Ana SayfaSayı 1Marksist Politikanın Teorik Öncülleri: Nesneleri Açısından Bilim ile Politika Üzerine Bir...

Marksist Politikanın Teorik Öncülleri: Nesneleri Açısından Bilim ile Politika Üzerine Bir Deneme

Marksist Politikanın
Teorik Öncülleri
Nesneleri Açısından Bilim ile
Politika Üzerine Bir Deneme

Nihat’a, Hayri’ye, Fevzi’ye*

Metin Kayaoğlu

Max Weber, “Materyalist tarih anlayışı, istendiği zaman binip inilebilecek bir araba gibi değildir. Bir kez binildi mi devrimcilerin kendileri bile inmekte özgür değillerdir” der, politika üzerine verdiği bir konferansta. [1] Bu sözler, birçok Marksistin kulağını çınlatmalı!

Aşağıdaki satırlarda, bütünlüğü içinde Marksizmin politika sektörünün zorunlu, kaçınılamayacak bazı öğeleri belirlenmeye çalışılacak. Bütünlüklü bir politika kavramlaştırması yapılmadığı gibi, eksik bırakılan veya yeterince işlenmemiş temaların da olması çok mümkün. Burada, Marksizmi donduran ve çok çeşitli kesimlere mensup okullu dar-Marksistlere ve Marksizmin ‘sonrası’na geçmiş post-Marksistlere (ancak bunlar, adları yanıltmamalı, Marksist değiller) karşı Marksizmin zorunlu, yani teorik birtakım öncülleri savunulacak ve belirlenme gayreti içinde olunacaktır.

Adanmışlık ve Teori

Teori ile pratiğin birliğinin Marksizmdeki önemi ve bu birliğin Marksizme kazandırdığı önem… Teori ile pratiğin birliği, çeşitli eğilimlere mensup Marksist teorisyenlerden pratik mücadele içindeki komünist örgüt ve militanlara kadar, genel bir önkabulün konusu olmuştur. Marksist teorinin yığınların pratiğiyle birleşmesi, ancak büyük dinlerin tarihsel örneğiyle kıyaslanabilir ölçekte bir olay olarak görülmüştür.

Althusser, Marksist teoriyle işçi hareketinin birleşmesini “insanlık tarihinin en büyük olayı” olarak niteler. [2] Lukacs’a göre, tarih boyunca üstesinden gelinmeye çalışılan teori-pratik ayrılığı nihayet Marksizmle ortadan kaldırılır. [3] Gramsci için Marksizm, teori-pratik birliğini sağlamış olmak bakımından tanımlanmayı haketmiş “praxis felsefesi”dir.

Ancak, birliğin tarihsel boyutu uzunca bir süredir ciddi sorunlarla karşı karşıya bulunuyor. “Marksist teori ve politik hareketle işçi ve kitle hareketinin geçen yüzyılın sonlarından itibaren kurulmuş ve uzun bir dönem korunmuş olan birliği, bugün önemli ölçüde erimiştir.[…] Bu durum, Marksizmin politik ve pratik düzleminde, dünyayı dönüştürme faaliyetinde görülen ağır bir kriz olarak yaşanıyor.” [4] Marksist teori ve pratiğin sosyo-politik tarihte birliğini koruduğunu söylemek mümkün görünmüyor.

Geçmişte, teorisyenlerin biyografisi Marksizmin tarihsel olarak teori-pratik birliğinin bir başka açıdan kanıtıydı. Başta Marks, Engels ve Lenin olmak üzere, teorisyenler aynı zamanda eylemli olarak politik hareketin içindeydiler. Partilerde “hem bilim adamı, hem de filozof olan militanlar” vardı. Ancak 1920’lerden itibaren ‘ayrışma’lar başgösterdi. Artık, genel bir eğilim olarak teorisyen, örgüt adamı ve pratik militan, hem aynı kişi, hem de aynı çatı altında olmak bakımından ayrışıyorlardı. Bu süreçte, farklı alanlarda konumlanmış bireyler arasındaki ilişkiler de, ya çok zayıfladı, ya da tümden yok oldu. Bilimini, felsefesini, teorisini bizzat pratiğe ve politikaya ‘koşmayan’ Marksist teorisyenler ve politikasını teoride tamamlayamayan Marksist politikacılar… Kısaca, Marksizmin bilim-felsefe-politika veya teori-politika-pratikten oluşan bütünlüğünü kurmada psikolojik bir bağ’dan da söz edilemeyecektir.

Marksizmin sektörlerine ayrışmasının sosyal ve bireysel bakımdan yeniden-üretimidir söz konusu olan. Parçalanmayı bu boyutlarıyla da ele almak zorunlu; çünkü bu alanlardaki gelişmeler dolaysız ve acil tarihsel sonuçlar doğuruyor. Öte yandan, Marksizm gibi “Epik teoriler”in bütünsel karşılıklarının tarihsel ve psikolojik aranışının ‘teorik meşruiyeti’ de var. Mesela, G. Sabine’e göre, teori, dünya görüşü ve eylem planı arasındaki bağ mantıksal değil psikolojiktir. Bu nedenle, ona göre  “teori geliştiricinin biyografisi önem kazanmaktadır.” [5] Sabine’in düşüncesinin sadece bir yanıyla ilgileniyoruz. Her teori, sonuçta tarihsel insan birey(ler)i tarafından ortaya konur, ve hiçbir teori tarihsel yön ve şekillenmişlikten azade olamaz. Diğer yandan bu yaklaşım belirli bir işlevliliğe de sahiptir. Bir birey olarak, sözgelimi Marx’ın, komünist politik hareket ve işçi hareketiyle bağının bir veri oluşu herkes için geçerli olmak durumundadır. Böylece, Marx tarafından ortaya konmuş teorinin –Sabine’in ifadesiyle– yine Marx’ın “dünya görüşü ve eylem planı”yla onun yaşam öyküsü üzerinden psikolojik bir bağla bütünleşmişliği bir öngerçek oluyor. Bu gözden kaçırılamaz gerçeğin sağladığı avantajla Marksizmin işçi hareketiyle özdeşliği üzerine teoriler inşa edilebilir; nitekim edilmiştir de…

Ancak, bu tür bir ilişki arayışında Marx’ın biyografisini çağdaşı birçok sosyalist veya anarşist teorisyenin biyografisine göre öne çıkarmak tek kelimeyle insafsızlık olur. Diğer yandan, “Marx’la Rus komünizmi arasındaki ilişkiyi sorgulamak” günümüzde, yirmi otuz yıl öncesinden farklı olarak birçoğuna hiç de “ilk bakışta saçma” görünmeyebiliyor. Marx’la Lenin arasındaki ilişki, Leninizmin dünya çapındaki prestiji ve Lenin’in kendini Marksist ilan etmesi gibi nedenlerle hiçbir zaman ciddi sorgulamalara konu olmamıştı. Ama günümüzde, genel olarak Marksizmle ilgili çevreleri de kapsayan geniş bir alanda, bu ilişki canalıcı sorgulamalarla didik didik ediliyor. Bu durumda, psikolojistik yaklaşım çerçevesinde gerçek olarak en sonuncusunu mu kabul etmek gerekiyor? Ama ya daha sonrası?

Marx’ın teorisinin, Marksist teorinin, herhangi bir bağdan muaf olarak kendi başına bir önemi ve değeri vardır. Bu, onun bilim olma temelinde yatmaktadır. Marx’ın teorisinin bilim yönü, onu hem çağdaşı (burjuva) teorik disiplinlerden hem de işçi ve ezilenler hareketinin diğer teorilerinden radikal bir şekilde ayırmaktadır. Buna bağlı olarak Marksist teori, hiçbir başka teorik yapının erişemediği (bilim-felsefe-politikadan oluşan) bir bütünlüğe sahiptir. Marksizmin bütünlüğü bir boyutta bu şekilde formüle edilebilir.

Fakat öte yandan Marksizm, bir başka boyutta bütünlüğünü, kurucusu şahsında, hayatını işçi hareketine ve politik mücadeleye adamasında; genel olarak (Marksist) teorinin politik hareket ve işçi hareketiyle birleşmesinde teşkil eder. Marx’ın teorisi, tarihsel boyuta bir politik hareketin mensubunun, Karl Marx’ın olduğu için yansımıştır. Marx’ın gerçekleşmiş biyografisi sonucu, onun teorisi bir politik hareketin teorisi olmuştur. Bu, teorik değil tarihsel bir süreçtir ve bağ, kişisel düzlemde hem teorisyen hem de militan olan Karl Marx üzerinden kurulmuştur.

Ama böyle bir bağın, bir teori-pratik tekabüliyeti, teorisini bulan (yaratan) pratik ya da pratiğini bulan (yaratan) teori olduğunun herhangi bir teorik tanıtı yoktur. Teorik olarak, çatışkılı ya da aykırı teori ve pratiğin bir birey ya da akım tarafından benimsenmesi ve yürütülmesi mümkündür. Yeter ki pratik biçimsel uyum sorunları aşılsın. Tarihsel bağ teorik bağa referans olamaz. Ancak bu, tarihsel bağın gerekli ve zorunlu olduğunu karartmaz.  Kaldı ki, bir politik hareket içinde olmayan ya da işçi sınıfına şu ya da bu nedenle uzak duran bir teorisyenin, hareket için yol açıcı nitelik ya da potansiyelde bir çalışması olabilir ve “tencerenin yuvarlanıp kapağını bulması”nın tarihsel bir zorunluğu yoktur. ‘Teorik olarak mevcut’, fakat tarihsel ve psikolojik olarak kurulmamış bağlar, ilgili tarihsel dönemden sonra, psikolojik veya politik bir müdahaleyle doğrudan değil, ancak yeni bir teorik edinimden sonra kurulmaya hazır hale gelir. Yukarıda verilen örnekteki teorik eser, ancak onunla ‘içeriden’ bağ kurabilen (ve aynı zamanda politik militan ya da politik militanlarla gerçek bir etkileşim içinde olan) bir teorik-Marksist tarafından devşirilebilir.

İşçi hareketiyle psikolojik ya da tarihsel bir bağa sahip olmak Marksizmin ayırdedici özelliği değildir. Bu hususu, Marksizm diğer işçi akımlarıyla paylaşır. Marksizmin, olmak, kurulmak ve ifade edilmek zorunda olan özgüllüğü, işçi hareketiyle, aynı zamanda teorik bir bağa da sahip olmasıdır.

Bu durumda, Marksizmin bütünlüğünü (teorik bir bütünlük olarak ‘bilim-felsefe-politika’dan başka) ‘teori-politika-pratik’ şeklinde formüle etmek gerekmektedir. Bu, epistemolojik ve ontolojik boyutları kapsayan bir bütünlüktür ve ‘olma, kurulma ve ifade edilme zorunluğu’ bakımından birinciden üçüncüye giderek zayıflayan bir görünüm arzetmektedir. Marksizm, salt teorik kavranışından farklı olarak teorik-pratik bir bütünlük olmakta ve “Marksizm, Marx’ın bellibaşlı ilk yazılarından başlayıp, bugün yayımlanan Marksist dergi ve gazetelere ve hatta bir ajitasyon bildirisine kadar; Marksizm, Karl Marx adlı Almanya Yahudisinden bugün sağda-solda koşuşturan komünist militana kadar uzanan” [6] bir nitelik sergilemektedir. Böylece, Marx’ın ezilenlerle bir yandan psikolojik, diğer yandan politik ve teorik bir bağ kurmuş olmasının anlamı, bu iki tür bağın aritmetik bir toplamasıyla anlaşılamayacaktır. Burada, teorik olarak kurulması ve ifade edilmesi gereken diyalektik bir moment söz konusu olmak gerekir. Bunu, –partizanlık gereğiyle de– ‘teorik/pratik politika’ olarak adlandırıyoruz. Aşağıda çizilmeye çalışılacak bu modelde politika, teori alanıyla (teorik-politika olarak ve bu alanda pratiği temsil ederek) pratik alanının (pratik-politika olarak ve bu alanda teoriyi temsil ederek) ilişki momentidir.

İçinde Bulunulan An ve Politika

Marksizmin, bilim-felsefe-politika üçlüsünden oluşan bütününde tarihsele açık ucu politika teşkil eder. Politika teorik olmak yanında tarihsel ve pratik bir nitelik de gösterir. Genel olarak Marksist teoriyle tarihsel ‘oluş’ arasındaki ilişkiyi kuran politikadır. Politikanın bağlantı unsuru oluşu bu kadarla kalmaz. Politika, teorik-Marksizmle ‘pratik’-Marksizm (pratik-politik Marksizm); Marksist teoriyle Marksist pratik (pratik-politika) arasındaki ilişkinin de kurucusu ve kendisidir.  Bu son işlemde politika, ‘teorik-politika’ olarak iş görür. Politika bir dolayım öğesidir, fakat onun gerçek oluşla ilişkisi dolaysızdır.

Marksist teori, tarihsel materyalizm olarak bilim, diyalektik materyalizm olarak felsefe ve devrimci politika teorisinden oluşur. Bu epistemolojik ‘bütün’ün, tarihsel oluşla dolaysız ilişkisinden söz edilemez. Marksist teorik ‘bütün’ün tarihsel oluşla ilişkiselliği, bu bağlamda, onun teori olarak kurulmuşluk niteliğine bağlıdır. Yani, bu bağlamda, ilişki teori-içi bir meseledir ve pratik bir ilişkiden bahsedilemez. Marksist teorik bütünün pratikle ilişkileri, onun politik sektöründeki gelişmeler tarafından belirlenir. Bunun için, politikanın kendini ‘bütünsel’ olarak oluşturması lazımdır. Marksizmin pratik-politik ve teorik-politik veçhelerini, bu aşamada ifade etmek zorunlu oluyor. Marksizmin genel olarak bütünlüğü, yukarıda çizilmeye çalışılan Marksist teori şemasına organik bir ontolojik unsur olarak ‘pratik-politika’nın ‘eklenmesi’ ile sağlanmış olur. Bu, deyim yerindeyse, bir toplama işlemi değildir. Pratik-politikanın ‘eklenmesi’, ilgili bütünlüğe ve onun unsurlarına baştan başa yeni anlamlar katar.

Ancak, ideoloji boyutu eksik olan bu statik şemanın, kendi mütevazi sınırlarında bile sorunlar var –ifadeler, kendi sorunsalı çerçevesinde bile paradoksal öğelerle yüklü: Bir bütün ve onun tarihsel açık ucu, ne demek? Bütün ve açık ve çelişkili değil mi? Politikanın, hem teorik, hem pratik nitelik göstermesinin anlamı ne? Marksizmin, epistemolojik, ve ontolojiyi de kapsayan olmak üzere, iki ayrı tür bütünlüğünden bahsetmenin gerekçeleri nasıl kurulabilir? Politikanın (ve Marksizmin), pratik ve teorik olarak ayrılmasının nasıl temellendirilebileceği, ve önsel olarak bu kavramın bir bütün ve tam karşılığı olduğunun kabulünün idealist sonuçlara yol açıp açmayacağı üzerinde çalışmak oldukça çetin olmaz mı?

Bunların, –dışarısı bir yana– Marksizm açısından (en azından bizim teorik oluşumumuz bakımından) gerçek sorunlar olduğu ve henüz çözülmemiş olduğunu belirliyoruz. Burada, Marksizm açısından belirlenmesi gereken zorunlu ayrım çizgilerine ve ilgili sorunların çözülebilme imkânlarının göründüğü düzlemlere işaret edilmekle yetinilecektir.

            Tarihin bilimiyle devrimci politika arasında varlığı duyurulan teorik bağ, yani teorik-politika, Marksizm tarafından kurulamamıştır. Bağı, ontolojik olarak kurmaya çalışan iki başlıca eğilim kaydedilmiştir. Eğilimlerden birini, felsefe ve politikanın işlevlerini yükümlenen ya da onlara hükmeden, felsefi olarak anlaşılmış bir bilim fikrini ileri sürenlerin eseri oluşturmuştur. Diğer eğilimse, varlığını, her şeyin ontolojik olarak indirgendiği ve felsefi olarak anlaşılmış bir politika (politik praxis) fikri üzerinde inşa etmiştir. Sonuç; pozitivizmle tarihselcilik arasında salınan bir ‘Marksizm tarihi’ olmuştur. Bu ikiliye, bir üçüncüyü, bizim izlemeye çalıştığımız ve teorisi kurulmamış bir eyleyişle temayüz eden; Lenin’in teorik-pratik eseriyle belirip, tarihsel çizgisini genel olarak çeşitli ülkelerdeki komünist akım ve partilerin deneyimlerinde bulan ve günümüze pratik-politik Marksizm olarak ulaşan bir karşı unsur olarak eklemek gerekiyor. [7]

Tarihsel materyalizmle devrimci politika (ya da bir ilişkilendirmeyle, diyalektik materyalizm) arasında teorik bir bağ kurmanın gerekmediği; meseleyi, bilimle politika/felsefenin hangisine ağırlık vermek gerekeceği şeklinde ele almanın en doğrusu olduğu ve zaten sorunun tarihinin de –çözülmemiş olmasının da gösterdiği gibi– bu “salınım”la oluştuğu; tarihsel ve politik gereklere göre birine ya da öbürüne ağırlık vermek gerektiği şeklinde bir anlayışın benimsenmesini öneren yaklaşımın teorik bir anlamı olduğu sanılmamalı. [8] Bilim ile politika ve felsefenin ilişkileri, duruma ve bağlama göre değil, kategorik ve zorunlu olmak gerekir. Tarihte genel olarak Marksizm alanında görülen birtakım örnekleri Marksizm açısından eksikli ve sorunlu olduğu için eleştirmek ve analiz etmek nedenselliğini teslim etmekle, olanın olması gerekenin kendisi olduğunu ifade etmek bambaşkadır. Söz konusu sorunun akşamdan sabaha çözülemeyeceğinin bilgisiyle, ilişkileri olmuş oldukları şekliyle kabul etmeye kalkışmak, pratik bir önlem olarak anlaşılabilir; ama böylelikle meselenin ertelenmiş olduğu da –başka sonuçlar doğurmuyorsa bile– nettir.

Marksizmin unsurları arasındaki ilişkilerin teorik zorunluklara tâbi olduğu, onları ayırmaya yönelerek gösterilmeye çalışılıyor. Marksizmin bütünlüğü içinde politikanın, ‘hayat’a, ‘ham gerçeklik’e uzanmış ve onun içinde, onunla dolaysız bir ilişki içinde bulunmak bakımından ‘imtiyazlı’ bir konumda olduğu belirlenmelidir. Marksist bilim ve felsefenin ‘nesnel gerçek’le (gerçek gerçek) doğrudan ilişkileri yokken ve buradaki –teorik olarak zorunlu– bağlantı unsuru politika iken, politikanın gerçek gerçekle ilişkileri dolaysızdır. Çünkü politikanın ‘nesnesi’ nesnel gerçektir.

Marksizmin öğeleri, özellikle bilimle politika arasındaki ayrım ve ilişkileri, nesneleri bakımından ele almak; teorik kaçınılmazlığı belirginleştirmek ve onu pratik manevralarla savuşturma çabalarını açığa çıkarmak bakımından önemlidir. Marksist bilimle Marksist politika farklıdır; çünkü nesneleri farklıdır. Politika ‘gerçek nesne’, bilim ‘bilgi nesnesi’ üzerinden yapılır. [9] Nedir ‘gerçek nesne’?

Gerçek nesne, sözcüğün tam karşılığında, “belirli bir an”dır. [10] Tarihte bir bakıma, tek gerçek, “şu an”, içinde bulunulan an, konjonktürdür. [11] Althusser, Lenin’in politik pratiğini nesnesi bakımından değerlendirirken, onun politik pratiğinin nesnesini ne evrensel tarihin, ne de emperyalizmin tarihinin oluşturduğunu belirtiyor. [12] Ona göre, mesela, emperyalizmin tarihi, Marksist bir tarihçi ya da teorisyenin özgül nesnesidir. Lenin ise emperyalizm olgusuyla, politik pratiği sırasında somut bir durum olarak karşılaşmıştır. Fakat bu sadece bir momentte söz konusudur. Başka bir somut durum, bir politikacının karşısına başka bir gerçek nesne çıkarabilir. C. Baudelaire’in şu sözleri gerçek nesneyi cüretkâr bir yalınlıkla koyuyor: “Zamanın tek bir gerçekliği vardır: Anın gerçekliği. Başka bir deyişle zaman, an’a sıkıştırılmış ve iki hiçlik arasında askıya alınmış gerçekliktir.”

Bilimin kendine özgü nesnesi vardır. Onun, gerçek gerçekle politikanın olduğu türden dolaysız ilişkisi söz konusu değildir. Bilim, içinde bulunulan an’a kördür. (Olsa olsa bilim, ona ‘teknoloji’ vasıtasıyla ‘müdahale’ eder.)

Bilim için süreç [13] vardır ve süreçte “içinde bulunulan an”ın kategorik bir yeri ve anlamı yoktur. Bu bakımdan an’la ilgili olarak ele alınacak olursa, bilim her zaman arkadan gelir; an’ı, ancak sürece tahvil olduktan sonra nesneleştirebilir. Ama, anlaşılması beklendiği üzere bu, bilimin geleceğe ilişkin olamayacağı demek değildir. İçinde bulunulan şimdiki an’la geçmiş arasında, sözcüğün tam karşılığıyla, gerçek gerçek olma bakımından, herhangi bir süreçsel bağ olmadığı gibi, gelecek arasında da yoktur. An, gerçek gerçektir. Dün ve yarın ise, hafızada ve tahayyülde olma dışında bugün, şu an varolmayan; bilim için gerçek olabilecek nesneler/gerçeklerdir. “Sözcüğün tam anlamı ile sadece gerçek, somut ve tekil nesneler vardır.” [14]

Bilimsel teoriyle bilim nesnesi arasındaki ilişki doğrudandır; politikayla gerçek nesne arasındaki ilişkinin doğrudan olduğu anlamda. Fakat, gerçek gerçekle, konjonktürle bilimin ve genel olarak bilimsel teorinin dolaysız bir ilişki içinde olacağı beklenmemeli, böyle bir imkânsızlık teorize edilmeye çalışılmamalıdır. [15] Bu bakımdan, içinde bulunulan anda, bilimin (dolaysız) ‘uygulanması’ ya da aranması politikanın reddidir; anti-politiktir. İçinde bulunulan anın indirgenemez özgüllüğü ile tarihsel sürecin gelişme aşamaları, sıçrama noktaları olarak an’lar karıştırılmamalıdır. İçinde bulunulan an’ın sürecin gelişme aşamaları olarak an’lardan biri olup olmadığı, gerçek nesne olan an’ın bilim nesnesi olarak sürece katılmasından sonra bilinebilir. Bilim, içinde bulunulan an’ı değil, ama gelecekte, sıçrama noktası olacak an’ı öngörebilir. [16] İkincisi bilime konu olur, fakat belirli, içinde bulunulan an, ancak post festum, olup bittikten sonra, yani ‘o an’ olmaktan çıktıktan sonra bilimin konusu olacaktır. Bugünde, içinde bulunulan anda, teorik gerçekler yoktur.

            (Süreçsel açıdan) bilim, belirlilik ve zorunluklar vazeder. Politikanın alanı oynak, geçici ve iğretidir. Politikada yarın doğası gereği belirsizdir. Bilimde ise gelecek kategorisi aslî bir belirlenme alanıdır. Politika belirlenmişliklerden, bilim belirsizliklerden –her ikisi de üzerine üzerine giderek– kaçar, kurtulmak ister. Politika, belirsizlik, geçicilik kaosunda kendi belirlenmişliğini (taktik) her an ve an yeniden kurar. O, biliminki de dahil, (somut olarak karşı politik güç, sınıf ve taktik olmak üzere) her türlü dış belirlenimden azade olmak ister. Taktik, bir zorunluluk değil, bir ayarlama işlemidir. Taktik işlemi, doğası gereği, soyut olarak kazanma olasılığı eşit olan atlardan birine, ama sadece birine oynamaktır. Bütün atlar seçilmiş ve size oynayacak at kalmamış ya da kötü bir at kalmışsa, politik-olanın kategorik olarak dışına düşmüşsünüz demektir. Ya da bir başka şekilde bilimin emrini yerine getiriyor olmak adına, ayarlama yapmadan zorunlu tek atın olduğunu sandığınız an politika dışındasınızdır ve anında başka bir politikanın konusu olmuşsunuzdur bile… [17]

İçinde bulunulan an’ın bu kavranışı ile tarihsel sürecin “kavranılabilir bir bütünselliği olmadığı” anlayışı arasında zorunlu bir teorik bağ olmadığı ısrarla vurgulanmalıdır. Marksizme açılan savaş cephesini teorik açıdan da karşılamanın hayatî önemini gören az sayıdaki Türkiyeli Marksistten biri olan Gülnur Savran’ın [18] , an’ın politikası ile tarihsel sürecin bilimi arasında kurduğu ve zorunluğa ilişkin olan zorunlu bağın, bu iki unsurun özgüllüklerini tanımayan, birini diğerine feda eden (ve Marksist olan ya da olmayan) bir yaklaşımlar manzumesi içinde olduğu görülüyor. [19]

Rasyonalizm ve doktrinarizm, an ve konjonktürü görmediğini reddetmek, kendini, içinde bulunulan anı da içeren epistemolojik-ontolojik ‘bütün’e teşmil etmektir. İdeoloji, bir anlamıyla, tam da bu düzlemdedir. İdeoloji, politikacı ve bilimcilerin gücü tarafından dengelenmezse, dogma olarak dolaysız karşılığını içinde bulunulan anda aramaya kalkışır. Bu anlamda, rasyonalizm ve doktrinarizm, ideoloji olarak iş görürler. “Bir ideolojinin [doğası gereği] dogmatik sabit oluşu ile siyasetin son derece hareketliliği” [20] arasındaki çelişki, politik hareketler için sürekli bir gerilim kaynağıdır.

Politikanın bir güçler ilişkisi oluşu, esnekliği ve aksiyon ve reaksiyonlarının duruma göre tayin edilişi gibi özellikleri, onu, ideolojiye karşı bilime benzeştirir. İdeolojinin katılığına karşılık politikanın hareketliliği bilimdeki geliştirici dinamiğe çok uygundur. Kaldı ki, ideoloji, ezilenler için bir politikanın gereksindiği teoriyi karşılayamaz. Bilimin ve genel olarak teorinin etkilerinin yokluğunda ideoloji, ezilenler bakımından ütopya olur ve ütopya da, ezilenler ve sömürülenleri politika-dışı bir radikalliğe iter.

Doğru Teori ve Uygun Politika

Aynı zamanda bilim adamı olan ya da bilim adamları ile (veya bilimle) ‘gerçek’ bir etkileşim içinde olan politikacılar olmadan Marksizmin, işçi ve ezilenler hareketinin diğer akımlarıyla farkı, politik arenada belli olmaz. Bilim, epistemolojik tüm niteliğine rağmen, tarihsel oluşta gerçek etkiler verir. Bilimin varlığının tarihsel sonuçları vardır.

Politika için bilim dışsaldır, sadece politikacı niteliklere sahip birileri için bilim dışsaldır; ama bilim adamı-politikacı için ne bilim ne politika dışsaldır. Evet; burada, entellektüel nitelik ve biyografi, zorunlu unsurlar olarak kaydedilmektedir. Hayatını bilfiil, eylemli olarak harekete vakfetmeyen bilim adamının (teorik) eseri işçi hareketinin dışındadır. Yani, tek başına eserini işçilere ‘adamak’, hiçbir gerçek sonuç doğurmaz. ‘Birlik’in gerçekleşmesi için, ya söz konusu eserin yaratıcısının bizzat hareketin içinde olması, ya da eserin hareketin içinde olan bir başka entellektüel tarafından teorik olarak edinilmesi zorunlu koşuldur.

Biyografi gibi tarihsel unsurlara vurgu, bir teorinin ‘doğru’ olduğu için pratik bir kabul, ya da ‘yanlış’ olduğu için redle karşılaşma durumunda olmadığını, doğru-yanlış gibi kategorilerle ontoloji düzeyinin kesin bir ayrılık içinde olduğunu ifade etmeye yöneliktir. Teori ile pratiğin birliğini epistemoloji ve ontoloji kendi dünyalarının gerekleri ve tanımlamaları doğrultusunda kurarlar. Bu bakımdan; ne teorinin tarihsel gerçekliği yarattığı ve epistemolojinin ontolojiyi içerdiği gibi bir model, ne de teorinin tarihsel gerçeğe tâbi olduğu ve ontolojinin epistemolojiyi içerdiği gibi bir model tek başına yeterli ve doğrudur. Epistemoloji ve ontoloji düzeylerini kapsayan başka bir ‘Bütünlük‘ oluşturmak gerekmektedir. [21]

Epistemolojik alanda temayüz etmiş bir bilim adamıyla bir politika pratisyenini pratik-politika meselelerinde kategorik olarak eşit kılan önerme dayanağını bu yaklaşımdan alır. “Filozoflar kral olmalıdır” anlayışı epistemolojinin ontolojiyi içermesini ileri sürmekte ve teori-pratik birliğini, “insanın pastayı yiyerek onunla birleşmesi” türünden ele almaktadır. ‘Doğruluğa ve gerçeğin bilgisine sahip olan’ın kendinde hak görmesi doğaldır. Ancak bu, doğruluk-yanlışlık çatışması olarak değil, uygunluğun kendini koyduğu belirli bir andaki bir güçler ilişkisi ortamında gerçekleşmek durumundadır.

‘Saf doğru’nun ‘tarihsel’de krallığını kuracağı safdil bir düştür. ‘Doğru’ tarihsele ‘gelirken’ kategorik bir dönüşüm geçirir. Tarihselin bir unsuru olarak bu aşamada, onun, epistemolojideki doğru olduğunun hiçbir epistemolojik tanıtı yoktur. Teorik özü nesnel gerçekte, gerçeği de teorik özde gören bütün girişimler, söz konusu ‘dolaysız’ birliği arıyor ve yeni bir ‘Bütünlük‘ kurulmasının önünü tıkıyorlar.

Teori, epistemolojik olarak özerktir. Ancak bu, özerkliğin, ontolojik boyutta da sürdüğü anlamına gelmez. Teori, her zaman belirli bir tarihsel bağlamda yer alır ve ona göre ‘biçimlenir’. Bir anlamda teori de varlık ve oluş’a ayrışır. Bu ‘biçim’in, onun epistemolojik boyutuyla ilgisi yoktur. Bu anlamda, bilim dahil teori, tarihten münezzeh değildir. ‘Biçimlenme’deki kaçınılmaz tarihsellik, politikanın nesnesi olan bugüne, şimdiki zamana da yansır. Her türden teori, söz konusu biçimlenme açısından içinde bulunduğu döneme bağlıdır. Ancak, ontolojik boyutla epistemolojik boyut arasındaki ayrılık ilk bakışta görülebilen bir nitelik sergilemez; ya da denilebilir ki, ilk bakışta göze çarpan birlikler gibi, ayrılıklar da sağduyusaldır, aldatıcıdır.

Toplumsal, politik ve akademik kurumlarla teknoloji ve pratik-politikanın epistemolojik nitelikli kavram ve kategorilerle karıştırılıp, bir ve aynı şeylermiş gibi değerlendirilmesi kritik teorik sorunlara yol açmaktadır. Bu durumda, ontolojik boyutta her şeyin politikleştirilebilmesi, bir anlayış olarak epistemolojiye de el atmaktadır.

Ontolojik politika yaklaşımları tarihi politikaya indirgerken değil ama, anı, konjonktürü bütünsel anlamda politikleştirirken ‘işlevli oluyor’. Bir kere, Marksizmin unsurlarının ‘oluş’a ait bütün görünümleri politiktir. ‘İçinde bulunulan an’da tarihsel materyalizmin ve diyalektik materyalizmin belirdiği somut biçimler dolaysız politik etkiler icra ederler. Bu bağlamda politikanın mantığı ve dili konuşur. Bir konjonktürdeki unsurlar derin ve yaygın bir şekilde (şu ya da bu; burjuva ya da proleter…) politikanın kumandasındadırlar. Böylece, bir konjonktürde teorinin özerkliği, kategorik bir şekilde görelidir.

Belli bir anda bir kaosun belirsizliği vardır. Kaosun girdabında kaybolmaya karşı acil (önsel) güvence ‘taraf olmak’tır. Eğer kaosta varlığıyla görece ve geçici (çünkü, hiçbir gücün, anın karmaşıklığında kalıcı bir konumu yoktur) bir yere tutunabilen politik bir hareket varsa, başlangıç biraz daha kolaylaşmıştır. Zaten, bir politik ‘özne’nin, “etkileyemediği, en azından eylemli bir yönelim içinde bulunmadığı bir nesnellikten siyaset nesnesi türetmesi, kendisini kuşatan sayısız olgudan hareketle anlamlı ve bütünlüklü bir siyaset kurgusuna ulaşması mümkün olmayacaktır.” [22]

Hiçbir zaman bilim, toplumsal varlığı belli bir anda, şimdide, saydamlaştıramaz. Bu, ilkesel niteliktedir. Laclau ve Mouffe’un bir kısım Marksizm anlayışlarına eleştirileri –içinde bulunulan an’a ilişkin anlaşılmak kaydıyla– yerinde: “Şeffaf ve homojen toplum efsanesi –ki, politikanın sonu anlamına gelir– kararlılıkla terk edilmelidir.” [23] Yani, belli bir konjonktür, ne ilgili toplumdaki temel sınıf çelişkisinin yansıdığı bir görüngü, ne de politik bir stratejinin (şaşmaz) ilkelerine içkin olmak durumundadır. An veya parça, bütünü içermez. ‘Varlık’tan dolaysızca ‘oluş’a veya ‘oluş’tan dolaysızca ‘varlık’a gidemeyiz. Toplumsal varlığın kavranabilir bir tarihsel bütünlüğü ve hareket yasaları olmasıyla, aynı toplumsal varlığın, içinde bulunulan andaki oluşu, kategorik bir ayrıma tâbidir ve birincisi bilim, ikincisi politikanın konusudur. Eğer içinde bulunulan an, şimdiki zaman, bir toplumsal varlığın bilim tarafından ortaya konmuş anatomisinin bir görüngüsü olsaydı, politikaya hiç gerek kalmaz; gereken, basit ve teknik bir uygulama olurdu.

Politikanın üzerinde yükseldiği ve yöneldiği kaotik oluşumun, bilimin kurduğu belirlenmiş, tasnif edilmiş bütünle ayrımını daha net –ve kuşkusuz çağrışımlar yapacak– ifadelerle anlatma durumundayız: Politika; evet, özler olmadan!

Politik-olan ile sınıfsal-olanın ilişkileri öteden beri tartışılır. Ancak, post-Marksizmin bu ilişkiyi politik olan lehine yok eden anlayışı ve Marksizme yönelik saldırısıyla, bazı Marksist kesimlerde hiç de şaşırtıcı olmayan bir sınıfçılığın depreşmesi, diğer bazı kesimlerde de pratik-politik bir savunma refleksi olarak kapitalizmde işçi sınıfının rolüne yapılan retorik vurgu şeklinde ortaya çıkan bir genel yönelim, Marksist politikayı çoktan bir öze, işçi sınıfına kilitledi ve günün modası anti-Marksist cereyanlara Marksizmi savununun haklı gururuyla göğüs gerdi.

Politik-olan ile sınıfsal-olan ilişkileri söz konusu olduğunda günümüzün egemen Marksist anlayışı, birincinin ikinciye indirgenmesi olarak belirirken, post-Marksizmin sınıfsal-olanı anlamlı bir nesnellik olmaktan çıkaran yaklaşımı, ‘yeni toplumsal hareketler’ üzerine teorilerle besleniyor. Öncelikle, bu iki unsuru aynı düzlemde ele alıp, biraz ötekinden biraz berikinden türü, kategorik olmayan niceliksel durum kurtarma tutumlarının, mesele ile karşılaşmaktan kaçınmak anlamına geldiğini vurgulamalıyız. Marksizmi savunu cephesindeki en zayıf ve aynı zamanda pragmatik örneği, sonuncu yaklaşım sergiliyor. Böyle bir dengeleyici tutumdan uzak durup, ‘karşı-özcü’ saldırıların doğrudan muhatabı olmayı seçebilen ve sorunların pratik ve politik açıdan farkında olma bakımından değil ama, teorik düzlemde ve tutarlı bir mevzi açmış olmasından dolayı ‘sınıf-indirgemeci’ yaklaşım, Marksizmin politik-ideolojik gerekleri bakımından kuşkusuz daha önemli işlevler görüyor.

Lenin’in Politikası

Politik-olan ile sınıfsal-olan ilişkilerinin Marksist teorik-politik anlatımlarına kavuştuğu henüz söylenemez, ancak bu konudaki temel yaklaşım, en önemli referansını Lenin’in çalışmasında bulur. Leninizmin ayırdedici başlıca bir yanı politika ile bilimi ayırmak ve politikanın an’a ilişkin üst-belirleyen rolünü vurgulamak olmuştur. İşte buna zengin (ve uzun!) bir örnek:

“Lena’da işçilerin kurşunlanması, kitlelerin devrimci duygularının, bir devrimci yükselişe dönüşmesine yol açtı. Tasfiyecilerin ardından, Viyana Pravda’sında Troçki’nin de tekrarladığı şu liberal görüşten daha aldatıcı bir şey olamaz: ‘Gerek Lena faciasının, gerekse onun bütün ülkede yarattığı güçlü tepkinin temelinde, örgütlenme özgürlüğü için mücadele yatmaktadır.’ Örgütlenme özgürlüğü, Lena grevinin ne özel, ne de esas talebiydi. Lena’da işçilerin kurşunlanmasının gösterdiği şey, örgütlenme özgürlüğü olmadığı değil, her alanda provokasyonlara, köleliğe ve keyfiliğe karşı güvence altında olma özgürlüğünün yokluğudur.

“Lena’da işçilerin kurşunlanması, daha önce Sosyal-Demokrat’ın 26. sayısında açıklığa kavuşturduğumuz gibi, 3 Haziran monarşisinin bütününün tam bir yansımasıydı. Lena olaylarının belirleyici özelliği, en temel ve en önemli olanı olsa bile, proletaryanın haklarından biri için verilen mücadele değildi. Lena olaylarının belirleyici özelliği, hiçbir temel meşruluğun zerre kadar olmamasıydı. Olayların belirleyici özelliği, bir ajan provokatörün, bir hafiyenin, bir gizli polis ajanının, Çarın aşağılık bir uşağının, hiçbir siyasi neden olmaksızın kitlelere ateş açmasıdır. Lena olaylarının çok açık bir şekilde arkasında yatan ve kitlelerde devrim ateşini tutuşturan şey, Rusya’daki hayata özgü bu genel haklardan yoksunluk, belli haklar uğruna savaşmanın umutsuzluğu ve imkânsızlığı ve çarlık monarşisinin ve onun bütün bir düzeninin iflah olmazlığıdır.” [24]

Bu uzun aktarmada, Lenin’in, muhataplarından farklı olarak, başka çelişki ve sorunları sınıf çelişkileri ve hareketine bağlamak bir yana, bizzat fiili sınıf hareketini politik çelişkiye bağladığı ve bu işlemde, işçi sınıfı ve taleplerine herhangi bir önsel öncelik tanımadığı görülüyor. Lenin’in, Ne Yapmalı?‘daki politika anlayışı, 1912’de ve bütün eseri boyunca hiçbir bulanıklığa yer vermeyecek bir şekilde varlığını korur. Konjonktürle politikanın özgül ilişkisi ve bu anlamda gerçeğin politikleştirilmesi, Lenin’in, yaşamı boyunca birçok Marksistin anlayamadığından yakındığı temel bir hususu oluşturur. [25]

Ancak, Leninizmin Rusya Marksizmi olduğu anlayışının [26] günümüzdeki –kasıtlı kasıtsız– sürdürücü ve ihya edicileri, bu çalışma boyunca vurgulanagelen kendi temel teori tanımlarını teyid edercesine, Leninist politik teorinin Rusya’nın tarihine ne kadar bağlı olduğunu göstererek, teorinin tarihle ilişkilerine dair yaklaşımlarına güven tazelemiş oluyorlar! Günümüz Marksizminin, E.M. Wood gibi zayıf (fakat içten) savunucuları, başta Çin olmak üzere Rusya ve benzer ülkelerde politikanın Lenin’in (ve Mao’nun) koyduğu şekilde anlaşılmasını, işçi sınıfının zayıflığına bağlayarak, istenmeyen ve katlanılması –mümkünse bir safra gibi atılması– gereken bir olgu olarak görmüş ve onu teorileştirmekten kaçınarak, ‘gelişmiş ülkelerin gelişkin işçi sınıflarının Marksizmi’nin teorisinde ısrar etmişlerdir. [27] Bu Marksizm anlayışları, önce politikayı, ardından dışarıdan götürülen teoriyi ve işçi sınıfı dışında oluşturulan bir Marksizmi (tabiî bu anlamda başta tarihsel materyalizmi), kendine gereken Marksizmi (kendi) özünden çıkaracak olan güçlü işçi hareketlerinin gereksinmeyeceği fazlalıklar olarak bir kenara ya bırakmışlardır, ya bırakma eğilimindedirler ya da bırakmalıdırlar. İşçi sınıfıyla Marksist politika ilişkilerinde, Leninizm, bir ‘tarihsel anomali’ olarak bir yana bırakılamaz. Lenin’in eserinin tarihsel yönleri kuşkusuz vardır ve günü geçmiş olduğu saptananlar göz kırpmadan terkedilmelidir. Fakat, dünya Marksizmine Leninizm terimiyle malolan oluşumdan kastedilmek gereken; başta Marksizmin epistemolojik boyutuna yapılan katkılar, diğer yandan tarihsel Marksizme Rusya özgülünü aşan ve günü gelince eskiyecek, geçersizleşecek türden katkılardır. Marksist teorik-politikanın teşkili yönündeki Leninist eserlerin, birinci türden katkılar olduğu şeklindeki bir önerme, varlığını çok güçlü olarak halen koruyor. Lenin’in politika anlayışının da, bu bakımdan, epistemolojik ve ontolojik boyutlara ayrılması gerekmektedir. Rusya’da işçi sınıfının zayıflığından kaynaklanan bir politika vurgusu ile, politikaya ilişkin, kategorik olarak onun yok olacağı tarihsel aşamaya gelinceye dek korunacak ve evrensel niteliklere sahip kavramlaştırmalar titizlikle ve kesin bir tutumla ayrıştırılmalıdır. Lenin’in Lena olaylarını değerlendirişindeki politika anlayışı, temelini, Rusya’nın özgül tarihi şartlarından değil, Marksizmin özgül politika ‘şartnamesi’nden alır.

Lenin’in politika anlayışı ve eyleyişinden çıkarılacak başka dersler de var. Lenin, içinde bulunulan anın, konjonktürün kaotik doğasının, politik taktiğin ve yönelimin oynak zemininin ve bunlarla süreç arasında ‘bağ kurma’nın çetinliğinin hep farkındadır. Lenin’in politikası, yoldaşı birçok Marksistin tersine, ‘cogito’ yoksunluğundan söz edilmesi mümkün olmayan bir nitelik taşır. Colletti, “Lenin’in politik çizgisinde görülen sürekli sallantı ve değişiklik”ten söz eder. [28] Gerçi, bu durumun anlamını, Colletti de, Rusya’nın geriliğinde bulmakta ‘Batılı’ meslektaşlarıyla hemfikirdir, ama onun saptamaları, böyle de olsa, değerinden bir şey kaybetmez. Colletti, “Lenin’in, devrimin niteliği ve anlamı konusundaki tereddütleri, şaşkınlığı ve şüphelerini neredeyse devrim anında” saptayarak yazısını sürdürür:

Lenin’in Marksizm anlayışını başkalarından, Zinoviev’den, Kamenev’den, Stalin’den, Buharin’den, hatta belki de Troçki’den ayıran dramatik bir ciddiyet ölçüsü kazanıyoruz burada: Kesinleşmeyen tavrı onu hepsinin en bilinçli protagonisti yapar. 1920 Ağustos’unda, devrimin 1917 Kasım’ından 1918 Ocak’ına kadar burjuva demokratik nitelikte olduğunu, sosyalist aşamanınsa ancak proletarya diktatörlüğünün kurulmasıyla başladığını yazdı. Ama daha sonra, farklı bir dönemleştirme yaptı; sosyalist aşamaya ancak yoksul köylü komitelerinin Kulaklara karşı verdiği sınıf mücadelesiyle ulaşabilmişti. Bu kararsızlık hiçbir zaman sona ermedi. İki ay sonra, 1921 Ekim’inde, yeni bir dönemleştirme daha yapılır: Bu kez, devrimin burjuva demokratik aşaması ancak 1921’de, yani Lenin’in tam o yazıyı yazdığı sırada tamamlanmıştır.

“Bu kararsızlığın altında, önceden görülebilmesi kolay olmayan bir gelişmenin yattığı kesindir.” [29]

Burada Lenin’in, politik etkiler de icra eden bilimsel ve felsefi çalışmalarından söz edilmiyor; söz konusu olan, kesin bir şekilde görüldüğü gibi, kendini ‘içinde bulunduğu an’a katan bir politikacının, nesnel gerçekle dolaysız ilişkiler içindeki politik tutumlarıdır. Ama politikacı, ilgili politik tutumun sadece ‘kendi anı’nda geçerli ve anlamlı olduğunu bildiği ve bu momentte doktriner ilkelerin, bilimsel gerçeklerin ancak kendi zihninde işe koşulabileceğini ve onların an’la ‘kısa devre ilişkisi’ne sokulmasının, ilkeler ve bilimsel gerçekler olmak bakımından hiçbir anlamı olmadığını bir an bile gözden kaçırmadığı için, her anın gerçeğinin kendine ait geçerli tutumunu takınıyor. Lenin, “tam o yazıyı yazdığı sırada” kesin bir tutum takınıyor, ama politikanın içinde bulunulan ana ilişkin niteliğini görmezden gelenler, bir süreç boyunca ilkesiz bir Lenin görüyorlar. Anın gerçekleri ilke olarak önceden görülemez; süreç öngörülür ve bu, ana ilişkin bir ‘hazırlık’ ve ‘donanım’ anlamına gelir. Belirli bir anın gereklerinin diğer anlara, ya da sürecin gereklerinin onun her anına yayılması şeklindeki bir yaklaşım, politikanın reddinin ta kendisidir.

“Klasik Marksist teze göre, kapitalist toplumun temel antagonizması, kapitalistin işçiden artı-değer sızdırmasıyla ortaya çıkar.” [30] Laclau ile Mouffe’un bu eleştiri cümlesindeki saptama geçerliğini koruyor. Ancak, kapitalist üretim tarzına ilişkin bu geçerlik ile, hiçbir işçi hareketinin bu temel antagonizmanın dolaysız sonucu olarak ortaya çıkmadığına ilişkin saptamanın geçerliği farklıdır. Yaşam zorlukları, yoksulluk, ağır baskılar, hatta istikrar arayışı gibi faktörler, temel çelişki ile bir somut bağı olmayan tarihsel somutlanışlar olarak beliren hareketlere yol açmıştır.

Post-Marksizm, tarihi, ardışık konjonktürlerden ibaret ve bütünsel olmayan bir oluş olarak anlarken, çabalarını saygıyla izlediğimiz birçok Marksist an’ı, tarihsel sürecin, yakalamamız için bize içinde sunulduğu bir tepsi haline getiriyor. Sonuç, ideolojik ve doktriner bir politika (ne kadar olabilirse!) yönelimi oluyor. Tarih, kendine havale olan anlarla birlikte, kuşkusuz rastlantısal değildir, ama içinde bulunulan an doğası gereği rastlantısal ve belirsizdir.

Bilim Karşısında Teknoloji ve Politika

Politika açısından Marksizme yöneltilen belli başlı eleştirilerin birçoğunun ortak yanı, işe, toplumlar üzerine bilimin Marksizmdeki statüsünü ret ve genel olarak toplumsal bilimlerin doğa bilimlerinden kategorik farkıyla, bilimler hiyerarşisindeki aşağı konumuna işaret ederek başlamaktır.

Post-Marksizm, “yekpare ve bilinebilir bir nesne olarak ‘toplum’un imkânsızlığını” [31] ifade ettikten sonra, “tarihi ve toplumu kavramsal olarak açıklanabilir yasalar çevresinde oluşmuş anlaşılabilir bütünlükler olarak sunan klasik Marksizmi” [32] reddediyor. Geriye politika kalıyor: ” ‘Genel olarak toplum’ alanı geçerli bir politik analiz çerçevesi olarak ortadan kalkmış olduğundan […] genel bir politika teorisi kurmanın olanağı da ortadan kalmıştır.” [33] Post-Marksistler kendi politika önerilerini getiriyorlar: “Toplumun radikal demokratikleşmesi […] çok çeşitli özerk mücadelelerden doğmaktadır; ayrıca […] her şey kamusal düzlemlerin çoğullarına bağlıdır; bu süreç, devlet organlarını doğrudan hedef alan bir saldırıdan geçmeyip, liberal devletin pekiştirilmesini ve demokratik reformunu gerektirmektedir.” [34] “Etkilerini toplumun sadece bazı alanlarında uygulayan ayrı mücadeleler temelinde” hareket edilmeli, “mücadele alanları özerkleştirilmeli ve politik alanlar çoğaltılmalı”dır. [35]

Bir bilim nesnesi olarak toplumun reddinde ve buna bağlı politika anlayışlarında post-Marksistler ne orijinaller, dolayısıyla ne de yalnız… [36] Burada sadece K. Popper’ın görüşlerine değinilecek. Geçen birkaç onyıl boyunca Marksizme saldırının güçlü bir teorik cephesini açan Popper’a göre, “Toplumun tümünü yeniden kurmak için gerekli olan toplumsal bilgi türüne sahip değiliz.” [37] Bu yüzden politikamız, bilgimize bağlı olarak bütüncülükten uzak durmalıdır. Popper, bilimsel politikayı “lehimci toplumsal mühendislik” olarak adlandırır. Lehimci mühendis, “her ne kadar belki de toplumu ‘bir bütün olarak’ ilgilendiren –mesela toplumun genel refahı gibi– bazı idealler besleyebilirse de, onu bir bütün olarak yeni baştan kurma metoduna inanmaz. […] [O] yolunu adım adım, gerçekleşen sonuçları umulan sonuçlarla dikkatlice mukayese ederek ve reformların istenmeyen kaçınılmaz sonuçları konusunda daima tetikte bulunarak açacaktır. Sebep ve sonuçları birbirinden ayırmasını ve gerçekte ne yapmakta olduğunu bilmesini imkânsız kılacak genişlik ve karmaşıklıktaki reformları üstlenmekten ise kaçınacaktır.” [38] Popper’ın “bütüncü” ya da “ütopyacı” dediği toplumsal mühendislik türü (“tarihselcilik” dediği ve esas olarak Marksizmi kastettiği yaklaşımlar) ise, “belirli bir plan ve projeye göre ‘toplumun bütününü’ yeniden şekillendirmeyi hedef alır.” [39] Ütopyacı toplumsal mühendisliğin, bilimsel öngörülere göre hareket etme iddiasında yanlış olan bir şey yoktur Popper’a göre; ancak bu mühendislik, bilimin sınırlarını aşan projeler öngördüğünden bilim-dışıdır, ütopyacıdır. Popper, bilimin öngörebileceği parça parça düzenlemelerin bilimsel politika olabileceğini ileri sürer.

Farkedileceği üzere, Popperyen reform politikasıyla post-Marksist radikal demokratik politika arasında, ‘bütünsel bir perspektif’ten, hiçbir anlamlı fark yoktur. Post-Marksistler de siyasal eylemin hedefinin iktidar ya da devrim olmasını bilim-dışı buluyorlar. Radikal demokratın da, Popper’ın lehimci mühendisininki gibi ” ‘toplumu bir bütün olarak’ ilgilendiren bazı idealleri” olmasına imkân tanıyor Laclau ve Mouffe: “Siyasalın alanından ütopyanın tamamen atılması”nı eleştirdikten sonra ” ‘ütopya’ olmadan, […] radikal bir tasavvur […] oluşturmak mümkün değildir” diyorlar. [40]

Her iki yaklaşımın ortak vargıları yeterince açık: Bir nesne olarak toplum bilinemez. Bilimsel olarak ancak ‘toplum’un bazı parçalarını bilebilir ve öngörebiliriz. Öyleyse politikamız da  toplumun bilinebilecek parçalarıyla sınırlanmalıdır. Bilimsel bilgi alanının dışında kalmak kaydıyla toplumun bütününe ilişkin ütopya kurmak serbesttir.

Bilimle politika arasında bu tür bir ilişki sadece Popper’la post-Marksistler tarafından kurulmuyor. “Toplumsal mühendislik” dediği bütün yaklaşımlar, Popper’ın nezdinde politikayı bilime bağlayarak doğru yapıyorlar, çünkü “toplumu insan eylemine açık ve tasarlanacak bir mekanizma olarak” görüyorlar [41] ; problem, onların bilimden anladıklarındadır. Popper, toplumsal gelişmenin gelecek aşamasının toplumsal yasalar vasıtasıyla önceden bilinebileceği ve böylece bu bilimsel öngörünün doğru politik eylemin temel dayanağı olduğu anlayışından dolayı “tarihselciliği” eleştirir. Marksizm adına reddedilenle, reddeden yaklaşım arasında boyut açısından bir fark olduğu doğru, ama bilimle politikanın ilişkileri açısından her ikisinde görülen ortaklığın (Popper’ın terimiyle, toplumsal mühendisliğin) yeterince açık olduğu ileri sürülebilir. Popper da, tarihselcilik olarak reddettiği düşünce de (Popper’ın gözünde) bilime dolaysızca bağlı ve onun emrinde bir politikadan söz ediyorlar.

Bu tartışmada Marksizmin mevzisi nerede ve nasıl inşa edilmelidir? Toplumsal bütünün bir nesne olarak bilime konu edilip edilemeyeceği, burada ilk belirleme halkasını oluşturuyor. İdealizmin çeşitli türleri bilim-karşıtı programlarıyla, ‘… edilemeyeceğini’ iddia eder. Marksizm açısından buna verilecek cevap, hiç kuşkuya yer yok, “evet”tir. Marksizmin bilim temeli budur. Her ne kadar, Marksistler arasında bile bir ortak görüş oluşmamışsa da, temel ayıracında kesin bir ısrarı elden bırakmamak, Marksizmi savunma ve geliştirmenin teorik önkoşuludur: Önceki toplum biçimleri gibi, kapitalist üretim tarzı da, nedensellikler ve yasalarla doğmuştur ve yine nedensel ve yasalı olarak yok olacaktır.  Kapitalist toplumu, onun yok oluşunda etmen olan dinamiklerden çıkardığımız kadarıyla, yeni ve sınıfsızlığa dönük bir toplum izleyecektir. Bu temel bilimsel açıklama, yatay ve dikey olarak yeniden-kurulmaya daima açıktır. Yeni bir bilimsel kurma ve buluş, bütün modeli yeni baştan elden geçirmeyi zorunlu kılacaktır. (Binanın, her katı, tüm bina yeniden yapılarak çıkılacaktır.) Bilimsel bilgi, politikaya ‘içerilecektir’. Kapitalist toplumun sonu ve onu neyin izleyeceğine ilişkin öngörü, soyut bir kurgu, aksi imkânsız bir mukadderat değildir. Kapitalist toplumun iç-yasaları ve onu sonlayacak yasaların, başka tür nesnelere ait yasalar tarafından ilga edilmesi ihtimali tabiî vardır. Bir uzaysal olay (örneğin bir kuyrukluyıldızın dünyaya çarpması) ya da bir biyolojik olay (örneğin, önü alınamayan salgın hastalıklar) gibi çok çeşitli olayların bağlı olduğu yasalı süreçler, ilgili toplumsal yasayı ortadan kaldırabilir, toplumsal süreci kesebilir.

Marksizme, doğrudan, ya da pozitivizm genel başlığı altında çağdaş düşüncenin önemli bir burjuva akımıyla birlikte yöneltilen saldırıların başlıcalarından birini bu tema oluşturuyor. Her modaya olduğu gibi, hiçbir orijinal düşüncesi olmayan ve İslâmcısından neo-Marksistine ve liberaline kadar geniş bir kürsü loncası takımını da –çok şükür Marksizmden uzaklaştırarak– saran bu modaya da, sarsılmaz bir dirençle karşı durmak gerekiyor.

İkinci halkayı, pozitivizme karşı duruş oluşturuyor. Bu bağlamda, aslında Comte, Popper, Popper’ın anladığı anlamda tarihselciler ve post-Marksistler pozitivizmin varyantlarını oluşturuyorlar. Bu yaklaşımların tümü, politikayı bilime dolaysız olarak bağlamak gerektiğinde hemfikir: Bilim emreder, politika yapar! Popper’ın politikaya ilişkin geliştirdiği “(‘ütopyacı’ ya da ‘lehimci’) toplumsal mühendislik” terimi, bu bağlantının etkili bir ifadesi. Popper, toplumsal bilim-politika ilişkisini, doğa bilimi-teknoloji modeline göre kuruyor. Böylece nasıl fizik mühendisi fizik biliminin yasalarını uyguluyorsa, lehimci mühendis de toplumsal bilimin yasalarını uygulayacaktır. Post-Marksizm de, tüm ‘özgürleştirici ütopik’ caka ve görüntüsüne rağmen, politikasını, bilimini çektiği sınıra kadar çekmek ve ona bağlamak ‘sağduyusu’nu gösteriyor. Oysa doğa bilimi-teknoloji ilişkisi, bir teori-uygulama ilişkisi ve bu anlamda ikincinin birinciye bağlı olduğu bir ilişki türü değildir. Teknoloji tarihsel olarak bilimlerden çok daha eskidir. Bilimlerin kuruluşundan sonra da, teknolojinin bilimlerin emrine girmesi söz konusu değildir. Bilimsel gelişmelerin teknolojik birtakım gelişmeleri mümkün kılması, teknoloji ile bilim arasında pozitivistçe bir bağ varsaymayı meşrulaştırmaz. [42] Teknoloji ile nesnenin ilişkileri dolaysızdır, ama aynı nesne ile bilim arasında bu tür bir ilişki yoktur.

Tüm bu anlatımların, anti-bilimsel bir politika savunusu anlamına gelmediği belirlenebilmeli: “Çubuğu tersine bükerken” dengeyi diğer yana doğru bozma ihtimali her zaman var. Burada, politikanın bilimin somut verileriyle yapılacağı anlayışına dikkat çekilmek isteniyor. Bilim, politikaya somut veriler sunamaz.

Öte yandan, toplumsal bilim-politika ilişkisini doğa bilimi-teknoloji ilişkisi modeline göre kurmanın, yani politikayı toplumsal bilim teknolojisi olarak belirlemenin başka bir problemi daha var: Geleneksel teknoloji yaklaşımında ‘mühendis’, uygulama yaptığı nesnenin dışındadır. “Elindeki parçayı ‘ayarlayan’ motor tamircisi motorun önceden varolduğunu ve işlemek için işin bitmesini beklediğini gayet iyi bilmektedir: Motor onun dışındadır. Belki biraz daha karmaşık, ama aynı şey cerrah için de geçerlidir: Cerrah hastanın bir parçası değildir.” [43] (Ancak, kuantum fiziğindeki gelişmeler sonucu, bu ‘dışsallık’ da tartışma konusu olmuştur.) Oysa, politikacı, politika yaptığı (‘uygulama yaptığı’) nesnenin bir unsurudur. Daha uygun ifade etmek gerekirse; politikacı politikasını, yöneldiği nesnenin içinde yapar. Bir anlamda, politikacı, ateşin içindedir, koru çıplak eliyle tutar. “Motor tamircisi ve cerrahtan […] farklı olarak […] siyaset adamı Lenin eylemde bulunduğu ve değiştirmek istediği konjonktürün ‘içindedir’. […] O, ‘kafasındaki’ bir fikri izleyen ve onu dışarıdan kabul ettirmek isteyen bir ‘özne’ değildir. […] ‘Uygun çizgi’yi saptarken o, bizzat kendisinin de içinde bulunduğu bir güç ilişkisini yansıtmaktadır.” [44]

Tüm problemlerin tek bir noktada düğümlendiği belirlenmelidir: Bilimle politikanın nesnelerinin kategorik farklılığı… Bilimler içinde her bir bilimin özgül nesnesi vardır, ancak bilimlerin nesneleri ile bilim-olmayanların nesneleri arasındaki farklılık karşısında, bilimler (doğal ve toplumsal bilimler birlikte) bir yana, bilim-olmayan ilgili kategoriler bir başka yana ayrılır. Bilim ve politikanın (ve teknolojinin) nesneleri arasındaki indirgenemez ayrım, sorunun kendisi ve çözümü olmaktadır. Bu, idealist ve pozitivist/ampirist yaklaşımların her ikisinden uzak durmak anlamına gelir. Nesnelerin ayrılığı bir kez belirlendikten sonra, bilimle politikanın bağlantılandırılmasının gündelik dilde telaffuz edildiği kadar kolay olmayacağı açıklık kazanmış olmalıdır.

Teorik olarak zorunlu olanın, politikayı bilime (dolaysızca) bağlayan tüm yaklaşımların radikal reddi olduğu görülüyor. Bilimin kendisiyle, onun tarihsel ve politik ‘karşılıkları’ farklı olmak durumundadır. Bilimin sınıfla ilgisi olmamasına karşılık, politikanın sınıfsal olanla özgül ilişkisi şeklinde beliren temelli yaklaşım, bilimle politikanın radikal ayrılığının bir diğer ifadesinden başka bir şey değildir.

Politikayı bilimin hizmetine vermek, aslında politikanın reddidir. Bilimin emrinde bir politika anlayışında politika, vazedilmiş bir bilimin zorunlu ve yegâne uygulamasıdır. [45] Burada, herhangi bir özgüllükten değil, sadece bir gölgeolay olarak politikadan bahsedilebilir. Kaldı ki, bir an bunun geçerli olduğu kabul edilse bile, politik hayatta karşılaşılan her soruna çare sunan bir bilim, en azından çeşitli veçheleriyle tamamlanmış bir bilim, sadece bir vehimdir. Dolaysız anlamıyla bilimsel ve teorik bilgi, politikada ‘dolaysız’ bir zarar unsurudur. Böylece, politikada, bilim adamı ya da filozofun, hiçbir ayrıcalıklı konumu yoktur –’bilgi’ ve ‘teori’ yüküyle ‘gölge etmek’ten, politik nesneyi karartmaktan başka..! Bilim adamı ve teorisyenin, bilim ve teorilerini politikada ‘konuşturma’ları için aynı zamanda politikacı olmaları gerekmektedir.

Politikanın, doğru bilginin (bilimin) nesneye (topluma) uygulanışı şeklindeki rasyonalist-teknisist kavranışı, toplumsal tarihte rasyonalizmin anlam veremeyeceği sonuçlar doğurur. Habermas’ın, teknik uzmanlık bilgisiyle kamu arasındaki bağlantının kısa devre olması [46] şeklinde ifade ettiği bu durumun, Marksist politik tarihte yaşanmadığı söylenemez. [47]

Bilim, gerçek nesneye ilişkin bir kudrete sahip olmak anlamına gelmez. Bilimle donanmış bireylerin varlığı ve çokluğu, eğer bilim –kendinden kategorik olarak ayrı olan– teknolojik birtakım etkiler vermişse, ancak o zaman çok değişkenli bir ortama sokulan yeni bir değişken konumunu alabilir. Bilimle gerçek nesnenin, bilim nesnesiyle gerçek nesnenin ayrıştırılmaması, bilimi teknoloji olarak kavramlaştırmakla sonuçlanmak durumundadır. Bilimin teknolojiye indirgenmesinin sonuçları –genel olarak sol açısından– salt-teorik değildir; politik ve pratik sonuçları da olacaktır.

Teknolojiyle özdeşliği ve ‘bilim kurumları’nın konumu sonucu bilim, devlete ve egemen sınıfa hizmet eden bir olguya dönüştürülüp reddedilir. İktidarların, doğa bilimleri yanında sosyoloji, psikoloji, iktisat gibi bilimlerdeki gelişmelerden teknolojik sonuçlar çıkardıkları ve bunlardan oldukça verimli bir şekilde yararlandıkları gerçektir. Eleştirel okulun çabaları önemli bir oranda, bu ‘ilişki’nin açığa çıkarılmasına hasredilmiştir. Ancak bir kez daha vurgulanmalı ki; bilim adamı, bilim kurumu ve teknolojiyle bilim karıştırılmamalıdır. Bir başka açıdan bilimin, bu kez beri tarafın elinde, gerçek nesneye ilişkin sonuçlar vermesi (mesela, politik başarılar, devrim…) beklenir. Ancak, eldeki ‘mutlak tin’in kendini gerçekleştirememesi, onun bir yana bırakılmasına ve kendini gerçekleştirmeye muktedir yeni mutlak tinler arayışına yol açacaktır. Teori ile pratik arasında kurulacağı kabul edilen bu ilişkide, başta sorun doğru teorinin (teknik) uygulanması olarak değerlendirilir ve gerçeklik, teori tarafından ilga edilip yenisinin kurulacağı bir oluş olarak iğrenti ile reddedilirken; ‘sürecin sonunda’, reddedilme sırası ‘teori’ye gelir. Bu da iki görünüme bürünür: Ya ‘teori’ reddedilirken her türden teori reddedilir ve ‘olan’a biat edilir; ya da ‘kudretsiz teori’ reddedilir ve ‘oluş’u şu veya bu boyutta değiştirip/dönüştürüp taze bir dünya kuracak yeni teoriler arayışına çıkılır. (Bu cenahta genellikle, genel olarak Marksizm alanında güçlü bir eğilim olarak varlığını duyuran ve ezilenlerin tipik tepki biçimi olarak beliren ütopyacı akımlarla post-Marksizm yer alıyor.) Ancak, bu tepki tarzları dışında kalan ve teorik anlamlar taşıyan pratik bir tutum içinde olan iğreti bir başka yönelimin varlığını anmak zorunlu: Teori yanlış uygulanmıştır! Böyle bir iddia ileri sürüldüğü anda dramatik bir noktada bulunuluyor demektir. ‘Yanlış uygulama’ ifadesi ile aslında, meselenin ‘uygulama’dan başka bir şey olduğu itiraf ediliyor gibidir. Bu yaklaşımla, bilim ile gerçek nesne, başta ifade edilen ilişkiden uzaklaştırılmış oluyor. (Bu kesim, genellikle, okullu Marksizmlerde ısrar eden Marksist akımlar tarafından oluşturuluyor.)

Habermas’ın reddederek yaptığı ayrım, Marksist açıdan zorunludur: “Psikolojik olarak teorinin mutlaka üstlenilmesi ve epistemolojik olarak bilginin ilgiden ayrılması. […] İlkin teorik anlayışın yöntemsel anlamı ve sonra dünyanın bilenlerden bağımsız bir yapısı olduğuna dair ontolojik temel kabul. […] Bir zamanlar teorinin pratik etkinliğini oluşturması gereken şey, şimdi yöntemsel yasağa uğramaktadır.” [48]

 



* Üç genç komünist militan, Nihat Kaymakçı 16 Ocak 1978’de, Hayri Aslan Ekim 1979’da, Fevzi Bozgeyik 17 Ocak 1980’de, Gaziantep’te öldürüldü.

[1] Max Weber, Sosyoloji Yazıları, Der.: H.H. Gerth, C.W. Mills, Çev.: Taha Parla, İstanbul 1989, İkinci Baskı, Hürriyet Vakfı Yay., s.122.

[2] L. Althusser, Lenin ve Felsefe, Çev.: B.Aksoy, E.Tulpar, M.Belge, İletişim Yay., İstanbul 1989, İkinci Baskı, s.75.

[3] G.Lukacs, “Taktik ve Ahlâk”, Çev.: Nusret Hızır, Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi-II, Der.: Mete Tunçay, Bilgi Yay., Ankara 1976, s.848.

[4] Melik Kara, İ.Mert, S.Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s. 71-2.

[5] G. Sabine’den aktaran Şirin Tekeli, David Easton’un Siyaset Teorisine Katkısı Üzerine Bir İnceleme, İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayını, İstanbul 1976, s.87.

[6] Melik Kara, …, age, s.66.

[7] Althusser’in eserinde bulunan, söz konusu bağı kurmaya yönelen, fakat epistemolojinin ontolojiye dolaysız müdahalesi gibi görünen platformun, üçüncü unsurla birlikte anılmasının uygun olduğu düşünülebilir. Ancak, “birlikte anılma”nın Althusser’in Marksizmini de pratik-politik Marksizme dahil etmek anlamına gelmeyeceği açık olmalı. Althusser’in eserinin, söz konusu unsurla bağının kurulması bakımından teorize edilmesi, başlı başına dev bir adım atılmış olduğu anlamındadır.

[8] Metin Çulhaoğlu, birbirine geçişgenliği olamayacak, birbirinin yerine geçemeyecek kategoriler arasında bir salınımın tarihsel olgu olduğunu ve bunun teorik anlamının da bu çerçevede teşkil edilmesi gerektiğini yazıyor: “Sosyalist hareket(ler), diyalektik ve tarihsel maddecilik eksenine karşın, ibrenin felsefeye ya da tersine bilime kaydığı izlenimi verecek salınımları yaşamaya devam edecektir. Sözgelimi, iradecilik ile determinizm arasındaki gelgitler, bu salınımın daha somut ifadeleri olarak bundan sonra da karşımıza çıkacaklardır.” (Metin Çulhaoğlu, “Marksizmde Kuram ve Pratik: Yerleşiklik mi, Salınım mı?”, Yeni Marksizm ve Gelecek, 3, Yaz 1994, s.23.)

[9] Kuşkusuz bu ayrım, bilimin spekülatif dehlizlerde kaybolması şeklindeki ‘hain plan’dan kaynaklanmıyor. Ancak, bilimi diğer öğelerden belirginleştirerek ayırmak, Marksizmin bir yandan çağdaş düşüncedeki yer ve önemi, diğer yandan Marksist teorinin işçi sınıfıyla çeşitli boyutlardaki ilişkilerinin teorik ve tarihsel anlamını belirlemek bakımından kritik bir önem taşıyor.

[10] Lenin, şöyle diyordu: “Siyaset sanatının tamamı, elimizden koparılıp alınması en güç olan halkayı, belirli bir anda (vurgu sonradan) en önemli olan halkayı, onu elinde tutana bütün zincire sahip olmayı en çok güvence veren halkayı bulmaktan ve ona olabildiğince sıkı bir biçimde sarılmaktan ibarettir.” (Ne Yapmalı?, Çev.: Muzaffer Erdost, Sol Yay., Ankara 1990, s.174-5)

[11] Konjonktür, Ben Brewster’ın hazırladığı ve Althusser’in onayladığı sözlükte şu şekilde tanımlanıyor:  “Lenin’in ‘içinde bulunulan an’ dediği, Marksist politika biliminin merkezî kavramı; güçlerin gerçek dengesi, politik taktik uygulanması gereken herhangi bir anda çelişkilerin üst-belirlenmesi durumuna karşılık gelir.”  (Althusser, For Marx, Çev.:Ben Brewster, NLB, Londra 1986 içinde, s.250.)

[12] Age, s.178.

[13] Süreç: “Gerçek koşulların bütünlüğü içinde ele alınan gelişme.” (Marx)

[14] N. Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev.: Şen Süer, L. Fevzi Topaçoğlu, Belge Yay., İstanbul 1992, s.7.

[15] Ampirizm ve rasyonalist doktrinarizm burada aynılaşıyor. Bilgi gerçek nesnede saklı oluyor veya bilgi gerçek nesneyi yaratıyor.

[16] Popüler politik yazında, “tarihsel bir an yaşıyoruz”, “işçi hareketi dönüm noktasında” gibi ifadelere sıklıkla rastlanır. Bunlar, politik ifadeler olarak ve politik bağlamlı kullanılıyorsa hiçbir sorun olamaz; ama yaygın olarak yapıldığı üzere aynı zamanda ‘bilimsel bir gerçeği’ saptayan bir bağlamda yapılıyorsa, tam da an’a mahpus olunmuş, kendiliğindenliğe gömülünmüş demektir.

[17] Bu ifadeler, yine politik taktiğin (ideolojik) gereği olarak, “Tek seçenek bu!”, “Zorunlu yegâne hal tarzı!” türünden gerekçelendirmeler, veya ilgili taktiği kuracak tek yönlü sloganlarla herhangi bir aykırılık içermez.

    Öte yandan, bilimle politikanın bu tarz kıyaslanmasında ideoloji ya da doktrini anmamak çok zor. Burada birçok yerde, ideoloji, bilimin yerine geçirilebilir. Zaten tarihte ideoloji ya da doktrin, bilimin işlevlerini yerine getirmeye çok kez yönelmiştir. Bu ilişkiler ve yerine geçmeler söz konusu olduğunda ‘pratik-politik Marksizm’ kavramını teorik işleme taşımak zorunlu oluyor. Ayrıştırılması gereken bir teorik süreç olarak önümüzde duran bu göreve ilişkin birkaç şey şimdiden söylenebilir: Bir ara düzlemde Marksizm, politik arenada teorik olarak edinilmeden, ideolojik veya doktriner bir edinime konu oluyor. İdeoloji bilimin işlevini yerine getiriyor. Fakat sorun bu kadarla kalmıyor; ideoloji söz konusu olunca, ezilenlere ilişkin bir başka eğilim devreye giriyor ve ideoloji yerini ‘ütopya’ya bırakıyor. İşte, ütopyanın henüz tam oturmadığı bu ara aşamada pratik-politik Marksizm ortaya çıkıyor.

[18] G. Savran’ın son yıllardaki bütün çabasının, takdire değer bir şekilde özellikle post-Marksizme karşı Marksizmin teorik savunusu üzerinde odaklandığı izleniyor. Bu çabanın örneklerinden sadece biri “Öz’lerin Reddinden Sınıf Politikasının Reddine” (11.Tez, 10, 1990/1, ss.108-133) başlıklı yazı.

[19] Tam da burada, kendi yaklaşımımıza ilişkin bir “cogito” yitiminden kaçınmak gibi çetin ve kesin gerekli bir çaba içinde olmak gerektiği açık.

[20] Paul Dimitriu, “İdeolojilerin Çöküşü”, İlimler ve İdeolojiler, Çev.: Fahrettin Arslan, Umran Yay., Ankara, tarihsiz, s.69.

[21] Bu tür bir ‘Bütünlük‘e ilişkin, (“düşüncesinde toplumsal yaşamın bütünlüğünü ifade eden herhangi bir söz, kavram ya da kategoriye” rastlanmaması, ve “pratik etkinliği ve doğal zorunlulukları dilin (sembolün) belirleyici etkisinden bağımsız olarak ele alması”yla) Aristoteles’ten başlayarak, (“düşünceden varlığa geçilemeyeceği anlayışı”yla) Kant’a ve (“zihni üretim araçları” ve “düşüncede somut” ile) Marx’a kadar gelen ve çağdaş felsefede Habermas gibi düşünürlerin çalışmalarıyla öne çıkan tartışmalar sürüyor. İlkay Sunar, Düşün ve Toplum‘da (Birey ve Toplum Yay., Ankara 1986) ontolojiyi içeren bir epistemoloji anlayışıyla, bu konunun teorideki bir sergilemesini yapıyor.

[22] Metin Çulhaoğlu, “Marksizmde Kuram ve Pratik: Yerleşiklik mi Salınım mı?”, Yeni Marksizm ve Gelecek, 3, Yaz 1994, s.27.

[23] E.Laclau, C.H. Mouffe, “Amasız, Fakatsız Marksizm Sonrası”, Çev.: Ahmet Kardam, Marksizm ve Gelecek, 5, Mayıs 1992, s.37.

[24] V.İ. Lenin, “Devrimci Yükseliş” (1912), Örgütlenme, Çev.: Gürol İlban, Kaynak Yay., İkinci Basım, İstanbul 1992, s.122-23.

[25] Lenin, çeşitli vesilelerle, R. Luxemburg, L. Troçki, N. Buharin ve İ. Armand gibi Marksistler yanında M. Gorki’yi de, politikayı anlayamamakla, eksik bırakmakla eleştirmiştir. Lenin’in terminolojisinde, politika, çoğu kez ‘diyalektik’le eşanlamda kullanılan özel bir yere sahiptir.

[26] Leninizmin “emperyalizm çağının Marksizmi” olduğunu ileri sürmenin de, onu Marksizmle sadece tarihsel bir ilişkiye konu etmek bakımından –politik değilse de– aynı teorik kozmosun ürünü olduğu vurgulanmalıdır.

[27] Şu ifadeler, söz konusu kesimlerde hiç de az rastlanan türden değil: “20. Yüzyılda –Rusya’da ve Çin’de– gerçekleşen büyük devrim hareketlerinin, tarihsel koşullar nedeniyle, iktidar mücadelesini ön plana çıkarmak, hatta bir bakıma, özellikle de Çin örneğinde, başlıca mücadele etkenleri olarak ‘halk’ı ya da ‘kitleler’i işçi sınıfının önüne koymak zorunda kaldıkları söylenebilir. Sözü edilen olgularda, böylesi gelişmeleri belirleyen etmen, iktidarı ele geçirmenin, sırt çevrilemeyecek bir fırsattan yararlanmanın, üstelik de bunu büyük ve gelişmiş bir işçi sınıfı olmadan yapmanın ivedi bir gereklilik halini almasıdır.” (E.M. Wood, Sınıftan Kaçış/Yeni ‘Hakiki’ Sosyalizm, Çev.: Şükrü Alpagut, Akış Yay., İstanbul 1992, s.19-20).

[28] Lucio Colletti, “Stalin Sorunu”, Çev.: Nazan Tukin, Bülent Aksoy, Birikim, 30/31, Ağustos-Eylül 1977, s.51.

[29] Agy, s.52.

[30] Laclau, Mouffe, agy, s.32.

[31] E. Laclau, “Toplumun İmkânsızlığı”, Çev.: Meltem Ahıska, Akıntıya Karşı, 1, Nisan 1985, s.29-30.

[32] E. Laclau, C.H. Mouffe, Hegemonya ve Sosyalist Strateji, Çev.: Ahmet Kardam, Doğan Şahiner, Birikim Yay., İstanbul 1992, s.9.

[33] Age, s.221.

[34] Laclau, Mouffe, “Amasız …”, agy, s.35.

[35] Laclau, Mouffe, Hegemonya ve…, s.218-19.

[36] Bu konuda Levent Köker’in bir çalışmasında sunduğu veriler ilginç. Köker; Gadamer, Habermas, Rorty, Arendt, C. Taylor, A. MacIntrye gibi, birçoğu ünlü günümüz düşünürlerinin tümünün ‘toplum’ değil, ‘topluluk’ kavramını kullanmayı yeğlediklerini belirtiyor. (L. Köker, İki Farklı Siyaset, Ayrıntı Yay., İstanbul 1990, s.72).

[37] Popper’dan yorumlayarak aktaran Antony Quinton, “Karl Popper-Özler Olmadan Siyaset”,  Çev.: Tuğrul Eryılmaz, Çağdaş Siyaset Felsefecileri, Der.: Anthony De Crespigny, Kenneth R.  Minogue, Remzi Kitabevi Yay., İstanbul 1981, s.154.

[38] Karl R. Popper, Tarihselciliğin Sefaleti, Çev.: Sabri Orman, İnsan Yay., İkinci Baskı, İstanbul 1995, s.76-7.

[39] Age, s.77.

[40] Laclau, Mouffe, Hegemonya ve…, s.233.

   Ve yazarlar nafile ekliyor: “Her radikal demokratik politikanın, totalitaryen İdeal Kent miti ile hiçbir tasarısı olmayan reformistlerin pozitivist pragmatizminin temsil ettiği iki uç noktadan kaçınması gerekir.”

[41] Adnan Ekşigil, “Tarihselciliğin Sefaleti: Popper’ın Toplumbilim Serüvenine Bir Bakış”, 11.Tez, 2, s.108.

[42] Konuyu bu çerçevede tartışan bir kitap: Lewis Wolpert, Bilimin Doğal Olmayan Doğası, Çev.: Evcimen Perçin, Sarmal Yay., İstanbul 1994.

[43] L.Althusser, Felsefe ve Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi, Çev.: Ömür Sezgin, Birey ve Toplum Yay., Ankara 1984, s.51.

[44] Age, s.51-2

[45] Politikanın sadece bilimin değil, ideolojinin, doktrinin, ilkenin de hizmetine sunulduğu ve böylelikle reddedildiği örneklere günlük politik yaşamda da rastlanıyor. Bülent Ecevit, bu bakımdan esaslı bir örnektir. O, politikanın hiçbir iç-bağlayıcılığa sahip olmadığı günümüz Türkiyesinin burjuva politik atmosferinde ‘gerçek politikacı’ gibi görünüyor. Oysa Ecevit’inki, kendince belirlenmiş bir kurallar manzumesinin teknik ifadesi ve uygulaması derekesindeki bir ‘politika’dır.

   Türkiye’de ‘politik ilkeler’le politik taktiği (taktik tutumu) bağdaştırma ve politikanın özgüllüğünü anlama konusunda Doğu Perinçek özel bir örnektir.

[46] Jürgen Habermas, “Siyasetin Bilimselleştirilmesi ve Kamuoyu”, Çev.: Levent Köker, Rasyonel Bir Topluma Doğru, Vadi Yay., Ankara 1992, s.83.

[47] Çok uzağa gitmeye gerek olmaksızın, Türkiye solunun tarihi bu konuda oldukça zengin. Tek bir politik olaya, ya da örgütsel bir konuda alınan tutuma ilişkin, muarızları, “M-L bilimine aykırı davranmak”la, “bilime aykırı bir görüş ileri sürmek”le eleştirmek ‘vakayı adiye’dendir. ‘Bilim’, tartışmayı durdurur ve güçlü olanın meşruiyet dayanağı olur. (Bu durumda, yenik taraf ya kaderine rıza göstererek ‘bilim’e boyun eğer, ya da her şeye isyan eder. ‘Bilim’e de, bilime de… Üçüncü tür örnekler istisnadır.)

[48] J. Habermas, “Bilgi ve İlgi”, ‘İdeoloji’ Olarak Teknik ve Bilim, Çev.: Mustafa Tüzel, Yapı Kredi Yay., İstanbul 1993, İkinci Baskı, s.97-8.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar