Afganistan’da ‘Marksist’ İktidar Deneyimi

Afganistan’da “Marksist” İktidar
Deneyimi (1978-1992)

Ulaş Töre Sivrioğlu

Giriş

Bugün pek hatırlanmasa da “Soğuk Savaş” döneminde dünyanın gündemini meşgul eden en önemli konulardan biri 1978 yılında Afganistan’da yaşanan “devrim” ve bu “devrimci hükümete” karşı verilen silahlı mücadeleydi. Afganistan’da 1978-1992 yılları arasında Sovyetler Birliği’nce desteklenen Afganistan Demokratik Halk Partisi (ADHP) [1] iktidarı ile bu iktidarı meşru kabul etmeyen ve Batı dünyasınca desteklenen İslami silahlı muhalefet arasında bir iç savaş yaşanmıştı. Pakistan ve Batı dünyası komünizm idealini karalamak maksadıyla Afganistan’daki “komünist” rejimin imajını sıfırlamaya çalışan güçlü bir propaganda faaliyeti yürütmekteydi. Bu propaganda sonucu Afganistan’da yaşanan trajedi bütünüyle Sovyetler Birliği ve Afgan “komünistlerinin” hanesine yazılmaktaydı. Batı propagandası öylesine güçlüydü ki savaş boyunca dünya sol hareketini de paralize etti, iki kampa ayırdı ve solun önemli bir bölümünün Batı kampının tezlerine teslim olmasına yol açtı.

Bu paralize olma veya burjuva tarih yazımı karşısındaki teslimiyet, nihayetinde yakın tarih için önemli sonuçlar doğurmasına rağmen Afganistan’da 1978-1992 yılları arasında yaşananların Marksist pencereden bir analizi yapılmadı. Sovyet yanlısı sol  “Afganistan Devrimi’ne” toz kondurmayan ve Afganistan’daki trajediden sadece ABD, İsrail, Pakistan ve Çin’in desteklediği “karşı devrimci” cihatçıları sorumlu tutan idealist bir tavır benimsedi. Solun geriye kalan çok farklı akımları ise Afganistan meselesinde Sovyet-ADHP cephesini haksız buluyordu. Sovyet karşıtı tavır, İtalyan komünistlerinde olduğu gibi bir işgalci güç olarak Sovyetler Birliği’nin kınanmasından (Pons ve Donato 2017: 193) İslami silahlı hareketleri açık biçimde destekleme noktasına kadar çeşitlilik arz etmekteydi. Örneğin Enver Hoca, “gerici-İslamcı görünümüne rağmen Afgan cihadının ileride anti-emperyalist demokratik bir devrime dönüşebileceğini” savunmaktaydı (Enver Hoca 2011: 230-244). Böylesi idealist beklentiler içinde olmasalar da dönemin Çin Komünist Partisi de anti-Sovyet siyaseti gereği mücahitleri silahlandırmaya başlamıştı. [2]

Öte yandan her iki kesimin de ADHP rejimi hakkında derinlikli değerlendirmeleri yoktu. Tavırları daha ziyade Sovyetler Birliği’nin genel siyasetine dair peşin kabullerine dayanmaktaydı. Sonuç olarak Afganistan meselesi karşısında paralize olma durumu tıpkı Kamboçya ve Etiyopya sorunlarında olduğu gibi solu bir tür sessizliğe ittiği gibi Marksist olduğunu savunan çok sayıda hareket, çözüm yolunu “Afganistan’daki pratiğin Marksizmle ilişkilendirilemeyeceğini” söyleyerek sorumluluk almaktan kaçınmakta bulmuştu (Birikim 1980: 2-6). Zamanla genel eğilimleriyle solun hafızasında Afganistan deneyimi, tıpkı Kızıl Kmerler örneğinde olduğu gibi bir tür “yol kazası”, hatırlanmak istenmeyen kötü bir hatıra olarak kodlanmış oldu. Solun Afganistan’da yaşanan “devrimci” pratik konusundaki sessizliği nedeniyle bu alanla ilgili çalışmalar liberal, sağ-muhafazakâr ve İslami bakış açısının temsilcilerine terk edildi. 1980’li yıllar boyunca Afganistan’da fiilen “çalışmış” Edward Girardet, Olivier Roy, Michael A. Barry gibi tanınmış anti-komünist yazarlar Afganistan örneğinden yola çıkarak Afganistan’da yaşanan pratiği komünizm ideali ve Marksizmi yargılamak için fırsat olarak gördüler. Nitekim bir zamanların “ses getiren” Komünizmin Kara Kitabı adlı derlemede (Courtois, vd. 2001) Afganistan “komünistleri” en son sırada da olsa kendilerine “hacimli” bir yer edinmişlerdi. [3] Bugün de durum değişmiş değildir. Afganistan meselesini ve 1978-1992 arasında bu ülkede ne olduğunu öğrenmek isteyenler için erişilebilir kaynakların büyük bölümü tek yanlı bakış açısıyla ve pejoratif dille yazılmış, herhangi bir etik kaygı taşımayan derlemeler topluluğundan ibarettir. Kimi çalışmalarda gerçek ve kurmaca tamamıyla birbirine karışmış durumdadır; hatta bazı durumlarda araştırmacı istediği gerçekliği kendisi üretebilmiştir. [4] Bu sebeple Afganistan’da 1978-1992 yılları arasındaki iktidar pratiğinin farklı bir gözle değerlendirilmesi zorunlu hale gelmiştir.

1. Afganistan’da Marksist Düşüncenin Öncüleri

Afganistan Marksist hareketin çok köklü bir geçmişe sahip olduğu ülkeler arasında sayılamaz. Ancak Afgan Marksistleri boşluktan doğmuş da değillerdir. Afgan Marksizminin kökeninde, Afganistan’ı ilerletme düşüncesi, Peştun milliyetçiliği, Britanya karşıtlığı, Sovyetler Birliği’ne duyulan dostluk ve hayranlık gibi bir dizi politik-psikolojik etmen yer almaktadır. Afganistanlı aydınların Marksist düşünceyle tanışması pek çok bölge ülkesinde olduğu gibi Ekim Devrimi sonrasında yaşanan gelişmelerin sonucunda gerçekleşmiştir. Ekim Devrimi’nden iki yıl kadar sonra tahta çıkan Afganistan emiri Emanullah Han (1919-1929) dış politikada Sovyet Rusya ile yakınlaşmayı tercih etmiş ve Mayıs 1919’da bir Afgan-Hint heyeti yanında Emanullah’ın Lenin’e yazdığı bir mektupla Moskova’ya gelerek Sovyet-Afgan ilişkilerini başlatmıştı (Kumar 1990: 53). Emanullah Han 7 Nisan 1919 tarihli mektubunda Lenin’e şöyle sesleniyordu: “Saygıdeğer majesteleri, benim büyük ve nazik dostum, büyük Rus devletinin başkanı, sizle biz yoldaşız ve bütün insanlığın dostlarıyız. Siz ve biz insanların barışını ve iyiliğini gözetmekle asil ve onurlu bir görev üstlendik ve birlikte dünyadaki ülkelerin ve ulusların özgürlük ve eşitlik ilkesini ilan ettik. İlerleme yolunda çaba sarf eden Afgan halkı adına bağımsız ve özgür Afganistan’dan size dostluk elinin uzanmasından dolayı mutluluk duymaktayım.” (Saikal 2004: 266). Lenin yaklaşık bir ay sonra, 27 Mayıs’ta (1919) emirin mektubuna “yabancı zalimlere” karşı verdiği mücadelede Afgan halkının yanında olduklarını belirten bir telgrafla cevap verdi. Sovyet-Afgan ilişkileri bundan sonra hızla gelişmeye başlamış, Sovyet Rusya, Afganistan’ı bağımsız ve egemen bir ülke olarak tanıyan ilk devlet olmuştur (Saikal 2004: 266). Benzer şekilde Bolşevik hükümeti de ilk kez başka bir devlet tarafından tanınmaktaydı. O dönemde tüm Avrupa kıtasında “iktidar gaspçıları” olarak görülen Bolşevikler için bu oldukça önemli bir adımdı ve Afganistan’la dostluk adımları Türkiye ve İran’la da benzer dostluk antlaşmalarının ardı ardına imzalanmasında etkili olacaktı.

Afganistan’da kurulan ilk devamlı elçilik binası da Ekim 1919’da Kabil’e ulaşacak olan Sovyet delegasyonuna ayrılmıştı. Afganistan’a elçi olarak gönderilen Michael K. Bravin ve Z. Surits’e Dışişleri Halk Komiserliği’nden yazılan talimatta “Emanullah Han’a reformlar konusunda tavsiyelerde bulunulması ancak bu ülkenin henüz 18. yüzyıl aydınlanmasının koşullarında yaşadığının unutulmaması, emirin modernleşme yolunda attığı her adımın desteklenmesi; ancak komünizm propagandası yapılmasından da kaçınılması” istenmekteydi (Saikal 2004: 67). Hızla gelişen ilişkiler sonucunda Şubat 1921’de Afgan-Sovyet dostluk antlaşması imzalandı (Wahab ve Youngerman 2010: 108). Antlaşmayla Sovyet Rusya Afganistan’a yıllık 1 milyon ruble yardım yapmayı, Kandahar-Kabil arasına telgraf hattı çekmeyi, Afganistan’a çeşitli alanlarda teknik uzman göndermeyi kabul etmişti. Bunu bazı imalathaneler ve küçük ölçekli fabrikaların kurulması takip etti. Sovyetlerin gönderdiği savaş uçaklarıyla Afgan hava kuvvetlerinin ilk çekirdeği oluşturuldu ve Afgan pilotları Sovyet Rusya’da eğitilmeye başlandı (Saikal 2004: 70). Böylece Afganistan Sovyet Rusya’nın en önemli ticari partnerlerinden biri olmuştu. Ülkenin Sovyet Rusya’ya 1923 yılında 1,3 milyon ruble olan ihracatı 1929 yılına gelindiğinde yaklaşık on kat aratarak 11,7 milyon rubleye yükselecekti. 1923-24’te sadece 69.000 ruble olan ithalat oranı ise 1929’da 7 milyon rubleye fırlamıştı (Noorzoy 1987: 45).

Yakın ilişkiler sonucunda Afgan aydınları arasında Sovyet Rusya’nın ideolojisi de ilgi çekmeye başlamıştı. Ağustos 1920’de toplanan Bakü Doğu Halkları Kurultayı’na katılan toplam 1891 delege arasında üç Afganın adı da geçmektedir. Hayat hikâyesi hakkında hemen hiçbir şey bilmediğimiz Ağazade adlı biri “komünist” delegeler arasında sayılmaktadır. Diğer iki delege Kurultay’da Türkmence konuşma yaptığı belirtilen Kara Taciyev ve Azim bağımsız (partisiz) delegeler olarak kaydedilmişlerdi. Ağazade ve Azim ayrıca Başkanlık Divanı üyeleri arasında yer almışlardı (BDHK 1999: 78, 210-211). Bu dönemde Afganistan’da genellikle aydınlanmacı düşüncenin etkisinde olan veya Jön Türkleri takip eden (Arnold 1983: 8; Tarzi 2003) genç kuşaklar arasında ilk “solcu” hareket olarak bilinen Encümen-i Himayet-i Nesvan veya Cevanan-i Afgan gibi aydın hareketlerinin faaliyetleri bizzat Emanullah Han tarafından desteklenmekteydi (Saeeie 2009: 62). Solcu aydınlarla hükümdarlık arasındaki bu “balayı” dönemi Emanullah Han’ın 1929’da gelenekçilerin ayaklanması sonucu tahtından indirilmesiyle sona erdi. Bir karışıklık devrinden sonra tahtı devralan Nadir Şah (1929-1934) solcu aydınları baskı altına aldı. Cevanan-i Afgan’ın bazı liderlerini idam ettirdi, bazılarını müebbet hapse mahkûm etti. Kaçabilenler Sovyetler Birliği’ne sığındılar. Bu topluluklar Buhara’da Komite-yi Merkezi-yi Cevanan-i İnkılabi-yi Afganistan adı ile yeniden örgütlendiler. Ama ülke içindeki etkileri sınırlı kaldı (Saeeie 2009: 62).

II. Dünya Savaşı boyunca Afganistan’daki sol hareketler hakkında hiçbir şey bilmiyoruz (Arnold 1983: 9). Ancak II. Dünya Savaşı ertesinde, 1947’de sol eğilimli aydın grubu Veyş Zelmiyan’ın (İlerici Gençler) oluşumuyla Afganistan’da yeniden sol tandanslı bir örgütlenme başlamış oldu. 120 kadar üyesi olduğu tahmin edilen Veyş Zelmiyan burjuva demokrat bir hareketti ve amaçları da aşağı yukarı Emanullah Han devrindeki reformist programla aynıydı (Saeeie 2009: 64). 1950’de yasaların değişmesiyle yasal bir parti halini alan Veyş Zelmiyan’ın bazı adayları o yıl ilk kez yapılan meclis seçimlerinde milletvekili olarak seçilmeyi de başarmışlardı. Parti, 1951 yılında 1500 kadar satışa sahip olan Engar ve Voles adlı yayın organlarını çıkarmıştı (Halliday 1978: 17).  Ancak aynı yıl hem yayın organları hem de parti yasaklandı, 27 kadar lideri tutuklandı. Partinin Muhammed Nur Taraki (1917-1979) haricindeki kurucuları zamanla siyasetten çekildiler (Saeeie 2009: 63).

2. Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin (ADHP) Doğuşu

Veyş-i Zalmiyandan ADHP’ye ulaşan evrimin sembol ismi Nur Muhammed Taraki’dir. Taraki 1930’larda bir dönem Hindistan’da işçi olarak çalışmış, Hindistan Komünist Partisi’nin (PCI) faaliyetlerine katılmış ve sol eğilimli Baça Han’ın (1890-1988) etkisinde kalmıştı (Arnold 183: 16). Taraki, 1937’de Afganistan’a döndüğünde Sovyetlerle ticaret yapan iş insanı Abdülmecid Zabuli’nin (1896-1998) şirketinde sekreter olarak çalışmaya başladı. Rusça öğrendi, Rus ve Sovyet edebi klasiklerini Peştun ve Dari dillerine çevirmeye başladı. 1954 yılında Moskova’ya gitti ve zamanla daha radikal görüşleri benimsedi. Sovyetler Birliği’nden Afganistan’a döndükten sonra 30 kadar hikâye kitabı yazarak ve kültürel temalı radyo programları yaparak tanınmaya başladı (Halliday 1978: 22). Yayınladığı Yeni Demokrasi adlı kitabıyla sol görüşlü gençler arasında ilgi odağı oldu.

Taraki, o dönemde siyasi parti kurulması yasak olduğundan, çevresine toplanan genç siyasetçilerle birlikte 1963’te Cemiyet-i Demokratik-i Halk-i Afganistan’ı (Afganistan Demokratik Halk Cemiyeti) kurdu. 1964’te siyasal parti kurulması anayasal hak olunca grup, 1 Ocak 1965’te Afganistan Demokratik Halk Partisi adıyla partileşti. Partinin kuruluş kongresi Taraki’nin evinde 27 kişinin katılımıyla gerçekleşmiş ve bu toplantıya Afganistan’ın bundan sonraki on yıllarına egemen olacak kişiler katılmıştı. Toplantıda Babrak Karmal, Mir Akbar Haybar, Tahir Badahşi gibi Afgan solunun simge isimleri merkez komiteye seçildiler (Kiştmand 2003: 140). “ADHP’nin Sovyet etkisiyle kurulduğu” iddiası o dönemde sıklıkla tekrarlanmakla birlikte gerçeği yansıtmamaktadır. ADHP’nin liderlerinin büyük çoğunluğu eğitimlerini Batı ülkelerinde almış Sovyetlerce tanınmayan kişilerdi. Sovyet yanlısı uluslararası yayın organları tarandığında 1978 öncesinde ne Parçam ne de Halkî hakkında bir bilgiye rastlıyoruz. [5] ADHP’nin uluslararası bağlantıları başlangıçta üç partiyle sınırlı gibi görünmektedir. Bunlar İran Tudeh Partisi, Hindistan Komünist Partisi ve Peştun milliyetçiliğini savunan Pakistan Avami Partisi’ydi (Halliday 1978: 21).

ADHP, Afganistan’ın gerçek anlamdaki ilk siyasi partisi olarak kabul edilir. Bunun sebebi parti adı taşıyan diğer grupların aksine ADHP’nin bir program ve tüzüğe sahip olması, –her ne kadar kendileri de genellikle uymamış olsa da– parti faaliyetlerinin bu tüzüğe göre işlemesi, teorik olarak liderliğin delege oylarıyla seçilmesi vb. nedenlerdir. ADHP siyasal rakipleri ve Batı basını tarafından sürekli “komünist”, “Marksist-Leninist” bir parti olarak nitelenmiştir (Arnold 1983; Boulounqi 2000). Buna karşın ADHP liderleri gerek iktidara gelişleri öncesinde gerekse sonrasında ADHP’nin komünist bir parti olduğu iddiasını daima reddetmişler,  “işçi sınıfının ideolojisini” benimsediklerini ve “işçi sınıfının partisi” olduklarını beyan etmişlerdir.  Onların bu reddiyeleri bazı araştırmacılar tarafından bir tür kamuflaj (Arnold 1983) olarak görülmüştür. Nitekim 1965’teki kuruluş tüzüğünün 1. ve 5. maddelerinde partinin “Marksist-Leninist” teoriye bağlılığı açık biçimde vurgulaması da partinin “komünistliğine” kanıt olarak gösterilmiştir (Arnold 1983: 149-150).

Öte yandan ADHP’nin tüzüğüne veya siyasi pratiğine genel olarak bakıldığında partinin komünist değil; demokratik devrimci ve burjuva milliyetçi hedeflere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Partinin yayın organı olan Halk gazetesinin 10 Nisan 1966’da yayınlanan ilk sayısında partinin on iki başlıkta toplanmış temel hedefleri olarak şunlar sayılmaktaydı: “1- Feodaller, tüccarlar ve alt tabaka arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması için savaşmak. 2- Toplumun en ezilmiş sınıfını teşkil eden işçiler, çiftçiler ve diğer zayıf kitlenin hakkını almak için çalışmak. 3- Kötü bürokrasiye karşı mücadele etmek. 4- Aydınlar, işçiler, feodaller, tüccarlar, esnaf ve ülkenin diğer sosyal sınıfları arasında sosyal eşitliği sağlamak için çalışmak. 5- Kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği ortadan kaldırmak. 6- Feodal düzenin imhası ve emperyalizmin nüfuzunun engellenmesi için çabalamak. 7- İktidarı tekelcilikten çıkarıp seçim yolu ile halka teslim etmek ve halkın gerçek temsilcilerinden oluşan bir parlamento kurmak. 8- Ulusal sorunları demokratik yollarla çözüme kavuşturmak. 9- Ekonomik özgürlük ve ulusal egemenliği sağlamak. 10- Düşünce özgürlüğü, basın-yayın özgürlüğü, grev ve gösteri yapma özgürlüğü gibi kişisel ve sosyal özgürlükleri sağlamak. 11- Siyasi partiler ve sosyal kuruluşların oluşturulmasını sağlamak. 12- Dış politikada tarafsızlık ve demokratik ilkeleri savunmak.” (Kiştmand, 2003: 154).

Görüldüğü üzere ADHP temel olarak burjuva demokratik devrim programına sahip bir partiydi. Odaklandığı hedefler aslında Afganistan’ı modernleştirmek için bir asırdır çaba sarf eden Emanullah Han (1919-1929) veya Davud Han (1953-1963, 1973-78) gibi Afgan liderlerinin yapmak istediklerinden çok öteye uzanmıyordu. ADHP iktidarı aldıktan sonra da yukarıdaki hedeflerden daha ötede sayılabilecek bir “sosyalist” program uygulamış değildir. Yapılan en radikal adım olan toprak reformu da aslında doğru yönetilebilse özünde kapitalist ekonomik gelişmenin önünü açacak bir adımdı. Batı dünyası da aslında ADHP’nin Marksist veya komünist bir parti olmadığını biliyordu, ancak Soğuk Savaş’ın kendine has koşulları gereği dünyada yaygın olan “komünizm korkusunu” beslemek adına bu çarpık tanımlamaya sarılmayı tercih ettiler. Sonuçta ADHP ciddi hatalar yaptıkça bu komünizmin hanesine yazılmaktaydı.

ADHP çevresi bir şekilde Afganistan’da Marksist düşüncenin yayılmasına vasıta olan temel entelektüel grubu da temsil ediyordu. Partinin iktidar öncesi dönemlerde yaptığı  (1965-1978) yayınlara genel olarak bakıldığında Marksist literatürün siyasal ve edebi alanda yaygınlaştırılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bu yayınlar Afganistan’ın lingua francası olan Dari Farsçasında değil, daha ziyade yazılı gelenek açısından zayıf bir dil olan Peştunca yapılmıştı. Bunların bazıları Peştun dilinde ilk kez yayınlanan ve genelde Sovyet yazarlarından tercüme edilen Marksist ekonomi ve siyasete dair el kitaplarıydı ki Komünist Manifesto da ilk olarak bu dönemde [6] Peştuncaya çevrilmişti (Arnold 1983: 176). Listede Lenin’in Sosyal Demokratların Görevleri (Dorus Da Sosyal Demokratiko Wazifi) kitabı ve Vietnam Emekçilerinin Tarihi (Da Vietnam Da Zahmatkešano Konad Tarikh) gibi kitaplar dikkat çekmektedir. Vietnam devriminin bu esnada Afgan gençliği arasında ilgiyle takip edildiğini biliyoruz (Arnold 1983: 173). Daha ilk yayınlarda Maocularla polemiklerin başladığı ve Maoist Şule-yi Jawid’e dönük bir literatürün oluştuğu da görülmektedir (Arnold 1983: 176).

3. ADHP’nin Parçalanışı

Sol hareketin yer altından çıkması 1964 anayasa değişikliği sayesinde siyasi parti kurma ve kadınlara seçme seçilme hakkı tanınmasıyla oldu. Uzun bir aradan sonra 1965’te ilk seçimler yapıldığında ADHP sesini mecliste duyurabilme şansı yakalamıştı. 216 sandalyeli meclise ADHP’nin dört üyesi –Anahita Ratebzad (meclisteki dört kadın milletvekilinden biriydi), Nur Ahmad Panjwai, Fezanul Hak Fezan ve Babrak Karmal– girmeyi başardı. Onlar haricinde mecliste 12 kadar demokrat görüşlü mebus daha vardı. Ancak bu seçim sonuçlarını fazla abartmamak gerekir zira seçimlere katılım oranı sadece %10 düzeyinde kalmıştı (TM 1980: 14).

1964-1969 meclis dönemi boyunca Karmal ve Ratebzad hem meclis çalışmalarında hem de öğrenci hareketinde aktif rol oynadılar. Bu dönemde sol hareketin öğrenciler arasında giderek etkin olmaya başladığı görülmekteydi. Seçimlerin hemen ardından Ocak 1964’te Başbakan Yusuf Han aleyhine öğrencilerin başını çektiği kitle gösterileri başladı ve göstericilere ateş açılması sonucu üç öğrenci lideri öldürüldü (Halliday 1978: 23). Gösteriler nedeniyle Yusuf Han görevini bırakmak zorunda kaldı. Yerine ise İngiltere ve ABD’de Afganistan büyükelçisi olarak görev yapan sosyalist eğilimli Musavat (Eşitlik) Partisi lideri Haşim Maywandwal (1919-1973) getirildi. Maywandwal’ın başbakanlığa getirilişi solun giderek güçlenmesinin sonucuydu. Solcu öğrenci hareketinin saygı duyduğu bir isim olan Maywandwal protesto gösterilerini yatıştırmayı başardı. Ancak hastalığı yüzünden 1967’de görevinden çekildi. Birkaç yıl sonra hükümete karşı darbe planlama suçundan Davud Han tarafından tutuklanacak ve ağır işkenceler sonucunda hayatını kaybedecekti (1973).

1965’te giderek etkinliği artan ADHP’nin yayın organı olan Halk yayınlanmaya başlandı. 10.000-20.000 arası satan Halk gazetesinin tirajı da Afganistan gibi okuma-yazma oranının %10’u geçmediği bir ülke için hayli yüksekti (Halliday 1978:23). Sol hareket bu dönemde üniversite ve lise gençliğini kendi saflarına çekmiş durumdaydı. 1967-1968’de ABD ve Vietnam Savaşı karşıtı gösteriler yapıldı. Afganistan tarihinde o güne kadarki en geniş öğrenci boykotu ve 50.000 kadar çalışanın katıldığı 20 kadar grev düzenlendi. Kadın öğrenciler de ilk kez kadın hakları ve sağ görüşlü öğrencilerin kendilerine dönük sistemli saldırılarını [7] protesto etmek için gösteriler yaptılar (Halliday 1978: 24). 1971-1973 arasında kayıtlara geçmiş 2000 kadar miting ve sokak gösterisi yapılmıştır. Afganistan’da ilk 1 Mayıs kutlamaları buna dâhildir. 1973’te 30 farklı şehirde 1 Mayıs gösterisi düzenlenmesi partinin tüm ülkede örgütlenmeye başladığını göstermekteydi. Kutlanılan bir başka tarih de Ekim Devrimi’nin yıl dönümleriydi. Bu gösteriler esnasında ADHP’liler ile İslamcılar ve Maocu Şule-yi Jawid taraftarları arasında kanlı çatışmalar da yaşanmaktaydı. 1965 25 Ekim’inde Herat’ta Maocularla yaşanan çatışmada hayatını kaybeden partililer oldu (Arnold 1983: 171).

Öte yandan gelişmekte olan sol hareket ADHP’de parti içi hizipleşmelerle birlikte parçalanmak üzereydi. Babrak Karmal liderliğindeki hizip artık Halkî adıyla anılmaya başlanan Taraki grubunu fazla radikal bulmaktaydı. Zamanla Karmalcılar partiden ayrı düşerek Parçam (Bayrak) adıyla ayrı bir dergi çıkarmaya başladılar. İki grup arasındaki ayrımlar Afganistan coğrafyasına yabancı olanlar için önemsiz gibi gözükmekle birlikte bu ülkenin kendine has koşulları açısından belirgindi. Halkîler daha ziyade Peştun etnik grubuna dayanmaktaydılar. Peştunlar Afganistan nüfusunun yarısına yakınını temsil ettikleri ve neredeyse üç asırdır ülkeyi yöneten etnik grup oldukları için siyasal yetki alanını kendi tekellerinde görmekteydiler. Peştun milliyetçiliği ve aşiretleriyle yakınlıkları sayesinde Halkîler ülkenin güneyindeki aşiretler arasında ve orduda güçlüydüler. Parçamîler ise kentli orta sınıflardan, sivil bürokrasiden, Tacik, Türk ve Hazara etnik gruplarından destek almaktaydılar. Toplumsal devrim ve İslam dininin kamusal alandaki yeri konusunda da iki grubun tavrı farklıydı. Halkîler Afganistan’ı “Orta Çağ karanlığının” içinden hızlı ve radikal bir devrimin kurtaracağını düşünüyorken, Parçamîler geleneklerin değişimi için daha uzun süreye yayılan “evrimci” bakış açısına sahiptiler. Genel olarak bakıldığında Halkîlerin siyaseti burjuva Jakobenizmini andırmaktaydı ve üst yapısal radikal değişikliklerden hızlı sonuçlar almaya dönük bir stratejiyi yansıtmaktaydı. Parçamîler ise radikal aydınlanmacı bir program yerine gelenekle daha barışık ılımlı bir yol izlenmesi taraftarıydılar. Halkîler “ulusal burjuvaziyle” ittifaka karşıydılar, Parçamîler ise Afganistan devriminin geleceği için ulusal burjuvazinin de kazanılması gerektiği düşüncesindeydiler. Sovyet liderlerinin de Parçamîleri kendilerine daha yakın gördüklerini söyleyebiliriz. Son olarak Halkîler iktidarın devrimle alınmasından yanayken Parçamîler mücadelenin hukuk çizgisinde olacağını özellikle belirtmekteydi. Örneğin Parçam’ın ilk sayısında hedeflerini özetleyen Ratebzad’ın “Önemli Sloganlarımız” (Şiarha-ye Mübrem Ma)  başlıklı yazısında askeri bir müdahale ile iktidarın alınmasına dair bir beklenti içinde olmadıkları da görülmekteydi (Ratebzad 1968).

4. Maocu Alternatif

Afganistan “elinde tuttuğu cetvelle cahil toplumu eğitmeye çalışan bir okul müdürü görünümündeki” ADHP  (Roy 1990: 145) ile Orta Çağ’a ait ne varsa değişmeden kalmasından başka bir hedefi olmayan mücahitlerin kısır çatışmasına mahkûm muydu? Aslında Afganistan sol içinde alternatif bazı hareketlere sahipti ve başlangıçta da bu hareketlerin gelişmesi için uygun bir zemin varmış gibi görünüyordu. Özellikle 1970’lerin başında ADHP parçalanmalarla zayıflarken; Maocu gruplar güçlenmeye başlamışlardı. Maocu hareketin iki kaynağı vardır. Bunlardan ilki 1950 yılında yayınlanan Neda-yi Halk (Halkın Sesi) adlı bir gazete etrafında toplanmış olan aydınlar gurubu ile ADHP’den kopan Tahir Badahşi’nin Sazman-i İnkılab-i Zehmetkeşan-i Afganistan (Afganistan Emekçilerinin Devrimci Örgütü/SAZA) adlı hareketiydi. SAZA 1980’lerin başında ADHP ile birleşme kararı aldığından Maocu hareket daha ziyade Neda-yi Halk grubu kökenli hareketlerle gelişim göstermiştir.

1950’li yılların başında politik parti kurmak serbest olduğundan Neda-yi Halk grubu Hizb-i Halk (Halk Partisi) adıyla partileşmişti. Parti Veyş Zalmiyan örneğinde olduğu gibi demokratik devrimci bir programa sahipti (Saaeie 2009: 61). 1952 yılında diğer partiler gibi Halk Partisi de kapatılmış ve liderleri tutuklanmıştı. Halk Partisi’nin kurucularından Abdurrahim Mahmudi 1964’te etrafına toplanan gençlerle birlikte Hizb-i Demokratik-i Navin’i (Yeni Demokratik Parti) kurdu. Ancak bu grup kitlesel olarak ADHP ile rekabet edebilecek düzeyde değildi (Tanin, 2005: 133). Hareket daha sonra (1967) Sazman-i Cevanan-i Mutarakki (İlerici Gençlik Örgütü) adını alsa da Afganistan’a mutad olduğu üzere daha ziyade yayın organının adı olan Şule-yi Javid (Sonsuz Meşale) adıyla tanınmıştı. Afganistan coğrafi şartları ve köylü yoğunluklu nüfusuyla teorik olarak Maocu bir hareketin gelişimine müsait bir ülkeydi. Ancak dinsel, etnik ve aşiretsel kültürel kodlara dayalı bölünmeler köylülüğün bir bütün olarak hareket etmesini engellemekteydi. Yoksul köylü yığınları diğer etnik gruplardan köylülerle yan yana gelmektense kendi derebeyleri ile birlik içinde olmayı tercih etmekteydiler. Bu kalıpları yıkma iddiasında olan Şule-yi Javid ise köylülerle yakınlaşmayı başaramadığı gibi solcu gençlik hareketiyle de mesafeli sekter bir grup olarak kalmıştı (Tanin, 2005: 133). Nitekim hareket içindeki tartışmalar sonucu genç Maocu gruplar hareketi terk ederek farklı örgütler kurmaya başladılar. 1970’ler boyunca Şule-yi Javid’ten beş ayrı Maocu grup ayrılmıştır. [8] Böylece Maocu hareket –eğer bir şansı vardıysa da– bu bölünmeler sonucu etkinliğini hızlı biçimde yitirdi. 1978’e gelindiğinde Afganistan’da Maocu çizgide 20’den fazla hareket faaliyet halindeydi (Saeeie 2009: 73). Yeni kurulan bu hareketler başlangıçta ülkenin en dağlık bölgelerinden biri olan Bâmiyân’da Şii gençler arasından belli bir taraftar toplamayı başarmışlardı. Zira Şii Hazaralar Afganistan’da son iki üç asırdır sürekli baskı altında tutulmuş, ayaklanma geleneğine sahip ve işgal edilmesi çok zor bir coğrafyada yaşayan bir halk olarak eşitlikçi söylemlere yakınlık duymaktaydılar. Ancak İran İslam Devrimi sonrası Şiiler yönlerini İran’a döndüklerinden bu alanda da çalışma yapılması giderek zorlaşmıştı.

Afganistan’da Maocu hareket 1970’ler boyunca önce İslamcı grupların saldırısına uğradı. Tanınmış Maocu liderlerden Osman Landey, sonradan Hizb-i İslami lideri olacak Gulbeddin Hikmetyar tarafından bıçaklanarak öldürülmüştü (Dağcı 1985: 43-44). 1978’de ADHP’nin iktidarı ele geçirmesiyle Maocu gruplar kendilerini iki cepheden saldırı karşısında buldular. 1978-1980 yılları arasındaki şiddet döneminde ADHP hükümeti çok sayıda Maocu lideri idam etti. Çin Halk Cumhuriyeti’nin mücahitleri destekleme kararı ve bazı Maocu grupların “Sovyet sosyal emperyalizmine” karşı mücadele amacıyla mücahit örgütlerle ittifak kurması, ADHP’nin Maocuları “karşı devrimciler” olarak görerek suçlamasına sebep oldu.  Bu dönemde en etkili Maocu örgüt Abdülmecid Kalakani’nin liderlik ettiği Sazman-i Azadibahş-i Mardom-i Afganistan/SAMA (Afganistan Halkının Özgürlük Örgütü) adlı yapıydı. Abdülmecid Kalakani 1980 Şubat’ında tutuklandı ve Haziran’da ADHP rejimince idam edildi (Oğuz 2001: 250).

1980’lerde küçük Maocu grupları birleştiren Dr. Faiz Ahmed (1946-1986) liderliğinde Sazman-i Rihayi Afghanistan (Afganistan Kurtuluş Örgütü) etrafında toplanan Maocu hareket, ADHP’ye karşı daha etkili bir gerilla mücadelesi verdi ve çatışmalarda 120 üyesini kaybetti. Öte yandan ADHP hükümetine ve Sovyet askerlerine karşı verdikleri silahlı mücadeleye rağmen mücahitlerin gözünde Maocuların da sonuçta diğer komünistlerden bir farkları yoktu. Faiz Ahmed ve SRA liderleri, Hikmetyar tarafından 1986’da Peşaver’de öldürtüldüler. Faiz Ahmed’in eşi olan Mina Kişvar (1956-1987) 1977’de Maocu kadın hareketi Cemiyet-i İnkılabi-yi Zenan-ı Afganistan/RAWA’nın (Afganistan Devrimci Kadınlar Örgütü) kurulmasına önderlik etmişti. Mina Kişvar da 1987’de 30 yaşındayken Peşaver’de suikasta kurban gitti.  Bazı kaynaklar bu cinayetten ADHP’ye bağlı gizli servisi (KhAD) sorumlu tutmaktaysalar da Mina Kişvar’ın da kocası gibi Hizb-i İslamî’nin hedefinde olduğu bilinmektedir. Sonuç olarak Afganistan’da Maocu hareket iki cephede birden verdiği kavgada bütün belli başlı önderlerini yitirmiş oldu. [9]

5. ADHP’nin Birleşmesi ve ‘Nisan Devrimi’

Solun parçalandığı dönemde Afganistan’da radikal değişimler yaşanmaktaydı. Afganistan kralı Zahir Şah (1914-2007) Avrupa’da gezideyken kralın kuzeni ve eski başbakan Davud Han hükümet darbesi sonucu Temmuz 1973’te kendini devlet başkanı ilan etmişti. Afganistan Padişahlığı’nın adını “Afganistan Cumhuriyeti” olarak değiştiren Davud Han, tüm yetkilerini kendinde topladığı bir tek adam rejimi kurmuştu. Başlangıçta sol hareket, özellikle de Parçamîler Davud Han rejimini destekledi. Cumhuriyet ilk kurulduğunda kabineye Parçamî bakanlar da dâhil edilmişti. Ancak 1977 yılına gelindiğinde İslamcı hareketi ezen Davud Han, sol hareketi de kısıtlayıcı önlemler almaya karar vermişti. 1977 Anayasası yasal olarak tek bir partiye (Hizb-i İnkılab-i Milli/Ulusal Devrim Partisi) izin vermekte, diğer bütün partileri yasa dışı kabul etmekteydi. ADHP’nin iki kanadı olan Halk ve Parçam baskıların artmasıyla Temmuz 1977’de birleşme kararı aldılar. ADHP’nin bütünüyle Sovyet denetiminde olduğunu iddia edenler bu birleşmenin Sovyetlerin direktifiyle olduğunu iddia etmekteyseler de çeşitli görüşlerdeki araştırmacılar birleşme konusunda devreye girenlerin Ruslar değil Hintli, Pakistanlı ve İranlı komünistler olduklarını belirtmektedirler (Halliday 1978: 31; Arnold 1983: 54).  Bu hususta özellikle Peştun milliyetçisi Avami Partisi önderlerinden eski komünist Ajmal Khattaq (1925-2010) rol oynamıştır (Halliday 1978: 31).

Yeniden birleşen ADHP’liler bundan sonra Davud Han’ı devirmek için hazırlıklara başladılar. Partinin kitlesel bir gücü yoktu ancak askeri ve sivil bürokrasi içinde rakipsiz ve disiplinli bir örgütlenme ağına sahipti. Dönemin Afgan ordusundaki 10.000 kadar subayın %20-25 gibi yüksek bir oranının Halkîlerin sempatizanı olduğu sanılmaktadır (Arnold 1983: 57).  İçişleri Bakanlığı, emniyet teşkilatı, silahlı kuvvetler personeli içindeki tüm kilit noktalar bir şekilde ADHP üyesi veya sempatizanlarının hâkimiyeti altındaydı. Aslında 1970’lerin ortalarında Afganistan’da okuryazar sınıfın büyük bölümü, hukukçular, doktorlar, mühendisler, pilotlar, iletişim uzmanları, teknikerler ve subaylar ya sol hareket içindeydi ya da Sovyetlerde eğitim almış, sosyalizme sempati duyan kişilerdi. Olaylara bugünden bakıldığında ADHP’nin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlanan ‘Nisan Devrimi’nin Afganistan’da bürokrasinin yönetime el koyması olarak değerlendirilmesi mümkündür. Yine de ADHP’yi iktidara getiren Nisan 1978 Devrimi’nin (veya hükümet darbesinin) planlı bir hareketten çok spontane gelişen olaylar zincirinin sonucu olduğunu da söylemek gereklidir. Nisan Devrimi’nin Sovyetler tarafından planlanmış bir girişim olduğu iddiası (Puig 1980: 143) ise Soğuk Savaş propagandistleri tarafından sıkça tekrar edilmesine rağmen bunu kanıtlayacak bir bulgu yoktur.

Aslında olaylar biraz da Davud Han tarafından kışkırtılmış ve hızlandırılmıştı. ADHP’nin eninde sonunda hükümeti ele geçirmek için bir ayaklanma tasarladığı beklentisi Davud Han’ı ilk darbeyi kendisinin vurması gerektiğine ikna etmişti. Ancak Eski Yunan tragedyalarında olduğu gibi Davud Han’ın hamlesi engellemek istediği sonucu çabuklaştırmaktan başka bir sonuç vermemiştir. Olaylar 17 Nisan 1978’de tanınmış solcu lider Mir Akbar Haybar’ın suikasta kurban gitmesiyle hızlanmıştı. Bu cinayet üzerindeki esrar perdesi halen aralanmasa da solcu kitleler cinayetten İslami grupları ve Davud Han’ı sorumlu tutmuşlardı. 19 Nisan’da Mir Akbar Haybar için Afganistan tarihinde daha önce benzeri görülmemiş büyük bir cenaze töreni düzenlenmişti. Çeşitli kaynaklar törene 15.000 kişinin katıldığını belirtmektedir (Tanin 2005: 214). Kalabalık, cinayetten sorumlu tutulan Davud Han aleyhine sloganlar atmaya başladı. ADHP liderleri 26 Nisan’da ikinci bir protesto gösterisi düzenleneceğini duyurdular. Cenazeye katılım kadar yürüyüş kortejinin disiplininden de telaşa kapılan Davud Han 26 Nisan gösterisini bir ayaklanma hazırlığı olarak yorumlayarak tanınmış tüm ADHP liderlerinin tutuklanmasını emretti. Nur Muhammed Taraki, Babrak Karmal ve diğer birçok lideri tutuklattı. Aslında bu tutuklamaların fiilen bir anlamı yoktu; zira ADHP liderlerini tutuklamak için görevlendirilen askerlerin büyük bölümü Sovyetlerde eğitim almış “komünist” subaylardı. Nitekim ADHP liderlerinden Hafızullah Emin’in hapishaneden verdiği talimatla Zırhlı Birlikler komutanı Aslam Vatancar ile Hava Kuvvetleri komutanı Abdul Kadir komutasındaki askerler 27 Nisan 1978’de Davud Han’ın sarayını kuşatma altına aldılar. Davud Han’ı desteklemek isteyen askeri kuvvetler ADHP’li subaylarca silahsızlandırıldılar. Yardım umudu kalmayan Davud Han teslim olma şartlarını reddetti ve çatışmada öldürüldü. Ardından darbeci subaylar hapishanelerdeki ADHP liderlerini serbest bırakarak iktidarı onlara teslim etti. Görece “kansız” iktidar değişimi halkın çoğunun neler olduğunu anlayamadığı kısa bir süre içinde gerçekleşmiş ve ertesi gün (27 Nisan 1979) Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’nin ilan edildiği radyolardan duyurulmuştu.

6. ‘Nisan Devrimi’nin Analizi

27 Nisan’ın ‘devrim mi yoksa darbe mi’ olduğu sorusu dönemin temel tartışma konularından biriydi. Batılı sol çevrelerde Moskova yanlısı partiler haricinde 27 Nisan bir darbe olarak görülmüştü (Puig 1980: 143). 27 Nisan’ı bir halk devrimi olarak gören çevreler ise askerlerin “işçi sınıfının öncüsü” olan partinin emriyle hareket edip iktidarı partiye devrettiklerini belirtip bu durumu oldukça zorlama bir yöntemle Bolşeviklerin Kışlık Saray baskınına benzetmekteydiler. ADHP liderlerinden Muhammed Zerai, Afganistan’da iktidarı alan askeri öğrencilerin ülkenin en yoksul kesiminden geldiklerini, köylü ve işçi kökenli Afgan ordusunca gerçekleştirilen 27 Nisan’ın tarihte yeni tipte bir devrim olduğunu savunmaktaydı (Zerai 1979: 63). Karşı taraf ise “emekçi sınıfların aktif bir rol oynamadıkları bir iktidar değişiminin devrim olarak nitelenemeyeceğini, 27 Nisan’ın sıradan bir iktidar değişimi olarak görülmesi gerektiğini” savunuyordu (Birikim 1980: 2-6).

Aslında Marksist literatürde “devrim” olgusunun mutlaka emekçi yığınların eylemlerinin sonuçlarıyla açıklanmadığını, üretim ilişkileri ve biçimlerinde veya toplumsal-siyasal yaşamda gerçekleşen radikal değişimler için de kullanıldığını biliyoruz. Örneğin Marx ve Engels Bismarck’ın Almanya’yı birleştirmesini bir “devrim” olarak nitelemişlerdi (Bottomore 1990: 130-131). Buradaki kavram kargaşasının sebebi kanımızca proleter devrim olgusuyla burjuva demokratik devrim olgusunun birbirine karıştırılmasıdır. 27 Nisan’ın emekçilerin örgütlediği bir halk devrimi olmadığı doğruydu; ancak Afganistan koşullarında bu olayın alelade bir iktidar değişimi olarak görülmesi de hatalıdır. Afganistan’daki durum daha ziyade Erken Modern Çağ Avrupa’sındaki burjuva devrimleriyle veya Türkiye, İran gibi ülkelerde askerlerin önderlik ettiği burjuva devrimleri geleneğiyle karşılaştırılabilir. Örneğin halkın oldukça sınırlı katılımı nedeniyle bir tür hükümet darbesi (coup d’etat) olarak da kabul edilen “1649 İngiliz Devrimi” İngiliz tarihçi A. Hughes tarafından üç temel nedene dayanarak “devrim” olarak nitelenmiştir: 1- Parlamentarist elit kralı devirerek, erki parlamentonun kolektif idaresine teslim etmiştir. 2- Aristokrasiyi devirerek yönetime geçen yeni iktidar kliği tanınmamış (asil olmayan) orta tabaka temsilcilerinden oluşmaktadır. 3- 1649’da iktidarı ele geçiren bu orta tabaka temsilcileri kilisenin zayıflatılması, Protestanlara tam özgürlüğün tanınması ve günlük hayatın sekülerleşmesi için ciddi birtakım adımlar atmışlardır” (Hughes 2003: 52-54). Hughes’ın üç maddede özetlediği bu şablonu Afganistan’a uyarladığımızda benzerliklerin olduğu görülmektedir. 1978 iktidar değişimiyle Afganistan tarihinde ilk kez erk, bir hanedandan (Durranîler) kolektif bir parti yapılanmasına geçmiştir. Bu kişiler, kamuoyunun çok azı tarafından tanınmış orta sınıfın temsilcileridir. Ayrıca günlük hayatta sekülerleşme, kadın hakları, azınlık hakları gibi konularda mevcut yapıyı değiştirmeye çalışmışlardır.

İktidarın ele geçirilişi açısından da 27 Nisan 19. yüzyıldaki devrimci komplo geleneğinin devamı olarak görülebilir. Örneğin Michael Löwy’nin devrimci komplocu hareketler için yaptığı yorum ADHP’nin siyaset tarzını özetler niteliktedir. Löwy şöyle demektedir: “19. yüzyılın ilk yarısında oluşum halindeki komünist hareketin devrimci akımları (Jakoben, Baböfçü, Blankist vb.) otoriter ve ikameci bir devrim anlayışına sahiplerdi. Devrim halkı kölelikten ve baskıdan kurtarma misyonunu kendisine yükleyen küçük ve seçkin devrimci grubun eylemi olarak görülüyordu. 18. yüzyılın “metafizik materyalizminin” etkisi altında kalmış olan bu gruplar proletaryanın kendi kurtuluşunu kendisinin gerçekleştiremeyeceğini düşünüyorlardı. Bu nedenle kurtuluş dışarıdan, yukarıdan bir istisna olarak aydınlanmayı başarmış küçük bir azınlığın eliyle gelecekti. Bu grup 18. yüzyıl aydınlanmış despotunun oynadığı rolü oynayacaktı, toplumsal koşulları yukardan tahrip edecek, böylece halk çoğunluğunu bilgiye, akla ve özgürlüğe ulaştıracaktı.” (Löwy 1999: 37). 19. yüzyıl Avrupa’sında, başka bir deyişle Marksizmin yükselmesinden önceki dönemlerde Karbonarist, Blankist, Dekambrist vb. devrimci gruplar da halk tabakalarının devrimci bilince sahip olamayacağı ön kabulünden yola çıkarak küçük, gizli ve elit gruplar halinde örgütlenmekteydiler. Askeri öğrenciler ve subaylar arasında yayılmak öncelikli hedefleriydi. Ayaklanma formülleri askeri pronunciamento denilen bir tür hükümet darbesi (putsch) idi. Bu genellikle önceden belirlenmiş bir tarihte seçkin, eğitimli ve gözü kara komplocu bir silahlı grubun siyasi mesajlarını tüm halka iletebilecekleri şekilde hükümet binasını veya hükümdarlık saraylarını baskın yoluyla ele geçirip devrimci hükümeti ilan etmeleriyle başlatılan bir devrim programıydı. Ardından halkın yığınlar halinde gelip bu yeni devrimci hükümetin saflarına katılması beklenirdi (Hobsbawn 2008: 128-146).

Netice olarak bazı kaynaklarda “devrim”, bazılarında ise “Marksist darbe” vb. olarak anılan 27 Nisan olayı bize göre işçi sınıfının gelişmediği, köylülüğün de devrimci taleplere sahip olmadığı “otantik” koşullar altında yaşayan bir ülkede aydınlanmacı bir burjuva devrimi denemesi olarak nitelenebilir. 27 Nisan’ın ardından yaşananlar da kesinlikle bu tezi doğrular şekilde gelişmiştir. Bir an önce ülkeyi “Orta Çağ karanlığından çıkarmak isteyen” ve kendini de bu konuda yetkili eğitimci bir ordu olarak gören Afgan devrimcileri köylere dağılmış ve toplumsal hazırlık olmadan birtakım reformları uygulamaya koymuşlardır. Bu da beklendiği üzere köylülüğün –tıpkı 18.-19. yüzyıllarda Fransa’da olduğu gibi– “karşı devrimci” saflara katılmasıyla sonuçlanmıştır. Aslında 19. yüzyıl sonlarından itibaren Marksistler kendilerini bu türden burjuva devrimci ve komplocu gelenekten uzaklaştırmak için yoğun bir çaba içine girmişlerdi. [10] ADHP’nin kuramsal tavırlarına ve siyasal pratiğine “Marksist” etiketi yapıştırmak bu açıdan hatalı bir tutumdur. Ancak Afganistan’da yaşananları sıradan bir hükümet darbesi veya alelade bir iktidar değişimi olarak görmek de eşit derecede yanlıştır. Yarattığı radikal –ve çoğu kez trajik– sonuçlarla Afganistan’da ADHP’nin özellikle ilk iki yıllık pratiği, başarısız bir burjuva devrimi denemesi olarak görülebilir.

7. Rejimin Sekterleşmesi

27 Nisan sonrası genel beklenti ADHP’nin din görevlilerinin, yerel burjuvazinin, hatta aşiret liderlerini temsil eden Loya Jirga’nın da katılımıyla Portekiz’dekine benzer, demokrasiye geçişi sağlayacak bir ulusal uzlaşı hükümetinin kurulmasına ön ayak olacağıydı. Sovyetler Birliği’nin beklentisi de bu yöndeydi ve eğer Afgan “komünistler” sürekli söylendiği gibi Sovyetlerin kontrolü altında olsalardı muhtemelen Moskova’dan yapılan tavsiyelere uymayı görev bilen Avrupalı komünist partiler gibi ulusal uzlaşı hükümeti kurmaya razı olurlardı. Ancak ADHP liderleri böyle bir ulusal uzlaşı hükümeti kurma gereği duymadıkları gibi zaman içinde Halkîler dışındaki tüm politik kesimlerin dışlandığı, giderek sekterleşen bir siyasete yöneldiler. Halkîler ihtilal sırasında önemli bir rol oynamadıklarına inandıkları Parçamîlere 21 bakanlığın 10’unun verilmesinden şikâyetçiydiler. Öte yandan bütün önemli bakanlıkların Halkî grubu arasında paylaştırılması Parçamîlerin protestosuna sebep oldu, ancak silahlı olarak toplantılara katılan Halkî taraftarı komutanların tehditkâr tavırları Parçamîlerin protestolarını başlamadan sona erdirdi (Tanin 2005: 247). Toplantıda iplerin Hafizullah Emin’in elinde olduğu ve ordunun da onu lider olarak kabul ettiği açık biçimde belli olmuştu.

Yeni iktidar ilk iş olarak Zahir Şah ve Davud Han dönemi bürokrasisinin temsilcilerini kanlı biçimde tasfiye etmeye başladı. Eski başbakanlar Ahmed Etemadî ve Musa Şefik idam edildiler. Ardından idamlar İslami muhalefetin liderlerine, ADHP ile mesafeli olan Maocu örgütlere ve gene Maoculuğa yakın olan Sitem-i Milli gibi diğer sol hareketlere yöneldi. Sitem-i Milli lideri Tahir Badahşi de idam edilenler arasındaydı. Şiddet hareketi Halkî kanadının iktidarı tam olarak denetimine almasıyla bir süre sonra Parçamîlere de yöneldi. Sultan Ali Kiştmand, Seyid Muhammed Gulabzoy gibi Parçamî liderler hapse atılırken; Babrak Karmal ve Anahita Ratebzad Sovyetlerin müdahalesi sonucu hapsedilmekten kurtulup yurt dışına büyükelçi olarak atanarak “tenzili rütbe” edildiler.

Taraki-Emin iktidarının (Mayıs 1978-Ekim 1979) devrimciliği, Lenin’in “çocukluk hastalığı” olarak nitelediği “aşırı solculuğun” tipik bir örneğini temsil etmekteydi. Emin “Afgan halkı ancak zordan anlar.” veya “Bizim 10.000 kadar toprak ağamız var, onları yok edince meselelerimizi çözmüş olacağız.” demekteydi (Lyakhovski 2007: 4).  Bu bakış açısı feodallerin ortadan kaldırılmasıyla feodalizmin de sona ereceğine, sonucu yok ederek nedenlerin de değişeceğine ikna olmuş bir devrimcilik tipiydi. Değişim için de toplumsal altyapılardan önce simgelere odaklanmış durumdaydılar. Örneğin üç renkli Afgan bayrağının kaldırılıp üzerinde halk (خلق) yazan kızıl bayrağın kabulü simgesel devrimciliğe verilecek güzel bir örnektir. Yeni kızıl bayrak farklı toplumsal kesimlerden büyük bir tepki almış ve “komünist” olmadıklarını açıklayan Taraki’yi zor durumda bırakmıştı. Nitekim tepkiler nedeniyle Karmal döneminde üç renkli bayrağa geri dönülecektir. Zaten Afganistan devriminin hikâyesi bayrak örneğinde olduğu gibi “bir adım ileri iki adım geri” taktiği üzerine bina edilmiştir. Afgan devrimcileri heyecanlı biçimde bir karar alıyor, onu çoğu kez şiddete dayalı yöntemlerle hızlı biçimde uygulamaya koymaya çalışıyor, halktan gelen tepkiler üzerine aldıkları kararlardan kabul hızıyla vazgeçiyorlardı. Bu da ADHP’nin sağlam bir program ve hedefi olmadığı düşüncesine yol açıyordu.

Demokratik bir geçiş bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacak biçimde ADHP liderleri “devrim düşmanlarına” karşı sert önemler almaya devam etti.  Taraki-Emin kliğinin iktidarda olduğu Mayıs 1978-Ekim 1979 ve Emin’in tek başına yönetimde olduğu Ekim-Aralık 1979 döneminde Kabil’in ünlü hapishanesi Pul-i Çarki’de objektif kaynaklara göre 12.000 kadar siyasi mahkûm hayatını kaybetmiştir. Ancak kayıt dışı ölümlerle birlikte sayının çok daha yüksek olduğu da savunulmaktadır (Lyhakovski 2007: 3). İslami ve sağ muhalefet Pul-i Çarki’de hayatını kaybedenleri genellikle İslami-sağ muhalefetin kadroları olarak yorumlamış, rejim de bu idamları “karşı devrimcilere” karşı verdiği mücadelenin parçası olarak meşrulaştırmaya çalışmıştı. Oysa bugün Puli Çarki’de öldürülenlerin önemli bir bölümünün demokrat, liberal, Maocu ve Halkî olmayan diğer sol hareketlerin kadroları olduğunu biliyoruz. Sonunda şiddetin boyutları Eylül 1979’da Halkîler arasında Hafizullah Emin’e bağlı askeri kanat ile daha ılımlı olan Taraki yanlıları arasındaki çatışmaya dönüşecekti. Hafizullah Emin’in aşırılık yanlısı siyasetini durdurmaya çalışan Taraki 25 Eylül 1979’da “ortadan kayboldu” ve kamuoyuna hastalandığı açıklandı. 9 Ekim 1979’da Taraki’nin hastalık nedeniyle öldüğü bildirildi. Karmal dönemi yapılan soruşturmada Taraki’nin 14 Eylül’de tutuklandığı ve 8 Ekim 1979’da “halka karşı suç işlediğine dair” bir belgeyi imzalamayı reddettikten sonra dört muhafız tarafından öldürüldüğü anlaşılacaktır.

Emin, Taraki’nin ölümünün ardından yaptığı ilk konuşmasında isim vermeden Taraki’yi kişilik kültü inşa eden bir tek adam ve diktatör olmakla itham etti. Bu tavır açık bir oportünizmdi zira Taraki’nin etrafında bir kişilik kültü oluşmuşsa bunu başaran bizzat Emin’in kendisiydi. Nisan Devrimi’nden sonraki hemen her konuşmasında Emin, Taraki’yi “şanlı liderimiz”, “yaratıcı ilham kaynağı”, “işçilerin büyük öğretmeni” vb. tumturaklı sözlerle övmekteydi. Mayakovski’nin bir şiirine gönderme yaparak “nasıl ki Lenin ve Bolşevik parti bir beden ve ruh gibi birbirlerini tamamlıyorsa, Taraki’nin de ADHP’nin tamamlayıcı ruhu” olduğunu iddia etmekteydi. Emin’e göre ADHP, toplumsal bir hareketin sonucu değil, Taraki’nin “yaratıcı dehasının eseriydi”. Şimdi aynı Emin, “tek adam idaresinin ve kişiye tapınmanın artık sona erdiğini ve partinin tüzükte olduğu gibi kolektif biçimde yönetileceğini” beyan ediyordu. Emin ayrıca “bundan sonra idarede bencilik, sorumsuzluk, güvensizlik, keyfi tutuklamalar olmayacak” diyerek geçmişin özeleştirisini veriyor ve tüm başarısızlıklardan Taraki’yi sorumlu tutuyordu (Engin 1982: 104-105, 113, 128, 138).

8. Köylülüğün Devrime Kazanılamaması

ADHP’nin temel zaafı halkın %80’ini temsil eden köylü ve göçebe kitlelerin devrime kazanılamamasıydı. Bunun üç temel nedeni vardı; ilki ADHP’nin aceleci ve sol sekter tavrıydı. Bu acelecilik parti liderlerinden Muhammed Zerai’nin 1979’da dile getirdiği “amacımız feodalizmi mümkün olduğu kadar çabuk ve kökten temizlemek” şiarıyla da kendini belli etmektedir (Zerai 1979: 64). İkincisi Afgan köylülüğünün iktidarda kim olursa olsun hükümetlerin merkeziyetçi her tür reformuna karşı kendi otonomik yapısını korumaya dönük geleneğiydi. Son iki yüzyıldır Afganistan’ı modernleştirmek ve merkezi iktidarı tesis etmek için çabalayan Dost Muhammed Han, Abdurrahman Han ve Emanullah Han gibi emirler de köylülerin ve çeşitli kırsal otonomik grupların çetin direnişleriyle karşılaşmışlardı.

Bu açıdan köylünün ADHP reformlarına karşı direnişi, Soğuk Savaş kuramcılarının iddia ettiği gibi “komünizm karşıtı ideolojiden” ve İslami söylemlerden ziyade köklü merkezkaç, otonomik gelenekten beslenmekteydi. ADHP eğer toprak reformu kanununu yasalaştırmasaydı Pul-i Çarki’de yaşanan siyasal şiddete halk katmanlarının tepki göstereceğini düşünmek zordur. Zira Afganistan tarihi boyunca köylülük, başkent Kabil’de ne olup bittiğiyle ilgilenmiş değildi. Nitekim ADHP iktidarı çöktükten ve İslam Cumhuriyeti ilan edildikten sonra da merkezi iktidarların kırsal üzerinde denetim kuramaması merkezkaç faktörlerin direniş geleneğinin gücünü göstermektedir (ki Afganistan’da bugün de merkezi iktidarın kırsal üzerinde sağlam bir denetim sağlamayı başardığını söyleyemeyiz). Son olarak da CIA, Pakistan gizli servisi (ISI), İran ve Körfez Arap ülkelerinden destek alan çeşitli İslamcı grupların karşı propagandasının gücü bir başka etkendi. Bu organizasyonlar Afgan köylülüğünün kendiliğinden gelişen tepki ve isyanlarını kendi ajandaları doğrultusunda yönlendirme ve tek bir hedefe (komünistlerin devrilmesi) odaklama konusunda belli ölçüde başarılı oldular.

Bugünden olaylara bakıldığında rejimin toprak reformuyla geniş kitleleri devrimin lehine ya da aleyhine cepheleşmeye ittiği görülmektedir. Bu açıdan geniş halk tabakalarının –rejimin tahmin ettiğinin aksine genellikle rejimin aleyhine– politize olmaları açısından Afganistan tarihinde yeni bir döneme girildiğini söyleyebiliriz. Gelişmelerden tedirgin olan Parçamî kanadın toprak reformu uygulamasını engellemek için uğraştığını biliyoruz. Ancak onların bu tavrı Halkî kanat tarafından “oportünizm” ve “korkaklık” olarak yorumlandı ve toprak reformu etrafında dönen tartışmalar sonucu Kasım 1978’de Parçamî liderler kendilerini hapiste ya da partiden ihraç edilmiş buldular. Tasfiyelerden önce sahipsiz toprakların yoksul köylüye dağıtılacağını vurgulayan 12 Temmuz 1978 tarihli 6 numaralı devrim kanunu çıkarılmıştı. Parçamîler kanunun bununla sınırlı kalmasına gayret göstermekteydiler. Ancak tasfiyelerden hemen sonra, 30 Kasım 1978’de ilan edilen 8 numaralı kanunla belli bir miktarın (30 carib/60 dönüm) üzerindeki topraklara el konulup bunların yoksul köylülüğe dağıtılacağı ilan edildi. Reformun bu aşaması açıkça Afganistan’da konumları hayli güçlü olan feodal tabakaları açık bir savaşa davet etmek anlamına geliyordu.

Aslında Afganistan’da bir toprak reformu yapılması gerekmekteydi; zira toprak sahiplerinin %2’si ekilebilir toprakların %42’sine sahipti (Halliday 1978: 33). En yoksul %40’lık nüfus ise ekilebilir arazinin sadece %4’üne sahipti. Bu nedenle başlatılan reformun Afgan halkının neredeyse %80’ini temsil eden yoksul köylüleri rejime bağlayacağı sanılmaktaydı ve “beş yıllık planla” 1984’te 1.1 milyon ailenin toprak sahibi olacağı ilan edilmekteydi (Halliday 1980: 24). Ancak tepkiler ve sonuçlar farklı oldu.  Afganistan’da “toprak ağası” olarak görünen mülk sahiplerinin bir kısmı aşiret mülkünün sembolik sahibiydi ve aslında köylülük üzerinde zaten bir tahakküm gücüne sahip değillerdi. Bu nedenle onların tasfiyesi yoksul köylülüğe pratikte bir fayda sağlamadı. Gerçekten mülk sahibi olan toprak ağalarının bazılarına ise yoksul köylüler aşiret bağları nedeniyle sahip çıktı ve onların topraklarına el konulmasını onaylamadı. Dönemle ilgili tanıklıklar hükümetçe el konulup halka dağıtılan topraklara köylünün sahip çıkmak istemediği ve toprakları eski sahiplerine geri verdikleri yönündedir (Oğuz 2001: 115). Kişisel mülkü koruma altına alan İslam hukuku da toprak reformuna fikri muhalefeti güçlendirmekteydi. Bazı mollalar bu türden el koymaları “hırsızlık” olarak yorumladılar ve bu işlemin dinen caiz olmadığını savundular. İslami fundamentalizmin yorumuna göre toprağına el konulan derebeyi haksızlığa uğramış “mazlum”; onun toprağını ekip biçmeye başlayan yoksul köylü ise “gaspçı” konumundaydı. Böylece İslami hareket, derebeyin topraklarını aralarında paylaşmayı kabul eden köylüleri “harama el uzatan gasıplar” olarak lanse etmeyi başardı. Bu şekilde toprak sahibi olmayı kabul edenler toplumca dışlandılar, hatta mücahitlerce öldürüldüler (Oğuz 2001: 115).

Öte yandan toprak reformunun “tüm Afgan halkınca reddedildiğini” ileri süren İslami ve Batılı kaynaklar durumu abartmaktadır. Mücahitlerin derebeylerinin arazilerini korumak için çok sayıda cinayet işlemek zorunda kalmaları toprak reformunun bazı köylülerce benimsendiğini göstermektedir. Yine devlet çiftiliklerine yapılan saldırılar başarılı sonuçlar elde edilen kooperatiflerin de sabote edildiğini göstermektedir. [11] Toprak reformunun sonuçlarına bizzat şahit olan ve reformu genel olarak başarısız bulan O. Roy dahi “en yoksul kesimlerde reformun heyecanla karşılandığını, 300.000 kadar ailenin bu yolla toprak sahibi olarak rejimi sonuna kadar savunan militanlara dönüştüğünü” belirtmektedir (Roy 1990: 156-157). Erdem Bayazıt’ın gezi notlarında da hemen her köyde toprak reformu sayesinde toprak edinmiş köylülerin mücahitlerce infaz edildiklerini (Bayazıt’ın deyimiyle temizlendiklerini) okumaktayız (Bayazıt 2015: 215). Ancak reform sonuçta yoksul köylülüğü birleştireceğine kamplara ayırmıştır. Genellikle Peştun kökenli olan Halkîler reformu diğer etnik kökenden gelen toprak ağalarının arazilerine el koymak için fırsat olarak kullanmışlar, bu durum da Tacik ve Hazara kökenli köylüyü rejime karşı soğutmuştu.

9. Kadın Hakları ve Eğitim Reformunun Sonuçları

1979 yılında yaşananları yerinde gözlemleyenler köylülük içinde rejime dönük en büyük tepkinin kadın hakları ve kız çocuklarının okutulması meselesinden doğduğu konusunda birleşmektedirler. Nitekim Emanullah Han’ın devrilmesinde de kadınlara verilen haklara dönük tepkiler önemli rol oynamıştı. Sonuçta toprak reformu çoğu rejimle iş birliği içinde olan Peştun aşiretleri tarafından kendi çıkarları için kullanabildikleri bir araca dönüştürülebilmişti. Ancak ADHP’nin kadın-erkek eşitliği ve kız çocukları için zorunlu okullaşma kararı kırsalda büyük bir tepkiyle karşılanacaktı. Bu konu, rejim yanlılarının ADHP’nin mirası (daha doğrusu terekesi) açısından bugün de en güçlü biçimde arkasında durabildikleri birkaç konu başlığından birini temsil etmektedir. ADHP’nin çıkardığı her yasayı ayrıntılı biçimde eleştiren çalışmalar başlık parası uygulamasının kaldırılması, çocuk evliliklerinin yasaklanması ve kız çocuklarının okula gitmelerinin zorunlu kılınması gibi uygulamalarda sessizleşmektedirler.

Burada ‘Nisan Devrimi’nden önce Afgan kadınının toplumsal konumu üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yok. Kız çocukları okula gidemiyorlardı. 1975’te ülke genelinde ilkokul öğrencilerinin yaklaşık %15’i, ortaokul öğrencilerinin ancak %10’u kız çocuklarından oluşmaktaydı. Ülkenin güneyine inildikçe kız çocuklarının okutulma oranı ülke ortalaması olan %10’un çok daha altına düşmekteydi. Bu oran Pakistan sınırındaki Paktiya’da ise %1’le en alt seviyeye inmekteydi. Kız çocukları 11-12 yaşlarında evlendirilmekteydiler. Kocalarını seçme hakları olmadığı gibi evlilikler genellikle aşiretler arasındaki ittifaklar gözetilerek yapılmaktaydı. Çok kadınla evlilik yaygın değilse de yasak da değildi. Kadınlar 1964’te seçme seçilme hakkı almasına rağmen 1969’dan sonraki meclislerde kadın vekil yoktu.  Köy işleri haricinde çalışan kadın oranı ciddiye alınmayacak seviyedeydi. Kadınlar “erkek doktorlara görünmeleri” hoş karşılanmadığı için sağlık kuruluşlarına gönderilmiyorlardı. Doğumda anne ve bebek ölüm oranları Afrika ülkelerinden daha yüksekti.

Yeni rejim kadınların mevcut durumunu düzeltmek ve “cehalete savaş açmak” için özellikle kız çocuklarının eğitimine önem verdi. Ancak kız çocuklarının eğitimi için atılan adımlar İslami muhalefetin direnciyle karşılaştı ve öğretmenler mücahitler tarafından öldürülmeye başlandı. Kırsal bölgelerdeki ilk ve ortaokulların büyük bölümü mücahitler tarafından yakıldı ve eğitim tamamen sona erdi. Mücahitler “teorik olarak eğitime ve okullara karşı olmadıklarını; ancak ADHP rejiminin eğitim adı altında çocuklara Marksist-Leninist propaganda yaptığını, öğretmenlerin İslam dinine ve geleneğine hakaret ettiğini, yerel kanaat önderlerine (derebeyi, molla vb.) saygısızca davrandığını”, bu nedenle öğretmenleri ve okulları hedef aldıklarını savunmaktaydı. Bu elbette bir demagojiden ibaretti; zira aynı çevreler Nisan Devrimi’nden önce de (aynı eğitim müfredatı henüz “Marksist-Leninist” değilken de) kız çocuklarını okula göndermiyorlardı. [12] Olivier Roy, mücahitlerin kadınların eğitilmelerine karşı tavırlarına “makul” bir açıklama getirmek için mücahitlerin kadınların eğitimine karşı olmadıklarını ama erkek öğretmenlerden ders almalarını istemediklerini” iddia etmekteydi (Roy 1990: 159). Bu analiz “hiç kimse kızını okula göndermeye yanaşmazsa kız çocuklarını eğitecek kadın öğretmenlerin nasıl yetişeceği” paradoksal sorusuna cevap vermekten çok uzaktı. Bu tıpkı mücahitlerin “kadınların doktora gitmesine karşı olmadıklarını ama erkek doktorlara görünmelerine karşı olduklarını” söylemelerine benziyordu. Kadınların ancak kadın doktorlar tarafından muayene edilmelerine izin verilmesi, kadın doktor olmayan bir ülkede pratik olarak kadınların artık doktora görünememeleri anlamına gelmekteydi. Mücahitlerin hâkim olduğu bölgelerde kadınlar ancak Kızılhaç tarafından gönderilen Avrupalı gönüllü kadın ve hemşire bulabilirlerse tedavi olabilmekteydiler. [13]

tvp080 81y9resim1

Grafik 1. Yıllara göre Afganistan’da kız öğrencilerin değişimi (Samady 2001: 38).

Genel siyasetlerindeki noksanları ne olursa olsun ADHP’nin iktidar dönemin kadınların eğitim ve meslek edinme konusunda Afganistan tarihi boyunca en geniş haklara ve fırsat eşitliğine sahip oldukları dönem olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle kız çocuklarının eğitiminde başarı oranları dikkat çekiciydi. Kız çocuklarının okullardaki tüm öğrencilere oranı 1985’te %30’a, 1990’da %37’ye çıkmıştı. Bu oranın artışında erkek öğrencilerin Afgan ordusuna veya mücahitlere katılmak için eğitim hayatını terk etmelerinin de etkisi olmakla birlikte oranlardaki artış sadece erkeklerin eğitim alanından çekilmesiyle açıklanamaz. Zira kız çocuklarının eğitime katılmasındaki artış oransal olarak erkeklerin çekilişinin çok üzerindeydi. Örneğin 1975’te tüm ülkede ortaokula gönderilen kız sayısı 9870 iken; 1990’a gelindiğinde 10 kat artarak 92 bine (erkeklere oranı %30) çıkmıştı. Üniversitede ise kadın öğrenci oranı ülke tarihinin rekorunu kırmış durumdaydı. 1990’da Kabil Üniversitesi’nde kayıtlı olan 24.300 öğrencinin 7.400 bini (%30) kadındı. 1990’da kayıt yaptıran 10.000 öğrencinin ise 6.000’i kadındı (Samady 2001: 72). [14] Eğer mücahitler iktidara geldikten sonra kadınların okumasını engelleyen uygulamalar başlamasaydı Afganistan tarihinde ilk kez kadınlar yükseköğretimde erkekleri geçeceklerdi. Rejimin çökmesi ile kız çocuklarının eğitim hayatı dramatik biçimde gerileyecektir. Orta öğretimde kız öğrenci oranı 1993’te %16’ya, 1999’da %6’ya, yani 1950’li yılların rakamlarına düşecekti. Grafik 1’e bakıldığında mücahitlerin yönetime gelişiyle kız öğrencilerin nasıl okullardan alınmaya başlandığı açık biçimde görülmektedir. Bu gerileyiş mücahitlerin kız çocuklarının eğitimine karşı olmadıklarına dair iddianın pratik alanda yalanlanması anlamına da geliyordu. Zira okullarda artık “Marksist-Leninist” dersler okutulmadığına ve kız çocukları kadın öğretmenlerden ders aldıklarına göre teorik olarak artık kız çocuklarını okula gönderme konusunda bir engel kalmamış olması gerekmekteydi.

Çocukların okula gönderilmemesinin bir sebebi olarak öne sürülen eğitimin “Marksistleştirilmesi” iddiası üzerine de birkaç söz söylemeliyiz. Bu elbette geleneksel müfredat dışındaki her konuyu (klasik “burjuva bilimi” de dâhil) Marksizmle eşleştiren İslami muhalefetin abartılı bir iddiasıydı. Eleştirilen konu ilköğretimde din derslerine ayrılan saatlerin azaltılıp fen bilimleri ve matematik derslerinin sayısının artırılmasıydı. Örneğin 1975 yılında bir ilkokul öğrencisi haftada 4 saatlik Kuran ve din eğitimi dersi alırken, 1980’de bu oran haftada 1 saate indirilmiş, onun yerine matematik dersinin saat sayısı 4’ten 6’ya çıkarılmıştı.  Bu durum modernleşme sürecindeki hemen her Müslüman ülkede karşımıza çıkan bir tavrın tekrarından ibaretti ve özünde konu Marksizmle değil genel olarak pozitif bilimleri önemseyen modernleşme paradigmasıyla ilişkiliydi. Müfredatın “Marksist teoriye göre yeniden düzenlenmesinin diğer kanıtlarına” bakıldığında anti-komünizmin Marksizmden ne anladığını gösteren ilginç örneklere rastlıyoruz. Mesela İngilizce derslerinin ağırlığının azaltılması, üniversitede Rus dili bölümünün kurulması, okullarda Tolstoy, Dostoyevski okutulması, sosyoloji ve dünya edebiyatı tarihi gibi zorunlu derslerin müfredata girişi, tarih derslerinde Emanullah Han’ın övülmesi, edebiyat tarihinde Marksist şiirler okutulması gibi… Hatta listede Kübalı öğretim görevlilerince Kabil Üniversite’sinde bir İspanyol Dili Edebiyatı bölümünün açılması da bulunmaktadır (Almqvist 1986: 19). Eğitimin “Marksistleşmesinin” bir diğer kanıtı da anadilde eğitim sorununun çözülmesiydi. 1975’te her öğrenci ilkokuldan itibaren haftada 12 saat boyunca resmi diller olan Peştuca veya Darice (Farsça)  eğitim almak zorundaydı. 1980’de bu mecburiyet ortadan kaldırılarak haftada 10 saat anadile ayrılmıştı. Bu karar Afganistan’da son iki asırdır varlıkları ve dilleri yok sayılan Türki halklar için çok önemli bir adımdı (Samady 2001: 40, 75).

Afganistan Demokratik Cumhuriyeti yıkılıp mücahitlerin iktidara gelmesinden sonra müfredat “Marksizmden” arındırılırken (pratikte bunun anlamı pozitif bilimlerin öğretilmesinin terk edilmesiydi) Kuran, Arapça ve İslamiyat dersleri haftada 20 saate çıkarılacak, matematik dersi haftada iki saatle sınırlı tutulacaktı. Tarih, coğrafya, fizik, kimya, biyoloji gibi dersler ise müfredattan silindiler. Mücahitler ayrıca Özbekçe, Türkmence gibi anadil derslerini de müfredattan kaldıracaklardı (Samady 2001: 90).

10. Sovyet Müdahalesi: İşgal mi, Enternasyonalist Yardım mı?

Afganistan meselesini daha da karmaşık hale getiren mevzu Sovyet müdahalesidir. Müdahale etrafında dönen tartışmalar “devrimle” ilgili gündemi de boğmuş ve ADHP ile mücahitler arasındaki savaşın bugünkü deyimle bir “vekalet savaşına” dönüşmesine yol açmıştır. Ancak bu konu hakkındaki dezenformasyonun tamamına cevap vermek bu yazıyı hedefinden tamamen uzaklaştıracaktır.  Bu nedenle konuyla sadece ADHP rejimini doğrudan ilgilendiren bazı hususları aydınlatmak için ilgileneceğiz. Öncelikle Sovyet müdahalesinin “Afgan komünistlerinin Moskova’nın piyonu oldukları iddiası”yla çeliştiğini belirtelim zira bu müdahale mücahitlere veya “karşı devrimcilere” değil öncelikle Emin kliğine karşı yapılmıştı. 24 Aralık 1979’da Müslüman Tabur (Мусульманский батальон) adıyla bilinen seçme bir Kızıl Ordu birliği Bagram Havaalanı’na indirildi. Afganistan’da yaşayan etnik gruplarla aynı soydan gelen, Özbek, Tacik ve Türkmen olan, Afgan ordusunun üniformalarının giydirildiği bu askerler Emin’in kuvvetleriyle bütün gece şiddetli bir çarpışmaya girerek Emin’i öldürdü ve Karmal’ı başa geçirdi. Bu operasyon nedeniyle Karmal rejimi “Sovyet kuklası” olmakla suçlanmıştır.  İkinci olarak Sovyet askeri müdahalesi “sol” değil “sağ” bir müdahaleydi. Soğuk Savaş dönemi boyunca Sovyetler Birliği, “Afganistan’a bir an önce komünizmi yaymak için sabırsızlanan bir ülke” olarak gösterilmeye çalışılmıştı. Gerçek ise bunun tam tersiydi. Moskova, Afgan devrimcilerini sürekli olarak “sağ çizgiye” çekmeye çalışmakta ve onları farklı toplumsal kesimlerle kurulacak geniş tabanlı bir yönetim kurmaya ikna etmeye uğraşmaktaydı (Riedel 2014: 16). Soğuk Savaş uzmanlarının iddia ettikleri gibi Afgan “komünistleri” Sovyetlerden verilen her emre itaat eden kuklalar olsaydı Emin’in bu nasihatleri dinleyeceği açıktır.

Üçüncü sorunlu iddia Sovyetlerin Afganistan’ı işgal için on yıllardır hazırlık yaptığı ve ADHP’den yardım talebi gelince de büyük bir hevesle işgal operasyonunu başlattığıydı. Sovyetler Birliği çöktükten sonra açılan arşiv belgelerine göz atıldığında Sovyet liderlerin bu askeri müdahale konusunda ne kadar isteksiz oldukları merkez komitede müdahale kararı alınırken yaşanan sert tartışmalardan açıkça görülmektedir (Lyakhovski 2007: 18). Dördüncü olarak Soğuk Savaş boyunca “enternasyonal dayanışma” veya “komünizm ihracı” gibi birbirine iki zıt bakış açısıyla değerlendirilen bu olayın aslında Afgan tarihine aşina olanlar için hiçbir sıra dışı yönü olmadığını da belirtelim. Zira Afganistan emirlerinin güney sınırlarından gelen baskı karşısında kuzey komşudan destek istemeleri kökleri çok eskilere uzanan bir Afgan diplomasi geleneğiydi. 19. yüzyıl başlarında Britanyalıların desteklediği ayaklanmalar sebebiyle Dost Muhammed Han (1826-1863) ve Şir Ali Han (1863-1878) da Ruslardan askeri yardım istemişlerdi (Петров/Petrov 2015: 10-12).  Tıpkı Emanullah Han ve Davud Han’ın da Britanya ve Pakistan baskısı karşısında kuzey komşularından yardım talep etmeleri gibi. Bu konudaki gözlemimiz abartılı bulunabilir. Ancak 1996-97’de Amerikan ve Pakistan destekli Taliban hareketi Afganistan’ın güneyinden kuzeyine doğru ilerlerken, Ruslara karşı cihadın liderleri olan Rabbani ve Ahmed Şah Mesud’un Rusya Federasyonu’ndan yardım istemek zorunda kaldıklarını hatırlarsak Afganistan’ın kuzey komşusu ile olan ilişkisinin Soğuk Savaş teorileriyle açıklanamayacak derecede kompleks olduğunu görebiliriz. Taliban’ın mücahitlerden çok daha tehlikeli olduğunun farkında olan Ruslar eski düşmanlarının yardım taleplerini kabul etmiş ve Bagram Havaalanı üzerinden Cemiyet-i İslam’a silah ve cephane yardımı yapmaya başlamışlardı. Rabbani ve Mesud’un kendilerini yıllarca “vatanı satmakla” suçladıkları Taraki ve Karmal’la aynı pozisyonda bulmaları tarihin herhalde en büyük ironilerinden biriydi.

Beşinci mesele “işgal” kuvvetlerinin gücüydü. Sovyetlere göre Afganistan’a “sınırlı bir birlik” gönderilmişti. Batı kampına göre ise Afganistan Kızıl Ordu’nun büyük bir güç gösterisiyle işgal edilmişti. Afganistan’a gönderilen 40. Ordu’nun personel sayısı 80 ila 100 bin civarındaydı ve bu birliğin “sınırlı bir güç” olduğu elbette tartışmaya açıktı. Öte yandan bu dönemde Kızıl Ordu’nun 4. 250.000 askeri olduğu hatırlanırsa Afganistan’a gönderilen 100.000 asker (Kızıl Ordu’nun %2’si) Sovyet makamlarınca gerçekten de “sınırlı” bir güç olarak görülmüş olmalıdır. Nitekim eski CIA uzmanlarından B. Riedel Sovyetlerin sadece Afgan hükümetinin düşüşünü engellemek ve ana ulaşım yollarını kontrol etmekle ilgilendiğini, aksi halde Afganistan gibi büyük ve dağlık bir ülkeyi gerçekten işgal etmeyi hedeflese 4-5 değil en az 35 tümen (yaklaşık 500.000 asker) kullanması gerektiğini belirtmektedir. Riedel Sovyetlerin Afganistan’a gönderdiği asker miktarını bu nedenle “nispeten yetersiz” olarak nitelemektedir (Riedel 2014: 43). Sovyet askeri müdahalesi –sayılardan bağımsız olarak– hukuken bir işgal olarak kabul edilebilir, kuşkusuz biz de okuyucuya bu yönde veya tersine bir telkinde bulunamayız. Ancak terimin teknik manası düşünüldüğünde Afganistan gibi bir ülkenin 100.000 askerle işgal edilebileceğini düşünmek için insanın bu ülkenin coğrafyasını kendi gözleriyle görmemiş olması gerekmektedir. Sovyet askeri gücü Riedel’in belirttiği üzere sadece ana yolları ve havaalanlarını kontrol edebilmekteydi ve yetki alanı da gerçekten bununla sınırlıydı. Büyük kentlerde Sovyet askeri birlikleri yoktu. Kentlerin kontrolü Afgan ordusu ve ADHP milislerince sağlanıyordu. Ülkenin Peştun yoğunluklu güney bölümünde de Sovyet askeri yoktu. Pakistan sınırındaki bu bölgeler rejim ordusu tarafından savunulmaktaydı. Zaten Afganistan meselesinde Sovyet askeri gücüyle örtülen husus aslında Afganistan’da ADHP rejiminin kendi kendisini koruyacak askeri gücü olduğunun ve asıl çatışmaların Afgan ordusu ile mücahitler arasında yaşandığının kabul edilmemesi, daha doğrusu bu gerçeğin bilinmemesidir. Dünya genelinde liberal ve İslami basın Afganistan’daki çatışmaları başarılı biçimde salt Sovyetlerle mücahitler arasındaymış gibi göstermeyi başarmıştır.

11. Karmal’ın Restorasyonu

Emin’in devrilmesinin ardından 28 Aralık (1979) günü halkın karşısına çıkan Karmal’ın ilk basın açıklamasından sonra yanındaki mollalar da hükümetin başarısı için dua ettiler (Dağcı, 1985: 25).  Karmal’ın ilk işi tüm siyasi mahkûmlar için af çıkarmak ve Emin’i CIA ajanı ve makyavelist olmakla itham edip geçmişte yaşanan tüm olumsuzlukların sorumlusu olarak göstermekti (Karmal 1980: 69, 71-73). Karmal 15.000 siyasi mahkûmun salıverildiğini ve hapishanelerde Emin rejimi destekçisi 90 kişi kaldığını belirtiyor; geçmişte dinsel ve ulusal değerlere karşı anlamsız bir savaş açıldığını, ancak bu dönemin sona erdiğini, kabinede ticaret, tarım, toprak reformu ve halk sağlığı bakanlıklarının başına ADHP’li olmayan siyasetçiler getirildiğini açıklıyordu (Karmal 1980: 76-77).  Karmal’ın ekibi idareyi devraldıktan sonra ADHP’nin kendinden uzaklaştırdığı çeşitli sol fraksiyonları kazanmaya ve partinin tabanını genişletmeye çalıştı. Bu çabalar kısmen başarılı oldu. 1980’lerin ilk yıllarındaki dönemde ADHP’ye bağlı sendika, gençlik ve kadın kollarına 300.000’den fazla Afgan üye olmuştu (Wahab ve Youngerman 2010: 166). Partinin tabanının genişletilmesi çabaları sonucunda ADHP’nin 5.000-10.000 dolayında olan üye sayısı 1980 sonunda 40.000’e, 1983’te ise 140.000’e çıkacaktı (Halliday ve Tanin 1998: 1363).

Karmal’ın girişimiyle bir “Ulusal Uzlaşma Komisyonu” kurularak ADHP’ye üye olmayanlar da yönetime ortak edildi. Zamanla ADHP üyesi olmayan üst düzey idarecilerin oranı %40’ı bulmuştur. Diğer adımlar o güne kadar hakir görülmüş etnik grupların, özellikle de Türkçe konuşan (Özbek, Türkmen, Kırgız vb.) topluluklar ile Şii oldukları için tarih boyunca ötelenmiş Hazaraların desteğinin alınmaya çalışılmasıydı. Başbakanlığa Hazara kökenli Sultan Ali Kiştmand getirildi ki Afganistan tarihinde bir Hazara ilk kez bu kadar önemli bir göreve gelmekteydi. Türklerin kazanılması için anadilde eğitim olanakları artırılmış, radyolarda ilk kez Özbekçe, Türkmence yayınlar yapılmaya başlanmıştı (Halliday 1978: 39). Kabil Üniversitesi’nde Özbek Dili bölümü açılmış ve çok sayıda Özbekçe ve Türkmence dergi ve kitap basılmaya başlanmıştı (Zerai 1979: 65). Bu çabaların karşılıksız kalmadığı kısa zamanda görülmüştür. 1980’lerin ortalarına gelindiğinde komutanları ve askerleri tamamen Özbeklerden oluşan milis (milişa) kuvvetleri rejimin en güvenilir ve etkin destekçileri haline gelmişlerdi. Örneğin sonradan tüm dünyaca tanınacak olan Raşid Dostum liderliğindeki 30 kişilik küçük Özbek milis kuvveti birkaç yıl içinde gönüllü katılımlarla 16.000 milisi olan bir güce dönüşecekti.

Rejimin güçlenmesi için atılan adımlardan biri ise önceden “feodalizmle mücadele” adına ihmal edilmiş olan aşiretlerle ittifak kurulabileceğinin keşfedilmesiydi. Zira Peştun aşiretlerin çoğu kendi bölgelerindeki mücahitlerden rahatsız konumdaydılar. Aşiret yapısı sosyolojik açıdan “ümmet birliğini” savunan cihatçı örgütlerin de hedefindeydi. Çoğu aşiret kan bağını dini kimlikten üstün tuttuğundan rejim aşiret liderlerini kendi tarafına çekerek tabanını genişletmeye başladı. Peştunların aşiret töresi (Peştunvali) öylesine güçlüydü ki Peştun bir komünist öldürüldüğünde intikamını kendi aşiretinden bir mücahit de alabilmekteydi. [15] Aşiretlerle dayanışma “kabile demokrasisi geleneğini” devrime kazanmak olarak formüle edildi (Baryalai 1986: 72). Burada kastedilen kabilelerin geleneksel meclislerle (Loya Jirga) karar alma gelenekleriydi. 1985’te tüm eyaletleri kapsayan bir Loya Jirga seçimi yapıldı ve 1796 üyeli geleneksel meclis toplandı. ADHP Genel Sekreteri Mahmud Baryalai’nin verdiği bilgilere göre Loya Jirga’nın sadece %20’si ADHP temsilcilerinden oluşmaktaydı. Sınır aşiretleri arasında hükümeti desteklemeseler de mücahitlerle de çatışma içinde olanlar olduğunu Erdem Bayazıt’ın anılarında da görüyoruz. Çoğu aşiret de aslında ikili oynamaktaydı. ADHP’nin aşiretlerle iş birliği siyaseti ise partinin feodalizmi bir an önce tasfiye etmeye kararlı “sol sekter” tavrından geleneklere ve otonomik yapılara sırtına dayamayı tercih eden popülist çizgiye kaydığını göstermekteydi. Karmal, toprak reformunun da başarısızlığını kabul ediyor ve buna da –her zaman olduğu gibi– Emin’in yanlış siyasetinin, gericilerin sabotajlarının ve devletin maddi olarak hazırlıksızlığının sebep olduğunu belirtiyordu. Şimdi yeniden 183.000 aileye toprak verileceğini; ancak bu sefer tarım kooperatifleri ve devlet yardımlarıyla köylünün destekleneceğini vaat ediyordu (Karmal 1981: 570).

Karmal döneminde “komünistler” aleyhlerindeki söylemleri engellemek maksadıyla dinsel simgelere daha fazla önem vermeye başladılar. Bizzat Karmal, konuşmalarını Kuran ayetleri ile süsledi, ADHP üyeleri cemaatle namaz kıldılar, çıkarılan kanunların İslami geleneklerle uyumlu olduğunu, “hatta sosyalizm ile İslam’ın aynı hedeflere sahip olduğunu savundular”. Afganistan bayrağına İslam’ı sembolize eden yeşil renk yeniden eklendi (Wahab ve Youngerman 2010: 167). Devlet fonlarıyla Kuran ve dinî eserler basılmaya başlandı. Başbakanlığa bağlı bir İslam İşleri Dairesi kuruldu ve tarihte ilk kez ulema ve mollaların toplandığı bir konferans düzenlendi (Karmal 1981: 571). Reformlar sonucu 251 yeni cami inşa edilip 1500 tekke ve mescit de restore edildi (Sabir 1988: 37). Hacca gidecekler için devlet fon ayırmaya ve Sovyetler Birliği’nin “din düşmanı bir ülke olmadığını göstermek amacıyla” mollaları Sovyetler Birliği’ne ziyarete götürmeye başladı. Burada onları Sovyet Orta Asya Müslümanları Başmüftüsü Ziyaüddin Babahanov (1908-1982) karşıladı ve Afgan mollalara Semerkant ve Buhara gibi kutsal mekânları, camileri gezdirerek “Sovyetlerin Müslümanlara düşman bir ülke olmadığını” söyledi. Muhalefete göre “göz boyamaktan ibaret” olan bu girişimlerin rejime hiçbir faydası olmamıştı. Öte yandan mücahitler tarafından rejimle iş birliği yaptıkları gerekçesiyle öldürülen yüzlerce din görevlisi [16] rejimin “din açılımının” mücahitlerin iddia ettiği kadar başarısız olmadığını da göstermektedir. Zaten bütün aleyhteki propagandaya rağmen Afgan cihadının liderlerinin geleneksel mollalar olmadığı bilinmektedir. Mollaların büyük bölümü Sünni geleneğe uygun olarak iktidarda kim varsa onunla uyumlu çalışma eğilimindeydiler. Mücahit liderlerin çoğu aslında mühendislik, hukuk vb. fakültelerden mezun, seküler eğitim almış yeni bir siyasal İslamcı kuşaktan geliyorlardı.

Rejimin güçlenmesi için Halkîlerin korkuttuğu ulusal burjuvazinin de desteği alınmaya çalışıldı. Başbakan Kiştmand ulusal burjuvaziye çağrı yaparak devletin özel işletmelere asla müdahil olmayacağını; hatta yabancı sermayeye de karşı olmadıklarını ilan etti (Kiştmand 1980: 841-843). Kiştmand, “Emin rejimi tarafından haksız yere el konulan tüm arazilerin, dükkanların, taşınır taşınmaz servetlerin yurt dışından dönmeleri şartıyla sahiplerine iade edileceğini” açıkladı (Kiştmand 1980: 846). Devrimin burjuva karakteri düşünüldüğünde bunlar oldukça geç atılmış adımlardı. Halkî dönemdeki parti teorisi “feodalizm tasfiye edilirken yerine kapitalizmin inşa edilmeyeceği, Afganistan’ın ‘kapitalist olmayan yoldan’ kalkınarak ve kapitalizmi atlayarak doğrudan sosyalizme geçeceği” yönündeydi (Evren 1980: 22-24). Parti şimdi gerçekliği hayli zorlayan bu bakış açısından uzaklaşarak Afganistan’ı “feodalizmden kapitalizme geçiş aşamasında bir ülke” olarak tanımlıyor ve ulusal burjuvazinin desteğini arıyordu. Beklenen desteğin geldiğini söyleyebiliriz. Afganistan’ı çeşitli zamanlarda ziyaret eden Aycan Giritlioğlu (1987) ve Hasan Uysal (1989) gibi gazetecilerin döneme tanıklık eden gözlemlerine baktığımızda ulusal burjuvazinin parti içindeki gücü açık biçimde görülebilmektedir (Giritlioğlu 1987: 33-35; Uysal 1995: 39).

12. Rejimin Desteği Ne Ölçüdeydi?

ADHP rejiminin Kızıl Ordu sayesinde ayakta durduğu ve Kızıl Ordu çekilir çekilmez “24 saat bile dayanamayacağı” (Türkiye, 10 Ekim 1983) iddialarına rağmen 1980’lerin ortalarına gelindiğinde rejim, Sovyet askeri varlığı olmasa da kendini koruyacak güce ulaşmış durumdaydı. 1986’da Afgan ordusunda 763 tank, 1.225 zırhlı personel taşıyıcı, 2.609 top, 226 savaş uçağı ve 89 helikopter bulunmaktaydı (Olikev 2011: 68). Jandarma teşkilatı olarak örgütlenmiş Sarandoy kuvvetleri 1980’de sadece 14.000 mevcuda sahipken; 1981’de 32.000, 1983’te 54.000, 1987’de 98.000 kişiye ulaşmıştı (Grafik 2). Adı muhaliflerce hiç de iyi anılmayan gizli polis örgütü KhAD (Khedamat-i Ettela’at-i Daulati) 1980’de sadece 5.000 personele sahipken; bu sayı 1982’de 9.800’e, 1984’te 20.000’e, 1986’da 58.000’e ve 1988’de 68.000’e çıkmıştı (Grafik 3) (Oliker 2011: 33).

tvp080 81y9resim2

Grafik 2. Sarandoy (Jandarma) personel sayısının yıllara göre dağılımı (Oliker 2011: 26)

tvp080 81y9resim3

Grafik 3. İstihbarat Birimi (KhAD) personel sayısının yıllara göre dağılımı (Oliker 2011: 33).

Sarandoy ve KhAD’a göre daha gevşek bir örgütlenme ağına sahip olan orduda ise firar sorunu halledilememişti. Özellikle sınır boylarında firar oranları %60-80 gibi yüksek oranlara çıkabilmekteydi (Oliker 2011: 60). Buna karşın yıllar içinde firar oranlarının düzenli olarak düştüğü ve ordu personel sayısının da yukarıya doğru bir ivmeyle yükseldiği görülmektedir (Grafik 4). 1980’de Afgan ordusu fiilen çözülmüş durumdaydı. Ordu mevcudu 45.000 kişiye kadar gerilemişti. Firar %30 (25.000 kişi) oranındaydı. 1981’den sonra asker sayısı ortalama olarak 1978 öncesi personel sayısı olan 80.000-90.000 civarına çıkarken firar oranları %30 oranında devam etti (Olikev 2011: 61) ve bu nedenle asla hedeflenen sayı olan 120.000 askere ulaşılamadı. Firarilerin bir kısmı mücahitlere katılmakla birlikte büyük kısmı aslında ülke dışına çıkan veya köyüne dönen gruplardı. Nitekim hatıratlara bakıldığında bir kişinin birkaç defa askere alındığını görmekteyiz. Ordunun asker zayiatı (ölü, yaralı ve kayıp) yüksek orandaydı. Asker sayısının 45.000’e indiği 1980’de 1.629 ölü ve yaralı ve 721 kayıp ile yaklaşık %5 oranındaydı. Asker sayısının 90.000’e çıktığı 1981’de 6.721 ölü ve yaralı ve 8.644 kayıp ile %17 gibi oldukça yüksek bir orana çıkmıştır ki bu Afganistan’da asıl çarpışmaların Afgan ordusu ile mücahitler arasında yaşandığının bir başka göstergesidir (Olikev 2011: 61). Ordu tecrübe kazandıkça ve gayri nizami güçler devreye girdikçe kayıplar azaldı. Örneğin 1985-1986 döneminde artık %2-%3 gibi görece düşük bir orana gerilemişti.

Öte yandan Karmal rejimi Peştun hâkimiyetinde olan Afgan ordusunu daha kozmopolit bir noktaya taşıdı. 1987 yılına gelindiğinde Afgan ordusundaki subayların %35’i, Sarandoy subaylarının ise %45’i Taciklerden oluşmaktaydı (Olikev 2011: 64). Afganistan tarihinde buna benzer bir olay daha önce hiç yaşanmamıştır. Yine o güne kadar Afgan ordusunda en fazla onbaşı rütbesi verilen Türk (Özbek/Türkmen) kökenliler de ilk kez Raşid Dostum, Resul Pehlivan, Gaffar Pehlivan, Rauf Begi gibi tümen komutanları çıkarmaya başlamışlardı. Ordudaki mevcut kayıp da gayri nizami güçler, milisler ve aşiret kuvvetleriyle kapatılmaktaydı. Aşiret güçlerinin tam sayısını vermek mümkün değilse de 1983-1987 arasında 27.000-30.000 arasında olduğu sanılmaktadır (Olikev 2011: 51). Zaman zaman bir aşiretin tüm üyeleriyle rejimin yanına ya da karşı tarafa geçmesi Afganistan’da sıradan bir olaydı. Yine partinin gençlik ve kadın kollarına bağlı çok sayıda silahlı milis grubu bulunmaktaydı. Rejimin en güvendiği 200 kadar çekirdek silahlı gruptan oluşan bu milis (milişa) kuvvetlerinin 8.000’i kadınlardan oluşmaktaydı ve toplam güçleri 1983’te 18.000, 1983’te ise 35.000 kadardı (Olikev 2011: 54). [17] Riedel’in sözleriyle “Afgan komünistleri gençler, öğrenciler, kadınlar ve etnik azınlıklar arasında kararlı destekçileri bulunan, kendi güçlerine güvenen, aslında Sovyetlerden bile uzun yaşayan faal bir grup”  olarak örgütlenmiş durumdaydılar (Riedel 2014: 28).

Netice olarak o dönemde 130.000 olarak tahmin edilen mücahit güçlerin artık silahlı yollardan hükümeti devirmeleri mümkün görünmüyordu. Nitekim Kızıl Ordu 1989’da çekildikten sonra “2-3 haftada Kabil’i alacaklarını” ilan eden mücahitler (Türkiye 17 Mart 1989) aradan üç yıl geçtikten sonra tek bir kenti bile ele geçirememişlerdir. Latin Amerika’da çok sayıda örneği olan gerillanın bir şehri ele geçirip uzun süre elinde tutabilmesine benzer bir örnek Afganistan’da hiçbir zaman yaşanmamıştır.

tvp080 81y9resim4

 

Grafik 4. Afgan ordusu ve firarilerin yıllara göre dağılımı (Oliker 2011: 61)

ADHP’nin kendi militan ağı dışında kontrol ettiği alanlar teknik olarak nüfusun %20’sini temsil eden kent merkezleri ile bazı aşiret bölgelerinden ibaretti. Özellikle güneyde Peştun kabileleri arasında rejimi siyasal olarak olmasa da “kan ve aşiret bağları nedeniyle destekleyen” önemli aşiretler vardı (Roy 1990: 177-178). Kuzey vilayetlerde Özbekler arasında parti oldukça güçlüydü. İsmailî ve Hindu azınlıklar hemen hemen bütünüyle rejimi desteklemekteydi. Öte yandan rejimin ülkenin merkezindeki Hazaracat’ta hemen hiçbir etkisi yoktu. Karmal’ın parti üyelerinin nerdeyse yarısının şehirli Taciklerden oluşmasını sağlamasına rağmen (Halliday ve Tanin 1998: 1363) kuzeydoğudaki kırsal alanlarda yaşayan Tacikler arasında da rejim desteklenmiyordu. Bunun en önemli sebebi “anti-komünizmden” çok iktidarın Peştunlara ait olduğunun düşünülmesiydi. Aslında öğretmen ve öğrenci sayılarına bakılarak ADHP rejiminin “güç haritası” çıkarılabilir. Tahmin edileceği üzere cihadın güçlü olduğu bölgelerde öğretmen ve öğrenci sayısındaki düşüş daha çoktu. Örneğin 1978 ila 1990 arasında rejimin görece güçlü olduğu kuzey bölgesinde görev yapan öğretmen sayısı 3.031’den 2.038’e (kayıp oranı %33) ve öğrenci sayısı 129.000’den 81.000’e (kayıp oranı %37) inmişti. Cihat hareketinin güçlü olduğu bölgelerde ise düşüş oranları çok daha dramatikti; Pakistan sınırındaki güney bölgelerinde öğretmen sayısı 1978-1990 yılları arasında 2.891’den 251’e (kayıp oranı %91) öğrenci sayısı da 84.000’den 17.000’e  (kayıp oranı %79) gerilemişti. Tacik direnişinin yoğun olduğu doğu bölgelerinde de aynı yıllar içinde öğretmen sayısı 1.022’den 73’e (kayıp oranı %93), öğrenci sayısı 34.000’den 6.000’e (kayıp oranı %80) gerilemişti. Rejimin en güçlü olduğu yer olan başkent Kabil’de ise öğretmen kaybı %8 gibi önemsiz bir orandaydı, öğrenci kaybı ise sıfırdı (Samady 2001: 76).

ADHP’nin halk desteği ne orandaydı? Parti liderlerinden Zaher Tanin 1998 yılında yayınlanan bir makalesinde halk desteğinin %15 ila %20 arasında olduğunu iddia etmiştir (Halliday ve Tanin 1998: 1367). Burada şehir nüfusunun baz alındığı söylenebilir. Şehirlere yapılan hızlı göç bu iddiayı kuvvetlendirmektedir. Afgan mülteci meselesine odaklanmış tüm değerlendirmeler Afganistan’dan dışarıya yapılan göçe odaklanmış durumdaydı. Oysa dışarıya göç kadar ülke içinde de kalabalık kitleler yer değiştirmekteydiler. Mücahitlerin denetiminde olan kırsal bölgelerden de ADHP’nin denetiminde olan şehir merkezlerine yoğun bir göç vardı. 1978’de %14 olan kentli nüfusu bu göç nedeniyle 1985’te %19’a, 1991’de %21’e çıkmıştı. 1980 yılında 740.000 olarak tahmin edilen Kabil’in on sene sonra (1990) nüfusu üç milyona yaklaşmış durumdaydı (Uysal 1996: 60). Elbette kentlere göç eden insanların her birinin “komünist rejimin” taraftarı olduğu iddia edilemez, ancak rejimin kalesi olan Kabil’in nüfusunun üç kattan (veya daha fazla) fazla artışı insanların başkenti güvenli bir liman olarak gördüklerini göstermektedir. Pakistan’a yapılan göçler üzerine çok sayıda çalışma varken mücahitlerin denetimi altında olan kırsal alanlardan rejimin denetimindeki bölgelere yapılan göçün hiç dikkat çekmemesi oldukça ilginçtir. [18]

1987 seçimleri de bir diğer veri kaynağı olarak görülebilir. 1987 Anayasası gereği “emperyalizme ve siyonizme hizmet etmeyen her düşüncede partinin” kurulması ve seçimlere katılması izni çıkmıştı. Nisan 1988’de yapılan genel ve yerel seçimlerde ADHP yanlısı parti, işçi sendikalarından ve kadın kollarından gösterilen adaylar toplamda %28.5 oy almışlardı. ADHP dışı sol gruplardan Afganistan Emekçiler Örgütü ve Tahir Badahşi’nin hayatta kalan yoldaşlarının liderlik ettiği Maocu eğilimli Afganistan Emekçileri Devrimci Örgütü (Sazman-i İnkılab-i Zehmetkeşan-i Afganistan/SAZA) de %12 kadar oy topladı (Polat 1989: 28). Bu durumda sol güçlerin %42 oranında oy aldıkları görülmekteydi. [19] Ancak seçimlere katılım oranı mücahitlerin boykotu nedeniyle oldukça düşük kalmış, toplamda ancak 1.547.000 oy kullanılmıştı. Kaç seçmen olduğunu bilemiyoruz ama o dönemde ülkenin yetişkin nüfusu 6 milyon 978 bin civarındaydı. Bu durumda seçmenlerin ancak %25’inin oy verdiğini söyleyebiliriz. Sonuç olarak ADHP’nin yan örgütleriyle birlikte aldığı %28’lik oy tüm seçmenlerin %7’sine tekabül etmekteydi. Diğer sol gruplar da katıldığında bu oran ancak %10’un biraz üzerine çıkıyordu. Sol görüşlü adaylara oy vermemekle birlikte rejimle iş birliği içindeki diğer kesimlerle birlikte seçimlere katılma oranı baz alındığında Tanin’in tahminlerinin aşağı yukarı gerçeği yansıttığı görülmektedir. Sonuç olarak Afganistan’daki devrimci topluluk muhaliflerin dediği gibi “mikroskobik” bir kitle (Manzar 1983: 63) değildi ama 12-13 milyonluk bir ülkede devrimi uzun süre taşıyabilecek kadar güçlü bir kitlesel desteği de yansıtmamaktaydı.

Öte yandan ironik olarak %15-20’lik etki alanına rağmen ADHP’nin Afganistan’ın “en güçlü” partisi; hatta ülkeyi bir arada tutabilme potansiyeline sahip tek örgütlü gücü olduğunu da söylemeliyiz. Bu sadece ADHP’nin şehirleri elinde tutmasından ve okuryazar tabakaların, profesyonel askerlerin desteğini aldığı için disiplinli gücünün daha fazla olmasından kaynaklanıyor değildi; rejime karşı olduğu var sayılan %80’in aslında amorf ve apolitik veya örgütsel olarak parçalanmış konumundan kaynaklanmaktaydı. Sonuçta rejime karşı olduğu iddia edilen “%80’lik” nüfus birbirleriyle sürekli olarak çatışan onlarca farklı mücahit gruba bölünmüştü. Her bir mücahit örgütü ülkenin ancak bir bölümünde etkindi. ADHP ise her kentte örgütlüydü ve her etnik gruptan kadroya sahipti. Bu bakımdan ADHP’nin Afganistan’daki yegâne birleştirici yapı olduğu söylenebilir. Aslında ADHP’yi 14 sene boyunca iktidarda tutan ne Sovyet desteği ne de kendi silahlı gücüydü; Afganistan’da onun yerini tutabilecek alternatif bir İslami çatı örgütünün bir türlü inşa edilemeyişiydi. Nitekim ADHP’nin çöküşü ile birlikte tüm bürokrasinin, devlet kurumlarının ve aslında Afganistan’ın kendisinin de çökmesinin en mantıklı açıklaması budur.

Sonuç olarak 1985-1986’da artık ADHP rejiminin kendisini koruyacak gücü olduğu görülmekteydi ve çarpışmalar aslında bir iç savaş olarak devam etmekteydi. Öte yandan Sovyet askerinin varlığı Afganistan’da bir iç savaş yaşandığı gerçeğini örterek işgale karşı direnen bir halk olduğu algısını yaratmak için kullanılmaktaydı. Gerçekte ise en yoğun çatışmalar her dönemde Afgan ordusu ile mücahitler arasındaydı. Uzun dönem arazide dolaşan ve özellikle Pakistan üzerinden Afganistan sınırını geçen gazetecilerin anılarına bakıldığında Sovyet askerleriyle mücahitler arasında tek bir çatışmaya bile şahit olmadıkları görülmektedir. Şahit olunan tüm çatışmalar Afgan ordusu ile mücahitler arasındadır (Roy 2015; Bayazıt 2018). Güney köylerindeki ve Pakistan sınırlarındaki köylerin bombalanmasına dair olayların büyük bölümü aslında Kızıl Ordu’nun değil Afgan ordusunun faaliyetleriydi. İki ordu da aynı uçakları kullandığından ayrım yapmak zordur. Ancak “köylerin Sovyet uçakları tarafından bombalandığı” iddiası doğal olarak daha çok ses getirmekte ve “süper bir güce direnen mazlum millet” imajının oluşmasına daha çok hizmet etmekteydi.

13. Necibullah’ın Revizyonu

Babrak Karmal’ın mücahitler karşısında başarısız olması nedeniyle artık Afganistan’dan çekilmeyi düşünmeye başlamış olan Gorbaçov ve Sovyet liderliği ile ADHP önderleri Karmal’dan daha aktif ve halkla daha yakın biri olarak gördükleri eski KhAD şefi Dr. Necibullah’ı (1947-1997) başa geçirmekte uzlaştılar. Karmal, “kızağa çekilerek” Sovyetler Birliği’ne gitti ve ölümüne kadar (1996) Rusya Federasyonu’nda yaşamını sürdürdü. [20] Necibullah muhalefetle uzlaşma yolları aramaya başladı. ADHP’nin ideolojisini Marksist esintilerden tamamen uzaklaştırarak İslâmî kesimleri de partiye davet etti. 1987’de yapılan anayasal değişiklikler ile devletin resmi adı olan Afganistan Demokratik Cumhuriyeti’ni Afganistan Cumhuriyeti olarak değiştirdi. Anayasa’ya “ülkenin resmi dininin İslâm olduğu”, “devlet başkanının müslüman kökenli olması gerektiği” gibi maddeler eklendi.  1990’da Anayasa’nın yenilenen 1. maddesinde Afganistan “bağımsız, üniter ve İslâmî” bir devlet olarak tanımlanıyordu. Partinin 1987 tarihli yeni tüzüğünde artık Marksizm-Leninizmin izinde olduğu iddiası yer almamaktaydı (EHDHA 1987). ADHP’nin adı da “farklı toplumsal kesimleri kucaklama” iddiasıyla Hizb-i Vatan (Vatan Partisi) yapıldı. 1987 Anayasası  ile “Siyonizmi, emperyalizmi, ırk ayrımcılığını savunmamak” şartıyla farklı görüşte partilerin de kurulmasına izin verilerek parlamento seçimleri yapıldı. Yukarıda da söylendiği üzere çeşitli sol eğilimli partiler meclise girdiler. Yine Necibullah, Peştunlar dışında kalan etnik gruplarla da arasını düzeltmeye çalıştı. Sitem-i Milli (SAZA) yeniden yasallaşırken, orduda Peştun dışı unsurlar, özellikle Özbekler önemli mevkilere geldiler. Özbek komutanlardan Raşid Dostum’un komuta ettiği 53. Mekanize Piyade Tugayı hükümetin en güvenilir askeri birliği hâline gelmişti.

1980’lerin ortalarından itibaren Afganistan’da çatışma artık belirli bir dengeye oturmuş durumdaydı. Rejimin ayaklanmaları bastıracak ve tüm kırsal coğrafyaya hâkim olacak gücü yoktu. Mücahitler de kentleri ele geçirip iktidarı alabilecek durumda değildi. 1986’da Gorbaçov artık Sovyet askerlerinin çekilebileceğini; zira ADHP rejiminin kendisini koruyabilecek güce kavuştuğunu belirtmekteydi. Sovyet askerleri çekilirken mücahitler arasında da belirgin bir çözülme başlamıştı. Bazı gruplar açısından Rusların gidişi ile cihat amacına ulaşmış durumdaydı. Ama daha radikal kesimlere göre asıl savaş şimdi başlıyordu ve bundan sonra cihat “Sovyet zulmü altındaki” Orta Asya cumhuriyetlerine, hatta Moskova önlerine taşınacaktı. Radikallerin “son komünist ölene dek savaşın devam edeceği” (Bayazıt 2018: 80) şiarına karşılık ılımlı gruplar ve bazı Şii örgütler silah bırakmaya veya rejim tarafına geçmeye başladılar. 1988-1989 arasında 30.000 civarı mücahit silah bıraktı ve bir kısmı rejim güçlerine katıldılar. 130.000 kadar mülteci geri döndü. Necibullah Kiştmand’ı başbakanlıktan alarak 1988’de ADHP ile hiçbir örgütsel ve ideolojik bağı olmayan eski siyasetçilerden Muhammed Hasan Şark’ı başbakanlığa getirerek merkeze çekilme sürecini hızlandırdı. Bütün bunlar Afganistan’da “normalleşme” olarak görülen sürecin başlaması olarak yorumlanmıştı.

1987’de Cenevre’de Sovyet askerlerinin çekilme şartları tartışılırken mücahit gruplar da hükümetle görüşmelere davet edildiler. Ancak başta Hikmetyar ve Sayyaf olmak üzere belli başlı mücahit liderleri barış görüşmelerini protesto etme kararı aldılar. Onlara göre savaş ancak komünist yönetim sona erince kazanılmış sayılacaktı. Aksi halde yapılan tüm barış görüşmeleri ADHP rejiminin meşrulaşması anlamına gelmekteydi (Hikmetyar 1988: 197; Sayyaf 1988: 202). Böylece görüşmeler tıkanmış oldu. Ancak dünya kamuoyu nezdinde hükümet barışı inşa etmeye çalışan, mücahitler ise savaşın devamını isteyen taraf olarak görülmeye başlandı. Cenevre görüşmelerinde mücahit gruplardan özellikle Hizb-İslami’nin uzlaşmaz tutumu Afganistan’ın geleceği hakkında şüpheler uyandırmaya başladı ve eğer ADHP rejimi çökerse Afganistan’ın kaosa sürüklenebileceği görüşü o döneme kadar mücahitlere koşulsuz destek veren taraflarda bile tartışılmaya başlandı (Sayyaf 1988: 203). ADHP liderleri de benzer bir şekilde “eğer Afganistan devrimi yenilgiye uğrayıp mücahitler iktidara gelirse Afganistan diye bir ülkenin kalmayacağını; zira mücahitlerin devleti yönetecek bilgi, kapasite ve vizyona sahip olmadıklarını, bildikleri tek işin hastaneleri, okulları, altyapı sistemlerini tahrip etmek olduğunu” savunuyorlardı (Sabır 1988: 37). ADHP Türkiye temsilcisi Abdul Samed kendisiyle yapılan bir röportajda mücahitler için “Buyrun yönetin desek ülkeyi yönetecek bir programları yok, birbirleriyle yapmakta oldukları savaşı şiddetlendirerek kan dökmeye devam edecekler.” diyordu (Samed 1988: 41).

14. Çöküş’ten Sonra

1989’da son Sovyet askeri birliği de çekildikten sonra tüm yorumcular ADHP rejiminin birkaç haftaya çökeceğinden emindi. Romantik yayınlar bunu 24 saate indirirken bazı “serinkanlı” gözlemciler altı ay süre tanımaktaydılar. ADHP ise “devrimi savunmaya hazır” 400 bin milis ve askere sahip olduklarını, Sovyet askerlerinin çekilmesinin kendileri için bir anlamı olmadığını belirtmekteydiler. Gerçekten de 1989 baharında mücahit örgütlerin Celalabad ve diğer kentleri ele geçirmek için başlattıkları genel saldırı büyük bir bozgunla sonuçlandı. Bağımsız gözlemcilere göre 1989 yenilgisi mücahitler açısından on yıllık askeri başarılarını sıfırlayacak düzeydeydi. Yenilginin en büyük sebepleri arasında koordinasyonsuzluk, farklı grupların birbirlerine güvenmemesi ve adları artık daha fazla duyulmaya başlayan “Araplar” adı verilen “uluslararası cihadistlerin” (yani Bin Ladin grubunun) teslim olan Afgan askerlerine uyguladıkları vahşete şahit olan halkın tepkileriydi.

Sonuç olarak rejimin Sovyet askeri olmadan da ayakta kalacağı anlaşılmıştı. Eğer Doğu Bloğu çökmeseydi ADHP/VP rejimi muhtemelen yıkılmayacaktı. Sovyet askerler çekilmesine rağmen ABD ve Batı dünyası Afganistan’da demokratik bir çözümü tıkamak için mücahitleri silahlandırmaya devam etti ve görüşmelerin kesilmesine destek oldu. Sonuç olarak Sovyetler Birliği dağıldığında Yeltsin’in Afganistan’a yapılan tüm yardımları kesmesi sonucu halen Amerikalılardan yardım almaya devam eden mücahitler avantajlı duruma geçtiler. Gerçi Rusya’dan hiçbir askeri yardım alamamasına rağmen Necibullah iktidarının yine de ayakta kalma şansı vardı. Savunma Bakanı Şahnavaz Tanay ve Özbek milislerin komutanı Raşid Dostum gibi liderler arasındaki çekişmeler Vatan Partisi’nin birliğini dağıtmasaydı mücahitlerin Nisan 1992’de başkent Kabil’e girmeleri pek mümkün görünmemektedir. Sonuçta “eski komünistlerle” uzlaşan mücahit birlikleri Kabil’e girdiler. Necibullah ülkeden kaçmaya çalıştıysa da başarılı olamadı ve BM elçiliğine sığındı. Onun BM elçiliğindeki zorunlu ikameti Taliban kuvvetlerinin 1996’da kente girip eski devlet başkanını vahşice katledip bir elektrik direğine asması ve bu şekilde Afganistan’ı nasıl bir idarenin beklediğinin ilanıyla sona erecekti.

Kabil’in düşüşü mücahitlerin iktidara gelmeleri durumunda Afganistan’ın ülke olarak çökeceği kehanetini de haklı çıkardı. Bahar ayları boyunca Kabil’deki yağma dönemin şahitlerince ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Kentteki tüm elektrik kablolarından trafik işaretlerine, devlet dairelerinin kapı pencere ve çerçevelerine, resmi araçlardan erzak depolarına kadar kamuya ait her şey yağmalandı ve pazarlarda satıldı (Rauf Beg 2001: 69-70). Devletin kıtlık yılları için sakladığı beş yıllık erzak ve yakıt depolarının tamamı, merkez bankası, döviz rezervleri tamamıyla yağmalandı. Dünyanın en nadide arkeolojik buluntularına ev sahipliği yapan ve Afganistan’ın 7000 yıllık tarihine tanıklık eden Kabil Ulusal Müzesi bu yağmalamanın sonucunda neredeyse bomboş hâle gelmişti. Müzeden 40.000 sikke ve on binlerce eser çalınmış ve bunlar Peşaver pazarlarında koleksiyonculara satılmıştı. Çalınan eserlerin “Afgan cihadının destekçisi olan Batı ülkeleri” ve Japonya’daki özel koleksiyonlara dağıldığı bilinmektedir (Wahab ve Youngerman 2010: 32-33; Feroozi, 2004: 1-18). Yağmadan üniversiteler de payını almıştı. Politeknik fakültesinin bütün arşivi ve laboratuvarları yağmalanıp yok edilmişti (Slavin 2016).

Yağmalar otorite boşluğundan yararlanan güruhlarca değil bizzat mücahit örgütlerce organize ediliyordu. Haftalar boyunca devam eden bu yağmalama olayları o döneme kadar mücahitlere büyük sempati duyan çevrelerce şaşkınlıkla karşılanmıştı. Hâlbuki mücahitlerin iktidarı ele geçirdikleri zaman “ganimet” olarak gördükleri kamu mallarını yağmalayacakları bilinen bir şeydi. Erdem Bayazıt’ın anıları okunduğunda mücahitlerin ülkenin ulusal servetini yağmalamayı başından beri bir “marifet” olarak gördükleri anlaşılmaktadır. Mücahitler ele geçirdikleri köy, kasaba veya askeri garnizonlardaki kamu mallarını düşmandan veya komünistlerden ele geçirilen “ganimet” olarak görmekte ve aralarında paylaşıp pazarda satmaktaydılar (Bayazıt 2018: 242). [21]

Yağmalanan Kabil’i artık sokak savaşları ve sosyal hayatın tamamıyla söndürülmesi bekliyordu. Sinemalar kapatılıp müzik yasaklanırken Afgan televizyonunda çalışan kadınların işine son veriliyor, kız çocuklarının gittiği okullar kapatılmaya başlanıyordu. “Savaş lordları” ülkesine dönüşen Afganistan’da şehirler birbirleriyle mücadele eden sayısız cihatçı örgütün çatışmaları nedeniyle tamamen tahrip oldular. Öyle ki anti-komünist Afgan yazar Esedullah Oğuz, “komünistler zamanında savaştan hiçbir zarar göremeyen Kabil’in mücahitlerin elinde tanınmaz hale geldiğini ve halkın Necibullah dönemini mumla aradığını” belirtmekteydi. Mücahit liderlerden Asıf Muhsini ise “kendilerinin Afganistan’a verdiği zararı Rusların vermediğinden” yakınmaktaydı (Rauf Beg 2001: 23).

1992-1996 arasında Hikmetyar’ın bombardımanı sonucu Kabil’de 50.000’den fazla sivilin öldüğü tahmin edilmektedir. Korku içindeki yüzbinlerce insan savaştan kaçarak Pakistan’a sığınmak istedi. Ama tarihin acı bir ironisi olarak Pakistan mülteci kabul etmeyeceğini belirterek sınırlarını kapattı. Yıllar boyunca Afganistan’daki “komünist” rejimden kaçan insanlara ev sahipliği yapmakla tüm dünya nezdinde insancıl ülke imajı çizen Pakistan artık “komünizm” çöktüğüne göre mülteci kabul etmeyi gerekli görmüyordu. Daha da ötesi tüm dünya Afganistan’ı unutmuş durumdaydı. 1992-2001 arası ülkede yaşanan trajedi dünyada hiçbir yankı uyandırmadı. Soğuk Savaş boyunca gündemden asla düşmeyen bu ülke artık kendi kaderine terk edilmişti. Komünizmle mücadele adına Afgan mücahitlerine milyarlarca dolar akıtan Amerikalılar ve Körfez ülkeleri çatışmaları durdurmak ve mültecilere yardım etmek için hiçbir girişimde bulunmadılar. 1998 yılında cihadın liderlerinden Ahmed Şah Mesud safiyane bir edayla Amerikan halkına mektup yazıyor, “Sovyet komünizmine karşı ‘özgür dünyayla’ birlikte savaştıklarını hatırlatıyor, ama komünizmin çöküşünden sonra ‘demokratik ülkelerin’ kendilerini yalnız bıraktıklarından” yakınıyordu. Mesud “ülkenin fanatikler, maceraperestler, aşırıcılar, teröristler, uyuşturucu mafyası tarafından işgal edildiğini söylüyor ve Taliban’a karşı yardım talep ediyordu” (Grad 2015: 391-393). Şah Mesud’un Taliban’ın kurucusu olan Amerikalılardan Taliban’a karşı yardım istemesi trajik bir durumdu. Ancak asıl trajik olan Mesud ve Rabbani’nin, Rusya’dan yardım istemek zorunda kalmalarıydı. Taliban’ın yaratacağı tehlikenin farkında olan Ruslar da yukarıda söz edildiği üzere yardım talebini geri çevirmediler ve Cemiyet-i İslami kuvvetlerine askeri ve lojistik desteğe başladılar. Ancak bu destek de Amerikalılardan çok daha büyük bir yardım almakta olan Taliban’ın zaferini engellemedi.

Amerikalılar Afganistan operasyonuna başladıklarında dünya kamuoyu Afgan cihatçılarının Sovyetlere direndikleri gibi Amerikalılara da büyük bir direniş sergileyeceğini sanıyorlardı. Bu görüş “Afgan cihadının” ve Taliban’ın arkasında büyük emperyal güçlerin olduğunu ve bu grupların Batı dünyasının desteği ile zafere ulaştığını kabul etmek istemeyen romantik bir bakış açısını temsil ediyordu. Taliban’ın kendisini yaratan güçler karşısında hızlı çöküşü bu gerçeği kabul etmek istemeyen kesimler için oldukça şaşırtıcı olmuştur.

Sonuç

Afganistan Demokratik Halk Partisi’nin 1978-1992 yılları arasındaki iktidar deneyimi Marksist çevrelerde hatırlanmak istenmeyen bir miras bırakmıştır. Ancak tam da bu unutuluş nedeniyle Afganistan deneyimi kapsamlı bir şekilde analiz edilmek zorundadır. Afganistan’da yaşanan trajedi, iyi niyetli ancak sekter sol bir siyasetin sonuçlarının incelenmesi açısından oldukça önemlidir ve Soğuk Savaş boyunca ADHP’nin sekter sol siyasetinin Marksizmin eleştirisi için kullanılması, Marksistlerin bu ülkede yaşananlara gözlerini kapamalarına bahane teşkil edemez. ADHP’nin gerçek bir “Marksist” parti olmaması, burjuva demokratik devrim programı çizgisinde bir pratiğe sahip olması da ADHP’nin mirasının yok sayılmasını ve Marksizm adına yaşananlardan bir sorumluluk payı almama çabasını haklı çıkartamaz. ADHP’nin tarihi negatif ve pozitif nitelikleriyle Marksizm ve toplumsal mücadeleler tarihinin bir parçasını teşkil etmektedir.

ADHP, çok genel anlamda, devrimin ilk iki yılı boyunca Lenin’in çocukluk hastalığı olarak gördüğü bir tür “solculuk” yapmıştır. Ülkenin bir anda feodalizmden çıkarılıp modernleşebileceğine inanılması, üstelik bunun da feodallerin fiziki tasfiyesi ve polisiye önlemlerle sağlanma çabası bizlere bunu göstermektedir. Bu açıdan “Afganistan Devrimi” denilen olgu; devrimler tarihinde küçük aydın azınlıkların “halk adına ve halka rağmen” şiarıyla gerçekleştirdikleri Erken Modern Çağ Avrupa’sının ikameci burjuva devrim modellerinin bir tür tekrarı gibidir. Taraki ve Emin devri boyunca (1978-1980) uygulanan bu model en büyük darbeyi aslında Soğuk Savaş süresince sürekli, tekrar edildiği üzere İslami muhalefete değil ülkenin diğer devrimci güçlerine, Sitem-i Milli grubuna, Maoistlere ve çeşitli sol alternatiflere vurmuştur. ADHP’nin tarihsel rolünü karmaşıklaştıran önemli bir husus da Sovyetlerden istenen yardımdır. Aslında Sovyetler Birliği Küba, Etiyopya, Mısır ve Doğu Avrupa’daki birçok ülkeye askeri yardımlar ve müdahalelerde bulunmasına rağmen tüm dünyada en büyük tartışma Afganistan’a yapılan müdahale olmuştur. Bunu da açıkçası Batı dünyasının tek yanlı propaganda gücü ile Afganistan’da bir aktör olarak ADHP’nin rolünü bilinçli biçimde azaltarak Sovyet müdahalesinin etkisine odaklanılması sağlamıştır. Bugün bile kamuoyu, hatta “konunun uzmanları” Afganistan’da asıl olarak Sovyet Kızıl Ordusu ile mücahitlerin savaştığını sanmakta; gerçek çatışmanın ADHP kontrolündeki Afgan ordusu ve partinin sayıları 400.000’i bulan milis, jandarma (Sarandoy) ve polis (KhAD) gücü ile mücahitler arasında yaşandığını bilmemektedir. Bu bakımdan Afganistan’da 1978-1992 arasında yaşananların aslında çok taraflı bir iç savaş olduğunu; ancak dış müdahaleler ile durumun günümüzde “vekâlet savaşı” denilen aşamaya vardığını söyleyebiliriz. Afganistan’da savaşan bütün taraflar dış dünyanın yoğun desteğini almışlardır.

ADHP’nin hatalarından yola çıkarak ADHP deneyimini sosyalizm tarihi açısından bir “utanç kaynağı” olarak görmek kanımızca bu tarihi yüceltmek kadar romantik bir tavırdır. Bir toplumsal hareket ancak sahip olduğu potansiyeller ve kendisini çevreleyen diğer aktörlerin etkileri ile değerlendirilebilir. Bu nedenle ADHP’nin toprak reformu veya okuma yazma seferberliği gibi reform girişimlerinin başarısız olmasını, bu reformları bilinçli ve sistemli biçimde sabote eden İslami muhalefet ile bu muhalefeti destekleyen ABD, Pakistan, İsrail vb. güçlerin karşı çabaları olmadan değerlendirmek bilimsel ve etik bir tavır değildir. Ciddi zaaflarına rağmen aslen kentli burjuvazinin temsilcisi olan ADHP’nin Afganistan’da birleştirici özneyi temsil edebilen tek yapı olduğu da tarihsel gelişmeler sonucu görülmüştür. Alternatif olarak ADHP’nin karşısına çıkarılan tüm İslami gruplar sadece “devrimci yıkım” siyaseti gütmüşler ve onların bu siyaseti ülkenin tüm altyapısının; hatta bir ülke olarak Afganistan’ın çöküşüne yol açmıştır ki bugün bile Afganistan hiçbir alanda 1980’lerin iktisadi ve sosyal gelişmişlik düzeyini yakalayabilmiş değildir. Nitekim günümüzde kendini hiçbir şekilde sosyalizme yakın hissetmeyen birçok Afgan vatandaşı Karmal ve Necibullah devirlerini Afganistan’ın en iyi yılları olarak görmektedir. Özellikle 1992’de rejimin çöküşünden sonra yaşanan iç savaş ve Taliban eliyle ülkenin Pakistan’ın sömürgesi haline getirilmesi geçmişte ADHP rejimine karşı mücadele etmiş kesimlerde dahi tarihe bakışın değişmesine sebep olmaktadır.

Sonuç olarak ADHP’nin askeri-ikameci yöntemlerle kurduğu iktidarın yol açtığı sorunlar teslim edilirken; partinin Afganistan genelinde kadın ve çocuk hakları konusunda attığı adımları, topraksız ailelere destek olmasını, işçi haklarını anayasal güvence altına almasını veya Peştun olmayan azınlıkların tarihte ilk kez anadilde eğitim ve diğer kültürel haklarının tanınması gibi adımlarını da yok saymak hakkaniyetli bir tavır olmayacaktır. Ayrıca ADHP’nin “başarısızlığının” arkasında bu başarısızlığın en önemli yaratıcıları olan, Afganistan’ı son üç asırdır kontrol altında tutmaktan asla vazgeçmeyen Anglo-Sakson yayılmacılığının payını yok saymanın da bizi sağlıklı bir çözümlemeye götürmeyeceği ortadadır.

Kaynaklar

Almqvist, B. (1986) 1983’te Afgan Savaşı, Sovyetlerin Kullandığı Nazi Taktiklerine Karşı Güçlenen Mücahit Direnişi, çev. Hakan Özdağ, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Ankara.

Arnold, A. (1983) Afghanistan’s Two Part Communism: Parcham and Halq, Hover Institution Press, Stanford.

Atkinson, D. (2015) The Left Radical of Afghanistan [Chap-e Radikal-e Afghanistan]: Finding Trotsky after Stalin and Mao? South Asia Multidisciplinary Academic Journal Free-Standing Articles.

Baryalai, M. (1986) “Ulusal Gelenekler Devrime Hizmet Ediyor”, Yeni Çağ 4(262).

Bayazıt, E. (2018) İpek Yolundan Afganistan’a, Ketebe Yayınları, İstanbul.

BDHK/Birinci Doğu Halkları Kurultayı/Bakü Belgeler (1999), çev. Yavuz Aslan, İstanbul: Kaynak Yayınları.

Benningsen A. K. (1997) “Sovyet Müslümanları ve İslam Dünyası”, Çöküş Öncesi Sovyetler Birliği’nde İslamiyet ve Müslümanlar, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara.

Birikim (1980), “Afganistan’ın “Başına” Gelen = Sosyalizm?” Afganistan Olayı Özel Sayısı, Özel Sayı 3.

Bose A. C. (1970) “The Indian Revolutionaries and the Bolsheviks, Their Early Contacts 1918-1922”, Journal of Critical Perspectives on Asia, 8(3).

Bottomore T. (1993) Marksist Düşünce Sözlüğü, çev. Mete Tunçay, İletişim Yayınları, İstanbul.

Boulouque, S. (2000) “Afganistan’da Komünizm”, Komünizmin Kara Kitabı, der. Stépahen Courtois vd., çev. Bülent Tanatar vd., Doğan Kitapçılık, İstanbul.

Braithwaite, R. (2011) Afgantsy: The Russians in Afghanistan 1979-1989, Oxford University Press, New York.

Budhraj, Vijay (1972) “The Communist International and Indian Politics”, Socialism in India, ed. B. R. Nanda, Vikas Publication.

Carr, E. H. (2015) Sovyet Rusya Tarihi, Bolşevik Devrimi 3 (1917-1923), çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul.

Direnen Afganistan, Kollektif (1980), Su Yayınları, İstanbul.

Dağcı F. (1985), Savaşan Afganistan, Rahmet Yayıncılık, İstanbul.

Dupree, L. (1982) “Afghanistan Viii. Archeology” Encyclopaedia Iranica, Fasc. 5.  525-544, http://www.iranicaonline.org/articles/afghanistan-viii-archeo.

EHDHA (1987) Esasiname-yi Hizb-i Demokratik-i Halk-i Afghanistan (Afganistan Demokratik Halk Partisi Tüzüğü) Matbaa Aryan, Kabil.

Engin, E. (1982) Afganistan Devrimi, İşçinin Sesi Yayınları, Mornin Litho Printers.

Enver Hoca (2011) Ortadoğu Üzerine Düşünceler, çev. Hasan Asgar Gürgöz, Evrensel Yayınları, İstanbul.

Erman, K. (2017) Afganistan’da Sovyet Nüfuzu ve İşgali Etkileri ve Sonuçları, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi.

Evren, R. (1980) Afganistan Gerçeği, Haziran Yayınları, İstanbul.

Farhang, M. S. (1993) Afganistan der Panc Karn (20.Yüzyılda Afganistan), Ahir Yayınevi, Meşhed.

Ferrie, J. (2009) Pakistan: Minorities at Risk in the North-West, Minority Rights Group International, London.

Gall C. (2004) A Hoard of Gold That Afghanistan Quietly Saved, https://archive.nytimes.com/www.nytimes.com/learning/teachers/featured_articles/20040625friday.html/.

Giritlioğlu, A. (1987) “Afganistan İzlenimler”, Nokta, sayı 15.

Grad M. (2015) Mesud, Efsanevi Afgan Liderin Farklı Bir Portresi, çev. Seval Yılmaz Crump, Matbuat Yayınları, İstanbul.

Gorshenina, S. & Rapin, C. (2006) Kabil’den Semerkand’a Arkeologlar Orta Asya’da, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

Gramsci, A. (1998) Komünist Parti’ye Doğru, çev. Celal A. Kanat, Belge Yayınları, İstanbul.

Grissmann, C. (2009) “Kabul Museum” EI, Vol. XV, Fasc. 3, pp. 318-323. http://www.iranicaonline.org/articles/kabul-museum/.

Hale, C. (2003) Himmler’s Crusade: The Nazi Expedition to Find the Origins of the Aryan Race, John Wiley & Sons, Hoboken.

Halliday F. (1978) “Revolution in Afghanistan”, New Left Review, 1/12.

Halliday, F. (1980) “ War and Revolution in Afghanistan”, New Left Review, 1/119.

Halliday F. & Tanin, Z (1998) “The Communist Regime in Afghanistan 1978-1992: Institutions and Conflicts”, Europe-Asia Studies, 50:8.

Hikmetyar, G. (1988) “Gulbeddin Hikmetyar’ın Cenevre Görüşmeleri İlgili Beyanı”, Dış Politika, sayı 2, Risale Yayınları, İstanbul.

Hobsbawm, E. (2008) Devrim Çağı 1789-1848, çev. Bahadır Sina Şener, Dost Yayınları, Ankara.

Hughes, A. (2003) “1649 İngiliz Devrimi”, Batıda Devrimler ve Devrimci Gelenek 1560-1991, der. David Parker, çev. Kemal İnal, Dost Yayınları, Ankara.

Kabaklı, A. (1981) “Afganistan Dağlarında Nur”, Türk Edebiyatı Aylık Fikir Sanat Dergisi, Ekim 1981, sayı 96.

Karmal B. (1980) “Afgan Halkı Devrimi Sarsılmaz Biçimde Koruyacaktır”, Barış ve Sosyalizm Sorunları, Sayı 31.

Karmal, B (1981) “Halkla Kopmaz Bağlar”, Yeniçağ, Sayı 204.

Karmal, B. (1985) Bistumin Salgerd-i Hizb-e Demokratik-e Halq-e Afghanistan, (ADHP’nin Yirmi Yılı) Hizbi Demokratik-e Halq Afghansitan Neşriyat, Kabil.

Kiştmand, S.A.(1980) “Afganistan Devrimimin İkinci Aşaması”, Yeniçağ.

Kiştmand, S. A. (2003) Yaddaşt-ha-yi Siyasi ve Ruydad-ha-yi Tarihi (Siyasi Hatıralar ve tarihi Rolümüz) (3 cilt) Kabil.

Kumar,K. N. (1990) Political Parties in India, Their Ideology and Organisation, Mittal Publications, New Delhi.

Löwy, M. (1999) Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Karl Marx’tan Walter Benjamin’e Siyaset Felsefesi Denemeleri, çev. Yavuz Alogan, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Lyakhovski А. A. (1991) Тайны афганской войны,Планета. (Taynı Afganskoy Voynı/Afgan Savaşının Sırları), Platera Yayınevi, Moskova.

Lyakhovski, A. A. (2007) Inside the Soviet Invasion of Afghanistan and the Seizure of Kabul, December 1979, çev. G. Goldberg ve Artemy Kalinovsky, Cold War International History Project, Working Paper 5, Washington, Woodrow Wilson International Center, https://www.yumpu.com/en/document/read/4099274/inside-the-soviet-invasion-of-afghanistan-and-the-seizure-of-kabul-.

Malawya, H. D. (1965) Sovyetler Birliği ile Az Gelişmiş Ülkeler Arasında Ekonomik İş Birliği, çev. Selahattin Hilav, Gerçek Yayınevi, İstanbul.

Manzar, A. M. (1983) Afganistan Üzerinde Kızıl Bulutlar, Önce Yayınları, Basım yeri yok.

Noorzoy, M. S. (1987) ”Soviet Economic Interest in Afghanistan” Problems of Communism May-June, pp.43-54.

Oğuz, E. (2001) Hedef Ülke Afganistan, Doğan Kitap, İstanbul.

Özfatura, M. N. (1990) Afganistan Destanı, Türkiye Gazetesi, Tüdargem, İstanbul.

Polat, E. (1989) Afganistan’da Halk Demokrasisi Mücadelesi, Yöneliş Yayınları, Diyarbakır.

Pons, S. & Donato, M. D. (2017) Reform in Communism, der. Juliane Fürst & Silvio Pons & Mark Selden, Cambridge University Press.
Beg, R. (2001) Adı Afganistan’dı Talibanların Eline Nasıl Düştü?, Turan Kültür Vakfı, İstanbul.

Riedel, R. (2014) Ne Kazandık: Amerika’nın Afganistan’daki Gizli Savaşı 1979-1989, çev. İkbal Saylık, Matbuat Yayınları, İstanbul.

Roy, O. (1989) Afganistan’da Direniş ve İslâm, Yöneliş Yayınları, İstanbul.

Roy, O. (2015) Kayıp Şark’ın Peşinde, Metis Yayınları, İstanbul.

Rubinstein, A. Z. (1987), Soviet Foreign Policy Since World War II, Little Brown Company.

Saaie, M. A. (2009) Afganistan’da Siyasi Partiler Tarihçesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta.

Saikal, M. (2004) Modern Afghanistan: A History of Struggle and Survival, I.B. Tauris, London.

Samady, S. R. (2001) Education and Afghan Society in the Twentieth Century, United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization Education Sector, Paris.

Slavin, V. I. (2016) Afghan Diaries, Maxpress, http://tatianazimakova.com/геология-без-границ-афганистан-кабул/.

SMP (1984) Soviet Military Power, https://www.cia.gov/library/readingroom/docs/CIA-RDP88B00831R000100210053-2.pdf/.

Petrov, D. (2015). Афганские звезды, Честь, боль и слава, Компания «Металлоинвест» (Afgan Yıldızları, Onur, Acı ve Zafer, Metalloinvest Kumpanyası) http://www.osk-cbs.ru/books/Afganskie_zvezdy.pdf/.

Ratebzad, A (1968) “Şiarha-ye Mebrem Ma” (Önemli Sloganlarımız), Ceride-yi Perçem (Perçem Dergisi), Şomare 1, 1346.

Saikal, A. (2004) Modern Afghanistan, A History of Struggle and Survival, Tauris, New York.

Sayyaf, A. R. (1988), “Abdurrab Rasul Seyyaf ile Görüşme”, Dış Politika, Sayı 2, Risale Yayınları, İstanbul.

Stephanov, A. (1988) “Afgan Halkına Yardım İçin Afganistan’a Girdik”, Dış Politika, Sayı 2, Risale Yayınları, İstanbul.

Sürmeli, İ. ve Duran R. (1980), Afgan Direnişçileriyle, Afganistan Gezi Notları, Aydınlık Yayınları, İstanbul.

Şabbir S. & Alvi A. & Rizvi A. H. (1982) Sovyet İşgali Altındaki Afganistan, çev. İsmail Bosnalı-Abdullah Arslan, Bürde Yayınları, İstanbul.

Tamarov V. (1992) Afghanistan, Soviet Vietnam, çev. Naomi Marcus, Mercury House, San Fransisco.

Tanin, Z. (2012), Afghanistan der Karin Bistem (20. Yüzyılda Afganistan) (1900-1996), Tahran.

Tarzi S. M. (2003) Serdar Mahmud Tarzî ve Anıları, Afgan Aydınlanmasının Mimarı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.

TM (1980) Les Tempes Modernes, Juillet-Aout 1980 No 408-409, Fondateur: Jean–Paul Sartre, Afghanistan, Paris.

Uysal, H. (1996), Adı Afganistan, Öteki Yayınları, Ankara.

Wahab, Sh. & Youngerman, B. (2010), A Brief History of Afghanistan, Infose Publishing.

Regional Health Systems Observatory – EMRO/WHO (2006) Health System Profile Afghanistan, http://digicollection.org/hss/documents/s17666en/s17666en.pdf/.

Zerai, S. M. (1979) “Afganistan’da Yeni Bir Çağın Başlangıcı”, Yeniçağ, 175.

 



[1] Farsçasıyla Hizb-i Demokratik-i Halk-i Afganistan. Aslında daha doğru çevirisi “Afganistan Halkının Demokratik Partisi’dir. Ancak literatüre yerleştiği biçimde kullanmayı tercih ettik.

[2] Bu yıllarda (1978-1979) artık Maocu çizgiyi terk etmiş olan Çin liderlerinin Afganistan’da Sovyet ordusuna karşı silahlı mücadele veren küçük ama aktif Maocu hareketler yerine mücahitleri desteklemeleri tarihin ilginç noktalarından biriydi.

[3] Komünizmi bir idea olarak eleştirmekten ziyade pratik siyasetteki “trajedilere” odaklanan 1000 sayfalık bu “komünizmin suçları” ajandasında Afgan komünistlerine ayrılan bölüm (27 sayfa) hayli genişti ve Küba’dan (23 sayfa) ve Nikaragua’dan (13 sayfa) fazlaydı (Boulouque vd. 923-950). Buradan da “komünistlerin Afganistan’da oldukça yüklü bir sicili olduğu” mesajı verilmekteydi.

[4] Olivier Roy’un anılarında Afganistan’la ilgili nasıl kurmaca haberler üretildiği hakkında ilginç bilgiler bulunmaktadır. 1980’li yılların başındaki seyahatlerinden birinde Roy ve kendisi gibi gazeteci olan eşi Chandal savaş fotoğrafı çekebilmek için aylarca arazide gezinmelerine rağmen hiçbir çatışmaya rastlamazlar. Roy’un eşi savaş fotoğrafı çekememekten şikâyet edince mücahitler, fotoğraf çekebilmeleri için ertesi gün bir Afgan karakoluna saldırabileceklerini söyler. Ertesi gün Afgan karakolu kuşatılır ve ısmarlama çatışma başlar. Karşılıklı birkaç el ateş edilir ve Roy ve eşi istediği fotoğrafları çeker (Roy 2015: 106). Erdem Bayazıt da anılarında ellerine silah tutuşturulmuş 10-12 yaşındaki çocuklarla “komünistlerin” esir alınmasını canlandıran mizansen bir filmi gerçekmiş gibi çektiklerinden söz etmektedir (Bayazıt 2018: 279). Afganistan’ı 1980 yılının ilk günlerinde ziyaret etmiş gazeteci Aydın Engin’le yaptığımız mülakatta da Engin, “Afganistan’da bu işin bir piyasasının oluştuğunu, Batılı gazetecilerin çatışma fotoğrafı çekebilmek için mücahitlerle pazarlık yapıp ciddi miktarda para ödediklerini, çekilen resimlerin çoğunun mizansen olduğunu” aktarmıştır (Yazarla şahsi görüşme, 25.02.2019).

[5] Örneğin Türkçede Barış ve Sosyalizm Sorunları, Fransızca La Nouvelle Critique, İngilizce World Marxist Review gibi farklı isimlerle yayınlanan Sovyet yanlısı partilerin enternasyonal yayın organında 1978’den önce Afganistan’daki siyasi gruplarla ilgili tek bir yazı bile yayınlanmamıştır.

[6] Kitaplar için net tarih veremiyoruz; zira bu yıllarda basılan kitaplarda genellikle tarih, hatta basım yeri bulunmamaktadır.

[7] Bu dönemde kendilerine Müslüman Gençler adını veren gruplar çador giymeyen ve başları açık gezen kadın öğrencilere saldırmaktaydılar. Yaygın saldırı türlerinden biri kadınların yüzlerine asit atmaktı.

[8] Bu hareketler şunlardı: 1970’te ayrılan Hizb-i Cefakeşan-i Afganistan (Afganistan Ezilenler Partisi), 1971’de ayrılan Guruh-i İnkılabi-yi Afganistan (Afganistan’ın Devrimci Halkı) ve Guruh-i Ahger (Özgür Halk),1975’te ayrılan Guruh-i İnkılabi-yi Afganistan (Afganistan Devrimci Halkı) ve 1978’de kopan Sazman-i Azadibahş-i Mardom-i Afganistan (Afganistan Halkının Özgürlük Örgütü).

[9] Maocu hareket günümüzde de Afganistan’da varlığını devam ettirmektedir. Maocuların Afganistan’da günümüzdeki faaliyetleri hakkında bir inceleme için, bkz: Atkinson 2011.

[10] Devrimcilikle komploculuk tarihini birbirinden ayırmanın çok zor olduğu bir ülkenin aydını olarak A. Gramsci, Afgan devriminden seneler önce bu konuyu şu şekilde özetlemişti: “Komünist bir devrim bir darbeyle başarılamaz. Devrimci bir azınlık şiddet yoluyla iktidarı almayı başarsa bile bu azınlık kapitalizmin paralı kuvvetlerinin girişeceği bir karşı darbeyle ertesi gün alaşağı edilecektir. Çünkü hazırlıksız çoğunluk devrimci güçlerin elit tabakasının katledilmesine izin verecektir. Bu nedenle devrimciler için gevşek ve kaygan çoğunluğu hem maddesel hem de moral bakımından örgütlemek zorunludur.” (Gramsci 1999: 23.)

[11] İngiliz diplomat Rodric Braithwaite’ın belirttiği üzere 1980’li yıllarda Sovyet ziraat uzmanlarının yardımıyla ülkenin güney ve doğu bölgelerinde kurulan modern tarım çiftliklerinde oldukça başarılı sonuçlar elde edilmekteydi. Örneğin Celalabad’ta toplam 6.000 tarım işçisinin çalıştığı 6 büyük devlet çiftliği vardı. Burada narenciye, sebze, meyve üretimi haricinde çiftliklere bağlı olarak büyük bir su kanalı, hidroelektrik istasyon, benzin istasyonları, kereste fabrikası, reçel fabrikası da kurulmuştu. Afganistan’ın en büyük sanayi kompleksi olan bu girişimin farklı sektörlerin bir arada bulunup birbirlerini beslemeleri açısından “kalkınmakta” olan ülkeler arasında da bir benzeri yoktu. Ancak ülkenin en büyük sanayi-tarım kompleksi olan bu üretim tesisleri “komünistlerin” yaptığı her işe karşı olan mücahitlerin sürekli olarak saldırdığı alanlar arasındaydı. Tesiste çalışan Afgan işçileri de sürekli ölüm tehdidi alıyordu ve aralarında öldürülenler de oldu. Nitekim Kızıl Ordu’nun ayrılmasının ardından da kompleks mücahitler tarafından yok edilecekti  (Braithwaite 2011: 148).

[12] Öte yandan mücahitlerin öğretmenler konusundaki eleştirilerinde yüzde yüz haksız olduğunu söyleyemeyiz. Gerçekten de ADHP’nin görevlendirdiği öğretmenlerin çoğu aslında meslekten öğretmen olmayan parti militanlarıydı. Eğitimin kırlara yayılması planladığında bu iş için 18.000 kadar öğretmenin gerekli olduğu hesaplanmıştı. Ancak ADHP’nin elinde bu sayıda öğretmen yoktu. Bu durumda partiyle bağları olan heyecanlı ve hiçbir pedagojik eğitimi olmayan gençler hızlı biçimde öğretmen yapılmış ve aynı anda ülkenin dört bir yanına gönderilmişlerdi. Eğitimden çok devrimci propagandaya odaklanmış, her biri kendini Aytmatov’un öykü karakteri Duyuşen sanan bu gençler tahmin edileceği üzere gittikleri hemen hiçbir köyde arzu ettikleri otoriteyi tesis edemediler ve yerel halkın tepkileriyle karşılaştılar.

[13] Mücahitler kadınlara reva gördükleri bu kurala kendileri ne kadar uymaktaydılar? Kızılhaç’ın Pakistan’da kurduğu hastanelerde “hiçbir İslami kaygı ve kurala sahip olmayan” Avrupalı kadın doktor ve hemşirelerin yaralı mücahitleri tedavi etmesi İslami çevrelerde bazı homurtulara neden olmaktaysa da (Dağcı 1985: 107-108) anlaşıldığı kadarıyla kadar ciddi bir sorun teşkil etmiyordu.

[14] Bu sayılar Soğuk Savaş propagandistlerinin gerçekleri nasıl çarpıttıklarını da kanıtlayan ayrıntılarla doludur. Örneğin 1980’lerde ODTÜ tarafından yayınlanan anti-komünist broşürlerden birinde 1983’te Kabil Üniversitesi’nden kaçarak Pakistan’a sığınmış İslam Medeniyeti ve Sanatı profesörü Sayed Muhammed’in verdiği şu bilgileri okuyoruz: “1983 verileriyle Kabil Üniversitesi’ndeki öğrenci sayısı 6.000’e düşmüştür. Bunun da ancak %10’u (600 kişi) erkektir. Bu erkeklerin de çoğu aslında öğrenci değil, rejimin gizli polisi KhAD üyeleri veya parti militanlarıdır.” (Almqvist 1986: 18-19).  Gerçekte ise Kabil Üniversitesi’nde öğrenci sayısı hiçbir dönemde 20 binin altına düşmemişti ve öğrencilerin %70’i erkeklerden oluşmaktaydı. Üniversitenin asıl çöküşü mücahitlerin iktidarı almasından sonra başladı. 1990’da 24.000 olan öğrenci sayısı 1995’te 10.000’e düştü. Taliban’la birlikte de Kabil Üniversitesi’nde eğitim tamamen sona erecekti.

[15] Rodric Braithwaite tanıklıklara dayanarak şu olayı naklediyor: Ağustos 1984’te Paktia vilayetinde mücahitlerin uzaktan kumandayla patlattıkları bir mayın sonucu KhAD’ın (komünistlerin istihbarat örgütü) önde gelen sorumlularından biri ölmüştü. Ertesi gün yanında “çam ağacı gibi uzun dört gençle”  ihtiyar bir adam Paktia’daki Sovyet danışmanını bürosunda ziyaret etti. Bunlar ölen KhAD görevlisinin mücahitlerden yana olan babası ve kardeşleriydi. Karşılıklı sohbet ve içilen çaylardan sonra baba, oğlunun “hangi mücahit grubunca öldürüldüğünü” sordu. Sovyet danışmanı grubun liderinin adını onlara söyledi. İhtiyar ve oğulları danışmana teşekkür ederek “bu işe karışmamalarını ve kendi intikamlarını kendilerinin alacağını” söyleyerek oradan ayrıldılar (Braithwaite 2011: 184).

[16] Mücahitlerce öldürülen din görevlilerinin bazılarının listesi için bkz: Uysal 1995: 95-96.

[17] ADHP milis kuvvetleri ve partinin bir gösterisi için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=mbchP_TKy1g&t=36s.

[18] Aslında Suriye İç Savaşı’nda benzer bir tutum takınıldığı göze çarpmaktadır. Suriye’den kaçan mültecilere taraf olmak istemeyebileceği bir iç savaştan ya da -sadece savaştan- kaçan kişiler olarak değil, “Baas rejiminden kaçan insanlar” gözüyle bakılmaktadır ve tıpkı Afganistan olayında olduğu gibi sadece ülke dışına kaçan mülteciler ilgi odağı olmakta, Baas rejiminin denetiminde olan kentlere kaçan yüz binlerce insan hakkında bir yorum yapılmamaktadır.

[19] Seçim sonucunda 234 sandalyeli mecliste ADHP 46 sandalye, Ulusal Cephe (partinin gençlik kadın ve işçi örgütleri) 24 sandalye, ADHP dışı sol gruplar 45 sandalye almış; 50 sandalye fikrini değiştirmesi umulan mücahitler için boş bırakılmıştı.

[20] Öldüğünde naaşı Afganistan’a getirilip kalabalık bir törenle Hayratan’a defnedildi. Karmal defnedilirken Afganistan’da mücahit örgütler arasında kanlı iç savaş devam etmekteydi ve Taliban ülkede yönetimi ele geçirmek üzereydi. Bu sebeple artık Karmal dönemi nostaljik bir duyguyla hatırlanır olmuştu. Törenin görüntüleri için bkz: https://www.youtube.com/watch?v=4ea02kIngD8&t=7115s.

[21] Bayazıt, Mücahit Eşref adlı birinin çalıştığı fabrikanın kooperatif mallarını nasıl yağmalayıp pazarda sattığını gülerek anlattığına tanık olmuştu ve arkadaşları “bunun hırsızlık sayılmayacağını, ganimet olarak görülmesi gerektiğini” söylemişlerdi. Burada aslında karşımıza Marksist gerilla grupları ile İslami silahlı hareketler arasındaki bir tür program farkı çıkmaktadır. Marksist gerilla hareketlerinde teorik olarak “burjuva devletten” el konulan taşınır ve taşınmazlar örgüt adına “kamulaştırılır”  ve militanın bunları şahsi malı yapmasına veya satarak servet edinmesine izin verilmez. Oysa “ganimetin” beşte dördünü mücahidin şahsi malı sayan İslami silahlı hareketlerde el konulan taşınır ve taşınmazların (hatta savaş “esirlerinin”) onları elde eden savaşçının “özel mülkü” olarak kabul edilmesi yaygın bir uygulamadır ki bu uygulama birçok kişinin cihat hareketine katılma sebeplerinden birini teşkil etmektedir. Öte yandan “ganimet” yoluyla bireysel servet edinme hakkı İslami örgütlere katılımı teşvik etmekle birlikte bu tür örgütlerin alan hâkimiyeti kurma tecrübelerine şiddetli bir kaosun eşlik etmesine yol açmaktadır. Nitekim aynı kaos Irak ve Suriye gibi ülkelerde tekrar etmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar