Üretim Olarak Dil

Üretim Olarak Dil

Jülide Yazıcı

Latince’de alius aynı anda yüksek ve derin anlamlarına, Yunanca’da aidos aynı anda onur ve utanç anlamlarına, Arapça’da tagasmara aynı anda adil olmak ve adaletsiz olmak anlamlarına gelirmiş. Zıtların tek bir dilsel nesne tarafından temsil edilmesi fenomenini anımsatan bir başka örnek de, felsefi dayanakları ve politik çıkarımları açısından birbirlerinin karşısında olan teorik yaklaşımları aynı anda imleyebilen materyalizm kavramıdır. Birbirinden oldukça farklı tezlerin materyalizm adına savunulması, dilin ontolojik, epistemolojik ve politik statüsü üzerine yürütülen tartışmalarda da karşımıza çıkar: bir tür materyalizm, dili madde alanından dışlar. Dil maddenin epifenomeni olmaktan öteye gidemez; bir etki gücüne sahip olmaksızın, yalnızca gerçek dünyanın sonucu, yan etkisi ya da yansıması olarak var olur. Bu yaklaşımın Marksizmdeki izdüşümü, dili altyapının bir yansımasından ibaret olarak ele alır. Günümüzde yürütülen materyalizm tartışmalarındaysa, gerçekliğin dil/söylem içinde kurulduğunun; dilin ve anlamlandırmanın düzeninin toplumsal dünyanın temel maddi bileşenlerinden birini teşkil ettiğinin materyalizm adına savunulduğunu görürüz. [1] Biz ise, yine materyalizm adına, iki pozisyona da temkinli yaklaşılması gerektiğini düşünüyoruz. Büyük ölçüde Lacan’ın dilin bir üretim alanı teşkil ettiği yönündeki fikirlerinden yararlanarak, dilin bir madde düzeyi olduğunu söyleyeceğiz. Dilin ontolojide ve politikada kapladığı yeri kabul etmekle birlikte, ekonomik, toplumsal ve doğal madde düzeyleriyle aynı etki gücüne sahip olmadığını ve son kertede altyapı tarafından belirlendiğini ileri süreceğiz. Bundan hareketle, politikanın söylemsel bir etkinliğe indirgenmesine karşı çıkacağız.

Sovyet dilbilimci Nicolas Marr’in dil teorisi, yukarıda bahsettiğimiz ilk materyalizm türünün tipik örneğidir. Marr dili, altyapının olduğu gibi yansıdığı bir üstyapı unsuru olarak saptar; böylelikle dili, ifade esnasında hiçbir ekleme ya da eksiltme işleminin yapılmadığı, tam geçirgen bir yapı olarak kabul etmiş olur. Marr için dil, içsel işleyiş dinamiklerinden yoksundur, bu sebeple dili oluşturan her unsur ve dilde gerçekleşen her değişim, dil dışı etmenlerden kaynaklanır. Bu, dili, ontoloji literatüründe, herhangi bir sonuca ve ürüne sebebiyet vermeyen, etkisiz yan ürün olarak tanımlanan epifenomen kategorisi altına yerleştirmektir. Dil ne kendisini doğuran doğal ve toplumsal koşullar üzerinde, ne kendisi üzerinde, ne de düşüncenin şekillenmesi üzerinde bir etkiye sahiptir, o yalnızca belirli maddi olguların sonucudur. Dilin bu biçimde ele alınmasının birkaç mantıksal sonucu vardır. İlk olarak, dilsel yapı ve süreçler, dışsal faktörlere başvurarak, diğer bir deyişle tarihselleştirilerek ele alınmalıdır. İkinci olaraksa, doğrudan ampirik referansa sahip olmayan ve tarihselleştirilemeyen unsurları dilin başıboş kullanımından doğan etkisiz ve anlamsız söz oyunları olarak nitelenmelidir, ki bu genellikle, temelde dilsel bir yapı olan kuramsal alanın ve politikada belirli bir yer kaplayan ideolojik/söylemsel alanın etkisiz ya da ürünsüz, kuramsal ve ideolojik faaliyetin nafile olduğunun söylenmesiyle sonuçlanır. Dilsel pratiğin ürünü hiçle eşdeğerdir.

Jacques Lacan, materyalist bir dil teorisinin dili üretken kabul etmesi gerektiğini söyleyerek dilin gerek üstyapı olarak gerekse nominalistlerin ya da mantıkçı pozitivitlerin yaptığı gibi iletişim aracı olarak düşünülmesine karşı çıkar. Hem teorik ve ideolojik mücadelenin gerekliliğini hem de ampirizme düşmeden bilimin geçerliliğini savunabilmek, gerçekten ancak Lacan tarafından önerilen “dil bir üretim alanıdır” tezinin kabul edilmesi durumunda mümkün görünmektedir. Dilin üretim olarak tariflenmesi, dilsel yapının tamamıyla dilin dışarısı tarafından belirlendiği tezinin karşısında yer alır. Bu, dilsel yapının belirlenmesinde dil içi faktörlerin etkili olduğunu söylemektir. Burada tercih edilen üretim kavramının önemli bir özelliği pozitif bir anlama sahip olmasıdır. Dilin kendi içsel yapısı içinde üretilen unsurların, uçucu, fuzuli ya da ihmal edilebilir çıktılar olmadığını ifade eder. Lacan için, dilsel pratiğin ürünü tayin edici niteliktedir. Lacan’a göre, dilin dışarısına erişim yoktur, çünkü dışsal gerçeklik dile olduğu gibi yansımaz, gösteren ile nesne arasında, dilin üretken faaliyeti sebebiyle bir kopukluk vardır. Bu yüzden dil, ideolojik ve kuramsal mücadelenin içinde gerçekleştiği, sınırları aşılamaz alanı oluşturur. Lacan’ın önerdiği özne teorisinin temelinde de dilin tayin edici rolü yatmaktadır. Ona göre, bilinçdışı biyolojik içgüdüler kümesi olmaktan ziyade bir dilbilimsel gösterenler sistemidir. Tomsic’in makalesinde belirttiği gibi Lacan’la birlikte “özne dil ile ne yapar?” sorusu tersine çevrilerek “sözcükler özne ile ne yapar?” halini almıştır.

Dilin üretken karakterine ilişkin tez aynı zamanda epistemoloji ve bilim felsefesi tartışmalarına da katkı sunar. Bilgi nesnesinin gerçek nesneye tekabül ettiğini varsayan ve bilimlerin gizli ideolojisi olan ampirizmden uzak durmanın yanında, bilimsel önermelerin objektivitesini ve geçerliliğini savunmak, bilimin geçerlilik ölçütünü kuram içi unsurlardan aldığını söylemeyi gerektirir. Dilsel pratiği nafile kabul eden bir pozisyon, bilimin gerçek nesneden ayrı ve dil temelinde yükselen bir yapı olmasını, bilimin önermelerine güvenilmemesi gerektiği şeklinde yorumlayacaktır. Oysa, dilin üretim olduğu tezi, kuram içi doğruluk ölçütlerinin temellendirilmesi için bir zemin sunmaktadır. Bu sebeple, Lacan ile, teorisinin temelinde bilimi ampirist sorunsaldan çıkarma çabası bulunan Althusser arasındaki kavram ortaklığı tesadüf değildir. Althusser bilimsel pratiği bir üretim pratiği olarak tanımlarken tam da bilimin gerçeklikte var olanı keşfetmekten farklı bir şey yaptığını, yeni bir şey ürettiğini söylemektedir. Bilimin ürünü olan bilgi, gerçek nesneye tekabül etmez ve epistemik değerini bir üretim sonucunda gerçekleşmiş olmasından alır. Bu, bilgiyi tarihselleştirilemez kılar. Althusser, bilime ilişkin çalışmalarında Lacan’ın düşünce ve kavramlarına, en azından açıkça, yer vermemiştir; fakat Lacan’ın dile ilişkin tezleri Althusser’in teorisinin temellendirilmesine ve geliştirilmesine katkı sunacak potansiyeller içermektedir.

Dilin üretim olduğu fikrinin bir diğer boyutu, hem dilin durağan olmadığına, hem de dilsel değişimlerin ya da yeniliklerin rastgele olmadığına işaret etmesidir. Althusser’in tanımını hatırlayacak olursak, üretim belirli üretim araçlarının kullanılarak belirli hammaddelerin dönüştürülmesi işlemidir. [2] Lacan’ın kullanımı da paralel gönderimlere sahiptir. Lacan gösteren (signifier) ile gösterilen (signified) arasındaki ilişkiyi koparır ve gösterilen karşısında gösterene öncelik verir. Gösterenlerin özerk bir düzeni vardır, ve birbirlerine gönderimde bulunurlar. Bu hamlesi, gösterenlerin gösterilenlerle sabitlendiği tam kararlı ve kapalı bir sistem olarak kurgulanmasının karşısında dilin kararsız ve dolayısıyla değişken bir yapıda olduğunu savunmasını mümkün kılar. Bununla birlikte Lacan, dil içinde “kapiton noktası” dediği olumsal limitler ve kısmi sabitlemelerden bahsetmiştir. Gösteren zinciri baş-gösteren tarafından kesintiye uğratılır, yani bir nevi gösterenlerin devinimi düzenlenir. Böylelikle Lacan, dil teorisinde yapı ve değişim nosyonlarına aynı anda yer vermiştir. Kimi düşünürler çubuğu Lacan’da bulunan bu iki unsurdan birine bükmeyi tercih etmiştir. Derrida gibi düşünürlerin metinlerinin, analitik filozoflar nezdinde dilin çağrışımsal ve kötü kullanımından ibaret olmasıyla, bu düşünürlerin yapıdansa gösterenlerin özerk ve olumsal hareketi ile bu hareketin imkanlarını merkeze alması arasında yakın bir ilişki vardır. Fakat dil içinde düzenleyici konumlar tutan unsurlara ilişkin fikirleri göz ardı edilmediğinde, Lacan’ın teorisi bilimin, felsefenin ve ideolojinin hareketi için açıklayıcı imkanlar taşır. Bugün özellikle ideoloji tartışmaları büyük oranda Lacan’ın çizdiği kavramsal çerçeve etrafında gerçekleşmektedir. Lacan’ın dilin maddi statüsüne ve kararsız yapısına ilişkin formülü, birçok çağdaş politik düşünürü, ideolojik ya da söylemsel yapı içinde tutumlar almanın ve yeniliklere gitmenin hem olanağına, hem de toplumsal ve politik etkisi bakımından önemine ilişkin teoriler geliştirmeye yöneltmiştir.

Lacan’ın gerek dilin maddi statüsüne gerekse gösterenin özerkliğine dair tezlerinin kökleri Saussure’un geliştirdiği dilbilimde bulunur. Yukarıda dilin ontolojik ve politik boyutuyla Lacan’ın teorisi arasında kurduğumuz bağlantıların temellendirilebilmesi ve geliştirilebilmesi için, Saussure’un teorisinin genel hatlarını ve Lacan’ın bu teoriyi eleştirel edinimini ortaya koymak gerekmektedir.

Saussure’un çalışmalarının [3] temel hedefi dilin ontolojik statüsüne yönelik bir teori geliştirmek değildir. Çalışmasının karakteri felsefi olmaktan ziyade bilimseldir; dilin, her bir birimin (gösterge) değerinin diğer birimlerin arasında nasıl konumlandığına bağlı olarak tayin edildiği diferansiyel ve yapısal bir sistem olduğu tezi, aksiyom olarak alınır ve felsefi sorgulamaya tabi tutulmaz. Fakat Saussure, çalışmasının felsefi sorularla ilişkilendirilmesi üzerine araştırmasının bir dereceye kadar felsefi olduğunu kabul etmiştir.

Saussure’un bilimsel teorisinin felsefileştirilmeye bu denli açık olması, bir ölçüye kadar, neyin bilimin konusu olabileceği sorusunun her zaman ontolojik bir boyut taşımasıyla, dolayısıyla felsefi karakteriyle ilgilidir. Bilim, aksiyomatik kavramlar ve tezler üzerine kurulu tutarlı teorik açıklamalar geliştirir. Teorinin üzerine kurulu olduğu kavram ya da olgular verili kabul edilir, böylece regresyon probleminden kurtulunur. [4] Aksiyomu oluşturan kavram ya da olgunun sorgulandığı ya da ontolojik hakikat olarak savunulduğu noktada ise felsefenin topraklarına geçilir. Bilimsel bir teori, bu sorgulamaları yapmakla ya da önermelerini felsefi sonuçlara vardırmakla ilgilenmez. Fakat dediğimiz gibi, felsefe bilime, bilimin felsefeye olduğundan daha duyarlıdır. Varlık felsefesinin, bilimin önermelerini ve aksiyomlarını takip etmesi gerektiğini söyleyen bilimsel realizm, felsefenin bilime duyarlılığının güçlü bir örneğidir. Saussure’un dilbilimini felsefeye diğer bilimlerden daha fazla konu yapan şey ise, Saussure’un, kendi dönemine kadar genellikle özneyle birlikte düşünülmüş, bu sebeple felsefenin alanında kalmış bir temayı bilime konu etmiş olmasıdır. Saussure’e kadar dil, rasyonel ve iradi işlemler dizisi olarak ele alınmıştır. Saussure’un dilin maddeden yoksun ve formdan ibaret olduğunu söylemesine rağmen, dili bilimin somut nesnesi olarak saptaması ve böylelikle özneden koparması, teorisini dilin maddi statüsüne yönelik tartışmaların merkezine taşımıştır: “Bir dili oluşturan göstergeler soyutlama değildir, gerçek nesnelerdir…; bu bilimin somut varlıkları olduklarını söyleyebiliriz.” [5]

Saussure dilbilimin kurucusudur ve dilin insan kullanıcısından ayrı ele alınmasının ilk sistematik modelini kurmuştur. Fakat, dilin ‘bilinçli’ kullanıcısından bağımsız ele alınması Saussure’den önce, 19. yüzyıl başlarında başlamıştır. Bu senelerde bir dilbilim yaratma isteği, dilin bilinçdışı boyutlarına vurgu yapmayı getirmiştir; çünkü yalnızca bu boyutların bilimsel çalışmaya dahil edilebilir olduğu düşünülmüştür. Dil, önce makina analojisiyle, takip eden yıllardaysa kullanıcılardan ayrı bir yaşamı olduğunu ima eden organizma analojisiyle ele alınmıştır.

Saussure, dilbiliminin temel yapı taşı olarak, gösteren ve gösterilenden oluşan gösterge belirlemiştir. Gösteren, işitsel (fonolojik) bileşeni [6] ; gösterilense semantik [7] (içeriğe ilişkin) bileşeni ifade eder. Saussure, gösteren ve gösterilenin ilişkisinin olumsal [8] olduğunu söylerken, bir yandan da bu ilişkiyi bir kağıdın birbirinden ayrılamaz iki yüzünün ilişkisine benzetmiştir. Gösterenin düzeni ile gösterilenin düzeni arasında bir izomorfizm kurmuştur. Gösterenden ayrı bir gösterilen, gösterilenden bağımsız bir gösteren yoktur. Bu sebeple, göstergenin somut ve gerçek bir nesne olduğunu söylerken, gösteren ve gösterilenin saf birer soyutlamadan ibaret olduklarını söylemiştir. Saussure’e göre, anlam, gösterenlerin gösterilen içeriklerle korelasyon içinde olduğu bir diferansiyel ilişkiler dizisi yoluyla üretilir; tüm örneklerde gösterenlerin, belirli gösterilenlere ya da içeriklere bağlı olmasını mümkün kılan onlar arasındaki farktır. Dil, insan öznenin bilinçli ve iradi kullanımıyla açıklanamaz; Saussure dilin bilinç ve iradenin sınırlarını aştığını ve kendi dinamikleriyle işleyen bir sistem olduğunu, neolojizmlerin [9] ve analoji esnasında yapılan hataların varlığıyla temellendirir. Saussure, dilin ayrı bir işleyişe sahip olduğunu, organizma analojisini anımsatır biçimde, böyle formüle etmiştir.

Sistem nosyonu, düzenli ilişkileri ve organizasyonu ifade eder. ‘Dil’ ile birlikte kullanıldığında, akla ilk olarak, gramercilerin, odağında kelimelerin morfolojik (biçimsel) paradigmalara göre sınıflandırılması olan geleneksel pratiği gelir. Bu çerçevede, gramer dilin katı biçimde organize olmuş boyutuyken; sözcükler (lexicon) bağımsız ve kullanıcının tercihi olarak kabul edilerek tarihsel ve etimolojik kökenleriyle incelenirler. Saussure’un teorisindeki sistem nosyonu ise farklıdır. Saussure, gramerin organize fakat semantik içerikten yoksun, sözcüklerinse anlamlı fakat organizasyondan bağımsız olduğu fikrine dayanan, sözcük ve gramer arasındaki bu geleneksel ayrımı sert biçimde eleştirmiştir. Saussure’e göre, gramerde sözcüklerde olduğundan daha kolay gözlemlenebilse de, dilin herhangi bir birimi düzenin parçasıdır. [10] Atomistik tarihselciliğe yanıt olarak yapısalcılığın ortaya çıkışının temelinde, Saussure’un, sözcüklerin tarihsel ve etimolojik kökenleriyle ele alınması karşısında aldığı bu tutum yatmaktadır. [11] Saussure’un, dili incelerken dilin dışarısına bakmaya gerek duymayan tutumu, dili bilinçli öznenin aracı olarak okumayı reddettiği gibi, dili dışsal gerçekliğin sonucu olarak okuyan kaba materyalist tezin de karşısındadır.

Saussure, dilbilimi semiyolojinin, semiyolojiyi de sosyal psikolojinin ve haliyle psikolojinin alt dalı olarak düşünmüştür. [12] Çalışmasında, dilin insanın düşünce ve duygularıyla ilişkisine dair birçok önermeye rastlanır. Bunların bir kısmı dilin düşünceyi şekillendirme gücüne dair fikirler içermektedir: “Psikolojik olarak bizim düşüncemiz (kelimelerde dile gelişi dışında) biçimi olmayan ve ayırt edilemez bir yığındır… Dilin düşünceye göre en belirgin rolü, fikirler ifade etmek için maddi sesli bir araç yaratmak değil, birimlerin karşılıklı sınırlamalarını gerektiren koşullarda düşünce ve ses arasında bir bağ olarak görev yapmaktır.” Materyalist dil teorisiyle ilgilenen Tomsic gibi isimlerin Saussure’e ilgisinin temelinde bu fikirler vardır. Fakat Saussure’de dilin zihnin yapısının ürünü olduğunu ifade eden önermeler de bulunur. Dilin en temel birimi olan göstergenin gerçek, somut ve anlamlı oluşunu, insanın zihninde (bilinçli ya da bilinçdışı biçimde) bir hisse tekabül etmesiyle açıklamıştır. [13] Bu, gösterenin toplam düzeni ile gösterilenin toplam düzeni arasında bir izomorfizm kurmasıyla, ya da gösteren ve gösterilenin bir kağıdın ayrılmaz iki yüzü gibi olduklarını söylemesiyle yakından ilişkilidir. Saussure bu biçimde gösterenin düzenini, gösterilenin düzeniyle sabitlemekte, dili kapalı ve tam bir sistem olarak kurgulamaktadır. Kısacası, Saussure dili bilinçli bir öznenin tam geçirgen ifade aracı olmaktan çıkarmış, onu bilinçdışı mekanizmalarla, özneye rağmen işleyebilen bir yapı olarak ortaya koymuştur ki tek başına bu bile Saussure’un materyalizm tartışmalarına dahil edilmesi için yeterlidir. Fakat, Saussure’un değişime alan bırakmayan formülü, dilin üretim olduğu tezine izin vermemektedir. Laclau’ya göre, göstereni gösterilen ile sabitlemek, göstereni aşkın bir gösterilenin epifenomenal ifadesine indirgemektir; bu bizi kuramsal ve ideolojik düşüncenin rasyonalist [14] bir işleyişe sahip olduğu savına götürür [15] ve ideolojik hegemonya mücadelesi fikrini imkansız kılar [16] . Lacan’ın Saussure ile yolları ayırdığı nokta burasıdır. Lacan gösteren ile gösterilen arasında olumsal bir ilişki olduğu ve dilin diferansiyel bir yapı olduğu yönündeki Saussuryan fikri sahiplenmiş, fakat bunun ötesine geçerek gösterenin gösterilen karşısında indirgenemez bir özerkliğe sahip olduğu sonucuna varmıştır.

Tomsic’in söylediği gibi, Saussure dilbilimde anti-hümanist bir devrim başlatmıştır; Lacan ise Saussure’un teorisini radikalleştirmiş ve insan kullanıcıyı tamamen dışarıda bırakmıştır. Saussure’un çalışmasının merkezinde gösterge teorisi varken, Lacan için bunu söylemek güçtür. Lacan, gösterge teorisini gösteren teorisiyle birlikte sunmaz, onun için gösteren ve gösterge arasında herhangi bir ilişki yoktur. [17] Lacan’ın dil teorisinin merkezinde gösteren bulunur. Saussure’un katışıksız soyutlama olarak tarif ettiği gösteren, Lacan için maddidir. Ona göre gösterge, bir özne nezdinde bir şey ifade ettiği için göstergedir. Gösterge kavramının ait olduğu sorunsal, göstergenin anlamını tayin eden bir insan özne içerir; bu nedenle gösterilen kavramı tercih edilmelidir:

“Son zamanlarda popüler olmuş bu kelimeyle uğraşacak olsam, göstergeyi kalkış noktası olarak alan her disiplini göstergebilim olarak adlandırırdım, ve bu disiplinlerin gösterenin doğru biçimde kavranmasına engel olduğunu gösterirdim. Gösterge, nezdinde bir şeyi gösterdiği bir kişi varsayar. İşte bu, gölgesi, dilbilime girişi kapatan kişidir. Bu kişiyi istediğiniz gibi adlandırın, her zaman varılan sonuç ahmakça olacaktır. Gösterge, bu kişinin dili basit bir araç ya da kendisine ait kılması için yeterlidir…” [18]

Lacan, bir şeyi bir kişi için temsil eden göstergeden farklı olarak, göstereni, “bir özneyi başka bir gösteren için temsil eden” olarak tanımlar. Bu, Tomsic’in, “Soruyu ‘özne dil ile ne yapar?’ diye sormaktansa, ‘dil özne ile ne yapar?’ diye sormak gerekir” derken, ifade ettiği şeydir. Bir şeyin gösteren olarak tanımlanmak için yalnızca, değerini, bir sistem içindeki diğer elementlerden farkı üzerinden kazanıyor olmaya ihtiyacı vardır. Gösterenin bu diferansiyel doğası, onun hiçbir zaman sabitlenmiş bir anlama sahip olmadığı anlamına gelir; anlamı, bir yapı içinde işgal ettiği pozisyona göre değişmektedir. Anlam, gösterilen içeriklerle korelasyon içinde sabitlenmiş olmaktan uzak gösterenlerin hareketinin sonucudur. [19] Lacan, ‘gösteren zinciri’ kavramıyla birlikte birbirine bağlı bir gösterenler serisinden bahseder. Bir gösteren zinciri, hiçbir zaman tam değildir. Bu zincire daime yeni bir gösteren eklemek mümkündür. [20] Bu zincir boyunca gerçekleşen anlam üretimi metonimiktir [21] ; zincir boyunca anlamın ele geçirilebileceği sabit bir nokta yoktur. Anlam, bir gösterenden diğer gösterene doğru olan harekette ortaya çıkar. “Gösterenin ilişkilerinin incelenmesi ‘anlamı ayakta tutan, öteki anlama göndermeden başka bir şey değildir’ sonucuna yol açtı. Gösteren, gösterileni ancak başka gösterenlerle girilen ilişkilerde belirginleştirir ya da eklemler: Anlam sadece farklılıkların sistematik olarak düzenlenmesiyle üretilir.” [22]

Metonimi, gösterenlerin, gösterilene ya da imleme (signification) ulaşılmasına engel olan bariyerin hiçbir zaman ardına geçmeyen yatay çizgisini takip eder. Arzu, sürekli bir nesneden diğerine ertelenirken, gösteren, anlamlamayı takip ettiği yatay gösteren zinciri boyunca askıya alınır. Bariyeri geçemeyen her bir gösteren tam olarak aynı anlama sahiptir. Metafor [23] ise dikey ilişkide yer alır. Bir gösteren, başka bir gösteren için gösterilen yerine geçebilir. Bariyerin aşılması, gösterilenin kendisi için ayrılmış bir yere yerleşerek gösterilen olan bir gösterenin eylemidir; bariyer bir gösterenin diğerinin yerini tutmasına izin verir. Lacan metaforu yoğunlaşma ile ilişkilendirirken, metonimiyi yerinden etme ile ilişkilendirmiştir. Ona göre, yerinden etme yoğunlaşmanın, metonimi de metaforun koşuludur.

Lacan’ın bir diğer özgün kavramı ise baş-gösterendir. Sonu gelmeyen gösteren zinciri baş-gösteren tarafından aksatılır. Baş-gösteren diğer gösterenlere değil kendisine işaret eder. Zizek, Marx’ın meta fetişizmi kavramını baş-gösteren örneği olarak ele alır. Para, belirli bir değeri ifade eder ve diğer tüm metalar kaç para değerinde oldukları üzerinden düşünülür. Para ise yalnızca kendine referansta bulunur. Paranın kendinde bir değerden yoksun olması gibi, baş-gösteren de değerden yoksundur; fakat diğer gösterenlerin çevresinde düzenleneceği sabitimsi [24] bir nokta sağlar. Lacan buna kapiton noktası demiştir.

Lacan, gösterilenin sabitlenemez karakterini öne sürerek dili hareketli bir yapı olarak ortaya koyarken; bir yandan da yoğunlaşma momentlerinden ve sabitimsi noktalardan bahsederek dilin işleyişine dair düzenleyici kurallar olduğunu söylemiştir. Bu tutum, söylemsel tüm yapıları (kendileri de geçici olan) kimi kuralların kısıtları altında işleyen hareketli bütünler olarak ortaya koyar; böylelikle daha sıkı örülmüş bağlantılar içinde işleyen bilimle, Althusser’in kavramsal ayrımlar çekme pratiği olarak tanımladığı felsefeye aynı anda izin veren bir dil teorisi sunar. Lacan’ın dil üzerine tezlerinin bugünün tartışmaları için en fazla önem arz eden boyutu, onun ideoloji teorileriyle olan ilişkisidir. Saussure dili bilime nesne ederek maddileştirmiştir. Lacan daha ileri giderek doğrudan “gösteren, maddedir” demiştir. Dil, bilinçdışının ve ideolojinin hammaddesidir. Lacan bilinçdışının bir dilbilimsel gösterenler sistemi olduğunu söylediğinde, “kelimelerin büyüsü hastalığın semptomlarını yok edebilir” diyerek dilin etki gücünü tanıyan Freud’un mirasçısıdır. Lacan’ın dile tanıdığı bu etki gücü, dilin olumsal ve değişken yapısına dair fikirleriyle birlikte düşünüldüğünde, söylemin politik ve toplumsal etki gücüne dair tartışmalar yürüten birçok çağdaş düşünürün neden temel referanslarından biri olarak Lacan’ı aldığı açıklığa kavuşmaktadır.

Teori ve Politika, ilk sayılarında, her şeyin madde olduğu savından ibaret bir materyalizmin mantıken idealizmle sonuçlanacağını söylemiş ve bu anlayışı maddeli idealizm olarak isimlendirmiştir. Her şeyin birbirine eşit oranda etkide bulunduğu yönündeki tez, toplumsal ve doğal varlığa dair açıklama sunmakta ve maddi öncelikleri gözeterek politik ajanda oluşturmakta, tıpkı idealizm gibi sınıfta kalır. Materyalizm, her şeyin madde olduğunu kabul etmelidir; fakat bir sonraki önermesi madde düzeyleri arasında belirleme ilişkileri ve örüntüler geliştirmeye yönelik olmalıdır. Bu anlayış gereği, dilin bir madde düzeyi olduğu kabul edilmelidir; fakat dilin kendisinin ve düşüncenin her şeyden çok maddi üretim ve doğa gibi maddenin daha temel düzeyleri tarafından belirlendiği söylenmelidir. Her şeyden çok diyoruz, çünkü temel olarak adlandırdığımız madde düzeylerinin, diğer düzeyleri belirlediğini ya da diğer düzeylerden daha fazla etki sahibi olduğunu söylemek istiyoruz. Bu, dilin, söylemin ya da ideolojinin etki sahibi olduğu ve politikada belirli bir alan tuttuğu; fakat köklü ekonomik sistemlerin, devletlerin ve silahların gücünün karşısına ideolojinin gücüyle çıkılamayacağı anlamına gelmektedir. 



[1] Bu yaklaşımın güçlü bir örneği Judith Butler’in söylemsel materyalizmidir.

[2] Bilimsel ve ideolojik üretim söz konusu olduğundaysa hammadde de araç da düşünce temellidir. Lacan’ın teorisinden faydalanarak, bu hammadde ve araçları dilin yapısı içinde aramak Althusser’in teorisindeki boşlukları doldurmanın önünü açabilir.

[3] Saussure’un dilbilim üzerine temel tezleri, Genel Dilbilim Dersleri adlı çalışmasında bulunur.

[4] Tüm önermeler temellendirilmeye ihtiyaç duyar. Ne kadar geri gidilirse gidilsin, diğer tüm önermelere temel olabilecek ve kendisi temellendirilmeye ihtiyaç duymayan bir ilk önermeye ulaşılamaz. Temellendirme işlemi sonsuza kadar uzar. Bu olguya felsefede “regresyon problemi” denmektedir.

[5] Saussure, Ferdinand de. Course in General Linguistics. Philosophical Library. New York, 1959. s. 144

[6] Gösteren sesin kendisiyle karıştırılmamalıdır; o sesin zihinsel imajıdır. Saussure buna akustik imaj demiştir.

[7] Gösterilen de dışsal gerçek nesneyle karıştırılmamalıdır. Gösterilen zihinde belirli bir akustik imaja eşlik eden kavramı ifade etmektedir.

[8] Saussure, bu ilişkinin olumsal olduğunu söylerken, ses ile kavram arasında zorunlu bir ilişki olmadığını söylemektedir. Örneğin, buna göre, köpek kavramını köpek sözcüğü yerine başka herhangi bir sözcük karşılayabilirdi.

[9] Yeni kelime üretimi.

[10] Sanders, Carol. The Cambridge Companion to Saussure. Cambridge University Press. 2004. s. 90 

[11] Yapısalcılığın ortaya çıkışı ve diyakroni-senkroni ayrımının tanıtılması, 19. yüzyıla egemen olan atomistik historisizme karşı mücadelede oldukça etkili olmuştur. Levi-Strauss’un eserinde gördüğümüz gibi başka bilimlerdeki benzer eğilimlerin üstesinden  gelmek için de yapısalcılığa başvurulmuştur.

[12] Saussure, a.g.e., s.33

[13] Saussure, Ferdinand de. Second Course in General Linguistics. Oxford, 1997. s. 24

[14] Laclau, burada rasyonalitenin sıkı mantıki bağlarla örülmüş sabit bir anlam düzenini gerektirmesini kast eder görünmektedir.

[15] Butler, Judith; Laclau Ernesto; Zizek Slavoj. Contingency, Hegemony, Universality. Verso. New York, 2000. s. 69

[16] A.g.e., s. 66

[17] Arrivé, Michel. Linguistics and Psychoanalysis. John Benjamins Publishing Company. Amsterdam, 1992. s. 124

[18] Lacan’dan İngilizce’ye çevirerek aktaran Arrivé. a.g.e., s. 125

[19] http://cahiers.kingston.ac.uk/concepts/signifier.html

[20] https://nosubject.com/Signifying_chain

[21] Metonimi, bir terimin tam olarak karşılamadığı fakat yakın ilişkili olduğu bir nesne için kullanılması anlamına gelmektedir.

[22] Coward, Rosalind. Ellis, John. Dil ve Maddecilik. İletişim Yayınları. s. 12

[23] Metonimi ilişkili bir kavramı seçerken, metafor bir kavramın yerine geçer.

[24] Lacan’a göre, bu kısmi sabitlemeler var olmasaydı psikotik bir evrende yaşardık.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar