Ana SayfaArşivSayı 11Ahlaki Bir Sorun Olarak Bolşevizm

Ahlaki Bir Sorun Olarak Bolşevizm

George Lukacs

Çeviri: Ergun Duman

İngilizceye Çevirenin Notu[1]

Aşağıdaki çeviri, ilk defa Aralık 1918’de Szabadgondolat‘ta (Özgür Düşünce) çıkan “A bolsevizmus mint erkölcsi problema” başlıklı Macarca makaleye dayanmaktadır. Szabadgondolad, Budapeşte Üniversitesi’ndeki radikal aydınların “Galileo Çevresi” diye bilinen örgütünün resmi dergisiydi. Lukacs, bu makaleyi, muhtemelen derginin editörü Karl Polanyi’nin isteği üzerine Bolşevizm üzerine bir özel sayı için yazdı. Bu makale, şimdiye kadar çok sayıda yapılan Lukacs’ın erken dönem çalışmalarının yeniden basımlarında yer almamıştır. Aslında, Macarcadaki materyaller, İngilizcede Lukacs üzerine çalışma yapanlar tarafından elde edilmediği için, makalenin bu kişiler tarafından kayıp olduğunun düşünülmesi bağışlanabilir bir durumdur.

Bu makale, birçok bakımdan tarihsel açıdan ilgi çekici bir belgedir. Avrupalı aydınların, 1. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası dönemlerde kafasını en çok kurcalayan sorunlar içermektedir. Örneğin, Heidelberg’deki Weber-Çevresi, belirleyici tarihsel anlarda güç kullanmanın meşrulaştırılması üzerine George Lukacs, Karl Jaspers, Ernst Bloch gibilerin katıldığı uzun tartışmalar yürüttü. Bu makale, aynı zamanda, Avusturya-Macaristan Monarşisinin çöküşü ve ardından gelen ve farklı siyasi grupların etkisiz koalisyonuyla sonuçlanan Ekim 1918’deki “burjuva-demokratik” devriminin yarattığı, Macaristan’daki solcu aydınları etkisi altına alan bunalım atmosferini de aydınlatmaktadır. Ancak, makale en çok Lukacs’ın Marksizm ve Bolşevik ideolojiye bağlanmasının kökeni ve geçmişi açısından önemlidir.

Lukacs bu makaleyi yazdığında, hayatının bir geçiş evresini yaşıyordu; “Romantik anti-kapitalist” konumdan, yarı sosyal demokrat bir konuma daha yeni geçmişti. Lukacs’ın bu makalesi, sorunun “nesnel” bir incelemesi olduğu kadar, kesinlikle “günah çıkarıcı” bir nitelik de taşımaktadır. Makale Lukacs’ın yaşadığı içsel çatışmalar hakkında bize bazı bilgiler vermektedir. Lukacs’ın yaşamındaki bütün derin deneyimlerin bu yazıda izleri vardır: Dostoyevski, ilk karısının da aralarında olduğu Rus anarşistleri, Yahudi Mesihçiliği, Marx’ın kuramı ve Alman idealizmi ile karşılaşması. Alternatifler üzerine bir tartışmanın bu denemede yer alması, denemenin bu arka planına karşıt bir durumdur. Ancak, “nihai amaç” uğruna (örneğin bireyin kurtuluşu için) “geleneksel” etik normlarını ihlal etmenin olanaklılığı hakkında Lukacs ilk defa düşünmüyordu. 1912’de yazdığı, Ruhun Sefaleti adlı yapıtında, Lukacs formel bir etiği reddetmekte ve “daha yüksek bir düzeni” yeğlemektedir. Lukacs, benzer şekilde, Marksizm öncesi burjuva-estetik döneminde de, biçim hakkında şiddet kavramının da içinde yer aldığı aşırı radikal bir bakış açısına sahipti. “Biçim, kutsal bir terörle kurtuluşu her şeyin üzerine çıkaran bir yargıdır” (Estetik Kültür,1913, Macarca metin) diye yazıyordu Lukacs. Elinizdeki makalede, Lukacs’ın, henüz Bolşevik bir tavra sahip olmadığı doğrudur. Lukacs’ın erken yazılarına dayanarak, onun estetik ve etik sorunlardaki radikal tavrının, devrim davasını destekleme kararına giden yolu açtığını savunabiliriz.

Lukacs’ın komünist davaya ani gibi görünen yönelişinin kesin tarihi ve koşulları konusunda oldukça fazla tartışma vardır. Macar Komünist Partisi, Bela Kun ve diğerleri tarafından 24 Kasım 1918’de kurulmuş olmasına karşın, Lukacs partiye Aralık ayının sonuna kadar girmedi. Komünist Parti’nin resmi yayın organı Vörös Ujsàg (Kızıl Gazete) 7 Aralık 1918’de yayın hayatına başladığında, Lukacs henüz Komünist Parti üyesi değildi. Lukacs’ın Marksist olmadan önce son yazısı olan bu makale, gazetenin çıkışından birkaç gün sonra yayımlandı.

1918 Eylül’ü gibi geç bir tarihte, Lukacs’ın Almanya ‘ya yerleşmeyi planladığı ve bu amaçla Alman arkadaşlarının (Veimar yetkililerinden Hans Staudingers ile şair ve oyun yazarı Paul Ernst) yardımlarını istediği biliniyor. Ayrıca, 18 Mayıs 1918’de Heidelberg Üniversitesi’ne kabul edilmek için başvurdu. Ancak üniversite dekanı Domaszevsky, 12 Aralık 1918’de Lukacs’a yazdığı mektupta başvurusunun reddedildiğini bildirdi. Reddedilme nedeni, “yabancı uyruklu”, Macar olmasıydı. Lukacs 16 Aralık 1918’deki cevabında, siyasete atılmaya karar verdiğini belirterek, başvurusunu memnuniyetle geri çektiğini belirtiyordu. Dolayısıyla, Lukacs’ın KP’ye katıldığı tarihi kesin olarak verebiliriz. Fakat yalnız başına bu dış koşulların Lukacs’ın kararını açıklayabileceğine inanmıyoruz. Lukacs’ın bu dönemle ilgili kendi açıklamalarına göre -ki bu açıklamalar çağdaşlarının hatıralarında yer almaktadır- onu asıl etkileyen, harekete geçirici bir unsur olduğunu kanıtlayan ikna edici ve “karizmatik” Bela Kun’du. Lukacs bunu arkadaşına şöyle anlatıyordu: “Kısa bir süre önce, düşüncesi ve inançları boşlukta olmayan, aksine eyleme dönüşmüş biriyle tanıştım. Bizim uzun uzadıya konuştuklarımızı o yaşıyor. Beni düşüncelerimin sonuçlarını kabullenemediğime ikna etti. Bunun değiştiğini göreceğim.”

Aralık ayının sonunda, Vörös Ujsàg’ın bir sonraki sayısı çıkarken George Lukacs’ın adı, yazı işleri görevlileri arasında yer alıyordu. İki ay sonra, “Bolşevizm“in arkasından, “Taktik ve Etik” adlı makaleyi yazdı.[2] Taktik ve Etik, Lukacs’ın komünist davaya katılmasını ve daha yüksek bir düzenin etiği, kollektif bir etik için bireysel ahlakı feda etmesinin nedenlerini içermektedir.

Ahlaki Bir Sorun Olarak Bolşevizm

Burada, Bolşevizmin gerçekleştirilmesinin olanaklılığını, ya da doğurduğu yararlı veya zararlı sonuçları tartışmayacağız. Yazar, kendisinde bu sorunlar konusunda, kesin bir yanıt verme yeteneği görmüyor; daha da önemlisi açıklık sağlama pahasına, pratik sonuçlar üzerine bir tartışmayı zamansız bulmaktadır. Bolşevizmin yanında ya da karşısında olma kararı -tıpkı gerçekten önemli herhangi bir sorunda taraf olmak gibi- etik bir karar olmak durumundadır. Bu nedenle de, gerçekten dürüst bir seçim için, böyle zor bir kararın içsel olarak açıklığa kavuşturulmasının önceliği çok yüksektir.

Bolşevizm konusundaki birçok tartışmanın, yakın bir Bolşevik devrimi için, ekonomik ve toplumsal koşulların “olgunlaşmış” olup olmadığı sorusu etrafında toplanmış olması, Bolşevizm sorununun etik açıdan formüle edilmesini kısmen haklı çıkarmaktadır. Ancak bu çeşit spekülasyonlar, bizi hiçbir yere götürmeyecektir; çünkü, bana göre, bunu önceden bilmek mümkün değildir. Bolşevizmi derhal ve koşulsuz gerçekleştirme iradesi, objektif koşullar kadar ortamın “olgun” olup olmadığı sorunun içsel parçasıdır. Öte yandan, zafere ulaşmış bir Bolşevik devrimin, büyük kültür ve uygarlık kazanımlarını tahrip edebileceği düşüncesi, etik nedenlerle ya da tarihsel-felsefi düşüncelerle Bolşevik olanların, Bolşevik devrimi yeğlemelerini etkilemeyecektir. Böyle devrimciler, bu olguyu dikkate alacaklar ve -üzülerek ya da üzülmeyerek- bunun kaçınılmazlığını kabul edeceklerdir. Bu sezgi onların amaçlarını değiştirmeyecektir ve değiştirmemelidir. Çünkü onlar bu büyüklükteki bir dünya – tarihsel değişimin bütün eski değerleri ortadan kaldırmak zorunda olduğunu iyi bilirler. Devrimcilerin yeni değerler oluşturmaktaki azmi, bu kaybın bedelini, gelecek kuşaklara ödeyecekleri konusunda onları inançlı kılar.

Şimdi ciddi bir etik sorunun, her gerçek sosyalist için çözülmüş olduğu ve (bir sosyalistin) Bolşevik devriminden yana karar vermesini hiçbir şeyin zorlaştırmaması gerektiği söylenebilir. Yine de, eğer biri koşulların “olgunluğu” ve eski değerlerin yok edilmesi konusunda kaygılanmıyorsa, amacımızı derhal ve koşulsuz gerçekleştirmemizin önündeki engel ne olabilir? Beklemeyi ve uzlaşmak için ileride enine boyuna düşünmeyi, seçen biri de hala gerçek bir sosyalist sayılabilir mi? Ancak, Bolşevik olmayan biri, demokrasi adına bir azınlığın diktatörlüğüne karşı çıkarsa, liderlerinin direktiflerini izleyerek, “demokratik” ibaresini partinin isminden ve programından kolaylıkla çıkaran ve kendilerini “komünistler” olarak adlandıran Lenin’in taraftarlarının tepkisiyle karşılaşacaktır.

Sorunun etik formülasyonu, dolayısıyla, demokrasinin rolünün nasıl anlaşıldığına, yani, demokrasinin, sosyalist hareketin geçici bir taktiği, baskıcı sınıfların yasal olarak izin verilen fakat kanunsuz terörüne karşı mücadelede kullanılan faydalı bir araç olarak mı, yoksa gerçekten de sosyalizmin içsel bir parçası olarak mı görüldüğüne dayanmaktadır. İkincisinin doğru olması durumunda, yol açacağı moral ve ideolojik sonuçlarını gözardı etmeksizin demokrasiden vazgeçilemez. Dolayısıyla her vicdanlı ve sorumlu sosyalist, demokratik ilkenin yıkılmasını düşündüğü anda, ciddi bir ahlaki (moral) sorunla yüz yüze gelir.

Geçmişte oldukça nadir olarak, Marx’ın tarih felsefesi sosyolojisinden ayrı ele alındı. Sonuçta Marks’ın sisteminin sınıf ayrımını ve dolayısıyla baskıyı ortadan kaldıran iki oluşturucu öğenin, sınıf mücadelesi ve sosyalizmin birbiriyle yakından ilişkili olduğu, fakat anlam olarak aynı kavramsal sistemin ürünü olmadığı sık sık görmezden gelindi. Birinci oluşturucu öğe olan sınıf mücadelesi, Marks’ın sosyolojisinin dönemsel önemi olan olgusal bir bulgusudur. Sınıf mücadelesi, varolan her toplumsal düzenin ardındaki harekete geçirici güç ve aynı zamanda, tarihsel gerçekliğin gerçek iç-bağıntılarının temel açıklayıcı ilkelerinden birisidir. Halbuki sosyalizm, Marksist tarih felsefesinin ütopist postülası, gelecekteki bir dünya düzeninin etik amacıdır. (Marks’ın Hegelciliği, iki farklı gerçeklik kategorisini aynı düzeye koyarak, bu karışıklığa bir ölçüde katkıda bulunmuştur). Proletaryanın sınıf mücadelesi yeni bir dünya düzeni kurmak için tasarlanmış olmasına karşın, sınıf mücadelesi nitelik olarak, bu yeni dünya düzeninin cisimleşmesi değildir.

Burjuvazinin zaferle biten sınıf mücadelesinin sonrasında ortaya çıktığı üzere, proletaryanın kurtuluşu, zorunlu olarak tüm sınıf egemenliklerinin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Sosyolojik olarak, bu yalnızca, sınıfların yeniden düzenlenmesini zorunlu kılacaktır: eski zorbalar, yeni ezilen sınıf haline gelecektir. Proletaryanın zaferi, ezilen sınıfların en sonuncusunun kurtuluşu anlamına geldiğinden; bu zafer, ezilen ve ezen sınıflar olmayacağı, gerçek bir özgürlük alanının kazanılmasının vazgeçilmez önkoşuludur.

Fakat bu yalnızca bir şart, olumsuz bir şarttır. Basit sosyolojik tanımlamalar ve toplumsal gerçekliği belirleyen yasaların ötesine geçen bir dünya düzeni arayışı, yani demokratik bir dünya düzeni arayışı, gerçekten özgür bir dünyanın kesin bir önkoşuludur.

O zaman, gerçekleri sosyolojik olarak ortaya koymanın ötesine geçen irade[3] sosyalist dünya görüşünün (Weltanschauung) özsel bir parçasıdır ve bu olmazsa, sosyalist dünya görüşü iskambilden bir şato gibi çöker. Proletaryayı insanlığın toplumsal kurtuluşunu üstlenen aktör, dünya tarihinin kurtarıcı sınıfı yapan da kesinlikle bu iradedir. Bu kurtarıcılık şevki olmasa, sosyal demokrasinin zafer dolu yürüyüşü imkansız olurdu. Engels, proletaryanın Alman klasik felsefesinin tek meşru varisi olduğunu savunurken haklıydı; dünyayı metafiziksel olarak değiştirmek isteyen, topraktan ayakları kesilmiş, artık maddi dünya ile ilişkisi kalmamış Kantçı-Fictheci düşünce, şimdi eyleme dönüştürülüyordu. Schelling’in estetiği ve Hegel’in hukuk felsefesi farklı gerici bir yol seçer, proletarya kendi hedefine doğru dümdüz ilerlerken, teori devrimci bir praxis’e dönüştürüldü.

Hiç şüphe yok ki, Marx proletaryanın kendi asli sınıf çıkarları için mücadele ederken, aynı zamanda dünyayı ebediyen tiranlıktan kurtaracağını savunan tarihsel-felsefeci fikirlerin oluşumunda büyük oranda Hegel’in “Aklın Hilesi” (List der Idee) fikrine dayanmıştır. Şu anda artık ulaşmış bulunduğumuz karar anında, kimse ruhsuz ampirik gerçekle insan -yani ütopyacı, ahlaki-nesnel- arasındaki ikili(düalist) ayrımı göz ardı edemez. Şimdi sosyalizmin kurtarıcı rolünün, insanlığın kurtuluşunu sağlamak için kendiliğinden ve kesin bir gönüllülük mü, yoksa basit bir aldatmaca mı olduğunu görelim. Son durumda, bu diğer farklı sınıf çıkarlarından sadece içerik olarak ayrılacaktır; nitelik ya da etik bir farklılık olduğu savunulmaz(18 yy.’da tüm burjuva kurtuluş-emancipation- teorilerinin insanlığın kurtuluşu, yani bırakınız yapsınlar teorisini savunduklarını hatırlayalım. Bu teorilerin saf ideolojik karekterleri, sonunda sadece sınıf çıkarlarının egemen olduğu Fransız Devrimi sırasında açığa çıktı).

Gerçek sosyal demokrasi ideali, yani sınıf tahakkümü olmayan bir politik sistemin kuruluşu tek ideoloji olsaydı, etik bir ikilemle karşılaşmazdık. Etik sorunumuz sosyal demokrasinin mücadelesine gerçek anlamını kazandıran tek bir nihai amacı olmasından kaynaklanır: Bu amaç gelecekteki tüm sınıf çatışmalarını sona erdirmek, sınıf mücadelesini teorik bir ihtimal olarak bile dışarda bırakan bir politik sistem kurmaktır.

Bu amacın gerçekleştirilmesi şimdi açık bir imkan haline geldi. Bunun sonucu olarak, şu ahlaki (moral) ikilemle yüzyüzeyiz: Amacımızın gerçekleştirilmesi için mevcut imkanın sağladığı avantajdan faydalanırsak, bundan doğacak diktatörlük, terör ve sınıf tahakkümünü de kabul etmiş oluruz. Mevcut sınıf tahakkümünün yerini, sonuçta kendi kendisini yıkacağı ve böylece nihai olarak sınıf tahakkümüne son vereceği umuduyla, bu en son ve dolayısıyla en açık, en vahşi sınıf tahakkümü, proletaryanın tahakkümü alacaktır. Bunun İblisin yardımıyla Şeytanı defetmek olduğunu söyleyebiliriz. Yoksa, yeni dünya düzenini gerçekten demokratik yollardan kurmak istediğimize mi karar vermeliyiz. (söylemeye bile gerek yok ki, gerçek demokrasi, dünyanın hiç bir yerinde, hatta demokratik denilen devletlerde bile hala gerçekleştirilememiş bir arzudur). Bu durumda, halkın büyük çoğunluğu henüz bu yeni dünya düzenini istemiyor olabileceği için, yeni bir dünya düzeni gerçekleştirme işini belirsiz bir zamana erteleme riskini göze almış oluruz. Eğer gerçek demokrasiyi bu çoğunluğa zorla kabul ettirmekten kaçınırsak, tek seçeneğimiz, bir gün insanlığın, bilinçli eylemiyle, çoğunluğun dünyanın sorunlarının tek mümkün çözümü olarak kabul ettiği şeyi gerçekleştireceği umuduyla; eğitmek, aydınlatmak ve beklemek olacaktır.

Karar ne olursa olsun, her iki seçenekte de bağışlanmaz günahlar ve sayısız hatalar yapma riski içkindir. Herkes, sonuçta gerçek bir etik ikileme dönüşen bu ikilemle yüz yüze gelmek zorundadır.İkinci seçeneğin etik sonuçları oldukça açıktır: Bu, yakın dönem çıkarları sosyal demokrasinin çıkarlarıyla çakışan ancak nihai amaçlarını benimsemeyen düşman parti ve sınıflarla geçici ittifaklar kurulması zorunluluğunu doğurur. Böylece işbirliğini mümkün kılacak, ancak nihai hedefin saflığını(arılığını) tehlikeye sokmayacak ve amacı gerçekleştirme şevkini azaltmayacak doğru taktik kriterleri belirlemek bir kural haline gelir.

Bu noktada, sapmanın tehlikeleri açığa çıkar: Geçici yolların bizatihi amaç haline gelmesine izin vermeden, bir amacın gerçekleştirilmesine giden düz ve dar bir çizgiden ayrılmak imkansız değilse bile, oldukça zordur. Böylece, şu şekilde ifade edilebilecek gerçek bir ikilemle karşılaşırız: Taktik uzlaşmaların bilincimize yerleşmesine izin vermeden, sosyalizmin gerçekleştirilmesinde demokratik ilkelere bağlanmamız nasıl mümkündür?

Bolşevizm, bu noktada, uzlaşma çağrısı yapmayan büyüleyici bir çıkış yolu önerir. Fakat belki de bu büyüleyiciliğe kapılanların hiç biri bu kararlarının sonuçlarının tümüyle farkında değillerdir. Bu kişilerin sorunları şöyle ifade edilebilir: İyi amaçların kınanabilir yollarla gerçekleştirilmesi mümkün müdür? Özgürlük baskıcı araçlarla sağlanabilir mi? Yeni bir dünya düzeni eski ve nefret edilen dünya düzeninkinden sadece teknik bakımdan ayırt edilebilen taktiklerin kullanıldığı bir mücadeleden doğabilir mi?

Bu noktada, tarihin ezilenler ve ezenler arasındaki sınıf mücadelelerinin devamlılığını içerdiğini belirten Marx’ın sosyolojisinin varsayımlarına dikkat çekebiliriz. Dolayısıyla, proletaryanın mücadelesi de bu “yasa”dan kurtulamaz. Eğer bu doğru ise, daha önce belirttiğim gibi, sosyalizmin ideal anlamı, proletaryanın maddi çıkarlarından başka bir şey değildir. Bu durumda sosyalizm basit bir ideoloji olcaktır. Ama öyle değil. Öyle olmadığı için de bu tarihsel varsayım yeni bir dünya arayışının temeli olamaz. Yanlışı yanlış, tahakkümü tahakküm,sınıfsal tahakkümü de sınıfsal tahakküm olarak kabül etmek zorundayız. Anlamsız ve amaçsız mücadeleler dizisinin devamını sağlayacak ve yeni bir baskı anlayışı ile sonuçlanacak bu sınıf mücadelesinden, yeni bir sınıf mücadelesinin çıkmayacağını kabul etmek zorundayız; ama bu baskı kendi çöküşünün unsurlarını da etkileyecek, belirleyecektir.

Dolayısıyla, her etik sorunda olduğu gibi, sorun neyin tercih edileceğidir.[4] Eleştirel, ama bu durumda yapay bir çok gözleme göre, eski, deneyimli sosyalistlerin önemli çoğunluğu, sosyalizme inançları ciddi biçimde zayıfladığı için Bolşevik saflara katılma konusunda çekimser kalmışlardır. Bolşevizmin “anlık kahramanlığını” seçmenin kahramanca görünmeyen ama uzun süreli ve çileli bir eğitim ve bekleme süreci gerektiren zor bir mücadeleye bağlılık ve derin bir sorumluluk duygusu gerektiren demokratik yolu kabul etmekten daha fazla inanç gerektirdiği fikrini reddettiğim için, bu tür bir açıklamayı da kabul etmediğimi belirtmeliyim.

Bolşevizmi seçenler, her türlü bedeli ödeyerek son tahlilde vazgeçilmek, kurban edilmek zorunda kalınan inançların saflığını koruyacak gibi görünüyorlar. Bu kendi kendini adama, sonuçta sosyal demokrasiyi parça parça değil de, bir bütün olarak kurma şeklindeki sosyal demokrasinin merkezi anlamını elinde tutmaya yardım eder. Tekrar vurgulamama izin verin: Bolşevizm, kötüden iyi çıkabileceği, ya da Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanının kahramanı Razumski’nin dediği gibi, doğruya giden yolda yalan söyleyebiliriz şeklindeki bir metafizik varsayıma dayanır.

Bu görüşü paylaşmam mümkün değil. Dolayısıyla, Bolşevik tavrın temelinde çözümlenemez bir ahlaki (moral) problem olduğunu düşünüyorum. Demokrasi konusunda, “yalnızca”, seçimlerini bilinçli olarak yapmış ve bunu dürüstçe sürdürmeye hazır kişilerin kendi kendilerini adama ve feragat şeklindeki insan üstü çabalarına gerek duyulur. Ama, insanüstü çabalara gerek duysa da, demokratik yol bizi Bolşevizmin ahlaki probleminde olduğu gibi, çözümlenemez bir sorunla karşı karşıya bırakmaz.

 

Social Research, vol. 44, No:3, Autumn 1977, ss.416-424.

 

Yaba Öykü’nün 36(67) nolu sayısından (Temmuz-Ağustos 1991) çevirmenin ve yayıncının izniyle alındı.



[1]Yazıyı İngilizceye çeviren Judith Marcus Tar’ın notu

[2]Almancaya çevirisinden İngilizceye Michael McColgan tarafından çevrilen bu yazı için bakınız George Lukacs, Political Writings, 1919-1929, derleyen Rodney Livingstone (London: NLB, 1972), ss. 3-11

[3]İrade burada etik idealizmin bir kavramı olarak kullanılmaktadır. (İngilizceye çevirenin notu).

[4]Herhangi bir yanlış anlamayı önlemek için, burada sadece en keskin biçimde tipik ve saf etik sorunların tartışıldığını ve karşılaştırıldığını belirtmek zorundayız. Her iki durumda da,saçmalık, sorumsuzluk ve şahsi-çıkar tercihleri belirleyebilir; böylelerinin kararları tartışmamıza dahil değildir. G. Lukacs.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar