Ana SayfaArşivSayı 8Ekonomi Politik ve Kültürel Çalışmalar Birleşme mi Boşanma mı?

Ekonomi Politik ve Kültürel Çalışmalar Birleşme mi Boşanma mı?

Nicholas Garnham

Çeviri: Sevilay Çelenk

Jim McGuigan, yeni kitabı Kültürel Popülizm’de (1992, s.244) “kültürel çalışmalarda, eleştirel olmayan, popüler bir yorum tarzına sürüklenişle ortaya konan, dikkate değer bir görüş daralmasına” işaret etmekte. McGuigan’a göre, bu sürüklenmenin kaynağı, “kültürel çalışmalar’ın, ortodoks Marksizmin çoktan tüketilmiş olan temel-üstyapı modeliyle daha önceki travmatik çarpışması nedeniyle” ekonomik belirlenimleri dışlamasıdır. “Bu travma, belirtileri itibarıyla, takatsiz bırakan bir kaçınma sendromunda kendini göstermektedir” (s.245).

McGuigan’ın anlatmak istediğinin örneklerini, kültürel çalışmaların önde gelen iki teorisyeninin açıklamalarında bulabiliriz. Stuart Hall bunu şöyle ortaya koyar:

           “İngiliz kültürel çalışmaları, … Marksizme dışsal değil fakat içsel olduğunu düşündüğüm belli bir indirgemeciliğin ve ekonomizmin eleştirisi; sofistike ve kaba Marksizmin benzer biçimde toplum, ekonomi ve kültür arasındaki ilişkiyi düşünmeye çalıştığı temel-üst yapı modeliyle bir tartışma olarak başlar ve gelişir. Bu, yanlış bilinç problemiyle olan zorunlu, uzun sürmüş ve şimdiye kadar sonlanmamış bir mücadeledir.” (Hall, 1992, s.279)

               Bu düşünceler, aynı derlemede Angela McRobbie (1992, s.719-720) tarafından yankılanır:

            “Kültürel çalışmalar radikal bir soruşturma biçimi olarak ortaya çıkmıştır; indirgemeciliğe ve ekonomizme karşı koyar, temel-üst yapı metaforuna karşı koyar, yanlış bilinç nosyonuna direnir… Frederic Jameson ve David Harvey gibi eleştirmenlerin işaret ettikleri pre-postmodern bir Marksizme dönüş savunulamaz, çünkü bu dönüşün koşulları, ekonomik ilişkiler ve ekonomik belirlenime kültürel ve politik ilişkilerin üzerinde öncelik vererek, sonrakileri mekanik ve yansıtmacı bir rol içinde konumlamaya dayanmaktadır.”

        Bu makale, Marksist ekonomi politik ve kültürel çalışmalar arasındaki bu kurucu antagonizmanın ima ettiklerini incelemektedir. Ben bu antagonizmanın, ekonomi politiğin esaslı bir yanlış anlaşılması üzerine temellendiğini ve kültürel çalışmaların ancak ekonomi politikle köprüyü yeniden inşa ederse başarıyla devam edebileceğini öne sürmekteyim. “Yeniden inşa etmek” diyorum, çünkü bir girişim olarak kültürel çalışmalar, ekonomi politik yaklaşıma ilişkin bir dizi sayıltı içinden geliştirilmiştir. Kültürel çalışmalar bu paradigmayı (ekonomi politik) kendi kurucu sayıltısı ve ‘radikal’ bir girişim olarak meşruiyetinin kaynağı biçiminde taşımayı sürdürmektedir, bu paradigma, sıklıkla ekonomizm ve indirgemecilik biçimindeki kaba suçlamalardan kaçınmak amacıyla retorik bir sis perdesinin arkasında gizlenmiş ya da bastırılmış olsa bile.

            Ne demek istiyorum? Raymound Williams ve Richard Hoggart’ın çalışmalarında -ki Leavis’in mirasından yararlanılır- kültürel çalışmaların kurucu itkisi, her şeyden önce İngiliz işçi sınıfının ve popüler kültürünün, elit ve egemen kültür karşısında yeniden değer kazanmasıydı (revalidation). Bu, endüstriyel kapitalizm ve kültürel üretim, dağıtım ve tüketimin gittikçe ticarileşen sistemi tarafından biçimlenen, sınıf yapısı bağlamına oturtulmuştu. Ancak bu, yalnızca popüler kültür aşkına, bir yeniden değer atfetme değildi. Muhalif ve geniş ölçüde sosyalist politik bir hareketti; kültürel mücadeleyi, kapitalist toplumsal ilişkileri işçi sınıfı lehine dönüştürmeyi amaçlayan, daha geniş bir politik mücadelenin parçası olarak görüyordu. İşçi sınıfı kültürüne yeniden değer atfedilmesi, bu kültürü ve onu deneyimleyenleri, E.P. Thompson’un ifade ettiği gibi, “gelecek nesillerin sınırsız lütfu”ndan kurtarmaya, bu sınıfa egemen sınıf değerlerine karşı kendi değerlerinde ısrar etmesi için güven ve enerji kazandırmaya -“işçi sınıfının moral ekonomisi”- doğru bir yönelişti. Böylelikle kültürel çalışmalar, egemen ve bağımlı olanın belirli yapısını veri kabul edip, kendine de meşrulaşma ve harekete geçmeye yönelik ideolojik bir görev tanımladı. Kültürel çalışmalar -pek çok uygulayıcısı bu mücadeleye katkıda eğitimi kilit bir alan olarak tanımlasa da- kendini açıkça daha geniş bir politik mücadelenin parçası olarak görmekteydi. Hem düşmanını, hem de düşmanının dostunu biliyordu.

            Kültürel çalışmaların anlamlı bir politik girişim olarak bu kurucu sorunsalın dışında sürdürülemeyeceğini tartışmak istiyorum. Herkes, İngiliz ve Amerika Birleşik Devletleri kültürel çalışmalarının çağdaş yazılarından, pek çok yeni uygulayıcının hala, kültürel çalışmaları kapsayıcı, muhalif bir politik girişim zannettiğini, gerçekte, bunda ısrar ettiğini açıkça görebilir. Stuart Hall’ün, kültürel çalışmaların dünyevi projesine ilişkin konuşmalarında, “bir ayrım ve fark gözetmeksizin -ki bu sınırları koymak gerekli ve gerçekten önemlidir- dünyayı değiştirmeyi amaçlayan bir pratiği anlamıyorum” derken gönderme yaptığı da budur. Kültürel çalışmalar literatürünün mücadele, güçlendirme, direnme, bağımlı ve hakim olana ilişkin kendinden menkul açıklamalarında sürekli başvurduğu bu düşüncedir.

İki Gelişme       

Kültürel çalışmalar tarihinde iki temel gelişme vardır. İlki, ideoloji sorununun metin analizindeki gelişmeler sonucunda fevkalade karmaşık bir hale gelmesidir. Bu analiz, doğru ve yanlış, niyet ve yorum kavramlarını sorunsallaştırdı. Durmaksızın, güç fakat kaçınılmaz olan sembolik yeniden sunum ve toplumsal eylem arasındaki ilişki problemine odaklandı. İkinci ve canalıcı nokta olarak, tahakküm ve bağımlılık kavramları yalnızca sınıfa gönderme yapmaktan, cinsiyet ve ırkı da kapsayacak biçimde genişletildi. Düşman artık yalnızca kapitalizm değil fakat Fiske’nin ifade ettiği gibi “beyaz ve patriyarkal kapitalizm”di (1992, s.161). Benim amaçlarım bakımından problem, bu gelişmelerin, kültürel çalışmaların ekonomi politikle olan orijinal bağını geçersiz kılıp kılmadığıdır.

            Bu soruyu yanıtlayabilmek için, ekonomi politiğin benim için ne anlama geldiğini açıklamam gerekiyor. Bu kavramı, kültürel çalışmalarda geniş ölçüde sorgulanmaksızın dolaşıma giren yanlış görüntüsünden kurtarmak istiyorum, onu kültürel çalışmaların sınırsız ve yaralayıcı lütfundan korumak istiyorum.

            Ekonomi politiğin kökleri İskoç Aydınlanmasına, Adam Ferguson ve Adam Smith’in yazılarına kadar gider. Onlar, kapitalist üretim ilişkilerinin erken etkilerine tanık olarak, toplumların “geçim tarzları” temelinde birbirlerinden ayırt edilebileceğini öne sürdüler. İşlevsel bir geçim tarzına sahip olmadıkları müddetçe bir toplumun ve üyelerinin yaşamını devam ettiremeyeceğinde, dolayısıyla geçim tarzının bu anlamda kurucu olduğunda, toplumun temeli olduğunda ısrar ettiler. Onlara göre geçim tarzı, doğal, tarımsal veya endüstriyel üretim tarzının baskın olup olmadığına veya üretim ilişkilerinin farklılıklarına (feodal, kapitalist veya her ikisinin bileşimi) göre yapısal kilit karakteristiğe sahipti. Analitik gelenekte nihai farklılık, her geleneğin tarihsel değişimin kaynağı ve üretim tarzının tanımlayıcı kilit karakteri olarak neyi gördüğüne bağlıydı ve öyle de devam etti. Bir tarafta teknoloji ve üretimin örgütlenme biçimlerine önem verenler varken diğer tarafta işbölümü temelinde toplumsal ilişkiye vurgu yapanlar bulunmaktaydı.

            Ekonomi politiğin, işbölümcü toplumsal biçimlerin, üretimin kilit karakteristiği olduğu perspektiften izlediği üç kritik yön vardır. Birincisi, bu tür bir işbölümü, çalışabilmek için bir dizi kurumsal yapı ve kültürel pratiği -yasal ve siyasal yapılar, aile yapısı ve benzeri (üst yapı olarak bilinen)- gerektirir. Daha da ötesi farklı üretim tarzları farklı üst yapısal biçimler ve pratikler dizisine sahip olacaktır. İkincisi, toplumsal işbölümünün bu zorunlu yapısı, bireysel toplumsal ajanların onun aracılığıyla biçimlendiği ve birbirleriyle ilişkiye geçtikleri yapıdır. Bu nedenle, kimlik, formasyon ve kültür rastlantısal değildir. Bazı bakımlardan ayrıştırılmak, belirlenmektir. Üçüncü olarak, üretim tarzının zorunlu işbölümcü ve birey-üstü doğası normatif adalet sorununa değinmeyi zorunlu kılar. Yani, üretim tarzı sonucu üretilen kaynakların eşitsiz dağılımının nasıl adilleştirilebileceğine ya da değiştirilebilineceğine. Bu nedenle, artı ürünün dağılımı sorunu, başlangıcından beri ekonomi politiğin merkezindedir. Ne tür mekanizmalar aracılığıyla dağıtıldığı ve nasıl haklılaştırıldığı. Bu, Adam Simith’de de Marx’ta olduğu kadar önemliydi. Smith için problem, rant ve toprak sermayesinin artı ürünü haksız bölüşümüydü. Marx’ta ise problem, kar ve ücretli emeğin sömürülmesiydi. Her ikisi de dağılımın mevcut biçimini ve toplumsal adalet idealinden farklılaştığı yönleri açıklamak üzere bir emek değer teorisi geliştirmeye giriştiler.

            Klasik sosyoloji, Smith’ten Marx ve Weber’e, toplumsal kaynakların dağılımının doğal olmayıp fakat siyasal mücadele sonucunda gerçekleştiğini tespit etti. Bundan da öte, insanların bu mücadele içinde aldığı konumlar genellikle verili üretim tarzına dahiliyetlerinin doğası ve gelir kaynaklarıyla ilgiliydi. Böylece başlangıcından beri sınıf, basitçe soyut ve analitik bir kategori değil; üretim ilişkileri ve politik eylem arasında, ideoloji dolayımlı ilişki modeliydi. Temel ve üst yapı arasındaki ilişki maddi çıkardı. Bizim amaçlarımız bakımından sorun, bu modelin hala geçerli olup olmadığı ve kültürel çalışmalar projesi ile uyumluluğudur. Kültürel çalışmaların pek çok uygulayıcısının kapitalist bir üretim tarzının varlığını gerçekte kabul ettiği açıkça görülebilir. Örneğin, Fiske (1992, s.157) “kültürel ekonomi” ve “finansal ekonomi” arasındaki her türlü belirleyici bağı koparmak istemesine rağmen yine de durmaksızın, tahakkümün kaynağı olarak kapitalizm adı verilen şeye gönderme yapar:

            “Toplumsal düzen insanları sınırlar ve baskı altında tutar, fakat aynı zamanda onlara bu sınırlamalara karşı mücadele kaynakları sunar. Sınırlamalar -ilk kertede maddi, ekonomik olanlardır, ki baskıcı ve iktidarsızlaştırıcı bir biçimde belirlenirler- yoksulların toplumsal deneyimlerinin sınırlarıdır. Baskı her zaman ekonomiktir.”

            Bu açıklama bana tehlikeli biçimde ekonomistçe geliyor. Benzer şekilde Larry Grossberg (1992, s.100), bir yandan radikal farklılıklara sahip ve aralarında belirleyici ilişkiler bulunmayan, para, anlam, ideoloji, ve etkileme gibi, “değer ekonomileri”ni savunurken, aynı zamanda, “insanların bazı maddi koşullara asgari erişimleri olmaksızın yaşayamayacakları” olgusunun bile bir başına, “ekonominin (dar anlamıyla) her zaman ilk kertede ele alınmasını gerektireceğini” öne sürer. Grossberg, bu kitabın başka yerlerinde de kapitalizm, endüstriyalizm ve teknolojinin “amaçlı güçleri” hakkında aynı, belirlenimci, ifadelerle konuşur (s.123).

            Bu nedenle ekonomi politik ve kültürel çalışmaların ilişkisindeki temel problem, kültürel çalışmaların, bağımlılık biçimleri ve ilgili kültürel pratiklerin -ki kültürel çalışmalar analitik öncelik verir- kapitalist üretim tarzı içinde temellendiğine ilişkin kendi iddialarının ima ettiklerini düşünmeyi reddetmeleridir. Çarpıcı sonuçlardan biri, kültürel tüketime kültürel üretimin ve boş zamana ilişkin kültürel pratiklere çalışmaya ilişkin olanın üzerinde bunaltıcı derecede odaklanmalarıdır.

             Politik olarak bu, sonuçta, ideolojik saldırılarını büyük ölçüde, insanları kendilerini üreticiye karşı tüketici olarak inşaya ikna etmeye çalışan bir çaba etrafında yapılandırmış bir Sağ’ın işine yaradı. Elbette, aynı zamanda onların kendileri de, tüketebilmek için üretimin ekonomik ilişkileri içine girmek zorunda olan üreticilerdi. Ekonomistik olmak istememelerine rağmen kültürel çalışmaların uygulayıcıları gerçekte, ileri kapitalist ülkelerin son on yıldaki en büyük politik/ideolojik mücadelelerinin, iyi kötü, vergilendirme, refah, istihdam ve işsizlik gibi dar ekonomik konular etrafında olduğunu inkar edebilirler mi? Yaşam tarzının kültürel politikaları, kimlik politikaları gibi isimlendirilen şeyin, çoğu kez bunlarla ilişkili ve köklerinin, emek pazarının yeniden yapılandırılmasını gerektiren sorunlarla -beyaz, erkek kol emeğinin azalışı ve kadın katkısının artışı, siyahları ücretli emek gücüne dahil etmedeki başarısızlık, kamu hizmetlerinde istihdamın büyümesi gibi- ilgili olduğunu inkar edebilecekler mi?

            Tüketim ve alımlamaya ve yorum anına odaklanmakla, kültürel çalışmalar tüketim özgürlüğü ve gündelik yaşamı abartmaktadır. Evet insanlar, toplumun egemen güçleri tarafından rahatça manipüle edildikleri bir noktada değiller. Evet insanlar sıklıkla, kültürel üretim ve dağıtım sisteminin kendilerine sunduğu kültürel malzemeyi ve kültürel metinleri yeniden yorumlamaya ve kendi amaçlarına uygun olarak kullanabilmeye ehildirler. Evet insanların bu tür pratiklere yaptıkları duygusal yatırımları ve onlardan aldıkları hazzı tanımak önemlidir. Fakat bu metinleri veya sembolik herhangi bir şeyi üreten biri, yorumun bütünüyle rastlantısal olduğuna ya da hazzın manipülatif sonlara ulaşmak üzere kullanılmayacağına inanabilir mi? Eğer yorum süreci bütünüyle rastlantısal olsaydı ve bu nedenle biz de iletişimde niyetlilik nosyonunu bütünüyle bir tarafa bıraksaydık, insanoğlu iletişimden çoktan vazgeçmiş olurdu.

              Ekonomi politikçiler Marx’tan beri her metanın bir kullanım değerinin olması gerekliliğine inanır; emtia bazı gereksinimleri tatmin etmeli ya da bazı hazlar sağlamalıdır. Bir tarafta emtia olarak kültürel biçimlerin; üretim, dağıtım ve tüketimine gömülü -kültürel çalışmalar analizinin yoğun biçimde odaklandığı- eşitsiz iktidar ilişkileriyle diğer taraftaki tüketicinin bu metadan elde ettiği kullanım değeri arasında basit bir ilişki yoktur. Fakat bazı ilişkiler vardır. Herhangi bir sosyal grup ekonomik ya da politik sonuçların ardından giderken hangi anlamların dolaşıma girip hangilerinin dışarıda kalacağını, hangi öykülerin ve ne hakkında anlatıldıklarını, hangi tartışmalara öncelik verildiğini ve hangi kültürel kaynakların kimler için hazır bulundurulduğunu saptar. Bu sürecin analizi, kültür içindeki iktidar ilişkilerini ve bunun daha geniş, hakim yapılarla ilişkisini anlamak için yaşamsaldır.

            Grossberg’in de (1992, s. 94) haklı olarak belirttiği gibi; gündelik yaşam, politik kurtarımın vaadedilmiş ülkesi değildir… Yapı ve iktidarı birbirinden ayırmak, (gündelik yaşama odaklanarak) onlardan kaçılabilineceği yanılsamasını yaratır. Bu tür fanteziler ancak daha öncelikli bir görevi, iktidarın örgütlenmesi ve özgül yapılarını değerlendirme ve meydan okumayı, onlar arasından çıkışlar seçmeyi gizlemeye yarar.

            Kültür endüstrileri kesinlikle bu tür özgül iktidar örgütleri ve yapılarıdır. Çağdaş kültürel çalışmalar literatürü veya araştırma programları içinde, kültür üreticilerinin, onların oturdukları ve içinden iktidarlarını uyguladıkları kurumsal alanlar ve pratiklerin incelendiği çalışmalar nerededir?

          Burada cevap bekleyen iki konu var. Birincisi, bu tür bir ekonomik analizin kültürel düzeyde nasıl bir açıklayıcı gücü vardır? Ve ikincisi, insanlar kültürel pratikleri aracılığıyla, kendi varoluş koşullarını anlamaya nasıl başlar ve buna nasıl karşı koyar? Bu konuların her ikisi de yanlış bilinç sorunuyla bağlantılıdır.

            Geçmişte, bazı ekonomi politikçiler üretim tarzı ve kültürel pratikler arasındaki ilişkiyi dar yansıtmacı ve belirlenimci bir biçimde tartışmış olsalar da, bu tür bir konumlanmanın, genel yaklaşım tarafından olduğu gibi devralınması zorunlu değildir. Ekonomi politik kesinlikle, özgül kültürel patikleri de içeren bazı kurumsal düzenlemelerin kapitalist bir üretim tarzına zorunlu olarak eşlik ettiğini öne sürer. Bunun örnekleri, özel mülkiyet yasaları ve bu yasaların içinde geçerli olduğu hukuki pratiklerdir. Bu hukuki pratikler zamanla, meşrulaştırılmış zorlayıcı yapıları ve onları desteklemeye yarayan uygun suçluluk tanımlarını gerektirir. Mülkiyet ve kimlik arasındaki -yaşam tarzı ve tüketime ilişkin pek çok çalışmanın merkezinde olan- kültürel ilişki, bu tür bir formasyonun parçası olacaktır. Öte yandan, bazı politik kurumlar ve pratiklerin gerekliliği -ve üretim tarzının bunların uygulanabilir biçimlerine sınır koyabileceği – açık olsa da kapitalist üretim tarzı tek bir politik biçimi talep etmez, gerektirmez ya da belirlemez. Kapitalizmin bazı savunucuları bunu temsili demokrasiye ilişkin olarak öne sürseler de tarihsel kayıtlardan, kapitalizmin geçmişte de, bugün de bir dizi politik tarzla uyum içinde bulunmuş olduğu açıktır

            Ekonomi politik işlevselcilik de değildir. Belirli üst yapıların, üretim tarzı onları gerektirdiği için var olduklarını iddia etmez. Yine tarihsel kayıtlardan, kapitalist üretim tarzının miras kalmış çeşitli üst yapısal biçimler içinde gelişebileceği açıktır. Gerekenin hepsi, onların üretim tarzı ile uyum içinde olmalarıdır. Böylece, politik sisteme ek olarak bir dizi akrabalık sistemi, dini inanç ve pratikler ve estetik gelenek kapitalist üretim tarzı ile mutluluk içinde bir arada olabilir. Ekonomi politik, bir tarz bir kez kurulduğunda, onun içinde kendi maddi yaşam ve yeniden üretimleri temelinde yaşayan insanların genel çıkarlarının, bunların devamını temin için insan eylemini uyumlulaştırma eğiliminde olduğunu öne sürer. Bu nedenle, egemen ideoloji tezinin eleştiricileri -Abercrombrie ve arkadaşları (1980) gibi- kapitalist tahakküm yapısının, açık eşitsizliklerin varlığına rağmen göreli istikrarını, ideolojik hegemonyanın değil, “ekonomik ilişkilerin donuk zorunlulukları”nın açıkladığını öne sürmüşlerdir. Bu nedenle, her üretim tarzı, içinde güçlü bir durağanlık taşır. Bu, sırası geldiğinde, egemen yapıyı sürdürmek üzere kültürel pratiklerin değişikliğini de sağlayacaktır. Temel ve üst yapı arasında önemle vurgulanan bu noktanın varacağı yer ve getireceği kültürel değişim biçimleri tarihsel analiz konusudur. Zaman disiplininin gelişiminin tarihsel analizi buna iyi bir örnektir. Giddens ve Harvey gibi akademisyenlerin global post-Fordizmin insanların zaman ve mekan duygusu üzerine etkisi analizleri de.

            Ekonomi politik, insan öğesinin (agents) sistemi sürdürme girişimlerinin başarılı olacağını iddia etmez. Üretim tarzı belki, çeşitli pratikleri arasında üstesinden gelinememiş veya çözümlenmemiş gerilimler ve çatışmalarla başa çıkabilir. Bu nedenle Düzenleme Okulu, her tür birikim (accumulation) rejiminin -her zaman emek ve sermaye arasındaki çeşitli olası ilişkileri ve eşliğindeki dağılım biçimlerini de kapsayan üretim tarzını inşayla sonuçlanan, belirli yapısal düzenlemeler dizisi- kendisine uygun düşen bir düzenleme biçimini de getireceğini iddia eder. Örneğin, refah kapitalizmi ve sosyal demokrasinin çeşitli biçimleri Fordist birikim rejimini desteklemek üzere gelişti. Bu arada, Stuart Hall’ün son dönemdeki çalışmalarının, ekonomik belirlenimciliğin inkarıyla, Yeni Zamanlar diye adlandırılan şey üzerine post-Fordist düzenleme okulu analizinin tuhaf bir birlikteliğini barındırdığını belirtmeliyim. Bana göre Hall, hem orada hem burada olamaz.

            Kültürel pratiklerin üretim tarzından bu göreli özerkliği, pek çok kültürel pratiğin basitçe ilgisiz oldukları -direnme, meydan okuma veya üretim tarzına dayalı tahakküm yapısını değiştirmede kültürel çalışmalara hoş görünen perspektiften- gerçeğine götürür. Pek çok kültürel çalışmalar yazısının problemlerinden biri gerçekte, bağımlı grupların tüm kültürel pratiklerinin, hakim yapılarla zorunlu olarak çarpışmak durumunda olması gibi, çok güçlü bir temel-üst yapı ilişki biçimini varsaymalarıdır. Fiske’nin (1992, s.161-163) tespit ettiği gibi, “popüler farklılıklar kusursuz, beyaz, patriyarkal kapitalizmin gereksindiği farklılıkları aşar… toplumsal farklılık olmaksızın toplumsal değişme olmaz. Bu nedenle, toplumsal farklılıkları kontrol altına almak her zaman iktidar blokunun stratejik bir amacı olmuştur”.

Yanlış Bilinç ve Entelektüeller

Bu tartışma beni, -kültürel çalışmaların politik projesinin amaçları bakımından- kültürel pratikler arasında, yıkıcı tahakküme ilişkin genel projeye katkıdaki etkililikleri temelinde ayrım yapılması gerekliliği sorununa götürmekte. Böylesi bir proje, tahakkümü sürdüren ve sürdürmeyen pratikleri tanımlamak için tahakküm yapısının analizini gerektirir. Bu bence, Grossberg’in (1992, s.143) “herhangi bir mücadelenin politikasını tanımlamak nihai olarak; yalnızca aktör ve amillerin değil fakat, mücadelenin kurumları olarak adlandıracağım şeyin haritasını gerektirir” diye yazarken anlatmak istediğidir. O da bizi sıkıntılı bir konuya; yanlış bilinç ve entelektüellerin rolüne götürür.

            Kültürel çalışmalar egemen veya elit kültür pratiklerinin analizinden, popüler kültür pratiklerinin analizine doğru bir dönüş üzerine yapılandırıldı. Bu dönüş için iki neden vardı. Birincisi, işçi sınıfı mücadelesine, bu sınıfa egemen sınıfınkinin karşısında olan kendi deneyimlerinin, değerlerinin ve sesinin önemli olduğu duygusunu vererek yardımcı olmaktı. Kısaca bu, klasik Gramscigil hegemonya mücadelesine bir katkı olarak görüldü. Ancak, kültürel pratiklere içrek ya da oradan gelen değerlerin ilerlemeci olduğu ve doğrudan bağımlı olanların deneyimlerinden kaynaklandığı varsayılmaktaydı. Bu, klasik Marksist bir bakış açısıdır. Bağımlı olanın doğrudan deneyiminden devrimci bir bilinç üretilecekti. Problem onu seferber etmekti. Bu model sonraları, kolonyalizm ve ırk bağlamında Fanon ve ardılları ve ayrıca feminist hareket tarafından kullanıldı; kültürel çalışmaların özellikle, gündelik yaşam çalışmalarına artan vurgusu aracılığıyla, halen kuvvetle sürdürülmektedir. Proje bu sebeple bağımlı gruplara ses vermeye yönelikti; deneyimden çıkan ve bundan ötürü de kesinlikle hem otantik hem de ilerici olan bir ses.

         Popüler kültüre dönüşün ikinci nedeni, farklı bir analitik gelenek ve politik problemin farklı bir tanımından etkilenmekteydi. Kültürel çalışmalar, seçkinciliğini reddettiği halde Gramsci’nin olduğu kadar Frankfurt Okulu’nun da kaygılarını paylaşmaktaydı. Problem, devrimci bilincin kanıtlanabilirliğinin güçlüğüydü ve kültürel çalışmaların amacı, bu özgürleştirici projelerin gerisindeki, ilerici ve savaşçı karşı harekete yardım eden, insanları harekete geçiren ya da geçirmeyen mekanizmaları analiz etmekti. Bu konumlanışta elbette orijinal olan hiçbir şey yoktur. Bu sadece Marx’ın, insanların üst-yapının ideolojik biçimleri aracılığıyla ekonomik çatışmaların bilincine vardığı ve onlarla çarpıştığı yönündeki görüşünü tanımaktır.

         Bununla birlikte, burada yürüteceğim tartışma bakımından önemli doğurguları vardır. İlk olarak, politik ve kültürel değerler, deneyimin zorunlu otantizminden bir kez koptuğunda, tanımlayıcı konumlanışlar için ilerici ya da tepkisel bazı zeminler olmalıdır. Kısaca kültürel pratikler arasında ayrıcalık tanıdıklarımız olmalıdır. Bu da tahakküm yapısının -ki sosyal ajanların tabi olduğu tahakküm görüşünden farklı olabilir- analizini gerektirir. Yanlış bilinç kavramı insanları rahatsız eder, çünkü bu kavram, başkalarının (ötekilerin) kültürel deneyimlerini otantik olmayışları nedeniyle reddedişin ve entelektüellere -veya kültürel çalışmaların tarihiyle daha ilgili olarak ilericilere- bahşedilmiş hakikate erişim ayrıcalığının iması olarak görülür. Bununla birlikte, bir taraftan, toplumsal gerçeklikle ilişkilerimizin sembolik yeniden sunum sistemleri aracılığıyla yönlendirildiği, diğer taraftan tahakküm yapıları -doğrudan deneyimlemeye uygun olmayan mekanizmalar ve etkiler- içinde yaşadığımız düşüncesi bir kez kabul edildiğinde, yanlış bilinç gibi bir kavram zorunlu olur. Daha da ötesi, entelektüellerin rolünü yalnızca böyle bir kavram geçerli kılar. İlkin, zorunlu ve meşru bir iş bölümü içinde organik entelektüeller, bir sınıfın deneyimsel ayrılıklarından o sınıfın bilincini yaratır. İkinci olarak, entelektüeller tahakkümün yapısının ve mücadele alanının haritasını çıkararak politik bir strateji oluşturur.

           Gerçekte, kültürel çalışmaların pek çok uygulayıcısı bunu sessizce kabul eder; aksi takdirde pratikleri anlaşılmaz olurdu. Fakat bu duruma ilişkin olarak zayıf düşürücü bir suçluluk duygusuna sahiptirler. Elbette bu demek değildir ki, bağımlı grupların bilinci her zaman yanlıştır. Böyle olsaydı gülünç olurdu. Verili bir bilinçliliğin yanlışlığı ya da doğruluğu analiz ve kanıtlama sorunudur, ve politik olarak verili bir bağımlı grubun kabulünü gerektirir. Yanlış bilincin tanınmasının bu anı, güç kazandırmanın temelidir. Bu uğrakta, kişi kendini doğrudan durumunun ve doğrudan deneyiminin sınırları dışına yükseltir ve baskıcı yapıları kavramaya başlar. Bu anlamda, sosyal psikanalist gibi bir entelektüel modeli, hem güçlü hem de yararlıdır. Ayrıca, kültürel çalışmalar gibi bir düşünce geleneğinin, ki psikanalitik düşünce biçimlerinden derin olarak etkilenmiş ve hala da etkilenmeye devam etmektedir, psikanalitik anlamda baskı altında tutmayı tanıyorsa, yanlış bilinci tanımayı reddetmesi gerçekten tuhaftır. Bu, üretim tarzı içinde entelektüellerin, ayrılmış özel bir sınıf olarak konumlanmalarının gerilimini reddetmek değildir. Ancak eminim, eğer dürüst olursak hepimiz, yanlış bilincin varlığını tanır ve böylece ne çıkarlarımızı her zaman bildiğimiz, ne de her zaman çıkarlarımıza en uygun biçimde davrandığımız gerçeğini kabul ederiz. Eminim ki, gerçekte hepimiz bir konuyu bizden daha iyi bilenlerin olduğunu ve belli bir problemle nasıl başa çıkabileceğimiz konusunda onların verdiği öğütlere uyacağımızı kabul ederiz. Yine eminim ki hepimiz –para kazanma, ilişkileri sürdürme, çocuk yetiştirme gibi– gündelik yaşam baskılarının bizi en azından geriye dönük olarak anlayabildiğimiz, us dışı veya daha yumuşatırsak toplumsal ve kişisel olarak az yararlı biçimde davranmaya yönelttiğinin farkındayız. İlginç olan, insanların, yanlış yere bir suçluluk veya politik doğruluk duygusu yoksa, başlarına akademik şapkalarını geçirdikten sonra neden bunları unutmayı seçtikleridir.

           Yanlış bilinç olasılığını reddetme, entelektüellerin konumu hakkında buna eşlik eden suçluluk duygusu ve seçkinci olma korkusu, hep birlikte, kültürel çalışmaların eğitime ilişkin rolünün altını oymaya katkıda bulundu. Kültürel çalışmalar, kökeninde –ve yalnızca uygulayıcıları akademide yer aldığı için değil– eğitimi kendi müdahalesi için kilit bir alan olarak görmüştü. Eğitim politikası ve reformu, etkinliklerinin temel odaklanması oldu.

            Williams örneğinde, işçi eğitimi hareketine katılım, kesinlikle kurucu ve çok önemliydi. Kültürel çalışmaların bu hareketten miras aldığı iki yön vardır. Kültürel çalışmalar bir yandan, işçi sınıfının kültürel pratiklerini de kapsayan deneyimini, üzerinde çalışmaya değer konular ve dersliğe çekilecek kaynaklar olarak tanıyarak, eğitimi onların deneyimleriyle uyumlulaştırmayı istiyordu. Kültürel çalışmaların History Workshop dergisinde de görüldüğü gibi, ilk zamanlarında yerel ve sözlü tarih hareketiyle yakınlığı, bundandır. Fakat öte yandan, hareketin eğitime ısrarlı vurgusu, dersliğin sağladığı zorunlu mesafe içinde deneyimlemeye her an uygun olmayan şeylerin öğrenilebileceğinin ve bu deneyim üzerinde düşünülebileceğinin politik olarak hem mümkün ve hem de önemli olduğunu ifade etmekteydi. Öğrenilecek şeyler, o güne kadar hakim sınıfın rezervinde bulunan değerli yetenekler ve bilgileri de içeriyordu. Hakim kültürel pratikleri de kapsamak üzere bütün bir kültüre yaygınlaştırılan bu tür bir eğitim görüşü ve kültürel çalışmaların bu çerçevedeki rolü, kendi alanı içinde entelektüellere meşru ve değerli bir rol sağlıyor ve ayrımcılıktan korkulmuyordu. Bana göre, kültürel çalışmaların eğitimsel etkililiği ne yazık ki potansiyel olarak talihsiz ve özgürleştirimden uzaktır. Çünkü popüler kültürel pratikleri, entelektüel soruşturma ve öğretimin daha geniş, politik ve özgürleştirici değerleri lehine hiçbir ayrım gözetmeksizin, dersliğe taşıyan bir rol oynadı. Bu durum bana yıllar önce gördüğüm bir karikatürü anımsattı. Kumda oynayan ve başlarında bir kadın öğretmenin dikildiği iki küçük çocuktan biri, diğerine “Bizim çamurdan pasta yapmamızı isteyen neden her zaman Ph.D’li biri oluyor?” diyordu. Nedeni ne olursa olsun, her popüler kültür pratiğine,   elitizme bulaşmaktan kaçınmak arzusuyla, bir direniş olarak değer atfetmek, kültürel çalışmaların kendi politik mücadelesine geniş biçimde zarar veriyor.

          Kültürel çalışmaların yanlış bilinci reddetmesi, söylemin geçici etkisi karşısında, dünyanın bir durumu olarak hakikatin reddini de beraberinde getiriyor. Fakat bazı yerleşik doğruluk nosyonları olmaksızın özgürleşme, direnç ve ilerlemecilik gibi fikirler de anlamsızlaşıyor: Neye karşı direniş, nereden özgürleşmek, hangi ilerleme ve nereye doğru? Kültürel çalışmalar literatürü, “iktidar” sözcüğü ile çok oynuyor. Problem, bu iktidarın kaynağının genel olarak belirsiz olmasıdır. İktidara, tahakküm yapılarına ve pratiklerine ilişkin bu belirsizlik, direniş konusunda da aynı belirsizliğe yol açıyor.

            Burada direniş ve başkaldırı arasında bir ayrım yapmalıyız. Pek çok kültürel çalışmalar literatürü, oldukça olumlayıcı ve verimli bir biçimde, kültürel pratiklerin insanların varoluş koşullarına tepkileri ve başkaldırmaları olarak anlaşılabildiği durumlara odaklanır. Angela McRobbie ve diğerlerine göre alışveriş, kadınlara kendilerini ifade etmede özerk bir alan vermektedir. Bazılarına göre ise aşk romanları ve pembe diziler fanteziler aracılığıyla aynı işlevi görmektedir. Eski kötü günlerde biz bunu kaçış olarak adlandırıyorduk; o, zevklerden uzak, püriten, sosyalist günlerde kaçış kötü bir şeydi. Bugün, bu belki kısıtlayıcı toplumsal koşullara anlaşılabilir bir tepkiyken, açıkça ne manipülatif ne de bütünüyle pasif olarak görülebilirken, ve bu toplumsal öznelere başka bir seçenek sunulmazken, bana, öznelerin içinde kendilerini buldukları tahakküm yapılarına direniş olarak kaçışın getirisi azdır gibi görünüyor. Gerçekte kaçış (pratiği mevcut haliyle anlarsak), bu iktidar yapısını sürdürmeye katkıda bulunabilir. Bu, kesinlikle Foucoult’nun ana temasıdır; kurbanlarla onları baskı altında tutan iktidar sistemlerinin yaygın suç ortaklığı. Bu, ne bu grupları yönetme ne de kendi kültürel standartlarını onlara empoze etme sorunudur; fakat bu grupların, içinde kültürel karşı koyuş biçimlerini inşa ettikleri sistemik kısıtlamaları tanıma sorunudur, ve bunlar özgürleştirimin fena halde karşısında olabilir. Elbette amaç, bu kültürel pratiklere etnografik bir tapınma ile baş eğmek değil, fakat bundan, içinde daha geniş sembolik ve (bana göre daha önemlisi) maddi güç uygulama olanakları barındıran sosyal bir gerçeklik yaratmak olmalıdır. Sosyal değişime hiçbir katkısı olmayan, aşırı ölçüde kısıtlayıcı ve güçsüzleştirici kültürel pratiklerin de olabileceğini kabul edemez miyiz? Bu gibi durumlar karşısında sergilenen kültürel yaratıcılığı ve cesareti selamlamak isteyebiliriz, fakat aynı zamanda bunları değiştirmek de isteriz.

Tahakküm Yapıları

İktidar ve tahakküm yapısı sorununa geri dönelim, çünkü halihazırda tespit edildiği gibi, ekonomi politik ve kültürel çalışmalar arasındaki temel gerilim noktasının burada yatabileceğini düşünmekteyim. Meseleyi basitçe koyarsak, kültürel çalışmalar, farklılığın diğer potansiyel göstergeleri yanında ırk ve cinsiyeti, hiçbir biçimde sınıf tarafından belirlenmeyen tahakküme alternatif yapılar olarak görürken; ekonomi politik, sınıfı -yani üretim araçlarına ve ekonomik artı ürünün dağılımına erişimin yapısı- tahakküm yapısının kurulmasında kilit olarak görür.

            Patriyarkal ve etnik temelli tahakküm yapılarının kapitalist üretim tarzından önce de var olduğu ve onunla birlikte gelişerek devam ettiği elbette tartışılamaz. Aynı biçimde cinsiyet ve ırk temelli tahakkümün kapitalist sınıf yapısının sona ermesinden sonra ayakta kalabileceğini düşünmek de akla yakındır. Yakın döneme kadar pek çok ekonomi politik ve Marksist analizin, tahakkümün bu biçimlerine duyarsız kaldığı gerçeğini de tartışmıyoruz. Ancak kültürel çalışmaların pek çok uygulayıcısının yaptığı gibi, bunun ekonomi politiğin ve onun sınıfa vurgusunun altını oyduğunu düşünmek, ekonomi politiğin ve onun, ekonomik ve diğer sosyal ilişkiler arasındaki belirlenimin doğası olarak tartıştığı şeylerin adamakıllı yanlış anlaşılmasıdır.

          Burada iki konu vardır. Birincisi, bu ırksal ve cinsiyetçi tahakküm -bunları farketme ve bunlara karşı mücadele etme- biçimlerinin üretim tarzı tarafından nasıl belirleyici biçimde şekillendirildiğidir? İkincisi, eğer varsa, sınıf, cinsiyet ve ırka dayalı tahakküm biçimlerine karşı mücadele arasında bağlantıların ne olduğudur. Bunlar arasında stratejik olarak öncelikli olanlar bulunabilir mi? Bu soruları koymanın bir diğer yolu da mevcut sınıf ilişkilerini yıkmanın ırk ve cinsiyete dayalı tahakkümü yıkmaya katkısının (ya da tam tersi) olup olmadığını, ve tahakkümün hangi biçimlerinin yıkıldığında insan özgürlüğü ve mutluluğuna en fazla katkıda bulunacağını sormaktır.

         Irkçı tahakkümün modern biçimlerinin ekonomik tahakküm üzerinden kurulduğu önermesine karşı çıkmak güçtür. Bu, köle ticareti ve Kuzey Amerika’daki sonuçları, Batı Avrupa’daki göçmen emeğinin yapısı, ve dünya çapında doğrudan ve dolaylı kolonyalizmin çeşitli biçimleri bakımından da doğrudur. Bu tür tahakkümün farkında olma ve ona karşı mücadele etmenin kültürel biçimleri bugüne kadar farklılıklar arzetmişse ve farklılıklar gelecekte de devam edecekse, yalnızca siyah güzeldir denilip, fakat ekonomik gelişme süreci, eşit olmayan ticari koşullar, emeğin dünya çapında bölünmesi, emek pazarından dışlanma veya kenara itilme için hiçbir şey yapılmadıkça, tahakkümde açılacak gedik çok küçük olacaktır.

            Aynı şey cinsiyet için de geçerlidir. Yine, patriyarki biçimlerinin önemli ölçüde, kapitalist üretim tarzının aile ekonomisini ücretli emek ve sermaye düzeninin bir alanı olarak üretimden ayırma yolları, kadınların sıklıkla beyaz erkek emeği lehine giderek artan bir şekilde ücretli emek gücüne katılmalarını sağlama yolları, ve emek gücünün disipline edilmesi ve yeniden üretimi tarzında diretme ve değişikliklerle belirlendiği önermesine karşı çıkmak güç olacaktır. Çağdaş feminizmin, büyük ölçüde emeğin yeniden üretim tarzında ve emek pazarının yapısı arasında, bir yandan üretim tarzındaki değişikliklerden, öte yandan ve daha geleneksel olarak patriyarkinin miras kalan biçimlerinden kaynaklı giderek büyüyen gerilime bir tepki olarak geliştiği iddiası akla yakındır, ve ben gerçekte bunu iddia edeceğim. Evet, kadınlar ve taraftarlarının, içinde tahakkümü tanıyarak mücadele ettikleri kültürel biçimler değişecektir ve etkileri farklı olacaktır. Fakat ben yine de, ekonomik kaynakların kontrolünde güçlü bir dönüşüm ona eşlik etmedikçe, kadını güçlendirmenin (empowerment) fazla bir anlamı olmayacağına inanacak kadar eski kafalıyım. Bu dönüşümün gelişmiş kapitalizmin mevcut sınıf yapısıyla uyum gösterip gösteremeyeceği ilginç fakat yanıtlanmamış bir sorudur.

           Kısaca, ırk ve cinsiyet etrafındaki mücadelenin başlangıcı, biçimleri ve sınırlarının, bu mücadeleyi oluşturan kültürel pratiklerin bağlamı ve ekonomi politik esasları analiz edilmeksizin anlaşılamayacağını iddia ediyorum. Kültürün ekonomi politiği, hiçbir zaman, tüm kültürel pratiklerin maddi yaşam tarafından belirlendiğini ve maddi yaşamın üretim tarzı için işlevsel olduğunu öne sürmedi. Fakat kapitalist üretim tarzının, ücretli emek ve meta değişiminin insanların varoluşlarının gerekli ve kaçınılmaz koşullarını oluşturmasının ötesinde, bazı çok önemli yapısal özelliklerinin olduğunu öne sürdü ve öyle yapmaya da devam edecektir. Bu koşullar, üzerinde kültürel pratiklerin yer aldığı fizik çevre, uygun maddi ve sembolik kaynaklar, zamansal ritim ve uzamsal ilişkiler gibi alanları, belirleyici yollarla şekillendirir. Bu koşullar ayrıca, insanların kültürel pratikleriyle cevabını verdikleri soruları ortaya atar, kültürel gündemi koyarlar.

          Ekonomi politikçiler, kapitalist bir toplumsal formasyon içinde, kültürel pratiklerin ve onların politik etkililiklerinin, hem maddi ve hem de sembolik kültürel pratikler için kaynakların; yapısal olarak belirlenmiş biçimlerde, metalaşmış kültürel üretim, dağıtım ve tüketiminin dolaşım ve kuruluşları aracılığıyla, nasıl hazır bulundurulduğuna odaklanan bir ilgi olmaksızın anlaşılmasının güç olduğunu inanırlar. Soap operaları (pembe dizi), onları üreten ve dağıtan ve izlenmeleri için izleyici yaratan yayın kuruluşlarını incelemeksizin, bir kültürel pratik olarak tanımak nasıl mümkün olabilir? Alışveriş ve reklamcılığı incelemek, bırakın özgürleştirici potansiyellerini kutlamayı, bu pratikleri mümkün kılan üretim, rekabet ve pazarlama süreçlerini incelemeksizin nasıl mümkün olabilir? Bu konjonktürde, kültüre ve onun politik potansiyeline ilişkin herhangi bir çalışmada; global kültürel pazarın gelişimini, böyle bir pazarı mümkün kılan koşullar olarak teknolojik ve düzenleyici süreçleri ve sermaye akışını göz ardı etmek nasıl mümkün olabilir?

          Siyasetin ve mücadelenin doğasındaki değişimin, siyasetin toplumsal iletişim kurumlarıyla (örneğin gazeteler ve televizyon kanalları) olan ilişkisindeki ekonomik temelli değişimlerle ve toplumsal grupların ve kültürel tüketicilerin ekonomik temelli fragmantasyonuyla sıkı sıkıya bağlı olduğu yolları nasıl gözardı edebiliriz.

           Eğer bu, indirgemecilik ya da ekonomizmcilikse, bırakın öyle olsun. İyi ya da kötü, gerçekte böyle bir dünyada yaşıyoruz.

Critical Studies In Mass Communication

(CSMC/ 95/ 12/1)

 

 

Referanslar

Abercrombie, N., Hill, S., & Turner, B.S.(1980). The dominant ideology thesis. London: George Allen and Unwin.

Fiske, J. (1992). Culturel studies and culture of everyday life. In L. Grossberg, C. Nelson, & P. Treichler (Eds.) Cultural studies (pp. 154-173). New York: Routledge.

Grossberg, L. (1992). We gotta get out of this place. New York: Routledge.

Hall, S. (1992). Cultural studies and its theoretical legacies. In L. Grossberg, C. Nelson, & P. Treichler (Eds.) Cultural studies (pp. 277- 294). New York: Routledge.

McGuigan, J. (1992). Cultural populism. London: Routledge.

McRobbie, A. (1992). Post- Marxism and cultural studies: A post-script. In L. Grossberg, C. Nelson,& P. Treichler (Eds.) Cultural studies (pp. 719- 730). New York: Routledge.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar