bir bağımlılık görüyoruz. Böylece, kum ve çimento karıştırıldığında tekdüze bir karışım elde etmek için her tekil kum ve çimento zerresi dikkatli bir şekilde dağıtılmaz, fakat bunun yerine kum ve çimento birlikte karıştırılır ve tekdüze bir karışım üretmek için şansa güvenilir. Bölüm II, Kesim 14’te, makroskopik bölgede (örneğin basınç, sıcaklık vs.), kısmen şans dalgalanmalarının birbirini götürmesinin yardımıyla, tekdüze ve öngörülebilir özellikler elde etmek üzere, atomların hareketleri ile bağlantılı daha kompleks örnekleri ele alacağız. Burada, maddenin makroskopik bölgedeki varlık modunun, mikroskobik bölgede ortaya çıkan şans dalgalanmalarının birbirini götürmesine bağlı olduğunu göreceğiz.

Sadece, büyük sayıda şans dalgalanmalarında birbirini götürme eğiliminden kaynaklanan düzenli ilişkiler önemli olmakla kalmayıp belirli koşullar altında şans dalgalanmalarının geniş bir olanaklar dizisini karmaşık bir şekilde kapsaması da son derece önemli olabilir. Çünkü, şans dalgalanmalarının en karakteristik özelliklerinden bir tanesi, yeterince uzun bir zaman içinde veya yeterince büyük bir yığın içinde, her olanaklı olay veya nesne birleşiminin, ilk bakışta ortaya çıkması son derece olmayası görünen olay birleşimlerinin bile, eninde sonunda gerçekleşmesidir. Böylesi bir durumda, tersinmez bir değişmeye veya nitel olarak yeni bir gelişme çizgisine yol açan birleşimler özellikle önemlidir, çünkü bunlar bir kez ortaya çıktıklarında, şans süreci sonlanır, ve sistem değiştirilemez bir şekilde yeni bir yola girer. Sonuç olarak, şans dalgalanmaları ile bağlantılı türden yeterince “karıştırma” veya “değiştirme” verildiğinde, bu tür durumlarda nihai sonucu sık sık etkileyici bir kesinlikle öngörebiliriz.

Yukarıda betimlenen şans özelliğinin çok ilginç bir örneği, Oparin tarafından önerilen yaşamın kaynağıyla ilgili güncel bir teori ile bağlantılı olarak ortaya çıkar. Bu teori, muhtemelen bir milyar yıl önce veya daha eskiden, dünyanın atmosferinin yüksek yoğunlukta hidrokarbon, amonyak ve bu maddelerin bileşiminden ortaya çıkabilecek çeşitli basit organik bileşikler içerdiği varsayımına dayanır. Mor ötesi ışığın, yüksek sıcaklığın, elektriksel boşalmaların etkisi ve çeşitli minerallerin katalitik etkisi sonucu, bu bileşikler bir araya gelerek birleşme ve giderek daha kompleks moleküller oluşturma eğilimine girmiş olabilirler. Denizler ve atmosfer, fırtınalar tarafından ve diğer şekillerde karıştırıldığından, bu bileşiklerin her tür tesadüfi bileşimi üretilmiş olacaktı. Nihayetinde, yeterince uzun yüzlerce milyon yıldan sonra, tam da canlı maddenin mümkün en basit formlarına karşılık gelen bileşimlerin ortaya çıkması mümkün olmuş olabilir. Ancak, bu nokta geri dönülmez nitel bir değişikliğe işaret ediyordu; çünkü canlı madde, çevredeki organik malzemelerin hilafına yeniden üremeye başlayacaktı (çünkü bu canlıyı, canlı olmayan organik maddeden ayıran temel özelliklerden bir tanesidir). Bundan sonra, süreç, saf şans bölgesinden çıkacaktı. Dahası, koşullar değiştikçe, canlı madde, halihazırda biyolojide epeyce ayrıntılı şekilde incelenmiş olan dönüşüm yasalarına uygun olarak evrilmeye başlayacaktı; ve eninde sonunda, bugün var olan değişik yaşam biçimlerine yol açacaktı.

Böylece, şansın önemli rolünü görüyoruz. Yeterince verilen uzun zaman, şeylerin her tür birleşimini mümkün kılar, ve hatta gerçekten de kaçınılmaz kılar. Tersinmez süreçleri veya sistemi şans dalgalanmalarının nüfuzundan çıkaran gelişme çizgilerini harekete geçiren bu birleşimlerden bir tanesinin eninde sonunda ortaya çıkması kesindir. Böylece, şansın etkilerinden bir tanesi, nitel olarak yeni gelişme çizgilerinin başlamasına izin verecek şekilde “şeyleri karıştırmaya” yardım etmektir.

 

9. Olasılık Teorisi

Nedensel yasaların belirli tür matematiksel formalizmler (örneğin diferansiyel hesaplama) yardımıyla daha hassas bir şekilde ifade edilmesine benzer şekilde, şans yasalarının ifade edilmesi için olasılık teorisi olarak bilinen, karakteristik bir matematiksel araç geliştirilmiştir. Bu kesimde, bu matematik biçiminin nasıl ortaya çıktığını ve ne anlama geldiğini kısaca özetleyeceğiz.

Tarihsel olarak, olasılık nosyonu ilk önce kumar oyunları ile bağlantılı olarak hassas bir biçimde ortaya konulmuştur. İyi bir örnek zar oyunu tarafından sağlanır. Eğer, zarın her bir atılışındaki sonuçları takip edersek, bunların, geçen kesimde betimlediğimiz şekilde, şans oyunlarının özelliğine uygun olarak, bir atıştan diğerine düzensiz olarak dalgalandığını keşfederiz. Sonuç olarak, verilen herhangi bir atışta ne elde edileceğini, önceki atışların sonuçlarına dayanarak veya oyun bağlamında belirlenebilecek herhangi bir şeye dayanarak öngöremeyiz. Ancak, yukarıda betimlenen tekil atışların sonuçlarındaki öngörülemez varyasyonlara rağmen, kumarbazlar, verilen bir kombinasyon üzerine bahse girme ve söz konusu kombinasyona dayanan belirli bir oran verme alışkanlığı geliştirmişlerdir. Deneyim, her mümkün kombinasyona karşılık gelen uygun bir “dürüst oran” kümesinin var olduğunun görüldüğünü ortaya koymuştur, öyle ki eğer bu oranlar teklif edilirse, uzun vadede kumarbaz sistematik olarak ne kazanır ne de kaybeder.

Erken dönem matematikçilerin ele aldığı ve dikkatlerini bu konuya çeviren problem, bu “dürüst oranların” hesaplanması için teorik bir yol bulmaktı.[17] Örneğin, zar atılması durumunda, problem, her zarın altı yüzünün de her atışta “eşit olasılıklı” olduğu kabul edilerek çözülmüştür. Böylece, bir zarın beş gelme ihtimali 1/6’dır, ve zarlar “bağımsız” olduğundan, ikisinin de beş gelme olasılığı, her birinin birbirinden ayrı olan tek tek beş gelme olasılıklarının çarpımıdır, yani 1/6×1/6=1/36’dır. Böylece, bu durumda “dürüst oran” 36’ya 1’dir.

Problemin yukarıda işaret ettiğimiz çözüm yöntemi, şans oyunları ile bağlantılı olarak çalışmasına rağmen, bir atıştaki çeşitli mümkün sonuçların eşit “olasılığı” veya “eş olasılığı” şeklinde oldukça muğlak bir nosyonun işin içine sokulmasını gerektirmiştir. Bu nosyon, başlangıçta, olasılığın, sırasıyla, “öznel” ve “nesnel” olarak adlandırabileceğimiz çok farklı iki yorumunun bir karışımını içermekteydi. Konunun sonraki gelişimi sırasında, bu iki yorum farklılaştı; ve esas fikirlerin daha açık bir sunumunu yapabilmek için, burada, sadece sonradan geliştirilen daha iyi tanımlı yorumları vereceğiz.

Olasılığın öznel yorumunda, olasılıkların, bir anlamda, ele alınan olaylar, nesneler ve koşullar ile ilgili eksik bilginin ve enformasyonun derecesini temsil ettiği varsayılır. Böylece, zar oyununda, zarlar atılmadan önce her bir tekil atışın sonucunun ne olacağını kesinlikle bilmenin hiçbir yöntemine sahip değiliz (çünkü sonuçlar, her atışta zarın çeşitli parçalarının pratik olarak bizim için erişilebilir olmayan başlangıç konumları ve hızları tarafından belirlenir). Dolayısıyla, zarlar, bilebileceğimiz kadarıyla, simetrik olarak oluşturulmuşsa, bir yüz yerine diğerini elde edeceğimiz önermesini kayıran hiçbir neden bilmiyoruz, ve dolayısıyla her yüze eşit olasılık atfediyoruz. Bu durumda, bu görüş açısından, olasılık, bizim enformasyon derecemizi ölçen veya yansıtan bir şey olarak değerlendirilir, böylece, bu, esasen her atışta zarın başlangıç hareketleri ile ilgili hassas bilgiyi elde edebildiğimizde zorunlu olmaktan ve hatta anlamlı olmaktan çıkacak öznel bir kategoridir.

Ancak, yukarıdaki, olasılığın tam bilgi sahibi olmadığımız koşullarda kendi zihinsel reflekslerimizden daha fazlasını temsil etmediği şeklindeki yorum, olasılıkla ne kastedildiği probleminin temel bir yönünü değerlendirmek açısından yetersizdir. Çünkü, bu, bize, kesinlikle, neden olasılığın, zarın verilen bir yüzünün çok sayıda atıştan sonra elde edileceği gerçek göreli frekans hakkında yaklaşık öngörülerde bulunmak için kullanılabileceği ile ilgili hiçbir fikir vermez. Dolayısıyla, sadece, bir yüzü diğerine tercih eden herhangi bir nedeni bilmiyor olduğumuz gerçeği, kendiliğinden, zorunlu olarak, tüm olanaklı sonuçlar için yaklaşık olarak eşit bir göreli frekansı ima etmez. Gerçekten de, sadece, atıldıklarında zarların başlangıç hareketleri hakkında kesinlikle hiçbir şey bilmiyor olduğumuz gerçeğinden, tek başına her tekil durum için değil, fakat keyfi olarak uzun bir durumlar dizisi için de kesin sonuçların ne olacağı ile ilgili kesinlikle hiçbir şey bilmiyor olduğumuz sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü, tam olarak bu başlangıç hareketleri ile ilgili bilmediğimiz şeyler arasında muhtemelen bir sonucu diğerine yeğleyen gizli bir eğilim olabilir. Tersine, her bir atış için, önceden bir şekilde başlangıç koşullarını bilebilseydik bile, bu, tipik bir seride bu koşulların uzun vadede veya ortalama olarak, her yüz için yaklaşık olarak eşit bir göreli frekansa yol açacak şekilde dağıtılmış olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti. Sonuç olarak, olasılık teorisi bu tür durumlarda, her bir tekil olayı belirleyen başlangıç koşulları ile ilgili mükemmel bilginin yardımıyla öngörülebilecek olan göreli frekanslar için iyi bir yaklaşım sağlayacaktır.

Açıkça, bu durumda, olasılık teorisinin bilimsel ve diğer istatistiksel problemlere uygulanabilirliğinin bizim bilgimizle veya bizim cahilliğimizle hiçbir esaslı ilişkisi yoktur. Tersine, bu, sadece, tartışılan sistemlerin ve süreçlerin özelliği olan, büyük bir nesne veya olay yığınında uzun vadenin veya ortalama davranışın, her bir tekil durumda ne olacağını kesin olarak belirleyen hassas ayrıntılardan yaklaşık olarak bağımsız olduğunu ima eden belirli düzenliliklerin nesnel varoluşuna dayanır.

Yukarıdaki değerlendirmelere dayanarak, örneğin, zar oyununda verilen bir sonucun olasılığını, kullanılan zarla ve zarın atılma süreciyle bağlantılı nesnel bir özellik olarak yorumlamaya yöneliyoruz, bu özellik, her bir tekil atışta ne olacağını öngörmeye yetecek kadar bilip bilmediğimiz meselesinden bağımsız olarak tanımlanabilir. Bu özelliğin önemi, uzun vadede veya ortalama olarak, verilen bir sonucun elde edileceği göreli frekansın, bu sonucun olasılığına giderek yaklaşma eğiliminde olan bir değer etrafında dalgalanacak olmasıdır. Bu durumda, bu, bilimsel araştırmada ve diğer alanlarda ortaya çıkan istatistiksel problemlerle ilgili olan olasılık kavrayışıdır. Kuşkusuz, yaygın olarak kullanıldığı şekliyle “olasılık” kelimesi, eksik bilgiye dayanan verili bir çıkarsamanın ya da vargının ne kadar olası olabileceği hakkında düşünmemizi betimleyen öznel bir anlama da sahiptir. Ancak, bu anlam, olasılık teorisini, yığının her bir üyesinin tam olarak ne yaptığını göz önüne alma gereği olmaksızın, istatistiksel yığınlarda ortaya çıkan çeşitli nesne ve olay kombinasyonlarının göreli frekansları ile ilgili yaklaşık öngörülerde bulunmak üzere, bilimde ve diğer alanlarda kullanma yöntemimizle hiçbir esaslı ilişkiye sahip değildir.

Zar oyunlarında (ve diğer kumar oyunlarında) olasılık teorisinin uygulanabilirliğinin altında yatan, uzun vadenin veya ortalama düzenliliklerin kaynağını daha ayrıntılı olarak anlamak için, sadece, önceki kesimde tartışıldığı üzere, bu tür oyunlarda şans kavramının ve şans etkilerinden kaynaklanan istatistiksel yasanın uygulanabilirliği için tüm koşulların elverişli olduğuna dikkat etmek gerekir. Böylece, eğer zar, hatırı sayılır bir yükseklikten atılırsa, yere düşmeden önce zarın bir kez ya da daha çok kez dönüşü için zaman vardır. Zarın yere düştüğü yüz, bu durumda, başlangıç hareketlerine duyarlı olacaktır, böylece bu hareketlerdeki küçük varyasyonlar kesin bir sonucu bir başkasıyla değiştirebilir. Dahası, hareketlerine başlangıç koşullarının bağlı olduğu insan vücudu, işlemesi muazzam sayıda çeşitli tür dalgalanan faktörlere dayanan çok kompleks bir sistemdir. Böylece, büyük sayıda atış için, elden zara aktarılan başlangıç hareketlerinin, kesin sonuçları, açık olan tüm olanaklılıklar dizisi üzerinde değiştirmeye yetecek ölçüde dalgalanmakta olması gayet anlaşılabilirdir. Ve insan vücudundaki faktör çokluğu, zarın başlangıçtaki yönelimlerinden esasen bağımsız olduğundan, uzun vadede ve ortalama olarak hiçbir özel yüzün bu dalgalanmalarda yeğlenmemesi hiç de şaşırtıcı değildir, öyle ki, her yüzün elde edildiği ortalama göreli frekanslarda istatistiksel düzenlilikler ortaya çıkarken tekil atışlar rasgele olarak dalgalanır. Böylece, söz konusu sonuçların, tam da, geçen kesimde şans fenomenlerinin özelliği olduğunu gördüğümüz şekilde, tartışılan bağlamın dışında yer alan, rasgele dalgalanan ve bağımsız olumsallıklara bağımlı olduğunu görüyoruz.

Olasılık kavramı yardımıyla, olayların kompleks birleşimlerinin olasılıkları için daha basit olayların olasılıkları cinsinden ifadeler üreten kapsamlı bir matematiksel teori geliştirmek mümkün olmuştur. Bu teori, tartışılan bağlamın dışında ortaya çıkan şans olumsallıklarına dayanan nesnelerin veya olayların bulunduğu pek çok alanda yararlılığını göstermiştir. Ancak, bu teorinin uygulamalarında, Kesim 1’de işaret edildiği üzere, nedensel yasaların ve şans yasalarının birlikte şeylerin gerçek gelişmesini ortaya çıkaran şeyler olduğu hatırlanmalıdır, öyle ki, bunların her biri tek başına, gerçekliğin, en iyi ihtimalle, eninde sonunda diğerinin yardımıyla düzeltilmesi gereken kısmi ve yaklaşık bir temsilidir.

 

10. Doğa Yasaları Üzerine Genel Düşünceler

Şimdi, bu bölümde ele alınan çeşitli örneklerde kendilerini gösterdikleri kadarıyla doğa yasalarının temel özellikleri ile ilgili kısa bir özet yapacağız; ve bu özetin yardımıyla, bu yasaların genel yapısı ile ilgili daha ileri bir içgörü kazanacağız.

Her şeyden önce, doğa yasalarını incelerken temel çıkış noktamız, her bir şeyin geçmişteki başka şeylerden çıktığı ve yine gelecekteki başka şeylerin ortaya çıkmasına yardımcı olduğu süreçleri ele almaktı. Şimdi, bu süreç, hem nicel yönleri ve hem de ayrıntılarının karmaşıklığı tüketilemeyecek olan bütünlüğü içinde incelenemez. Ancak, süreçlerin yukarıda betimlenen parçalarının, yaklaşık olarak, belirlenen koşullar altında ve sınırlı bağlamlarda incelenebileceği, pek çok bilim insanı kuşağının deneyimi ile olduğu kadar, daha uygarlığın başlangıcının öncesinden bu yana genel kültürümüz üzerinden aktarılan insan deneyimi ile kanıtlanmış bir gerçektir. Bu, herhangi bir özel bağlama göre süreçlerin söz konusu çeşitli parçalarının davranışlarında nesnel fakat yaklaşık bir özerklik olduğu için mümkündür.[18]

Belli bir süreç kümesini, görece özerk bağlamlarından birinde incelediğimizde, belirli ilişkilerin, bu bağlama giren şeylerin ayrıntılı davranışlarındaki geniş bir dizi değişme altında, sabit kaldığını keşfederiz. Böylesi sabitlik, bir tesadüf olarak değil, fakat daha çok incelediğimiz şeylerin doğasında içkin olan nesnel bir zorunluluk olarak yorumlanır. Bu durumda, bu zorunlu ilişkiler, tartışılan bağlamda geçerli olan nedensel yasaların tezahürleridir. Bu yasalar, verilen bir etkiyi tek türlü olarak belirlemek zorunda değildir. Tersine, bunlar, (birden-çoğa ilişkiler için) sadece etkinin belirli bir olanaklılık dizisi içinde kalması gerektiğini belirleyebilir.

Diğer yandan, gerçek deneyim, nedensel ilişkilerin zorunluluğunun, her zaman için söz konusu yasaların işlediği bağlamın dışında ortaya çıkan olumsallıklar tarafından sınırlandığını ve koşullandığını gösterir. Bu olumsallıklar kendilerine özgü belirli karakteristik yasaları, yani, yaklaşık matematiksel ifadeleri olasılık teorisi tarafından verilen şans yasalarını sağlarlar.

Kuşkusuz, bağlamı genişleterek, daha dar bağlamda şans olumsallıkları olan şeylerin, daha geniş bağlamda zorunlu nedensel bağlantıların sonucu olma yönünü temsil ettiğini görebiliriz. Fakat, bu durumda, bu zorunlu nedensel bağlantılar, yine daha geniş bağlamlardan kaynaklanan yine daha yeni olumsallıklara tabiidir. Böylece, olumsallıkları hiçbir zaman gerçekten ortadan kaldıramayız. Tersine, zorunlu nedensel bağlantı ve şans olumsallıkları kategorilerinin bütün süreçlerin iki yanını temsil ettiği görülür. Bu yanlardan, sadece birisini ele almak, bu durumda, her zaman için sınırsızca uygulanamayacak olan fakat eninde sonunda diğer yan göz önüne alınarak düzeltilmesi ve desteklenmesi gereken bir yaklaşım oluşturur.

Doğal süreçlerin iki yanı, istatistiksel yasalarla bağlantılı olarak da ortaya çıkar. Şans olumsallıkları tarafından bakıldığında, bir istatistiksel yasa, büyük bir nesneler veya olaylar yığınındaki şans dalgalanmalarının birbirini götürmesi sonucu ortaya çıkan bir düzenliliktir. Fakat, bir istatistiksel yığındaki tüm nesnelerin ve olayların bütünselliğini tek bir varlık gibi düşünerek karşıt görüşü kabul edebiliriz. Bu durumda, istatistiksel yasalar, bu yeni varlık türü için geçerli olan yaklaşık nedensel yasalardır. Böylece, yine, aynı fenomenlere, tartışılan bağlam uyarınca nasıl her iki yandan bakılabileceğini görüyoruz.

Doğa yasaları, zorunluluğun ve olumsallığın iki taraflı karakterine sahip olmanın yanı sıra, çok daha genel karakterde bir yapı zenginliği gösterir. Böylece, olumsallıklardan soyutlanan nedensel yasaları düşündüğümüzde, ilk önce, her biri nitelik olarak farklı tür nedensel faktörler içeren, giderek artan bir yaklaşım düzeyi elde edildiğini buluruz. Hatta sadece, ilgili koşullarda dikkate değer ölçüde değişen belirgin nedenleri seçtiğimizde bile, hala birden-çoğa, çoktan-bire ve birden-bire yasa olanaklılıklarıyla karşı karşıya kalırız. Nedensel yasaların birden-çoğa yönleri arasında, her yasaya belirli bir hatanın eşlik ettiği gerçeği düşünülmelidir. Bu hata, esasen, bizim tarafımızdaki bir bilgi eksikliği sebebiyle değil, fakat daha çok incelenen bağlamın dışında var olan nesnel faktörlerin ihmal edilmesi sebebiyle ortaya çıkar. Eğer, biz, bu faktörleri bilseydik ve daha geniş bir bağlama geçerek bunları göz önüne alabilseydik bile, bu, daha dar bağlamdaki yasaların öngörülerini daha geniş bağlamdaki yasaların öngörüleri ile karşılaştırdığımızda ortaya çıkacak olan bir hata içeren, daha dar bir bağlamda geçerli olan bir yasa olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti. Bu durumda, nesnel olarak geniş bir dizi ayrıntıdan bağımsız olacak şekilde belirli bir geçerlilik derecesine sahip olan çoktan-bire yasalara (niteliksel ilişkiler, istatistiksel ilişkiler, termodinamik yasaları gibi) sahibiz. Son olarak, yasaların çoktan-bire ve birden-çoğa karakterinin ihmal edilebildiği pek çok durumda yaklaşık olarak geçerli soyutlamalar olan birden-bire ilişkiler vardır. Kuşkusuz, bütün bu yasa türleri, olması gerektiği gibi, birleştirilmiş bir yasa kumaşı olarak dokunmuştur, çünkü nihayetinde, bunlar, aynı süreç kümelerinin farklı yönlerine uygulanmaktadır.

Daha sonra, olumsallıklardan soyutlamadığımızda, aynı süreçlerin karşı tarafını ele aldıkları için, yapmaları gerektiği gibi, nedensel yasaların tüm yapı zenginliğini yansıtan şans yasalarını düşünmeliyiz. Gerçekten de, farklı olanaklı yasa türleri arasındaki iç bağlantılar, yasaları ele alan yasaları, yasa içinde yasaları (örneğin giderek artan doğruluk düzeyleri), ve diğer yasaları sınırlı ve özel durumlar olarak içeren yasaları içerecek şekilde çeşitli ve komplekstir. (Örneğin, rölativite teorisi, Newton mekaniğini, hızın ışık hızı ile karşılaştırıldığında küçük olduğu sınırlı bir durum olarak içerir.) Üstelik, bütün bu yapı, bu yasaların tam da kendi karakterlerinin nesnel ve zorunlu bir sonucudur, ve sadece bizim şeyler hakkındaki düşünme şeklimizin özel bir sonucu değildir.

Doğa yasasının bütünsel yapısını, çok büyük sayıda (gerçekte sonsuz) yanları olan, yüzleri içinde yüzleri olan, yüzlerin yüzleri yansıttığı, yüzlerin yüzlerin mozaiklerini içerdiği vs. bir nesne ile karşılaştırabiliriz. Bu durumda, nesnenin ne olduğunu bilmek için, büyük sayıda farklı tür görünüme ve kesite sahip olmalıyız. Her bir görünüm veya kesit, bu durumda, nesnenin pek çok yönünü anlamamıza katkıda bulunur. Ancak, görünümler arasındaki ilişkiler aynı derecede önemlidir, çünkü bunlar, tek veya sınırlı sayıda görünümü tüm nesnenin tam bir temsili olarak kabul etmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan hataları düzeltmeye hizmet ederler; ve bunlar, (bir sahnenin farklı açılardan çekilmiş iki düzlemsel görünümünün o sahnenin üç boyutlu karakterini çıkarsamamıza izin vermesine benzer şekilde) ayrı ayrı görünümlerde ortaya çıkmayan nitel olarak yeni özellikleri de gösterirler. Bu durumda, her görünüm ve kesit, bizim nesne ile olan kendi ilişkimize bağlı olarak değişebilirken, giderek daha çok görünümü ve kesiti ve bunların ilişkilerini değerlendirerek, nesnenin gerçek doğası kavramına giderek artan bir yaklaşım sağlayabileceğimizi görüyoruz. Dolayısıyla, görünümlerin ve kesitlerin sayısı arttıkça, bu kavram, nesne ile olan kendi ilişkimize giderek daha az bağımlı hale gelir.

Benzetmemizi daha ileri götürürsek, doğa yasalarının bütünselliği ile ilgili olarak, bizim, hiçbir zaman, bize bu bütünselliğin tam bir anlayışını vermeye yetecek görünüme ve kesite sahip olamayacağımızı söyleyebiliriz. Fakat, bilim ilerledikçe ve yeni teoriler geliştirildikçe, biz farklı taraflardan daha kapsamlı, daha ayrıntılı vs. giderek daha çok görünüm elde ederiz. Her özel teori veya verili bir fenomenler kümesi ile ilgili açıklama, bu durumda, sınırlı bir geçerlilik bölgesine sahip olacaktır ve sadece sınırlı bir bağlamda ve sınırlı koşullarda yeterli olacaktır. Bu, keyfi bir bağlama ve keyfi koşullara genişletilen herhangi bir teorinin (nesne ile ilgili kısmi görüşlerimiz gibi) hatalı öngörülere yol açacağı anlamına gelir. Bu tür hataların bulunması, bilimde ileri gitmenin en önemli araçlarından birisidir. Ancak, bu tür hataların keşfinin eninde sonunda yol açacağı yeni bir teori, daha eski teorileri geçersiz hale getirmez. Tersine, daha geniş bir fenomenler bölgesinin değerlendirilmesine izin vererek, (örneğin, rölativite teorisinin Newton’un hareket yasalarını düzeltmesine, ve böylece Newton yasalarının geçerlilik koşullarını, hızın ışık hızıyla karşılaştırıldığında düşük olduğu koşullar olarak tanımlamaya yardımcı olmasına benzer şekilde) eski teorileri yetersiz oldukları bölgede düzeltir, ve böyle yaparak onların geçerli olduğu koşulların tanımlanmasına yardımcı olur. Dolayısıyla, herhangi bir nedensel ilişkinin mutlak hakikatleri temsil etmesini beklemiyoruz; bunun için, bu ilişkilerin, yaklaşım olmaksızın ve koşulsuz olarak geçerli olmaları gerekirdi. Tersine, bu durumda, bilimin ilerleme şeklinin, doğa yasalarının giderek artan bir şekilde daha temel, daha kapsamlı, ve daha doğru bir dizi kavranışı üzerinden olmakta olduğunu, ve olmuş olduğunu görüyoruz, bu kavrayışların her biri (tam da nesnemizin daha geniş ve daha ayrıntılı görünümlerinin, herhangi bir özel görünümün veya görünümler kümesinin sınırlamalarını tanımlamaya katkıda bulunması gibi) daha eski kavrayışların geçerlilik koşullarının tanımına katkıda bulunur.

Bilimin gelişmesinin özel bir aşamasında, nedensel ilişkiler ile ilgili kavramlarımız, bu durumda, belirli bir yaklaşıma ve belirli koşullara göre doğru olacaktır. Gerçekten de, tam da bu nedenden dolayı, aynı fenomenler kümesine uygulanan bu kadar çok farklı açıklama ve teori türü mümkündür. Her farklı teori veya açıklama, doğa yasalarının belirli koşullarda önemli olan belirli bir yönüne odaklanır, ve bu yönü belirli bir yaklaşım derecesiyle değerlendirir. Fakat, farklı teoriler ve açıklamalar aynı bölgeyi ele aldıkları ölçüde ve bunu yapabildikleri yaklaşım ölçüsünde uyuşmalıdırlar. Dolayısıyla, aynı fenomenler kümesi ile ilgili bu kadar çok farklı tür açıklamanın ve teorinin olanaklılığı, doğa yasalarının, canımızın istediği gibi, zevkimize uygun olarak, veya çeşitli problem türlerinde bize uygun gelecek şekilde değiştirebileceğimiz keyfi veya konvansiyonel kurallar olduğunu ima etmez. Tersine, bu, sadece, doğal süreçlerde var olan gerçek ilişkilerin sonsuz zenginliğinin, ve bu sonsuz zenginlikteki ilişkilerin, doğada var olan sonsuz bütünselliğin sadece sınırlı bir kısmını yeterli biçimde yansıtabilen kısmi yönlerini, belli bir zamana kadar yapılan deneylere ve gözlemlere dayanan sonlu yasalar cinsinden ifade etme ihtiyacımızın bir sonucudur.

 

 

11. Sonuç

Sonuç olarak, bu bölümde betimlediğimiz şekliyle doğa yasasının varoluşunun bütün bilim dallarında en büyük öneme sahip olduğu açık olmalıdır.

Ancak, ek olarak, bir bilimin olanaklılığı, aynı zamanda, doğa yasalarının özel yapısına (örneğin, Bölüm VI’da betimlenecek olan diğer özelliklerin yanı sıra, çoktan-bire ve birden-çoğa yasaların varoluşuna) dayanır, öyle ki, ilk önce her şey hakkında her şeyi mükemmel bir hassasiyetle öğrenmek zorunda kalmadan, bir yaklaşım derecesi ile tek başına incelenebilecek görece özerk bağlamlar vardır. Özel olarak, nedensel yasaların bu özelliği, dünyanın incelenmesinin çeşitli bilimlere bölünmesini, ve ek olarak, her bir özel bilim için uygun olan kavramları ve yöntemleri belirleyen nesnel faktördür. Bu durumda, verilen bir bilimde, hepsi yaklaşık bir özerkliğe sahip olan çeşitli dalların, bölgelerin ve düzeylerin varoluşunu mümkün kılan doğa yasalarının bu özelliğidir. Ancak, doğa yasaları, dünyanın tüm yönleri arasında bir tür iç bağlantıyı ve bunların yaklaşık özerkliklerini ima ettiğinden, bu, daha geniş bölgelerde veya daha geniş bağlamlarda yürütülen daha geniş incelemelerin, verilen bir bilimdeki farklı dallar, bölgeler ve düzeyler arasındaki ve farklı bilimler arasındaki ilişkilerin gösterilmesine ek olarak o güne kadar bilinmeyen veya araştırılmamış olan yeni bölgelere nüfuz edilmesine izin verdiği anlamına gelir.

 

 

 

 



[1] Bu kitapta, “soyutlamak” kelimesini, “dışarı çıkarmak” şeklindeki kelime anlamında kullanacağız. Birisi, bir şeyi soyutladığında, onu tüm bağlamından dışarı çıkararak kavramsal olarak basitleştirir. Genellikle, bu, geniş bir benzer şeyler çeşitliliğinde ortak olan dışarı çıkarılarak yapılır. Böylece, soyutlamalar belirli bir genelliğe sahip olma eğilimindedirler. Belli bir soyutlamanın, verilen bir durumda geçerli olup olmadığı, bu durumda bu soyutlamanın ihmal ettiği faktörlerin, gerçekten, söz konusu problemler üzerinde ihmal edilebilir etkiler üretme ölçüsüne bağlıdır.

[2] Burada, “olumsallığı” en geniş anlamında, yani zorunluluğun karşıtı olarak alıyoruz. Dolayısıyla, olumsallık başka türlü olabilecek olandır. Daha sonra, şansın, olumsallığın belirli bir çok genel biçimi olduğu, diğer yandan, nedenselliğin de, benzer şekilde, zorunluluğun özel fakat çok genel bir biçimi olduğu görülecektir.

[3] Olumsallığı tamamen dışlayan nedensel yasalar tanımlama konusunda tamamen felsefi olan çeşitli girişimlerde bulunulmuştur. Bu tür girişimler mekanik dünya görüşüne dayanır. Bu görüş açısının yetersizliği Bölüm II’de ve Bölüm V’te açıklığa kavuşturulacaktır.

[4] Verilen bir şeyin açıklamasından, bu şeyin zorunlu olarak başka şeylerden çıktığının gösterilmesi anlaşılır. Dolayısıyla, bir açıklama, verili bir bağlamdaki keyfi elemanların sayısını azaltır.

[5] Örneğin, havada düşmeyen bir kağıt parçası gördüğümüzde, bizim, yerin çekim alanında serbest bırakılan nesnelerin yere doğru düşeceği şeklindeki öngörümüzün başarısızlığını açıklayan bir şey olduğunu (örneğin bir meltem esmektedir) görmeliyiz.

[6] Açıktır ki, nemli havanın ve sivrisineklerin büyümesinin genellikle ortak bir nedeni (yani durgun su kitleleri) vardır, bu durum, bunların neden sık sık bir araya getirildiğini açıklar.

[7] Bu yasaları Bölüm II’de daha ayrıntılı tartışacağız.

[8] Ya da, Kesim 1’de işaret ettiğimiz gibi, bir şeyin iç karakteri ve dış nedensel faktörlerle ilişkileri, ikisinin birlikte bu şeyin sağladığı nedensel yasaları tanımlayan şey olması anlamında birleşiktir.

[9] Çoktan-bire ve birden-çoğa yasalar bir birlik oluşturacak şekilde iç içe geçmiştir, bunlar böyle olmalıdır, çünkü bunların her ikisi de aynı süreci betimler. Böylece, termodinamik yasaları sadece çoktan-bire bir karaktere değil, fakat aynı zamanda, yukarıdaki hareketlerde (Bölüm II, Kesim 14’e bakınız) termodinamik yasalarını doğuran istatistiksel dalgalanmaların birbirini götürmesinin hiçbir zaman mükemmel olmaması gerçeğinden kaynaklanan hata olasılığından gelen birden çoğa bir karaktere de sahiptir. Benzer bir iç içe geçme, daha sıkı bir çözümleme ile, bütün birden-çoğa ve çoktan-bire yasa örnekleri için bulunur.

[10] Bu yöntemin iyi bilinen bir örneği fizikte ortaya çıkar. Böylece, fiziğin ilk keşfedilen yasaları makroskopik fiziğe ait olanlardı. Daha sonra, bu yasaların yardımıyla, bir sonraki adım, atom fiziğinin yasaları idi. Bölüm II, Kesim 10’da daha ayrıntılı olarak göstereceğimiz gibi, ilk önce atom fiziğinin yasalarını bilmeden makroskopik fiziğin yasalarının incelenmesi olanağı, atom fiziği yasalarının istatistiksel yönlerinin daha yüksek düzey yasalara belirli bir yaklaşık özerklik tanıyan çoktan-bire karakterinden gelir. Sonraki adım, benzer şekilde, atomik düzeyden çekirdek düzeyine inmekti, ve şimdi sonraki bölümlerde (özellikle Bölüm IV ve V) fiziğin bir kez daha benzer bir şekilde daha da derin bir düzeye nüfuz etmeye hazır olduğunu göreceğiz.

[11] Bu yasalar, Bölüm II’de daha ayrıntılı olarak tartışılacaktır.

[12] Bunlar, Bölüm III, IV ve V’te tartışılacaktır.

[13] Bölüm V’te, bu tür ilişkilerin ilkesel olarak bile mümkün olup olmadığı sorununu tartışacağız.

[14] Bu ilave uygulamaların bazılarını, Bölüm II, Kesim 14’te daha ayrıntılı olarak tartışacağız.

[15] Rasgeleliğin daha hassas bir tanımı için bakınız: D. Bohm ve W. Schutzer, Supplement al Nuovo Cimento, Series X, n. 4, s. 1004 (1955).

[16] Böylece, zorunluluk nedensellikle özdeşleştirilmemelidir, fakat tersine daha geniş bir kategoridir.

[17] Olasılık kavramı ile ilk çalışan matematikçiler arasında, Pascal, Fermat, Bernoulli ve Laplace vardı.

[18] Bu özerkliğin nedenleri, bazı ayrıntılarıyla, Bölüm V’te tartışılacaktır. Bunların bazılarını, birden-çoğa ve çoktan-bire yasaların tartışılması ile bağlantılı olarak halihazırda bu bölümün 7. Kesiminde vermiş durumdayız.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar