Ana SayfaArşivSayı 77 - 78Net Marx, Brüt Marksizm

Net Marx, Brüt Marksizm

 

Net Marx, Brüt Marksizm

“O (Marx), yaşamamış olsaydı, düşünmemiş olsaydı,
kendi fikirleri/kendi acıları/kendi ideolojileriyle olan çar-
pışmadan çıkan ışık kıvılcımlarını üzerimize gönder-
memiş olsaydı, maneviyatımız bugünkü gibi olamazdı.”
Gramsci[1]

Süleyman Yılmaz Bulduruç

“Genç Karl Marx” filminin yönetmeni bir röportajında, yapım sürecinde karşılaştığı zorlukları anlatıyor: Mali destek için başvurduğu Fransız devletinin kültür kurumu, projeye destek vermiyor. Gerekçe olarak da filmde Stalin’in yer almamasını göstermiş! Yönetmen, haklı olarak, bu örnekle genç Marx’ı anlatan bir filmde Stalin’in aranmasının saçmalığına dikkat çekerken Avrupa kurumlarının ideolojik yargılarını da teşhir etmiş oluyor. Buraya kadar her şey anlaşılır. Fransız kültür kurumunun Marksizme hasmane tutumu açık seçik ortada. Peki ya durum o kadar saçma değilse? Fransız devletinin kültür kurumu açık seçik anti-Marksizmiyle yönetmenden daha net bir tutum içinde değil mi? Olumsuzlamak için de olsa Marx ile Marksizmi birleştirmiyor mu? Konunun ifade ediliş sınırlarında kalırsak, Stalin’le, eş deyişle Marksizmin dünya üzerine yayılan devrimci varlığıyla bağ kurmadan Marx’a ulaşmanın doğrudan bir yolu var mı gerçekten? Daha fazlasıyla, “Net Marx”a ulaşmak ancak “Brüt Marksizm” aracılığıyla olmaz mı?

Bu perspektif kaydırma, konuyu kuşkusuz yönetmenin niyeti ve aktarımından başka bir boyuta taşır. Mesele Marx’ın Marksizmsiz düşünülüp düşünülemeyeceğinin de ötesine geçer. Marksizmin özellikle Ekim Devrimiyle kazandığı uygulayım olarak brüt varlığının, Marx’ın netliğini de arttırıcı bir yönünün olduğu ortaya konulmalıdır. Marx ancak Marksizm dolayımıyla net bir edinimin konusu olabilir ve Marksizmin genişleyen yapısı doğrudan Marx’a dönük bir belirginleştirmeler dizisi kurar.

Marx ile Marksizm arasında ayrım çekme çabaları yeni değil. Stalin’den önce de, birçok yerde, Marx’ın, kendi adı ile anılan akımın yürüttüğü pratiklerden “dehşete kapılacağı”, liberal ideolojinin etkisiyle, yazıldı, savunuldu. Marx’ın teorik yetkinliğine karşın Marksistlerin zaafları üzerine, Marksistlerin Marx’ı yanlış anladıkları üzerine hayli geniş bir literatür mevcut. İdeal bir Marx tahayyülü adına Marksizmin reel varlığının reddiyesi de yapıldı. Ekim Devrimi ile Marksizmin kapsama alanı genişlemiş ve “sorun” pratik olarak çözülmüştü. Sosyalizm deneyimlerinin akıbetinden sonra bu sorun, bir tür muhasebe olarak Marksizm alanında yeniden ortaya çıktı. Marksizmin ya da Marksizmlerin Marx’ı edinme biçimleri, Marksizm aleyhine sorgulanır oldu. Kimi zaman Marksizmin uygulayım olarak varlığı Marx’ın yanlışlayıcısı olarak gösterildi.

Marksizm alanı içinde Marx’ın teorik ve politik eseri, tarihsel süreklilik diyalektiğine bağlı olarak ele alındı; Marksizmin Marx’ın eserine uygunluğu/uygunsuzluğu tartışıldı. Marksizmin çoğul varlığı içinde bu durum, Marx’ın edinimine yönelik farklı yolların belirlenmesini sağladı. Bunların bir kısmı Marx lehine Marksizmi reddetmiş ya da Marksizmin, tarihsel koşulların uygunsuzluğuna kapılmış bir sapmalar toplamı olduğuna hükmetmiştir. Marksizmin alanında savunmacı bir geriye çekilmenin sonucu olan bu yaklaşımlar ideal Marx ve doktriner Marksizm adına Marksizmin reel kazanımlarını ve mücadele birikimini bir kenara koydu. E. M. Wood’un “Marx’a Dönüş” çağrısından tutalım da “Marksizm, Marx ile bizim aramızda bir siper olmakta”[2] diye yazan M. Henry’e kadar bir dizi yaklaşım tespit etmek mümkün.

Bu tarz yaklaşımlar, Marx’ta ayrımlar yapmadan, onu doğrudan Marksizme taşıyarak, çoğunlukla Marksizme herhangi bir hareket imkanı tanımayan özdeşlikler kurar. Başka bir deyişle, tarihsel oluş içinde Marksizme bir hareket aralığı bırakmaz/bırakamazlar. Bu bakış açısından, her türlü Marksist uygulama teoriden sapmadır.

Marksist bütünselliği imkansız kılan bu yaklaşım açısından “eleştirel teori” olarak Marx’ın eseri, 19. yüzyıl Avrupası’na aittir ve netleşmeye ancak kısmen izin verir. Bu da çoğunlukla Marksizmdeki uyumsuzlukları göstermek içindir. Bu ayrıştırmada Marx ya da Marksizm lehine çıkış yoktur; çıkış, bütünsel bir Marksizmin kurulmasından geçer.

Marx’taki Marksizm

Akademi kökenli olan ama etkileri akademiyi aşan “Marksoloji” ile Marksizm arasında kesin bir ayrım vardır. Marksoloji, “düşünce tarihi” içindeki bir teorisyen olarak alınan Karl Marx’ın düşünsel üretimi ile biyografisi arasında bağlantılar kurulması üzerinden işler. Marksoloji için Marx’ın varlığı teoriler dünyası içinde bir teorisyen olmaktan ibarettir. Marx’ın teorisinin oluşum dönemindeki kavramsal süreklilik ve dönüşümler üzerinde durulur; aynı zamanda Marx’ın teorisi diğer rakip teoriler nezdinde incelenir. Marksolojinin araştırması, Marx’ın hayat hikayesiyle bağlantılar kurarak teorisinin içsel ve dışsal gelişim ve dönüşümlerine odaklanır. Bu yaklaşım Marx’ın üretimini ayrıştırmada çoğunlukla başarısızdır. Marksizm açısından, Marksolojinin üretimleri yararlanılacak bir veriler toplamı sunar, fakat onun sınırlı karakteri her zaman göz önünde bulundurulmalıdır.

“Marx, hayatının her farklı döneminde aynı ‘düşünceye’ sahip olamaz. Bu nedenle de kim olursa olsun, herkes için ve her daim ‘önemli eserler’in sıralanması da olamaz. Yine de Marksologların bu çerçevede ‘kesin’ bir entelektüel biyografi için hedefi platonik bir ideal (ya da ideal bir Weberci form) olmalıdır.”[3] Tam da bu nedenle Marksoloji, Marx’ın Marksizmine temas edemez.

Karl Marx, gençlik yıllarından başlayarak, hayatının sonuna kadar belirli kopuş uğraklarını barındıran çalışmalar yapmış, politik tutum bildirimlerinde bulunmuş, değişik örgütlenmelerde yer almıştır. (Althusser’in genç/olgun Marx ayrımı, tarih biliminin bilim öncesi felsefi ideolojiden “epistemolojik kopuş”unu belirleyen yöntemi, Marx’ın Marksizminin kuruculuğu açısından stratejik bir ayrım olmayı korumakta ve Marksist bütünselliği işaret etmektedir.) Marx, 19. yüzyılın teorik ve politik konjonktürlerinde çeşitli teoriler ve politik çevrelerle mücadelelere girmiş ve Marksizmin bir boyutunu burada uygulayım içinde inşa etmiştir. Onun kötü ünlü “Ben Marksist değilim” bildirimine rağmen toplam eserinin içinde ayrıştırılabilecek “Marksist” ve Marksist olmayan yönler mevcuttur.

Marx hayattayken, görüşleri ve politik önermeleri görece sınırlı bir çevre tarafından sahiplenilmiş, böylece bugünkü anlamına yaklaşan bir Marksist çevre oluşmuştur. Bu grup için kurucu niteliği belirleyen yan, Marksist tarih bilimiyle oluşturduğu teorik güçtür ve çoğunlukla bu güce dayanılarak konjonktürel politik tutumlar belirlenmiştir. Kuruluş dönemi boyunca tarih bilimine dayanılarak başka teorik akımlarla ve politik çevrelerle hegemonya mücadelesine girişilmiştir. Bir anlamda “Marksizm” adı bu çerçevede belirir. Bu noktada Engels’in çabaları öne çıkar. Bu sebeple, Engels, Marksizmin Marx ile birlikte eşit kurucusu olarak anılmalıdır; “Marx-Engels” ifadesi bu eşitliği vurgulaması bakımından isabetlidir. Anti-Dühring gibi polemik yönü ağır basan çalışmalarıyla Marksizmin temel görüşlerinin çerçevesinin belirlenmesine sunduğu katkıları, ve teorinin bilinirliğini sağlamada ve politik bir beden oluşturmadaki rolü düşünüldüğünde, Engels’in doldurulamaz bir yeri vardır.

Bugünden baktığımızda 19. yüzyılda Marksizmin yükünü, kuruluş koşullarının da etkisiyle tarih biliminin çektiğini görürüz. 19. yüzyılda bilimde bir dizi gelişme yaşanmış ve yeni teoriler oluşmuştur, fakat bunların yarattığı etkilerin Marksizmin sağladığı bütünselliğe yaklaşamadığı görülür. Marksizm alanında sınırlayıcı, teorik ve politik etkilerle ayrımlarını ihlal eden yaklaşımlara rağmen, Marx’ın Marksizmi, tarih bilimi temelinde 19. yüzyıl materyalizminin Aydınlanmacı sınırlarını aşan bir materyalist felsefe pratiğine ve konumlandığı politik zeminde devrimci politikaya açılan bütünlüğüyle farklılaşmıştır.

Dönemin teorisyen ve politikerleri ile karşılaştırıldığında, Marx’ın bir dizi eksisi ve artısı ortaya çıkacaktır. Ancak o dönemin tablosunun bütününe bakarsak, Marx açık ara önde olan taraftır. Bu, Marx’ın Marksizminin yapısına nüfuz edemeyen ve Marx’ı çağdaşı ideolojik akımlarla benzeştiren ya da kendi çağlarının akımlarına kapılan Marksizmlere rağmen böyledir.

Marx’ın Marksizmi bir yönüyle “eksiltilmiş” bir Marx imgesi olarak anlaşılmaya açıktır. Marksist olmayan yanları olan bir Marx’ı varsaymak, aynı zamanda Marx’ın eseri içinde bir ayıklama ve sınırlama yapmak anlamına gelmez mi? Bu ilk bakışın görece açık çekimine kapılmamak gerekiyor. Sol Hegelcilik, Alman radikal demokratlığı, politik sürgünlük, Kapital ve Enternasyonal’in kuruculuğu ayrımsız olarak Marx’ın varlığını oluşturur. Bunlar biyografik inceleme açısından bile birbirine eşit olmayan sayısız konumu barındırdığı gibi, teorik inşa açısından bunlar arasında bir uzlaştırma ve süreklilik kurmak mümkün değildir. Bir teorinin kuruluş sürecinde o teori ile onun politik karşılıklarının inşası arasında bir dizi zorunlu uğrak bulunur. Toplam esere baktığımızda bu düzen “özne” tutumlarını aşan bir boyut olarak karşımıza çıkar.

Karl Marx, aynı zamanda doğal olarak, bulunduğu çağa ait yönler barındıran bir öznedir. Kendi çağının ideolojik atmosferini solur ve koşullanmış bir dizi politik ve teorik sorunsal kümesi içinde hareket eder. Marx’ın Marksizmi, tüm bu koşullar içinde ayrıştırılabilen bir konumdur. Bu konum, dışarısıyla sürekli iletişim halinde olmaya ve dışarıya dönük teorik ve politik işlemler toplamına ihtiyaç duyar. Tam da bu nedenle, Marx’ın Marksizmi “net Marx”a doğru bir eksiltme işlemi değil, tarihsel-politik oluşla bağlarını süreklileştiren ve güçlendiren bir genişletme işlemidir.

Marksizmdeki Marx

Ekim Devriminin öncesindeki ve sonrasındaki Marksizm kesin olarak farklıdır. Bu muazzam politik başarı, Marksizmi hegemonik hale getirmenin yanında, Marksizmin kapasitesinin genişlemesinin de ifadesi olmuştur. Lenin, o güne kadar Marksizmin alanına girmeyen bir dizi teorik ve politik başlığı Marksizme dahil etmiş ve Marksizmin genişleyen alanını belirginleştirmiştir. Marksizm, tarihsel oluş içinde ezilenler sahasına doğru genişlerken, Marx’a referansını korumuş ve Marx’ın ayırt edici unsurlarını belirginleştirmiştir.

T. Carver’in “Marx’ı Marx Yapmak” makalesinde dikkat çektiği erken Marksizmin Marx’ı inşa etme biçimleri, sonrasında da tekrarlanmıştır. Marx’ı Marx yapmanın çok daha çeşitli yolları vardır.[4] Marksizmin etkinlik halinde oluşunu Marx’a taşıma ve bununla birlikte Marx’ta belirginleştirilen yönlerin gücüne dayanma süreklilik taşır. Her seferinde bir dizi eksiltme, sınır çekme ve öne almayla sonuçlanan bu işlem, Marksist hareketin, tarihsel-politik varlığının temel vurgularını Marx ile netleştirme ihtiyacından doğar. Marksist olan ile olmayan ayrımı da karşılığını yine Marx ile üretmenin yollarını arayarak, Marksizmin Marx’ını belirginleştirir.

Gramsci’nin ünlü “Kapital’e Karşı Devrim” makalesi Ekim Devrimini üstlenirken onun o güne kadarki “Marksizm” ile ilişkisini ve aynı zamanda Marx ile ilişkisini de ele alır. “Bolşevikler Kapital’deki önermelerden bazılarını bir tarafa atıyorlar, onun dinçleştirici/içkin düşüncesini değil. Bu insanlar ‘Marksist’ değil hepsi bu”[5] diyen Gramsci, İkinci Enternasyonal Marksizmi üzerinden Marx’ın ele alınış tarzıyla da hesaplaşmaya yönelir:

“Rusya’da, Marx’ın Kapital’i proletaryadan çok burjuvazinin kitabıydı. Olayların nasıl önceden belirlenmiş bir doğrultuda seyredeceğine dair eleştirel bir tanıtlama olarak kendini gösterdi. Rusya’da proletarya, kendi isyanı, kendi sınıfsal talepleri, kendi devrimi bazında bile düşünemezken, batı tarzı bir uygarlığın kurulmasıyla birlikte, burjuva sınıfının nasıl gelişmek zorunda kaldığına dair bir tanıtlamaydı bu. Fakat olaylar ideolojileri alt etti. Olaylar, Rusya tarihinin tarihsel materyalizmin kanunlarına göre ne şekilde açımlanacağına dair eleştirel şemayı berhava etmiştir. Bolşevikler Karl Marx’ı bir tarafa attılar, onların göz önündeki eylemleri ve zaferleri tarihsel materyalizmin kanunlarının düşünüldüğü kadar katı olmadığını ortaya koymuştur.”[6]

Gramsci’nin Ekim Devrimini üstlenmesi, o zamana kadarki ana akım Marksizmin (İkinci Enternasyonal’in Marksizminin) Marx’ına yönelik basit bir reddiye değildir. Gramsci, Ekim Devriminin gücünden yararlanarak, formülü tersine çevirir ve Marksizmin temel çerçevesinin de dışına çıkar. O, İkinci Enternasyonal’in pozitivizmine karşı tarihselci bir refleksle devrimi savunurken, Marx’ın tarih bilimini İkinci Enternasyonal’e bırakır, sınırlayıcı Marksizmin yerine bilimden yoksun belirsizleştirilmiş Marksizmi koyar.

İkinci Enternasyonal dönemi Marksizmi, azami ölçüde tarih biliminin pozitivist ele alınışına dayanan, ortodoks bir Marx çerçevesi oluşturmuştur. Felsefede Plekhanov, teoride Kautsky ve W. Liebknecht, politikada Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin birbiri içine geçen pratikleri Marx’a tanınırlık ve Marksizme kitlesellik kazandıran bir birleşim oluştursalar da öte yandan Marx ile Marksizmin bağlantısını sakatlayıcı bir rol oynarlar. Tabiri caizse, bu dönemin inşa ettiği Marx, sonrasında politik aşınmalara uğramasına rağmen, korunan “tarihsel devrim” çağının bir ahir zaman peygamberidir. Konjonktürle devrimci politika aracılığıyla ilişkilenmenin önüne teorik/ideolojik setler çekilen bu dönemde reformist bir politika izlenir.

Lenin ile birlikte Marksizmde bambaşka bir makas açılmıştır. Bu durum, Marksist bütünselliğin kurulmasını ve Marksizmin Marx’ı teorik ve politik olarak yeniden inşa etmesini beraberinde getirmiştir. Bu dönemle birlikte Marx, 19. yüzyıl insanı olmaktan çıkmış ve teorik-politik bir bütünlüğün içinde süreklileşen bir varlığa kavuşmuştur. Lenin hem politik konjonktürün devrimci politika aracılığıyla edinilmesini kurar, hem de bu edinimin doğrudan Marx’tan kaynağını alan teorik karşılıklarını oluşturur. Açıkça her uğrakta, Marx’ı yorumlamanın ötesinde yeniden kurar. Kuşkusuz, bu hâlâ hegemon olan İkinci Enternasyonal’in Marksizmi ile gerilim içinde yaşanan bir kuruluştur. Bu nedenle Marx’ın politik sahaya referans olarak dahil edilmesi, güçlendirici bir dayanak oluşturur.

20. yüzyıl boyunca Marksizm, devrimci politikanın önüne koyduğu gerçek sorunları Marx’ın eseri dolayımıyla ele almaktan hiç vazgeçmedi. Avrupa sınırlarına sıkıştırılmış, kapitalist üretim tarzının bilimsel teorisi derekesine indirgenmiş tarih bilimi böylece açıklayıcı değerine uygun olarak hakiki yerine oturdu. Diğer yandan bu durum sürtünmesiz bir şekilde yaşanmadı/yaşanmıyor. Lenin, Rusya’ya özgü bir Marksiste; Mao, yarı-sömürge, yarı-feodal Çin’e özgü bir Marksiste indirgendi. İkisi de tarihselleştirilmeye çalışıldı. 20. yüzyıl boyunca devrimci pratik içinde olan Marksist örgütler, o veya bu biçimde, Marksizmin anomalileri olarak damgalandı.

Marksizmin etkin varlığına bağlı olarak Marx’ın birçok imgesinin oluşması, otantik Marx arayışına yol açtı. Marksizmden ayrıştırılmış bir Marx ve Marksizmi ideal biçimde oluşturma gibi devresel bir kaydırma belirdi. Böyle bir sıralı düzen arayışı Marksizmin tüm tarihsel deneyimini ve ucu açık karakterini geçersizleştirmesinin yanında, fikrin gerçeğe hakimiyetini kabul etmesiyle de gerçeksizdir. Marksist bütünselliğin epistemolojik boyutu herhangi bir öznel temsile izin vermez; fakat politik düzlemde Marksizmi reel bir uygulamalar toplamı olarak yaşayan Marksist özneler, kendi geçmişlerine de Marksizmin kuruluşuna da bu uygulamalar penceresinden bakmak durumundadır.

Marksizmin Marx’ı, bu nedenle sadece kurucu bir eşiğe sıkıştırılamaz. Aynı zamanda bizatihi kendisine yapılacak politik ve teorik müdahaleler Marx’ı sürekli işler halde tutar. Bu, yer yer Marx’a karşı, yer yer Marx ile birlikte, ama Marx’ın Marksizm tarafından kesintisizce ve etkin olarak konjonktüre taşınmasıdır.

Sonuç

Karl Korsch, İkinci Enternasyonal Marksizmi ile Ekim Devrimi sonrası Marksizm arasındaki farkı ortaya koyarken güçlü bir analojiye başvurur. Korsch’a göre, “Birinci Dünya Savaşı boyunca ve hemen ertesinde uluslararası kapitalizmin en güçlü merkez ulusları ‒bir başka deyişle emperyalist uluslar‒ içinde varlık kazandığı şekliyle Sosyal Demokrat Marksizmin daha önceki devrimci ve devlet karşıtı ideolojisi, reformist bir devlet sosyalizmine dönüşmüştü. Bu durum devrimci-devlet karşıtı Hıristiyanlığın erken ortaçağ boyunca Roma Devleti’nin resmi dinine dönüşmesi ile benzerlik arz eder.”[7] 

Bununla birlikte “uluslararası kapitalist sistemin kıyı bölgelerinde, yani kapitalizmin henüz genel olarak gelişmediği yerlerde vuku bulan mücadeleler söz konusudur.”[8] Bu mücadeleler aradıkları bütünlüklü ideolojiyi Ekim Devrimiyle beliren Marksizmin içinden bulacaktır. Böyle bir süreç de, “Hıristiyanlığın Roma İmparatorluğu topraklarının dışında yaşayan barbarlar arasında yayılması süreciyle benzerlik arz eder.”[9]

Korsch’un analojisini sürdürürsek, İsa’dan sonra onun yaşamını anlatan bir dizi İncil ortaya çıkmıştır. Sayısı bugün için kestirilemeyen İnciller, Hıristiyanlığın kurumsal bir dine dönüşümü sürecinde oluşturulan İznik Konsülünde elenmiş ve bugünkü Yeni Ahit’in dört kitabına İncil olarak tescillenmiştir. İsa ikonu artık tarihsel niteliğini kaybetmiş ve bir bakıma kurumsal din içinde mutlaklaşmıştır. Sonrasında, İsa’nın imgesi Afrika ve Asya’da yayılan Hıristiyanlık ile kara derili ya da çekik gözlü ikonografilerde yeniden belirmiştir. Yine Amerika’nın sömürgeleştirilmesinden sonra Afrikalı kölelerin ve yerli halkların Hıristiyanlaştırılmasında inançlarda yaşanan harmanlanma aziz figürlerinde devam etmiştir.

Marx, Marksizmin yaygınlaşmasıyla ikonik bir görünüme sahip olmakla birlikte ve ayrıca belirli dönemlerde nüveleri ortaya çıkmış olsa da, Marksizmin bir İznik Konsülü olmayacaktır. Ya da başka bir deyişle, Marx, Marksizmin ‘hiç bitmeyecek kongre’sinin panteonunda ilk sıradaki yerini hep korurken görülecek ve tüm tartışmalara katılarak kararlara dahil olacaktır.

 



[1] Antonio Gramsci, “Bizim Marx”; David Forgacs (Haz.), Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1936, Çev.: İbrahim Yıldız, Dipnot Yay., Ankara 2010, s. 48.

[2] Michel Henry, Marx’a Göre Sosyalizm, Çev.: Işık Ergüden, Monokl Yay., İstanbul 2011, s. 11.

[3] Terrell Carver, “Marx’ı Marx Yapmak”, Çev.: Eyüp Eser, Teori ve Politika, Sayı 74, s. 76.

[4] A.g.e., s. 81.

[5] Antonio Gramsci, “Kapital’e Karşı Devrim”; Gramsci Kitabı: Seçme Yazılar 1916-1936, a.g.e., s.40.

[6] A.g.e., s. 40.

[7] Karl Korsch, “Marksizmin Krizi”; Vefa Saygın Öğütle (Ed.), Karl Korsch Kitabı,  Notabene Yay., Aralık 2011, s. 353.

[8] A.g.e., s. 353.

[9] A.g.e., s. 35.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar