Ana SayfaArşivSayı 8Amaçsızlık, “Öznesizlik” ve Bilim

Amaçsızlık, “Öznesizlik” ve Bilim

Osman Albayrak

Eğer aklında ciddi bir problem yoksa, ortalama her “insan”, gerçek olanla gerçek üzerine söylenen söz’ü birbirinden rahatlıkla ayırır. Bu görgül ayırma işi o kadar zor değildir. Zor olan, bu işlemin tersini yapmaktır. Işte felsefenin işi de bu aşamadan sonra başlıyor. Bu, felsefenin kendi gücünü ortaya koyma işlemidir. Ilk etapta basit gibi görünen problem, teorinin dehlizlerine girildiğinde karmaşıklaşarak içinden çıkılması güç bir labirente dönüşüyor. Ve onun için, teorik düşünceyle gerçek dünya arasında kapanması zor bir açı beliriyor. Bazen Hegel gibi istisnalar çıkarak bu açıyı düz bir çizgiye indirgiyor. Ama bu tutum, düz tarihsel bir hat üzerinde helezonik devinimi kabul etmek kaydıyla meşrudur. Böyle olmasına karşın, Hegel’in teorik sistemini anlayabilenler, parmakla sayılacak kadar azdır. Tarih, gerçek ve düşünce içi olmak üzere kendi çizgisinde devam ederken felsefenin yaptığı iş, “söz” düzeyinde bir gerçeklik olarak kalıyor. Bu teorik işin, hem teorik alana, hem de gerçek dünyaya etkisinin olduğu kesindir. Ama buna rağmen, iki ontolojik alan varlığını sürdürmektedir: Gerçek gerçeğin olduğu ontolojik düzlem -tarih bu düzlemin üzerinden işler-; ve teorik gerçeğin olduğu ontolojik düzlem. Ikincinin varlığı, birinci ontolojik düzlemin varlığına bağlıdır.

Hegel’in teorik sisteminden güçlü etki alan teorik akımlardan biri, ilk elde Marx aracılığıyla Marksizmdir. Marksizmin “tarih felsefesi”ni reddetmesine rağmen etki gerçektir. Bu tezin teorik ve tarihsel dayanakları epeyce tartışıldı, gelecekte de tartışılmaya, şu ya da bu biçimde devam edilecektir. Bu alanda yapılacak esaslı iş, söz konusu etkinin nüvelerini bularak Marksist teorik sistemin dışına atmaktır.

            Tarih felsefesi işe başlarken, “özne”yi kendi teorik sisteminde temel kategori olarak ele alıyor. Özne, ontolojik düzlemde kendinden menkul bir gerçeklik olarak duruyor. Felsefi özne, mutlak belirleyen olarak bir amaç için vardır. “Özne”nin amacı kendisine içkindir. W.T. Stace, Hegel Üstüne adlı eserinde, “nesnel idealist felsefe”yi açıklamaya kalkışıyor. Elealılardan başlayarak Aristoteles ve “nesnel idealizm”in zirvesinde yeralan Hegel’i aklamaya çalışıyor. Aslında kendince, Aristoteles ve Hegel’i anlaşılır kılmaya çalışırken nesnel idealizmi aklıyor: “Bir şeyin amacı kendisine önceldir.” Aristoteles, biçimler çözümlemesinde ciddi bir iş yapıyor: “Bir şeyin biçimi (kavramı) varlığına önceldir.” Aristoteles’te, varlık öznenin dışında hareketsiz olarak vardır. “Özne” varlığa hareket emri verdiğinde (ilk fiske), varlık harekete geçer ve Newton’un metafiziği referansını kesinlikle Aristoteles’ten alır. Newton’un fiziği kurulu bir makina olduğu için, dışarıdan marşa basacak birisi gerekiyordu. Işte bu, “özne”dir. Bu fizik, metafiziksiz yapamıyor.

           “Tarihsel özne” ya da Althusser’in ifadesiyle “eyleyici”, hayata dönük pratiğinden önce, bir projeye göre hareket ediyor. Genel masa yoktur; gerçekten varolan masa, genel masa değil, şu ya da bu masadır. Genel masa bir tasarımdan başka bir şey değildir. Masa tasarımı, şu ya da bu masaya öncel olmasına rağmen, masayı tasarlayan bir başkasına muhtaçtır. Ama masa tasarımcısı olan bir başkası da tarihseldir. O, bir yanılsamayla kendisini “özne” olarak görür. Oysa tasarımcı da, tıpkı tasarladıkları gibi tarihseldir. Ama tarihsel olan özne olamaz. Nesnel idealizm, “ben” tarihsel olduğuma göre, “ben”im dışımda evrensel olan başka mutlak bir “ben” vardır diye düşünüyor. Tarihsel “ben”i, mutlak “ben”in bir parçası olarak görüyor.

            Stace, aynı eserinde, nesnel idealizmi aklamaya çalışırken onu hiçliğe indirgiyor. Çünkü, “bir şeyin amacının onun varlığına öncel olduğu”, hiçlik olan “özne”nin varlığa gelme fikri, onun varlığa gelmesinden önce olduğu anlamına gelir. “Özne” varsa amacı da vardır. Ne yapılırsa yapılsın, felsefede amaçsallıktan kurtulunamıyor. Amaçsallık, sonucun önceden mutlak olarak belirlenmesi/determine edilmesidir. Felsefi determinizm, tarihin önceden özne tarafından belirlendiği anlamına geliyor. Bilimle felsefe zaman zaman aynı terimleri kullanmak zorunda kalıyor. Felsefenin bilim üzerine bu etkisi, dilin imkanlarının dışına çıkmanın bazen mümkün olamamasından kaynaklanıyor.

            Dünya denen gezegenin sınırları içerisinde, yukarıya atılan taş, yere düşer. Fizikte bu düşme olayını açıklayan iki temel tez var. Birincisi Aristoteles fiziğinin getirdiği açıklama, ikincisi Galileo’nun yer çekimi yasasının açıklaması. Aristoteles’in açıklamasında, amaç, cismin içerisine bir yabancı unsur olarak giriyor. Amaç, cismin içerisinde “özne”nin temsilcisi durumundadır. Amaç yoksa hareket de yoktur. Ya da zoraki hareket vardır. Zaten Aristoteles fiziğinde hareket, istenen bir durum değildir. O, olumlu bir işlev yüklenerek, yerinden oynatılan cismin tekrar eski yerine dönmesini ifade eder. Ve sonuçta büyük özne küçük özneyi yener. Görüldüğü gibi burada, taşın yukarıya atılma hızını ve yere düşme hızını ifade eden bir açıklama yok. Yani niteliksel bir ifade var. Taşın yukarıya çıktığını ve aşağıya düştüğünü bildiren bir ifade… Galileo fiziğinde ise, taşın yukarıya çıkarken ve aşağıya düşerken her anındaki hızı tespit edilebilir. Bunun arkasında yatan gerçek, yerçekimidir. Burada, taşın hareketinden önce bir belirleme var. Ama bu, felsefedeki gibi amaçsal bir belirleme değil.

Althusser’in tarih tezi, “tarih amaçsız bir süreçtir” diye başlıyor. Bu ifade, tarihin amacı yoksa “öznesi” de yoktur anlamına geliyor. Tarih felsefesinden tarih bilimine köprü, Feuerbach’ın soyut insanını değil, Marx’ın toplumsallaşmış somut insanını kabul etmekle kuruluyor. Oysa “insan”i “özne”den kurtarmak gerekiyor. Buna karşın, Ikinci Enternasyonalciler Marx’ta referans noktaları bulabiliyorlar. Ikinci Enternasyonalin tarih anlayışı, tarih felsefesinin Marksizm içerisindeki uzantısıdır ve bir ur niteliğindedir. Ikinci Enternasyonalin tarih anlayışı, öznenin yok edilmesine karşın, tam anlamıyla öznelcidir. Özne tarihle özdeşleşmiş bir durumdadır. Bunu anlamak için, Hegel’i kavramak gerekiyor. Marx’ın kovmaya çalıştığı amaç ve özne, Ikinci Enternasyonalde bacadan içeriye girmiştir. Onun için, tarihselcilikle Ikinci Enternasyonalcilik aynı noktada tersten birleşirler. Felsefi düzeyde öznenin yok edilmesi ciddi bir titizlik gerektiriyor. Öznenin reddedilmesi, ancak etkin nesnenin savunulması, özne kategorisini gizli bir biçimde nesne kategorisinin içerisine taşımak anlamına geliyor. Ikinci Enternasyonalcilerin düştüğü tuzak budur. Çünkü bir teorik sistemin temelinde yer alan bütünlükte iki kategori birden var olamaz. Ya özne vardır, ya da nesne. Burada, formel mantığın “çelişmezlik ilkesi” geçerlidir. Yani özne denen “hiçlik” yoktur; sadece var olan vardır. Yani nesne ve nesnel olan vardır.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar