ARŞİV https://teorivepolitika1.net Sat, 02 Dec 2023 08:00:42 +0000 Joomla! - Open Source Content Management tr-tr İzmir Toplantısı https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1109-i-zmir-toplantisi https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1109-i-zmir-toplantisi

 

 

 

 

10. yılında Teori ve Politika’yı tartışıyoruz

İzmir Toplantısı

25 Haziran 2005

 

OTURUM BAŞKANI (EYLEM ŞEN)- Sevgili arkadaşlar hoş geldiniz.

Bugün Teori ve Politika’nın 10. yıl muhasebesi nedeniyle düzenlenmiş bulunan panel için bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Panelden önce sizleri geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz 17 MKP militanı için 1 dakikalık saygı duruşuna davet ediyorum.

(Saygı duruşu yapıldı)

“Örgütlü devrimcilerdi, devrim için öldüler.”

Yeniden hoş geldiniz; panele başlamadan önce aramızda Teori ve Politika’yla yeni tanışanlar olabilir. Dolayısıyla, Teori ve Politika’dan gelen arkadaşlar, neyin muhasebesidir, 10 yıldır ne yapıyorlardı öncelikle bu konular hakkında kısa bir konuşma yapacaklar. Kendilerini tanıtacaklar.

Daha sonra biz, Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi hakkında kısaca bilgi vererek neden böyle bir panele ev sahipliği yapmak istediğimizi açacağız.

Sonra de panele katılan konuşmacı arkadaşlar sırayla görüşlerini bildirecekler.

 

METİN KAYAOĞLU (Teori ve Politika)- Belki birçoğunuz dergimizi görmedi bile. İşte bu (göstererek) son sayımız, şu sıralarda kitapçılarda ve bayilerde. Dokuz yıl boyunca birtakım görüşler ortaya koyduk, bazı meseleleri izleme ve ele almada önemsediğimiz bir tarzı tutturmaya ve yazılarla yansıtmaya gayret ettik. 10. yıllarda illa birtakım muhasebeler olacak diye bir zorunluluk elbette yok, ama bu, bizde de belli bir vadenin yettiği düşüncesinin dışa vurulma vesilesi oldu. Geçmişimizi, misyonumuzu ve geleceğimizi şöyle bir masaya yatırma ihtiyacı duyduk. Bunun için İstanbul ve Ankara’da toplantılar yaptık; burada, İzmir’de de, Özgür Yaşam Kooperatifinden arkadaşların yardımıyla, bir üçüncü toplantıya başladık.

Dergimizin bu son sayısı, etkileşim içinde olduğumuz, ya da bunu umduğumuz, veya hiç olmazsa bizimle ilgili anlamlı fikirleri olduğunu bildiğimiz kimselerin yazılarına ayrıldı.

Sonraki sayılarda, başta bu toplantılardaki tartışmaların konuşma çözümlerinin yayınlanması olmak üzere, misyonumuzu değerlendirme çalışmalarını sürdüreceğiz. Yıl sonuna kadar bu şekilde gitmeyi planladık.

Biz sonuçta burada ve önceki toplantılar ekseninde, açıklıkla söylemek lazım, bir tür karşılıklı etkileşim süreci yaşamayı istiyoruz. Yani, hem panelist arkadaşlardan, hem sizlerden bizim eleştirilmemiz, bizim değerlendirilmemiz, bizim geleceğimize ilişkin birtakım öngörüler, yönelimlerde bulunulması ve bizim bundan öğrenmemiz üzerine kurmak istiyoruz bu süreci. Bu tanım üzerine hayata geçirilecek bir sürecin bizim için çok özel bir öneme sahip olduğu inancındayız.

Ne olup ne olmadığımıza ilişkin, tartışma açıldığında ifade edeceğim görüşlerle, şu anda söyleyeceklerimi nasıl ayırmak gerektiğini çok iyi bilmiyorum, ama kabaca şöyle diyebilirim: Dergimiz 1996’nın Ocak ayında yayınlanmaya başladı. Biz kendimizi teorik-politik bir akım yaratmak üzere, devrimci politik örgütlerden ayrılan birtakım kimseler olarak ifade ettik. Bazı gerekçilerimiz vardı, onları tartışmalar sırasında ilginize sunmaya çalışacağım.

Geçen dokuz yıl boyunca, hatta öncesi de var, 12-13 yıl boyunca, politik bir örgüt olmama ısrarı ve mücadelesiyle hareket etmeye çalışıyoruz. Politik örgüt olduğumuzda başka şeyler yapmamız gerekeceği kanaati bizde hakim oldu. Bu bizim için önemli bir ayrım. Biz politik bir örgüt değiliz, ama birtakım politik düşünceler üzerine teorik işler yapmayı önüne koymuş küçük bir ekip, bir kolektifiz; öyle diyelim.

Dergimiz 37 sayı çıktı, üç aylık bir dergi, bazı sayılar çift çıktı, ama bu kadar yıl boyunca düzenli ve kesintisizce yayınlanıyor. Bu itibarla, şöyle bir ampirik saptama yapılabilir: 10 yıldır Marksizm iddiasıyla bu tarz yayın yapan başka bir dergi yok; yani bu konuda tekiz.

Bu kadarının, en azından, samimiyetimiz ve sebatımız konusunda sizlerde bir kanaat uyandırmasını bekleyebiliriz sanırım. Politik örgütlenmelerin, eylemlerinden kaynaklanan bir avantajları var, zamanla mücadele etmek hususunda. Meselenin salt bu yönünün dahi, bizim burada da sizlerden öğrenmeye açıklığımıza ilişkin sizlerde bir done olmasını umut ediyorum. Sanırım bu kadar yeter.

 

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Ben de Özgür Yaşam Kooperatifinde neden böyle bir panel yaptığımıza ilişkin kısa bir açıklama yapmak istiyorum. Sanırım, şu an burada bulunanların bir kısmı Özgür Yaşam’ı biliyor. Özgür Yaşam’ın nasıl kurulduğunu ve niye varolduğunu anlatmak için Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi’nin kuruluş sürecinin öncesinden bahsetmek gerekiyor. Biz, İzmir Özgür Üniversite çalışmasını yürüten bir ekiptik. Ben ve başka arkadaşlarım İzmir Özgür Üniversitenin kurulma sürecinde bulunduk.

İzmir Özgür Üniversite kuruluş çalışmalarına katılırken şunu düşünüyorduk. Etrafımıza baktığımızda, Sosyalizm ve Marksizm konusunda çeşitli tartışmalar olduğunu, bu konularda muğlaklıklar olduğunu görüyorduk. Bununla birlikte birçok devrimci yapı olduğunu ve bunların birbirine benzer ya da ayrışan yönlerinin olduğunu fark ediyorduk fakat bunların ne olduğunu tam olarak kavramış değildik. Önce bunları öğrenmek gerektiğini düşünüyorduk.

Başlangıçta Özgür Üniversite gibi bir kurumun İzmir’de olmasının, bizim bunları öğrenmemiz için faydalı olacağını düşünmüştük. Bu nedenle İzmir Özgür Üniversite bir yandan Ekonomi Politik, Felsefe, Sosyoloji derslerinin yapıldığı; diğer yandan Türkiye Devrimci Hareketi üzerine seminerlerin yapıldığı bir yer oldu.

Kısa vadede fark ettik ki, aslında teorik arayışın kendisi bizi hiçbir yere ulaştırmıyor. Teorik olarak her şeyi öğrendikten sonra pratiğe yönelmek mümkün değil. Üstelik bunu tek başına yapmaya kalktığınızda içinde kaybolup aslında hiçbir yere varamıyorsunuz. Biz devrimci hareketi kendisinden öğrenmeye çalıştık. Türkiye Devrimci Hareketi Tarihi çalışması içinde, o dönemleri yaşamış devrimcilerin tarihlerini bizzat kendilerinin anlatmasını istedik. Bu süreçte arayış içinde olan, devrimci olma hevesini taşıyan, ama aynı zamanda Marksizmin, sosyalizmin sorunlarını kavramaya çalışanlarla hep beraber tartıştık. Bu derslere mesela, Ertuğrul Kürkçü, Orhan Dilber, Mukaddes Çelik, Ergun Adaklı, Şaban İba ve daha birçok kişi geldi. Herkes kendi baktığı yerden Türkiye Devrimci Hareketi tarihini anlattı.

Böyle bir çalışma süreci sonucunda ben şunları fark edenlerden biriyim: Önce elinizde bir kılavuz olacak; bu kılavuz sağlam olduğu takdirde, Marksizmi, Sosyalizmi, Komünizmi kavramak mümkün. Fakat bir kılavuzunuz yoksa, olmayan bir kılavuzla bütün bu tarih içinde zaten kaybolmak ve bir daha asla işin içinden çıkamamak ihtimali var. O dönem ben Özgür Üniversite çalışması içinde, “Bütün Ülkelerin Komünistleri Birleşin” şiarıyla beraber Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin kılavuz olabileceğine kanaat getirenlerdendim. Başka türlü seçimleri olan arkadaşlarımız da oldu.

Özgür Üniversitenin kapatılmasından sonra ise, Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifini kurduk. Zaten İzmir Özgür Üniversite kapatılmadan önce kooperatif konusunu tartışmaya başlamıştık. Çünkü şöyle bir kavrayışımız vardı: İzmir Özgür Üniversite, işçi, emekçi üniversitesi olsun; sosyalistler, devrimciler burada tartışabilsin ve tartışma yürütsün diye bakıyorduk. Şunu da fark ettik ki, işçi ve emekçinin üniversitesi olması için, işçilerin, emekçilerin bu kuruma gelmesi gerekir. Aslanların gelmediği bir yerde aslanlar kendi tarihlerini yazamazlar. Bunun için işçilerle, emekçilerle güven ilişkisini yaratacak başka türlü çalışmaların olması gerekirdi.

İzmir Özgür Üniversite kapatılmasaydı bu kurumla ilişkili bir de tüketim kooperatifi kuracaktık. Fakat İzmir Özgür Üniversite kapatıldı

Kapatılmasından sonra, şunu düşündük. Madem ki biz, Marksizmi ve Türkiye Devrimci Hareketi Tarihini, Sosyalizm Tarihini, Ekonomi Politiği, Felsefeyi, Sosyolojiyi tartışıyoruz ve bu konularda çalışma yapıyoruz. Bunun birtakım başka sonuçları da olması gerekiyorsa, işçilerin, emekçilerin bunlardan faydalanmalarını ya da buna dahil olmalarını, buna katkılarını sunmalarını sağlamalıyız.  Bunun için başka bir şey daha lazım. Bu da ancak onların gündelik ihtiyaçlarına cevap verecek başka türlü çalışmalar yapmakla mümkündür, dedik.

Biz ayrıcalıklıydık, o dönem üniversitelerde okuyorduk. Kendi bildiklerimizi başkalarıyla paylaşabiliriz dedik. Madem aynı zamanda Marksizm tarihi anlatıyoruz; madem sosyalizm tarihini, politik ekonomiyi anlatıyoruz, neden üniversiteye hazırlanan dershanelere gitmek isteyen öğrencilere dersler vermeyelim dedik. Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi böylelikle kuruldu.

O süreçte bu tartışmaların beraberinde Limontepe Tüketim Kooperatifi çalışmaları başlamıştı. Yine Umut Tekstil İşçileri Tüketim Kooperatifi kurulmasıyla sonuçlanan tartışmalar olmuştu. Bugün tüketim kooperatifleri, dernek çalışmaları, Kundura İşçileri Birliği, eğitim kooperatifleri var. Böylelikle işçi sınıfının içinde birleşik örgütlü dayanışmayı yaratan ve aynı zamanda tartışan ve kılavuzu sağlam bir çalışmanın önümüzü açtığını görüyoruz.

Özgür Yaşam, Cuma günü genel kurulunu yaptı ve dördüncü senesine doğru yol almaya başladı. Özgür Yaşam’da bugün halihazırda üniversiteye hazırlanan, dershaneye gitmek isteyen ve gidemeyen öğrencilere yönelik üniversiteye hazırlık çalışmaları, lise ve dengi okullar için matematik ve benzeri konularda çalışmalar; tiyatro, bağlama, gitar, sinema, belgesel çalışmaları, bunlarla beraber Marksizm üzerine söyleşiler dizisi, Türkiye ve dünya siyasi tarihi üzerine seminerler gerçekleştiriliyor.

Bu panel sürecinden haberdar olduğumuzda, ilk tepkimiz şu oldu: Biz de burada Marksizm üzerine söyleşiler dizisi yapıyoruz, Marksizm ve devrim, Marksizm ve program, Marksizm ve ulusal sorun ve benzeri konuları ele alarak çalışmalar yapıyoruz. Dolayısıyla Marksizmin krizi konusunda arayış içinde olan ve bu konuda çalışma yapanlarla bir arada olmak ve en azından tartışmak bizim için anlamlı olacaktır. Bizim buradaki çalışmalarımıza daha önce de gelmiş olan arkadaşlar için de farklılıkları görmeleri açısından anlamlı olacaktır. Çünkü biliyoruz ki, Marksizmi herkes aynı şekilde kavramıyor. Bu ayrım noktalarını daha rahat görebilelim diye, bu panel buradaki çalışmaların bir parçası oldu.

Aynı zamanda bu konuda başka türlü görüşlere sahip olanların da burada olmasının, farklı farklı perspektiflerin bir arada olmasının ve bunlar arasındaki esas politik ayrışmaların daha net bir şekilde görülmesini sağlayacağını düşünerek, Özgür Yaşam’da bu paneli gerçekleştirmeye karar verdik.

Panelimizde şöyle bir yöntem izleyeceğiz. Her bir konuşmacı ilk turda yarım saat kendi görüşlerini ifade edecek. Sonra soru ve görüş bildirme bölümü olacak. İzleyen arkadaşlar konu hakkında ya da konu çerçevesi içinde görüşlerini, sorularını iletebilecekler. Soru ve görüş bildiriminden sonra ikinci tura geçeceğiz ve ikinci turda da yeniden panelist arkadaşlar gelen sorulara ve görüşlere ilişkin kendi görüşlerini ifade edecekler.

Nasıl bir sıralama olduğunu söylemeden önce başka bir şey daha söyleyeceğim: Bugün saat 6’da Kemeraltı girişinde, öldürülen MKP militanları için bir basın açıklaması olacak. O yüzden, ikinci arayı 5:45’te vermeyi düşünüyoruz, çünkü aramızda oraya gitmek isteyenler var. Geri geldiklerinde ne kadar zaman geçmiş olur bilemiyorum. Başka katılmak isteyen arkadaşlar varsa, aynı zamanda katılabilirler.

İlk konuşmacımız, SDP bileşenlerinden Bedreddini Hareket’ten Cem Özatalay, ikinci konuşmacı Maya Dergisinden İbrahim Horoz, üçüncü konuşmacı Emekçi Hareket Partisinden Esra Sarıoğlu, dördüncü konuşmacı Köz Gazetesinden Ercan Coşkun ve son konuşmacımız Teori ve Politika adına Metin Kayaoğlu olacak.

 

CEM ÖZATALAY (Bedreddini Hareket)- Burada Teori ve Politika kolektifinin üretimini eksen alarak teori ve politika üzerine bir tartışma yapmak üzere toplandık. Öyleyse tartışmanın nesnesini tanımlamak önem kazanıyor. “Teori ve Politika nerede durmaktadır?” sorusunu öncelikle yanıtlamak gerekiyor. Her şeyden önce, kendisine halihazırda politik bir misyon biçmiyor olsa da Teori ve Politika’nın, üzerine aldığı teorik misyonla Türkiye Marksizmi alanının içinde yer alan bir özne olarak görülmesi gerektiği kanaatini taşıyorum. Öyle ki, Teori ve Politika’nın bundan 10 yıl önce faaliyetine başlamasının arkasında, çeşitli çizgilerden Türkiyeli Marksist özneleri bugün bir yenilenme, bir yeniden yapılanma arayışına iten aynı tıkanıklık dinamiklerinin olduğu açıktır. Bu çerçevede, Teori ve Politika’nın bir bakıma erkenci ya da öngörülü davranmış olduğundan bahsedebiliriz. 

Bu nedenle, Teori ve Politika’yı 10 yıl önce, birçok Marksist özneyi bugün bir yenilenme ve yeniden yapılanma arayışına iten tıkanıklık dinamikleri nasıl görülebilir, nasıl anlaşılabilir? Bunlar hakkında kısa birkaç şey söyleyerek konuşmama başlamayı uygun buluyorum. Tıkanıklık alametlerini tanımladıktan sonra, Teori ve Politika’nın tıkanıklıktan çıkışa dair saptamaları ve önermeleri hakkında birkaç şey söyleyerek konuşmama devam edeceğim.

Özelde Türkiye devrimci hareketi, genelde dünya Marksizminin, özellikle Sovyetler Birliği’nin ve sosyalist deneyimlerin çöküşünden itibaren bir tıkanıklık içerisinde olduğu açık biçimde görülüyor. Her ne kadar bu tıkanıklığın nedenlerinin daha eski tarihlere dayanıyor olduğu söylenebilirse de özellikle 1990’lardan sonra yaşanan politik altüst oluşlarla birlikte tıkanıklığın ayyuka çıktığını, inkar edilemez şekilde açığa çıktığını söyleyebiliriz. Bu tıkanıklığın teorik, ideolojik, örgütsel, politik boyutları var. Tek bir boyuta da indirgenebilecek bir tıkanıklık olmadığı konusunda net olmamız gerektiğini düşünüyorum.

Tıkanıklığın alametleri nelerdir? Halihazırda yükselişte olan düzen dışı, sistem karşıtı hareketlerin içinde Marksizme referansta bulunanların sayısındaki azalma bence tıkanıklığın, krizin en önemli göstergesidir. Nepal’daki Nepal Komünist Partisi (Maoist) ve Kolombiya’daki FARC dışında, belli bir güce erişmiş devrimci hareketlerin hemen hepsinin Marksizme çok fazla referansta bulunmadıklarını, bu hareketlerin ya İslam’a ya Ulusalcılığa ya da Marksizmi aştığını iddia eden birtakım postmodernist paradigmalara referansta bulunduklarını görüyoruz. Bu durumun en yakınımızdaki örneğini ise Kürt Özgürlük Hareketi temsil ediyor. Son dönem Öcalan’ın yaptığı açılımlarda Marksizm dışılık açık biçimde gözlemleniyor. Zaten Öcalan’ın kendisi de Marksizmi aştığı iddiasında.

Bu noktada şunlar söylenebilir: Öcalan’ı Marksizmin dışında bir arayışa iten faktörler Marksizmin krizinden ayrı değerlendirilemez. Öcalan’ın Marksizmin krizini aşmaya dönük çabası olumlu olsa da, bulduğu aceleci ve eklektik yanıtlar için aynı şeyi söyleyemeyiz. Öcalan, Kürt Özgürlük Hareketi’nin politik sıkışmışlığının da doğurduğu telaşla tezlerini ağırlıklı olarak postmodernist literatürden devşirmiştir. Ha keza, Türkiye sol hareketinde özellikle 1990’lardan sonra gözlemlenen yenilenme arayışlarında da benzer birtakım savrulmalar yaşandığını gözlemledik. Örneğin ÖDP dönemi başladıktan sonra bu partinin Dev-Yol kanadında bu tür eğilimlerin ortaya çıktığını gördük. Ne var ki, yenilenme arayışlarının postmodernizme savrulmalarla beraber yaşanmış olmasının Marksizmin bir tıkanıklık içinde olduğu gerçeğini görmemizi, bu gerçekle yüzleşmemizi engellememesi gerektiği kanaatindeyim. Öyle ki, madalyonun bir diğer yüzünü temsil eden ilerlemeci ulusal ideolojinin sol içindeki etkinliğini artırması da aynı tıkanıklık halinden beslenmektedir.

Solun belli bir kesiminin, postmodernist savrulmaya direnç için ideolojik argümanları ilerlemeci ulusal ideolojiden devşirmesi tam anlamıyla talihsizliktir. Türkiye’de bu eğilimin özellikle 1996’da devrimci hareketin yaşadığı yenilginin ardından gün yüzüne çıktığını görüyoruz. Yani, ÖDP’de gözlemlenen postmodernist eğilime tam zıt bir noktadan, batıcı aydınlanmacılıktan veya doğucu kalkınmacılıktan beslenen ilerlemeci ulusal sol eğilim de tıpkı postmodernist eğilim gibi Marksizmin dışından beslenmektedir. Marksizmi bir kalkınmacılık, kamuculuk programına indirgeyen bu yaklaşımın ülkemiz coğrafyasında güç kazandığını görmek gerekiyor. Kemalizm ve Misak-ı Millicilik bu eğilimin yerleşik özellikleri olarak öne çıkıyor.

Bu eğilimin en önemli temsilcilerinden birisi karşı-devrimci İşçi Partisi. İP, doğucu kalkınmacı bir ideolojiyi savunuyor. Son 5 yılda TKP’nin aynı ideolojik eğilimin batıcı-aydınlanmacı versiyonunda ve reformist düzleminde konum edindiğini görüyoruz. HÖC, Halkın Kurtuluş Partisi, Halkevleri gibi siyasi yapılanmalar da ilerlemeci ulusal sol ideolojinin devrimci veya devrimciliğe açık eğilimleri olarak dikkat çekiyor.

Bir yandan postmodernist eğilim, diğer yandan ilerlemeci ulusal eğilim güç kazanırken, tıkanıklık içindeki Marksizm alanında ise anakronik bir tutum alışın boy verdiğini görüyoruz. Anakronik eğilim, öncelikle Marksizmin bir tıkanıklık içinde olduğu düşüncesini reddediyor. Daha doğrusu yaşanan sıkıntıyı daha çok pratik yetersizlikle açıklamayı uygun buluyor. Bu eğilime göre, iyi ve doğru bir devrimci pratik sorunları basitçe halledebilecektir. Kapalı devre bir darlık halinin ve buna bağlı olarak politika dışı kalma durumunun anakronik eğilimin yaşamasını mümkün kıldığını düşünüyorum. Çünkü kapalı devre dar bir grup, kendine özgü bir dünya yaratabilmekte ve bu dünyanın içinde kendisine iç gündemler yaratabilmektedir.  Kişilerle görüşmek, bildiri dağıtmak, yeni bir kurum açmak, bu kurumu döndürmek, iç tartışma süreçlerine girmek, reformistlerden ayrışmak vb.. Bunlar bir solcunun hayatını belli bir süre için pekala doldurabilecek etkinlikler. Ancak bu da sorunu çözmeye yetmiyor. Öyle ki, 1 Mayıs’larda ortaya çıkan örgütlü kitleyi aşan “bağımsız solcu”ların sayısındaki istikrarlı artış, kapalı devre işleyen dar bir pratiğin günümüzde yetersiz kaldığını açık biçimde kanıtlıyor.

Kuşkusuz küçük ölçekte de olsa bugün yetersiz güçlerimizle alanlarda pratik faaliyet yürütmek vazgeçilmezdir. Ne var ki, kendi gerçekliğimizin nesnel bilgisini de bilince çıkartmamız gerekiyor. Marksizmin tıkanıklığını bilince çıkartmadığımızda, hem kadrolarımız karşısında bir süre sonra inandırıcılığımızı yitiriyoruz, hem de gerek postmodern eğilim karşısında, gerek aydınlanmacı ulusalcı eğilim karşısında Marksizmi bir alternatif olarak güçlendirmenin koşullarını oluşturmaktan imtina etmiş oluyoruz.

Tıkanıklığı görmeyen anakronik eğilim, kaçınılmaz olarak “eski” tarihli metinlere sığınıyor. Bu aslında savrulmamak için eski kazanımlara ve eski üretimlere sıkı sıkıya sarılma refleksiyle gelişiyor. Kuşkusuz tarihimizde üretilmiş metinlere, elde edilmiş mevzilere sahip çıkmaktan daha anlaşılır bir şey yok. Bu yanlış değil. Ne var ki, örneğin Komünist Enternasyonal belgelerinin yazıldığı dönemdeki toplumsal koşulların bugün bir hayli değiştiğini gözden kaçırmamak gerekiyor.  Bunu gözden kaçıran bir yaklaşım, kapalı devre dar grupçu bir anlayışla birleştiğinde yeni gelişmeler ve dünyanın içinde bulunduğu durum hakkında yeni ve etkili politik yanıtlar üretebilmek, postmodernist ve ulusalcı eğilimlerle teorik ve ideolojik düzlemde hesaplaşabilmek iyiden iyiye imkansız hale geliyor. Yeni dönemde kapitalizmin temel işleyiş mantığının ya da artı-değer sömürüsünün ortadan kalktığını söylemiyorum. Marksizmin bilim ayağına dair açıklamalarda herhangi bir sorun yok; ama yaşanan sömürü süreçlerinin verili konjonktürdeki toplumsal dışavurumlarının değiştiğini, farklılaştığını söyleyebiliriz. Anakronik eğilimin, işte bu değişimi görmediğini ya da görse bile değişimi eski ideolojik cephaneyle karşılamaya çalıştığını düşünüyorum. Bu ise, tıkanıklıktan çıkışı getirmiyor.

Bu noktada Teori ve Politika’nın çabasını çok anlamlı ve cesaretli buluyorum. Teori ve Politika, Marksizm alanında kalarak söz konusu değişime yanıt verecek biçimiyle Marksist teoriyi yeniden yapılandırma ve güçlendirme çabasını sergiliyor.

Teori ve Politika’nın en orijinal yanı ise daha önceki “yenilenme” hedefiyle yola çıkıp teorik düzlemde giderek Marksizmin dışına, politik düzlemde ise devrimciliğin dışına düşen pratiklerden farklı olarak, 10 yıllık teorik faaliyetine karşın ne Marksizmin dışına düşmüş ne de devrimciliğe işaret etmekten vazgeçmiş olması. Şunu peşinen söyleyeyim, Teori ve Politika’nın yaptığı politikaya dair her açılımı doğru bulmuyorum.  Buna rağmen, Teori ve Politika’nın teorik faaliyetini oturttuğu eksen, Marksizmin krizden çıkışı için son derece elverişli geliyor bana.

Bu noktada, 1848’lerden, 1917’lerden bugüne gelindiğinde değişenlerin neler olduğu konusunda birkaç çift söz söylemenin yararlı olduğunu düşünüyorum. Birincisi; hepimizin bildiği gibi, sosyalizm deneyimleri ayağımızın altından kaydı. 19. yüzyıla baktığımızda, sosyalizm gerçekleştirilmesi planlanan bir projeydi, daha denenmemişti. Bu o dönemin Marksistlerine güç veriyordu. Gerek kitleler karşısında gerekse de diğer akımlar karşısında Marksizm gücünü henüz gerçekleştirilmemiş olan projesinden de alıyordu. Marksizm bir alternatifti ve denenmemişti. 20. yüzyıla geldiğimizde, yaşanan bir proje olarak yine Marksizm çok güçlüydü. Yaşanan, deneyimlenen, gözlemlenen ve dünyada güç kazanmış bir politik deneyimdi, akımdı, devletleri vardı Marksizmin. Böyle bir süreci yaşadık.

Bugüne baktığımızda, 21. yüzyıla geldiğimizde ise yıkılmış, çökmüş bir deneyimin ifadesi olarak görülüyor Marksizm. Nedenleri ne olursa olsun, bizim açıklamalarımız ne olursa olsun, bu bir vakıa. Öyle olduğu için, Marksistler, çökmüş bir sistemin savunusunu yapan insanlar olarak görülüyor. Bunu kabul etmeliyiz. Gerçekliğimizle yüz yüze gelmeyi kabullenebilmeliyiz. Sosyalizmin çökmesini Marksizmin yanlışlanması olarak asla kabul etmiyoruz. Çünkü biz pozitivist ve ampirist değiliz. Marksizm halen topluma ve tarihe dair aşılamamış açıklamalara sahip yegane devrimci yapıdır. Bu noktada bir şüphe duymayalım, ama bugün sırtımızda sosyalizmin çökmüş olmasından ötürü bir yük olduğunu da görelim. Bu bizi sıkıştırıyor, tıkanıklığın Türkiye'ye özgü olmayan nedenlerinden birincisi bu.

İkincisi; 1970’lerden sonra, özellikle kapitalizmin üretim organizasyonun köklü biçimde değişmesidir. 19. yüzyıldan 20. yüzyılın son çeyreğine gelene kadar var olan kapitalist üretim organizasyonu işçilerin büyük sanayi işletmeleri bünyesinde bir araya gelmesini sağlıyordu. Bu nedenle, işçilerin ortak bir “sınıf kimliği” üzerinden toplumsal temsiliyetlerini sağlamaları kolaylıkla gerçekleşebiliyordu. 19. yüzyılda, fabrikalarda ve fabrika çeperlerindeki mahallelerde toplaşmış işçiler sisteme entegre olamıyorlardı ve işçi sınıfı kimliği üzerinden devrimcileşiyorlardı. 20. yüzyılda hakim olan fordist üretim organizasyonu ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında uygulanan talep yönlü Keynesyen politikalar, işçi sınıfı kimliği üzerinden sürekli bir devrimcililiğin ortaya çıkmasına engel olsa da, uygun politik konjonktür ortaya çıktığında işçi hareketini devrimci eylemin bileşeni haline getirebiliyordu. 15-16 Haziran eylemleri bu durumun Türkiye’deki örneğiydi.

‘70’lerden sonra yaşadığımız ise manifaktürden makineli üretime geçiş sırasında yaşanan değişime benzer, toplumsal etkileri olan köklü bir değişimdi. Enformatik teknolojisine bağlı olarak ortaya çıkan iletişim ve ulaşım imkanları, kapitalistlere, üretimin ölçeğini, yapısını ve yayılımını diledikleri gibi örgütleme kapasitesini kazandırdı. Bu dönüşüm, yalnızca üretimde değil toplumsal yaşamın örgütlenmesinde de belirgin yeni sonuçlar doğurdu. Üretim parçalandı, üretim birimleri hareketli hale geldi, küresel düzeye yayılmış bir şebeke olarak birbirine bağlanmış küçük ve büyük birimlerden oluşan bir üretim yapısı ortaya çıktı. Küresel fabrikadan bahsetmek olanaklı hale geldi. Enformel sektör ekonomik yapının ana bileşeni haline geldi. Keynesçi dönemde bir işlevi olan belirsiz süreli iş sözleşmeleri, mevcut kapitalizmin işleyiş rasyonalitesinin dışında kaldı. Dolayısıyla kapitalizmin yaşadığı maddi dönüşüm ve yeniden yapılanma ortadayken küreselleşmenin aslında bir yanılsama olduğunu söylemek bana doğru gelmiyor. Yanılsama küreselleşme denilen hadisenin insanlığı ilerlettiği söylemine inanmakta ortaya çıkıyor. Bu elbette sömürüye dayanan kapitalizmin ilerlemeci tüm söylemleri gibi yalandır. İkincisi bu.

Artık eski söylemlerimiz, yani 20. yüzyıl boyunca işimizi görmüş olan söylemlerimiz, araçlarımız, yöntemlerimiz toplumsal düzeyde karşılığını bulamıyor. Örneğin bunlarla ne sigortasız, güvencesiz işçilere ulaşabiliyoruz, ne de göreli ayrıcalıklara sahip işçilere… Bu ikinci kategoridekiler, sosyalist ideoloji yerine ulusalcı ideolojiyle daha kolay bütünleşebiliyorlar. Seydişehir’deki işçi özelleştirmeye karşı “Seydişehir satılmaz, vatan bölünmez” diye slogan atıyor. İşçi, fabrikasının ve kendisine ayrıcalık kazandıran haklarının savunulmasıyla, üniter devlet yapısının savunulması arasında bir özdeşlik kuruyor. Aslında statükoyu savunan, geri olanı savunan bir duruma geliyor. Bu durumun tabii ki Marksistlerin ideolojik güçsüzlüğüyle ilgili bir boyutu var. Ama özellikle şu anda kapitalizmin sunduğu zenginliklerden pay alabilen bu işçilerin gerçekten Marksizmi dinlemesi, Marksizmin söylemlerine yanıt vermesi çok mümkün gözükmüyor. Sisteme yalnızca ekonomik olarak değil aynı zamanda siyasal ve kültürel olarak da entegre olanların, sistemde gelecek görenlerin; sisteme karşı kitlesel tutum takınması ve devrimcilik vazeden ideolojilere yönelmesini beklemek zaten tarihin hiçbir döneminde gerçekleşmemiştir.

Bir üçüncü değişim dinamiği ise emperyalizmin yeni yönelimleriyle yakından ilgili.   Özellikle, iki kutuplu dünyanın ortadan kalkmasıyla birlikte ABD'nin önderliğinde izlenen militarist emperyalist yönelim, dünya ölçeğinde yeni gerilimlere neden oluyor. Bu hem metropol ülkelerde hem de emperyalist işgalin ve müdahalenin mağduru olan ülkelerde yeni bir ezen-ezilen kamplaşmasının ortaya çıkmasını beraberinde getiriyor. Gerek Doğuda veya Güneyde emperyalistler tarafından işgal edilen topraklarda, gerek Batıda işsiz kalan ve dışlanmaya maruz kalan göçmen kitlelerin içerisinde İslam’ın bir ezilen ideolojisi olarak şekillenmesi söz konusu.

Bu da kafaları karıştırıyor. Geçmiş dönemde, ezilenlerin ideolojisi olma konusunda neredeyse rakipsiz olan Marksizm, bugüne gelindiğinde bu pozisyonunu yitirmekle karşı karşıya. 20. yüzyıl boyunca Marksist hareket, kapitalist ülkelerde ezilenleri işçi sınıfı kimliği etrafında örgütlenmeye, sömürge ülkelerde ise ezilen ulus kimliği etrafında örgütlenmeye çağırmıştı. Şimdi bu kimliklere sığmayan bir toplumsallıktan bahsedebilmek mümkün. Küçük cemaat kimlikleri kitleler tarafından daha kolaylıkla benimsenebiliyor. 

Bunlar bana göre bir önceki başlıkta bahsettiğim yapısal değişimle de yakından ilgili.  Üretim organizasyonu parçalandı, parçalar şebeke şeklinde birbirine eklemlendi diyoruz. Bu tarz bir üretim organizasyonunda işçilerin ve ezilenlerin, iş piyasasına girmek, barınma ihtiyacını karşılayabilmek için kimliksel cemaatleri daha işlevsel bulduklarını görüyoruz. Eskiden çok farklı kurumlar, sendikalar ve benzerleri üzerinden giderilebilen ihtiyaçlar bugüne geldiğimizde, bu tür cemaatler, örgütlenmeler üzerinden gerçekleştiriliyor. Kuşkusuz bunlar sınıf mücadelesinin dışında organizmalar değil. Ancak sınıf mücadelesinin günümüzdeki zeminlerini temsil ediyorlar. Biz günümüz işçisinin ve ezileninin ihtiyaçlarını ne kadar saptayabiliyoruz, bu ihtiyaçlara yanıt verebilecek kurumları geliştirmeyi başarabiliyor muyuz? Buralarda da sorunlarımız var. Türkiye’de de hakim olan Lukacs’çı tarihselci Marksizm anlayışı, kabaca işçi sınıfının kendisine içkin olan devrimci bir karaktere sahip olduğunu, sorunun bu işçi sınıfına devrimciler tarafından dışarıdan bilinç taşınmasından ibaret olduğunu vazeder. Lukacs’ın Lenin okuması bundan ibarettir. Bu okuma ve yaklaşım, yukarda sıraladığım değişmeler karşısında tamamen iflas etmiştir, açıklayıcı olmaktan çıkmıştır.

Teori ve Politika, bu sorunlar karşısında arayış içinde bulunan Marksistlere teorik dayanak noktalarını sunuyor. Teori ve Politika’nın üretimi sayesinde birtakım ipuçları yakalayabildiğimizi söyleyebiliriz. Bu ipuçlarına geçmeden önce, Teori ve Politika’nın Marksizm anlayışını genel hatlarıyla hatırlamakta fayda var diye düşünüyorum.

Teori ve Politika, bilim alanında belirleme ilişkisine çok sadık kalan, bu anlamda da Marksizmin bilim ayağı içerisinde aslında ortodoks bir tutuma sahip bir Marksizm anlayışını savunuyor. Ha keza, felsefede de materyalizme çok sadık bir pozisyonu var. Tarihselci okulun, tarihsel materyalizmde net biçimde bulunan belirleme ilişkisini bulandırdığını, felsefe alanında ise idealizme sürüklendiğini savunuyor Teori ve Politika. Teori alanında bilimci ve materyalist bir tutumu savunuyorlar. Ancak politikaya gelindiğinde teorisizmi, bilimciliği reddediyorlar. Bunu Althusser’in ünlü bilgi nesnesi- gerçek nesne ayrımına dayandırarak yapıyorlar. Bilme eylemiyle yapma eylemi arasına zorunlu bir nedensellik ilişkisi kurmaya şiddetle itiraz ediyorlar. Bilme eyleminin soyut ve epistemolojik bir faaliyet, yapma eyleminin ise somut ve ontolojik bir faaliyet olduğunu savunuyorlar.

Bu aynı zamanda, teorinin ancak pratikten çıkartılabileceği görüşüne de itiraz etme anlamını taşıyor. Çünkü, bilgi nesnesiyle gerçek nesnenin, soyut kavramla somut gerçekliğin birbiriyle örtüşemeyeceğini savunan Teori ve Politika, aynı zamanda Marx’a sadık kalarak ampirizmi de reddediyor.  

Geçtiğimiz toplantılarda sıkça dile getirildi. Dendi ki, Teori ve Politika “çok felsefi, çok teorik kalıyor”. Bu aslında isabetsiz. Çünkü Teori ve Politika “bilme işi” ile iştigal edeceğini, “yapma işi”ne bugün için soyunmadığını bundan 10 yıl önce ilan etmişti. Ancak “yapma işi”ne soyunmaması, yapanlara karşı Teori ve Politika’nın ilgisiz kaldığı anlamına da gelmiyor. Teori ve Politika, yapanları izliyor, onları ayrıştırıyor. Doğru yaptığına inandıklarına, devrimci olduğunu düşündüklerine destek oluyor. 

İstanbul toplantısında dile getirmiştim. Teori, Marksistler arasında genellikle yanlış tanımlanıyor diye. Çünkü, teori olgulardan doğrudan çıkarttığımız bir şey değildir. Arkeolojik kazı yapmaya benzemez. Tersine teori zihinsel bir faaliyet sonunda kurulur. Kavramlar üretilir, bu kavramlar arasında nedensellik ilişkileri kurulur ve bir sistem inşa edilir. Bunun neticesinde şekillenen teori aracılığıyla insan olguları anlamaya muktedir hale gelebilir. Tam da bu nedenle, kavramlar gerçek hayattaki somut varlıklarla bire bir örtüşen şeyler değildir. Genellemelerdir kavramlar. Tam da bu nedenle, burjuva iktisatçılarıyla tartışması sırasında Marx, “şeylerin görünümleriyle doğaları çakışsaydı tüm bilim gereksiz olurdu” demiştir. Marx tam da aynı mantıkla görünümü işçilerin yoksulluğu olan şeyin arkasında artı-değer sömürüsü olduğunu tespit edebilmiştir. Yoksa gerçek hayatta elde edilen ücret, duyumsanan yoksulluktur. Artı-değer sömürüsü ise duyumsanabilen bir şey değil yalnızca teorik düzeyde bilinebilen, ispatlanabilen bir şeydir.

Ne var ki, Türkiye'de devrimciler hiçbir zaman Marksist teorinin kendisiyle teorik bir ilişkiye girmediler. Marksizm genellikle ideoloji olarak edinildi. Yani özellikle devrimin başarıldığı ülkelerde inşa olmuş ideolojiler benimsendi Türkiye’de. Oysa ideoloji, teori ile pratik arasında kurulmuş bir köprü işlevi görür. Pratik, gerçek hayatı, verili somutluğu dönüştürme işi olduğu için zamana ve mekana göre değişiklik göstermek zorundadır. Her bir ülkenin somut gerçekliği, devlet yapısı ve iktidar bloklaşması vb. farklı olduğu için, her bir ülkede Marksistler tarafından üretilmek zorunda olan ideoloji de farklı olmalıdır. İdeoloji ne denli otantikse, o ülkenin özgün tarihiyle ve mevcut konjonktürüyle ilişkiliyse, verili ülkede o dönem yaşayan ezilenler tarafından daha fazla sahiplenilebilir. Örneğin Enver Hocacılık bir ideolojidir. Ancak Arnavutluk çöktükten sonra bu ideolojinin kitleler nezdinde açıklayıcılık gücü de yitmiş olur. İşte bizde Marksizm hep belirli tarihselliklere özgü ideolojiler olarak ithal edildi.

Örneğin, Türkiye Komünist Partisini ele alalım. 1920’lerde Türkiye Komünist Partisinin Marksizmle ilişkilenme şekline baktığımızda, aslında çok hızlı gelişen bir konjonktürde Sovyet Marksizmi ile Batı Marksizmi arasında bir sentez olarak şekillenen bir ideolojik çerçeveye dayandığını görürüz. Özellikle, İstanbul sosyalistlerinde Batı Marksizmine özgü ideolojinin etkileri çok daha belirgindi.

Mustafa Suphi’lerin de Marksizmle ilişkileri teorik boyutu olan bir ilişkilenme değildi. Sovyet Marksizmine ve onun ideolojik çıktılarına başvurmuşlardır, diyebiliriz.

 

Türkiye'ye ayağını basan, yerele oturan bir ideolojik üretime giremedik. Yani, ne teoriyle doğru ve sağlıklı bir işi geliştirebilmek mümkün oldu, ne de yine aynı nedenle özgün, otantik bir ideolojik üretimimiz olabildi. Bu noktada bir istisna olarak Hikmet Kıvılcımlı’nın birtakım çabaları olduğunu söyleyebiliriz.

Teori ve Politika’nın Marksizm kavrayışı, politikayı zamana ve mekana özgüleştirdiği için otantik bir ideoloji üretimine de olanak sağlamaktadır. Teori ve Politika’nın teoriyi bilimsel ve felsefi düzlemde yenilemeye önem veren ve tarihsel materyalizmin bilimsel çerçevesine sadık kalan çerçevesinin yanı sıra, politikayı bilimci ve teorisist olmayan  bir yaklaşım çerçevesinde, somut gerçeği dönüştürme faaliyeti olarak tanımlayan  çerçeve, aslında Bedreddini Hareket olarak önümüze koyduğumuz; teorik yenilenme, ideolojik yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcileşme diye formüle ettiğimiz çerçeveye çok uygun bir altyapı sunmaktadır. Bu nedenle, Bedrettini Hareket olarak, Teori ve Politika’yla etkileşime devam etmek gerektiği düşüncesindeyiz. Yenilenme ve yeniden yapılanma arayışı içinde olan her Marksiste de Teori ve Politika’yı izlemeyi tavsiye ediyorum, teşekkürler.

 

İBRAHİM HOROZ (Maya Gazetesi)- Ben Ankara ve İstanbul toplantılarına da katıldım, ve Teori ve Politika’yla ilgili bir bakıma tekrar da olacak düşünceleri belirttiğim için, yeniden aynı düşünceleri ne kadar belirtebilirim veya ne kadar toparlayabilirim bilmiyorum. Ama ben şöyle bakıyorum: Metin’in de söylediği gibi, Teori ve Politika on yıllık yayın hayatını sürdüren bir vaka, yani ortada bir gerçek var. Bir teorik derginin on yıl sürdürülebilmesi bu topraklarda çok fazla görülen bir şey değil, başka bir örneği yok. O bakımdan, Birikim Dergisi geleneğini saymak mümkündür, eğer teorik dergi olarak ele alınırsa. Bu vakayı ortaya çıkartan, mutlak bir gerçek vardır, yani eğer Teori ve Politika’yı çıkartan arkadaşlar özel olarak kendilerine has bir meslek, kendilerine ait bir saplantı içerisinde değillerse ve her halükârda -yakından bilenler ve okuyanlar da göreceklerdir-, özellikle devrimci pratiğe özel bir vurgu, özel bir değer biçen, bu anlamda devrimci hareketle Marksist ve politik hareketlerle etkileşimi önemseyen, kendilerini de ona göre konumlandıran arkadaşlarsa o zaman bu vakayı ortaya çıkaran gerçeğe bakmak gerekiyor.

Bu gerçek nedir? Bu gerçek herkesin tanımlamasına göre farklılıklar taşıyor, ama aslında hareketin uzun yıllara dayanan bir krizinin varolduğudur. Yani, ben “hareketin krizi” diyorum, bunu Teori ve Politika’dan arkadaşlar genelde Marksizmin krizi olarak değerlendiriyorlar. Bunu, Marksizmin krizi olarak tanımlamanın çok doğru olduğunu da düşünmüyorum, o tarz bir tanımlamanın çok ilerletici, devrimci sonuçlar yaratacağını da düşünmüyorum.

Ben daha çok olaydan Marksizmden çok Marksist hareketi sorumlu gördüğümden “Marksist hareketin krizi” diyorum. Tabii, Marksist hareketin krizi bir ölçüde Marksizmin teorik zeminiyle de ilgili ve en azından teorik bakımdan da orada boşluklar var, orada da sorunlar vardır demeyi beraberinde getirir. Bunun toplamı olarak Marksizmin krizi dediğinizde aslında Marksizmi bir bütün halinde deyim yerindeyse bir ameliyat masasına yatırmış oluyorsunuz.

Ben, Marksizmin o anlamda ameliyat masasına yatırılabileceğini düşünmüyorum. Aslında, bir bakıma şunu da demek mümkün: Belki bir taraftan Marksizmin bir prestij düşüklüğü var, ama en liberalinin bile Marksist geçindiği koşullarda, bu anlamda da Marksizmin bir otoritesi var, yani prestiji var. O bakımdan, kendine Marksist demek çok da bir şey ifade etmiyor, yani o eğer prestijse.

O bakımdan, Marksizmin krizi anlamında olaya bakmanın doğru olacağını düşünmüyorum. Yani, son dönemde yaygınlaştı, gerçekten de Marksizmin krizi denildiğinde, bu acaba hangi Marksizmin krizi gibi bir soruyu da beraberinde getiriyor. Yani, bu Marx ve Engels’in kurucusu olduğu Marksizmin mi krizi? Yoksa, 20’nci yüzyılda bir Bolşevizmin, bir Ekim Devrimi geleneğinin üzerinden tartışılan, ideolojik, teorik tartışmalara konu olan siyasal pratikleri de içine alan bir şey mi? Yoksa, aslında “Marksizmin krizi” derken, hem Marx, hem Engels’in kurucusu olduğu Marksizm, hem de 20’nci yüzyılda emperyalizm çağında Ekim Devrimi pratiği içerisinde, birinci emperyalist savaş içerisinde Marksizmi geliştiren ve farklı düzeyde deyim uygunsa, Marksizmi yeniden ayakları üzerine diken Bolşevizmin mi krizi, belli olmuyor. Bu bakımdan Bolşevizmi çok kimse de ağzına almıyor. Niye almıyorlar? Bir dizi tartışma yapılabilir, ama bunun iyi bir şey olmadığı kesin.

O bakımdan, bir kriz varsa, yeniden başa dönelim gibi bir toptancılığın ben hareketi krizden çıkartabileceğini düşünmüyorum. Dolayısıyla, toplumsal tarih gibi, teorinin de bir tarihi var. Teorinin bir tarihi olduğuna göre, teorik tanımlar veya teorik bakış, teorik bir bilinç oluşturmak gerekir dediğimizde, mutlaka tarihin bize devrettiği teorik bilinçleri veri almak durumundayız.

Eleştireceksek de, üzerine basacaksak da, tarihsel köklerimizden hareket etmek durumundayız, bu anlamda teorinin de bir tarihi vardır. Marksizmin krizi denildiğinde, Marx-Engels’in gerçekten kurucusu olduğu Marksizmin ne bakımdan sorunlu olduğunu, ama sadece sorun tespit etme, teşhis yapma da değil, bu sorunun nasıl giderileceğini görmek isterim veya “Leninizmin krizi” denildiğinde, Leninizmde neyin krizde olduğunu ve buna yanıtın ne olduğunu, sadece teşhis sorunu değil, bunu da görmek isterim. O bakımdan bakıldığında, epey bir kavram kargaşasının olduğu kesin.

Bu parantezi kapatarak, başa dönersem, politika ve teori ilişkisi... Şu açık bir şekilde artık tüm devrimci çevrelerin de kabul ettiği bir şey. Yani, Türkiye'de Marksist hareket, sosyalist hareket, devrimci hareket, nasıl tanımlarsak tanımlayalım, pratiğini, ciddi bir şekilde aslında teorisizlikle yol alan, el yordamıyla yol alan, sınırlı bir bilinçle kendi önünü aydınlatmaya çalışan, dolayısıyla da, sık sık kendisinin kafasını duvara vurduğu bir pratik olarak tanımlamak kabaca yanlış olmaz.

Böyle başarısız pratikler varsa ve sık sık kafamızı duvara vuruyorsak, hele bir de Cem’in dediği gibi “20. yüzyılda sosyalizm” diye tanımladığımız şeyin bir yanıyla, bir çöküşüyle, içten çürümesiyle yüz yüzeysek. Acaba, “Marksizmde bir sorun mu var?” diye bir soru doğal olarak gündeme geliyor; ama ben bu sorunun böyle konulmasının yanlış olduğuna inanıyorum. Mesela, şöyle yapalım; Marksizmin kendisinde veya Leninizmin kendisinde kriz vardır demekten ziyade, kendimize, bu toprakların devrimcilerine, Marksistlerine bakarak değerlendirme yapalım.

Bu toprakların devrimcileri, Marksistleri, Marksizmi, Leninizmi kimden, nasıl öğrendiler? Yani, bir yanıyla da tarihimize oradan bakalım. Gerçekten de bu topraklardaki devrimciler, bizzat Marx’ın, Engels’in kendi eserlerinin üzerinden, doğrudan, birinci elden kaynaklardan mı Marksizm bilincini elde ettiler veya Bolşevizmi, Leninizmi, gerçekten de Lenin’in, Bolşevik hareketin teorik, ideolojik eserlerini doğrudan birincil kaynaklardan mı öğrendiler, ve bu süreç sonunda Marksist oldular veya bu anlamda sosyalist oldular. Yoksa, biz Marksizmimizi, kendi sistemimizi, Türkiye'de, bu topraklardaki devrimciler olarak acaba, ikinci elden, üçüncü elden kaynaklardan hareketle mi oluşturduk -bence bunu dünya ölçüsünde genelleştirmek mümkün? Dolayısıyla, pratiğimizi de bu sistem içinde hareket ederek mi oluşturduk?

Bana şu çok garip geliyor: Yani, 1960’ların pratiğinden hareketle, 1970’lerin pratiğinden hareketle, hatta 1940-50’lerin pratiğinden hareketle, oradaki yanlışlıklardan hareketle, sorunlardan Marksizmi sorumlu tutmanın, Leninizmi sorumlu tutmanın  ben  çok mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Orada yapılanın Marksizmin, Leninizmin kendi özüne, teorik özüne de uygun bir sistem olduğunu düşünmüyorum.

Dolayısıyla, biz önce orijinal olmayan, birinci elden olmayan kaynaklardan Marksizm öğreniyoruz, sonra bu Marksizm üzerinden kafamızı duvara vuruyoruz; sonra da, “bu öğrendiğimiz Marksizm demek ki sorunludur, Marksizmi tümden ele almamız gerekir” gibi bir sonuca, bakışa varıyoruz. Bunun çok ilerletici, geliştirici olacağını düşünmüyorum. Yani, Teori ve Politika, demin ifade ettiğim gibi, güçlü bir şekilde hareketin kriz içinde olduğu, teorisizlikle mustarip olduğu bir ortamda, aynı zamanda da devrimci örgüt pratiklerinin de kendi içinden, teorik, ideolojik bakımdan üretkenliğe izin vermediği bir ortamda ortaya çıktı.

Teorik sorun ciddi bir sorundur ve bu hareketin teori bakımından gıdasını yeterli aldığını düşünmüyorum. Arkadaşlar şöyle düşünüyor: Mevcut örgütlenmeler, içinde yer aldığımız örgütlenmeler gerçekten de bize bir teorik bakış kazandıracak bir hareket alanı, bir atmosfer, bir örgüt alanı atmosferi yaratamıyor. Dolayısıyla, “artık Marksizm’in en azından teori alanı ile kendi başına ilgilenmek veya sorunlara el atmak için biz yola çıkıyoruz” dediler.

Bu ortamda bu son derece meşru, bu ortamda son derece anlamlı. Ama, burada bunu yaparken bir başka sorun var. Meşru ve anlamlı olmasına rağmen, arkadaşlar pekala da Marksizm’in kendisinde de, Leninizm’in kendisinde de sistemin bütünlüğü içerisinde asla gösterilemeyecek bir yol, yöntem izliyorlar. Orada ne dediler? “Marksizmin kendi içerisinde bölmelere ayırıyoruz, alanlara ayırıyoruz. Felsefe, politika, bilim gibi alanlara ayırıyoruz, biz bu alanların her birinin gereklerinin teker teker yerine getirilebileceğini düşünüyoruz” dediler. Biz teori alanındaki boşluğu dolduracağız, birisi politik alanındaki boşluğu dolduracak, belki de sonra bunların yeni bir sentezi yapılacak.

Ben böyle bir yöntemin, böyle bölmelere ayırıp, görevleri ve sorunları parçalayıp parça halinde çözmenin ne Marksizmin kendi bütünsel yapısında, ne Leninizmin bütünsel yapısında olanaklı olduğunu düşünüyorum. Bu şu demek değildir: Olabilir ki, bir Marksist hareket, bir Marksist çevre, bir Marksist aydın yıllarını sırf teorik çalışmaya verebilir. Yani, bunun tarihsel örneklerini de görüyoruz. Komünistler Birliği gibi, dünyada ilk kez bir enternasyonal komünist örgütlenme doğuyor. Marx, Engels bunun manifestosunun yazıcıları… Peki Komünistler Birliği 1848 devrimlerinin yenilgisiyle birlikte ne yaptı? Bu bakımdan bakıldığında, yenilgi ortaya çıktığında Marx, “biz artık Komünistler Birliği gibi bir örgütlenme faaliyetinin sürekliliğini sağlamak, yeniden üretmek yerine, teorik sorunları, yani kapitalist sistemin ekonomisini, sınıf mücadelesini, tarihini ele almak ve değerlendirmek istiyoruz” diyor ve kendisini pekala da Londra’daki bildiğimiz kütüphaneye kapatıp, yaklaşık on yıllık bir süre boyunca, yani 1952’den 1959’a kadar geçen yedi yıllık sürede, zamanını bu iş için ayırabiliyor.

Sonuçta baktığımızda, isabetli bir adım olmadığını görüyoruz. Ama, böyle bir şey sonuçta, Marksizm’in teorik bakımdan bir sistem oluşturulmasına yol açıyor. Böyle bir tercih yapılabilir, ama bundan şu sonuç çıkmaz: Yani, Marksistler bir ülkede ortaya çıktıkları anda önce teori yaparlar, sonra pratik yaparlar veya birileri teori yapar, birileri pratik yapar gibi bir bakışa evrilmemizi, yani bu durumu teorileştirmemizi gerektirecek bir dorum olduğunu düşünmüyorum.

Bu yanlışlığın kendisi, bence Marksizm’i toplam olarak bir ameliyat masasına yatırılmasıyla ilgili. İkincisi; Marksist hareketin ideolojik, politik, örgütsel sorunlarını bölmelere ayırarak, onlar içerisinde misyon belirleme yaklaşımı. Üçüncüsü ve bence önemli bir başka boyutu da şu: “Marksizm” denildiğinde, “Marksist hareketin sorunları” denildiğinde, genel olarak, toplam olarak Marksist hareketin şöyle bir ciddi sorunu ve sıkıntısı var. Yani, Marks-Engels Avrupa’da yaşadılar, bir bakıma, kendilerinin anlattığı kadarıyla, İngiliz kapitalizmini inceleyerek, Fransa’daki sınıf mücadelesini, Almanya'nın felsefe geleneğini inceleyerek bir sistem oluşturdular. O anlamda bakıldığında, “Doğudaki Çin felsefesinin, Hint felsefesinin. İslam felsefesinin acaba genel olarak teorik sistem içerisindeki yeri nedir?” gibi bir sorunun özel olarak çok ilgi alanlarına girmediğini görüyoruz. O bakımdan bakıldığında, yani Marksizm'in Avrupa'da doğmuş olmasının, özellikle de Marks’la, Engels’ten sonra da, içinden İkinci Enternasyonal gibi bir geleneğin çıkması, Avrupa merkezci, Batı merkezci, yani tüm dünyayı açıklamada Batı merkezli bir bakışa sahip olabilmeleri, deyim uygunsa hatta Marksizm adına bir yeni sosyalist sömürgecilik teorisi oluşturmaları gerçeği vardır. İkinci Enternasyonalin de uzun süre Marksist otorite olarak, Marks-Engels geleneğini sürdüren bir otorite olarak alınmasına hiç kimsenin doğru dürüst itiraz etmediği, itiraz edenlerin bile zayıf kaldığı ve en fazla itiraz edenlerden birisinin Rosa Lüksemburg olduğunu biliyoruz.

Buna rağmen, Rosa Lüksemburg hâlâ Alman Sosyal Demokrat Partisi üyesi ve hâlâ genel olarak İkinci Enternasyonalin geleneğinden de kopmuş değil. Dolayısıyla, bu durumda, “Marksizm” denildiğinde hep Batı merkezli düşünce akımları, Batı merkezli teorisyenler ve düşünce adamları aklımıza geliyor. Buna itirazın, aslında bu sisteme itirazın Bolşeviklerden geldiğini biliyoruz; Bolşevizmin önemi de tam orada. Bu itirazı ciddi bir şekilde ideolojik, politik bir akım olarak Bolşevikler birinci savaşın arkasından yapıyorlar.

Birinci savaşın öncesinde de Bolşevikler var, 1903’te de var, ama 1903’e baktığımızda, yapılan itiraz İkinci Enternasyonal’e ideolojik, teorik bir itiraz değildir. Yani, “Rusya gibi bir ülke şöyle örgütlenme, şöyle bir program, şöyle bir strateji izlememizi gerektiriyor” diyorlar, ama bunun İkinci Enternasyonal çizgisiyle, geleneğiyle bağlantısını özel olarak kurmuyorlar; “Rusya’da böyle gerekli” diyorlar. Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabında Lenin “bu örgütlenme modeli Rusya’nın ihtiyacını karşılamaya uygundur, aslında Almanya gibi bir ülke olsaydı Rusya, demokrasi olsaydı, biz Alman Sosyal Demokrat Parti modelini alır burada uygulardık” diyor.

O bakımdan, Lenin de modelini, hâlâ 1903’te “Ne Yapmalı” da geliştirdiği modeli İkinci Enternasyonalin karşısında ideolojik bakımdan seçenek olarak görmüyor. Ama, biz biliyoruz ki, Lenin’in parti modeli de, asılında sınıf mücadelesine bakışı da, stratejiye bakışı da, İkinci Enternasyonalde köklü bir kopuşu anlatıyor. Lenin’in kafası gerçekten de savaş öncesinde, tüm temel sorunlarda İkinci Enternasyonal’i otorite gören bir kafa. Bunun nedeni ne, acaba niye? Biz Lenin’in yazılarından biliriz, 1914 öncesi yazılarında Marksist zeminde Kautsky, Lenin için ciddi bir otorite. Değişik nedenlerle hep Kautsky’ye atıflar yapan bir Lenin var. Bu tarım sorunu olur, bir başka sorun olur, işçi sınıfına bilinç taşıma vb. konularda Lenin öncelikle Kautsky’e başvuruyor. Lenin’in, Bolşeviklerin savaş sonrasındaki değerlendirmesi ise şu: Aslında, Kautsky ve benzer partilerin sorunu, Marksizmin kendi temel özünden kopması ve bunu vulgarize etmesidir. “İkinci Enternasyonal Marksizmi” denilen Marksizm temelde bu çöküşe yol açmıştır. Örgütlenmesiyle, siyaset tarzıyla ve benzeri sorunlarda Marksizmin özünden baştan itibaren kopmuştur.

Tam o aşamadan itibaren, artık Bolşevikler kendi örgüt modellerini de, stratejilerini de evrensel ölçekte düşünmeye, evrensel ölçekte üretmeye başlıyorlar. Dolayısıyla, buradan şuna varmak istiyorum: Biz Avrupa’daki teorik sistemlere baktığımızda, birincisi, bugünün sorunlarını Avrupa merkezli düşünce akımları içerisinde açıklayamayız.

Bu konuda, Teori ve Politika’nın yaklaşımları üzerinden bir şeyler söylemek istiyorum. 1915-25 arasında, çok ciddi bir ideolojik, teorik tartışma, yeni bir sentez çabası var ve bunun çok önemli malzemeleri de üretiliyor.

Bunu en iyi şekilde, Komünist Enternasyonal’in Lenin dönemindeki kongrelerinde de görüyorum. Konular yeniden ve seminer havasıyla ele alınıyor. Ne var ki bu yöneliş, hem tam sonuçlarına vardırılmıyor, hem de sürekliliği sağlanmıyor. Buradan bakıldığında, tüm Bolşevik geleneğinin, gerçek anlamıyla bu Avrupa merkezli düşünceden tüm bağlarını kestiğini söylememiz mümkün olmuyor. Yani, bununla hesaplaşma bakımından ciddi bir gayret var, çaba var, Marksizmi o anlamda yeniden ayakları üzerine dikme var; ama bu süreç hiç de onların köklü bir şekilde hesaplaşmasına ve ayrım çizgilerini ortaya koymasına yetmiyor, kesintiye uğruyor.

Böyle olduğu içindir ki, Lenin sonrasında, Bolşevik önderlerin kendi eliyle eskinin, İkinci Enternasyonalin değişik biçimde yeniden yeşertildiğini görüyoruz. Yani, 30-40-50’-60’larda, daha sonraki süreç hep öyle gidiyor. Buna rağmen, farklı yerlerden farklı sesler de geliyor. Bu döneme bakıldığında hemen Çin devrimini görürüz. Çin devrimine bu Batı partilerinin, batı aydınlarının ve onların ağırlığını oluşturduğu Üçüncü Enternasyonal’in çok özel ilgi gösterdiğini görmüyoruz. Belki heyecanlanıyorlar, önemsiyorlar, ama acaba bu Çin devriminin teoriye katkısı nedir; teorik bakımdan ne tür yeni sorunları ve çözümleri gündeme getiriyor ve nasıl oldu da Çin gibi bir ülkede böyle bir devrim oldu? Çin Komünist Partisi Lenin sonrası egemen yaklaşımları karşısına alarak devrim yaptı. Stalin’in, İkinci Enternasyonalin merkezinin tavsiyelerine uysaydı, Çin devrimi de bitmişti, gerçekleşemezdi. Mao onların tavsiyelerinin uymadı da, “biz kendi Çin yolumuzu izleyeceğiz” dedi ve Çin devrimi gerçeği ortaya çıktı.

İkincisi; yine buradan baktığımızda Küba devrimi özgün bir örnek oluyor. Bunlar teorik bakımdan ciddi araştırılan, incelenen, Marksist hareketi o bakımdan teorik bakımdan geliştiren örnekler olmadı. Batı düşünce akımları ve ekolleri Marksizm üzerine söz söyleme ve otorite olma konumlarını o gün de sürdürdüler, bugün de sürdürüyorlar. Bu bir çarpıklık ve Teori ve Politika’nın bu noktada sorunları ele alışına, teorik sorunları gündeme alışına baktığımda da, ben bu çarpıklığın yeterince terk edilemediğini ve bu çarpıklığın bir ölçüde veri alınarak, onun üzerinden teorik tartışmalarının yapıldığına inanıyorum.

Şunu söylemem mümkün: Gerçekten Teori Politika’nın 37 sayısı çıktı, yani tüm sayılarını çok dikkatli incelemiş değilim, ama, baştan beri yakından ilgilendiğim bir yayın. Zaman zaman değişik boyutlarla baktığım bir dergi; ama okuduğum yazılarda gördüğüm şu, -arkadaşlar hoş karşılasınlar-, bana şöyle geliyor: Marks ve Avrupa merkezli düşünce akımları arasında ve kavramlar arasında adeta bir sörf yapılıyor. Ben bir yazıyı okuyorum, yazı 40 sayfalıktır, şu şunu demiştir, öbürleri şunu demiştir, bir sürü düşünce ortaya konuyor, ama bu arkadaşlar ne diyor bu yeterince anlaşılmıyor?  Yazının sonuna gelemiyorum ve arkadaşların ne dediğini anlayamıyorum.

Sonuçta, “şu konuda, Teori ve Politikanın kendisinin vardığı sonuç nedir, 5 paragraflık da olsa ne diyor”, bu temelde bir netlik göremiyorum. Bence bu teoriyi spekülatif bir alana taşmaktır. Kavramlar arasında, kategoriler arasında tartışmayla, kavramların dövüştürülmesiyle bir teorik gelişme olabileceğini düşünmüyorum.

Bu tartışma içerisinde şöyle sorunlar var: Gerçekler var, tüm bunlar tartışılırken, bir bakıma bu hareketin sorunlarına geçerken parmak basılıyor. Ama sorunlara parmak basmayla, sorunlara çözüm üretmek arasında çok farklı bir bakış açısı var. Sorunlara parmak basmak değil, çözüm üretmek gerekiyor; bugün sorunlar katalogu çıkarmakta, herkes son derece özgür ve giderek de yaygınlaşıyor. Ama “sorunlara çözüm ne olacak?” dediğimizde, “çözüm noktanız gerçekten de devrimci hareketin önünü açabilecek bir nokta mı?” diye sorup da, buna yanıtlar üretmeye geldiğimizde ben doğrusu üretilen çözümlerde ciddi sorunlar olduğu kanısındayım.

Böyle bir yöntemin, ciddi bir şekilde teorik üretkenliği de olumsuz yönde etkileyeceği kanısındayım. Teori üretmeyi niye olumsuz etkiler? Teori, bir bakıma, zihinsel süreçte soyutlamadır, ama bu zihinsel süreç, dışımızda yaşanan gerçekliği, olguları, sınıf mücadelesini kavrama ve soyutlama içinde bir anlama kavuşur. Bu soyutlamayı yanlış da yapabilirsiniz, doğru da yapabilirsiniz, ama sonuçta hareket noktanız aslında olgular, süreç içinde yaşanan pratiktir.

Ben diyorum ki, içinde yaşadıkları koşullar, yaşadıkları topraklardaki sınıf savaşımının durumu, tarihsel gelenekleri, onların devrimci bir teori üretmelerine, bu anlamda soyutlama yeteneği kazanmalarına elverişli değildir. Son derece zeki, son derece yetenekli olabilirler, bunun böyle olduğunu pratikten de görüyoruz. Şimdiye kadar ben, Batı düşünce akımlarının, yani bu geleneklerin, yani Batı düşünce akımlarının takipçisi olan geleneklerin devrimci bir pratik yarattığını görmedim. Olmaz da demiyorum, belki olur, ama görmedim. Yani, 40 yıllık bir süreçten bahsediyorum, belki 50 yıllık bir süreçten bahsediyorum. Çünkü, bence hareket ettikleri alan çorak bir toprak. Orada devrimci bir teori üretilemez, orada devrimci bir siyaset, devrimci bir örgüt tarzı üretilemez.

Bizim, teori enternasyonal birikimi ifade ediyorsa, dünya çapındaki olguları, çelişkileri sınıf mücadelesini kapsaması gerekiyorsa, bu teoriyi mutlaka üreteceksek tüm dünyanın durumunu değerlendirmemiz gerekir, elbette Avrupa’da bu coğrafyanın, başka bir alanı. Ama, sonuçta bu dünya coğrafyasına bakıldığında sınırlı bir alan; yani bir Hindistan’da, bir Çin'de, bir Güney Amerika’da, bir Asya’da, Afrika’da nelerin olduğunu, buradaki sınıf mücadelesi deneyimlerini, devrimci teoriye bütünsel olarak katmadığımız sürece, gerçek anlamda ön açıcı, hareketin toplam uluslararası krizine çözüm olabilecek bir teorik sistem yaratmamızın olanaklı olmadığını düşünüyorum.

Dolayısıyla, şunu kısaca söyleyeyim: Teori ve Politika ciddi bir şekilde bu topraklardaki teorinin ihtiyacına işaret ettiği için önemli bir alana, boşluğa işaret etti. Teori ve Politika, tüm bu tartışmalar içinde hareket edecekse, sorunlara işaret etme anlamında önemli bir işlev üstlendi. Ama, Teori ve Politikanın ulaştığı sonuçlar, toplam olarak bir krize çözüm olacak yaklaşımlar olarak değerlendirilemez. Krize bir çözüm olup almayacağını da bence şurada görmek gerekir; çıkartılan politik sonuçlar. Bunu şu günkü yazılanlarda göremiyorum. Bu benim cehaletim olabilir, bilgi eksikliğim olabilir, ama ben göremiyorum.

Nerede görebilirim? Eğer bu topraklarda devrim gibi bir sorunumuz varsa, eğer gerçekten de devrimci bir özne yaratmak, komünist bir özne yaratmak gibi bir sorunumuz varsa, burada en temel olan şudur: Teori elbette, bunun altyapısında çok temel bir çimentodur, ama öncelikle devrimci programımız nasıl olacak, devrimci bir stratejimiz nasıl olacak, devrimci örgütümüz nasıl olacak, devrimci siyaset tarzımız nasıl olacak? Bu konularda somut olarak yanıtlar üretilmeden krizin aşılması olanaklı değildir. Bu bakışla Teori ve Politikadaki arkadaşlar, bu konularda somut olarak konuşmaya başlarlarsa, bence bugün ürettikleri teorinin gerçekten işlevli mi, işlevsiz mi olduğunu anlayabileceğimizi, kendilerinin de ancak o zaman sağlıklı bir değerlendirme yapabileceklerini düşünüyorum.

Yapılan şeyler çok ancak ilerletici, ön açıcı bir teorik sisteme; teorik kavrayışa ulaştığınızı düşünmüyorum. Böyle düşünen sadece ben değilim ayrıca; bilmiyorum, yani arkadaşlar konuştuklarında gözlemlerini belirtsinler. Ankara ve İstanbul toplantısına katıldım, tüm konuşmacıların söylediklerinden yaklaşık olarak edindiğim izlenim şöyle -Teori ve Politikadan arkadaşlar da bu gözlemi paylaşıyorlar mı bilmiyorum?:

Teori önemlidir, teorik sorunlar önemlidir. 10 yıllık dergi çıkaran Teori ve Politikacı arkadaşlar da önemli bir iş yüklenmişlerdir, önemli bir misyon yerine getiriyorlar. Yani, kabaca ifade edersem, söylenen, “teoriyle uğraşan iyi çocuklardır”. Bu arkadaşların böyle bir değerlendirmeden kendilerinin mutlu olabileceğini düşünmüyorum.

Burada yapılan değerlendirmelerde (Cem’in değerlendirmeleri), ilk kez, biraz daha içeriğe giren, Teori ve Politika’nın sistemi ve ulaştığı sonuçların ne kadar da önemli olduğunu söyleyen konuşmalara şahit oldum; İstanbul’da da söylemişti, ama bu kadar açık değildi.

Onun dışındaki konuşmaların, aslında deminki söylediğim özetin ötesine geçmediğini düşünüyorum. Kimse demedi ki, Teori ve Politikanın işçi sınıfı üzerine kavrayışı, gerçekten de mevcut hareketin krizine yanıt oluşturuyor ve bu anlamda benim önümü açtı. Teori ve Politikanın emperyalizm üzerine değerlendirmeleri, milliyetçilik üzerine değerlendirmeleri, İslam üzerine değerlendirmeleri, yani herhangi bir temel konuda, Marksizm zemininde kalarak bizim önümüzü açtı ve bu önemli bir noktaydı, kimse böyle bir şey söylemedi. Bir alanda bile böyle bir değerlendirmeye rastlamadım. Dolayısıyla, “Teori Politikadaki arkadaşlara haksızlık mı ediyorum?” diye kendime sorduğumda, sonra kendi gözlemlerime baktığımda, genelde yalnız kalmadığımı gördüm.

10. Yıl değerlendirmesinin önsözünde görüyoruz ki, kendilerinin artık teorik-politik bir akım haline geldiklerini, bir sistem ürettiklerini ve bunun mükemmele en yakın olan bir düzeye ulaştığını söylüyorlar, öyle hatırlıyorum.  Kavram “mükemmel” miydi bilmiyorum? Ama, ideale en yakın olan bir şey hatırlıyorum, kendilerinin bu noktaya geldiğini düşünüyorlar. Tabii ki, ben buna, kendileri hakkında yaptıkları değerlendirmelere bir şey diyemem; ama, ben, arkadaşların böyle bu değerlendirmeyi, en azından bir kez gözden geçirmelerine ihtiyaç var derim. Yani, program sorununa somut olarak yanıt üretmeyen, örgüt sorunlarında, siyaset tarzı konularında somut olarak, yani pozitif anlamda yanıt üretmeyen mevcut yöntem ve bakışla bir çözüm üretilemez. Bir sistem değerlendirmesi yapılamaz. Teşekkür ederim.

 

OTURUM BAŞKANI- Ara konusunda görüş alalım, bir ara verelim, 15 dakika kadar ara veriyoruz.

ESRA SARIOĞLU (Emekçi Hareket Partisi)- Politik bir konumla karşılaşırsak onun ne olduğunu, yani biz Marksizmin krizinin çözümünü iddia ediyorsak, Marksizmin hangi parçasının krizde olduğunu iyi bir şekilde belirtmemiz gerekir, bence bu haklı bir görüştü. Bunun karşısında Teori ve Politika’nın kendi özgün duruşu ve çerçevesi içinde böyle bir tespit yaptığını düşünüyorum. Yani, ne kadar tartışılacak sorunları olsa da, kendilerinin, kendi içlerinde bu krizi tespit etmede tutarlı oldukların düşünüyorum. O yüzden, biraz Teori ve Politika’nın kriz ile neyi kastettiğini ve bununla ilgili eleştirilerimi söylemek istiyorum.

Krizin, dünya tarihsel ölçekte çeşitli göstergeleri var. Sovyetler’in yıkılması, sonra koloni hareketlerinden tutun, bütün varolan yeni politik hareketlerin aslında Marksizmle bağlarını koparmasını düşünün. İşçi sınıfının yapısında meydana gelen değişiklikler de cabası. Bununla birlikte Marksizmin dünya tarihsel ölçeğinde bir sömürülmeye tâbi olması diye bir durum var. Fakat, bunların hiçbiri Teori Politika için Marksizmin krizinin temellerinin çıktığı bir hattı tarif etmiyor. Onlara göre, bunlar dünya tarihsel duruma baktığınızda, Marksizmin krizini anlayabildiğimiz göstergeler.

Onlara göre krizin temeli başka bir yerde yatıyor, Marksizmin bir şekilde anlamlandırılmasında, dünyaya baktığımız gözlük olarak Marksizmin bir nevi bütünselliğinin, o gözlük bütünselliğinin kırılmasında yattığını iddia ediyorlar. Ve tam da bu kırılmadan dolayı bu bahsettiğimiz tarihsel göstergelerin oluştuğunu iddia ediyorlar. Marksizm; politik ayağın, bilimsel ayağın ve hem de felsefi ayağın özgün bileşiminden oluşan bir alan, ideolojik ve politik bir hat olan Marksizm, krizle birlikte bu hattın bütünselliğinin parçalanmasında vücut bulan bir şey. Bu yüzden de krizin temelleri Marksizmin kategorilerinin yorumlanmasında, bu bütünselliğin parçalanmasında yatıyor.

O yüzden, Marksizmin krizi olgularda değil de, o olguları anlamlandırmada yatıyor. Kategoriler bugün nasıl duruyor, yani politika yaparken Marksist kategorileri nasıl anladık da, onlarla politika yaptık, onları yanımızda kullanarak politika yaptık. Bir nevi bu durumla hesaplaşmak krizden çıkışı getiriyor onlara göre. Bu kategorileri yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini ve bunu teoriye öncelikli, teoriye özerk bir rol vererek, yapmak gerektiğini öneriyorlar.

Krize çözüm de Marksizmin çeşitli kategorilerinin, sınıf olsun, politik özne olsun, devrim olsun, devrim yapacaklar olsun, devrimcilerin tarihteki dönüşümlerine kadar bu kategorilerin hepsinin yeniden yapılandırmalarında yatıyor. En büyük problemin de şu olduğunu söylüyorlar: Bugüne kadar Marksist olduğunu iddia eden bütün politikalar, Marksist kategorileri ya da Marksizmin politik çerçevesini aydınlanmacı geleneksel, hani aydınlanmacının yaptığı ilkeye dayanan, liberal bir özne anlayışına dayanan çeşitli tertipli planlarıyla yorumlandı ve bu süzgeçten ortaya çıkan yanlış yorumlamalar oldu.

Onun için, yapılacak şey bir arındırma eylemi, Marksizmin kategorilerini yeniden tarihe kazandırarak, o aydınlanmacı çöplüklerden arındırarak, kategorileri yeniden yorumlamak. Yani, onların teorik-pratik önemli duruşu bu politik kategorilerin yeniden kuruluşu. Varolan örgütlülüğün içinde bulunmaktan ziyade, o örgütlerin dışına çıkma eylemi bu yüzden tercih ediliyor. Varolan klasik devrimci örgütler, bu türlü çalışmanın yürütülmesi için tarih dışı, sabit ve bilhassa da tutucu organlar olmaya başlamışlardır. Teorik faaliyetlerin yürütülmesi açısından demek istiyorum.

En önemli isim de tarihsel olarak L. Althusser. Kendi döneminde, yani 1950’lerin sonu 60-70’ler döneminde Marksizmin altyapı, üstyapı değişiklikleriyle ilgili yani Marksizmin dünyayı algılama biçimiyle ilgili bir konum alarak öne çıktığı bir dönemde, teorik bir yorumsama eylemini daha ön plana çıkaran bir çalışma tarzına yönelmişti. Teori ve Politika da Marksizmin krizine dair daha teorik çalışmaları önemseyen bir pozisyondadır. Bu açıdan sadece ideolojik boyutlarında değil, tarihsel boyutlarıyla da Althusserci duruşa da yakınlık var. Bence buna dikkat edilmesi gerekiyor.

Teori ve Politika’nın kriz tespitiyle ilgili önce şunu tartışmak gerekiyor: varolan tarihsel deneyimlerle hesaplaşarak mı yorumlanıyor kriz, yoksa bu hesaplaşma tamamıyla bir spekülatif, kategorik, bazen fazla fazla spekülatif düşünmeye dayalı bir eyleme mi dönüşüyor?

Burada daha önce de çok tartışma yaptık, daha önce de dediğim gibi; bazı insanlar Teori ve Politika için; olgulara hiç değinmiyorlar dedi. Kendilerinin dergilerine baktığımızda bunun yanlış olduğunu görebiliriz. Bugün, konjonktürde politik olarak devrimcileri ilgilendiren hangi sorunlar varsa, yani ölüm oruçlarından tutun, NATO zirvesine kadar, Amerika'nın Irak’ı işgaline kadar bunların hepsine dair kendi pozisyonlarını ortaya koyan ve politik analizler yapan pek çok yazı var.

Teori ve Politika’nın asıl sorunu şu: Bu yeni kategorik yorumsama eylemleri yaparken ya da Marksizmi yeniden yorumluyoruz derken, bu kategoriler, tarihsel olgularla ya da politik dönüşümlerle hesaplaşılarak mı yorumsanıyor, yoksa bu kategoriler daha spekülatif düzeyde mi üretiliyor? Yani kategorileri yeniden ürettiren ne? Ve ortaya çıkan yeni kategorilerin politik implikasyonları neler? Tartışmanın asıl noktası bu bence. Mesela, bilimle politika arasındaki ayrım ya da yeni bir devrimci özne tarif etme, ezilenler gibi. Bunların politik gerekçesi ve politik anlamları sorun aslında. Ve bence bu noktada Teori ve Politikacılar, tarihsel deneyimlerle hesaplaşmak yerine, spekülatif ve a priori eğilimlere sahipler. Mesela, ezilenler bir politik özne, ama neden diye sorduğumuzda, sadece şunu söylüyorlar: Artık sömürü deneyimini yaşamanın hali, yani sömürü deneyimini insanların algılama ve bunu yaşama hali ezilmektir, yani bu apaçık bir gerçektir, diyorlar. Ama, neden? Sorular ilave edildiğinde, karşınıza daha fazla bir şey çıkmıyor, çeşitli araştırmalar, analitik Marksistlerden aldıkları yorumsama örnekleri karşınıza çıkıyor. Sovyetler’in yıkılması falan, ben bunların çok fazla da açımlandığını düşünmüyorum ve buna da çok fazla cevap alamadığım kanaatindeyim.

Şöyle bir pozisyonu oluşturuyor bu durum haliyle: Bu politik değişmeleri değerlendirirken, tarihsel gelişmeleri değerlendirirken, bunlarla ilgili bir pozisyon alırken, destekleyici konumunda kalıyorlar. Nasıl ki, ölüm oruçlarıyla ilgili devrimcilerin yanında bir pozisyonları var, ama sadece yanında bir destekleyici pozisyon alma şeklinde. Bilmiyorum, ama burada kurucu, bir anlamda sosyalizme dair yaratıcı bir projeleri ve politikaları olmuyor. Bunlar kriz meselesindeki sorunlardır ve daha sonra biraz açacağımız sorunlardır.

Teori ve Politika burada kalmıyor. Krizin çözümüne dair yeni yeni kategoriler üretiyorlar ve bunların hepsi Marksizmin çerçevesi dahilinde olan şeyler. Yaptıkları en önemli şeylerden birisi, bilim ve politika çerçevesinde, yani Marksizmin önemli ayaklarından biri olan bilim ve diğer ayağı olan politika arasında kurdukları ilişki. Bence bu ilk adımda önemli bir şey, çünkü ne bilim politikaya indirgenebilir, ne de politika bilime. Baktıkları alanlar, üzerinde yaptıkları çalışmalar dolayısıyla toplumsal dinamiklerin ayrı ayrı uğraklarını oluşturuyor. Fakat, aynı zamanda, bu ikisi arasında, Marksist teorinin en başından beri kurmaya çalıştığı bir bağ var. Fakat, biz bağı, Teori ve Politika ekibinde çok farklı bir biçimde buluyoruz. Daha doğrusu, bence bir bağdan ziyade, o ikisi arasındaki köprülerin yıkılması şeklinde bir ilişki görüyoruz. Şöyle ki, bir bilim alanı savunuyorlar, bir de politik alanı savunuyorlar; ama aradaki ilişkinin imha edildiği bir biçimde.

Bu bilim alanı şöyle bir alan: Marksizmle en önemli teori olarak tanımladığı tarihsel bilim, dünya tarihsel ölçekli ya da herhangi bir politik dönüşümü de açıklayan dünya tarihinin evrimine dair bir bilim alanı. Bu alan nihai bir hedefi olmayan bir alan. Ama, sınıf ilişkilerinin ve sınıf mücadelelerinin dönüştürücü olduğu; yani sınıf mücadelesinin determine ettiği bir alan. Yani, bu şekilde tarihin ilerlemesinde zorunluluk ilişkisi var. Yani, siz “tarih nasıl ilerliyor?” diye sorduğunuzda ya da bilmem ne tarihi, Kolombiya tarihi mesela nasıl yazalım diye sorduğunuzda, Teori ve Politika’nın size tarihsel alanda vereceği cevap, sınıf mücadelesi şeklinde olacaktır. Burada düştükleri çeşitli sorunlar da var. Bazı alanlar var, o da Althusser’den gelen, tarihin öznesiz ya da ereksiz süreç olduğu doğrultusunda sınıf mücadelesi görüşü.

Bu bilim politika ilişkisi, Marksist literatürde aynı zamanda devrimci özne ve tarih arasındaki ilişki, politika ve tarihin dönüşümü arasındaki ilişki. Marksizmi ilk okumaya başladığımızdan beri, determinizm ve devrimci özne meselelerini içine alan bir tartışma forumu, bir tartışma alanı var. Bir de bu bilim alanının yanında, politika alanını tanımlıyorlar. Ama, bu politik alan, genişletmeye çalışsalar da, bizim bildiğimiz reel politika alanı. Yani güncel politik unsurların belirlediği, şimdiki anda olan politik dinamiklerin belirlediği ve o konjonktür içinde olan politik öznenin mücadelesiyle belirlenen, aslında sınırlı bir noktada bir yer tutan, konjonktür alanı. Bu alanda, tarihsel dönüşüm ya da tarihin getirdiği deneyimler en başında özne olarak, mesela çok dışarda yer alıyor. Yani, politika alanında özneden bahsedebiliyoruz daha açık bir şekilde; ama tarihsel alanda bahsedemiyoruz. Eğer politikayı değerlendireceksek, kimin ne yaptığını, nasıl yaptığı anlamına geliyor bu. Öznelerden bahsetmek politika alanında mümkün, ama tarihsel bir dönüşümün etkisinden ya da o öznelerin tarihi dönüştürme yetisinden faydalanma mümkün değil.

Politik alanda olmayan şey de, tarihsel bir dönüşümün izlerini ya da onunla ilgili bir sürekliliği yakalamak. Burada öyle bir sorun var. Teoride, bilim ve politika arasında bu kadar büyük ayrım varetmek. Oysa ki Marksizm, toplumsal varlıkla, yani sınıfsal yapıyla insanların bilinçli politik eylemliliği arasında, insanların politik öznelliği arasında diyalektik bir ilişki tesis eder. Şöyle ki, nasıl toplumların bütün yapıları, varoluşları, kültürleri, politikaları ve kurumları, her türlü insani ilişki formunu da sınıfsal bir süzgeçten geçirip, kapitalizmin determinasyonlarıyla belirleniyorsa, bir de şöyle bir yan var ki bu Marksizmin devrimci gücü: O da insanların daha doğrusu sınıfların kolektif, örgütlü eylemlerinin bilinçli bir şekilde tarihe müdahale etmeleri, doğal olan yüzeyi tahrip ederek, yerine devrimci bir proje kurmaları. Bu da aslında tarihsel akışla politik öznenin diyalektik ilişkisi. Bu ilişki Teori ve Politika’nın epistemolojisinde kopartılıyor, birbirinden farklı bir düzleme geçiriliyor, daha doğrusu bağlantısız kılınıyor. Bence Marksizmden en uzak noktalarından birisi bu.

   İkincisi de; bilimin geldiği hal: İkisi arasındaki ilişkiyi kopardık, o zaman bilimin anlamı ne oluyor ve o zaman politikanın anlamı ne oluyor? Bir de bunları tartışmak gerekiyor. Bence burada bilimin anlamı, bilimin tamamıyla içine kapanması. Bilim kendi içinde yapıları olan, kendi içerisinde bir işleyişi olan, tarih denilen bir alanı anlatan, açıklayan, ama orada kalan bir alan. Bir yere hapsedilmiş, bloke edilmiş bir alan. Mesela, Lenin’e baktığımızda, bilimin bize birçok farklı boyutunu biteviye anlatıyor −sıkılacağınızı bile bile muhtemelen−; insanların tarihsel yasaları, bilimin yasalarını bildiğini, yani bilimin yasalarını bilmenin, insanları tarihin zorunluluğundan, o determinasyondan nasıl kurtarıp, aslında bizi özgürlüğe, toplumun özgürlüğüne götürebileceğini anlatıyor.

Bir de şöyle bir şey var: bilim ve politika alanını birleştiren ideolojik bir harç yok, bilim ve politikanın arasında ideolojik bir harç olmalıdır. En basitinden bir örnek vermek istiyorum tarih ve politika ilişkisine dair. O da tarih yazımı ve politika ilişkisi. Tarih yazımı da önemli bir şey bence. Yani, Türkiye'deki, Türkiye tarihiyle, işçi sınıfıyla ilgili kitaplarda bazı şeyleri çok eksik okuduğumuzu düşünüyorum. Ve bu da politik çizgimizi bulanıklaştırıyor.  Türkiye işçi sınıfı çalışmalarına baktığımızda, Türkiye'de işçi sınıfı, Türkiye'de kapitalizm daha geç geliştiği için, geç gelişmiştir, geride kalmıştır, batının ya da başka gelişmiş kapitalist ülkelerin yaşadığı belli deneyimleri yaşamadığı için, Türkiye'deki işçi sınıfı politik olarak geridir der. Bu mesela olumsuz anlamda teorik bir bakış, aşamacı bir bakış ama yüzde seksen insanın okuduğu kitaplar böyle. Şimdi böyle bir tarih yorumundan nasıl bir politik doktrinasyon çıkar?

Bir de şöyle şeyler de oluyor: Türkiye'de geleneksel yapılar var, mesela hemşehrilik ilişkileri, Türkiye'deki işçi sınıfının apolitik olması, Türkiye'de Osmanlı’dan beri varolan evlerde küçük üreticilik, ne bileyim Latin Amerika’daki gibi ticari yapıların olmaması, Türkiye'deki ücretlerin gelişmemesini sağladı falan görüşleri. Çeşitli böyle normatif işçi sınıfı yorumları okuduk. Burada tarihi duruş çok önemli, sizin biraz önce dediğiniz gibi, aslında bu tip şeyler işçi sınıfının deneyimlerini, mücadelelerini, yaşam biçimini belli formları belirliyor. Yani nasıl İngiltere’de pazar günleri eğlence ve festivaller belirliyorsa işçi sınıfının yaşamını, Türkiye'de de hemşehrilik dayanışması belirliyor; hemşehrilik, dayanışma gibi şeyler, insanlar birbirlerini grev yapmaları, grev yapmamaları, patronlarıyla altlı üstlü oturmaları gibi, onlarla akraba olmaları, onların çeşitli politik pozisyonlara geçmesini sağlıyor.  Bu işçi sınıfının apolitik olmasının geri kalmasının sebebi değil aslında.  Ama biz bu tarihsel dinamikleri Türkiye’ye özgü olan dinamikleri, yok bunlar geridir ya da ileridir diye gördüğümüzde politik hattımız da yanlış oluyor tabii. O yüzden tarih ve politika ilişkisini bu açıdan da çok önemsemek lazım.

   Bir soru sorayım mesela Teori ve Politika’ya.  Türkiye işçi sınıfına dair yazmak gibi bir değerlendirmeye girdiğinizde, mesela bunları nasıl değerlendirirsiniz? Yani, bir sınıf kategorisi, sınıfların determinasyonu, sınıfların örgüt ilişkileri, mesela bu sizin terminolojinizde nasıl duracak.

   İkinci nokta da; konjonktür meselesi, bence Teori ve Politika’nın en problemli alanlarından biri, ama aynı zamanda üzerinde en çok düşündükleri alanlardan da birisi. Biraz önce anlattığım gibi konjonktür, içinde politik öznelerin bulunduğu, ama bir yanıyla reel politik ilişkilerin domine ettiği bir alan. Bu alanda şöyle bir şey var: Bu alandaki iktidar ilişkileri, iktidar mücadeleleri; sınıf mücadeleleri olsun, dinsel bazda mücadele olsun, feminist mücadele olsun, hiç durmadan devam eden bir süreç, yani burada da bitmeyen, sonu gelmeyen bir süreç var. Fakat, burada hissettiğim, o açıdan da kayabilen bir alan, Bernsteincı bir revizyonizme benzeyen bir alan.

Bernstein da tam böyle bir momentte, kapitalizmin yapısal dinamiklerinin, sınıfsal dinamiklerinin değiştiğini, orta sınıfın yüzde 50 genişlediğini iddia etmiş ve buna müteakip yeni bir politika anlayışı çizmişti. Ve bu noktada, hareket her şeydir nihai hedef hiçbir şeydir demişti. Açıklamadıkları ve kendilerini ayrıştırmadıkları sürece bu eleştiri ile hep karşılaşabilecek Teori ve Politika.

   Değişen konjonktürde, dünyanın değişen dinamiklerinde tanımladıkları politik özne, yani konjonktürün öznesi, ezilenler kategorisi, bu kapitalizmin ve yeni dönemin devrimci politikasının belirleyici özelliği görülüyor Teori ve Politika’da.

   Bu özne tarihsel bir özne değil, bu özne −ilk önce avantajları söyleyeyim, politik taktiksel ve stratejik çeşitli avantajları var çünkü−, kapsayıcı bir özne. Belli esnekliklere ve genişlemelere, yani politik stratejik anlamda belirli ittifaklara imkân tanıyan bir özne. Bu açıdan ilk bakışta avantajlı gibi geliyor, ama şöyle bir şey var: Ezme-ezilme ilişkileri tek yönlü ilişki değildir, mesela devlet bile odak olmaktan çıkıyor, konjonktür oluyor çünkü politika konjonktürel ya.  Devletin karşısında ezilen oluyorsunuz ya da ne bileyim YÖK’ün karşısında ezilen oluyorsunuz. Ama siz tamamen ezilen olmuyorsunuz, başka bir anda da ezene dönüşebiliyorsunuz. Bir politik özne olarak kimliğiniz belirli bir kimlik değil. Siz mesela atıyorum, belli kolluk güçleri karşısında dayak yediğiniz anda o konjonktürde ezilen olabilirsiniz, ama eve gittiğinizde karınıza şiddet uyguladığınızda ezen oluyorsunuz.

Farklı farklı iktidar ilişkilerini içine alan bir formül var. Yani, hem bir anda sosyalist politika yapabilir, hem de aynı zamanda feminist bir politika üretebiliriz. Ama Teori ve Politika için şöyle bir sorun var. Bazı şeylerin alanını o kadar çok genişletebilirsiniz ki, açıklama gücü kazansın diye ya da belli bir güç kazansın diye. O genişletme o alanı bazen belirsizleştirir. Ve bu belirsizleşme size açıklama gücünü kaybettirir, anlatabildim mi? Teori ve Politika, konjonktürü ve politik özneyi esnek ve ittifaklara açık tanımlamak istiyor. İktidarın alanını coğrafi olarak ve siyasal olarak genişletiyor. Ama bu öyle bir genişleme ki iktidar odağını yitiriyor, zemini kaybolmaya başlıyor. Burada sakat bir durum var. Çünkü, burada emperyalizmin tezlerinden uzaklaşıp, İmparatorluk tezlerine kaymaya başlıyoruz. Devletler arasındaki çelişkilerin azaldığı, iktidarın mekanının belirsizleştiği oranda politik mücadelenin belirsizleştiği bir durum var. Zaten bu politik mücadelenin alanı belirsizleştiği için Teori ve Politika ekibi, “devrimci görev artık, devrimci proje yaratmak değil de, sadece istikrarsızlık yaratmaktır” diyorlar. İktidar odaklarınız müphemleşiyor, o alan belirsizleştiriliyor ve devrimci öznenin yapabildiği politikayı Marksizm aleyhine kısıtlıyor. Devrimci özne artık devrim yapamıyor, sadece istikrarsızlık yaratabiliyor. Çünkü, sistem artık o kadar çok girift ki, iktidar o derece yayılmış durumunda ki, bilfiil mücadele eden sizi içine almış durumda. Siz o iktidarın parçasısınız, hem ezen hem de ezilensiniz, bir yanınızla. O yüzden kurtuluş gücü, yani kurtarıcılık gücünden yoksunsunuz, devrimci özneliğiniz gidiyor, artık.

Göz gözü görmeyen bir ormanda gözü kapalı orman savaşçılarıdır ezilenler diyorsunuz. Ve bulunduğunuz politik konjonktürde, momentte, sisteme çeşitli molotof kokteylleri atıyorsunuz. Ama, bunu da yapabilme gücüne sahip bir sosyalist projenin önümüzdeki kurucu, yaratıcı rolünü bilerek, isteyerek, planlayarak tarihi dönüştürme gücünü haiz değilsiniz. Bu Marx’ın Komünist Manifesto’daki devrim meselesini anlatışından çok farklı. “Burjuvazi geldi, feodalizmi bütünü ile yıktı” diyor. Burjuvazi aynı zamanda kapitalizmi de kurdu, o bir sistem getirdi, o bir projeyi kurdu.

Devrimci özne hem projeyi yıkıyor, hem de birine kendi projesini getiriyor. Bu yaratıcı kurucu rolü Teori ve Politika’nın devrimci öznesinde yok. Teşekkür ederim.

 

ERCAN COŞKUN- Benden önce yapılan konuşmaları biraz toparlayarak, bir takım noktalara varmak istiyorum. İlk olarak Teori ve Politika’yla ortak yanlarımız var mı? Bence var, aramızda belli bir ortaklık var. Ama, aynı şekilde temelde ayrı bir noktamız da var. Teori ve Politika yola çıktığında bir kriz tespitinden bahsetmişti. Marksizm Leninizm’in bir krizinden söz etmişti. SSCB, Çin, Arnavutluk gibi birtakım sosyalist merkezlerin ortadan kalkmasıyla, devrimcilerin de sonuçta böyle bir merkezin ışığından yoksun kalmaları söz konusuydu ve devrimcilerin teorik politik sorunlara nasıl çözümler getireceği belirsizdi. Teori ve Politika ortaya çıktığında bahsettiği şey buydu. Aynı şekilde “Çerçeve Taslağında” devrimci örgütlerin siyasal alana müdahale etme noktasında da bir tıkanıklık içinde olduğundan bahsediyordu ve devrimci örgütlerin bunu aşma noktasında bütünlüklü olarak bir tıkanıklık yaşadığını ifade ediyordu.

Birtakım devrimci örgütlerin yanlış siyaset tarzlarından da aynı metinde bahsedilmişti. Devrimcilerin kendilerini kitlelerin yerine koyarak siyaset yapma anlayışı eleştirilmişti. Yani kitleleri siyasete katarak, onları öne çıkartarak, onları devlete karşı bir siyasal mücadeleye yönlendirmek yerine kendileri bizzat bu mücadeleyi ele almak istemeleri gibi… Veya çeşitli politika alışkanlıkları, örneğin dar grup eylemlerinin ötesine geçmemek, hayatın içerisinde somut siyasal mücadeleler yaratmaya çalışmamak, yaratamamak gibi, taktik bilmeyen bir politika yapış tarzı gibi, genel birtakım taktikler üretememek gibi... Hedefini bulmayan ajitasyon çağrıları, yani genel grev çağrıları, “işçi sınıfının hareketi yükseliyor” diyen ve bununla ne hedeflediği belli olmayan genel grev çağrıları yapmak gibi devrimci hareketin tıkanıklığına ilişkin kimi belirlemelerde bulunulmuştu.

Kısacası, Teori ve Politika’nın ortaya çıkışı belli bir kriz tespitiyle beraber oldu. Biz de bu kriz tespitini belli ölçüde elbette doğru buluyoruz, yani ortada kriz olduğu kesin. Asıl ayrılık noktası, bizim de bu kriz tespitine katılmakla birlikte, bu krizin nasıl çözüleceğine dair. Bu nokta bizi hem Teori ve Politika’dan ayırt ediyor hem de Maya’dan ayırt ediyor. Yani ortada devrimci hareketin bir krizi var ve buna nasıl müdahale edileceği noktasında ayrılıyoruz. Aslında Cem Bey de bu krizden bahsetti, ortada bir kafa karışıklığı olduğunu dile getirdi. Peki bu krizi belirleyen nokta teorik sorunlar mı? Yani, teorideki birtakım sorunların halledilememesi yüzünden mi böyle bir kriz yaşanıyor veya devrimcilere birtakım teorik müdahaleler yaparak mı bu krizi çözeceğiz? Asıl tartışma noktası buradadır. Burada Teori ve Politika’nın önerdiği gibi Marksizm’i baştan kurmak şeklinde, bunu en temel, en baştaki birtakım noktalara vardırarak, oradan başlayarak bu krize müdahale etmek gibi bir tercih de olabilir. Veya Maya’nın yaptığı gibi o kadar geriye gitmeye gerek yok da denebilir. Elimizde Bolşeviklerin kurduğu bir çerçeve var bunu tartışalım veya birtakım siyasal örgütlerle devrimci program gibi bir tartışma sürecine girelim ve asıl ele aldığımız konular bunlar olsun, bunları çözmeye çalışalım diyerek, krizi bu şekilde çözmeye çalışmak diye bir öneri de olabilir.

Her ikisi de tasfiyecilikle eşanlamlı hale geliyor. Yaşanan kriz bir yandan da bunu getiriyor. Mahallelerde işçi sınıfının en çok ezilen kesimleri arasında çalışmaktan, siyasette sorumluluk almaktan kaçmak gibi bir durumu da beraberinde getiriyor bu çözüm. Aslında, ele alınmayan nokta bu. Teorik konularda geriye düşüyor olabiliriz, ama bundan önemlisi devrimci siyasetin yeniden üretilmesi gibi bir sorun var; asıl burada geriye düşüyoruz. Bu konuda sorumluluk almak yerine, teorik birtakım arayışlar, teorik sorunlarla ilgilenme boy veriyor.

Devrimci hareketlerin kendi kendine yok olması, tarihe karışması gibi bir süreçle karşı karşıyayız. SSCB’nin aniden yıkılması devrimci hareketlerin saflarını karıştırırken, daha önce birbirlerine küçük burjuva diyen akımlar arasındaki ayrım noktaları silinirken, devrimciler aynı zamanda devrimci mücadeleye karşı da bir sorgulama sürecini, yapılan işin anlamlı olup olmadığına dair bir sorgulama süreci içine de girdi. Bunun sonucunda baktığımız zaman, birtakım tasfiye projeleri ortaya çıktı. Bunlardan biri ÖDP oldu, onun haricinde TDKP bir tasfiye süreci yaşadı. En son olarak da PKK’nın politik olarak kendini tasfiye etmeye başladığını görüyoruz.

Bu koşullarda, yaşadığımız topraklarda gerçekten devrimci bir özveri ile devrimci bir mücadeleyi sürdüren öznelerin bir problemi var. Devrimci hareket zor bir durumla karşı karşıya. Bir anlamda “teori sorunlarıyla ilgilenelim” diyenler de bu krize ister istemez bir katkı sunmuş oluyorlar. Asıl bizim önemsediğimiz bu bahsettiğimiz krizle nasıl mücadele edeceğiz. Bu krize nasıl müdahale edilir noktasına gelindiği zaman, bu kriz siyasal bir krizdir ve siyasal araçlarla müdahale etmek gerekir diyoruz, asıl bizim önemsediğimiz nokta bu.

Bize göre de kendimizin arkasında durduğu bir teorik çerçeve var, Komünist Enternasyonal’in ilk 4 Kongresi. Bu çerçeve bizim asla krizi çözdüğümüz anlamına gelmiyor. Bize göre sorunsuz bir Marksizm var aslında ve şöyle bir iddiada bulunabiliriz: Teori ve Politika’nın önemsediği sorunları çözdük ve aslında bakın, Marksizm budur diyebiliriz, ama bu bizi devrimci hareketin krizi sorunundan kurtarmış olmuyor. Devrimci siyasetin sınıfla bağlarını kurması gibi bir sorun hala ortada duruyor. İşte komünistlerin birliği perspektifi bu krize siyasal bir açıdan müdahale etme anlamını taşır.

Bugün siyasal konularda birtakım çizgiler çekilerek, ayrışma çizgileri çekilerek, devrimcilerin bir tarafa, devrimci olmayanların ve reformistlerin de öbür tarafa ayrılmasını sağlamak gibi bir görev koyuyoruz önümüze. Krize bir müdahale olacaksa, bir devrimci parti duruma müdahale edebilecekse, bu parti bahsettiğimiz ayrışmaların sonucunda ortaya çıkabilecek bir şey. O ayrım noktalarını çizmeye çalışıyoruz.

Savaş konusunda yapmaya çalıştığımız şeylerden biri bu, “savaşa hayır diyenler, savaşlar son bulsun, barış olsun, eski duruma geri dönelim” diyenler bir tarafa... Haklı haksız savaş ayrımını yapan, haklı savaşları meşru gören, kendi devletine karşı mücadele etmeyi önlerine koyanlar başka bir tarafa… Ulusal sorun konusunda sosyal şoven bir tutum takınanlar bir tarafa… “Kürtlere özgürlük” diyenler başka bir tarafa…Kooperatiflerde işçi sınıfının en çok ezilen sömürülen kesimleri arasına sorumluluk almaya niyetli olanlar bir tarafa ayrılsın… Sorumluluklardan kaçanlar veya siyaseti masabaşı, diplomatik birtakım işler olarak görenler başka bir tarafa ayrılsın diyoruz. F tipleri sorununu emekçilere taşımaya çalışan, emekçi semtlerinde bunun örgütlenme çalışmalarını yapmaya çalışanlar bir tarafa ayrılsın, bu sorunu kamuoyuna seslenerek ve burjuva diliyle anlatarak, aydınların peşinde bu sorunu çözmeye çalışanlar başka bir tarafa ayrılsın. Bir ayrışma yaratmak ve bu ayrışmanın sonucunda bir partinin ortaya çıkmasını hedefliyoruz. Bu parti teorik bir mücadeleyle ortaya çıkmayacak. Peki biz teorik sorunlara girmiyor muyuz, biz teorik sorunları küçümsüyor muyuz? Açıkçası, biz bu sorunların somut siyasal mücadelenin sorunları, hedefleri, amaçlarından bağımsız olarak ele alınamayacağını düşünmekteyiz.

Teori sorunlarını bu bağlamdan koparak ele aldığınız zaman, bunun sonu yok. Bunu başlı başına bir amaç, bir faaliyet olarak tanımladığınız zaman bunları çözemezsiniz. Konular gayet bizim de gündemimizde olan, devrimci program gibi şeyler olsa da durum farklı değildir. Çünkü birlikte siyasal sorumluluk almayanların bu sorunları tartışmasını da anlamlı bulmuyoruz. Asıl yapılması gereken birlikte siyasal sorumluluk alanların bu sorunları da tartışması. Önlerine çıkan pratik siyasal sorunları, teori sorunlarını da gündemlerine alarak çözmeye çalışmalarıdır.

Marks’la Lenin’e, “bu insanlar bu sorunu nasıl ele aldılar?” diye baktığınız zaman, teorik sorunlara özel olarak bir önem atfettiklerini görmezsiniz. Lenin iki defa teori sorunlarını gündemine almıştır bütün mücadelesi boyunca. O da partinin daha sağlam, daha devrimci bir parti olabilmesi için bu sorunları ele alıyor. Marksizm'in bir krizi olduğu için değil. İlk olarak Bogdanovcuların siyasi tutumlarını eleştirmek ve partinin izlemesi gereken rotayı ortaya koymak için ele alıyor. Bir de 1914’te Hegel’in felsefi çalışmalarıyla ilgilenerek teori sorunlarını ele aldığı zaman, “ben kendimi İkinci Enternasyonal’den nasıl ayırt ederim?” “Bu, Bolşevik partisi kendi İkinci Enternasyonal’den nasıl ayırt eder?” sorusunu yanıtlamak için bunları ele alıyor. Bu teorik çalışmanın sonucunda da «asıl düşman kendi yurdunda» gibi somut siyasal bir hedef ortaya çıkıyor. Bolşeviklerin başarısı da böyle bir siyasal hedefi izleyebilecek basirete sahip bir devrimci partilerinin olmasından ileri geliyor.

Aynı şey, Marx için de geçerlidir. Marx felsefeyle uğraştığı zaman, Alman İdeolojisi’ni yazdığı zaman, kendisini Sol Hegelcilerden ayırt etmek gibi bir kaygıyla hareket ediyordu. Kapital’i yazmasının nedeni, kendisini burjuva sosyalistlerinden ayırt etmek istemesiydi. Proletaryanın teorisi ne olacak? Teori amaçlı bir insan faaliyetinin bir aracı olmalı. Yani bizim için de bir uğraş, biz teori sorunlarını küçümsemiyoruz, ele alabiliriz, alırız da, ama siyasal amaçlarımızdan bağımsız olarak böyle bir alan açmayı doğru bulmayız.

Burada da değinmek gerekirse, bizim hiçbir şeye bakmadan, hiçbir teoriye ihtiyaç duymadan koyduğumuz birtakım siyasal hedefler var. Bunlar için gerekçe aramaya gerek yok. Varlık nedenimiz, ulaşmak istediğimiz toplum, komünist toplum diyoruz, sınırsız, sınıfsız özgür bir topluma varalım istiyoruz. Böyle bir topluma varmak için bir proleter devrime ihtiyaç var. Öyle bir proleter devrim olabilmesi için bir partiye ihtiyaç var. Siyasal sorunlar da bu parti hedefine tabi olarak gündemimize giriyor. Kürt meselesini gündeme aldığımız zaman biz bunu proleter devrime yol açabilecek, önderlik edilmesi gereken bir dinamik olduğu için önemseriz. Aynı şekilde, Cenova’daki hareketleri de böyle bir devrime asla yol açacak bir şey olarak görmediğimiz için eleştiririz. Birtakım hedefler koyduğunuz zaman, teorik sorunları ele almak bir anlam taşır. Birtakım alanlarda siyasal sorumluluk aldığınız zaman ve burada ilerlemeye çalıştığınız zaman, bu teori sorunlarıyla uğraşmak bir anlam taşır ve size bir katkı sağlar.

Yoksa kendi başına bir teorik çalışma bir anlam taşımaz. Marksizm için de geçerlidir bu. Marksizm’de de bir takım kavramlar da olgulardan çıkartılarak, siyasal mücadelenin içinden çıkartılarak Marksizm'in hanesine yazılmıştır. Örneğin “proletarya diktatörlüğü kavramı Paris Komünü’nden çıktı; Marks’ın masa başındaki teorik çalışmalarından ortaya çıkmadı.

İçinden geçtiğimiz dönemi bir gericilik dönemi olarak görüyoruz, bu gericilik döneminde teori ihtiyacı, teorik arayışlar, teoriye dönme arayışı yükseliyor ve kendi içinde bir tasfiyeciliği de barındırıyor. Yani, yapılan siyasal çalışmaları küçümseme… Buralarda sorumluluk almama… Nasıl olsa bunların bir anlamı yok asıl önemli olan teorik sorunları çözmek deniyor.

Sonuç olarak, teorik sorunlar olduğu yerde duruyor ve bunlarla ilgilenmememiz lazım demiyoruz. Bizim için teorik sorunları ele alma olanağı her zaman var. Ama bir kere teori sorunlarını çözme amacıyla yola çıktığınız zaman, tekrar siyasal mücadele içinde yer alamazsınız. Bir kere kendinizi teorik meselelerle tarif ettiğiniz zaman, tekrar buraya dönüp, siyasal sorumluluk almanız mümkün değil.

“Çerçeve Taslağı”nda olumlu bir şeymiş gibi bir arayış halinden de söz edilmişti. Yani bir arayış hali var; devrimcilerde bir arayış hali var. Ancak bunu olumlu bir şey olarak görmek de gerekmiyor. Çünkü bir yandan da devrimci hareketin liberal siyasetin etkisi altına girmesi gibi bir problem var ve yeniden devrimci hareketin oluşturulması gibi bir problem var. Bu soruna karşı ne yapacağız? Bu soruna bir çözüm getirmek istiyoruz ve burada bizim kendi ele aldığımız çerçeve de, herhangi birinin kafasından çıkan görüşler değil. Lenin’in kendi başarıları falan da değil. İlk dört kongrede ifade edilen görüşler bir komünist dünya partisinin, dünya boyutunda örgütlenmiş bir komünist partinin ortaya koyduğu ilkeler. Örneğin İkinci Kongre’de Lenin’in ulusal soruna ilişkin görüşü çok farklı olduğu halde, daha sonra Roy’un önerileriyle, Hindistan’daki komünistlerin önerileriyle bunlar değiştirilebiliyor. Burada asıl önemli olan dünya çapında bir örgütlenmenin sorunları bütünlüklü görebilmeyi sağlaması.

Burada tekrar toparlamak gerekirse, asıl problemin siyasal mücadele alanında olduğunu düşünüyorum. Siyasal bir alternatif geliştirmek gerektiğini düşünüyorum. Bu alternatifi geliştirmek derken de, bunu biz kendimiz yapabileceğimizi düşünmüyoruz, yani bu sorunlar bizim tarafımızdan çözülebilir demiyoruz. Ama, bu sorunları çözecek bir parti ortaya çıkması için, birtakım siyasi noktalarda, birtakım ayrışmalara ihtiyaç var. Devrimci örgütlerde bir yandan proleter ve devrimci olanların bir yandan da burjuva ve reformist olanların bulunduğunu, birbiriyle bağdaşmayan çalışma tarzlarının bir arada bulunduğunu, bir yanda telgraf çekme, balon uçurma gibi eylemler yapanlarla, bir yanda kitle içinde örgütlenmeye çalışanların bulunduğunu ve bunların birbirinden ayrışması gerektiğini, bu ayrışmanın da asla teorik konularda birtakım ilkeler çıkartarak değil, somut siyasal araçlarla olacağını öngörüyoruz. Bu açıdan farklı bir konumda olduğumuzu düşünüyorum.

 

OTURUM BAŞKANI- Teori ve Politika adına buyurun.

METİN KAYAOĞLU (Teori ve Politika)- Benim dışımdaki konuşmacı arkadaşların ikisi üçüncü, ikisi de ikinci kez, Teori ve Politika üzerine görüşlerini ifade ediyorlar. Bizden de iki arkadaş var dinleyiciler arasında ve önceki toplantılarda da bulundular. Üç toplantıda da bulunan bazı arkadaşlar var burada ve verilen arada ulaştığımız ortak kanı, her bir sonraki toplantının öncesinden daha verimli olduğu şeklindeydi.

Bir de tabii bizim bir hilemizin payını unutmamak lazım! Üç toplantıdır, yani ne oluyor, en azından, ilk toplantıya hazırlığı da göz önüne alırsak bir ayı aşkın bir süredir bizi okuyorlar. Herhalde bunun da bir etkisi olsa gerek!

Önceki toplantılarda daha çok kendimizi tanıtmayı öne aldık. Ama şimdi herhalde bu tarz çok faydalı olmayacak. Çünkü konuşmacı arkadaşlar, eleştirel ret temelinde duran da eleştirel edinmeyi öne alan da, bizi çok iyi ifade etti.  Şu kadarıyla, Cem Özatalay, İbrahim Horoz, Esra Sarıoğlu, Ercan Coşkun’dan oluşan dörtlü, bize pek gerek olmayacak şekilde bizimle ilgili esaslı bir bütünlük ortaya koydu.

Bu kadar bile bize yeter gerçekten. O yüzden ben kendimizi anlatma işini gene arada yapmaya çalışarak, arkadaşlar açısından uygun olursa, doğrudan tartışmaya yönelmek, girmek istiyorum.

Marksizmi, bilim-felsefe-politika bileşenlerinden oluşan bir bütünlük olarak tarif ediyoruz. Bu üçlü bizce hem teorik olarak anlaşılmalı… O ne demek? Yani, teorik olarak ‘bilim nedir?’ sorusunun yanıtı üzerinden, teorik olarak ‘felsefe nedir’ ve ‘felsefede Marksizm nedir?’ sorusunun yanıtı üzerinden, teorik olarak ‘politika nedir?’ −politika uğrağı, politika düzlemi demek istiyorum− ve bu anlamda ‘Marksizm nedir?’ Sonra da bütün bunların alaşımından ortaya çıkan bütünlük, yani parçaların toplamı olmayan bir bütünlük, parçaları aşan, ama aynı zamanda içeren ‘bir bütünlük olarak Marksizm nedir?’ sorusunun yanıtı üzerinden yola çıkan, kimliklenişini bu şekilde tayin eden bir konumlanışımız var. Bu, meselenin, sözcüğün tam −epistemolojik− karşılığıyla, teorik kısmı.

Şu halde, üçlü hem teorik olarak anlaşılmalıydı, … hem de başka bir formda ya da tarzda, tarihsel denebilir, canlı bir bütünlük olarak algılıyoruz. Teori, politika, pratik üçlüsünden oluşan Marksizm.

Marksizm bizce; Marksist hareket, Marksist doktrin veya düşünce, Marksist politika, Marksist pratik, bunların hepsini içeren bir ifadedir. Marksizm, Marx ve Engels adındaki iki Almanyalının kendilerinin yeni bir şey yapıyor olduklarını hissettikleri veya bizim onların yeni bir şey yaptıklarını düşündüğümüz andan itibaren itibaren, −bu Komünistler Ligasıyla bağlandıkları zaman olabilir, başka bir şey olabilir, bunun tartışması var. “1844 El Yazmaları” olabilir, “Alman İdeolojisi” olabilir, “Komünist Manifesto” olabilir ya da Almanya’da barikatlarda dövüşen Engels’in bu pratiğinden itibaren olabilir, önemsiz değil ama tartışmalı olan− bir başlangıç momentiyle doğumu gerçekleşen…

İşte bizce Marksizm, ‘o an’dan bugüne, şurada-burada mücadele yürüten sıradan militanın yapıp-ettiğine, bir Marksist örgütün eylemi ve söylemine, ve bu salondakilerin hepsi Marksistse, bizlerin toplam varlığına kadar, teoriler, düşünceler ve pratikleri toplam olarak içeren bir bütünlüktür. Teorilerini, politikalarını, pratiklerini toplam olarak kapsayan bir bütünlük… Marksizmin bütünlüğü bizce böyle anlaşılmalı. Biz Marksizmi böyle anlıyoruz.

Bu sizlerde eğer yeterince bir çağrışım yaratıyorsa, ben genel olarak kendini Marksist kabul edenlerin hem Türkiye’de, hem de dünya ölçeğinde, meseleyi doğru anlamadığını, Marksizmden daha çok ‘teori’yi, ‘Teori olarak Marksizm’i, anladıklarını iddia ederek yanıtlayacağım.

Bizim tarz ele alışta bir özellik, bir özgüllük, bir ayrıcalıklılık var. Biz bu konuda özel bir yer işgal ediyoruz kanaatimizce –Marksizmi böyle anlamak anlamında. Bu anlayışı bir kez benimsediniz mi, Marksizmin bütünlüğüne daha hassas olmanız, bütünlüğün parçalanması ve bu durumda bütünlük karşısında görevler üstlenilmesi gibi hususlara ‘başka’ yaklaşmanız kaçınılmaz olacaktır doğal olarak. Bu, ayrıca, bizim önemsediğimiz ve kendimizi tarif ederken üzerinde durduğumuz bazı meseleleri açıklamak bakımından da olumlu bir tutamak noktası.

Marksizmin bilim-felsefe-politika bileşenlerinden oluşan bir bütün olduğunu savunduğumuzu söyledim. Marksizm felsefede yer almalı mıdır, felsefede Marksizm bir alan işgal etmeli, bir tutumu savunmalı mıdır?

Bazı Marksistlere, Marksist olduğunu iddia eden bazılarına göre, böyle bir şeye gerek yok. Marksizmin felsefeyle uğraşması gerekmiyor. O zaman, tartışmayı, sorunsalı bu düzlemde inşa etmek gerekiyor. Felsefede yer alması gerekiyor mu, gerekmiyor mu? Soru, şu ya da bu tarihten sonra, örneğin 1989-90’dan sonra, uğraşması gerekiyor ya da gerekmiyor diye yanıtlanabiliyor. Hayır; biz konuyu Marksizm açısından ‘geniş zaman’lı ele almak gerektiğini düşünüyoruz. Bir anlayışın, bir Marksizm anlayışının tartışılması lazım. Dolayısıyla biz, Marksizmin felsefede muhakkak bir konum alması gerektiğini savunuyoruz.

Marksizm öyleyse felsefede nasıl bir konum almalıdır? Arkadaşlar, bu konuda da Marksistler arasında ya da genel olarak Marksizm alanında ciddi problemler var. Biz bu kanaatteyiz. Ama bu gerçekte hiç de spekülatif bir kanaat değil; ampirik olarak görülebilir. Bazıları Marksizmin felsefede materyalist okulu izlemesi ve benimsemesi gerektiğini iddia ediyor. Bazıları Marksizmin kendisinin bir “praksis felsefesi” olduğunu iddia ediyor. Bunlar Marksizmin felsefede idealizm veya materyalizm gibi okulların dışına çıkması, praksis felsefesi olarak, üçüncü bir okul inşa etmesi gerektiğini söylüyor. Başka bazıları ise meseleyi ifrata vardırmakta sakınca görmüyor; Marksizmin felsefede ve her şeyde, doğrudan idealist olması gerektiğini iddia ediyor.

Dünyada bugün Marksizmle ilgili yazan-çizenler, Marksist olduğunu kabul edenler bu konuda olağanüstü bir karmaşa içerisinde. Biz Marksizmle ilgili bu meselenin de tartışılması gerektiğini düşünüyoruz. Öncelikle, Marksizmin teorik eseri içinde felsefi olanlar, felsefi kabul edilenler ne kadar yer işgal ediyor? Sayalım; hiç de az olmadığı görülecektir. Salt Marx, Engels, Lenin açısından söylemiyorum; sonraki Marksist tarihin tamamı açısından bakıldığında da azımsanmayacak bir yer işgal ettiği görülecektir.

Dolaysızca felsefi metinler dışında bir de felsefi görüşler yedirilmiş politik metinleri de hesaba katarsak felsefi duruşun tayininin üzerinden atlanacak bir mesele olamayacağı açık olsa gerektir. Ancak bütün bu meselelerde baştan ayağa bir tartışma ve karmaşa içinde Marksizm alanı.

Hal böyleyken, Marksizmin praksis felsefesi olduğunu iddia eden biri kalkıyor; “Biz tarihi bilincimizle dönüştürüyoruz; Marksizm de budur” diyor. Biz de, iddia ve ısrarla, “Hayır; sizin söylediğiniz Marksizm değil” diyoruz. Bu kadar ayrı ve karşıt iddiaların tartışılması zorunlu değil mi? Bu tür meseleleri tartışmak güç mü arkadaşlar? Biz baştan, Marksizmin felsefede materyalist olmak zorunda olduğunu, ayrıca tarihsel olarak materyalist de olduğunu söylüyoruz.

Ancak mesele burada kapanmıyor. Marksizmin felsefede materyalist olduğunu ve materyalist olmak zorunda olduğunu savunanlar arasında da ayrımlar görülüyor. Burada bizim, bağdaştırmacı, ikici, varlığı ikiye bölen, çifte ontolojist diye tarif ettiğimiz kesimler yaygın olarak yer alıyor. Yani, dünyada maddenin de bilincin de geçerli olduğu kısımlar vardır diyorlar. Böyle bir materyalizm olur mu?

Burada durayım, felsefe kısmını getireyim. Felsefe bileşkeni müthiş bir karmaşa içerisinde. Peki, bu baştan beri hep böyle miydi? Hep böyle değildi, baştan beri hep böyle değildi. Arkadaşların birçoğunun ısrarla vurguladıkları Komintern’in ilk dönemlerinde, böyle değildi. Biz zaten o dönemin bir kriz dönemi olmadığını, o dönemin özel bir bütünlük dönemi olduğunu kabul ediyoruz. Buna ilişkin ifadeler ta Taslağımızda var. Orada sorunların 1920’lerin ortalarında başladığı söylenir.

Marksizmin diğer bileşeni, bilim bileşeni, tarih bilimi bileşeni, hani genel olarak tarihsel materyalizm diye andığımız bileşen. Bu nedir? Bu bizce şudur: Marksizm tarih toplumsal gerçeğin niyetlerle, bilinçle yürümediğini, niyetlerin ve bilincin tarih toplumsal zorunluluk tarafından tayin edildiğini ve belirlendiğini iddia eder. Biz Marksizmin bunu söylediğini iddia ediyoruz. Biz Marksizmin bilim çalışmalarının temel argümanının bu olduğunu iddia ediyoruz.

Marksizmi, Türkiye’de ve dünyada bugün bu tanım üzerinden kabul edenler var mı? Evet var; ama çok az sayıda. Birbiriyle ilgisiz iki kesim… Arkadaşlar; bir biz varız, gerçekten tevazuya yer yok; bir de tarihin bu yürüyüşü karşısında “elimizi kolumuzu bağlamamız gerekir” diyen, arkadaşların genel olarak mahkûm ettiği −bizim de katıldığımız üzere−, “İkinci Enternasyonal Marksizmi” denilen akım ve şurada-buradaki sürdürücüleri var. Tarih zaten ilerliyor, tarihin ilerleyişini Marksizm komünizme doğru bir nedensel zorunluluk olarak tarif etmiştir. İnsan iradesine de burada yer yoktur, tersine insan iradesini bu tayin eder diyenler ve elini kolunu bağlayanlar var.

Üçüncü kısma geçeceğiz. Biz, İkinci Enternasyonalcilerin pozitivist Marksizm anlayışına sahip değiliz. Bunu inatla, ısrarla, iftiharla, özgüvenle söylüyoruz. Marksist literatürle şöyle-böyle tanışık birilerinin dahi, bu görüşlerimizin İkinci Enternasyonalcilerin bilimsel olarak pozitivist, politik olarak reformist Marksizmiyle görünüşte ya da asılda bazı benzerlikler taşıdığını görmemesi mümkün mü? Biz, İkinci Enternasyonal Marksizmiyle bu ‘benzerliği’n farkına varmadan 37 sayıya ve 10 yıla ulaşmış olabilir miyiz? Biz, bunu gözetmeyen, yani İkinci Enternasyonal Marksizmini görmezden gelerek, salt Marksizmdeki idealist, tarihsel idealist özneci akımları karşımıza alarak bir determinist ve materyalist konum inşa etmiş değiliz. Aksine, iki tarafla da vuruşarak ilerledik.

Marksizmin bileşeni tarih bilimine göre, tarih öznesiz bir süreçtir, altyapı üstyapıyı belirler.

Genel olarak ‘piyasa’da gördüğümüz yaklaşımlar, yani Marksizm alanındaki egemen görüş nedir? Altyapı üstyapıyı belirler, ama üstyapı da altyapıyı belirler derler.

Bizim görüşümüze göre bu Marksizm değildir; bu, Marksizmin bilim bileşeninin, tarih biliminin temel önermelerini reddetmektir.

Bu konuda uzun ve zorlu bir tartışma götürmek gerektiğinin farkındayız. Çünkü Marksizm alanında bu görüşler egemen. Marksizm diye ortaya sürülen yaklaşımlar bu karmaşalarla dopdolu.

Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya meşhur “Önsöz”ü vardır. Bu önsözde söz konusu mesele çok açık, çok nettir. Ama biz, Marx’ın ve Engels’in bütün bilim çalışmalarının temelinin bu olduğunu iddia ediyoruz. Alman İdeolojisi’nden itibaren altyapı üstyapıyı belirler, varlık bilinci belirler, bilinç varlığı değil. Özne maddeyi değil, madde özneyi yaratır ve belirler. Marksizmin tarih anlayışı budur. Peki, bu tarih anlayışında devrimci özneye yer yok mu? Evet, yok! Bu tarih anlayışında devrime elbette yer var, ama ‘devrimci öznenin yaptığı devrim’ denilen şeye yer yok. 

Bu tarih anlayışı ne diyor? Devrimci özneyi tarihsel zorunluluk bir şekilde hareket etmek zorunda bırakır; bir şekilde hareket etmek üzere iter, yaratır, kurar. Dolayısıyla, genel olarak anlaşıldığı üzere, ‘devrimci özne’ ile onun çekiştiği ve cebelleştiği ‘zorunluluk’ şeklindeki ikilik Marksizme özgü bir ikilik değildir. Fakat, Marksizmin bütün alanı bu görüşler tarafından işgal edilmiş durumdadır.

Bize göre, hayır, Marksizm bu görüşlere katılmadığı gibi, bu görüşler Marksizme özgü de değildir. Tam tersine, bu görüşler asıl başka anlayışların uhdesindedir, başka düşüncelerin tarih anlayışıdır. Marx’tan yüz yıl önce yaşamış İtalyan düşünürü, Yeni Bilim’in yazarı Vico var özel bir örnek olarak. Emin olun, bütün düşünce ve fikir tarihi bu görüşleri savunan kimselerle dolu –Marx’tan önce de sonra da…

Üçüncü kısma nihayet geldik; Marksizmin politika bileşeni.

Peki, bilimle, tarih bilimiyle ilgili söylediğim onca laftan sonra, Marksizmin politika bileşenine yer bulunabilir mi? Yani, madem her şey zorunluluk, özne işi, yani özgürlük alanında cereyan etmek durumunda olan politikaya nasıl yer açacağız? 

Eğer şu anda salonda bulunan bir arkadaş, “Kalkacağım, dışarıdaki çayhaneye kadar gidip çay alacağım ve tekrar gelip yerime oturacağım” diye düşünür ve bunu yaparsa, biz onun bir özgür özne olmadığını nasıl söyleyebiliriz? Bu arkadaş, kendi tarihini yapmış, ve çevresindeki tarihi de değiştirmiş olmuyor mu? Biz böyle bir özgürlüğü nasıl ve hangi gerekçeyle reddedebiliriz?

Hayır; reddetmiyoruz. Bize göre de arkadaş şu anda özgür bir özne olarak, nesnellikte kendine bir yer açtı ve özgür bir eylem yaptı.

Reddediyoruz. Psikoloji, bireyin davranışını nesne edinen bir bilim. Psikolojiye göre, bu arkadaş Allah bilir hangi zorunlu saiklerle böyle hareket etmiştir. Psikoloji bu olayı, arkadaşın varlığının nesnesi olduğu bir nedensel sürecin dinamiği içinde ‘gayet bilimsel’ bir şekilde açıklayabilir. Ama biz, şu anda bu olaya şahit olan bizler bunu bilmeyiz, ve onu özgür sanırız –zaten kendi de özgür olduğunun ‘bilincinde’dir. Psikolojiye göre ortada bir tarih yapma yoktur; belki olsa olsa tarihin yapması, yaptırması vardır.

Devrimler nasıl oldu, devrimleri ortaya çıkaran dinamikler, devrimlerde rol oynadığı düşünülen fikirler nasıl ortaya çıktı, hangi zorunluluklar o düşünceleri, o insanları, o militanları, o partileri, o hareketleri ortaya çıkardı? Tarih bilimi bu sorulara ‘gayet bilimsel’ yanıtlar verebilir ve veriyor.

Biz, şu anda çay alıp geldiğini tasavvur ettiğimiz arkadaşın hareketine maruz kalanlar, bunu bilimsel olarak mı ele almalıyız, hatta alabiliriz, onu özgürlüğünü esas alarak mı değerlendirmeliyiz? Arkadaşın hareketini istesek de zaten bilimsel olarak değerlendiremeyiz. Bize göre o özgür bir özne olarak hareket etmiştir ve bizden, özgür özneler olarak bizden gereken özne-işi yanıtı almalıdır.

Bu teşbih ne kadar sağlıklı olur bilmiyorum; ama biz, özneler arası ilişki ortamını politika alanına ait, konjonktüre ait bir hadise olarak görüyoruz. Arkadaş şu anda, hepimizin ortak olarak içinde bulunduğumuz anda özgür bir özne olarak hareket etmiştir.

Fakat, tekrar edeyim; şu anda bulunmayan, tanımı gereği şu anda bulunan şu anın dışında olamaz zaten, psikolojik bir bakış hadiseyi bir bütünsel dinamiğin içinde değerlendirir ve ortada özgür özne değil, olsa olsa zorunlu gereklere uygun hareket eden bir taşıyıcı görür.

Biz, “içinde bulunan anda özneler vardır” diyoruz. Özneler nasıl yaratılır? Gene mecaz olması anlamında söylüyorum. Bir televizyoncu düşünün, omzunda canlı yayına bağlı bir kamerayla arabada giderken, kaza oluyor. Bu kameraman, kendi kazasını canlı yayında televizyona aktarıyor. Politikanın dinamiği bizim anladığımız bu şekildedir. Bu televizyoncu, kendi kazasının analizini, soyutlamasını falan filan ne kadar yapabilir? O televizyoncunun iletişim fakültesinde aldığı bilgiler ne kadar katkı yapar içinde bulunduğu andaki davranışı ve ‘soyutlama’sına… İçinde bulunulan anda, bir başka ifadeyle konjonktürde bilimin rolü ve yeri bu kadardır bizce.

Biz şöyle diyoruz: Konjonktür içinde olunulan andır; bir öznenin içinde bulunduğu andır. Bu ne demek? Öznesine göre değişir. Bunu gene açmaya çalışırım. İçinde yaşanılan anda her özne –‘teknik’ ve fiziksel sınırların izin verdiği ölçüde– serbest hareket eder, bilinciyle hareket eder. Ama, bunu tarih bilimsel olarak anlamaya kalkışırsak, onun bilincinin de tarihte nedensellikler tarafından yaratılmış olduğunu teslim etmek durumundayız.

Teşbihlere devam edeyim. Tıp çevrelerinde bir doktrin tartışmasıymış. Bazılarına göre, hasta yok, hastalık varmış; ötekilere göre, hastalık değil, hasta varmış. Bizim anlayışımızı, tarih ve konjonktür ayrımımızı bu anlamda ifade edebiliriz. Bize göre, tarih bilimsel açıdan, hasta yoktur, var olan hastalıktır; konjonktürde, politik açıdan ise, hastalık değil hasta vardır.

Tarih bilimsel açıdan ya da politik bakımdan her ikisi de vardır, demenin bir anlamı bulunmuyor; boş bir önermedir. Aslında en yaygın yaklaşım bu, ama belki tam da bu yüzden, ‘boş’luğu fark edilmiyor. Bu yaygın anlayışa göre, hayat ve politika gayet basit bir uygulama ilişkisinden başka bir şey değildir. Hazır zaten elimizde her türden hastaya uygulanacak bilimsel reçetemiz var; bir insan-öznenin bunu en uygun bir tarzda edinmesi de gayet kolaydır.

Genel olarak Marksizmin felsefe bileşeni hakkında ve bizim bu konuda ettiğimiz laflara ilişkin pek bir tepki gelmiyor. Herhalde, kafayı felsefe gibi boş meselelere takmış iyi niyetli birtakım çocukların çok da suya sabuna dokunmayan meşgalesi olarak kabul ediliyor. Sadece, ettiğimiz laflar, kafalardaki devrimci özne imgesine dokunuyorsa, neredeyse kesin bir ortaklaşa tutumla karşı çıkıyorlar.

Biz de görüyoruz; genel olarak bizim Marksizmin dışında algılanışımız en çok bu bağlamda beliriyor. Süreç ile an, bilim ile politika arasında yaptığımız ayrım ve kuracağımız bağlantının niteliği, bizi genel olarak Marksizm alanındakilerin gözünde uzak bir yerlere yerleştiriyor.

Biz, süreçle an, bilimle politika arasında ‘epistemolojik bir ayrım’ vardır diyoruz ve bunda ısrarlı olmayı sürdüreceğiz. Sanılıyor ki, elimizde bir güzel ortaya konmuş Marksist bilim kitabı var, onu edinir –edinebiliriz de nitekim! – ve sokağa çıkarsak, hakkıyla uygularız; uyguluyoruz da… Zaten, Marksizmin kitabı da uygulamaya çok müsait; bir eylem rehberi olarak hazırlanmış bulunuyor. Çünkü o kitap gerçeğin ruhuna vakıf, gizine ulaşmış bulunuyor; buna uygun özneler olabilirsek, gerçekliği değiştirmek de çocuk oyuncağıdır, bir uygulama işidir, teknik bir meseledir.

Hayır; biz bu anlayışa karşıyız. Politika böyle bir şey değildir. Kautsky, zamanında “Marksizmin papası” kabul ediliyordu. Lenin, yaklaşımlarından birçoğunu Kautsky’ye dayandırmaya özen gösterir. Lenin, Kautsky’nin Birinci Dünya Savaşı başından itibaren başlayan ‘ihanet’inden epeyce sonra, Proletarya Devrimi ve Dönek Kautsky kitabını yazdığı sıralarda, “Kautsky’ye Marksizm öğretmek bize düşmez” mealinde sözler ediyordu hala. Ama Marksizmi bu kadar bilen Kautsky, politikadan başlayarak Marksizmden uzaklaşmıştı. Politikada devrimcilik, politikada Marksist olmak bilmekle, bilgiyle ilgili değil.

Dolayısıyla, bir konjonktürde Marksist devrimci olmanın ön koşulu Marksizmin kitabını hatmetmek değildir. Genel olarak bize dönük eleştirilerin belli başlılarından biri, bizim, “teoriyi esas aldığımız”, “krizin ancak teoriden yola çıkarak çözülebileceği” ve hatta “bu işi ancak bizim başarabileceğimiz” şeklinde oluyor. Biz ısrarla başka bir şey demeye çalışıyoruz. Pratik-politik her zaman önce gelir; ancak kriz zamanlarında teorik faaliyet de öncel bir nitelik kazanır.

O halde yaptığımız işin anlamı ne? Tamamıyla, teorik bir gevelemeden başka bir şey değil mi? Şunu demeye çalışıyoruz. Biz başlangıçta Marksist devrimci bir örgütün içinde faaliyet yürütürken, yani bilfiil devrimciyken, –şimdi pratik devrimciler olmaktan uzağız, bunu her fırsatta ısrarla vurguluyoruz– Marksizme ilişkin politik bir gerekçeyle, Marksizmin ihtiyaçlarının bizim şu anda bulunduğumuz alanda bir ‘cephe’ açmayı zorunlu kıldığına kuvvetle inandık. Bu cephede herkesin bulunması gerekmiyordu, yani içinden çıktığımız örgütlerin varlığını muhakkak sürdürmesi gerektiğini Marksizmin bütünsel ihtiyaçları bakımından ileri sürüyorduk. Bugün ve başlangıçta 1993’te de her örgütü Marksist kabul ediyor değiliz, değildik. Bizim birçoğumuz Marksizmin pratik-politiğini yürüten akımlardan çıkıp geldi. Biz örneğin MLKP’yi önde gelen bir politik Marksist örgüt olarak kabul ediyoruz. TKP-K’yı politik Marksist bir örgüt olarak kabul ediyoruz.

Biz çıkarken, asıl işin teori olduğunu hiçbir şekilde ileri sürmedik. Bazılarının asıl işinin teori olması gerektiğini savunduk. Politik olarak Marksizmi yaşatan, sürdüren özneler var dünyada ve Türkiye’de dedik ve hala diyoruz. Net olarak söyleyeyim: Onuncu yılımızda da, Marksistlerin asıl işi teori sorunlarıdır, demiyoruz ve demeyeceğiz. Sadece, Marksizmin ihtiyaçlarının bu alanda da cephe açmayı gerektirdiğini söyledik ve söylüyoruz. Biz, kendini bu cepheyi açmakla yükümlendirmiş, bu işi üstlenmiş bir kollektifiz. Fakat, zinhar, herkesin bu işi üstlenmesi gerektiğini söylemedik. Adıyla sanıyla iki örgütü andım, onlar, Taslak metnimiz 1993’te yazıldı, 1993’ten beri mücadele yürütüyorlar politik Marksistler olarak ve niteliklerini yeniden-üreterek… 

İslamcılar arasında bir tartışma vardı. Çok sayıda İslami görüş var; aralarındaki farklar da gözden kaçırılamaz düzey ve derinlikte. Ama tartışılmaz kutsal kitap tek. Bu aynen Marksistlerin politikaya bakışları ve bilim politika ilişkilerinin kuruluşlarında da geçerli. Kuran var, Tanrı kelamı; gerçeğe tamamıyla vakıf. Her şeyi içeren ve onunla içsel bir ilişkiye girmiş olan bir dindar bugün toplum içinde mücadele yürütecek ve o toplumda Kuran’ın sözünü hakim kılacak. Peki, bu konuda birbirinden ayrı üç akım varsa, üç İslamcı örgüt varsa ve farklı şeyler söylüyorsa, bunun doğruluğunun kriteri nedir? Hepsinin tartışılmaz referansı Kuran mıdır onların arasındaki ‘doğru’yu belirleyen? Yok böyle bir şey; Kuran gelip ya da Allah gelip sensin demiyor. Artık bu düzeyde ilahi bir belirlenim olamaz. Karmaşık ve çıplak güç ilişkileri, gayet dünyevi ölçütler devreye girecektir burada.

Politik güç ilişkileriyle yola çıkarsanız, dünyevi kuvvet ve kudrete sahip olanlar, diğerlerini hakimiyet altına alır ve gerek görürse ezer de. Fakat bu iş bitmiş olmaz. Yani, ‘İslamın bugün yürütücüleri, İslamın gerçek cengaverleri, mücahitleri kimdir?’ sorusu Kuran’î anlamda hala yanıtlanmış olmaz. Marksizmin bilimi anlamında da, bu bağlamda, böyle bir soru yanıtlanmaz.

Biz burada ne yapıyoruz? Öznel, metafizik bir yöntem seçiyoruz, zaten başka bir şey de olamaz. Yani, kim kendi Marksizm anlayışının, kendi toplam varlığının hakiki Marksizmi temsil ettiğini iddianın ötesinde bir gerçek olarak ileri sürebilir? İddianın ötesinde bunun hakikat olduğunu kim söyleyebilir, kim kime inandırır? Gücünüzle kendinizi ve kendi görüşünüzü hakim kılarsınız, ama anlayışın kendi dünyasında bunun hükmü yoktur. Böyle bir şey yok. Bu sözlerimden safiyane bir düşünce özgürlüğü anlayışı çıkarılmıyordur umarım. Ben, İslami anlamda Kuran’î hakikatle dünveyi hakikat arasında bir ilişki olmadığını söylemek istiyorum.

Bolşeviklerin dünyada Marksizmi, Leninist Marksizmi hakim kılmaları, Leninist teoriden mi kaynaklandı? Hayır, böyle bir şey yok. Leninizmin politik gücünden kaynaklandı. Leninizm Ekim Devriminin gücüyle dünyada ezilenler hareketinde egemen oldu. Ama, biz şu açıklamaları yapıyoruz. Lenin’in yoludur Marksizmin izini süreceğimiz yol, diyoruz. Buna birtakım teorik gerekçeler getiriyoruz. Bu gerekçeler bizce uygundur, başkasınca uygun değildir.

Dediğim gibi, güç dışında, dışımızda bir kriter yok, hep içimizde, kendinden menkul. Yani bu anlamda, teori tarihe içkindir, tarihtedir, tarihe tâbidir. Ayrımlık şuydu: Tarihte teoriyle politika ayrı değildir, tarihte teori politikaya tâbidir.

Fakat, bir de bu anlamda tarih-dışı bir şey var. Nedir bu?

Bizim tarih bilimi anlayışımıza göre, örneğin, komünizm geleceğin konusu değildir; komünizmle feodalizm arasında gerçekleşmiş olma anlamında tarih bilimsel bir fark yoktur; ikisi de olmuş-bitmiştir. Bu bizce, Marksizmin temel nitelikte bir bilimsel önermesidir.

Komünizm olmuştur; bu ne demek? Şu demek: Marx’ın eserinde ve toplam olarak Marksizmin bilim bileşeninde, kapitalizmin nasıl zorunlu olarak yerini –bir geçiş döneminden sonra– komünizme bırakacağı ortaya konmuştur. Yani, komünizmin bir ütopya olduğu, ancak bizim mücadelemizle gerçekleşecek bir şey olduğu argümanının bilimsel bir değeri yoktur. Bu, hangi anlamlarda geçerli bir argümandır? Bu argüman politik anlamda, çoğu durumda ideolojik anlamda geçerlidir. Mesela yenilgi dönemlerinde genellikle ütopyaya sığınılır; ütopik eğilimler galebe çalar. Ama bunların bilimsel hakikatle karıştırılmaması lazım. 

Tamam, der yenilenler, tarih böyle diyor olabilir, ama bizim ütopyamız var ve biz ütopyamız uğruna zorunluluğa karşı savaşacağız.

Bu gayet güzeldir. Biz de böyle bir dönemde bu tür ütopyalarla aşık atarız. Fakat, politik düzlemde kalmak ve bunun ideolojik bir mesele olduğunun farkında olmak, bunu unutmamak kaydıyla. Marksizmin bilimi bu değildir. Tekrar ediyorum: Bilimsel anlamda Marksizm için komünizmle feodalizmin olmuş-bitmişlik anlamında bir farkı yoktur; ikisi de olmuş bitmiş şeylerdir. Kronolojik tarihle bilimsel tarih arasına bir ayrım çizgisi çekiyoruz. Öte yandan, kronolojik tarih bakımından da, eğer dünyaya örneğin bir kuyruklu yıldız çarpmaz ve dünyadaki yaşamı ya da ‘uygarlığı’ yok etmezse, yani tarih-toplumsal nedensellik zinciri, başka bir nedensellik zinciri tarafından geçersiz kılınmazsa, komünizm kesinlikle gelecektir. Fakat bu istihareye yatılacak bir vadeye bağlı algılanamaz. Wallerstein, biliyorsunuz, geçen yıllarda, “50 sene sonra kapitalizm çökecek” demişti. Marksizmin bilimsel yaklaşımının bu tür düşüncelerle ilgisi yok.

Dünyada da Türkiye’de de birçok Marksist, üçüncü bin yılın, hatta 21’inci yüzyılın, insanlığın tarih-öncesinden tarihe geçişine tanık olacağını ileri sürdü. Hikâye, kehanet; bunlar fala bakıyor. Fakat, bu falların, kehanetlerin bugün politik mücadelemize yararı varsa, bu konuda ortaksak, bizim hiçbir itirazımız yok; bu anlamda hiçbir itirazımız yok. Fakat, inanılarak bilimin gerçeği diye savunulursa, bu görüşlerin kesinlikle karşısındayız.

Arkadaşların eleştirilerine, özellikle de ayrı bir düzlemde Ercan’ın “daha çok politik meseleler, mevzular” diye benim ifade ettiğim, vurgularına karşılık bir şeyler söylemeye çalışacağım. İbrahim Horoz’un söylediği birkaç şey var. Bizim Avrupa-merkezlilik ilişkili sorunlarımız... “Arkadaşlar sörf yapıyorlar” dedi, “Avrupa-merkezli düşünceler arasında”...

Bunu kabul ediyorum, bu biraz doğru. ‘Biraz’dan şunu kastediyorum: Gerçekten, dışarıdan bakan bir gözün böyle bir şey görmesi bizim açımızdan meşru. Öyle görünür, haklısınız. Hatta görüntüden öte bazen gerçekten sörf yaptığımız da oluyor. Bu kusurumuzun mazeretlerini anlatmaya çalışacağım.

Düşmanın alanına giriyoruz, yabancı alana giriyoruz, muhakkak yabancı alana girmeli diyoruz. “Düşmanı tanımak için, düşmanın alanına girmek gerek” diye bir laf vardır. Gidiyoruz, bazen çok yakın dostlarımız bile bizi orada toz-duman arasında düşmanla, yabancıyla karıştırıyorlar; bazen de biz yabancı topraklarda esen ılık melteme kendimizi kaptırıyoruz. Bazen rüzgâr bizi çarpıyor; bazen de belki akademistik modalara kapılıyoruzdur. Bunlar da bu işin riski. Ama şu konuda net bir itirazım var. Biz politik Marksizmin tarihinde, Leninizmle birlikte, Lenin’in eserinden, Çin Devrimine, Mao’nun eserine geçen dinamiği çok önemsiyoruz. Bu bizi en başta politik olarak Avrupa-merkezciliğe karşı şerbetli kılacak nitelikte bir özellik.

1993’te yazdığımız temel metnimiz, bildirgemiz, şöyle diyor: “’Çin Devrimi, Stalin’in iradesine rağmen gerçekleşmiştir’ diyen ve bunda haklı olan Mao.” Samir Amin, Ekim Devrimi süreciyle Çin Devrimi sürecini karşılaştırıyor, bu arada Lenin’i de bu anlamda Avrupa-merkezlilikle bağlarını yeterince koparmadığı için eleştiriyor. Buna katılıyoruz. Çin Devrimini niye önemsiyoruz, Mao’nun eserini...? Sınıfçılığın dışına nihayet, anlayış bazında kategorik bir şekilde geçmenin pratiğini sergiliyor da ondan. Mao devrim yapmıştır ve Marksist olarak devrim yapmıştır. Şöyle bir genelleme yapabiliriz: Dünyada genel olarak Marksizm alanında, Mao, bu niteliklerinden dolayı Marksist görülmezken, biz, onu tam da bu niteliklerinden dolayı Marksist kabul ediyoruz. Çin’de Komintern’in direktifleri doğrultusunda ya da Troçki’nin yaklaşımına uygun bir şekilde, büyük şehirlerde ve işçi sınıfının içinde çalışma yapan komünistler, emperyalistlerin kontrolündeki ve Çin polisinin giremediği ‘korunaklı’ semtlerin ‘cafe’lerinde toplantılar yaparken, Mao’nun adına yazılan komünist devrimci tarz, kırlarda mücadele yürütüyordu.....

 

OTURUM BAŞKANI- Arkadaşlar da bu tür konularda görüşlerini ifade etmek isterlerse, tabii onlar ayrı bir vakit konuşabilirler. Birçok yerden işaret alıyorum, sizin anlattıklarınız heba olabilir.

 

METİN KAYAOĞLU- ... Avrupalıların görüşlerini izleme meselesine birkaç sözle devam edeyim. Lenin’den sonra, teorik Marksizm adına, tarihte “Batı Marksizmi” dışında bir şey, Batı Marksizmi dışında elle tutulur bir eser yok. Varsa bulan söylesin, biz de izleyelim. Biz o yüzden “Doğu”ya bakarken İslam düşüncesine yöneldik. “Doğu”da, Asya’da, Güney Amerika’da teorik Marksizm yok. Batı Marksizmi içindeyse, İkinci Enternasyonal’den sonra, birbirinden derinden farklı iki ekol var. Bunların birini Lukacs-Gramsci çizgisi diye niteleyebiliriz; öteki Althusser’in adında belirginleşiyor. Bunların ikisi birbirinden dağlar kadar farklı. Ama arkadaşlara uzaktan, sisler arasından hepsi birbirine benzer görünüyor. Biz, Althusser’i Fransız Komünist Partisi adındaki reformcu partinin içinde yer aldığı için değil, sözünü ettiğim “teorik Marksizm”i temsil ettiği için önemsiyoruz. Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Ara veriyoruz.

 

İKİNCİ OTURUM

 

OTURUM BAŞKANI- Söz alabilirsiniz, fakat buna da bir süre koyalım. Soru ve görüş kısmı 1, 5 saati geçmezse diye iyi olur diye bir temennide bulunalım. Buyrun.

 

(SORU)- Bu toplantıların Ankara ve İstanbul ayağını duydum, İzmir’de olacağım dedim. Teori ve Politika’nın ilk sayısını hatırlıyorum. Merak etmiştim, ama sonra hiç takip edemedim. Benim teori denilince anladığım iki ayrım var. Bir burjuvazinin üretmiş olduğu teoriler vardır, bir de Marksist teori vardır. Biz Marksist teoriyi devrimci teori olarak kavradık, yani Marksist teoriyi, Marksist pratik, Marksist örgütlenme, devrimci örgütlenme olarak, tamamen bu şekilde kavradık. Gerçekten de Marksizm ancak bu şekilde gelişir. Böyle bir yaklaşım içerisinde olduğumuzu söyleyeyim.

Teorik üretimler, teorik merak vb. şeylerin belli bir yerden, belli bir dönemden uzaklaşmaya neden olduğunu düşünüyorum. Ben komünist değilim, benim kalkış noktam Marksist teoriyi örgütsel, politik ve siyasal anlamda geliştiren Bolşevizmdir. Ben Bolşevizmin Lenin dönemindeki ilk dört kongresini savunurum. Benim kılavuzum budur ve bunu dikkate almayan hiçbir siyasi hareketin gerçek anlamıyla teori üretmeyi gerçekleştiremeyeceğini düşünüyorum. Çünkü teori soyut bir şey olarak algılansa da öyle değildir, Marksizm adına geliştirilen teorilerin siyasal bir pratikten geçtiğine inanıyorum. Bundan bağımsız, eklektik bir şekilde masa başında oturularak, yani onlarca araştırmayı inceleyerek bir ihtiyacın giderilmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum.

Dolayısıyla, gerçekten de Marksizm, Leninizm bizim için bir referanssa, bunun Marksizmin birikmiş boyutu olan Bolşevizm ışığında gelişeceğini düşünüyorum. Maya’dan konuşan arkadaş şunu söylemişti, "1915 yılında Bolşevikler İkinci Enternasyonal’den hangi açıdan kurtulamadılar?” Hangi açıdan peki? Yani enternasyonal anlamda mı kurtulamadılar, genel anlamda dünyadaki komünistler mi bundan kurtulamadılar, yoksa sadece Bolşevikler mi kurtulamadılar? Birincisi, bu sorunun cevabını almak isterim. İkincisi; birinci konuşan arkadaşın da “eski ideolojilere takılanlar var, bu eski ideolojiler geride kaldı” tarzında bir söylem içerisinde olduğunu düşünüyorum. Bence bu ideolojiler geliştirilmediği koşullarda eskide kalmış gibi algılanır ve bunun için gerçekten sorumluluk duymayanlar eski gibi görür. Ben bunu böyle yanıtlıyorum, ben eski olduğunu düşünmüyorum! Marksizm içinde tarihsel olarak, komünistlerin ileri tarihinden kılavuz olarak dikkate alınacak kalkış noktalarımız vardır.

Bolşevizm bizim için geçerli bir referanstır. Dolayısıyla, teori politikadan, politika siyasetten, siyaset de örgütten bağımsız değildir. İşçi sınıfı, hem bu topraklarda, hem dünya ölçeğinde yoğun bir saldırıya maruz kalıyor. Bunun yeni icatlarla, yeni birtakım teorik üretimlerle aşılacağını düşünen varsa yanılıyor. Varolan değerin politik verimliliğini artırma noktasında dışarıdan birtakım çabalarla teorinin gelişebileceğini düşünenlerin, ileride devrimci siyasetlere teori üretip yardımcı olacağını düşünenlerin anlayışının hayat bulmayacağını düşünüyorum.

Ben Marksist teorinin örgütsel anlamda, politik anlamda ve pratik anlamda mücadele geliştirdiği ölçüde ihtiyaçları gidereceğini düşünüyorum. Dolayısıyla, teorik meselelerin gerçekten de bu anlamda çözüleceğini düşündüğüm için, ben bugün gerçekten de bu topraklarda Bolşevik tarzda bir devrimci partiye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. İki soruma cevap almak isterim.

(SORU)- Metin Kayaoğlu’nun konuşması esasen benim Teori ve Politika dergisi okumalarımın tümünde yaşadığım o hissi tekrar burada bana yaşattı. 2000’den bu yana Teori ve Politika’yı az ya da çok, derin ya da daha yüzeysel takip ediyorum. Yer yer bazı yazılarda devrimci konumlar aldığını da düşünüyorum. “Bizimkiler” yazısını özellikle hatırlatarak bunu söylüyorum.

Her defasında şu soruyla karşı karşıya kaldım. Derginin kapağını her kapattığımda, acaba Metin Kayaoğlu, orada yazar olan, o yazı koleksiyonunun içerisinde olan, orada kendini temsil etmeyi düşünen her kişi şöyle bir düşünce içerisinde mi? Pratik-politik devrimciler, pratik-politik insanlar ölecek, öldürecek, şehit düşecek, işkence görecek, tecavüze uğrayacak, ailesini kaybedecek, işini kaybedecek, hayat boyunca iki yakası bir araya gelmeyecek, ama onlar bir teori üretemeyecekler, bu bedelleri ödeyenler teorik bir şeylerle ortaya çıkıp bir önderlik yaratamayacaklar. Bunların dışında daha uyduvari bir biçimde duran bir entelijensiya, bunu özür dileyerek söylüyorum, evet bir entelejinsiya çıkacak ve bu arkadaşlar yapacak.

Ben uzun zamandır Atılım çevresiyle hareket ediyorum. Uzun zamandır, Teori ve Politika’nın çıktığı 1996 yılından beri hareket ediyorum. Büyük yenilgiler, büyük bedeller, büyük ihanetlerle büyüdük. Şunu her zaman doğru ifade etmek gerek diye düşünüyorum. Bugün bu topraklarda devrimi savunmak gündelik bir iştir. Sokağa çıktığın anda gündelik politikaya müdahale etmeni gerektiren bir iştir. Bugün Türkiye'de devrimcilik yapmanın bedeli ceza almaktır. Bugün Türkiye'de devrimcilik yapmak, kitap okumak dahi olsa, işkence görmeyi ve aynı zamanda ölmeyi, öldürmeyi göze almak demektir.

Sözlerim belki kaba gelir ama konuyu emekçilerin tüm sorunlarıyla bağlantılandırmaya çalışıyorum. Aydın, yarı aydın bir çevreden geldim, üniversite çevresinden... Kendim bir tür aydıncılıkla, bazı ayrıntılarla çarpıştım. Bir sonuca vardım ve bu sonuç da Teori ve Politika’yla yaşadığım ikilemi açığa çıkarttı. Ben, Metin hocama şunu sormak istiyorum: Gerçekten siz MLKP, DHKP-C gibi devrimci örgütlere, komünist denebilecek örgütlere ideolojik önderlik ettiğinizi mi düşünüyorsunuz, onların öncüsü mü olduğunuzu düşünüyorsunuz? Onların bugün pratik-politikayla elde edemediği bazı şeyleri sadece okuyarak, kapanarak elde edebildiğinizi mi düşünüyoruz? Bence bu soruyu yanıtlamalısınız.

Ben geçen yıl Okmeydanı’nda çalışma yürütürken, Teori ve Politikacı arkadaşlar da oradaydılar. Merak ediyorum, Teori ve Politika dergisinin okurları nasıl bir okur çevresidir, bunlar ne iş yaparlar? Yani, siz yazarlarısınız, bunu kabul ediyorum, amenna siz yola çıktınız... Peki okurlarınız nasıl bir teorik özgüllükle sizle bağdaştılar, size angaje oldular ve bunlar nasıl bir yol alacaklar? Bu durum bile, yani sizin okurlarınızın olması durumu bile bir tasfiyecilik yaratmaz mı?

Şunu sormak istiyorum: Bugün Türkiye'de şu gerçeklik üzerine tartışmak gerektiğini düşünüyorum. İşçi ya da emekçi kesimin içinde düşünerek, sebatla, azimle her gün onların günlük sorunlarıyla çarpışarak onlara önderlik etmeye, onların önderliğini yaratmaya çalışarak, aynı zamanda Marksizmin ya da komünist hareketin kriziyle mücadele etmek mümkün değil mi? Her iki hattan da yürümek mümkün değil midir ki bunları birbirinden ayırıyoruz? Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI- Bu paneli yönetme görevi bana düştü. Biz burada yaptığımız her söyleşinin, seminerin başında bir açıklama yapıyoruz. Tüm kitle örgütlerinde olması gerektiği gibi; kooperatifte de farklı siyasal görüşler olabilir ve buralarda herkes kendi siyasal görüşlerini kendi siyasal kimliğiyle söyler. Aynı zamanda da kurumun çalışmalarına ortak bir şekilde katılır. Özellikle, paneli yönetecek olduğum için, böyle bir açıklama yapma ihtiyacı duyuyorum. Çünkü konuşulan konular hakkında bildireceğim görüşler; benim politik görüşlerimdir. Özgür Yaşam Kooperatifi’nin ortak görüşleri değildir. Önce bu konuda bir açıklama yapmış olayım.

Ben soru sormayacağım, çünkü Ankara’daki paneli izlediğimde, epeyce soru sormuştum. Bu soruların çoğuna cevap alamamıştım. Ankara’da zaman sorunu vardı, dil anlaşmazlığı oldu ve birbirimizi çok anlayamadık. Sorduğum soruları düzeltmek durumunda kaldık.

Ankara’daki paneli izledikten sonra, burada panel başlamadan önceki konuşmayı yapma ihtiyacı duydum. Üniversitede öğrenciyken, birinci sınıfa başladığımda, esasında şöyle bir arayış içindeydim. Devrimci olacağız, kim önce bildiri veriyor, ona gidelim. Merkezi Öğrenci Derneği var, ona katılayım falan gibi bir arayış vardı. Bir taraftan da kafamda bir ton soru vardı.

Özgür Üniversite diye bir şey kurulacakmış, burada ben bunları anlayabilirim, politika öğrenirim, felsefe öğrenirim, sosyalizm öğrenirim, diye düşünmüştüm. Aynı zamanda da devrimci olmak istiyordum fakat neye göre hangi siyaseti seçeceğimi belirleyemiyordum. Türkiye Devrimci Hareketler tarihi çalışması ile öğreniriz diye düşündüm. Sonra şunu fark ettim ki, esasen teorik olarak bunu yapmak mümkün değil.

Bir kere teori ve politika, ikisi, tek başlarına yan yana durabilen şeyler değil. Yani, teori ve politikayı bir arada tutuğunuz zaman, ortada aslında ilişkisi kopmuş iki kelime duruyor. Bunların birbiriyle ilişkisini kuracak bir özne olmadığı takdirde olmuyor.

Komünizm, Marksizm, Sosyalizm konularını tartışırken bile; teorik tartışma, öğrenme ve dünyayı anlama süreci, ömür biter bu süreç bitmez noktasına gelmişti. Dolayısıyla, böyle bir yolda anlamaya çalışmanın dünyayı kavramamı engellediğini düşünmeye başlamıştım.

Marksizm’de ideolojiyi tartıştığımız zaman bile, konuyu oturup önümüze koyduğumuzda, bu konuda kitaplar okuyup tartışmaya başladığımızda, ortada birçok Marksist olduğunu görüyoruz. Çeşit çeşit Marksist var. Bazıları üniversite hocası ya da tescilli bir liberal ya da bir işletmede müdür. Ankara’daki tartışmada, bence Ercan çok önemli bir ayrım noktasına işaret ediyordu. Marksist’im demek bir ayrım noktası olmuyor. Ne zaman? Esasen bunu bir amaçtan, hedeften, komünizm hedefinden, komünizm hedefine nasıl ulaşacağımızdan bağımsız olarak tarif ettiğimiz zaman...

Esasen, Marx’ın da, Engels’in de, Lenin’in de çeşitli dönemlerde, bazı konular hakkında farklı görüşleri olmuş. Onların bu görüşlerini belirleyen süreç aynı zamanda sınıf mücadelesidir. Bazı dönemlerde yanlış görüşleri olduğunu düşünüp görüşlerini değiştirmişler. Lenin’in ulusal sorun hakkındaki görüşleri Komünist Enternasyonalin İkinci Kongresinde Roy’la tartışmasından sonra değişti. Dolayısıyla, bu insanların tek tek görüşleri değişmiş olabilir, bunların hepsini benimsemek zorunda değiliz. Amaçlı siyaset yapanlar için bunların hepsini benimsemek, zaten hiçbir şey yapamamak demektir. Teorik olarak doğruluğunu ispat etmek için teorik bir tartışma alanında sabah akşam fikirleri tartışmak fikir kulübüne dönüşmekten başka bir şeye yaramaz.

Politikayla ilgilenme iddiasını ve devrimci olma iddiasını taşıyanlar farklıdır. Teori ve Politika, biz varız, bir de devrimciler var. Onlar Marksizmin bütünsel krizini çözemezler. Biz onlara yapacakları işlerde miğfer sunacağız, diyor. Biz de “siz zaten miğfer sunamazsınız” dedik. O miğferi sunmak için, önce Bolşevik tarzı bir parti lazım. Yani, devrimci örgüt olmadan, devrimci siyaset olmaz. Devrimci siyaset ancak devrimci teoriyle beslenebilir ve devrimci teori de devrimci siyasetin sorunu olduğunda tartışılacak bir şey. 

Marksizmin bütünsel krizi konusunda tartışmak üzere yan yana oturuyoruz, fakat tarih ve Marksizm hakkındaki görüşlerinizi ifade ettiğinizde, anlık olarak, bunu bile manasız görmeye başlıyorum. Çünkü, “özne mi nesneyi belirler, nesne mi özneyi belirler” tartışmasında siz “nesne özneyi belirler» derken; devrimcilerin de «özne nesneyi belirler» görüşünü savunduğunu iddia ediyorsunuz. Esasen, Marksizm tam da bu yanlış iki bakış açısının alt üst ederek ortaya çıkmıştır. Özne ve nesne arasındaki diyalektik ilişkidir belirleyici olan. Marx Alman İdeolojisi’nde olgularla değil, onlar arasındaki ilişkiyle ilgilendiğini söyler. Marksistlerin ilgileneceği ve bakacağı yer de burasıdır. Marx, özne ve nesne arasındaki diyalektik ilişkiyi kurmuştur. Bunu aynı zamanda varlık ve bilinç arasındaki diyalektik ilişkiyle tamamlayarak; varlık ve bilinç arasındaki ilişkinin ise ancak tarihin öznesi olan insanla kurulabileceğini söyler. Teori ve politika arasındaki ilişki de, ancak ve ancak özne-nesne; yani varlık ve bilinç arasındaki ilişki gibi kurulabilir. Nasıl ki varlık ve bilinç arasındaki ilişki ancak organik bir varlık olan insanla kurulabiliyorsa ve o olmadan bu iki olgudan söz edemiyorsak, teori ve politika arasındaki diyalektik ilişki de ancak bir devrimci partiyle kurulabilir.

Dolayısıyla, bütün bu bağlamın dışına çıktığınızda, bir taraf eksik, diğer tarafı şaşmış, elinizde karman çorman bir teori yığını kalır.

Özgür Üniversite Forumu da, Teori ve Politika gibi yıllardır çıkıyor. Esasen böyle baktığınız zaman, bir sürü aydın, çevre bu işleri yapabilir; üstelik sizinki gibi iddiaları da yok. Sizin asıl olarak savunduğunuz iddia, aslında aynı zamanda gerçekleştiremediğiniz iddiadır. Bu nedenle 10 yıldır sadece dergiyi çıkarabiliyor olmakla yetinmeniz ya da bununla övünmeniz doğru değil.

Bunu çok uzatmak ve tartışmak mümkün, Ankara’da da aynı şey olmuştu. Tarih konusunda sizinle anlaşmak mümkün değil. Siz “komünizm kesinlikle gelecektir hatta feodalizm gibi o da yaşanmıştır” diye bakıyorsunuz, bunlara hiç girmek istemiyorum. Hakikaten başka türlü bakıyoruz ve aynı dili bile konuşmuyoruz.

Bize göre siyaset, güç ve çıkarlarla ilgili bir şeydir. Güçler ve çıkarlar arasındaki çatışmayı; dünyayı belirleyen sınıflar mücadelesi belirler. Sınıf deyince sadece işçi sınıfı anlaşılmasın, işçi sınıfından önce de sınıflar vardı. Sınıfların, çeşitli çıkar gruplarının çatışmalarının sonucudur tarih. Tarihte yenenler, yenilenler; yenilenlerin tarafında yer alanlar, almayanlar var; galipler ve mağluplar var, bunun arasındaki mücadele var. Öyleyse bunun sonucu neyse, tarihi bu belirliyor. Bundan sonra da bu belirleyecektir.

Siz böyle bakmadığınız için, birbirimizi anlamamız bile çok zorlaşıyor diye düşünüyorum. Marksizmin başka türlü bir yorumunu savunuyorsunuz. Evet bu kesinlikle doğru. Siz İkinci Enternasyonal Marksizminin yorumunu savunuyorsunuz. Fakat onları en azından o zaman somut olarak eleştirmek mümkündü, kimseye miğfer vermekle yetinmek gibi niyetleri yoktu.

Zaten bu yoldan kimse, kimseye miğfer veremez. Yeteri kadar miğfer var etrafta. Biz miğfer vereceğiz diye yola çıkmışsınız, fakat Ekim Devrimiyle taçlanmış ve Komünist Enternasyonalle sosyal şovenlerden, şovenlerden, burjuva sosyalistlerinden yolunu ayırarak somut olarak konmuş ilkelerle ilgili bile değilsiniz. Küçümseme niyetiniz olup olmadığını tartışmıyorum. Böyle bir niyetiniz olmasa bile pratik olarak küçümsemiş oluyorsunuz.

Diğer konuşmacılarla ilgili birkaç noktaya değinmek istiyorum. Cem Bey konuşması içinde üç problemden bahsetti. Ne dedi? Birincisi; Marksizmin itibarı düşmüştür, bu moral bozukluğu yaratıyor. İkincisi; esnek üretim, taşeronlaştırma ve benzeri gelişmeler var; dünya bir fabrikaya dönüştü; üretim ilişkileri, işçi sınıfının karakteri değişiyor. Üçüncüsü; işçi sınıfı içinde sosyal şovenizm yaygınlaştı, Seydişehir’de işçiler şovenist sloganlarla sokağa çıkıyor. Bununla ilgili Enternasyonalde bir şey bulunamayacağını söyledi.

Ben de diyorum ki; “biz bulduk”. Bulduk dediğim, orada duruyordu zaten. Bulduktan sonra aynısını şablon gibi koyup uygulamak mümkün değil tabii ki. Bunun için denemek, tartışmak, yanılmak ve yeniden yapmak gerekir.

Birinci konu ile ilgili bir şey söylemek mümkün değil; Marksizmin itibarı ancak komünist siyaset yaygınlaştığı ölçüde yükselebilecektir.

İkinci konuya gelince; biz diyoruz ki, madem bugünkü üretim süreciyle beraber, sendikasızlaştırma - sigortasızlaştırma artmıştır. İşçi sınıfı içindeki en dinamik kesimler, en ezilen kesimler buralardadır. Buralarda örgütlenmek için araçlar yaratmak gerekir. Kooperatifler de tam bu işe yarar.  Sendikaya üye olamayanlar, tüketim kooperatifine gelip, ucuz pirinç alabilirler. Pirinci nereden nasıl alacaklarına birlikte karar verirler. Kendi kararlarını almayı, kendilerini denetlemeyi öğrenirler. Kooperatiflerde buluşup birbirine güvenenler, sendikalarda da buluşurlar, başka alanlarda da.

Üçüncü problemle de bağlantılı şunu söylemek lazım: Ucuz pirinç almaya Kürt’ü de gelir, Laz’ı da gelir, Çerkez’i de gelir; bir araya gelmişken birlikte hareket etmeyi öğrenebilir ve şovenist duygu ve düşüncelerden arınabilirler. Bu sene olduğu gibi; İzmir’deki dayanışma kurumları: Özgür Yaşam Eğitim ve Dayanışma Kooperatifi, Umut Tekstil İşçileri Kooperatifi, Kondularda Yaşam Tüketim Kooperatifi, Limontepe Derneği 1 Mayıs’a hem “Yaşasın Eylemli Sınıf Dayanışması”, hem de “Eşitlik ve kardeşlik için Kürt ulusuna özgürlük” diyerek çıktılar.

Seydişehir işçileri bugün “vatan burasıdır, vatan bölünmez” derken, buradaki kooperatiflere pirinç almaya gelen kadınlar, işçiler; buradaki kooperatife üniversiteye hazırlık çalışmaları için gelen öğrenciler 1 Mayıs’a, sosyal şovenizme ve şovenizme karşı tutum alarak çıktılar. Onlar, halkların kardeşliği falan da demediler; kardeş olmak için bile önce Kürt ulusu özgürleşmeli dediler. Seydişehir işçilerinin bu tutumu ise; “Seka halkındır satılamaz” diyen sosyalistlerin de eseridir.

İşçi sınıfının gündelik sorunlarına, kısmi sorunlarına çözümler üreterek emekçiler arasında güven tesis ederek, emekçilerin devrimcilere güvenini ve devrimcilerin de onlara olan güvenini yeniden yaratmak gerekir. Kısmi ve ulusal mücadeleleri işçi sınıfının birleşik örgütlü mücadelesini yaratmak üzere; bütünsel ve uluslararası mücadelelere sıçratmak gerekir. Bugün bunu yapabilecek bir devrimci parti yoktur. Bu parti ideolojik bir tartışma ve netleşme süreci sonunda değil; tam da bugünden bunları yaparak yaratılacaktır. Bizim önümüzde duran, burjuva sosyalistlerinden, liberalizmden ayrışarak, komünistlerin birliğini gerçekleştirip; devrimci partiyi kurmaktır.

İhtiyaç duyduğumuz devrimci partinin yokluğu; örgütsüz siyaset yapmaya da neden olamaz. Çünkü örgütsüz siyaset diye bir şey olmaz. Devrimci örgüt olmadan, devrimci siyaset olmayacaktır diye bakıyorum.

Cem Özatalay’ın, cevabı olmayan sorular olarak ifade ettikleri tamamen cevapsız değildir. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine bakmanız yeterli. Üçüncü kongrede, komünistlerin, kooperatiflerde-sendikalarda nasıl çalışacağı konusunda karara bağlanmış tartışmalar var. Bunları biz icat etmedik, biz bunları tarihten öğrendik. Ama hangi tarih diye baktığınızda; bu Komünistler Birliğinde yakalanan kızıl ipin, Komünist Enternasyonal’de nasıl en üst noktasına sıçratılabildiğini anlatan tarihtir.

Bu tarihi incelerken de taraflıyız. Dolayısıyla, biz bunları aslında hak ettiği gibi eleştirmeden bırakmayız. İkinci Enternasyonal de sizin için Marksizm alanı içinde olabilir, fakat biz karşı devrimci, sosyal şoven tutumları dolayısıyla eleştirir, mahkum ederiz.  Marksizm alanı diye tarif edip, onun da aslında orada bir kıymeti var demek, bizim için abesle iştigaldir.

Bir de şu “yeni arayışlar” konusuna gelmek istiyorum. Eskileri işimize yaramıyor yenisini icat etmek lazım diyenler var. Eskiler gerçekten işimize yaramıyor mu? Bunlar işimize yaramıyor diye onlara sırtımızı mı dönmeliyiz? Örneğin, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresine sahip çıkan başkaları da var. Fakat bunlara ilkesel olarak sahip çıkmak, pratikte ve siyaseten aynı şeyleri yapmak anlamına da gelmiyor. Dolayısıyla eskiler işimize yaramaz derken, neyin yarayıp yaramadığını iyi ayırt etmek lazım. Eskiler bizim işimize yarıyor ve tabii ki bunları yeni zamanda uygularken üstüne başka şeyler ekliyoruz.

Örneğin, bugün diyoruz ki, “İşçi sınıfından öğrenmeyenler, işçi sınıfının kitle örgütlerinde proletaryanın kendi demokrasi okullarını yaratamayanlar, yarın devrim olduğunda yeniden Sovyetler, komünler kurulduğunda ne yapacağını bilemez. O yüzden, madem ki bunu öğrenmek lazım; gelin, işçi sınıfının kitle örgütlerinde birlikte çalışalım; gelin mahallelerdeki kooperatiflerde birlikte çalışalım. Nerede ucuza pirinç buluruz, nerede iyi matematik dersi anlatılır, aynı zamanda bunları yapalım. Bu yaptığımız işler aynı zamanda Marksizmi öğrenmeye, tartışmaya engel olan şeyler değil. Ya da bu kitle örgütlerinde birlikte çalışmak için aynı partide buluşmak ya da aynı siyaseti benimsemek de gerekmiyor.

İşçi sınıfının mücadelesine küçük de olsa bir katkımız olsun diyenler, yüzlerini bu tarafa dönmek durumundadır diye düşünüyorum. “Felsefe alanında birtakım tartışmalar yürüteceğiz, burada sonuçlar çıkartacağız, sonra bu çıkarttığımız sonuçlara geri dönüp bakarak pratik politika yapacağız” diyenlerin işçi sınıfının tarihsel kurtuluşuna pek müdahalesi de olmayacaktır.

Hareket noktası için ihtiyaç duyulan, felsefe alanında bir tartışma değil. Zira Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresi bu işi görüyor. Geriye dönüp tarihe bakmak için de; ileriye gitmek için de kılavuz oluyor.  Kılavuzsuz siyaset olmaz. Bu kılavuz yetersiz olabilir, yetmediği noktada siyasal birtakım problemler olarak karşınıza geldiğinde bunu tartışırsınız.

Bunu yapacak, bunu denetleyecek, devrimci teoriyi denetleyecek, nereden çıktık, nereye gidiyoruz, amaçlarımız ve hedeflerimiz neydi, bunları gerçekleştirirken nelerle karşılaştık; neye tosladık... tüm bunları yapacak organize bir şey lazım: devrimci parti.

Ve, evet, toslayacağız, bunda bir şey yok, yıllardır devrimciler tosluyor ve sonra yeniden toparlanıyor. Eğer ki toparlayacak bir örgüt yoksa o zaman toparlanmak mümkün değil.

İbrahim Horoz, Marx ve Engels’in Komünistler Birliğini kapatıp teorik çalışmalar yapmalarının iyi olduğunu söyledi. Bu çok tehlikeli bir görüş. Marx ve Engels’in yaptığı gibi, eğer ki Komünistler Birliği kapatıldıysa; Birinci Enternasyonal Amerika’ya taşındıktan sonra kapatıldıysa; ortada hesap soracak Bolşevik Parti gibi bir parti yoksa; o zaman bütün bu yapılan işler nihai hedefine ulaşamayacaktır. Eğer, Lenin de, İbrahim Horoz’un dediği gibi, Marx ve Engels’in yaptığını yapsaydı, bir Bolşevik Devriminden bahsedemezdik.

Biz demiyoruz ki, Kapital’in yazılması gerekmezdi. Fakat, bu ne demek? Bu işler için devrimci örgütlerin sürekliliğine gerek yok demektir. Tasfiyeci bir bakış açısıdır.

Nisan konferansında parti içindeki tartışmalarda Lenin’in tek başına kaldığını ve birçok önerisinin kabul edilmediğini hepimiz biliyoruz. Ne o zaman, ne de Birinci Dünya Savaşında İkinci Enternasyonal çöktüğünde Lenin’in devrimci örgütten vazgeçmediğini biliyoruz. İkinci Enternasyonal’in çökmesi dahi onu yeni bir dünya komünist partisi örgütlemeye sevk etmiştir.

Marx’ın ve Engels’in Komünistler Birliğini kapatmasını, Birinci Enternasyonal’in tasfiye sürecine yönelmesini olumlu görmek, tasfiyeci ve tehlikeli bir bakış açısına işaret eder. Komünist harekette bugün yaşanan problem tam da bununla ilgili bir şey. 

Komünist Enternasyonal’in kapatılması da aynı bakış açısıdır. Eğer olsaydı, belki de birileri kalkıp; biz 10 yıldır yanlış yapıyoruz, 30 yıldır yanlış yapıyoruz, 5 yıldır yanlış yapıyoruz deyip müdahale edebilirlerdi. Fakat, elimizde devrimci örgüt yoksa; tartışacak, müdahale edecek, hareket edebilecek bir organizma yok demektir. Hiçbir şeyi değiştiremeyiz, sadece olanlar karşısında ah vah edip, birtakım teorik açılımlarda bulunabiliriz. Bu da kimsenin işine yaramaz diye düşünüyorum.

Son olarak şöyle bağlamakta yarar var: Esasen bütün bu sorunların çözümü, Bolşeviklerinki gibi bir partiyi dünya çapında inşa etmekten geçiyor. Buna eskisinden daha çok, bu kadar yanılsamanın olduğu bir dönemde, daha fazla ihtiyaç var. Bunu için de bütün ülkelerin komünistleri birleşip, dünya komünist partisini inşa etmelidir, diye düşünüyorum.

(SORU)- Buradaki toplamın büyük çoğunluğundan farklı bir siyasal yelpazeden ve gelenekten geliyorum, özellikle bunu ifade etmek istiyorum. Biz Marksizmin krizinden bahsetmiyoruz. Biz uluslararası komünist hareketin bir krizinden bahsediyoruz. Siz bunu beğenmiyor ya da kullanmıyor da olabilirsiniz. Ama, bir özne olarak kendinizi ortaya koyup komünistlik payesini dağıtmaya başladığınızda, yani “bunlar komünist” dediğiniz zaman, ister İstemez bir doktrinercilik, bir programcılık, bir şekilcilik ortaya çıkar, buna dikkat çekmek istiyorum. Teşekkür ediyorum.

YALÇIN…- Yıllardan beri partiler var, örgütler var. Geçmişten bugüne işçi sınıfıyla ilgili, ama aleyhinde, ama lehinde kuralları ortaya koymuşlar. Biz, Marksizm dendiğinde ne anlarız? Dünyada deneyimler var, onları anlarız... Mesela komün var, burjuva devrimleri var, Avrupa’daki aydınlatıcı devrimler var, Ekim Devrimi var.

Bizim ne yapmamız gerekiyor? Biz biliyoruz, herkes biliyor. En ileri programı, devrimci programı, enternasyonali biliyoruz. Benim anlamadığım neden insanlar hâlâ program arıyor?

Peki sizlerin bir programı var mı? Somut bir şekilde ben bu durumdan rahatsızım. Ben ne yapmak istiyorum, ben kavga etmek istiyorum, bu durumdan rahatsızım. İşçi bunu anlar. Neden siz varoşlarda yapmıyorsunuz da, neden böyle kapalı alanlarda soyut bir şekilde tartışıyorsunuz bunları?

(SORU)- Kimileri Marksizmin bir krizde olduğunu söylüyor, kimileri Marksist hareketin bir krizde olduğunu söylüyor. Kimileri Marksizmin en başından başlanarak yeniden yorumlanması gerektiğini söylüyor. Teori ve Politika yola çıkarken, devrimci militanlar için, savaşçılar için miğfer yapacaktı. Hiç değilse bu miğferi yapmaları lazım. Hiç değilse savaş konusunda yapsalardı bunu, hiç değilse ulusal terör konusunda yapsalardı bunu ya da işte başka konularda yapsalardı.

Aslında böyle bir şey bekleyenler baştan yanılgıya düşerler. Maya'yı da kendilerine referans aldıkları yerden dolayı bu kategori içine sokabiliriz. Bunlardan doğru, düzgün bir miğfer yapmasını bekleyemeyiz. Beklenmemeli, çünkü bunu yapamazlar.

Her gün işçi sınıfının sorunlarıyla boğuşuyoruz, onun gündelik sorunlarına cevap vermeye çalışıyoruz. “Mahallelerde kitle örgütleri yaratma, bunları yaşatma, oralarda mevziler oluşturma yolunda ne yapılabilir?” gibi soruları da bu düzlemde anlatırsanız seviniriz. Gerçi derdi bu olmayanlardan cevap alamazsınız.

Komünistlerin birliğini sağlayan bir komünist olarak dünyada proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirecek bir komünist partinin varolmadığını düşünüyorum ve proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmek için önce bunun yaratılması gerektiğini düşünüyorum. Bunun yaratılması için çalışıyoruz. Dolayısıyla, böyle bir parti ya da böyle bir özne yaratılacaksa, bunu ancak bunun için çalışanlar, bunu önüne koyanlar, bunun için çabalayanlar yapabilir.

Biz bunu önümüze koyduk, bunun eksikliğini hissediyoruz, bunun için çalışıyoruz. En son şunu söyleyeceğim: Aslında bu toplantılara katılmamızın bir amacı da ayrım çizgilerini çekmek, bu çizgileri koyulaştırmak. Teori ve Politika’daki arkadaşlar ayrı yerdeler ve orada kalsınlar. Ama şunu söyleyerek bitirmek istiyorum: Bir gayemiz de komünistlerin tek bayrak altında toplanmasıdır. Varolacak bir parti böyle yaratılabilir. Teşekkür ederim.

(SORU)- Aklıma geldi, açıkçası Kari Marx izleme olanağına sahip olsaydı, bunları dinleseydi, herhalde “benim adıma bu tarz konuşmalar yapma hakkınız yok” derdi.

Söyleyeceklerimin bir kısmını arkadaşlar söylediği için geçiyorum. Öncelikle şunu söylemeliyim, ideoloji, politika, örgütlenme ve pratik arasındaki bağı koparamazsınız, bunları birbirinden kopardığınız zaman sorun oluşur.

Teori ve Politika’yı çok izleyemedim ama şunu söylemeliyim, sanırım mücadelenin içinde yer alanlar kendi hesaplarını da yaparlar.

Aynı zamanda bir başka nokta var: 10 yıllık süreç az bir süreç değil, yani 10 yıllık bir dönemi değerlendirdiğiniz zaman adına hareket ettiğiniz kesimlere (adına ezilenler ya da işçi sınıfı deyin, benimsediğiniz terminoloji neyse), sizler için 10 yıl içinde şunu şunu yarattık diyebilmelisiniz. Sizlere şu mevzileri yarattık, şöyle kazanımlarımız var diyebilmeniz lazım. Tartışmanın da o noktada olması gerekir. Eğer, o noktada yer almazsak, bunu tartışmazsak, genel olarak Türkiye devrimci hareketi oluşmazsa bir yere varamayız. Yani, bizim bugün bu noktayı merkeze koymamız lazım.

Seydişehir’i alın, Beykoz’u alın, Tekel’i alın, Sümerbank’ı alın, yani bunların hepsi bizlere bir harekettir. Biz ne yaptık? Bizim yaptıklarımız toplumsal olarak nasıl bir sonuç getiriyor?

Son vurgulayacağım nokta şu; Marksizmin sürekli krizinden söz ediliyor. Marksizmin krizi falan söz konusu değil, bu egemenlerin çıkarttığı bir şey ve biz de buna alet oluyoruz diye düşünüyorum. Bu Marksist olamayanların kendi krizleridir. Marksist olamayanların ve egemenlerin yarattığı bir şeydir. Marksizmin sistemi bellidir, hedefi bellidir, dolayısıyla niçin kriz olsun. Onun temel referanslarını alırsınız, günümüzün koşullarında ne olması gerekiyorsa onu yaparsınız. Teşekkür ederim.

ALİ OSMAN ALAYOĞLU- Benim Sorum Cem Özatalay’a... SDP içindeki Bedreddini Hareket’in geçmişini, daha önce gerçekleştirdiği PTT direnişini biliyoruz. Genel olarak bünyesinde emekçilerin, işçilerin en alt, en ezilen kesimlerinin, işsizlerin olduğunu da biliyoruz. Peki, o en alt, en ezilen kesimlerdeki insanların bulunduğu bir örgütte bulanan bir kişi olarak, Teori ve Politika’nın dedikleriyle niye ilgileniyorsunuz? Oysa en ezilen kesimlerle teorinin ilişkisizliği burada ısrarla dile getirildi. Ama sizin dediklerinize bakılırsa bir türlü ilişki var. Siz tüm bu arkadaşlara katılmıyor musunuz? Mesela Teori ve Politika olarak bizim aydınlanma karşıtı teorik tavrımızla sizin otantik ideoloji tanımınız arasında olumlu bir buluşma bulunuyor. Bunu en ezilen kesimlerle ilişkinizle, en ezilen kesimlerden militanlarınızla nasıl bağlantılandırıyorsunuz? Bunları açarsan, bizler için de, bu tartışma için de verimli olur. Kısaca söylemem gerekirse, arkadaşların bahsettiği sorunlarla ilgilenen, ihtiyacı olanlara pirinç bulma çabası içinde de olan, gerektiğinde pirinç taşıyan bir arkadaş olarak bu tür sorunlarla niye ilgileniyorsun?

 

 

 

 

İKİNCİ TUR KONUŞMALARI

 

CEM ÖZATALAY- Ben de aslında bu ilişkiyi nasıl kurduğuma dair bir çerçeveyi sunmaya dönük bir konuşma yapacaktım. Soru iyi oldu. Aslında burada bu masanın etrafında bulunan ve Teori ve Politika’yı temsil eden Metin Kayaoğlu’nun dışında kalan konuşmacıların hepsinin bağlantılı oldukları siyasi çevreler iyi kötü, alanlarda, mahallelerde, işyerlerinde, semtlerde zaten birtakım çalışmalar yapıyorlar.

Gerçekten biz de 5-6 yıldır enformel sektör işçileri içinde, işsizler içinde, taşeron işçiler arasında sendikal faaliyet yürütüyoruz. Bunda da kısmi başarılar elde ettiğimizi düşünüyorum. Ancak bizim çalışmamızdan daha kapsamlı ve daha sebatlı çalışmalar da yürütülüyor Türkiye’de. Örneğin ESP’yi ve aynı görüşü izleyenleri ele alalım. Radyoları, kültür merkezleri, sanat dergileri, haftalık siyasi gazeteleri, mahallelerde, sendikalarda çalışmaları vb. var. Çeşitli mücadele biçimlerini bir arada kullanabilme yeteneğine sahipler. Arkadaşlar çok da ciddi emek vererek çalışıyorlar. Ancak sonuçta, harcadıkları çabanın pek azının karşılığını alabiliyorlar. İşte krizin, içinde olduğumuz krizin somut görüntüsü budur.

Kriz tespiti yapıldığı vakit şöyle bir psikoloji doğuyor. Krize işaret edenler, yılgın, bezgin olarak değerlendiriliyor. Buradan bir kamplaşma tesis edilmeye çalışılıyor. Açıkçası ben ne böyle bir yılgınlık ne de bezginlik içindeyim. Tam tersine durumu olduğu gibi, olanca gerçekliğiyle ortaya koymak gerekiyor ki, neyle uğraştığımızı ve neyi aşmaya çalışacağımızı doğru tespit edebilelim.  Kriz varsa vardır. İstemesek de, hoşumuza gitmese de durum böyledir.

Köz çevresinden arkadaşların kooperatif çalışması elbette olumlu bir çabadır. Bunu kesinlikle küçümsemiyorum. Ama 3,5 milyonluk İzmir’de kaç kişi 1 Mayıs’a geliyor? Kooperatif kortejinde kaç kişi yürüyor? Bu soruların cevaplarıyla yüzleşmek durumundayız. Kuşkusuz bu duruma bakarak, moralimizi bozmamamız gerekiyor.  Tarihte benzeri süreçleri defalarca yaşadı devrimciler. Ama, moralimizi bozmamak için kriz yoktur demeye gerek yok. Tam tersine bunu yaptığımızda kitleler üzerinde inandırıcılığımız yitirdiğimizi görelim.

Örneğin yine Köz çevresinden arkadaşlar yaşanan sorunu tek başına komünistlerin birliğinin sağlanamamasına bağlıyorlar. Bunu 1990’lardan beri söylüyorlar. Sorunun bu kadar basit olmadığını kendi tarihlerini incelediklerinde bile görebilirler. Teorimizin de sorunları var. Yenilenmeye ihtiyacı var. Bu nedenle yalnızca pirinci emekçilere nasıl götüreceğimizin ötesinde tartışmalara, teorik tartışmalara ihtiyacımız var. Bu tartışmaları yapmak içinse işçiye pirinç bulmaktan vazgeçmemiz gerekmiyor. 

Biz mesela “Ekmek Davası” diye bir gazete çıkarıyoruz. İşçilerin dilinden konuşmaya çalışan popüler bir emekçi gazetesi bu. Bir yandan bunu yaparken bir Marksist, bir yandan da teorik, felsefi, bilimsel tartışmalara girebilir. Biz burada neyi tartışmak üzere buluştuk? Teori ve Politika’yı, ama aynı zamanda teorinin ve politikanın sorunlarını tartışmak üzere buluştuk. Sapla samanı birbirine karıştırmamamız gerekiyor. Teori tartışırken “bu dili işçiler anlamıyor” demek doğru bir argüman olmuyor. Kapital’i, Anti-Dühring’i, Materyalizm ve Ampiriokritisizm’i kaç işçi anlayabiliyordu ki? 

Her zamankinden fazla yüklü görevlerle karşı karşıyayız, bunu görelim, bunu yerine getirelim. Böyle bir düzlemdeyken, parti meselesi söz konusu olduğu vakit, mesela Teori ve Politikacılarla, Maya’cı arkadaşlarla, EHP’li arkadaşlarla, Köz’cü arkadaşlarla biz kendimizi kelimenin geniş anlamında aynı partide hissediyoruz. Kelimenin geniş anlamıyla derdimiz aslında aynıdır. Teori ve Politikacı arkadaşlarımızın da aynı dertleri var ki gelip burada bizle konuşuyorlar; benzer dertleri var ki, devrimcilik yapan, mahalleye giden, orada bildiri dağıtan insanla konuşmayı istiyorlar.

Belki çok kısmi bir yanıt oldu. Ama demeye çalıştığım şu; bizim derdimiz dünyayı dönüştürmek, yoksa sadece birtakım taşeron işçisini örgütlemek, onlara eylem yaptırmak falan değil. “Marksizm ölmüştür” diyorlar. Buna itiraz ediyoruz. Marksizm vardır, Türkiye'de burada bu paneli izleyen kadar Marksist kalmış olsa bile Marksizmin varlığının kanıtı olurdu. Ancak bu durumda olmadığımızı da biliyoruz. Sadece bir kriz içindeyiz diyoruz. Teorik yenilenmeye ihtiyacımız var diyoruz. Hepsi bu.

İdeoloji meselesinde sorulan soruya gelirsem; arkadaş, eski ideolojimizi terk etmeyi önerdiğimi kast ederek buna karşı çıktı. Burada şöyle bir farklı bakışımız var. Biz teori ile ideolojiyi ayırıyoruz. Teorimizin ana dayanaklarından vazgeçmemek konusunda kesin bir hükme sahibiz. Ha keza, teorinin zaman ve mekan ötesi bir açıklayıcılığı konusunda da netiz. Mesela, teorinin felsefe ayağını alalım. Materyalizmden bahsedeceksek, materyalizm her yerde materyalizmdir. Materyalizmin özgüllüğü, hani yere konuma ve tarihe özgü değişen bir yönü yoktur. Eğer materyalistseniz maddenin bilinci her yerde ve her zaman belirlediğini kabul etmeniz gerekir. Keza teorinin bilim ayağında da determinizm böyledir. Üretken güçlerin gelişimi üretim ilişkilerini belirler diyorsanız, bu ülkeden ülkeye değişiklik göstermez. Dönemden döneme değişmez. Yani, teori aslında şu anlamda değişir, gelişir: Varolan gelişmeleri ve olguları açıklamak üzere kendi kavramlarını günceller; kendi kavramlarına belki yeni kavramlar ekler. Verili temeli üzerinde kalarak kendisini yetkinleştirir.

Ama, ideoloji böyle bir şey değildir. İdeoloji zamana ve mekana duyarlıdır. Bir ideolojinin oluşumunda o kadar çok sayıda faktör devreye girer ki... O ülkede o andaki iktidar yapısı, devrimci ve karşı-devrimci dinamiklerin durumu, kültürel, dinsel faktörler, ülkenin mücadele tarihi vb. Bunların hepsinin ideolojinin üretiminde etkisi vardır. Bir ülkede ezilen halkın olması o ülkedeki Marksistlerin ideolojisinin içeriğini belirleyici bir faktördür örneğin. Kuşkusuz dünya konjonktüründeki gelişmeleri hesaba katmayan bir ideolojiye sahip olamazsınız.  

Teorik kalkış noktası aynı olan Marksistler, Almanya’da farklı, Çin’de farklı, Kongo’da farklı ideolojiye ve politik taleplere sahip olabilirler. Bunlar tarihsel dönem değişikliklerine göre değişime açıktırlar. İdeolojiye sabitleyemezsiniz.

Biz şunu söylüyoruz: bugünün dünyasına, bugünün Türkiye’sine, bugünün üretim ilişkilerinin biçimlenişine uygun bir Marksist ideolojiye ve mücadele taktiklerine ihtiyacımız var. Çünkü biz üzerinde yaşadığımız ülkeye yabancıyız. Örneğin; Marksizm eğitimi alan birçok arkadaşımız, Sovyet devriminde başrolü oynamış, etkili olmuş isimleri bilirler. Keza Paris Komününün nasıl kurulduğunu, bu sırada kimin nasıl tutum aldığını bilirler. Ama aynı oranda kendi tarihini bilmeyen bir kadro yapısıyla karşı karşıyayız. Milli mücadele döneminden resmi tarihe referans vermeksizin üç isim sayabilecek kaç kişi var? Birinci Mecliste kimler vardı, nasıl kutuplaşmalar vardı? Hele Cumhuriyet öncesine geldiğimizde tamamen cahiliz. Kemalizmin tarih yazımının ötesinde bir ufka sahip değiliz. Bizim tam da bu anlamda, ideolojinin yerel olması, otantik olması, kendine özgü olması gibi bir iddiamız var.

(?)- Bolşevikler yeni bir tarih yazdılarsa, entelektüel anlamda komünistlere birtakım miraslar bıraktılarsa ve bu çizgi doğruysa, ben bunu benimsiyorum. Bu toprakların özgünlüğü başkadır, bu topraklarda herkes örgütlenme yapar, bu siyaset ideolojiyi kavramaz; yani işçi sınıfı örgütünü kavramaz.

Kendi otantik tarihimizi görmezlikten gelmiyoruz. Mustafa Suphi’lerden biz zaten el alıyoruz ve miras olarak onu kabulleniyoruz.

CEM ÖZATALAY- Ben şuna kaniyim, Bolşevik devrimine sonuna kadar sahip çıkmamız gerekiyor. Çünkü teori, politika, pratik bütünlüğünün bu denli güçlü kurulduğu başka bir örnek de yok. Ama biz bu deneyimi Türkiye için edinirken, Rus Marksistlerinin izlediği yöntemi almalıyız; yoksa o dönem çıkarttıkları gazete modelini, kullandıkları dili almamız bir işe yaramaz. Çünkü bugün 1917 Rusyası’nda yaşamıyoruz. 2005 Türkiyesi’ndeyiz. Gerçekten üzerinde yaşadığımız ülkenin tarihiyle ve toplumsal, kültürel dokusuyla ilişkilenmeyi başaran ve aynı zamanda da dünya konjonktürünün yarattığı kamplaşmalara uygun bir ideolojiye ihtiyacımız var. Ben ideoloji meselesine dair olarak sözümü bitiriyorum, teşekkür ederim.

İBRAHİM HOROZ- Ben konuşmamın ikinci bölümünü iki soru üzerinden ele almak, düşüncelerimi ortaya koymak istiyordum. Birincisi gerçekten de kriz varsa kiriz karşısında ne yapılmalı sorusu? Teori ve Politikanın kriz karşısında tutumunu eleştirdik, ama gerçekten ne yapılmalı? En azından bundan ne anlıyoruz?

İkincisi de; yine bununla bağlantılı olarak Teori ve Politika’nın işçi sınıfı kavrayışı ve özne kavrayışı üzerinde durmak isterdim, ama bu 15 dakikada çok fazla bunlara girme olanağı olmayacak.

Şunu söylemek istiyorum: Aslında buradaki tartışmalara, sorunlara bakarsanız, buradaki tablonun gerçek anlamıyla krizin kendisi olduğunu görürsünüz. Yani, krizin kendisi, körün fili tanımlamasına benziyor, herkes tuttuğu yerden bu sorunu tarif etmeye çalışıyor. Yani, Teori ve Politikaya bakıp sorunları parçalayarak ele alıyorsun eleştirisini yaparken, burada da garip değerlendirmeler yapılıyor. Yani, buradaki kriz öyle bir tanımlandı ki, -buradaki arkadaşlardan söyleyenler oldu, Ercan’ın söylediğinde benzer değerlendirmeler vardı- aslında söylendiği gibi derin bir kriz yok. Ercan, “kriz aslında politik anlamdadır, politik alanda mücadele ederek pekala da bu krizi çözebiliriz” dedi. Eylem, benzer şeyler söyledi. Sorun esas itibariyle, işçilerin kooperatifleşmesi için çalışmakla, işte üniversiteye gidecek öğrencilerin üniversiteye hazırlıklarına katkı yapmakla çözülür gibi değerlendirmeler yapıldı. Bunlar bence tek tek bakıldığında, önemsiz değil. Kooperatifle arkadaşlar kendi çapında bence anlamlı işler yapıyorlar. Ne var ki, krizin tartışıldığı yerde, bugünkü koşullarda bunun gündeme gelmesi bile, krizin anlaşılmamasıdır. Bu bir yana, bu kavrayış gerçek anlamıyla bence krizin tam kendisidir. Bir yanıyla, bugünün koşullarında teori önemli mi, önemsiz mi tartışmasının kendisi, “cenaze alayına gözünüz aydın” demeye benziyor.

Bir kriz var, hem de dünya çapında Marksist hareketin krizi var. Komintern'in 4. Kongresi sonrasında tüm dünya komünist hareketinin krize girdiğini düşünürsek neredeyse 80 yıllık bir süredir ortada bir kriz var. Böyle bir durumdayken kriz politik alanda, bu alanda görevleri yerine getirirsek krizi çözebiliriz dersek ya da kriz, "işçilere gidip onlara ucuz pirinç sağlayarak" veya ne bileyim, "üniversite öğrencilerine ders vererek giderilebilir" gibi şeyleri gündeme getirirsek, sadece son derece krizin anlaşılmadığını ve son derece yanlış bir zeminde durulduğunu, yani toplam olarak hepimizin, sorunu bir yerlerinden parçalayıp tuttuğumuzu, sorunu bütünsel ele almada sorunlar yaşadığımızı göstermiş oluruz.

Ben önce şunu belirteyim: Konuşmalarda da söylendi, Teori ve Politika’cıların bilinçli bir tercih olarak, "biz zaten pratik, politik faaliyet içerisinde olmuyoruz" gibi bir tutumu benimsemelerini bir kenara bırakırsak, burada konuşan herkes, belki kooperatiflerde ucuz pirinç satmıyor, ama kendi çaplarında işçi sınıfının mücadelesini geliştirmek için, örgütlemek için, yapılabilecekleri yapmaya çalışıyorlar. Burada hep teoriyle iştigal olanlar, yatıp kalkıp teoriyle uğraşanlar ve öbür taraftakiler, Közcüler pratikle uğraşanlar gibi bir ayrım yapılması da mümkün değil.

İkinci olarak söylenecek nokta şu: Bu topraklarda en azından 40 yıllık bir sürece baktığımızda, herkes, zaten kriz tespiti yapsın yapmasın, sıkıntısını hep pratik-politik alandan çözmeye çalıştı. 1971 devrimci hareketi yenildi; yenilgiyi açıklamaya çalışanlar 1971 devrimci hareketi pratik-politik alanda zaafları nedeniyle yenildi, gereksiz bir şekilde silaha sarıldılar, birleşmediler, maceracı oldular dediler. "Biz maceracı olmaz, dağa çıkmazsak, bu kriz çözülür" denildi. Kitlelerle kaynaşarak, pratik alana yoğunlaşarak krizi çözmeye çalıştılar. Bunun nasıl bir kriz çözme olduğunu yaşayarak gördük, 70'ler böyle geçti.

12 Eylül öncesinde, her özne, büyüklü küçüklü herkes, yarın ya da öbür gün gelecek iktidarın hesabını yapıyordu, hatta bakanlıklara kimin geleceği hesaplanıyordu sohbetlerde. Ama, 12 Eylül geldi, bir darbe yedik ve 12 Eylül’ün arkasından yine şok yaşandı. Şokun arkasından, devrimci hareket, “biz aslında şurada şöyle örgütlenmeseydik yahut da 12 Eylül’ün geleceğini görseydik, şunu yapsaydık, şu pratik önlemleri alsaydık, bu krizi çözebilirdik, şimdi böyle çözeceğiz” diyerek yol almaya çalıştı. O günden bugüne gelen süreç nasıl yol alındığını ortaya koyuyor. Bugün palyatif önlemlerle, pansuman önlemlerle, Aspirin tedavisiyle krizi çözmeye soyunmak kadar abes bir şey olamaz.

Elbette, işçi sınıfıyla ilişkilenmeden, işçi sınıfıyla devrimci bir etkileşim içerisine girmeden, işçi sınıfının yüzde 90 kesimini oluşturan, sigortasız, sendikasız kesimlerin örgütlemesine yoğunlaşılmadan, ne kriz çözülebilir, ne komünistlerin birliği sağlanabilir. Elbette bu konularda anlaşanların, ideolojik bakımdan, politik bakımdan, örgütsel bakımdan anlaşanların birliği sağlanmadan, kriz çözülemez, bunlar çok önemli. Bunların gerçekleşmesi için de, krize küresel ölçekte, bütünsel bakmanız ve krizi çözmeye çalışmanız ve oradan yol almanız gerekiyor.

Buradan ne yapmamız gerekir sorusuna yanıt verilebilir. Kısaca yanıt vermek istiyorum. Birincisi; Teori ve Politika’daki arkadaşların, teori alanını özerk bir sorun olarak alma ve kendi başına çözülebilir bir alan diye tarif etmesi, ne kadar yanlışsa, “teoriyle politika yan yana olmaz, teoriyi önemseyerek politika önemsenemez” diyen yaklaşım da aynı ölçüde yanlış ve sakat bir bakış açısını ortaya koyar. Bugün olan şey şudur: Teori alanını kendi başına özerkleştirerek teorik çözümler üretmek, politika alanını özerk bir alan alarak politik alanında çözümler üretmek, pratik eylemler üzerinden giderek yol almak. Bugün, sayılan, sayılmayan tüm alanlarda her türden mücadele biçimlerini, araçlarını, aynı anda kullanan, değerlendiren mücadelenin ihtiyaçlarını gözeterek uyumlu bir şekilde ele alan bir özneye ihtiyaç var. Böyle bir özneyi yaratma iddiasında olanların da, bu yöndeki gayretlerini olabildiği ölçüde ortaklaştırmaya, yan yana gelmeye, aynı zeminlerde mücadele etmeye ihtiyacı var.

Hareketin toplam olarak son 25 yılına baktığımızda, sürekli olarak güç kaybeden ve zayıflayan bir hareket görürüz. Güç kaybeden ve zayıflayan bir hareketin, devrimci olarak, Marksist olarak, komünist olarak ayakta kalmaya çalışan, bunun için uğraşan, bunun için ölen, bunun için öldüren, bunun için işkence gören, bunun için aç kalan, bunu için işinden atılan insanlar olarak, tüm bu birikimi değerlendiren, onun en ileri ve bilinçli olanlarını bünyesinde toplayan, devrimci mücadelenin tüm işlevleri aynı anda yerine getirebilecek, tam da o sık sık bahsettiğimiz, ama zaman zaman da unuttuğumuz Bolşevik parti gibi, bir parti geleneğini, pratiğini yaratabilecek bir özneye ihtiyacımız vardır bugün.

O Bolşevik parti ki, onun yöneticileri emperyalizm konusunda, felsefi konularda teorik araştırma yaparlar; ama aynı zamanda onlar işçi sınıfının her alandaki eylemini örgütlerler, hepsi önderlik örgütünün içerisinde yer alırlar. Bize gerekli olan böyle bir partidir. Bu parti yaratılmış değildir, bugünkü pratikler, böyle bir bütünselliği kapsamamaktadır, ama bizim ulaşmamız gereken böyle bir bütünselliktir. O bakımdan, bir taraftan, mevcut birikimi, enerjiyi daha fazla heba etmeden toparlamak gerekiyorsa, bir taraftan da saflaştırmalı, ama saflaştırırken bile, devrimci zeminlerde ortak faaliyetin içerisinde saflaştırmalı. Öbür taraftan da bunu gerçek anlamıyla yaşama geçirecek belirli kanallara, ortak araçlara ve yöntemlere ihtiyacımız var. Bu anlamda, devrimci bir teorik çalışma da çok önemlidir, devrimci bir örgüt çalışması da çok önemlidir, devrimci bir sınıf çalışması da çok önemlidir. Bunların hiçbirisi, kendi başına, düşündüğümüz anlamda bütünsel özne yaratılmadığı sürece dışlayabileceğimiz unsurlar değil ve bu bakımdan da dışlamaya hakkımızın olmadığını düşünüyorum.

Burada, sohbet sırasında da söylemiştim, bir noktayı yine belirterek geçiyorum. Teori ve Politika’daki arkadaşların, yazdıklarına, konuşmalarına baktığımda, anlaşılabilirlik, anlaşılır bir dil kullanma gibi sorun olduğunu görüyorum. Konuşma tarzımızı belki de değiştirme ihtiyacımız var. Örneklerimizi verirken hedef kitlemizi dikkate almak durumundayız. Ben bile örnekler verirken, bilinen ortak değerimiz olan Bolşevik gelenekten veriyorum veya ne bileyim bir başka Batı Marksist hareketinin argümanlarını kullanıyorum. Ama, bu topraklarda faaliyet yürüten devrimci özneler olarak, biz Sovyet yerine meclis, gerektiğinde burjuva diktatörlüğü yerine, ne bileyim Haramilerin saltanatını yıkacağız gibi, halkın da anlayabileceği bir söylem geliştiremiyoruz.

Metin’e de söyledim, "Metin, sizin yazdıklarınız, buradaki konuştuklarınız çoğunluk için bir kuş dilidir". Yani, anlaşılmayan bir sürü kavram var, birçok insan bunlar ne demek istiyor diye düşünüyor. Buradan bakarak, aslında iki sonuçtan birine ulaşmanız kaçınılmaz görünüyor. Birincisi; “bizim anlattığımızı insanlar anlamıyorlar, öyleyse bunlarla uğraşmaya gerek yoktur” dersiniz ve dolayısıyla, birbirinin dilinden anlayan insanlar olarak kendi içinize daha fazla kapanır, bir mezhep geliştirirsiniz. İkincisi ise, ortak referanslardan hareket ederek, muhatap kitlenin anlayacağı bir dil ve söylem geliştirerek, mevcut dilinizi, referanslarınızı değiştirirsiniz. Söylemek istediklerinizi, muhataplarınızın anlayacağı tarzda bir üslupla, kavramlarla açıklamaya ihtiyaç var. Orada da söyledim, sizin ifade ettiğiniz gibi Marksizmin krizini gündemimize alıyorsak bile, onun kendi kavramlarından hareket etmeye gereksinim var. Örneğin, Lenin bir yerde "marksizm'in krizi" tespiti yapıyor, ama bunu Marksizmin üç bileşeni ve ögesi gibi bir kategorizisyon üzerinden açıklamaya çalışıyor. Herkes bakmıştır, “Karl Marks’ın Doktrini” diye geniş bir makalesi var, orada sistemin bütünselliği içinde sorunları ele alıyor. Siz neden aynı kategoriler üzerinden derdinizi anlatmıyorsunuz?

Bunlar sorunları anlatmaya, çözmeye yetmiyorsa o ayrı, yani Lenin’in, Marx’ın kategorileri krizi anlamaya yetmiyorsa, o zaman farklı bir zemin tanımlayalım. Bu da kargaşayı önleyecek meşru bir adım olur.

Sonuç olarak ben şunu söylemek istiyorum: Bizim yapmamız gereken, körün fili tanımladığı gibi, krizi orasından burasından çekiştirmek değil, olabildiği ölçüde bütünsel bir kavrayışa, bütünsel bir eylem çizgisine, bütünsel bir hareket planına ihtiyacımız var. Bu noktada ciddi olanlar, teori alanında sözü olanlar aynı zeminlerde, politik alanda sözü olanlar ve iş yapanlar benzer zeminlerde, örgüt alanında sözü olanlar da ne yapabiliyorlarsa, olabildiği ölçüde örgüt alanında, bu devrimci zeminlerde, o düşündüğünüz devrimci, komünist öznenin, partinin yaratılması için ortak bir bakış ve hedefe dönük iş yapmayı başarmak zorundadır.

Birbirimize laf yetiştirmeye değil, birbirimizi anlamaya, birbirimizle ortak zeminlerde iş yapmaya çalışmalıyız. Farklılıklarımızı bir arada olarak da tartışabileceğimizi bilip buna kafa yormamız, bu soruna daha fazla eğilmemiz gerekir kanısındayım. Bunu yapmazsak, olan oluyor ve böyle gitmeye de devam eder.

Komünistlerin birliği kimlerle sağlanacak, komünist örgütler, özneler Türkiye'de kimler? Bir arkadaş böyle bir soru sordu, ona kısa yanıt vermek istiyorum. Diğer bir soru da, Bolşeviklerin Batı merkezli düşünceden nerede kopup kopmadığı idi. Bunlar uzun bir tartışma konuları, ama şunu söylemek istiyorum: “Bolşevikler” diyorsunuz, eğer Bolşevikler dedikleriniz, birinci emperyalist savaşın arkasından, İkinci Enternasyonal’e karşı bir sistem geliştirdilerse, bu İkinci Enternasyonal Marksizmiyle köklü bir şekilde kopuş anlamına geliyorsa, ve eğer bu Bolşevikler, Lenin’in ölümüyle birlikte 4. Kongre’den sonra, tüm önde gelenleriyle bu sistemden kopuyorlarsa, burada bir problem var demektir. Burada, o sistemin kavranışında Bolşevik hareketin kendi içinde sorunların olduğunu, kavrayışta Lenin'le diğerleri arasında dengesizlikler olduğunu görmemiz lazım, bir de bunu tartışmamız lazım.

Lenin öldü, Bolşevizm bitti olamaz. Belki pratik olarak böyledir de, o zaman bu Bolşevizmin önceden ne kadar koptuğunu, ne kadar sistematize edildiğini, kendi içerisinde kristalize edildiğini, ortak kavrayışa dönüştürüldüğünü ortaya koymak lazım. Demin örnek verdim, “Lenin Ne Yapmalı’da “Alman Sosyal Demokrat Partisi bizim modelimiz olabilirdi” diyor. Ama, bir kere bile, sonraki tüm yazılarında, “Ne Yapmalı'da bunu söyledim yanlış söylemişim” demiyor. Ama, başka söylediklerinin yorumlayarak yanlış gördüğünü biz tespit edebiliyoruz.

Diğer bir örnek söyleyeyim, daha önemli bir şey: Bu biraz da üslupla ilgili bir sorun olsa da, önemli bir sorun. Komintern yöneticileri Doğu Hakları 1. Kongresine geliyor, delegelere seslenirken “Biz Avrupalılar olarak, Macar partisi, İspanya partisi, Rus partisi olarak sizleri emperyalizme, kapitalizme karşı dayanışmaya, birlikte iş yapmaya çağırıyoruz” diyorlar. Bu nasıl bir şeydir, Komintern ne zaman Avrupalıların partisi oldu? Bolşevikler niye 1. Doğu Hakları Kongresi'nde Doğu halklarının temsilcilerini topladıkları halde, orada Kongre'yi her yıl toplama kararı aldıkları halde ikincisi toplanamadı? Bunlar ciddi olarak tartışılması gereken konular.

Bizim yapmamız gereken, Marksizmin, daha doğrusu Bolşevizmin, daha genel ifadeyle komünizmin siyasal, teorik, felsefi bütünlüğünü doğru kavramaktır. Bu bir kalıp değil, bugün bu kalıptan hareket ederek, bu kalıbın üzerinden, onu doğru şekilde anlamamız olanaklı değil. Sorunu yaratıcı bir şekilde kavramak, elbette Bolşevizmi temel alarak, Bolşevizmi aşmak gerekiyor. Elbette bu salt teorik alandaki çabalarla olacak bir şey değil, ama düşünsel faaliyetin önemini göz ardı etmeden hareket etmeliyiz, o eksikliği, o zaafları, o yetersizlikleri de bilince çıkartmalıyız.

Ben, Bolşevik partinin ne kadar Bolşevikleştiği sorusu üzerinden sorunların kapsamını genişletmenin daha önemli olduğunu düşünüyorum. O anlamda, yeterince o parti Bolşevikleşemediği için, Lenin’in kavrayışını bir bütün olarak partinin kavrayışı haline getiremediği için, Lenin’in ölümüyle birlikte, önceden aşılan aşamalı devrim stratejisi, üretici güçler teorisi vb. konular, yeniden tüm Bolşevik önderler tarafından gündeme getirilebiliyor. Burada bir gariplik var ve bu gariplik, o kopuşun sınırlılığıyla ve bazı ortak zaaflarıyla ilgilidir diye düşünüyorum.

METİN KAYAOĞLU- Ben Ercan’a konuşmasına başlamadan kısa bir soru sorabilir miyim? … Önceki toplantılarda da oldu, Közcü arkadaşlar kendilerini “Komünistlerin birliğini savunanlar” diye ifade ediyor. Bu söz onlar için belli ki çok önemli. O halde, bugün Türkiye’de birleşmesi savunulan komünist özneler kimlerden, hangi örgütlerden oluşuyor?

ERCAN COŞKUN- Biz devrimci hareketin bir krizi yoktur demiyoruz. Devrimci hareketin krizi yoktur değil vardır, hatta Teori ve Politika’nın “Çerçeve Taslağına” birtakım göndermeler yaparken, bunu biz de doğru buluyoruz, benimsiyoruz diye anlattım. Bu orada da bahsedildiği gibi «devrimci örgütlerin kendi dışına siyaset yapamaması, kendi bulunduğu alanlardaki kitleyi harekete geçirememesi» ve «siyasetin birtakım belli ilkelerin propagandasından ibaret kalması, «siyasal mücadele içerisinde bunların somutlanmaması, devrimci siyasetin marjinalleşmesi, gittikçe küçülmesi, daralması» bütün bunlar bizim de benimsediğimiz şeyler.

Böyle bir kriz var, biz krizi küçümsemiyoruz, aksine önemsiyoruz. Önemsediğimiz için buraya bir müdahale etme amacını taşıyoruz. Devrimci hareketin bir krizi var, biz buna olumlu anlamda bir müdahale yapmak durumundayız diye kendi önümüze bir görev koyuyoruz. Kendimiz için de devrimci kalabilmek için yapmamız gereken şeyler var. Bu sadece birtakım işlerle meşgul olmak değil, işçi sınıfıyla yeniden bir ilişki içine geçmemiz, onlara somut öneriler sunabilmemiz, onu kendi sorunlarına muhatap edebilmemiz, bu sorunlara karşı örgütlenebilmesini sağlamamız gerekiyor. Bu bizim açımızdan devrimci olarak kalabilmenin bir kriteri ve önemsiyoruz. Hatta o kadar önemsiyoruz ki, konuşmamda da şunu söyledim: Devrimci siyasetin gitmesi, ortadan kalkması gibi bir seçenek de yok mu? Yani, “biz teorik sorunlarla ilgileniyoruz, birtakım çözümler üretiyoruz ve siyasal mücadele içinde olanlara bir miğfer öneriyoruz” diyorsunuz ama miğfer önerecekleriniz de ortada kalmayabilir. Böyle bir durumda, yani böyle siyasetin dışında durarak teorik meselelerle ilgilenince buraya bir katkı sunmuş olmuyorsunuz, problem burada. Teori ve Politika’da, politikayla ilgili yazılar da var elbette, sadece teoriyle ilgilenilmiyor, sadece teorik meseleler ele alınmıyor, politik birtakım meseleler de var. Ama bunların da yeni alternatif bir politika oluşturduğunu düşünmüyoruz. Zaten var olan siyasete bir şekilde belki birtakım düzeltmeler yapılıyor olabilir, ama asıl olarak bir eleştiri sunulmuyor, esasta bunlar tartışılmıyor. Bunların olduğu şekliyle yapılmaya devam edilmesi gibi bir sonuç çıkıyor. O yüzden krize bir müdahale anlamı taşımıyor.

Şunu da söyledik: Burada birtakım programatik meselelerin ele alınması, bu krize bir müdahale anlamı taşımayacak. Bizim kendimizce doğru bulduğumuz bir çerçeve var, mesela şöyle düşünmüyoruz, bu çerçeve krize çözüm olur diye bir düşüncemiz yok, aslında siyaset sahnesinde bir kriz var ve buraya bir müdahalede bulunmak gerekiyor.

Şunu da görmek lazım: Devrimci hareket günden güne siyasi hattından ve devrimci siyasi hattından uzaklaşıyor. Yani, Kürt sorununu tutun, devrimci hareketin bütününde yaygın olan sosyal şoven eğilime baktığınız zaman, eskiye göre bir geriye düşüş var. Kaypakkayaların gerisine düşüldüğünü söylüyorum. Kemalizm’i direkt faşist diye damgalayan ve Kürt sorununa kayıtsız şartsız kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma hakkı olarak belirleyerek savunan bir İbrahim Kaypakkaya’dan bugün geriye düşülmüştür. Yani, siyaset sahnesi bizim bıraktığımız şekliyle durmuyor. Bir yandan merkezler yıkılırken, bir yandan da liberalizmin etkisi artıyor, liberal siyaset tarzı, liberal eylem biçimleri, devrimci harekete sirayet ediyor. Düşünülebilir miydi ki, on sene önce 1995’te devrimcilerin birtakım sembolik eylemler yapacağı, balon uçurma, telgraf çekme, böyle şeyler yapacağı, o zaman akla gelir bir şey miydi bu? Bugün böyle şeylerle karşı karşıysak, bu anlayışları reformistlerden düşünmeden, üzerinde kafa patlatmadan devraldığımız içindir. Bu siyasi anlayışta bir sorun var ve buraya bir müdahale gerekiyor.

Açıp okuduğunuz zaman, KÖZ bu krizden en çok bahseden, döne döne bahseden ve kendini de içine katarak bahseden bir çizgiye sahip. Beğenmediğimiz eylemlere katılmamak gibi bir tutumumuz yok, bütün eylemlere katılıyoruz, ama yanlış olduğunu da söylüyoruz, yanlışlıklar eksiklikler olduğunu söylüyoruz. Örneğin “Çerçeve Taslağı”nda şöyle bir eleştiriden bahsediliyor: Ben öyle anladım, ortak bulduğum bir şey. Devrimciler kendi içlerinde idari olarak kendilerine bağlı insanları harekete geçirebiliyorlar, ama küçük de olsa kendi dışlarındaki bir kesimi harekete geçiremiyorlar, onları öne çıkartamıyorlar, onlara dönük bir politika yapamıyorlar gibi bir şey çıkardım o yazıdan.

Köz’de de buna benzer bir şey dile getirildi. ESP’nin İzmir’de işçi kurultayı oldu, buradaki arkadaşlar işçi kurultayına dair şöyle bir eleştiri dile getirildi. Bir işçi kurultayının sınıfın çalışmadığı bir saatte, işçilerin çalışmadığı bir saatte yapılması gerektiği, asıl onların katılması gerektiği, işçi kurultayının ESP’nin zaten militanları olanlarla sınırlı bir çalışma olarak düşünülmemesi gerektiği gibi pozitif önerler içeren, yani bu kurultay bir dahaki sefere yapıldığı zaman böyle yapılsa daha ilerletici bir şey olur diye bir eleştiri getirildi. Bu eleştiri getirilirken, buradaki arkadaşlar çevrelerindeki bütün işçileri de oraya kattılar, katmaya çalıştılar, bu kurultayı asla «ESP’nin kendi malıdır» diye görmediler. Buraya katılırken, kendi tebliğlerini de sundular, buradaki işçilerin sorunlarını taşımaya çalıştılar. Anlatmak istediğim mesele bu, “Çerçeve Taslağında” kıymetli olan şeyler var, yani taslağa baktığımız zaman, en azından nelerin yapılmaması gerektiği söyleniyor ve birtakım sorunlara işaret edilmiş. Ben Teori ve Politika’nın hâlâ bu kaygıyı, «devrimci politika» kaygısını taşıyıp taşımadığını sormak isterim. Gerçekten bir devrimci politika için çünkü taslakta böyle ifade ediliyor: Teoriye asıl bir devrimci politika için ihtiyaç var, asıl amaç bu, bizim bununla ilgilenmemiz, meşgul olmamız gerekiyor ve bunu çözmemiz gerekiyor diye bir anlayış var. Bu gerçekten hala böyle mi? Çünkü şimdi baktığınız zaman varolan politikalara destek sunan bir pozisyonu var, Teori ve Politika’nın. Ben böyle görüyorum, bu birbiriyle bağdaşmıyor.

Biz bugün devrimci hareketin bütününün parçalı bir yapıya sahip olduğunu düşünüyoruz. Aynı örgütlerin içerisinde bir yandan proleter devrimci kanatların olduğunu ve bu tarzların sürdürüldüğünü, ama bir yandan da burjuva liberal eylem tarzlarının sürdürüldüğünü düşünüyoruz. Bu örgütler içindeki proleter ve burjuva kanatları siyasal meseleler bağlamında ayrıştırmaya çalışıyoruz.

Hedeflediğimiz onların merkezinde duran, bu işlere, teoriye kafa yoran insanlar değil. Mesela, sizlerden öyle bir farkımız olduğunu da ben düşünüyorum. Asıl mahallelerdeki devrimcileri önemsiyoruz. Önce onlarla ortaklaşmaya çalışıyoruz, siyasal mücadele içinde bir araya gelmeye çalışıyoruz. En küçük ortak yapılabilecek şeylerden başlayarak, birtakım siyasi tutumları birlikte almak gerektiğini söylüyoruz ve bu tutumlar bizim çok da yeni olarak ortaya koyduğumuz şeyler de değil, eskiden izlenen birtakım devrimci tutumların hâlâ yürürlükte kalması, bunlardan vazgeçilmemesi, yerine başka şeylerin konmaması gerektiğin söylüyoruz. İbrahim Kaypakkaya’nın Kürt meselesindeki tutumu böyle bir şey, bunun yerine başka bir şey koymayalım, bu doğruydu diyoruz.

Komünistlik, sonuçta bu kitlelerin bize vereceği bir paye. Bizim söylediğimiz şey ise ortada: Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ortaya konan bir çerçeve var, biz bunu komünist olarak görüyoruz; buna uygun olarak hareket etmeye çalışıyoruz. Buna uygun olarak hareket edilmiyorsa komünizmden uzaklaşılmıştır diyoruz. Asıl olarak bu çerçeveyi siyaset içinde yaratmaya çalışıyoruz, bu çerçeveyle birlikte siyasal sorunları düşünmeye çalışıyoruz. Devrimci örgütlere de böyle bir siyasi müdahale yapmaya çalışıyoruz. Bir takım mevzilerden geri düşmüşsek bile en geri çekilebildiğimiz yere kadar çekiliyoruz. Yani emekçi semtlerindeki birtakım mevzilerin gerisine düşmüyoruz.

Sizin bu çerçeve taslağında da bahsettiğiniz gibi, SSCB, Çin, Arnavutluk yıkılmadan önce TKP-ML Hareketi, TDKP, TİKB gibi “komünist akımlar” bu konuda ne diyordu? “Arnavutluk komünisttir” diyorlardı. Bunun dışındaki akımlara da “küçük burjuva” diyorlardı. Böyle merkezler yok, baktığınız zaman bunlar yok, ortadan kalktı. Hâlâ da bugün komünist olup olmamayı orada kalan ayrımlara göre mi belirleniyorsunuz? O zamanlar Arnavutlukçu olanlar hâlâ bugün komünist midir? O zaman ona göre yapılıyordu bu ayrım. Bugün bunun ötesinde yeni bir tespit var mı? Burada da taslakta da aynı şey var. Komünist olarak görülen akımlar Arnavutlukçu olan akımlardı. Bu ortadan kalktı, o zaman komünist olarak kabul edilenler hala komünist olmaya devam eder mi? Örneğin TDKP, tabi varsa eğer böyle bir parti, komünist olmaya devam eder mi? Burada bizim için Çin veya Arnavutluk falan gibi birtakım merkezler yok, hiçbir zaman da olmadı. Komünistlerin birliği bir şekilde bu ve benzeri örgütlerden koparak gelen devrimcilerin oluşturduğu bir platform. Ama biz şunu söyledik: Bugün böyle bir merkez olmasa bile Komünist Enternasyonal’in İlk 4 kongresi gibi bir merkez hala var. Biz bu merkeze göre değerlendirdiğimiz zaman, MLKP komünist olamıyor. İzlenen siyaset bu çerçeveye uygun değil. Burada önemli olan bizim ayrıca komünist olup olmamamız da değil. Bunun çok da önemli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Biz şunun eksikliğini üstümüzde taşıyoruz. Biz kendimizi devrimci hareketin krizine müdahale etmeye çalışan bir platform olarak nitelendiriyoruz ve yeterli olmadığımızın farkındayız. Bu platformun komünist olup olmaması, açıkçası çok da benim için gündemde değil. Yani, ortada birtakım problemler var biz buna ne kadar müdahale edebiliyoruz, ne kadar yol alabiliyoruz? ben ona bakıyorum.

Şöyle bir şeyi doğru bulmayız; yani “birtakım insanlar teoriyle uğraşıyor, birtakım insanlar siyasetle uğraşıyor, birtakım insanlar örgütle uğraşıyor, bir partinin bütün bu yetenekleri kendisinde barındırması gerekir.” Elbette bu doğrudur, ama bu parti amaç ve ilkelerde olduğu gibi, önceliklerde de bir araya gelmiş insanların bir birleşimidir. Mesele, öncelikler meselesi, yani önceliklerimiz aynı değilken biz nasıl aynı partide yer alacağız? Metin Kayaoğlu’yla ben örneğin. Yani öncelikle “teorik meseleler var, bugün bu sorunları çözmek lazım, bunları ben önüme koydum” diyen birisiyle, “hayır bugün asıl sorun siyasal mücadele ve bütün bizim yapacağımız işler buna tabii olmalı, buna göre şekillenmeli” diyen ben aynı partide yer alamayız. Yani, İbrahim Horoz’un atladığı nokta da burasıdır…

İBRAHİM HOROZ- Teoriyle politika yan yana bulunmaz gibi bir kategorileştirmeye karşı söyledim.

Benim demek istediğim şu: Şu anda herkes birleşsin demiyorum, bir parti, hem teorik alandaki sorunları çözebilir, hem politik alandaki, hem de örgüt alanındaki sorunları çözebilir, bunları birbirinin karşısına koyunca bir şey olmaz. Bugünkü örgüt yapıları bütünselliği karşılamıyor olabilir, ama biz biliyoruz ki, Lenin’in partisi bunu karşılıyor. Yani, teoriyle politika yan yana gelirse günah işlenir diye bir şey yoktur. Yahut da önceden söylediğim gibi, “teori alanıyla bir süre ilgilenenler bir daha politikaya dönemezler” denilemez. Nasıl olur, birileri bir dönem yanlış tercih yapsa bile, niye politikaya dönemesin? Yani, günaha girdikten sonra bir daha arınamazsın mı diyeceğiz?

ERCAN COŞKUN- Ben konuşmamı bitireyim. Son olarak da şu noktaya vurgu yapacağım: Hep “Ne Yapmalı”dan bahsediliyor bu teorik meseleler gündeme geldiği zaman, “Cenaze alayına gözünüz aydın demek” cümlesi hatırlatılıyor ve Lenin’in “devrimci teori olmadan, devrimci politika olmaz” sözüne gönderme yapılıyor. Orada Lenin ideolojik birlikten bahsetti diye, devrimcilerin ideolojik birliğinden bahsetti diye oraya bir gönderme yapılıyor. Ama “Ne Yapmalı”nın asıl içeriğinin bir türlü burada ortaya konmadığını düşünüyorum. Yani oradan birkaç şeyi alıp değerlendirirseniz bu sonucu varırsınız. Ama, “Ne Yapmalı” niçin yazılmıştı? “Ne Yapmalı”nın başlıkları nelerdi? Bunlara baktığınız zaman, Bir “Eleştiri Özgürlüğü ve Dogmatizm” İkincisi; «Sosyal demokrat siyaset, Trade Unioncu Siyaset»tir. “Ne Yapmalı”da devrimcilerin amatörlüğünden, ekonomistlerle siyasal ve örgütsel olarak ayrım noktalarından bahsedilir. Yani somut siyaset sorunları, örgütlenme sorunları vardır “Ne Yapmalı”da. Orada, Lenin ideolojik meselelerle ilgili Bemstein’ın programıyla ilgili bir takım noktalara vurgu yapmıştır. Ama «doğrusu şöyle bir programdır» diye uzun uzun bir şey de yazmamıştır, bununla ilgili sadece bir paragraf bulursunuz bütün kitapta. Orada madde madde “Bernstein’ın ortaya koyduğu program devrimci bir program değildi, reformist bir program benimsedi, sosyal demokrat siyaseti liberal bir harekete dönüştürdü” diye bir paragraf vardır. Ama Lenin’in asıl orada mücadelesini verdiği, pratikte kendisini ayrıştırmaya çalıştığı ekonomist siyasettir, ekonomist siyasetle bulaşık olan sosyal demokrat siyasetin kendisini bundan ayırt etmesini, ayrım noktalarını çizmesini hedefler ve bunu bir parti hedefiyle, devrimci bir partiye ulaşmak için yazmıştır.

Sonundaki 5. madde de tüm Rusya’yı kapsayacak bir gazete planından söz eder ve bu parti de bu gazetenin etrafında örgütlenerek ortaya çıkacaktır. Yani, orada da Lenin’in ele aldığı mesele, birtakım teorik meseleler değildir, parti için çözülmesi gereken siyasal ve örgütsel sorunlardır. Bunların önemsenmesi gerekiyor. Elbette bunları ele alırken, zaman zaman ideolojik sorunlara da değinmektedir, zaman zaman «özne kendiliğinden harekete nasıl müdahale eder, edemez mi?» türünden teorik sorunlara da değinir. Bunlara da uğrayarak ama asıl halkayı elden bırakmayarak, devrimci partinin ortaya çıkması sorununu bir kenara bırakmayarak ele almıştır. “Ne Yapmalı”ya değinirken de buna dikkat etmek gerekir.

METİN KAYAOĞLU- Şuradaki tartışmaya dikkat çekmek istiyorum. Tutarsızlık var, ve tutarsızlık üzerinden yürüyen bir şey var burada. “Komünistlerin birliğini savunanlar” demek, Köz Gazetesinin lejantına, “Bütün ülkelerin komünistleri birleşin” yazmak, benim dışımda komünistler var demektir önsel olarak. Eğer kendi dışınızda komünist tanımıyorsanız, komünistler zaten birleşmiş demektir ve “komünistler birleşin” şiarına da gerek yoktur.

ERCAN COŞKUN- Komünistlerin birliği bir platform olarak tarif ediliyor. Dolayısıyla, bunun da içinde birden fazla birleşen var demektir. Bugün, dünyada yeni bir komünist enternasyonal lazım diyerek, Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ilkeleriyle yola çıkarak, tüm dünya komünistlerini birleştirme çağrısını yapan ve fiili olarak da Kominist Enternasyonal’in ilk dört kongresinin ilkelerine göre yolunu çizen bu platformdan başka kimse yok.

Sadece Türkiye’de değil; dünyada da bunu yapan ve söyleyen bir tek biziz. Türkiye devrimci hareketi eşitsiz ve parçalı bir gelişme göstermiştir. Biz siyaset yaparak, Türkiye devrimci hareketi içindeki diğer siyasal akımlar ve devrimci hareketler içinde bir ayrıştırma yapma iddiasını taşıyoruz. Bolşevik bir ayrıştırma yaratma iddiasını taşıyoruz. Yani ayrılar gayrılar ayrışsın ve ayrışarak bileşilebilinir diyoruz. Bu da ancak pratik politik bir mücadeleyle mümkündür; bu konularda tartışarak değil. Şunlar az komünist, bunlar çok komünist gibi bir konumuz yok. Bu platformun dışında komünistler vardır demeyiz. Ancak bolşevik bir ayrışma sonucu yaratılacaktır ve böylelikle de platformun muhatabı haline gelecektir. Bu ayrışma da ancak pratik alanda olur. Örneğin tekstil işçileri arasında ya da deri kundura işçileri arasında kimlerle karşılaşırsak, onlarla ortak çalışma yaparken de olabilir bu.

METİN KAYAOĞLU- Arkadaşlar; şunu takdirinize sunuyorum. Bizim yaklaşımlarımız tasfiyeci bir nitelik taşımakla eleştirildi. Komünistlerin birliğini savunduğunu ifade eden arkadaşlar, sadece ve gerçekte kendilerinin birliğini savunuyorlar. O yüzden de şunu demeye getiriyorlar: MLKP merkezci bir akımdır, içinde komünist birtakım öğeler barındırıyor. Dolayısıyla, MLKP’nin tasfiye olması ve içindeki komünist yönelim taşıyan kişilerin bize gelmesi lazım.

ERCAN COŞKUN- Buna girmeye gerek var mı?

METİN KAYAOĞLU- Buna girmeye şunun için gerek var Ercan. Tasfiyecilik önemli bir ifade değil mi; bunu kabul ederiz. Ben de tasfiyecilik topunu aldım, size doğru atıyorum. Buna hakkım var; öyle değil mi arkadaşlar?

Burada gecenin ilerleyen vaktine kadar bu tartışmayı sürdürebiliriz. İlgili süre içerisinde ayarlayalım. Biz şunu yaptık: MLKP politik Marksist bir örgüttür, ama teorik Marksizm misyonunu üstlenemeyen bir örgüttür. Politik Marksist örgütlerin bütünsel Marksizm açısından eksikleri vardır, biz ayrı bir misyon oluşturuyoruz. Bir tamamlayıcılık, önderlik değil, bir tamamlayıcılık ilişkisidir; bizim söylediğimiz bu.  

Tasfiyecilik meselesiyle ilgili İbrahim Horoz’un da konuşmasında bir ifadesi vardı. Biz on yıldır “teori teori...” diyoruz. On yıldır “teori teori” diyen ve hâlâ tasfiyeci olmayan, hâlâ devrimcileri işaret eden bir örnek yok. Böyle bir şey yok. Dolayısıyla, bizim bu eleştirinin muhatabı olmamız kabul edilemez, diye düşünüyorum.

Bir de şu “miğfer” meselesi... Arkadaşlar, bunu hakikaten miğfer olarak anlıyorlar. Pratik politik bir komünist var, biz onun kafasına miğfer koyuyoruz, atılan taşlar değmesin diye. Arkadaşlar; biz böyle demiyoruz, farklı bir şey ifade etmeye çalışıyoruz. Burada mecazda sizin anlamanızı zorlaştıran birtakım yönler olabilir, o zaman geri çekeriz, çok önemli değil. Anlatmak istediğimiz başka bir şey.

Ben sorularla ilgili kısımdan başlayayım, mümkün mertebe kısa bitmesi için. Atılımcı arkadaş, “devrimi iyi savunmak gündelik bir iştir” dedi. Aynen böyle olduğu için biz şunu söylüyoruz: Devrimciler mücadele yürütüyor, biz pratik devrimci değiliz. Biz pratik devrimci olduğumuzu iddia edersek, devrimciliğin komünizm hedefini ortaya koymak olduğunu savunursak, TKP de devrimci olur, biz de... Aslında birçoğu devrimci kabul edilmek zorunda olur. Bu durumda, MLKP gibi Marksist devrimci, DHKP gibi devrimci örgütlerin ayrıcalığı kalmaz. Yani, komünizm iddiasını ileri süren herkes, bu hedefini koyan ya da programı olan herkes komünist olur.

Özel olarak politik Marksist olmak, devrimci olmadan mümkün değildir, pratik devrimci olmadan mümkün değildir. Pratik devrimci de tam ifade ettiğiniz gibi ya da ifade etmek istediğiniz gibi anlaşılmalıdır. Biz böyle anlıyoruz.

Bu arada şunu söyleyebilirim: MLKP’de gözden kaçırılamaz bir yenilenme perspektifi var. Arkadaşa, sorduklarıyla ilgili olarak, Hasan Polat’ın dergimizin son sayısındaki, 37. sayısındaki yazısını okumasını öneririm.  Hasan Polat, hapishanelerle ilgili açıklamalarda MLKP davasından bir tutsak olarak imzası bulunan bir komünist devrimci.

MLKP’de bir yenilenme çabası var, ancak bu bizim beklediğimiz üzere çelişkili bir süreç olarak ilerliyor. Örneğin, bu örgütün literatüründe, zaman zaman “devrimin güncelliği” deyişine rastlanıyor. Bilindiği gibi, Lukacs’ın, Devrimin Güncelliği alt başlığıyla yayınlanmış bir kitabı var. Anlaşılan arkadaşlar bunu okumuşlar, ve bu ifadeyi, klasik literatürde olmayan bir yenilik olarak almakta sakınca görmemişler. Lukacs’ın, bu kitabı yazdığı yıllar da dahil, Lenin tarafından da eleştirildiği, bir “solcu” dönemi var. Devrimin güncelliği ne demektir? Lukacs, o dönemde, bir devrimci durum olduğunu savunuyor ve bu sözü onun için telaffuz ediyor. Ama bu söz Lukacs’ın idealist Marksizm anlayışına da gayet uygun. MLKP bugün ve yakın geçmişte devrimci durum olduğunu savundu mu hiç? MLKP, bir yenilik olarak, birtakım kaynaklara el atıyor, onlardan bir şeyler buluyor, devrimin güncelliğini buluyor; mücadelenin öznel boyutu için güzel bir deyim haline getiriyor bunu, ama aynı zamanda bir anlayış olarak da, bir öznel ve idealist Marksizm anlayışı olarak da bu yavaş yavaş yerleşiyor.

MLKP literatüründe, örneğin post-modernizmle ilgili bir tartışma yürütülür ve arkadaşlar birtakım argümanlara ihtiyaç duyarlar. Post-modernizmle ilgili Marksizm alanında epeyce bir eleştiri birikti. MLKP’li arkadaşlar, post-modernizmle ilgili eleştiri argümanlarını hemen oradan alırlar ve bir TKP’linin post-modernizm eleştirisiyle MLKP’linin eleştirisi arasında hiçbir ciddi ayrım görülemez olur...

(SORU)- SİP demek istiyorsunuz herhalde...

METİN KAYAOĞLU- Hayır; tam da bugünkü mevcut TKP diyorum. Bu parti, adını hak ediyor; “50 yıllık revizyonist, reformist TKP”nin hakkıyla devamıdır bu parti.

İşte bir eleştiride TKP ile bir ayrım görülemiyorsa, bizce, bizim burada devreye girmemiz lazım. İşte, ‘teorik Marksizm’e burada ihtiyaç var. Neo-liberalizm eleştirisinde de, post-Marksizm eleştirisinde de aynı şey vardır...

Şundan özellikle imtina etmek istiyoruz. Biz, teorik önderlik gibi bir misyonu özellikle reddediyoruz. Bizimki, bir tamamlayıcılık ilişkisi arayışı. Bakın, tarihte özellikle silahlı peygamberler önder kabul edilir. Büyük dinler aklıma geldi. Marksist hareket genel olarak, keşke büyük dinler gibi bir model ortaya koysa, çok zengin ve güzel olur. Peygamberler önder kabul edilir, onların arkasında kimler yer alır? Mücahitler, pratikte mücahitler yer alır, ikincisi filozoflar yer alır; filozoflar da peygamberin arkasında yer alır. Bu bir modeldir; bir anlamda teori ile pratiğin birleştiği alaşım yerinde ortaya çıkar önderlik. Başka bir şey, yani bizim derdimiz başka bir şey.

Pratik-politik Marksist bir örgüt olarak MLKP, aynı zamanda teorik meselelerle uğraşabilir mi? Biz, geniş anlamda, partiler ve politik örgütler teorik sorunlarla uğraşamaz demiyoruz. Biz, dünyada bugün yaşanan atmosferde, Türkiye’dekiler de dahil, Marksistler politik faaliyet yürütürken teorik meselelerle hakkını vererek uğraşamıyorlar diyoruz. Yarın uğraşamazlar da demiyoruz. Geçmiş on yıldır böyle olduğunu savunuyoruz.

Eylem, aynı dili konuşmadığımızı, tarihi düşünüşlerin belirlediğini söyledi. Biz bu anlayışı Marksist görmüyoruz. Marx’tan önce de idealist filozoflar aynı şeyi söylüyordu. Yani doğru, bambaşka dilleri konuşuyoruz.

Ancak başka bir konuyu daha somut olarak ele alabiliriz. Sizler nasıl, bir fikri, teorik süreç sonucu kooperatiflerde üstlenmek gerektiği sonucuna ulaştıysanız, biz de benzer bir süreç sonucu şu yaptığımız işi yapmaya karar verdik. Siz pirinç çuvalı taşıyorsunuz, biz başka bir tür çuval taşıyoruz. Buna biz teori-işi diyoruz. Ama başta geçilen süreç kategorik olarak aynı; fikri bir süreç…

Arkadaşlar Leninizm yerine Bolşevizm demeyi daha uygun buluyor. Ama bize bu pek ikna edici gelmiyor; eğer özel olarak Rusya’daki politik mücadelenin tarihinden bahsedilmiyorsa, Leninizm ifadesi, dünya karşısında konumlanmak için çok daha dolu bir içerik ve kapsama sahip.

Bizce, Marksist hareketin evveliyatını özellikle Fransız devrimciliğinin Aydınlanmadan mülhem kökenlerine bağlamak gerekmiyor; bu çok yetersiz. Biz ezilenlerin devrimci geleneği nereye kadar giderse, çizgimizi oraya kadar uzatmalıyız diye düşünüyoruz. Bu, Marksizmin toplam tarihinde Lenin’den geçmiş ve Mao’ya uzanarak bugüne taşınmıştır. Avrupa’da Babeuf – Blanqui devrimciliğinin izlenmesi, Türkiye’de, “modern” Türkiye tarihinde 1971 devrimciliğine ulaştırır. Arkadaşlar; modern Türkiye tarihinde Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya’dan önce bağlanacağımız bir devrimcilik yok; bir tek TKP’nin 3-4 aylık tarihi sembolik bir tarihtir, önemli değildir, sembole önem vermek gerekirse veririz. Ama semboliktir, bunu bilelim. Kaypakkaya’ya geldiğinizde ise artık adını Marksist olarak koyacağınız bir örnek var olmalıdır karşınızda. Birtakım Marksist görüşler ifade etmiş biri olarak değil, bir Marksist olarak…

Daha önce Türkiye tarihinde devrimcilikler arıyorsanız, Patrona Halil’e gidin, Şeyh Bedrettin’e gidin, Babailere gidin, bazı Celali başbuğlarına gidin. Biz Marksizmin devrimci çizgisini modern denilen tarihle kesmiyoruz, kesmemek gerektiğini kabul ediyoruz ve bunun çok önemli olduğunu iddia ediyoruz.

Eylem, “gelin işçi sınıfının örgütlerinde birlikte çalışalım” diyor. Şaka yapıyor, ben şaka olarak alıyorum. Arkadaşlar; lütfen, siz bir çalışma yürütüyorsunuz, biz size böyle şakalar yapmıyoruz, siz de bize yapmayın. İşçi sınıfının kitle örgütlerinde, kooperatiflerde birlikte örgütlenelim? Biz vallahi böyle bir sorun varsa, sizi düşünmeyiz bile. Devrimci mücadele yürüten, sıkı pratikleri olan örgütler var, onlara gideriz.

Arkadaş; Marksistler arası çatışmadan bahsettiniz dedi. “Devlete karşı da bir şey ayırdınız mı?” diye sordu. Bu da güzel bir şaka. Yani, şöyle söyleyeyim: Ben gerçekten gönlüm akarak sizi dinliyorum, ama gerçekten başka bir şey demek istiyoruz. İnanın ki, biz de burjuvazinin aldanmalarına kanmış saf adamlar değiliz.

İbrahim Horoz’un söylediklerine rahat yanıtlar veremeyeceğim, ayrıca vermeye çalışırım. Ama, bence şu önemli: Dediklerimizin çok fazla anlamlı olmadığını; program, strateji falan gibi meselelerle uğraşmamız gerektiğini; o zaman, zaten dediğimiz birtakım şeylerin anlamsız olduğunu anlayacağımızı söylüyor.

Eğer biz yarın politik örgütlenme vakti geldiğini düşünürsek ya bir politik örgüte katılırız ya da kendimiz bu konuda bir şey yapmaya çalışırız. Program, strateji gibi meseleler o zaman gündemimize gelir. Biz burada dururken, mücadele verenlere program strateji falan öneremeyiz. Biz bunun anlayış olarak yanlış olduğunu düşünüyoruz. Mücadele içindekiler, bizzat içindekiler bu işle ilgilidir. Bizim bu anlayışımız, rastgele, tesadüfen ulaştığımız bir sonuç değil. Kendimizce çok düşünmüş olduğumuz bir şey.

Dünyada yaprak kıpırdatan her harekete duyarlı olmaya çalışmamız ve devrimcileri hep desteklememiz bu yüzden. Biz devrimci değiliz, ama devrimcileri destekliyoruz diyoruz. Bu çok önemli bir ayrım. Biz devrimci olarak, devrimcilerle birlikte mücadele yürütüyoruz demiyoruz arkadaşlar?

Esra Sarıoğlu “ezilenler” anlayışımızın iktidar ilişkilerini belirsizleştirdiğini söyledi. Biz, yazdık; “Marksizmin ezen-ezilen ayrımındaki temel ekseni, devlet ve ezilenlerdir” diyoruz. Ezme aygıtı devletin kendisidir. Devletle ailedeki ezme-ezilme ilişkisini kategorik olarak bir tutan anarşizan yaklaşımlarla Marksizmi kategorik olarak bu noktalarda ayırıyoruz. Bu konuda yazdık çizdik, onun için söylüyorum.

İbrahim Horoz, teorik çalışma yürüten bir ekibin politik alana yönelmesinin mümkün olmadığını söyledi. Elbette katılmıyorum, ama vaktimiz çok fazla yok, bir şey söylemiyorum. Bu bizim için önemli bir iddia. Bir de, aklınızda kalsın diye söylüyorum. Proletarya diktatörlüğünün Marksist yazına Paris Komünü sayesinde girişi bir kazadır. Bu terimi daha önce Blanqui kullanmıştı. Bu terimin bilimsel bir kavram olmasında Paris Komününün etkisi dışsaldır. Ayrıca Blanqui’nin kullanımı göz önüne alındığında da önemsizdir. Bunlar Marksizmin toplam tarihini anlamadaki yanlışlara örnekler arasında yer alıyor.

Teşekkür ederim. Tahammül ettiniz, sağ olun.

 

 

 

 

]]>
atilla2005@gmail.com (Teori ve Politika) Sayı 38 Sun, 10 Jan 2021 10:33:33 +0000
Ankara Toplantısı https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1108-ankara-toplantisi https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1108-ankara-toplantisi

   

  

10. yılında Teori ve Politika’yı tartışıyoruz

Ankara Toplantısı

4 Haziran 2005

 

OTURUM BAŞKANI (ALİ İHSAN TOPÇU)- Arkadaşlar; hoş geldiniz.

Geçen hafta da, aynı konu ile İstanbul'da bir panel düzenledik. Konumuz, “Teori ve Politika’nın 10 uncu yılı” idi. Bu toplantıda Teori ve Politika’nın yakın dostları, devrimci siyasal çevreler, sol ve farklı çevrelerden, Teori ve Politika ya dönük görüşlerini sundular, değerlendirmelerini dinledik. Bizim için son derece yararlı bir tartışma oldu ve oldukça yoğun bir panel seyri izledik.

Teori ve Politika, ilk sayısını Ocak 1996 yılında çıkardı. 2005 yılı ile birlikte 9 uncu yılını geride bırakıp 10 uncu yılına girmiş oldu. 10 uncu yılımızı, teorik pratiğimizin değerlendirilmesi şeklinde geçirmek istedik.

Bu vesile ile, ilk olarak Teori ve Politika’nın 37 nci sa yısında, birçok yakın dostumuz, çevremiz yazılarıyla katkıda bulundular, eleştiri sundular. Bu eleştiriler ve İstanbul’da yapmış olduğumuz panel, burada da bugün gerçekleştireceğimiz panelde, bu eleştirileri çoğaltmayı düşünüyoruz. Bu çoğaltma sonrasında da çok dikkatli, özenli bir biçimde bu eleştirileri tek tek Teori ve Politika olarak süzeceğiz ve geçmişimize bir kez daha bakacağız, ama en önemlisi de geleceğimize yön vermeye çalışacağız bu toplantılar sonrasın da.

Bu açıdan, bu toplantıları biz 10 uncu yılımızda kader toplantıları olarak da nitelendirebiliriz. Buradaki panelist arkadaşların katkıları kadar, siz konukların da katkılarını alacağız. Doğrusunu söylemek gerekirse, İstanbul’daki panel, özellikle konukların performansı bakımından oldukça iyiydi. Buradaki arkadaşların disiplini kadar performanslarını az sonra göreceğiz, ümit ediyoruz bu panel de İyi olacak.

 Teori ve Politika, bundan sonraki sürecini buradaki konuşmalar da dahil olmak üzere yeniden tartışacak ve önümüzdeki süreçte yapmayı düşündüğümüz daha farklı etkinliklerle de bu amacımızı sürdürmeye devam edeceğiz.

Ben, şimdi panelist arkadaşları tanıtmak istiyorum: Bi linç ve Eylem Dergisi’nden Mehmet Güneş, Emekçi Hareket Partisi’nden Esra Sarıoğlu, Teori ve Politika Dergisi’nden Ali Osman Alayoğlu, Köz Dergisi’nden Ercan Coşkun ve Ma ya’dan İbrahim Horoz. Panele katılacak iki arkadaşımız daha vardı, Direniş Dergisi’nden Muzaffer Kaya ve Siyahi Dergisi’nden Kürşad Kızıltuğ, işlerinin yoğunluğunu gerekçe göstererek panelimize katılamayacaklarını bildirdiler, biz yine de burada, özellikle konukların bize yapacağı katkılarla o arkadaşlanmızın açıklarını kapatmayı düşünüyoruz.

Panelist arkadaşlarımıza sorumuz ortak ve genel bir soru, “Teori ve Politika’yı nasıl değerlendiriyorsunuz?” Özel olarak bir soru yöneltmeyi düşünmüyoruz, söz vereceğiz ve panelistlerin görüşlerini dinleyeceğiz. Hepinize 15’er dakika süre tanıyacağız, saat 4 gibi bir ara vereceğiz, ondan sonra siz konuklarımızın görüşlerini alacağız.

Sözü fazla uzatmadan, ben ilk olarak İbrahim Ho roz’dan başlamak istiyorum.

 

İBRAHİM HOROZ (Maya Gazetesi)- 10. yıl özel sayısına ilişkin olarak arkadaşlar birer yazı istemişti. Arkadaşlara, bu 10. yıl ile ilgili olarak Ertan Göksu imzası ile bir yazı vermiştik.

Orada altını çizdiğimiz nokta da şu idi: Teori ve Politika’nın, 10 yıllık etkinliğini önemsiyoruz, ama daha önemli olarak, biz aslında 10. yılda çıkartılan derslerin gelecek bakımından ne ifade ettiğini daha fazla önemsiyoruz. Gerçekten de, arkadaşlar da en azından yaptıkları değerlendirmelerle bunun farkında olduklarını gösteriyorlar, bu bizce son derece sevindirici bir durumdur. Arkadaşlar, 10. yıllarını, aynı zamanda bir kader yılı olarak değerlendiriyorlar, dolayısıyla çevrelerinin, katılımcıların, panelistlerin değerlendirmelerinin, tartışmaların kendileri için sonuç çıkartmak bakımından son derece önemli olduğunu söylüyorlar.

Teori ve Politika’yı tek yanlı bir bakışla değerlendirmek pek mümkün değil. Teori ve Politika’yı değerlendirmek için, belki birkaç ana noktayı hatırlatmakta yarar var. Teori ve Politika’ya çıkış koşulları itibari ile bakıldığında, gerçekten de hareketin 12 Eylül sonrası süreçte, yeniden 1971 hareketinin arkasından devrimci hareketin yeniden bir yükselişe gittiği gibi bir dönem olacağı beklentisinden hareketle, 1980 yenilgisinin arkasından da, genel olarak devrimci hareketimizde 1971’den sonraki sürecin yeniden tekrarlanacağı umudu hakimdi. Yenilginin etkileri bir süre sürer, biz kaldığımız yerden yolumuza devam ederiz ve eskisinden daha ileri bir sıçrama yaparız düşüncesindelerdi, fakat bu geçen zaman, 1980 sonrasındaki yenilginin arkasından geçen süreç gösterdi ki, tarih tekerrür etmiyor. 1971 hareketinin etkisiyle kitleselleşen, dal budak salan devrimci hareket örneği gibi, benzer bir şekilde güçlenme gerçekleşmiyor. Hareket, eskiyi tekrar ettiği ölçüde, eskiye takılıp kaldığı ölçüde de tıkanıklığının arttığı, krizinin arttığı, gerileme ve zayıflama süreçlerinin baş gösterdiği bir dönemde, yani 1990’ların başında, 1993-1994’lerde hareketin yeniden geriye doğru çekildiği ve teorik bakımdan birtakım yapısal sorunlarla yüzleşmek durumunda kaldığı bir dönemde, Teori ve Politika çıktı.

Teori ve Politika, bu bakımdan bakıldığında gerçekten de hareketin tıkanıklığına, krizine kendisi açısından bir yanıt olma arayışı olarak, devrimci kaygılarla buna nasıl bir yanıt oluşturabiliriz kaygısı ile ortaya çıktı. Temel çıkış noktalarında da gerekçeleri şu idi: Bugünkü yapılar, hareketin çok temel ideolojik ve teorik sorunları olmasına rağmen, teorik sorunlarını tartışmaya, geliştirmeye, çözmeye ilerletmeye elverişli yapılar değildir, dolayısıyla bunun dışına çıkmak gerekir dediler. Şimdi, bu bakımdan anlamlı idi, gerçekten bu durum arkadaşların kuruntusu değildi. Mevcut hareketin yapısı, yani toplamına bakıldığında hareketin çok temel ideolojik, teorik sorunları olmasına rağmen, bu sorunları tartışmaya, geliştirmeye elverişli bir yapıda değildi, zihniyet olarak bu yapıda değildi, kapasitesi bakımından, örgütlenme kapasitesi bakımından, siyasal mücadele anlayışı bakımından, teori ile pratik arasındaki ilişkiye bakış açısından, gerçekten de hareketin durumu elverişsiz idi; toplam genel yapılar olarak bunu söylemek yanlış olmaz. Dolayısıyla, arkadaşların tespitleri, teşhisleri doğru idi ve bunun mutlaka bir çözümünün bulunması ihtiyacını dile getiren bir haykırış idi de denilebilir.

Arkadaşların, bu anlamda tespitleri, donanım ve hareket noktalarında anlamlı bir noktaya parmak basmakla beraber, sonuçta bir bakıma da görevlere bakarken, sorunlara bakarken, aslında Marksist hareketin tarihinde pek görülmemiş derecede, Marksist hareketin bütünsel görevlerini parçalara ayırarak, ayrı işlevler tanımlamaya giriştiler. Arkadaşlara göre, bir teori alanı vardı, bir politik alanı vardı, bir örgüt alanı vardı, bunun zaten mevcut yapılarla bütünsel olarak yerine getirilmesi mümkün olmadığı gibi, bu yapıları eleştirerek dışarıya çıkanların da, bütünsel bakımdan bu görevleri yerine getirmesinin olanaksız olduğunu söylüyorlardı. Dolayısıyla, bu ayrıştırılan işlevleri, herkes kendi konumuna göre bir işlev seçsin, orada ilerlesin gibi, gerçek yaşamda komünist hareketin, Marksist hareketin tarihinde de, bu anlamda pek görülemeyecek bir ayrıştırmaya gittiler, yalnız teori alanını, kendileri için önemli bir misyon olarak belirlediler.

10 yıllık süreçte 37 sayılık birikim, bir bakıma bakıldığında, gerçekten de önemli bir külliyattır. Geçen toplantıda şahit oldum, insanlar aslında bunu epeyce önemsiyorlar, gerçekten de Türkiye koşulları düşünüldüğünde önemli bir şeydir, yani kendi içerisinde sürekliliği olan 10 yıllık teorik bir dergi çıkartabilmek ve bunu var edebilmek, Türkiye koşulları açısından bakıldığında önemli bir işlevi yerine getiriyor görünüyor. Ancak teori sorunlarına parmak basmak, hareketin bu alandaki tıkanıklığını, ihtiyaçlarını ortaya koymak, her zaman bu sorunların, devrimci bir zeminde hareketin önünü açacak tarzda ele alınması anlamına gelmemektedir.

Ele alınıp bakıldığında, gerçekte Teori ve Politika’yı tek boyutta değerlendirmek mümkün değil. Ben şöyle değerlendirmek istiyorum: Yakından izleyen ve özellikle de ilgisiz kalmayan bir insan olarak, ama yine de bu konuda hâkim olmadığım gibi bir eksikliği de belirterek şunu söyleyebilirim: Bu süreç boyunca, arkadaşlar hareketin gerçek anlamıyla temel sorunlarına işaret ettiler teori alanında, politika tarzı alanında, örgüt alanında, tarihsel gelenek alanında ve benzeri alanlarda… ama sorunlara işaret etmek, sorunlara çözüm üretmek anlamında ele alındığında, arkadaşların aslında bu süreçte çok da, benim değerlendirmemden bakıldığında, aslında çok da başarılı olduğunu söylemek mümkün değil. 10 yıl önce hareket, teorik, politik ve örgütsel bakımdan tıkanıklık içerisinde idi, 10 yılın arkasından geldiğimizde bu tıkanıklık ağırlaşarak ve derinleşerek devam etmektedir, ama 10 yıllık performansın ürünü, bu hareketin önünü açmaya, bu hareketin tıkanıklığını gidermeye de çok da bir etki yapmamaktadır. Bu, kuşkusuz tek başına arkadaşların sorunu değildir, arkadaşların gayretleriyle yapılabilecek bir iş değildir, bu aslında toplam olarak hareketin sorunlarından bağımsız değil, ama bence ortaya koyulan ürünün, hareketin toplam gelişimine ne kadar yanıt verdiği sorunu da, o bakımdan sorgulanmaya değer, tartışılmaya değer.

O nedenle, benim için, 10. yılda yazılanlardan, söylenenlerden ziyade, geçen 10 yılda yazılanlar, söylenenlerden hareketle geleceğe dönük olarak neler yapılabilir, bu bakımdan Teori ve Politika’yı çıkartan arkadaşlara nasıl bir sorumluluk düşüyor, toplam komünistlerin yanı sıra, onlara da bu bakımdan nasıl bir sorumluluk düşer konusuna kafa yormak daha önemli hale geliyor. Hareketin toplam sorunlarını önemseyen, sorun eden ve bunu çözme iddiasında bulunan bir çözüm üzerinde yoğunlaşmak gerektiği kanısındayım. Kuşkusuz, teori ve politika alanında herkesin kendine göre söyleyebileceği bir dizi şey vardır. Bunun toplam sorunlara etkisi ne kadar? Sorunların kapsamı düşünüldüğünde fazla bir etkisi olacağını düşünmüyorum, teori alanlarında kalındığı sürece. Bir bakıma, eğer teori alanındaki kat ettiğiniz mesafeleri siyasal, örgütsel boyutları ile ifade edemiyorsanız, herkesin anlayabileceği tarzda ortaya koyamıyorsanız ve dolayısıyla hareketin gerçek tıkanıklık noktalarını aşmaya hizmet etmiyorsanız, teori alanında yıllarca tartışabiliriz, nitekim tartıştık ve yıllarca da tartışmaya devam edebiliriz; zaten ben teori alanında kalınıldığı sürece, iyi niyetle tartışılıp, üretilip bir yerlere gidilebileceğini düşünmüyorum.

Doğrudan hayatı değiştirme mücadelesi içerisindeki süreçte, teori her durumda Marksist hareketin temel gündemlerinden biri olacaktır, yani belirli bir noktaya geldiğinizde, yeterince teorik gelişme kat ettik, artık bitti denildiği anda, bilin ki tıkanıklıklar başlamıştır. Marksist hareketin tarihini de böyle görüyorum. Teori sorunları çözüldü, artık işin pratik boyutu asıl sorun denildiği anda, hareketin tıkanmaya başladığını da, süreç içerisinde bunun ortaya çıktığını görebiliyoruz. Dolayısıyla, teori alanında tartışılarak fazla bir yol alınabileceği kanaatinde değilim. Benim söyleyeceğim şeyler kadar başkalarının da söyleyebileceği şeyler vardır ve bunların hepsi de şu kriz ortamında inanın meşrudur, yani herkes bu tartışmalara ilgi gösterebilir ve ilgi gösteriyor da. Bu tıkanıklık içerisinde teorik sorunların tartışılmasına ilgi gösteren, en azından önemli bir kesim var. İstanbul toplantısında da gördük, buradaki toplantıda da görüyoruz, hiç de küçümsenmeyecek bir topluluk bu teorik sorunlara kendince bir katkı yapıyor...

Şimdi bunları söyledikten sonra, ben aslında konuşmamda iki boyuta değinmek istiyorum. Birincisi, Teori ve Politika’nın ortaya koyduğu şeyler içerisinde, tespit ve çözüm yolları olarak gösterdiği noktalardan bir iki örnek vermek istiyorum, bunun hareketin gelişmesine nasıl bir zemin oluşturduğu, etki ettiği konusunda. Bir de zamanımın yettiği ölçüde, aslında bugün gerçekte karşı karşıya bulunduğumuz sorunlar nelerdir? Bunlara işaret etmek istiyorum.

Teori ve Politika’nın önemli sorunlara parmak bastığını söylemiştim. Arkadaşların değerlendirmeleri içerisinde son derece önemli bir iki noktanın kısaca altını çizmek istiyorum: Arkadaşlar, bir bakıma Marksizmin krizini masaya yatırdılar. Ancak Marksizmin krizinin tespit edilmesinin kendileri için neyi ifade ettiğinin, okuyabildiğim ve algılayabildiğim kadarıyla, çok çerçevesini çizemiyorum. Bu kriz nerede başlıyor, nerede bitiyor ve gerçekten de krizin aşılması için ne yapmak gerekir, sorusuna somut, elle tutulur, karşısındaki ikna edecek bir yanıt üretmedikleri kanısındayım. Bir dizi tanım vardır ve bunlar bir bakıma kendi içinde isabetli tanımlardır. Arkadaşlar kriz tespitleriyle, kriz tanımlarıyla yeterli bir netlik içerisinde değiller, yani içinden çıkılamaz bir söylem dile getiriyorlar. Bir bakıma, bu doğal olarak insani bir davranıştır da... İnsanın, işi önemsediği ölçüde, ele aldığı sorunu olabildiği ölçüde abartılı tanımlaması anlaşılabilir, ama sorunun çözümü, krizin çözümü noktasına gelindiğinde çizilen çerçeve çok ciddi sorunlar oluşturuyor. Bir örnek vermek istiyorum: Arkadaşlar diyorlar ki, “kriz o kadar kapsamlı, o kadar derin, o kadar da geniş ki bir Kapital yazsanız da, bir Ekim devrimi yapsanız da bu krizi çözemezsiniz”. Şimdi, Kapital yazıldığında çözüm üretilemeyeceği konusunda ben de hemfikirim, çünkü ne yazarsanız yazın krizi çözme gücü yoktur, ama Ekim Devrimi gibi belki de tarihin gördüğü, uluslararası çapta etkileri ve sonuçları olan bir devrim bile krizi çözmeyecekse biz ayvayı yedik arkadaşlar! Kriz dediğimiz nedir? Çok genel kabaca tanımlarsak, bir tarafından, aslında tarihin ileriye sürüklenemediği ve sıçratılamadığıdır; öte yandan da, ileriye çıkamamanın sonucunda sorunu algılama olayıdır, yani tarih ileriye sıçratılamadığı ölçüde olaylar, sorunlar birikiyor ve yumak haline geliyor, sizin algılamanızla bu sorunlar çözülmediğine göre, gerçekten de bir kriz vardır tespitine varabiliyorsunuz. Dolayısıyla, Ekim Devrimi gibi uluslararası çapta etkileri ve sonuçları olan hareketi uluslararası çapta etkileyecek sonuçlar yaratan bir devrim –bakın, herhangi bir devrim demiyorum, son derece küçük çapta, ulusal ölçekte bir devrimin krizi çözme gücü olmayabilir–, krizin tamamını ortadan kaldırır. Ha, sorunlar çözülür mü derseniz, sorunlar çözülmez; her zaman sorunlar olacaktır, ama kriz tespiti olağanüstü bir tespittir ve bunun çözümü ancak olağanüstü çapta, Ekim Devrimi gibi bir devrim olduğunda zaten ortadan kalkar, algılamamız da değişir. Ekim Devrimi gibi bir sonuç olduğunda, kafanızda canlandırın “geri”, “cahil” bir Rus İmparatorluğu’nda bir devrim oluyor, herkesin Avrupa’da devrim beklediği yerde değil,  beklenmedik bir yerde bir devrim oluyor, bunun bir ucu Asya’ya, bir ucu Avrupa’ya dayanıyor ve ortalığı sarsıyor, İkinci Enternasyonalin esamisi bile okunmuyor. Bu çapta bir devrimin olduğu koşullarda bir krizden bahsedilemez, bahsedilse de ciddiye almazlar; yani algılama gücü de, tam da orada devreye giriyor. Dolayısıyla, krizin daha çok kristalize edilerek, nereden çözülebileceği konusunda net tanımlara ihtiyaç var. Bu bakımdan arkadaşların kriz tanımından, mistik bir anlam çıkıyor, o izlenim ediniliyor.

Burada, gerçekten anmak istiyorum ve önemsiyorum; geçen İstanbul toplantısında bir arkadaş konuşma yapmıştı, konuşmayı önemsedim. Üzerine düşündüğümde, sorunu şu bakımdan önemsedim: Söylediği şeylerin doğruluğu ve yanlışlığı açısından değil, arkadaş o kadar geniş bir özet yaptı ki Teori ve Politika konusunda. Genel olarak devrimci çevrelerde nasıl algılandığını, nasıl kaygılanıldığını, nasıl ürküldüğünü ve nasıl da ihtiyatlı yaklaşıldığını ortaya koydu. Hatta orada örnek verildi, çizilen çerçeveye bakarak insan, “bu kriz yerinde kalsın, çözmeye çalışmayın” diyesi geliyor gibi bir tanımlama yaptı. Bence de, bu örnek de gösteriyor ki, kriz tanımlaması son derece net olmalı.  Kriz çözümlemelerinin daha somut ve küresel bir zeminde ortaya konulması bir ihtiyaçtır.

Geçen İstanbul konuşmasında da söylendi, ona değinmek istiyorum: Ezilenlerin Marksizmi konusu. Ezilenler kategorisi, kendileri açısından önemsenen bir kavram ve bir kategori olarak adlandırılıyor. Bunun bir sıfat olmaktan çıkartılması ve ad haline gelmesini de önemsiyorum ben arkadaşlar. Bu ezilenler değerlendirmesinin ne anlama geldiğini, geçen toplantıda da sormuştum Metin arkadaşa. Yani ezilenlerin Marksizminden veya ezilenler kavramından hareketle, anlayabildiğim kadarıyla toplamda sizin söylediğiniz şu:  İşçi sınıfının öyle bir siyasal programı, stratejisi olmalı ki, kendisi dışında da tüm ezilen ve sömürülenleri iktidar hedefine yönlendirebilmeli. Bunun karşısında ise, belirlenen kategori, dar işçi sınıfı kavrayışıdır, yani solun bugünkü kavrayışı içerisinde zaman zaman, dar işçicilik, zaman zaman aslında bir bakıma halkçılık diyebileceğimiz sözlerle, işçi sınıfının iktidar stratejisi ile, tüm ezilenler ve sömürülenlerin nasıl bir iktidar hedefine yönlendirilebileceği, dolayısıyla insanlığın aynı zamanda kurtuluş umudu olan komünizme, tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin nasıl seferber edileceği gibi bir sorun anlamında bu tanımlama, hareketin bugünkü sorunlarına işaret etmesi bakımından anlamlı. Orada da sormuştum bütün bu ezilenlerin Marksizmi dediğimiz şey, tanımlamaları bir kenara bırakırsak, mesela Bolşevik siyasetin tüm ezilenleri, tüm sömürülenleri, ezilen ulusları, köylüleri, bütün emekçileri proletaryanın iktidar stratejisine yönlendirmesinden ve dolayısıyla tüm bu emekçi, ezilen, sömürülen kitleleri Sovyet iktidarı gibi bir biçim içerisinde toplamasından ne farkı var diye sorduğumda, arkadaşlar aslında bir fark olmadığını söylediler. Böyle ise, bence o zaman böyle özel bir tanımlama veya kategori geliştirmeye gerek yoktur. Çarpıtılmış, dondurulmuş Bolşevik siyaseti, gerçek Bolşevizm sanma gibi bir fikir taşımayalım. Tamam, ara dönemde Bolşevizmin çarpıtıldığı, bilinçlerde çok çarpık hale getirildiği doğru, ama o zaman da bunu gerçek Bolşevizm gibi sunmayalım, gerçek Bolşevizmi bugüne taşıyalım. Elbette Bolşevik hareketi bir şablon gibi bugüne taşımanız zor ve bugüne taşıyalım derken, onu taklit edelim demiyorum; bugünün toplumsal, siyasal, sınıfsal ilişkisi içerisinde üretelim, buna Bolşevik siyasetin 2005’teki üretilmesidir diyelim.

Dolayısıyla, eğer böyle “ezilenler” kavramına ayrı bir içerik vermiyorsak, o zaman eski tanımlamaları kullanalım, bir kriz unsuru olmaktan çıkartalım. Ayrıca illa kullanmak gerekirse, niye ezilenler kavramı yerine halk kavramını kullanmıyoruz? Daha belirgin kriterleri var, hiç olmazsa bilinçlerde en azından bir çağrışımı var. Yapılan tanımlamalar, ezilenlerden de öte, ezilenlerin Marksizmi bir tanımlamayla birleşiyor. Ezilenler bir kısım sınıf ve tabakadan olduğuna göre, bunlar bir yerde toplanabilir mi, bir ideoloji yaratabilirler mi veya ezilenlerin partisi olabilir mi? Haksızlık etmemek için söylemek gerekiyor, ezilenlerin partisinden arkadaşlar hepsini bir partide toplamayı anlamıyorlar, yani bir blok partisi gibi, yani bir stratejide ortaklaştırılmış hareketler gibi algılanmıyor. Ama ezilenler partisi denildiğinde, hele hele devrimci bir önderlik ve parti ihtiyacının günümüz sorunlarında çok temel, önemli bir noktada olduğu koşullarda, “ezilenler partisi” devreye girdiğinde, acaba bu ezilenler partisi aslında özlenen, ihtiyaç duyulan öncü parti mi? sorusunu da beraberinde taşıyabiliyor. Dolayısıyla ben şunu söylemek istiyorum: Teori ve Politika’nın yaptığının, sorunlara işaret bakımından son derece önemsenmesi gerekiyor; ama ötesine geçtiğinde sorunlar başlıyor.

Ben, bir şeyin daha altını çizmek istiyorum: Aslında arkadaşlar, dar bir ideolojik, teorik performansla, birikimle şekillenmiş Türkiye devrimci militan kadrolarına, dünyada Marksizm adına bir dizi akım, bir dizi tartışma olduğunu göstermek bakımından da bence iyi bir iş yaptılar, yani olay bazı tartışmalarla sınırlı değil, dünyada çok farklı şekillerde bu sorun tartışılabiliyor dediler. Ama bu bakımdan yaptıkları, sorunlara işaret etmek bakımından önemli ve ayrıca vurgulamak gerekiyor.

Bu arkadaşların bir yanıyla da perspektiflerinde çok temellere sahip bir konu daha var. Politik Marksizm dedikleri devrimci akımlarla ilişkilenme ve onları sürekli gözetmeyi değiştirilemez bir ilke olarak benimsiyoruz, her hareketimizle devrimci hareketi, yaşayan hareketi ve ilişkilerini önemsiyoruz diyorlar. 10 yıl boyunca teori ile uğraşırken, devrimci bir direnci, kaygıyı ayakta tutmak bile, bence burada çok temel önemdedir. Devrimci hareketle ilişkilenmek önemlidir, çünkü eğer o sigorta olmasaydı, 10 yıl teoriyle uğraşan bu arkadaşlarla ortak bir Marksizmi, komünist hareketin tanımlarını tartışma durumunda olamazdık büyük ihtimalle. Bu nedenle, sorunu bütünsel, ama çok farklı yanlarıyla değerlendirmek gerekiyor. Sanıyorum, bugünün gerçeklerine ve ihtiyaçlarına Teori ve Politika nereden bakıyor sorusuna ikinci konuşmamda değineceğim.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ederiz.

Saat 4’ten sonraki oturumumuzda konuk arkadaşlar söz alacak, düşünceleriyle ve panelist arkadaşlara soracakları sorularıyla katkıda bulunacaklar ve daha sonra konuşmacı lara son söz vereceğiz ve panelimizi bu şekilde kapataca ğız.

İbrahim Horoz, gerçektende çok önemli noktalara işaret etti, kısaca bir hatırlatmak istiyorum:

Teori ve Politika’nın çıkış momentinden söz etti ve 1980 sonrası bir yenilgi yaşandığını, bu yenilginin geçmişte kiler gibi aşılmayacağını iddia etti. Teori ve Politika’nın, çıkı şında bu sorunun aşılması için bir başlangıç yaptığını ifade etti. Geleceğe yönelik tespitler yaparken, teorik alandaki ifadelerin, Teori ve Politika’nın değerlendirmelerinin gerçek yaşamda, pratik yaşamda çokta fazla etkili olmadığını, bu nedenle Teori ve Politika’nın 10 yıllık sürecin bu açıdan başarılı bir süreç olmadığını iddia etti.

Özellikle kriz kavramı üzerinde durdu, diğer panelist arkadaşlardan da rica edeceğim bu kavramı geliştirebilirler, Bu kriz tespitine katılıyorlar mı, katılmıyorlar mı veya Teori ve Politika’nın ortaya koyduğu kriz tespitinden ne gibi sonuçlar çıkartıyorlar? Bu sorulara değinmelerini rica edeceğim.

Örneğin, İbrahim Horoz, bir kriz tespitinin olduğunu, ancak bu krizin çözümüne dönük eksik bırakılan yerlerin olduğunu belirtti. Bunun dışında ezilenlerin Marksizm’i söylemine itirazları oldu İbrahim Horoz’un. Bunun aslında Bolşevik siyaset geleneğinin bir parçası olduğunu, dolayısıyla çok ta orijinal olmadığını belirtti.

Kendisine teşekkür ediyoruz ve ben sözü Esra Sarıoğlu’na  bırakıyorum.

 

ESRA SARIOĞLU (Emekçi Hareket Partisi)- Ben de söze krizle başlamak istiyorum: Teori ve Politika’nın yegâne çıkış sebebi Marksizmin krizi idi. Aslında bu sorun son 20-25 senedir çoğu politik çevrede meşrulaşmış bir kriz sorunudur. Teori ve Politika’ya göre Marksizm krizi, toplumların ve kapitalizmin dönüşümünde göstergelerini izleyebileceğimiz bir kriz. Ya kapitalist üretim ilişkilerinin değişmesi, ya da işçi sınıfının segmentasyonu ve onun bileşenlerindeki değişikliklerin Marksizme dair bir krizin ipuçlarını vermekte olduğunu söylüyorlar ki bence bu noktada haklılar, yani son 20-25 yıldır belli dönüşmelerin olduğunu teslim etmeliyiz.

Bu kriz, Teori ve Politika için çok büyük anlam taşıyor. Krizin anlamını ise, Marksizmin, yani kendilerinin bilim, politika ve felsefenin özgün bir bileşimi olarak gördükleri Marksizmin, bütünselliğini yitirmesinde bulduğunu söylüyorlar.

Yani Marksizmin artık özgün bileşkesinin, o üçlünün (bilim, politika ve felsefe) arasında oluşturduğu bütünselliğin yitirilmiş olduğunu söylüyorlar ve asıl olanın bu bütünselliğin yeniden kazandırılması olduğunu söylüyorlar. Fakat biraz önce sizin de söylediğiniz gibi, son sayıdaki giriş yazılarında öyle bir ifade, öyle bir flaş ifade kullanıyorlar ki insan; “kriz nasıl bir şey, acaba gerçekten mistik bir şey mi?” diye düşünüyor. Ne Kapital ile çözülebilecek bir şey, ne de Ekim devrimi ile çözülebilecek bir kriz son sayıda bahsedilen. Bence, burada birazcık sorunun aciliyetine dikkat çekmek için, yani kendi sorumluluklarının altını biraz çizebilmek için böyle yapıyorlar. Ben, onun için kendi kriz tespitlerini mistik bulmuyorum, fakat onların kriz tespitinin şöyle olduğunu düşünüyorum: Toplumsal alanın veya kapitalizmin dönüşümlerine baktığımız zaman, krizin sadece göstergelerini görebiliyoruz, ama krizin asıl temelleri Marksizmin teorik yapısında yatan bir sorun, o da Marksizmin temel kategorilerinin yanlış yorumlanmasıdır. Bugüne kadar bu kategoriler, hep belirli bir aydınlanmacı yorumla sunulmuştur ve Marksizmin politik özneler ya da başka özneler tarafından algılanması ve politik eylemliliğe sunulması sırasında da hep bu aydınlanmacı yorum ile hareket edilmiştir. Marksizmin, işte tam da bu aydınlanmacı yorumundan dolayı bir kriz içine düştüğünü söylüyorlar ve bence bundan sonraki sosyalist deneyimlerde bile böyle bir şey olacağını şu yüzden ifade ediyorlar: Eğer, aydınlanmacı bir Marksizm yorumu ile politika yapmaya devam edersek devrim olsa bile şu andaki  iktidar ilişikleri ikame edilecektir. Belli sorunlardan kurtulamayacağımızı ima etmeye çalışıyorlar. Bir iktidar ikameciliği sorununun altını çizmek amacıyla böyle bir kriz analizi yapıyorlar ve aslen Marksizmin temel kategorilerini o aydınlanmacı yorumundan arındırma harekatına girişmek, yani bu kategorileri yeniden kurmak, belki yaratıcı bir düzeyde yeniden tanımlamak istiyorlar.

Tam da bu yüzden, aslında sabit, tarih dışı, esnemeye izin vermeyen örgütlerden çekilip kendilerine ait bir dergi çevresi yaratıyorlar. Nitekim, burada feyz aldıkları en mühim isim L. Althusser ve bu isim kesinlikle tesadüfi bir isim değil. Yani öyle sanmıyorum ki “ ah evet Althusser’i okuduk, gördük ve aldık” desinler, çünkü kendi pozisyonları ve politik sorularıyla Althusser’in tarihsel figür olarak pozisyonu arasında çok büyük bir paralellik var. Şöyle ki, Althusser 1960’lı yıllarda tam da Marksizmin bir nevi mekanik yorumuna karşı, hareketin gerilemesi sürecinde Marksizmin yeniden yorumlanmasını ve teorik çalışmanın önceliğini vurgulayarak alternatif bir Marksizm yorumu geliştirmişti, tıpkı Teori ve Politika’nın şu anda yapmaya uğraş verdiği gibi.

Tabii ki kriz tespitlerinde belli problemler süregelmekte. Krizi, nihayetinde Marksist kategorilerin aydınlanmacı bir yorumdan arındırılması ve onların yeniden yapılandırılması süreci olarak analiz etmek, kapitalizmin, dünya-tarihsel gelişmelerin ve politik dönüşümlerin analizini fazlasıyla göz ardı etmek, yani ihmal etmenin de ötesinde krizin analizini bunlardan bağımsız yapmak sizi her zaman spekülatif bir eğilime götürür, çünkü sizin kriz verileriniz, yani o kategoriler de zaten tarihsel bir deneyimin sonucunda oluşmuş Marksist kategoriler. Siz, bu kategorileri yeniden yapılandırma iddiasında iseniz, bu dünya-tarihsel dönüşümlerin, mesela Sovyetler’in 1989’da yıkılmasının ya da daha sonra olan bütün bu yeniden yapılandırma projelerinin hepsiyle bir şekilde hesaplaşıp, bunun etrafında yeni Marksist kategoriler yapılandırmanız gerekiyor. Böyle olmadığı sürece, Teori ve Politika spekülatif eğilimlerden muzdarip olma durumunda.

Mesela, ezilenler tanımını ele alalım. Derginin önerdiği yeni politik özne ezilenler. Fakat ezilenlerin yeni politik özne olmasının ve işçi sınıfının yerini almasının sebepleri belli değil. Ezilen olmak apaçık bir deneyimdir deniyor sadece, bir gerekçeye başvurulmadan. Kriz konusunda da böyle bir tespit yapılınca,  Marksist kategorilerin yeniden yapılandırılması ve buna dair bir yorumlama görevi çıkıyor, ve bu durum sizi tabiatıyla politik alandan çıkartıp teorik bir alana kapatan bir şey, yani sizler bir merkezkaç gibi bir alana çekiliyorsunuz, başka bir alandan uzaklaşıyorsunuz.

Bu süreç, Marksizmin tarihsel gelişiminden ya da tarihsel figürlerin evriminden çok farklı. Marx’ın, Lenin’in veyahut Rosa Lüksembourg’un teorik pozisyonları hep Marksizmin pratik eylemi ve pratik sorunları çerçevesinde oluşuyor. Teori ve Politika, bence bunlardan uzak bir pozisyonda duruyor ve o yüzden de konjonktürel bir politika tanımlıyor. Haliyle pratik-politikteki konumları hep destekleyici olma halleriyle vuku buluyor. Her zaman devrimcileri destekliyorlar, yani 1 Mayıs 96’da olsun, ölüm oruçları döneminde olsun, ya da diğer dönemlerde... Ama bu pozisyon, destekleme pozisyonu olmaktan öteye geçmiyor, bu da Teori ve Politika’ya her zaman getirilen bir eleştiri zaten, yani pratik politika ve teori arasındaki bu kadar büyük bir uçurumu kapatamama sorunu.

Teori ve Politika, sadece kriz tespiti yapmakla   kalmıyor, krizin çözümü için Marksist kategorileri yeniden yapılandırmaya çalışıp yeni yeni politik kategoriler öneriyor. Ve Marksizmin bu kategoriler çerçevesinde anlamlandırılması gerektiğini söylüyorlar; dahası bu kategorilerden oluşturulan bir teori çerçevesinde bir pratik politika da öneriyorlar. Sonuçta, siz 10 yıllık bir dergi çıkartıyorsunuz; o sadece teorik alana ait bir şey değil, ondan bir pratik politika da çıkıyor.

Derginin önerdiği yeni Marksist kategorileri biraz tartışmak istiyorum: İlk olarak, kategorik yapılandırmalar yine Althusser’den feyz alınarak yapılıyor. Şöyle ki, bilim ve konjonktür arasında, yani politika olarak adlandırdıkları konjonktür arasında, kategorik bir ayrıştırma yapılıyor. Buna göre, Marksizm alanında, yani bilim, teori ve politika alanındaki bu bileşime baktığımızda, bilim ve konjonktür alanının, birbirleriyle bağlantısı olmayan iki farklı paradigmanın alanı olduğunu görüyoruz. Şöyle ki, bilimin ve politikanın her birinin, soruları, konuştukları dil, gittikleri yön, birbirleriyle çok bağlaşıklığı olabilecek alanlar değil, Teori ve Politika’ya göre. Mesela, kendilerini tarihsel bilim alanında aşırı determinist olarak ifade ediyorlar ve tarihi süreçleri ve tarihin dönüşümünü, dünya-tarihsel gelişimleri, gerçekten sınıfların      determine ettiği, özgürlükten ziyade bir zorunluluk ilişkisi olarak açıklıyorlar, yani üretim ilişkilerinin rolünün, tarihsel evrim üzerindeki en belirleyici, en determine edici rol olduğunu söylüyorlar

Bundan bağımsız olarak bir de konjonktür alanı var, konjonktür alanında ise kendilerini post-Marksist olarak tanımlıyorlar, yani burada görece bir post-Marksist alan var; aşırı Marksistlere göre post-Marksist, post-Marksistlere göre aşırı Marksist bir durum var. Karikatürleştirmek için söylemiyorum bunu. Konjonktür alanı, pratik politika yapılabilecek bir alan, yani politik öznelerin, örgütlerin, partilerin ya da ezilenlerin içinde bulundukları alanın sınırları konjonktür ile çiziliyor. Bu alan da şöyle bir alan: Bizim güncel politik diyebileceğimiz, safi momente dayalı iktidar ilişkilerinin olduğu, güncel sorunların çerçevesinde bilfiil o konjonktürdeki öznelerin ürettikleri politik tutumlar. Konjonktürün önemi, politikayı, içinde bulunulan anın, güncelin veyahut şimdinin tahakkümüne alması ve yapısal ilişkilerin ve bu tarihsel dönüşümlerin ilerleyiş yasalarından bağımsız bir alan olması. Şöyle düşünürsek, burası Althusser’in bilim alanına “öznesiz, ereksiz bir süreç” demesine benziyor. Althusser, tarihin ilerleyişinde nihai bir hedefin oluşumunu reddediyorsa, bu alan da süregelen iktidar mücadelelerinin, direnişlerin, geri çekilmelerin, tekrar bir araya gelmelerin o anın konjonktüründeki belli dönüşümlerin ürünüdür. Bir o kadar da tarih dediğimiz diğer alanın zorunlu akışından bağımsız. Bu ayrım, aynı zamanda Marksizmin temel tartışmalarında, hem felsefi hem de politik eylemlilikleri ile ilgili çeşitli implikasyonlar barındıran çeşitli ayrımlara tekabül ediyor; determinizm-özgürlük, determinizm ve volontarizm gibi.  Derginin ortaya koyduğu bu ayrım oldukça sorunlu.

Marksist bir devrimci özne, tarihin getirdiği birikimiyle ve bilinciyle varolan toplumsal duruma, devrimci bir müdahale yaparak, tarihin gidişatını değiştirme gücünü haiz bir özne... Biz Marksist literatürde böyle tanımlıyoruz. Ama burada bu anlayıştan kopuş var, çünkü özne ve nesnenin diyalektiği, tarihle politikanın ilişkisi yani tarihe politik müdahale, Teori ve Politika’nın tanımları çerçevesinde imha ediliyor. Bu ilişki bir ilişmeme haline dönüşüyor. Kanımca aydınlanma öğretileriyle hesaplaşılırken, burada o öğretileri reddetmek adına başka ikilikler üretiliyor.

Bu bilim-politika ayrımının en önemli sonucu; “11’inci tez”den beri hepimizin bildiği, toplumsal varlıkla toplumsal bilinç arasındaki, yani politik eylemliliğin devrimci bir biçimde tarihi dönüştürebilme gücü, hani tarih, nasıl sınıfların akışıyla ve sınıfsal ilişkilerle belirleniyorsa, tarihin belirlediği bu özneler devrimci mücadele, bir devrimci güç ile tarihin akışını da değiştirme gücüne sahipler. İki yönlü bir ilişkiden bahsediyoruz en kaba tabirle burada, determinizmin ve volontarizmin diyalektiğinden bahsediyoruz. Fakat dergide gerekçelendirmeden, yani çok altı doldurulmamış bir şekilde bu görüş reddediliyor, yani boşluk bırakılıyor tarih ve politika arasında.

İkinci olarak, tarih, bilim alanına kapatıldığı için, tarih biliminin, toplumsal dönüşümlerde ve politika yapma alanındaki etkisi bence bloke ediliyor. Bilim bir şekilde etkisizleştiriliyor; bilim, bilim denilen bir alana hapsediliyor, ve akademide eleştirdiğimiz ya da akademisyenlerde eleştirdiğimiz bir fiildişi kuleciliği eğilimi baş gösteriyor bilimle ilgili. Bu pozisyonu Lenin’le karşılaştıralım. Kendisi Materyalizm ve Ampiriyokritisizm’de biteviye bir noktayı vurguluyor; bilimin insan özgürlüğüne giden yoldaki etkisini. Doğanın gidişatını bilmenin, o bilgiye sahip olmanın, doğanın yasalarını bile bilmenin, insanın toplum ve doğanın karşısında bu bilgiyi kullanabilme gücünün, insanı özgürleştirici kılmasını. Tarih ve politika, zorunluluk ve özgürlük  arasındaki uzaklıktan ziyade aralarındaki diyalektik ve dönüştürücü ilişkiyi vurguluyor Lenin, Teori ve Politika’nın tersine.

Konjonktür alanındaki sorunlara gelirsek, yani şunu anlayabiliyorum; Marksizmin daralmasına, gerilemesine, örgütün daralmasına karşı konjonktür alanı taktiksel genişlemeye müsait, ittifakları çoğalabilen, farklı farklı öznelerin içinde bulunabileceği, sadece sınıfsal öznelerin ayrıcalıklı bir konumda olmadığı, kadınların, etnik azınlıkların ya da dinsel politika yapan çeşitli grupların içine alınabileceği bir alan. Tabii, burada Althusser’cilikten gelen sürekli mücadele, nihai hedefin olmaması durumu ve bu alanın gevşek tanımlanması gibi bir sorun var.

Ben şu soruyu sormak durumunda kalıyorum: Lenin’in reformizm ile mahkum ettiği Bernstein’ın “hareket her şeydir, nihai hedef hiçbir şeydir” mottosundan ayrıştırıcı noktanız nedir? Tarihsel paralellik var bu durumda, aynı saiklerle yola çıkılıyor.  Bernstein, tekelci kapitalizmin büyüdüğü bir çağda, sınıfların niteliklerinin ve segmentasyonlarının değiştiği ve aynı zamanda orta sınıfın genişlediği ve yeni bir kriz döneminde yeni bir politika ihtiyacı olduğu fikrine dayanarak böyle bir kriz reçetesi yazıyor. Teori ve Politika da  yapısal dönüşümlerin izinde Marksizmin krizinden yola çıkarak gevşek ittifaklarla nihai hedefsiz bir politika öneriyor.

Teori ve Politika’nın en önemli konularından biri olan kriz ile de bağlantılı olarak, politik özne sorunu tartışılması gereken bir konu. Politik mücadele kimin öncülüğünde yapılmalı ya da bir öncülük konusu olmalı mı? Ya da dönüşümü yapacak özneler ya da devrimi yaratacak özneler kimler olmalı konusu. Teori ve Politika çok açık bir şekilde ezilenler olarak tanımlıyor politik özneleri. Ve burada işte dediğim gibi, bizim için çok net ve açık diyorlar bu kategori. Ama ben o açıklığa sahip değilim, yani neden ezilenler ve nasıl bir ezilenler kavramından bahsediyoruz? Ben ezilenlerle ilgili bir netlik olduğunu düşünmüyorum. Şimdi, ezilenler esnemeye açık bir kategori, başka özneleri kapsama, ittifak durumları için avantajlı bir pozisyon. Ama nasıl ki konjonktür kavramı belirsizlikten, müphemlikten muzdaripse, bence ezilenler kategorisi de aynı sorunlarla malul bir kategori. Çünkü, ezilenler o kadar esnek bir kategori ki, mesela, siz herhangi bir pozisyonunuzda ezen iken diğerinde ezilensiniz. Bıçak sırtı durumu. Siz 1 Mayıs’a gittiğinizde devletin kolluk güçlerine karşı ezilen pozisyonundasınız, ama evinize gidip çocuğunuzu dövdüğünüzde bir ezen pozisyonundasınız. Ezilenler kategorisinin avantajı bu, farklı farklı iktidar ilişkilerini içine katmayı hedefleyen bir tanım. Bunu anlayabiliyorum, ama bir yanıyla, ezilenler tanımı bu kadar gevşek bırakıldığında, yani her an, her pozisyonda; konjonktür gibi, değişebilen, sonsuz ittifaklar ve sonsuz iktidar mücadeleleri içine giren ve hiçbir zaman nihai bir hedefle sonuçlanmayan bir iktidar mücadelesi sırasında ezenin ezilenin belirsiz olduğu bir durum ne getirir? Bir kere şunu getiriyor; iktidar ilişkilerinin yönsüzlüğünü. İktidar ilişkileri, artık, belli bir coğrafyası ve zemini olmayan bir ilişkiler ağına dönüşüyor. Şöyle ki, devlet gibi bir kurumda somutlanmış bir iktidar ya da direniş odağı yok, ya da öğrenci iseniz YÖK’te somutlanmış bir şey yok, yani iktidarın zemini topluma çok daha yedirilmiş bir durumda, her yere nüfuz eden, yersiz yönsüz bir iktidar.

Bu, aslında çok tutarlı bir şey, çünkü tanımladıkları iktidar alanı o kadar müphem, toplumun her alanına sızmış, öyle ki topluma karşı ve kapitalizme karşı mücadele eden öznelerin bile içine o kadar sinmiş bir iktidar ki, yani bu alanda politik öznelerin de yapabileceği tek şey bu dengeleri bozmak, istikrarsızlık yaratmak olabiliyor, yani sizin elinizde bir kurucu yeti kalmıyor. İktidar belirsiz ve yönsüz , başı sonu yok çünkü. Orman savaşçıları gibi diyorlar Teori ve Politika çevresi politik öznelerine bu yüzden. Sistem karşısında yapabileceğimiz tek şey, hani o kadar iktidar ağlarıyla örülmüş bir sistem var ki orman gibi, bulunduğumuz yerden sisteme çeşitli molotof kokteylleri fırlatmak olabilir.

Bu tanım, bence Marksist ve devrimci öznelerin elindeki en büyük potansiyellerden birini alıyor, hani modernist devrimci öznenin hem yıkıcı, hem yaratıcı gücü vardır ya. Marx bahseder, hem eski sitemi yıkacak hem de yeni toplumu kuracak güçler. Maalesef, iktidarı elinden alınmış, yani dönüştürücü, kurucu, kurtuluşçu, yaratıcı, bir sosyalist düzen kurma yetisine sahip olmayan bir politik özne tanımlamış oluyorsunuz burada. Mesela, bu yüzden Sartre’ı da çok övüyorsunuz, bu da iktidarsızlık yaratmak ve bütün o çoklu ittifakların içinde yer almak, onurlu bir entelektüel olarak hem varolan harekete karşı olmak, hem bir yanıyla aydınlanma özgürleşmesini yermek, ama bir yanıyla da Marksizm ile her zaman dirsek temasında bulunmak fakat kurucu bir politikası olmamak hali.  Marx’ın bir lafı vardır ya; “en kötü mimarı en iyi örümcekten ayıran özellik, mimarın bir şey yapmadan önce plan yapabilmesidir”. Onun tarihten getirdiği birikimi, deneyimi, algılamasıyla geleceğe dair bir kurgusu, hem yıkıcı, hem yaratıcı bir potansiyelinin olması der ki modernist devrimci özneyi tanımlayan budur, derginin tanımlamasında bu politik özne yok. Ben, sizin yeni özne tarifinizin içinde barındırılmadığını düşünüyorum.

 

OTURUM BAŞKANI-Teşekkür ederim

Esra Sarıoğlu, çok önemli noktalara değindi. Teori ve Politika’nın benimsediği kavramların üzerinden, özellikle dikkate değer şeyler söylediğini söyleyebilirim. Ancak ikinci bölümde, benim açmasını istediğim bazı konular olacak. Birincisi, pratik ve teori, politika ve bilim eksenlerindeki Teori ve Politika'nın yapmış olduğu ayrıştırmalara, bir yönden yanıt getirilemiyor. Teori ve Politika, pozitivizm’e karşı bir tutum ortaya koyuyor, ancak bunun eleştirildiği zaman, acaba pozitivizm ile ne gibi bir ilişkiye girilmiş oluyor? Ben bunu merak ediyorum.

Bir de, hem özet bakımından kriz dönemini Marksizm’in çeşitli kategorilerinin yanlış yorumlanması olarak, özellikle aydınlanmacı yorumlanması olarak tanımladı Esra Sarıoğlu. Konuşmasının sonuna doğru, ben eğer yanlış anlamadıysam modernist özne üzerinde durdu, modernizm ile aydınlamacılık arasında nasıl bir ilişki ve aydınlanmacılığı sanıyorum bir yandan eleştirirken modernist öznenin Teori ve Politika’da olmadığını, bu da Teori ve Politika’nın ciddi sorunlarından biri olduğunu ifade etti, buna bir dahaki konuşmanızda açıklık getirirseniz sevinirim.

Sözü Ercan Coşkun’a bırakıyorum.

 

ERCAN COŞKUN (Köz Gazetesi)- Ben, bu toplantılara katılırken, bir yandan da Teori ve Politika’yı anlamaya çalışıyorum, yani Teori ve Politika’nın ne olduğunu, kendini nasıl tarif ettiğini anlamak çabası içindeyim, yani söylenenleri değerlendirirken, bunları öğrenmeye çalışırken Teori ve Politika’ya birtakım sorular da yöneltmeye çalışacağım. Teori ve Politika’dan arkadaşların bu soruların üzerine düşünmesini ve yanıt vermesini isteriz.

Geçen toplantıda söylendiği gibi, muhasebe arayışı ve yapılması önemli bir şey, buna zaten önemsiz demek mümkün değil. Yani 10 yılın sonunda Teori ve Politika’nın muhasebe çıkarması önemli, elbette bu muhasebeyi Teori ve Politika’nın kendisi çıkartacak, ilk çıkıştaki iddialarıyla bugün geldiği noktaya bakacak ve oradan bir muhasebeyi kendi açısından umarız çıkartır.

Ben, başka bir şeyin üzerinde durmak istiyorum. Bu yazıların hepsinde belli bir kavramdan bahsediliyor. Marksizmden, Marksist olmaktan, Marksist bir teorik çekirdek yaratmaktan söz ediliyor. Ancak bir dipnotta karşılaştığımız bir şey var. Ali İhsan Topçu, “10. Yılda Kısa Bir Politika Turu” yazısının 6. dipnotunda şunları söylüyor: “Komünist gelenek, 1993’te kaleme alınan Taslağın sıkça kullandığı bir iç tanımlamadır. Ayrıştırma işleminin ‘komünist’ ve ‘küçük burjuva’ kavramlarıyla yapılmış olması, Taslağın yazarlarının henüz dönemin tartışmalarının etkisi altında olduklarına işaret eder. Teori ve Politika’yla birlikte bu kavramlarla yapılan ayrıştırmaların hızla terk edildiği görülüyor.” Böyle deniyor. Yani başta Teori ve Politika kendisinin Komünist bir gelenekten geldiğini söylüyor, ama bir süre sonra tamamen Marksizmden bahsediliyor. Marksist olmaktan, Marksist teorik-politik bir çekirdek yaratmaktan, genel bir Marksizm alanından bahsediliyor. 10. yıl sayısındaki değerlendirme yazılarında da genel bir Marksizmden söz ediliyor.

Burada iki şeyi birbirinden ayırt etmek gerekir diye düşünüyorum. Marksizm nedir? Komünizm nedir? Marksizmi ne olarak tarif etmek gerekiyor, komünizmi ne olarak tarif etmek gerekiyor? Marksizm dediğiniz zaman, aklımıza gelen şey bizim için bir doktrin, bunun siyaset ayağı var, felsefe ayağı var, ekonomi ayağı var, ama bir doktrini tarif ediyor Marksizm dediğimiz şey. İşte bir kitap Marksist olabilir, bir dergi Marksist olabilir, bir ekonomist Marksist olabilir, bir sosyolog Marksist olabilir. Bu bir doktrinin adı, yani bu bir siyasal tanımlama değil, siyasal bir kavram olarak görmüyoruz Marksizm dediğimiz zaman. Çünkü, hiç siyaset ile uğraşmasa bile veya siyaseten farklı tercihleri olan kişiler de kendilerini Marksist olarak tarif edebilir, yani Marksist bir akademisyenin liberal bir siyasi tercihi olabilir, ama devrimci mücadelenin içinde bir Marksistin de gayet politik olarak komünizm tercihi, komünist bir siyasi mücadeleye kendini adaması söz konusu olabilir.

Peki, o zaman komünizm nedir? Yani Marksizm bir doktrinse komünizm neydi, nasıl ortaya çıktı? Bakıldığı zaman, komünizmin tarihsel bir süreç içerisinde ortaya çıktığını görürüz. Yani sosyalizm diye bahsedilen bir şey var, işte birtakım aydınların kafalarında bir şekilde canlanan, ortaya çıkan bir şey, hatta buna temelde birçok kitap örnek gösterilebilir, Thomas More veya Platon’a kadar, eşitlikçi toplum ütopyalarına kadar geriye doğru götürmek mümkün, ama ne zaman komünizm ortaya çıktı veya ne zaman komünizmden bahsedilmeye başlandı dediğiniz zaman, bu modern çağla birlikte başlayan bir şey, yani işçi sınıfının içerisinde, toplumun en ezilen kesimleri içerisinde bu görüşler, sosyalist görüşler yankı bulduğu zaman ve onların hareketiyle birleştiği zaman bir komünizm tanımı çıkıyor. Marx ve Engels bunu komünizm olarak benimsiyorlar ve onaylıyorlar. Teori ve Politika kendisini Marksist olarak tanımlıyor ama komünist olarak şu an tanımlamıyor, mesela bunu sorgulamak isteriz. Neden? Ama tarihe baktığımız zaman, Marx’ın kendisine veya katıldığı örgütlere baktığımız zaman, bunların kendilerini Marksist olmak üzerinden tarif etmediklerini görürüz. Mesela, ilk katıldığı örgüt, 1847’de Haklılar Birliği diye bir örgütlenme var, bunun ismi Komünistler Birliği olsun, bu örgüt Komünist ismini alsın diyerek o şekilde katıldığını biliyoruz. Enternasyonale baktığımız zaman, Birinci Enternasyonal’den bahsediyorum, kendini Marksist olmak üzerinden tarif eden bir örgütlenme değil, komünist olmak üzerinden tarif eden ve bu bağlamda da kendi içine Blankistleri, Prudoncuları, anarşistleri de bir biçimde alan bir örgütlenme olduğunu görüyoruz.

Lenin’e baktığımızda, Lenin ne zaman komünist bir örgütlenme içinde yer aldı diye baktığımız zaman, 1919’a kadar Lenin’in içinde yer aldığı ve kendini adadığı örgütün komünist olarak tarif edilmediğini, ama Nisan Tezlerinde ilk defa Lenin’in “artık kirli gömleği çıkartıp temiz gömleği giymemiz lazım, komünist ismini almamız lazım” dediğini ve bunun kabul edilmediğini, ancak devrimden sonra bunun kabul edildiğini ve Komünist Enternasyonal ile birlikte bunun sürdürüldüğünü görüyoruz. Bolşevikler, eğer 1917 Nisan’ında bunu da kabul etmiş olsalardı, muzaffer Ekim Devrimi’ne önderlik edecek partinin ismi komünist parti olacaktı.

Şimdi bunları gözettiğimiz zaman, kendini Marksist olarak tarif etmek, Marksizm üzerinden ayırt etmenin de belli bir doktrine göre kendini tarif etmek olduğunu görürüz, yani siz buraya Marksistler dışında kimse giremez diye bir örgüt kurduğunuz zaman, kendinize bir Kur’an-ı Kerim gibi, bir doktrin tarif etmiş olursunuz. Elbette düşünülüp, tartışılıp anlaşılabilecek şeyler var, ama az çok belli birtakım çerçeveler de var, bunların ötesine geçmeniz çok mümkün olmaz.

Benzer bir ayrımı başka bir yerden de söyleyerek geçelim. İbrahim Kaypakkaya’nın da dönemindeki devrimcilerden farklı olarak kurduğu partinin ismi komünisttir, Türkiye Komünist Partisi Marksist Leninist’tir, yani THKP-C ve THKO gibi bir isim almamıştır. O zaman kendisine Marksist Leninist diyenler olduğu halde, o komünist ismini de kurduğu örgüte almıştır. O zaman kendine komünist diyen bir TKP vardı belki, ama onlardan kendisini ayırt ederek bizim de bu ismi almamız gerekir dedi. Şimdi baktığımız zaman, bütün bu örneklerde, Marksizm üzerinden değil komünizm üzerinden bir ayrışma zemini yaratılmaya çalışıldığını görürüz.

Şimdi tekrar I. Enternasyonal’e döndüğümüz zaman, II. Enternasyonal’in de tam tersine kendisini Marksist olmak üzerinden ayırt ettiğini veya kendisince bir Marksizm anlayışı ortaya koyarak, kendisini diğerlerinden ayırt ettiğini görüyoruz. Yani baştan anarşistlere, Blankistlere ve Prudonculara veya kendisini bir şekilde komünizm davasına adayan başka akımlara kapısını kapayarak bu örgütü kurduğunu görüyoruz. Elbette, bu I. Enternasyonal’deki Marksizm anlayışından da belli bir kopuşu içererek ortaya çıkıyor. Bunlardan biri proletarya diktatörlüğü kavramının bırakılması, bir başkası da diğer akımlara komploculuk ve konspiratif örgütlenme eleştirisi getirilmesiydi. Halbuki Marx’ın da içinde olduğu Komünistler Birliği de gayet konspiratif bir örgütlenme idi. II. Enternasyonal bu tür eleştirilerle beraber kendince bir Marksizm tarif etti ve Marksist olmak üzerinden kendisini diğerlerinden ayırt etti ve kendisi zamanında devrimci birtakım dinamiklerden uzaklaştı, bunu da gözlemlemek mümkün.

Biz kendimizi nasıl tarif ederiz? Biz kendimizi, öncelikle Marksist olarak tarif etmiyoruz, biz kendimizi öncelikle komünist olmakla tarif ediyoruz. “Komünist olmak ne, komünizm nedir?” dediğimiz zaman, bir hedef ortaya koyulmaktadır, bir amaç vardır. Bu amaç nedir? Özgür üreticilerin sınıfsız, sınırsız toplumu diye anılan bir komünist toplum ve buna ulaşma hedefi, buna doğru ilerleme hedefi gibi bir hedef önümüze koyuyoruz. Bunun için gereken, bir kapitalizmden komünizme geçiş süreci tanımlanıyor, bu sürecin başlatılabilmesi için bir proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç var. Bu proletarya diktatörlüğünün olabilmesi için de, işçi sınıfının siyasallaştırılması ve öz örgütlenmesinin sağlanması gerekiyor. Komünist siyaset dediğimiz zaman da, bunu ortaya çıkartan, bu öz örgütlenmeyi ortaya çıkaran ve siyasallaştırma faaliyetini içeren siyasetten söz ediyoruz.

Burada hareket ettiğimiz nokta ne? Genel bir Marksizm, Leninizm kavramı veya bunun üzerinden kendimizi tarif etmiyoruz, çünkü Marksizm dediğiniz şey geniş bir alan, Leninizmin ne olduğu da o kadar açık seçik belli değil. Biz ilk 4 kongreyi, Komünist Enternasyonal’in ilk 4 kongresinde ifade edilen amaç ve ilkeleri esas alıyoruz kendimize. Bunlar, o zamana kadar gelen komünist hareketin derslerinden süzülmüştür. O güne kadarki siyasal mücadeleyi eleştirel bir değerlendirmeye tâbi tutarak ortaya çıkan derslerdir. Bunların gerisine düşmemek gerekir. Bizim için, bunlar bir kalkış noktasıdır. Komünist bir siyasal harekete önderlik edebilmek için bunların ışığında değerlendirmeler yapmamız lazım.

Bunları kısaca belirttikten sonra, aslında temel bir ayrım noktası var. Tarih konusunda Teori ve Politika’nın bakışı nedir dediğimiz zaman, çok net öznesiz, ereksiz, determinist bir tarih anlayışı karşımıza çıkıyor, yani tarihte öznenin hiçbir rolü yok, tarihin kendisinin birtakım dinamikleri var ve kendiliğinden bir şekilde ilerliyor, ancak özne belli bir anda, sürecin belli bir anında devreye giriyor. Doğrusu bizim böyle bir tarih anlayışımız yok. Bize göre, tarih sınıf mücadelesine göre belirlenen bir süreç, yani sınıf mücadelesinin seyrine göre tarih bir şekilde ortaya çıkıyor. Bu mücadele farklı sınıflar, yani farklı amaçları olan insan toplulukları arasında sürdürülüyor. Tarih dediğimiz şey, amaçlı bir insan faaliyetinden başka bir şey değil, birtakım insanların onları bir araya getiren birtakım amaçları var ve o şekilde hareket ediyorlar ve başka insanların başka amaçları var onlar da o şekilde hareket ediyorlar ve güç dengelerine göre tarih yazılıyor ve ortaya çıkıyor.

İşçi sınıfının buradaki durumu nedir diye baktığımız zaman, işçi sınıfı diye bir sınıf var mıdır? İşçi sınıfı nasıl bir sınıftır veya proletarya dediğimiz şey nedir diye baktığımız zaman, bugün işçilerin cins gibi, ulus gibi, etnik birtakım kökenler gibi veya işçi sınıfının farklı katmanlarında yer almak gibi birçok nedenle birbirinden ayrıldığını, bölündüğünü görüyoruz ve bu bakımdan da bir sınıf oluşturmadıklarını görüyoruz. Sınıf mücadelesine damga vurabilmesi için işçi sınıfının birleştirilmesi, bir araya getirilmesi gibi bir görev var. Bu görevi yerine getirebilmek için de, bir devrimci partiye, bir devrimci önderliğe ihtiyaç var.

Bizim için tarih, müdahale edilmesi gereken bir süreç, bunun kendiliğinden birtakım sonuçları yok, ancak buna müdahale ederseniz belli bir sonuca varır. Mesela, şöyle düşünmüyoruz kesinlikle; yüzde yüz komünizme varılacak! Böyle bir şeyi kesinlikle ortaya koymak mümkün değil. Evet, bu toplumun içinde komünizmin olanakları var, Alman İdeolojisi’nde Marx’ın söylediği gibi, bu toplumun kendi iç ilişkileri içerisinde komünizmin olanakları var. Bir proletarya var ve bunun devrim yapması gibi bir olanak var, ancak bu olanakları gerçeğe dönüştürebilmesi için de bir devrimci partinin rolü devreye giriyor. Yani tarih bir arabaya benzetilecekse bu arabanın gideceği yer çok belli değil, evet hep aynı yöne gidiyor, ama başka bir yöne doğru gitmesi mümkün, farklı yönlere doğru gitmesi mümkün, burada da bir devrimci partinin rolü ortaya çıkıyor.

Ekim Devrimi’ne baktığımız zaman, bunu çok net görebiliriz, Ekim Devrimi’nde bir parantez açılıyor, Bolşevik Parti’nin devreye girmesiyle, sınıf mücadelesine müdahalesi ile birlikte bir parantez açılıyor. Elbette, böyle bir müdahalenin olabilmesi için önceden devrimci bir partinin yaratılmış olması gerekiyordu ve Bolşeviklerin o zamanki diğer birçok akımdan farklı olarak böyle bir partileri vardı ve bu sayede müdahale edebildiler, ama aynı koşullara sahip, aynı nesnel koşullara sahip olmakla birlikte Almanya’da benzer bir nesnel durum yaşandığı halde bir proletarya devrimi ile sonuçlanmadı. Tek eksik Bolşevik Parti gibi bir partinin olmayışıydı, orada bir yenilgi ile sonuçlandı.

Ekim Devrimi niye Sovyetler Birliği’ne dönüştü ve yenildi veya ortadan kalktı diye baktığımız zaman da, bu yine Bolşevik Parti’nin kendi ilkelerini, esaslarını sürdürememesinden kaynaklanan ve özne olarak bu sürece dahil olamamasından kaynaklanan bir durumdur.

Teori ve Politika ise; tarihi halihazırda birtakım öznelere ve bunların mücadelesine göre bir akışa bırakmış durumda. Yani tarih nasıl olsa, ister beğenilsin ister beğenilmesin, nasıl düşünürsek düşünelim, yani “tarih kendisine göre ilerliyor” dediğimiz zaman biz aslında şundan başka bir şey ifade etmiş olmuyoruz: “Biz bu akışa müdahale etmeyeceğiz, bizim bu akışa müdahale etmek gibi bir durumumuz yoktur, olamaz, bu bir şekilde kendi ilkelerine göre ilerliyor.” Böyle dediğiniz zaman, kendinize bir amaç tarif edemezsiniz, kendiniz de bu siyasi hareketlerin peşinde sürüklenmek durumunda kalırsınız, yani tarih birtakım özneler yaratır, siz onların arkasında, kuyruğunda, onların peşinde birtakım şeylerin içinde olursunuz, ama bu duruma müdahale etmeniz mümkün olmaz. Nitekim Teori ve Politika’nın siyasi sorunlara yaklaşımının biz böyle olduğunu düşünüyoruz. Biz, siyaseti gündemimize alırken burada proleter devrimin önünü açacak dinamikler şu şekilde mevcuttur demek üzere alıyoruz. Buna devrimci bir parti bu şekilde müdahale etmelidir demek üzere alıyoruz.

Bu bakımdan Teori ve Politika’nın yeni açılımlar getirdiğini düşünmüyoruz, varolan siyasete alternatif bir siyaset ortaya koymadığını düşünüyoruz. Devrimci hareketin içinde varolan bir yapı olarak, devrimci hareket olarak durumumuz hiç iyi değil, hiç parlak görmüyoruz durumumuzu, ama bir yandan da bu kötü duruma rağmen birilerinin, aslında çok iyi bir şey yapıyorsunuz demelerini veya ortaya koydukları teorik çerçeveyle yaptığımız şeyleri desteklemelerini hiç doğru bulmuyoruz, yani bu bizim önümüzü açma yolunda bir gayret olmadığı anlamına geliyor.

Bizim açımızdan, önemli olan politik ayrımlardır. Marksizm konusunda kendinizi başkalarından ayırt etmeniz sizin için yeterli değildir. Mademki, siyaset sahnesinde ne yapılacağı önemlidir ve mademki siyaset sahnesine müdahale konusunda aynı şeyi yapacağız, o zaman teori konusundaki ayrımların ne anlamı var, ne önemi var.

Biz teorik sorunların, devrimci bir politik duruşu netleştirmek için gündemimize girmesi gerektiğini düşünüyoruz, yani devrimci siyaset için devrimci bir örgüt lazım ve bu devrimci siyasetin nasıl olacağının net bir biçimde çizilebilmesi için teorik sorunlar gündemimize giriyor, doğrusu politika kumanda mevkiini kaybetmemelidir diyenlerin de böyle yapmaları gerektiğini düşünüyoruz.

Teşekkür ediyorum.

 

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ederiz.

Ercan Coşkun, Marksizm ve komünizm kavramı ü zerinde durdu: Komünizmin tarihsel bir kavram, Marksizm’in ise komünizmden kopartılmış haliyle bir doktrin olduğunu ifade etti ve Teori ve Politika’yı bu noktada eleştirdi. Israrla geçen konuşmasında da üzerinde durdu, Teori ve Politi kadaki tarih yaklaşımını reddetti. Teori ve Politika’daki ar kadaşlar tarih için “öznesiz, eleksiz bir süreçtir” diyor. Ercan Coşkun ise; “tarihin insan faaliyetlerinden başka bir şey olmadığını, tarih müdahale edilmesi gereken bir süreçtir” diyor.

Kendisine teşekkür ediyoruz ve sözü Mehmet Gü neş’e veriyoruz.

 

MEHMET GÜNEŞ (Bilinç ve Eylem Dergisi)- Ben, kendi gerçek tarihimizden, geçmişimizden yola çıkarak konuya girmek istiyorum. Türkiye’de devrimci hareketin, teori ile ilgili olarak her zaman çok ciddi sorunları olmuş. Bugün de teori alanı ciddi bir boşluğu ifade ediyor. Bununla ilgili bir örnek vermek istiyorum: 1930’larda, 10 yıllık bir devrimci parti yaşamı sonucunda Dr. Hikmet Kıvılcımlı, “teori sorunu bizim partimizde eksiktir veya ne vardır diye bakmak istedim” diyor, “teori olarak birikmiş olan yere bakmak istedim, orayı açtım, gördüm ki o ambarda fareler cirit atıyor, yani fareler düşse kafasını yarar, bomboş bir ambar gördüm” diyor. Oradan bu tarafa bakıldığında, nasıl bir şey görüyoruz? Tabii hiçbir şey yok denemez, ama hala çok bir şey yok o ambarda.. Bir taraftan da, Türkiye’de,  teori adına söylenmedik şey yok. Gerçekte Türkiyeli devrimciler teoriye ilgisiz değiller; çıkan yayınları, yazılan ve çizilenleri ve benzeri materyalleri düşündüğümüzde teoriye ilgisiz olduklarını söylemek zor.

Ancak ayırım yapmadan, orta yerdeki, tüm teorik birikime bakalım. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı çıkardığımızda elde kalanlar nedir? Bu coğrafyadaki yüz yıllık sınıf mücadelesinden bize kalan nedir? Teorik olarak mirasımızda ne var ne yok? Bırakalım özgün teorik eserleri, dönemlere ilişkin pratik süreçlerin kronolojik tasniflerinden bile yoksunuz. Kim der ki, Türkiye’de şu eser teorik olarak bize şu dönemin encamını anlatıyor. Yani bu ülkede Marksistlerin geçmişini, geçmişte yaptıklarını, belli dönemlerdeki veya Türkiye devrimci mücadele tarihi ile ilgili, dönemeç noktaları ile ilgili, ve somut bir şey soralım, 12 Eylül ile ilgili burada kim hangi kaynağı önerebilir? Genç bir devrimci adayı, “Şu sürekli söz edilen 12 Eylül nedir, hangi koşulların sonucu, hangi hatalardan dolayı böylesine etkili oldu, bunu öğrenmek için nelere bakmalıyım?” dediğinde, kimin aklına hangi eser geliyor? 12 Eylül’ü en iyi biz tahlil ettik, şu eserimize bakın diyen biri çıkabilir, buna da razıyız ama yok.

Şimdi bu ambara bir şeyler atılıyor, ama nasıl bir şeyler atılıyor onu biraz açalım, Teori ve Politika, ciddi olarak uğraşıyor teori sorunlarıyla. Dünyadaki gelişmeleri izliyor, Marksizm alanındaki tartışmaları izliyor, sadece teorik olarak izlemiyor, aynı zamanda pratik politika alanındaki tüm gelişmeleri de izliyor ve yorumlamaya çalışıyor. Dünyanın neresinde ne oluyorsa, bir gelişme, bir pratik anlamında söylüyorum, yani pratik ve teorik olarak izliyorlar. Teori ve Politika’yı ciddiye almayan birçok eğilim, dünyadaki, gerek teorik gerek pratik gelişmelere aynı oranda duyarlılıktan çok uzak.

Arkadaşların, bazı konularla ilgili görüşleri önemli, teorik tartışmalarla ilgili söylediklerinden çok, hem Türkiye’de, hem dünyadaki gelişmelere Marksist ve devrimci bir konumu temel alarak yaklaşıyorlar. Pratik devrimci gelişmelerle ilgili yazdıkları her konuda ciddi, sorumlu ve yapıcı eleştiriler getiriyorlar. Türkiye’deki devrimci yazını eleştirici bir gözle ama çok dikkatli izliyorlar. Türkiye’deki  devrimci örgütlerin somut politikadaki tavırlarını, alışılmış sol üslubun ötesinde, yetkin bir kapsayıcılıkta ve devrimci bir perspektifle ele alıyorlar. Somut bir seçim dönemine ve devrimci yapıların bu konudaki tavırları veya Kürt sorununa, benzeri pratik sorunlara getirdikleri yaklaşımlar oldukça önemli. Marksist bakış ne ise, Marksizm tartışmalarından kendilerine ne biriktirdilerse, bunun ölçüsü pratiğe bakış ise, pratiğe bakışta devrimci kalabiliyorlar.

Genel olarak teori dendikten sonra akla politika değil pratik sözcüğü gelir, arkadaşlar politikayı yeğlemişler.  Marksizmi de bilim, felsefe ve politika üçlüsünden oluşan bir bütünlük olarak tarif ediyorlar. Çok yanlış bir tanımlama denmez ama eksiktir. Yine Marksizmdeki krizi bu üçlü arasındaki bütünlüğün bozulması olarak anlıyorlar. Marksizm önce teori ve pratik birliği demektir ve bugün bu birliğin kurulması her zamankinden daha önemlidir. Marksizm sorununa veya Marksizmde kriz sorununa, buradan yaklaşmaya çalışalım. Şimdi, belki buna bizim başa aldığımız, teori pratik meselesi, yani bütünsel olmayan, parçalanmış, kopmuş denilen bir şey varsa, bu ikisinin birbirinden kopmasıdır. Arkadaşlar, bu teori ve pratik ilişkisini bir biçimde biraz basitleştiriyorlar gibi. Hiçbir zaman basitleştirilecek bir konu değil. Yani yaşamla düşünce ayrıştığı zaman kriz orada başlar, eğer düşünce yaşamın önünü açmıyorsa orada kriz vardır; anlayamıyorsa, olguları çözemiyorsa, çözümleyemiyorsa orada kriz vardır.

 Bundan öteye,  bilim, felsefe, politika eksenli bir Marksizm tarifi yaparak, bunların arasındaki sorunlardan, kriz meselesine geçmek bizi maddeci zeminlerden öteye saf düşüncenin spekülatif alanına taşır. Bu zeminde ölçü ortadan kalkar, yani sonuçta her şeyin doğruluğu veya yanlışlığı, düşüncede başlar düşüncede biter. Bu saf idealizmdir. İddianız ne ise, bunun bir ölçüsü olması lazım. Bir bütünlük meselesi diyorsak, basit bir biçimde teorinin dönüp pratiği, pratiğin dönüp teoriyi tamamladığı bir şey olarak değil, bütünlüğü, teori ve pratiğin bütünlüğü olarak algılamamız gerekir. Düşüncenin gerçekliği konusunda, sosyal pratik dışında, eğer arkadaşlar başka bir ölçü buluyorsa, onu ortaya koysunlar. Belki matematikte oluyor, sayıların sağlaması gene sayılarla yapılıyor, fikirlerin sağlaması fikirlerle yapılamaz. Fikirlerin fikirlerle doğrulanması, bizi materyalizmden, maddi olandan koparır, bulutların içinde bir yere götürür. Fikirlerin sağlaması fikirlerle yapılmaz, burada sorun var arkadaşların yaklaşımında. Ancak, bunun dışında teori  kendi başına pratiğe daralan bir şey değildir elbette.

Diğer konuşmacılar katıldığım birçok şey söyledi, onları tekrar etmek istemiyorum. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Marksizmin doğuşuna ilişkin değerlendirmeleri genel anlamda Marksizm sorununa yaklaşımda temel olarak alınabilir. Onun dediği şöyle bir şey var: “Marksizm denilen şey, Marx ve Engels diye kahin kafalı iki insanın eseri değil, onların kafasının ürünü olarak da ortaya çıkmadı. Bir biçimde, insanlık o aşamaya gelmişti bilimlerde, felsefede, ekonomi biliminde, iktisatta ve tarih biliminde ve bütün alanlarda yeni bir senteze sıçrayacak birikim zaten oluşmuştu. Bunlar, bu iki insan olmazsa 3 yıl önce başka birileri olabilirdi, 5 yıl sonra başka birileri olabilirdi, ama insanlık o aşamaya bütün teorik, pratik, ekonomik, siyasal, toplumsal, felsefi gelişim düzeyini bir anlamda bir senteze kavuşarak, bir şeyi açacak ve kendi vargılarını bilimsel bir sonuca götürecek düzeye ulaşmıştı. Bu iki insan olmasaydı başkaları olacaktı, 3 yıl önce, 5 yıl sonra, ama mutlaka insanlık bu adımı atacaktı.” Böyle diyor Kıvılcımlı.

 Dolayısıyla, buradan şöyle bir şey yapabiliriz: Tarihsel bir dönemin ürünü, ve Marksizm o tarihsel dönemle hakkını vererek hesaplaşıyor, yani hiçbir şeyi yok saymıyor, kendisinden önce söylenmiş her şeyle hesaplaşıyor ve onlardan belirli sonuçlar çıkartıyor, ancak kendi görüşlerini son hakikatler olarak vazetmiyor. Her türlü kuram oluşup, belirlendiği anda donmuş oluyor, ama yaşam devam ediyor. Dolayısıyla, Marx-Engels de kendi dönemlerinin koşulları ile sınırlı idiler ve ister istemez düşünceleri kul yapısı bir şeydi, ve kendileri de normal insan, biyolojik varlıklar olmaktan öteye doğa üstü bir yetenekleri yoktu, böyle değişmez ve müthiş hakikatler sunacak durumda değillerdi. Kendi dönemlerinin birikimine dayanarak görüşlerini oluşturdular. Marksizm de yaşayan her şey gibi çelişkili ve sancılıdır, mükemmel bir doğum yoktur, mükemmel olan şey zaten bitmiş bir şeydir. Yaşayan her şey gibi doğuşuyla hem sınırlı, hem sancılı ama gelişmeye açık bir öğretidir. Zaten daha sonraki süreç de bunu gösteriyor.

 Şimdi, diyelim arkadaşların veya, dünyanın başka bir yerinde başka birilerinin, Marksizmin krizini oturup araştırma yaparak çözeceği söz konusu değil. Şunu demek istiyorum: belli bir dönemde, yaşamın önümüze getirdiği sorunları çözüp ilerleyebilmek için elimizde varolan veriler, araçlar, ölçekler yetişmiyor; bu durumda sorunları olduğu gibi, yöntem ve araçları da  yeniden ve daha gelişkin biçimiyle tarif etmemiz diye bir sorun var, bu sorun her zaman için olacak, yani eldeki sorun çözüldüğü noktada yeni sorunlar olgunlaşmaya başlayacak. Öyle mükemmel bir çözüm olacak ki, krizi aşıp bitirmiş olacak bir çözüm bulunacak, oradan sonra her şey çözülecek. Böyle bir şey yok. Bir aşamadan sonra başka bir çözümsüzlükle, başka bir sancıyla karşılaşılacak. Yaşamın ve gelişmenin, bundan başka yasası yok. Gelişme diye bir şey varsa, yaşam diye devam eden bir şey varsa, her zaman için sorun olacak, çelişki olacak. Bir dönem için böyle değil de şöyledir, insanlık 3 bin sene, 5 bin sene, atıyorum, dört işlemle  işlerini yürütüyor, ama bugün mühendislik hesapları yapılmazsa, binaların hepsi çöker. Dört işlemle işlerini yapıyor, yani dört işlem yanlış olmuyor, dört işlem aşılmış oluyor. Teorik olarak söylenecek en ileri şeyler de, her zaman için aşılmaya ve daha yetkinleşmeye gebedir. Mutlaka ve mutlaka krizin analiz edilmeye, Marksizmin geliştirilmeye, her şeyden çok Marksizmin böyle bir şeye ihtiyacı var.

 Bugün, dünyada herkes bir tarafa gidiyor, bitti diyorlar, Marksizm de gitti... Fakat Marx yeniden bir aziz haline getirilmeden olmuyor. Öldü denilen ama eskisinden daha bilinmez ve tehlikeli “hayalet” yeniden diriliyor. Bundan dolayı acımasız ve kuralsız saldırı devam ediyor. İdeolojik saldırı devam ediyor. Bir biçimde post modernizm Marksizm de dahil bütün büyük anlatıları yıkarak, bütün büyük ütopyaları, gelecek planlarının hepsini kırarak, bütün dokulara sızarak böyle bir işlev görüyor. Marksizme çok büyük saldırılar bu noktalardan derinleştirilerek sürdürülüyor. Marksizmi bu dönemde savunmak her zamankinden daha önem kazanıyor. Onu zırhların içine sokarak veya şövalyelik yaparak, önüne çıkarak koruyamayız. Bugün Marksizmi koruma işi de onu eleştirmekten geçer, güçlendirme ve geliştirme işi de eleştirmekten geçer. Bu ortamda kriz lafı biraz ister istemez Türkiye’de dinden çıkma gibi de gelebilir, yani sapkın mezhebe doğru gitme gibi de gelebiliyor. Her şeye rağmen girilen yol bir boyutuyla doğrudur. Arkadaşlar açısından geliştirici olacağını düşünüyorum. Fakat şöyle bir durum var, söylediğim gibi, bu kriz sorununa güzel el atmışlar, bir sürü de şey geliştirmişler, ama sonuç olarak bunun çözümü diye bir şey yok. Yani krizin çözümü, düşüncenin düşünceyle doğrulanması olmayacaksa veya bir yerden birilerinin, bütün hakikatleri, yeryüzünün ve gökyüzünün bütün hakikatlerini çözdüm buraya koydum, alın kullanın, diyeceği gibi bir beklenti yoksa, pratiğe dönmek mutlak bir zorunluluktur. Marksizm sınırlarında kalmanın başkaca olanağı yok.

Bu şöyle bir durum: Sorunun evrensel boyutları var, yalnız bizimle ilgili bir şey değil, yani Türkiyelilerle, Türkiye ile ilgili bir şey değil ve sadece teorinin alanında durularak çözülemez. İnsanlığın bugün itildiği gerilikten çıkması belli bir zaman ve bütün alanlarda uzun mevzi savaşlarını zorunlu kılıyor. Teorideki tıkanma, teorik kriz, yaşamdan, bir bütün olarak insanlığın kapitalizm tarafından kuşatılması gerçekliğinden ayrı anlaşılamaz. Tarihsel olarak teorik sıçrayışlar, büyük kitlesel eylemlerle atbaşı veya biri diğerini besleyerek gelişmiştir. Kitlelerin büyük eylemiyle, teorinin sıçrayışları birbirinden koparılamaz, krizleri de böyle anlayabiliriz, çünkü düşüncenin krizi, insanlık tarihinin ileriye doğru gidişinde kırılmalar, geriye dönüşler başladığı andan önce başlıyor ve onlarla derinleşiyor. Öncü sınıflar ve örgütleri o dönemi, bir bütün olarak en doğru biçimde tahlil ederek bütün yapılabilecekleri net olarak görerek yola çıkmıyor, zaten böyle bir şey mümkün de değil. Kitleler kendi önyargılarını yıkıyorlar ve başka bir  tavra açılıyorlar, ve bununla birlikte teorinin de yolunu açıyorlar.

 Biz, eğer söylediğimiz işin mekânında, yani Marksizm denilen maddeci bir mekânda kalarak tartışacaksak, bu teori-pratik ilişkisini es geçemeyiz; burada eksiklikler var. Teori-pratik ilişkisi dediğimiz de nedir? İnsanlar bizim yaşadığımız çağda birtakım sloganlarla yola çıktı, yani insanlık Marksizm ile şunu aldı, yirminci yüzyıl boyunca dünya gericiliğine kök söktürdü. Küçük Vietnamlılar o modern silahlarla donatılmış kocaman Amerikan conilerini ülkelerinden söküp attılar.  Bir halk olarak bu Marksizm denilen şeyi aldılar ellerine ve bir araya gelip koskoca ABD’yi yendiler. Teoriyi maddi bir  güce dönüştürdüler. Dolayısıyla, biz eğer bunun dışında da, fikirler aleminden çıkarsamalar yapmakla yol alacağımızı düşünürsek fena halde yanılırız.

Ne bileyim, çok güzel bir edebiyat eseri, bir tarihte yazılmış, o kuşaklar okumuş, başka coğrafyadan insanlar okumuş, daha sonra başka kuşaklar okumuş, 300 yıl geçmiş yeni kuşaklar da okuyor. Marksizm böyle olamaz, yani oraya konmuş ve buradan sonra devam edecek bir şey olamaz. Bir edebiyat eseri için olabilir, fakat Marksizmi bu biçimde alamayız, böylesi kalıplarda donduramayız. Marksizm veya genel anlamda teori sürekli sancılı bir gelişme haliyle devam edecektir. Yani o ancak sancı içindeki insanlığın önünü her anlamda açtığı ve ileriye götürdüğü, ona hizmet ettiği oranda, yani teori milyonlara mâl olduğunda maddi bir güç haline gelir. Zaten Marksizmin bu özelliklerinden dolayı diğer düşüncelerden ayrılıp bugüne gelişi de böyle bir şey.

Bugün burjuvazinin bir çeşit Marx’a ve Marksistlere de ihtiyacı var. Teoriyle uğraşan Marx, filozof Marx, iktisatçı Marx, tarihçi Marx’a kimsenin fazla bir itirazı yok. Bunların birkaçı birden ve üstelik politikacı Marksisti de, bütün burjuvazi kabul etmeye hazır. Çok büyük adam diyorlar, bir tek şu Marx’a itirazları var, ihtilalci yani iş yapan Marx’a itirazları var. Söylediklerini pratiğe döken Marx’a, yaşamda dövüşen teoriye şiddetli itirazları var. Marksizm de böyle olmuş, onunla silahlanan kitleler Ekim Devrimi yapmış, başka bir yere gitmişler. Şimdi geriye döndüğümüzde, bizim raflara dizeceğimiz bilimsel, felsefi, yeni yeni düşüncelere falan filan ihtiyacımız yok, insanlığın bugünkü sorunlarına çözüm getirecek ve bir adım ileriye götürecek ve yeni dönemi kucaklayacak bir Marksizme ihtiyacımız var. Bu anlamda yaşamın önünü açacak bir Marksizme ihtiyacımız var.

 

OTURUM BAŞKANI- Süremizi dikkatli kullanalım lütfen, Ali Osman senden de bunu rica edeceğim. Konuşmacı arkadaşlar seni çok kışkırtmış olabilirler, ama senin polemiğe girmeni değil sadece özet yapmanı istiyorum.

 

ALİ OSMAN ALAYOĞLU (Teori ve Politika)- Bizim, bugüne kadar ilerleyiş sürecimizin, serüvenimizin dayandığı temel noktaları Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı ortaya koyuyor. Bu taslak, gerektiği zaman, yani buradaki konuşmacı arkadaşların önemle ve dikkatle belirttiği bazı rüzgârlardan etkilenip bazı yerlere savrulduğumuz zamanlarda tekrar kendimizi toparlayabilmemiz için iyi bir tutamak noktası oldu. 1995’in Ocak ayında yayınlanan taslağı düşünürsek, biz 10’uncu yılımızı tamamlamış oluyoruz. Ve biz kendimizi, 10’uncu yılımızda, 10’uncu yıl sayımızdaki ilk yazımızda belirttiğimiz gibi, büyük bir partinin, büyük bir Marksist partinin, ezilenlerin Marksist partisinin teorik-politika ile ilgili çalışmak üzere ayrılmış bir misyonu olarak görüyoruz. İşte bu yüzden, bu büyük partinin içinde olduğunu düşündüğümüz dostlarımız, yoldaşlarımızla beraber 10’uncu yılımızda kendi muhasebemizi yapalım istedik. Sağ olsunlar, hem 10’uncu yıl sayımızda bize dönük eleştirilerini belirten yazılar yazarak, ileride değeri daha iyi anlaşılacak katkılar sundular, hem de İstanbul’daki ve buradaki tartışmalarda eleştirilerini ileterek yine hepimiz için, bu büyük parti için bizce önemli bir katkı sunmuş oldular. Bunun devamının geleceğini düşünüyor ve buna inanıyorum kendi adıma.

Burada, ilk konuşmamda Ali İhsan’ın da uyarısını dikkate alarak, arkadaşların yaptığı genel eleştirilere cevap vermeyeceğim. Konuşmamda, bugüne kadar bizim kendimizden, yani Teori ve Politika’dan neyi anladığımızı, 10 yıldan genel hatlarıyla bizim ne çıkardığımızı elimden geldiğince, dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Yola çıkarken biz şöyle bir saptama yaptık –aslında bu saptamamız içinde bulunduğumuz teorik-politik kolektifin temel varlık sebebidir–: Marksizm, derin ve çok yönlü bir krizin içindedir. Tekrarlıyorum, Marksizm derin ve çok yönlü bir kriz yaşamaktadır. Ana saptamamız buydu. Bugün, 10 yıl sonra görüyoruz ki Marksizmin krizi derinleşerek devam etmektedir. Dolayısıyla bu saptamayı şu anda da geçerli bir saptamamız olarak ele almamız gerekir. Ama belirtmeliyim ki bu kriz Esra arkadaşın açıkladığı şekli ile, sadece bir yönüyle ifade edilmiş olur. Oysa birkaç yönden ifade etmek mümkün bu krizi. Ancak bunun için öncelikle sanırım bizim Marksizm anlayışımızın ne olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Burada aktarılan Marksizm anlayışları ve Marksizmin dile getiriliş şekillerinden de böyle bir gerek olduğu sonucuna vardım.

Biz nasıl bir Marksizm anlıyoruz ve anladığımız Marksizm temelinde nasıl bir kriz tanımlıyoruz, yani şapkamızı önümüze koyup Marksizmin yaşaması için bir şeyler yapmamız gerektiğini düşünmemize neden olan Marksizm tasavvurumuz nedir? Öncelikle, biz bilim, felsefe ve politika üçlüsünden oluşan bütünsel bir Marksizm tanımlaması yapıyoruz, Marksizm diyoruz, “bilim, felsefe ve politika üçlüsünden oluşan bütünsel bir yapıdır”.

Arkadaşlar, bana öyle geliyor ki bu tanım hiç de genel, yaygın söylenen bir Marksizm tanımı değil, Teori ve Politika’nın ısrarla dile getirdiği, özgün olduğunu düşündüğümüz bir Marksizm tanımı. Marksizmin biricikliğini, diğer yapılardan farklı olması anlamına gelecek biricikliğini ortaya çıkarmak, ama ortaya çıkartırken de onu eksikli bırakmamak anlamında da bir uygunluk taşıdığını düşündüğümüz bir Marksizm tanımı. Şöyle ki: Çeşitli başka bütünsel yapılar da vardır anarşizm gibi, ya da bazı İslami bütünsel yapılar gibi... Bu bütünsel yapıların içinde felsefe bulunabilir, politika bulunabilir, ama bu yapılarda, yapıya içkin bir bilim görülmemektedir. Dolayısıyla şunu bilmeliyiz ki, Marksizm açısından bilim temel düzeyde önem taşıyan bir şey. O yüzden Marksizmin bilim ayağı, yani tarih bilimi özel bir önem taşıyor. Marksizm, bilimin temel bir konum işgal ettiği bir şekilde, bilim, felsefe, politika bütünlüğü oluşturduğu için, böyle bir biriciklik yarattığı için ezilen hareketlerinin genel hegemonik üst çatısı olabilme avantajına daha fazla sahiptir diye düşünüyoruz. Bu tanım sayesinde Marksizmi eksikli bir kavrayışla tanımlayıp, mesela bilim ayağından tanımlayıp bir akademik yapı ya da daha ideolojik bir ayaktan tanımlayıp bir doktrin ve benzeri şeklinde anlamamış oluyoruz. Dolayısıyla Marksizmi, bilim, felsefe, politika üçlüsü ile, bir başka deyişle teori, politika, pratik üçlüsü ile bütünsel bir yapı olarak dile getirdiğimiz için bu bütünlüğün parçalanması, dağılması, bir araya gelmesi anlamında bazı sorunları algılamış, düşünmüş, onları dert edinmiş oluyoruz.

Biz, Marksizmi bir de, bilim, felsefe, politika üçlüsüyle tanımladığımız şeklinden ayrı olarak, ontolojik açıdan şöyle bir bütünsel yapı olarak tanımlamamız gerektiğini düşünüyoruz; Marksizm, Marx ve Engels adındaki kanlı-canlı şahıslardan başlayıp, günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde bildiri dağıtan herhangi bir militana kadar uzanan bir toplamdır, bir bütünlüktür. Böyle bir Marksizm algılamak, böyle bir Marksizmi sorgulamak, böyle bir Marksizm ile yola çıkmak Marksist olmanın gereğidir diye iddia ediyoruz.

Şimdi, yaptığımız bu Marksizm tanımlarından yola çıkarak düşündüğümüz zaman, Marksizmin derin ve çok boyutlu bir kriz içinde olduğunu söyleyişimiz, bu konudaki ısrarımız biraz daha anlaşılabilir diye düşünüyorum. Marksizm, bilim, felsefe, politika bileşenleri temelinde bir parçalanma yaşıyor şu anda, 10 yıl önce de öyleydi, bugün derinleşerek devam eden bir parçalanma... Elbette Marksizmin krizi temelinde bunun yanı sıra başka unsurlar da var. Marksizmde yaşanan parçalanma aynı zamanda enternasyonal nitelikte bir parçalanmadır. Marksizmde yaşanan parçalanma aynı zamanda hegemonik etkiler yaratan bir Marksist hareketin dünyada bulunmaması anlamında bir parçalanmadır. Yani Marksizmin krizi enternasyonal niteliktedir de... Dünyada hegemonik etkiler yaratan Marksist bir hareketin bulunmaması anlamındadır da... Bilim, felsefe, politika üçlüsünde oluşan yapısının bir tür üst üste gelme, örtüşmesinin gerçekleşmemesi anlamındadır da...

Kısaca, 1917 Devrimi sonrasının, 1920’lerin Sovyetler Birliği gibi, o dönemin dünyası gibi, Üçüncü Enternasyonal’in o parlak yılları gibi bir örtüşmenin, teori ve politikanın ya da teori ve pratiğin illa rasyonalist olması gerekmeyen, “ama oldu işte” denilecek şekilde üst üste geldiği bir örtüşmenin olmadığı bir çağda yaşadığımızı düşünüyoruz.

Şöyle söylenebilir: Marksizmin krizi saptamaları yeni değil ve burada belirtmem gerekir ki Althusser’in kriz saptaması teorik ve politik içeriğiyle halihazırda da çok yerinde. Marksizmin krizde olduğu saptamaları uzun süredir yapılıyor ve Marksizmin krizi de bizce uzun zamandır devam eden bir şey. Tarihi konusunda tartışmak elbette mümkündür.

İşte biz bu nedenlerle şöyle bir şey söyledik: Marksizmin krizi koşullarında güçleri bir merkezde toplamak değil, uygun bir şekilde dağılıma tâbi tutmak yerindedir. Böyle yapmak gerekir, yani Marksizm bir bütünsel yapı ise, bu bütünsel yapının her boyutuyla ayrı ayrı ilgilenecek özneler yaratarak “bu kriz dönemini nasıl aşarız” sorusunu sormak daha uygun olabilir. Bunu dile getirerek ayrı ayrı zamanlarda örgütsel politik alandan koptuk. Ama şunu söylememiz gerekir: Örgütlerimize borcumuz tabii ki sonsuzdur, geçmişte de bugün de... Onlar, geçmişte ve bugün tek tek komünistlerin dünyanın şu halinde yaşayabilmelerini sağlayan kaleler görevini görmektedir. Bu görev, bu işlev, merkezidir, hayatidir, birincildir ve elbette kriz en başta pratik olarak çözülür.

Tekrarlamak istiyorum: Marksizmde bir toplanmanın değil, bir tür dağılımın yaşandığını düşündüğümüz için biz kendimize farklı bir yer tanımladık. Dedik ki, biz teorik-politika olarak adlandırdığımız alanda varolacağız ve orada faaliyet yürüteceğiz. 10 yıl önce dediğimiz tam da bu. İddiamız da şu idi: Türkiye’de, Marksizm için bir teorik-politika misyonunu yaratmaya çalışacağız.

Bugün, yani şu anda burada konuşurken birçok eksiğimizi dile getirecek olmakla beraber, yine de çubuğu biraz kendi lehimize doğru bükeyim. Başarı olarak adını anabileceğimiz, tok sesle “başarımız budur” diyebileceğimiz bir noktayı burada söylemiş olayım. Ardından da bu başarımızın neden başarı olarak görülmesi gerektiğine ilişkin birkaç maddeyi dile getirip konuşmamı bitirmek istiyorum. Türkiye’de, Marksizm için bir teorik-politika misyonu oluşturacaktık ve bugün iddia ile söylüyoruz, bu konuda pek mütevazı değiliz, Teori ve Politika 10’uncu yılın sonunda Marksist bir teorik-politik akım haline gelmiştir. Biz böyle düşünüyoruz. Peki bu nasıl ifade edilebilir, üçüncü şahıslara nasıl ispatlanabilir? Şöyle ifade edilebilir: 10 yıl boyunca Teori ve Politika’da çıkan genel görüşler, ortaya çıkan bakış, teorik-politik yazılar, teorik yazılar ve benzerine ilişkin genel bir izleme ve genel bir özet yapılabilir ve bundan hareketle bazı konulardaki özgün ve temel iddialarımız dile getirilebilir. Ben bu temel iddialarımızı dile getirmeye çalışacağım, nitekim İbrahim Horoz, Esra Sarıoğlu çoğunu söylediler zaten, çoğunu dile getirdiler.

Bizce, Marksizmin birçok temel konusunda özgün bazı sonuçlar çıkardık. Elbette bunlar bitmiş, tamamlanmış, sonu gelmiş, hallolmuş tartışmalar ve sonuçlar değil. Öyle anlaşılmamasını isterim. Tartışılabilir, tartışmaya devam edilmesi gereken, o yüzden zaten burada olduğumuz sonuçlar.

Birincisi şu: Felsefede materyalist kalmanın zorunlu olduğunu dile getirip, felsefede materyalist olmanın nasıl mümkün olacağına dair etraflı, ısrarlı tartışmalar yürüttük. Felsefede materyalist olmak açısından bazı özgün şeyler söylediğimizi de düşünüyoruz. Mesela, felsefe alanının aslen idealizmin alanı olduğunu vurguladık, felsefede materyalist olmanın idealizm alanına çıplak gerçekten ve bilgi düzeyinden devşirilmiş silahlarla akınlar düzenlemeyi gerekli kıldığını, ancak akınlar düzenlenen topraklarda yerleşik hale gelmemeye dikkat etmek gerektiğini söyledik. Yani felsefe topraklarına yerleşirsek, felsefede tutarlı olmakta, bir felsefi sistem kurmakta ısrar edersek zorunlu olarak idealistleşeceğimize vurgu yaptık. Materyalist felsefenin, felsefede hiçbir zaman tutarlı olmadığını, zaten tutarlı olmadığı için materyalist olduğunu vurguladık.

İkincisi şu: Tarih biliminin de içinde olduğu genel olarak tüm bilimlerin epistemolojik alana ait olduğunu söyledik. Bu bizim temel ve merkezi bir önermemiz, zaten ciddi karşı çıkışlar, iddialar ve itirazlar da buradan geliyor. Şöyle dedik aslında biz: Bilim, bilgi dünyasına aittir ve “bilimsel olmayan bir bilgi bilgi değildir”. Peki bu nasıl bir sonuç doğuruyor? Bu, “bilim, bilgi nesneleriyle yapılır, bilgi nesnelerinden yeni bilgi nesneleri üretilir, yani bilginin kıstası bir başka bilgidir, yoksa gerçek dünyadaki bazı başka unsurlar değildir”, demek oluyor. Üstelik, arkadaşların şiddetle karşı çıktığı bu tezlerimizin temel dayanaklarını da Marx’ın dışında birilerinden de almıyoruz, bunu da söylemek lazım.

“Bilimsel olmayan bilgi bilgi değildir” demekle aslında şöyle bir şey söylemiş olduk, ya da bu anlayış bizi şöyle bir şeye götürdü, bilim tanımımızı yaparken şöyle bir şeyde ısrar etmemiz sonucunu doğurdu: Bilim, bilgi nesneleriyle yapılıyorsa eğer, yani köpek kavramı havlamıyorsa (ki isteseniz de havlatamazsanız), yani bilim köpek kavramı ile yapılıyorsa, kavramlar dünyasında olduğunuzu bilerek oluşmuş bilimsel teorik yapının içinde, teorik yapının gerekleriyle bilim yapmak durumundasınız. Bu aslında çok özel bir tartışmadır ve kazandırdıkları çok fazladır. Bilimi epistemolojik alana, bilgi dünyasına yerleştirmemiz, en başta bilim alanında, tarih bilimi alanında tutarlı determinist ve aynı şekilde amasız, fakatsız ve tavizsiz belirleme ilişkisini savunur halde kalmamızı sağlıyor. “Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir” sözü de tam buna karşılık gelir. Neye karşılık gelir? Marx ve Engels’in tek yaptıklarının sosyalizmin zorunlu olarak geleceğini göstermek olduğunu söyledikleri zaman yaptıklarına karşılık gelir. Yani aynen Marx ve Engels’in dediği gibi “tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir” demek olur. Biz, tarihin öznesiz bir süreç olduğu savunusunun zorunlu bir savunu, Marksist bir savunu olduğunu düşünüyoruz, nitekim özne sorunu temelindeki ısrarlı eleştiriler de buradan geliyor. Bugün, Türkiye’de teorik hümanizm ile bulaşık olmayan, determinizmi tümden olmasa da kısmen, parçalı olarak reddetmeyen tek bir Marksist akım yok diyoruz. Özne kategorisini reddedemeyen akımlar zorunlu olarak böyle bir sorunla başbaşa kalacaklardır, hümanist ayartmalara kanacaklardır diye düşünüyoruz.

Bununla bağlantılı olmak üzere üçüncüsü şu: Esra’nın da dediği gibi, bilimi, bilimin alanını, epistemolojik alanı tanımlama şeklimiz zaten doğal olarak politika alanını ayrı bir yerlerde tanımlamamızı getiriyor. Bize göre, politika konjonktürde başlayıp konjonktürde biter, konjonktüre ilişkindir. Bilim ne kadar determinist ise, politika da o kadar olumsaldır, tesadüfidir, politik konjonktürün gereklerine göre yapılır. Yani biz sürecin içindeki bir anı seçip onda politika yapılır diyemiyoruz, çünkü bilim sürece ilişkindir, oysa konjonktürde süreç yoktur, anlar vardır. Yani politika sürecin olmadığı bir anda gerçekleşir diye bir iddia üzerinden, süreç ile an arasına kategorik ayrım koyan bir ikilik üzerinden hareket ediyoruz.

Zaten aslında dördüncü olarak bahsedeceğim saptamamıza da böylece gelmiş oluyoruz, yani süreç ile an, bilim ile politika arasındaki ayrımımızın, bilimden devşirilmiş, bilimin sabote ettiği, bilimin doktrinleştirdiği bir politika ya da politikadan devşirilmiş bilimin determinizmine halel getiren bir bilim anlayışından ayrı, politikanın olumsallığını, bilimin de determinizmini koruyan bir anlayışı savunmanın imkânlarını yarattığını düşünüyoruz.

Bu imkânlar çeşitli sonuçlar ortaya çıkartıyor. Pratik olarak şunları ortaya çıkartıyor: Marksizm içinde güçlü bir nüfuzu bulunan işçicilik ve sosyalizmciliğin karşına, işçici ve sosyalizmci olmayan yeni tür bir Marksizm koymak mümkün hale geliyor, yani ezilenlere genel olarak seslenebilen bir Marksizm, herhangi bir ezilen kesimine konjonktürde ayrıcalıklı konum atfetmeyen bir Marksizm. Öyle bir Marksizm ki, ayrıcalıklı konumu savaşan ezilene, devlete karşı mücadele edene atfeden bir Marksizm.

İşte böylece aslında beşinci maddeye de geçmiş olduk. Bu Marksizm anlayışımız, mücadele ederken ezilenleri ham maddi varlıklarıyla, oldukları gibi tanımak ve ideolojileriyle, her neyseler o olarak bilmek, anlamak ve ezilenler mücadelesinin saflarında öyle yer almak gereğini ortaya koyuyor. Marksizm, ezilenler safındadır. Her şeyden önce Marksistlerin bizzat kendileri de ezilenlerdir, çünkü devlete karşı mücadele ettikleri için politik olarak ezilirler. Ezilenlerin mücadelesini, bu temellerden hareketle öne çıkardık ve bir şiar önerdik: “ezilenler birleşin”. Bu şiarı günümüze ilişkin olarak öne sürdük. Dedik ki, günümüzün şiarı “ezilenler birleşin” olmalı. Ama bu bir tür doktrin değil, bunu ısrarla belirtmek lazım. Günümüz dünyasal konjonktürüne uygun olduğunu düşündüğümüz için şiarımız “ezilenler birleşin” olmalı dedik. Mesela Marx ve Engels’in varolduğu zamanın Avrupa’sının şiarı “dünyanın bütün işçileri birleşin” olabilir, çünkü aktif, dinamik ezilen kitlenin özellikle işçilerin ağırlıklı olduğu ülkelerde işçiler olduğu, aktif direnişleri işçilerin sergilediği açık bir gerçek. Ama mesela, gene Marx ve Engels döneminde aktif direniş gösteren, dinamik köylülerin olduğu da açık. Öyleyse Marx ve Engels’in onlara yaklaşımı konusunda da tartışmamız lazım. Benzer bir şekilde Lenin döneminde, Lenin’in “dünyanın bütün işçileri birleşin”in yanına “ve ezilen halklar”ı eklemesinin tesadüf olduğunu düşünmüyoruz. Çağın gereklerine göre, ezilenlerin belirli bir kısmına “hey sen!” diye seslenmek lazım. Lenin de kendi çağının gereklerine göre bir seslenme biçimi önermiştir.

Bazen öyle bir şey gerçekleşir ki dar bir ezilen kesime sesleniyor gibi olursunuz, “hey proleter!” dersiniz, köyde ağasına karşı direnen köylü de “ben proleterim” diyerek direnebilir. Gerçekte proleter olmasının bir önemi yoktur, seslenmeye cevap veriyor olmasının önemi vardır. Yani bizim ezilenler vurgumuz, “ezilenler birleşin” şiarımız bir tür genel, değişmez, en doğru hitap terimini, toplu seslenmeye uygun kelimeyi bulduk anlamına gelmez. Sadece şu anda konjonktüre uygun olan budur, diyoruz. Mesela “dünyanın bütün kadınları birleşin” sözünün bir dönem yarattığı etkiden daha yaygın ve daha aktif politik etkiyi, daha sonraları ortaya çıkan “dünyanın bütün emekçi kadınları birleşin” şiarı yaratmış olabilir, ki yarattı. Oysa seslendiği kitleyi darlaştırıyor gibi gözükmektedir. Kısaca şuna dikkati çekmek istiyorum, ezilenler vurgusuyla bir tür rasyonel genişletme yapmıyoruz. Dolayısıyla “ezilenler birleşin” sözü bu anlamda Esra’nın dediği tarzda bir tarifsizliğe işaret etmiyor. Ama elbette ezilenler vurgumuz, Marksistlerin her dönemde, her konjonktürde ezilenlerin yanında oldukları, olmaları gerektiği yönündeki aşkın gerçeği de ifade ediyor.

Altıncı bir nokta var, ona da değinmek istiyorum: Biz, politikada devrimci olanla olmayanı ilkesel bir tutumla ayırdık, teorik-politik tavrımız olarak bunu belirtmemiz lazım sanırım. Yani biz sözümona Marksist bir reformcuya İslamcı bir devrimciyi her zaman tercih ederiz, bu konuda hiçbir tereddüdümüz yok. Devlete karşı, emperyalizme karşı mücadele eden, elinde silah olanla eleştiri silahı kullananı nasıl bir tutabiliriz?

Sözlerimi şöyle bitirmek istiyorum: Teorik denilen yazılarımızla politik denilen yazılarımız arasında bizi sevindiren bir bütünlük, bir uyumluluk, bütünleştiricilik olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda, bizim mesela, devrimcilik ve İslam hakkındaki genel teorik düşüncelerimizle, 7. sayımızdaki “Marx’ın Yolu Eyüp Sultan’dan geçer (mi?)” yazısının bir benzerliği, bir uyumu vardır. Bizim, politika konjonktürde yapılır teorik anlayışımızla, dünya konjonktürüne ilişkin 24-25. sayımızdaki 11 Eylül ile ilgili yazılarımız (“Barbarlığın devrimci rolü”, “Devrimciler ve mücahitler”, “Adak”), Filistin’le ilgili 26. sayımızdaki “Filistin, ey Filistin” yazımız ve dosya konusu “Savaş ve Marksizm” olan 30. sayımızdaki yazıların bir benzerliği, bir uyumu vardır. Bizim, genel teorik işçicilik ve sosyalizmcilik eleştirilerimizle, devrimcilik savunumuzla dolayısıyla özne reddimizle, 19-20. sayımızdaki “Garbis Altınoğlu’nun ‘Proleter(ci) Doğrultu’su” yazısı ve Esnaf eylemine karşı olumsuz tavır alanlara eleştiri yönelten 22. sayımızdaki “Ezilenlere düşman bir ‘soL’” yazısının bir benzerliği, bir uyumu vardır. Bizim, devrimciler ve devrimcilik anlayışımızla 21. sayımızdaki 2000 ölüm oruçlarıyla ilgili olan “Bizimkiler” yazımızın, yine aynı sayıdaki “Devrimcilerin canı sağolsun!” yazımızın, 1996 yılındaki ölüm oruçlarına ilişkin 4. sayımızda yer alan “Ölüm orucu üzerine notlar” ve “Ölüm oruçlarının düşündürdükleri” yazılarımızın, 1996 ve 2003 1 Mayıs’ına ilişkin yazdığımız değinme yazılarının (3. sayımızdaki “1 Mayıs’ın ardından birkaç söz” yazısı ile 30. sayımızdaki “Politik kriz ve 1 Mayıs 2003” yazısı) bir uyumu vardır. Bu yazıların devrimcilik konusundaki net tutumumuzu gösteren bir niteliği vardır.

Tabii devrimcilikten de öte, elbette biz tüm bu ayrımları yaparken, devrimcilik ile reformculuk ayrımını aşan bu toprakların Marksizmini yaratmaya ilişkin bir çalışma içinde olduk. Bu konuda da şunu söyleyebilirim, biz bu topraklarda, yani Türkiye’de Marksizm bağlamında Hikmet Kıvılcımlı ile İbrahim Kaypakkaya’nın özel bir yeri olduğunu düşünüyoruz.

 

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederim Ali Osman.

Böylece ilk bölümü tamamlamış olduk, arkadaşlar. İ kinci bölümde, panelin başında da belirttiğimiz gibi sözü siz izleyicilerimize bırakacağız, düşüncelerinizle veya panelist arkadaşlara yönelteceğiniz sorularla katkınızı bekliyoruz.

 

 

SEDA AYVAZOĞLU- Aslında, Teori ve Politika’yı çok takip eden biri değilim, ama burada konuşulanlardan çıkardığım kadarıyla biraz eleştirel bakmakta fayda var diye düşünüyo rum.

Tarihe baktığımızda, tarih her zaman için sürece müdahale edenleri yazmıştır. Yani bir yerde bir eylemlilik varsa, bir yerde bir hareket varsa, orayı dönüştürme gücü o öznelerindir. Şimdi, sizin tezlerinize göre “tarihin öznesiz ve e-reksiz bir süreç ve aynı zamanda politika konjonktürde başlayıp konjonktürde biter ve konjonktürde süreç yoktur, anlar vardır”. Bunlar sizin cümleleriniz, “politika sürecin olmadığı anlarda gerçekleşir". Bu bence eleştirilmemi gereken bir nokta, çünkü burada şu soru ortaya çıkıyor: Süreci belirleyen ne, süreci belirleyen kim? Yani politik özne nerde?

Politik özne burada kayıp ve açıkçası o zaman şöyle bir soru geliyor gündeme: Devrimi yapacak olan kim? Yanı devrimci öznenin buradaki rolü ne ve eğer devrimi yapacak özne ortada yoksa ve bu süreç zaten kendiliğinden gelişiyorsa ve bu kendiliğinden gelişim İçerisinde o sürece sizin söylediğiniz gibi anda müdahale yapılacaksa, o süreci belirleyen durumu nasıl analiz ediyorsunuz? Burası muğlak.

Bu anlamıyla, ben burada Marksizm ile ilgili söylediklerinizin yanı sıra Leninizmden uzaklaştığınızı düşünüyorum. Leninizmin, aslında bu örgütlenmeyi gerçekleştiren bir yönünün olduğunu ve zaten Ekim Devrimin! gerçekleştirene de bu Leninist örgütlenme olduğunu düşünüyorum. Yani sonuçta eğer bir devrim yapılacaksa, Marksizm bir dogma değildir. Marksizm bir bilimdir ve bunu siz de söylüyorsunuz. Marksizm’in ışığında, ama devrimin bir örgütlenme ayağının olması gerekiyor, sizin tezlerinizde bu örgütlenme ayağı yok. Örgütlenme ayağı olmadanda bir devrimin gerçekleşebilmesi mümkün değil.

Bu nedenle, diğer panelist arkadaşların eleştirilerindeki süreçlerin, ya kıyısında bulunuyor olmanız, ya da des tekleyici pozisyonda duruyor olmanız sizin aslında tarihsel olarak bir örgütlenmeyi eksik bıraktığınızı gösteriyor. Yani o örgütlenme olmadığı için, sürece müdahale edecek politik özne yok. Şimdi, Marksizmin politik öznesi kimdir? Marksizmin politik öznesi devrimcilerdir. O nedenle, Marksist olmakla devrimci olmak arasında bence bir fark var ve bu farkı yaratanda onun örgütlü olması ve örgütlemesidir. Zaten örgütlü özne tarihe müdahale edebilir ve bu nedenle tarihe müdahale etmeyen de açıkçası devrimci sayılamaz. Kimseye devrimcilik dersi vermek değil niyetim, ama en azından kavramsal düzeyde böyle değerlendiriyorum. O nedenle kişisel olarak almayın, daha ziyade ben teorik ola rak kavramlarla böyle konuşmanın doğru olacağını düşündüm;

Tarih, her zaman için bir şeyleri yapanları yazıyor ve de bir şeyler yapanların, süreci belirleyenlerin, sürece müdahale edenlerin bir şekilde sözü eylemi oluyor. Biz, bu  paneli yaparken dışarıda bir eylem var. Açıkçası benim aklım hep orada ve oraya bir müdahale oldu mu diye düşünüyorum. İstersek eleştirelim. KESK’in geldiği nokta da belli, ama yinede bir eylemin İçerisinde olmak, onu eleştiriyor olmakla birlikte yine de yer alıyor olmak, onu dönüştürmek için müdahale ediyor olmak önemli, diye düşünüyorum. Bu nedenle, böyle bir süreçte, yani sizin tezlerinizde böylesi bir eksiklik var. Devrimci politik öznenin yeri yok, örgütlenmesi yok, onun tarihe müdahale etme ayağı eksik diye düşünüyorum.

İkinci olarakta, işçici ve sosyalizmci olmayan bir Marksizm diyorsunuz. Sosyalizmci olmayanı açıkçası çok anlayabilmiş değilim, ama işçici olmayanı anlıyorum. Çünkü benim de içinde bulunduğum örgüt itibariyle, bizim de işçici kavramına ilişkin eleştirilerimiz var ve bu anlamıyla evet işçici olmayan bir Marksizm. Ama ezilenler diyorsunuz, bu ezilenler de açıkçası çok net değil, ezilenlerin içerisine gi ren, yani bir demokrasi mücadelesi.

Bu demokrasi mücadelesinde Türkiye’ye baktığımızda, en azından somut durumları analiz ettiğimizde Kürt hareketi var, F tipi direnişi var, ölüm oruçları süreci yaşandı. Bir de kadın mücadelesi var. Mesela, sizin en son söylediğiniz “dünyanın bütün işçileri birleşin” denmiş, işte “ezilen halklar birleşin” denmiş. Bu anlamıyla bir ezilen halkların mücadelesi, ulusal kurtuluş mücadelesine değindiniz, kadın hareketinden bahsettiniz, ama en son dediniz ki “emekçi kadınlar birleşin desek iyi olmaz mı”. Benim buna da şerhim var. Sonuçta Marksizm’in ve Feminizmin bir tartışması var yıllardır süren. Marksizm bir bilimdir, bir dogma değildir. Marksizmin, kadın mücadelesine bakışında bazı boş bıraktığı alanlar vardır ve bu anlamıyla, Feminizm bu alanı doldurmuştur. Ben de kendimi şahsen sosyalist feminist olarak tanımlıyorum. Biz de, mesela emekçi kadınlar birleşmesine bir şerh koymuş olalım, çünkü kapitalist sistem sonuçta bütün kadınları eziyor, sadece emekçi diye nitelendirdiğimiz kadınları ezmiyor. Bu anlamıyla, erkek egemenliğinde kadınlar üzerindeki ezme ilişkisini, sadece işçi kadınlarla,  emekçi kadınlarla açıklayamayız. Biz, bütün kadınların ezildiğini düşünüyoruz ve bu anlamda feministiz. Ama Feminizmin de sadece bu düzende açıkçası kadınları kurtarabileceğine inanmıyoruz. Yani elbetteki bir sosyalist dünya projesi, sosyalizm kadınları kurtaracaktır; ama bir feminist mücadeleye de ihtiyaç vardır. Bu anlamıyla, hani ezilenler diyerekten işçi mücadelesi, sınıf mücadelesinin dışında diğerlerini kapsayalım, dışlamayalım dediğiniz noktada, açıkçası feminist mücadele adına da bir eksik olduğunu tespit etmiş oldum. Bunu da bir detay olarak söylemek istedim.

Bunların haricinde, Teori ve Politika’nın pratik ayağı eksik. Süreci belirleyen politik öznelerin, devrimci öznelerin her zaman için örgütlenmesi ve devrimi yapmak için kendi­sini nihai hedefte tasarlaması gerekir. Bizim nihai hedefimiz komünizm, ama sosyalist devrimi yapalım, yani proletarya diktatörlüğünü kurmak durumundayız. Bunu yapacak devrimci öznelerin de, elbette teori olmadan politika yapamayacaklarını biliyoruz. Ama praksis denilen bir kavramda var. Marksizmin gösterdiği ölçüde ve Leninizm'in de bize kılavuzluk ettiği ölçüde, devrimi yapacak özneler bence örgütlenmek durumunda ve örgütlenmek zorundalar.

Teşekkür ederim.

 

SELÇUK KOZAĞAÇLI- Ben, bugünkü konuşma konumuzun kademelerinden söz edeceğim –biraz basitleştirmeyi göze alarak–, aslında çok daha derin konuşanlar oldu. Bence meselemiz iki kademeli konuşulabilir, ben sadece birinci kademede fikrimi söyleyeceğim,  ikinci kademenin ise sadece niteliği hakkında konuşacağım.

Şimdi birinci soru şu: Teori ve Politika’nın yaptığı şey yapılabilir miydi? Yapmak mümkün müdür bunların yaptıklarını? Sadece “imkandan” değil yerindelikten de konuştuğumuz düşünülmelidir. Bunların yaptıklarını yapmak gerekli midir; yaptıkları anlamlı mıdır, meşru mudur? Yaptıkları derken kast ettiğimiz şey, burada kendileri tarafından tarif edilmiş “teorik-politik faaliyet” ve buna izin vermeyecek şekilde tanımlanmış –izin vermeme tehlikesi ile malûl– kalelerden çıkıp, dergi/kolektif etrafında 10 yıldır yaptıkları işi yapmaları…

Bu kademede; ne söylediklerinden çok, yaptıkları anlamlı mıdır, meşru mudur, gerekli midir, ahlaklı mıdır, falan gibi sorular konuşulmalı ve konuşuldu.

 Şüphesiz dar anlamıyla sola ilişkin siyasal ahlaktan söz ediyoruz ama kişiler için de konuşulabilir ve mesela, “yaptıkları ahlaksızcadır” yani aynı anlama gelmek üzere“ gerçek örgütsel ihtiyaçları görmezden gelen bir zaman/insan savurganlığıdır” diyen –belki bir konuşmacı dışında– yok. Aslında TP’cilerin tutumu da buna etki ediyor; devrimcilerin olduğu hemen her yerde veya devrimci etkinliğin olduğu her yerde gözlerini oraya çevirip, neredeyse içerden akıl yürütüyorlar. Akıl vermeden akıl yürütmek son derece mütevazı bir tutum tabii. 10 yıllık ve en kritik zamanlarda bile ihlal edilmemiş tutumlar bunlar, yani çok titizler. Birkaç örnek varoldu, ama en çarpıcısı ölüm oruçları herhalde. Teori ve Politika bu mesele üzerinde akıl yürüttü, ama kimseye akıl vermedi. Kendi aklını devrimcilerin “aklı” yerine koyucu bir hal almadan sürekli gündeminde tuttu. Bence büyük bir başarıdır bu ve direnişin özneleri dışından bunu yapabilen çok azdı, belki yoktu… Tevazu, sosyal yahut siyasal bir şey değil, ya da entelektüel bir şey değil, onun için “tevazu” belki yanlış kelime, bu konuda çok dikkatliler, bu konuda bir tercihleri var. Dolayısıyla bence birinci kademenin sorunu burada çözülüyor. Onlara “entelektüel sapmaları” var demiyoruz. “Siz heretik, sapkın Marksistlersiniz” demiyoruz, diyemiyoruz… Yaptıkları işin böyle bir temeli var, yani gösterdikleri hassasiyet yüzünden diyelim. Demek ki gayriahlaki veya gayrimeşru değil kısaca…

Gerekli midir? Hemen hemen bütün eleştirenler gereksizdir dediler, ama kendileri bir gerek gördüler ve yaptılar, 10 yıl ayakta tuttular; bu da aslında “gereğin” tersten yahut retrospektif olarak olumlanmasıdır. Ayakta kalabildi, onu da söylemek lazım. Politik bir seksiyonu olmadan, örgütü olmadan, pratik politika yapmadan, devrimci pratik içinde olmadan böyle bir teorik faaliyet yapılabilir miydi? Evet cevabının Teori ve Politika etkinliğinden çıktığını tespit etmek istiyorum, evet yapılabilirmiş ki yapıldı, son derecede verimli, zenginleştirici bir çaba idi.

İkinci kademe şu: Bunun üzerinde fazla konuşmayacağım, birinci kademenin sonucuna geri döneceğim sonra. Böyle bir faaliyet yürüttüğünüzde muteber bir Marksizm çıkar mı? Buradan ancak İkinci Enternasyonalcilik, Bernştayncılık –konuşmalarda işaret edildiği için sıralıyorum–, teorik tutuculuk, post Marksistlik, Althussercilik, Maoculuk mu çıkar? Yani ancak bunları mı olursunuz bu yolda gidildiğinde, politik bir seksiyonunuz, bir örgütünüz olmadığında ya da olamadığında buradaki çoğunluğun muteber kabul edeceği bir Marksizm alanı içerisinde kalmaya devam eder misiniz? Bu da ikinci kademe, çok uzun bir konudur, aslında 30 cilttir konuşuluyor bu konu.

Bunu konuşurken de dikkat edilmesi gereken şu herhalde; legal alanda büyük cephe veya platform örgütlenmeleri bulunan kitlesel devrimci çizgiler yahut birçok militanı aktivize edebilen komünist örgütler, “küçükler” için demiyor mu bu gibi şeyler? (Oysa onların etkili örgütleri “olamadığı” için yok öyle tercih edildiği için değil…) “Dar grup onlar, sekt, dergi çevresi, bir avuç, teorik okul vs..” Yani küçükler muteber değil. Göreceli olarak büyükler de birbirlerini muteber kabul etmiyor “reformist, popülist vs.”

Şunu söylemeye çalışıyorum; “büyüklerin” küçükler için yahut birbirleri için kullandıkları argümanlardan farklı argümanlar kullanılmadı konuşma boyunca TP için. O zaman zaten politik özne kabul ettik onları, “küçük” yahut etkili değil diye eleştiriyoruz… Yahut işte demin sıraladığım merkeze göre “sağ veya sol sapmalarla” malûl kabul ediyoruz. Oysa bu yöntem kullanılmaya başlandığı anda TP için ikinci kademeyi zaten inşa etti bile, itibari alan içerisinde kabul ettik ki muteber olup olmadığını sorguluyoruz…”Birbirimize” yaptığımız gibi yani.

Bu sonucun; sorgulayanların amaçları açısından isabetsiz/verimsiz olduğuna inanıyorum, benim ikinci kademe hakkında söyleyebileceğim bir fikrim şimdilik yok.

Teşekkür ederim.

 

İBRAHİM HOROZ- Ben, birinci konuşmamı bitirirken, 10. yıl kapsamında 10 yıllık sürecin değerlendirilmesinden öte, Teori ve Politika’nın da içinde olduğu, bugün gerçek anlamıyla devrimci Marksist hareketin krizinin nasıl aşılabileceği ve bu bakımdan yapılabileceklerin neler olması gerektiği konusunda bazı değerlendirmeler yapıp, belki de tartışmanın bu düzlemde ilerlemesinin daha sağlıklı olacağını söylemiştim. Bu söylenenlerin ışığında, Teori ve Politika'yı da içine katarak, bugün Marksist hareketin krizinin çözümleri ve geleceğe dönük perspektifler, devrimin öznesi konularında bir dizi şey söylenebilir.

Ben arkadaşlarla ilgili, 10. yıl değerlendirmesinde de yer alan çok temel bazı bir iki noktayı özel olarak hatırlatmak istiyorum. Arkadaşların, en azından 10. yıl değerlendirmesinde, “bizi bugünkü durumdan kurtaracak olan ritmi yüksek bir pratik faaliyete girmektir” diye bir tespitleri var.

İkincisi, sık sık görüşlerimize karşılık üretmek ile karşı karşıyayız diye bir değerlendirme de var ve aynı zamanda 10. yıl bir muhasebe yılıdır diyorlar. Diğer şeyler bir kenara, bunlar bile Teori ve Politika’daki arkadaşların, aslında Marksist hareketin içinde bulunduğu sorunlara, tabloya müdahale bakımından bir etken olmaları gerektiği sonucu çıkar, ama sorun salt Teori ve Politika çevresi üzerinden tartışıldığında, bunun aslında çok da yararlı bir sonuç yaratacağını düşünmüyorum. Geçen İstanbul toplantısında da söylemiştim, konuşmalarda hep şöyle bir yere takılıyorum. Genel bir kanaat var, zaten Teori ve Politika’daki arkadaşlar da bunu kabul ediyorlar, “biz teoriyle uğraşıyoruz, pek politik faaliyetin içerisinde değiliz” diyorlar, diğer arkadaşlar bunun karşısında “evet böylesiniz ve bunu bir an önce aşın” diyor. Peki, bu aşılmanın karşılığı ne? Yani teoriyle uğraşmaktan uzaklaşın mı deniyor ya da teoriyle bu kadar uğraşmaya devam edin, ama biraz da pratik yapın, pratik politikanın içerisine girin mi deniyor? Dolayısıyla o aradaki halkayı kaldırın gibi bir değerlendirme var. Aslında tabloyu bir ölçüde öyle değerlendirmek mümkün. Peki, ama Teori ve Politika’ya akıl öğretmek ve onları tutarlılığa sürüklemek gibi bir derdimiz, bir sorunumuz yoksa, bizim misyonumuz, yani krizi anlayan, aşma gücü, yeteneği, enerjisi olan devrimciler, komünistler olarak sorun bu değilse, o zaman aslında sorun nedir? Teori ve Politika’nın, kendi teorik çerçevesiyle politika ile uğraşmasının ve politikanın içerisine girmesinin, aslında bugünkü tabloda bir sıçrama yaratmayacağı açık. Çok dağınık ve parçalı halde bulunan devrimci hareketin her bir öznesi, teorik alanda, pratik alanda, örgüt alanında bir dizi iş yapıyor ve bunun içerisinde bütünsel görevler tanımlayan parti olarak kendini ifade edenler de var. Teori ve Politika gibi biz sadece teori alanıyla uğraşacağız ve asıl misyon budur diyenler de var. Bütün bunları kesen ve bütün bunları içinde barındıran, belki de hareketin şu anki kriz tablosunu aşacak bir görev tanımlaması yapmak gerekiyor. Dolayısıyla sadece Teori ve Politika’daki arkadaşların derdine derman aramaktan ziyade, bu topraklardaki, hatta dünyadaki komünistlerin, devrimcilerin derdine derman olacak bir şey üzerinden kafa yormak, süreci belki de böyle tartışmak, sorunları biraz böyle almak, daha anlamlı bir yol almamız sonucu yaratabilir diye düşünüyorum.

Birinci bölümde dikkat çekmek istediğim bir nokta daha vardı. Şimdi, arkadaşlar değerlendirme yaparken sürekli bütünlüğü bilim, felsefe ve politik alanları olarak tanımlıyorlar, bunun parçalanmış ve dağılmış olduğunu, krizi yaratanın bu olduğunu, dolayısıyla kendilerinin bunları yeniden bütünsel bir ifadeye kazandırmak istediklerini söylüyorlar. Marksist hareketin krizi üzerinden bir dönem Lenin’in yaptığı bir değerlendirme var. “Marksizmin krizi” diye bir tespit yapıyor, ama buradan bakarken, mesela şöyle kategorileri ele alıyor, diyor ki “Marksizmin üç bileşeni ve üç öğesi var, yani sınıf mücadelesi alanı, felsefe alanı ve ekonomi politika alanı var, bu alandaki revizyonlar, bu anlamda kafa karışıklıkları, aslında Marksizmin krizini yaratıyor”. Niye bu üç kategori üzerinden gidilmiyor da yeni tanımlara gereksinim duyuluyor, krizin açıklanması ve giderilmesi konusu, ekonomi politik, sınıf mücadelesi, tarih anlayışı ve felsefe anlayışından giderek, bu alandaki bütünsellik veya parçalanmışlıkla sorun izah edilip buradan gitmekten ziyade, farklı kategoriler belirleyip, birbirleri arasında da son derece kalın duvarlar örmeye, kategorilerin içerisinde yol alınmaya çalışılıyor? Bunun yöntem olarak yanlışlığı bir kenara, ben şöyle bir sonuç da yarattığını düşünüyorum: Kavram kargaşası. Bir kısım konuşmalarda da söylendi, yeni kavramlar sıkıştırma çabası içerisinde, anlatmak istenileni bile anlaşılamaz hale getiren bir terminoloji karışıklığı var.  Teori ve Politika’dan arkadaşlarımızın bunun üzerinde düşünmelerini gerçekten tavsiye ederim, çünkü dertlerini, kaygılarını, hareketin gerçek sorunlarını devrimcilere en azından anlatmak gibi bir dertleri var; bunun kavranılmasını istiyorlar, bunun için enerji harcıyorlar ve çaba sarf ediyorlar. Devrimcilerin kendi anlayabileceği terminoloji ve kavramlar var. Tabii buradan hareketle şöyle bir sorun varsa ve tüm bu devrimcilerin de üzerine oturduğu kavramlar ve kategoriler zaten işe yaramaz durumda ve bu bakımdan buradan giderek yol alınmaz deniyorsa o zaman sorun başkadır. Değişik değerlendirmelerden öyle demediklerini de biliyoruz. Arkadaşlar, kendilerinin Marksist kimliklerini özel olarak vurgularken, en azından Marksizmin bu temel kategorilerini benimsediklerini, bunun kendileri için tartışılmayacağını, en fazlası bugünün ihtiyaçları üzerinden biraz güncelleştirmeyle yaşama uygulanacağını söylüyorlar.

Bir noktaya daha işaret etmek istiyorum: Şimdi bilim, felsefe ve politika ayrımı o kadar kategorik ki, mesela politika alanını arkadaşlar şöyle tanımlıyorlar: “Politika konjonktür ile başlar konjonktür ile biter.” Devrimci, Marksist, komünist politikayı diyelim, buna indirgemenin, politikayı böyle tanımlamanın son derece sakıncalı sonuçlar yarattığını düşünüyorum. Politikanın, hiç de bilimden ayrı bir kategori olarak değerlendirilmeyeceğinin en önemli göstergesi şudur: Marksist hareketin, teorik bütünlüğü içerisinde politika temel bir yere sahiptir, örneğin, taktik ilkeler alanı vardır, yani bu taktik ilkelerin şu konjonktürle bu konjonktürle doğrudan ilgisi yoktur. Örneğin, komünist hareketin parlamentarizm konusunda bir tutumu vardır, bu hiç teorik bir sorun değildir, bu hiç stratejik sorun değildir, ama taktik ilkeler alanına giren bir sorundur. Peki, Almanya’da parlamentarizme karşı tutumla Türkiye’de veya Arjantin’deki tutum farklı olabilir mi? Bence ayrılamaz, dolayısıyla  bu anlamda bilimseldir ve tarihsel deneyimlerinden soyutlanmış bir değere sahiptir. Buna başka taktik ilkeler ve taktik tutumlardan da örnek verilebilir, yani politikanın hiç de konjonktürle başlayıp konjonktürle bitmediğini, onun kendisinin de bilimsel, bu anlamda ilkesel kalkış noktaları olduğunu, bunu yok saymanın olanaklı olmadığını gösterir. Eğer politikayı bu bilimsel düzlemden koparır ve “konjonktür”le ilgili bir sorun olarak görürseniz, bunun politikada, pragmatizmden reformizme kadar bir dizi siyasal sonuçları olabilir. Benim politikada hiçbir kıstasım yoktur, şu politik gelişmede şöyle davranıyorum, böyle dediğim için böyledir, hiç kanıtlamaya da ihtiyacım yoktur, çünkü bu konjonktür bunu gerektiriyor gibi bir ilkesizliği ve keyfiliği beraberinde getirir. O zaman, referanslarından uzaklaşır ve dolayısıyla, ne dediysem doğrudur, ben dedim oldu gibi bir sonuca gidebilir.

Başka bir açıdan bakarsak, konjonktürden bakarsak, konjonktürün son derece reformist bir tarzda yorumunun da hiç kimseye hesabının verilmesi mümkün değildir, çünkü konjonktür böyle diyor. Oysa arkadaşlar; Marksist hareketin 80 yıllık sürecine baktığımızda, en temel sorun, belki de Marksizmin krizinin ana kalkış noktalarından biri budur, bu bakıştır; yani konjonktürel tutumların teorileştirilmesi, teori bunu gerektiriyor diyerek güncel, pratik, teorik tutumların meşrulaştırılmasıdır. Dolayısıyla, Marksizmin temel ilkesel kalkış noktalarından uzaklaşarak, Marksizmin bozulması ve dolayısıyla temellerinin ortadan kaldırılması, politikaya bu tür konjonktürel bakmayla ilgilidir. Sorunun bu bakımdan son derece ciddi bir şekilde ele alınması gerektiği kanısındayım.

Şimdi, aslında bugün gerekli olan nedir? Hareketin görevlerinin bütünlüğü içinde, tek tek temel sorunlarda yol almak, gerçekten teorik krizleri aşacak bir teorik düzey sağlamaktır, bir stratejik bakış yakalamaktır, sınıf hareketi cephesinden müdahalelerde bulunmak, örgütsel politik bir özne yaratmaktır. Bu sanıyorum hiçbir Marksistin, hiçbir komünistin reddedebileceğini bir boyut değildir. Dolayısıyla, bence eğer dert buysa, krize çözüm bulmaksa ve bugünkü grupların, partilerin, öznelerin kendisi krizi çözmede devrimci bir özne rolü oynayamıyorlarsa, bütün gayretlerine rağmen burada başarılı olamıyorlarsa, bu grupları aşan yeni bir özneye ihtiyaç var demektir. Bence de temel sorun bu, dolayısıyla bu gruplar tek başlarına bu süreci aşamazlar ve bu krizin üstesinden gelemezler. O zaman sorun, bence ne Teori ve Politika’nın sorunudur, ne şunun ne bunun sorunudur; sorun bir anlamda geneldir. Bu anlamda bakarsak, ortada bir cenaze vardır, cenazeyi oradan buradan tırtıklamanın bir anlamı yoktur, bu cenazeye omuz vererek herkesin kaldırması gerekir.

Bütünsel bakımdan bakıldığında, teorik sorunların çözülmesine ihtiyacımız var mı, teorik bakımdan kendimizi yenilemeye ihtiyacımız var mı? Evet.

Peki, teorik bakımdan yenilenmeye, herkes kendi tercihine ve yönelişine uygun olarak ayrı kulvarlar belirlemekten ziyade, Marksizm temelinde, komünizm temelinde kalanların teorik bakımdan söyleyebilecek sözleri, kristalize edebileceği ve planlayabileceği bir sürecin başlatılması niye bizim temel bir gündemimiz değildir? Başka boyutu da vardır sorunun, bizim sadece teoriye ihtiyacımız yok. Aynı zamanda, gerçekten de bir komünist, Marksist hareketin, –ki bu konuda bence Teori ve Politika’daki arkadaşlarımızın vurguları sorunun bu boyutunu son derece karartıcı niteliktedir– sınıf hareketiyle ilişkilenmesi, ona devrimci müdahale gayreti içinde olması gerekir. Bir komünist hareket, sınıf kimliğinden bağımsız düşünülemez, en azından Marksist isek, Marksizmin çıkışında, gelişiminde, bugününde sorunlara komünist olarak bakacaksak, komünizmin, Marksist komünizmin temelinde her durumda proletarya temel bir yere sahiptir; bu anlamda tarihsel öznedir ve sınıfa devrimci rolünü oynatacak olan devrimci bir parti ve örgütler sınıf hareketiyle devrimci etkileşim zemininde işlevli hale gelebilir, rolünü oynayabilir. Her halükarda sınıfı, sınıf hareketini devrimcileştirmek gibi bir sorunumuz var, dolayısıyla bölük pörçük ve birbirlerinden habersiz, hatta birbirlerinin aynısı uğraşları birleştirmenin sorunlarını tartışmıyoruz? Yapılanların, söylenenlerin hiçbirisinin palavra olmadığı kesin; ama asıl bence bir partiye varacaksak, bu bir devrimci parti olacaksa, gerçekten de bugünü aşacak bir önderlikse istenilen, bu süreç, mutlaka bütünsel planlı bir süreç olarak işletilmelidir. Böyle bütünsel planlı bir süreci işletmek de, tek tek grupların, öznelerin kapasitesini aşar. Bu gerçeği kabul ederek buradan yol almanın çok daha temel önem taşıdığı kanısındayım.

Bir başka sorun ise, gerçeklerden kopmayacaksak, burada eğer bir Marksist devrimci hareket şekillenecekse, içinde bulunduğu dünyanın, bu anlamda konjonktürün geleceği belirleyecek siyasal eğilimlerinden kopuk bir konumlanma düşünülemez. Bu bölge, içinde yaşadığımız bölge, emperyalist yeniden paylaşımın merkezi ve sınırların her halükarda yeniden çizildiği, yeniden çizilmeye hazır olduğu bir atmosfer var. Tüm dünya kaynıyor, bu bölgede, yani dünyadan kastettiğimiz, bir tarafta Iraklılar var, bir tarafta Afganistanlılar var, bir tarafta Kürdistanlılar var, bir tarafta Kafkasyalılar var. “Kadife devrimi” dedikleri politik gelişmeler oluyor… Burada kristalize olabilecek, belki de önümüzü açabilecek, teori sorunlarını bile daha işlevli yerine getirmemizi sağlayacak şekilde politik sorunlarda ortak dil, ortak bir kavrayış yaratılamadan bir yol alınamaz.

Burada da şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Bugün dünyada da, bu topraklarda da devrimci bir sınıf hareketi yok, sınıf o anlamda kendiliğinden bir hareket olarak, kendini çok özne olarak ortaya koymuş değil, bir 1989 bahar eylemlilikleri gibi bir tablo yok. Bir taraftan da biz şunu biliyoruz: sınıf eğer devrimci özneden kopuk bir yapıdaysa, birbirlerini bularak organik bir ilişki içerisine girmemişse, etkileşime girmemişse, olabilir ki 10 yıl, 20 yıl durum böyle görünebilir. Görünüşte bir hareketsizlik var, ama aslında son derece kaynayan bir dinamiğin olduğunu söylemek gerekiyor ve bu dinamiğin nerede nasıl patlayabileceğini kestirmemiz mümkün değildir. Bunu tarihsel örneklerden de biliyoruz. Öncesinde, 15-16 Haziran’ın olabileceğini biri söyleseydi belki inanmazdık. Bir başka örnek, Lenin’in Şubat devriminden bir ay önce ömrümüz devrim görmeye yetmeyecek demesidir. Bugünkü görüntüden hareketle temel dinamikleri değerlendirmek ve oradan yol almak, bunun üzerinden, yoğun bir strateji, program değerlendirmesi yapmak doğru değil.

Teorik sorunlara el atmak bizim için neden gereklidir? Emperyalizm konusunda bugün akıl almaz bir sürü teori var. Emperyalizmin yeni bir aşamaya geçtiğinden, emperyalizm denen bir şeyin olmadığından bolca söz ediliyor. Bu söylenenler bir yana, biliyoruz ki gerçekten de Lenin dönemindeki emperyalizmin, Lenin’in, Bukharin’in emperyalizm konusundaki ciddi analizleri ve değerlendirmelerinin ötesinde, onu komünist ve Marksist zeminden alarak değerlendiren ciddi bir ürün ortada yok. Emperyalizm anlayışının üretimi dendiğinde, değerlendirilmesi gereken, en azından 90 yıllık bir süreç var. Bu 90 yıl, gerçekten de kapitalist, emperyalist sisteme neler getirdi ve bu bizim teorimize ne katıyor, nasıl zenginleştirebiliriz konusu önemli bir teorik alandır. Başka bir alandan bakarsak, yani bu toprakların devrimcileri, teori söz konusu olduğunda, hep işte Çin Devrimini mi bu ülkeye adapte edebiliriz, Rus Devrimini mi bu ülkeye adapte edebiliriz, Küba Devrimini mi buraya adapte edebiliriz gibi baktı. Marksizmin doğrudan bu topraklarda üretilmesi, yani Misak-ı Milli sınırlarının ötesinde, bu bölgede sınıf ilişkilerinin, toplumsal ilişkilerin, hatta şûralar vb. gibi yönetim geleneklerinin üzerinden üretilmesi, buna uygun strateji, örgütlenme biçimlerinin ortaya konulması hala başarılabilmiş değil. Herkes herhalde şunu kabul edebilir: Bugünkü Marksistler mevcut dilleri ve söylemleriyle kendilerini işçi sınıfına anlatamıyorlar; hepimiz bunun içerisindeyiz, yani bu bakımdan kimseye ahkâm kesmeye gerek yoktur.

Anlatılamamasının en temel nedenleri arasında, bence teorinin evrensel kalkış noktalarının bu toprakların dinamikleri üzerinde üretilememesi vardır. Bizim bakışımızı hep Avrupa merkezli düşünce akımları belirlemiştir. Bizim, eğer teorimiz geliştirilecekse, ilerletilecekse, bence bunun geliştirilme yeri Althusser değildir, bir başka Avrupa Marksisti değildir, çünkü onların hareket noktalarını, kategorileri biliyoruz; İkinci Enternasyonal döneminden de biliyoruz, bugün de biliyoruz, bu teoriler devrimci pratiğin önünü hiç de açmıyor. Dolayısıyla, teori, devrimci dinamiğin ve sınıf mücadelesinin gerilimli alanlarında üretilmek zorundadır. Teori onun sıcaklığını hissetmek onun ihtiyaçlarını yanıtlamak durumundadır. Bence sorunlarımıza bu çerçeveden bakıp çözümler üretebiliriz. Yani biraz dağınık da olsa söylediğim şey, bugün herkesin kendine göre bir teorik kavrayışı vardır, bu teori kavrayışını gökyüzünden yeryüzüne indirmek, herkes teorik kavrayışını pratikte sınamakla yükümlüdür. Ortak bakımdan yapılacakları bir kenara bırakıyorum, ama teorik kavrayışımızı gerçekten de yaşamın içerisinde sınamak ve bunu da test etmek zorundayız; yoksa teori sorunu kavramlar, kategoriler tartışması olarak kısırlaşmaktan kurtulamaz; teorik sorunlara böyle bakıldığı sürece de, sorunlara çözüm üretmenin pek olanaklı olmadığı kanısındayım.

Dolayısıyla ve sonuç olarak, Teori ve Politika’daki arkadaşlar da dahil olmak üzere, bu topraklarda devrimci krizi anlayan ve buna karşı savaşma yeteneğinde olan, becerisinde olanların yapması gereken iş, tek tek şu grubun bu çevrenin sorunlarına çözüm üretmek değil, toplam hareketi kesecek çözümler üzerine yoğunlaşmaktır, bunun zeminlerini döşemektir.

 

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ediyoruz İbrahim Horoz’a ve sözü sana veriyorum Esra.

 

ESRA SARIOĞLU- Ben çok fazla konuşmak istemiyorum, sadece bir iki noktaya değineceğim.

Genel olarak, Teori ve Politika’ya dair eleştirilerimi, ben iki hatta açıkladım. Kendi bulundukları durum ve teori ile politika arasında mesafe, ama sadece bu değil, bir de Teori ve Politika, elindeki 37 sayılık birikmiş bir bilgi, teorik ve kategorik teçhizat var. Bu teçhizatla bir politika yapmaya başladığında nasıl bir politika yapacak? Bu kitaplardan çıkan bir politika nasıl bir politika olur diye düşündüm. Hani benim asıl eleştirim o yöne doğru idi. Sadece onların şu andaki, somut konjonktürdeki politik duruşlarına dair bir eleştiri değil, bu eleştirinin bir kısmıydı, ama bir yanıyla da Teori ve Politika bu birikimiyle, bu önermeleriyle, bu öncülleriyle politika yaparsa o politikanın nasıl sorunlardan muzdarip olabileceğine dair birkaç şey söylemiştim. Bu tartışmalara, tabii onlar şunlarla mı mamul ediliyor, şunlar bununla mı... Ama zaten bunlar, Türkiye’deki bütün örgütlerin birbirine söylediği şeyler diyerek yaklaşmak, bu tartışmayı yapmaktan kaçınmak, politik bir mevzuuyu tartışmaktan kaçınmaktır.

En önemli şeylerden biri, önerdikleri hem devrimci eylem, devrimci özne ya da devrimin olma tarzı ve politik faaliyet, konjonktür alanı ile ilgili Derginin, devrimci öznenin potansiyellerini elinden alan, yani onun dönüştürücü, devrimi yaratıcı ve aynı zamanda sadece kapitalizmi yıkıcı değil, ama buna karşı bir kurtuluş, dönüştürücü bir sosyalist proje ile gelmesini sağlayan bir devrimci gücün önünü kesen, onun potansiyellerini zayıflatan bir özne tarifi yaptığını düşünüyorum.

Tam da bu noktada sizin dediğiniz şeyi de biraz açayım, hani bu aydınlanma, modernist özne filan meselelerini. Tabii ki ben aydınlanmacı bir özneyi, yani öznenin eylemliliğinin ve dönüşümünün bütün motivasyonunun akla dayanması fikrini reddediyorum. Öznenin eylemliliği pratikte tanımlanmış bir öznelik, yani tam anlamıyla bir praksis aslında. Aydınlanmanın dediği rasyonellik ve zihinsel dönüşümünden ziyade, içine doğmuş bulunduğumuz sınıfsal, etnik, cinsiyet belirlenimleri ve tarihten gelen bir bilgi var. Özneyi tanımlayan faaliyet, bunların ilişkisi. Onun eylemliliğiyle, bir anlamıyla da tarihinden getirdiği birikimle bu birikimi ve deneyimi taşıyıp yontarak, tarihe müdahale edişi var. Bu anlamda, Marksizan bir tarafı olduğu, hem yıkıcı, hem yaratıcı bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bunun temel referansı Komünist Manifesto’dur. Hatırlayın, orada Marx burjuvaziyi, devrimci bir sınıf olarak anlatır, gelmiştir ve feodalizmin o iğrenç peçesini de çıkartmıştır, yani eski bir düzeni yıkmıştır ve ne kadar sorunlu olsa da, yani sosyalizmin yıkması gereken bir sistem olsa da kendi projesini, kapitalizmi kurmuştur. Ama lordların pozisyonunu ikame ettiği noktada da karşı-devrimci olmuştur. Devrim yeteneğini ve gücünü haiz bir sınıf olarak burjuvazinin çıkışını, yani hem yaratıcı tarafı, hem yıkıcı tarafı olan devrimci dönüşümü ve politik öznenin bunu nasıl yaptığını anlatmıştır Marx. Hem tarihe bakış metodu vermiş hem de politik öznenin eylemini anlatmıştır. Ben bu anlamda bir özne tarifinin Teori ve Politika’da olmadığını düşünüyorum. Benim temel eleştirim bu hatta idi.

 

OTURUM BAŞKANI- Peki, teşekkür ediyoruz.

Evet Ercan Coşkun, sıra sizde.

 

ERCAN COŞKUN- Ben buraya gelirken, bu toplantılara katılırken birtakım doğrulara işaret etmek veya doğrusu budur, siz yanlış yapıyorsunuz demekten ziyade, Teori ve Politika’nın muhasebesi gibi bir süreç vardı, biz de kendimiz bu sürece nasıl dahil olabiliriz veya nasıl bunun içinde yer alabiliriz diye düşünerek katıldım.

Teori ve Politika’nın asıl sorunu bizim görebildiğimiz kadarıyla teorik sorunların siyasal sorunlardan bağımsız olarak ele alınmasıdır. Bu bir pratik meselesi değil, sadece "pratikle uğraşmıyorlar, pratik ayakları yok, uğraşsalar iyi olur" demiyoruz. Ben açıkçası uğraşmalarının iyi olacağını da düşünmüyorum, yani “Ezilenlerin Marksizmi” diye ifade edilen Marksizm anlayışına göre bir de pratikle uğraşsanız hiç iyi olmaz. Ele alınan sorunların, yani teorik sorunların önemsiz olduğunu, gereksiz olduğunu da söylemiyoruz. Bunlar önemli sorunlar, ama siyasal mücadelenin sorunları çerçevesinde bunlar bizim gündemimize girmeli ve siyasal sorunları çözmek üzere biz teorik sorunlarla uğraşmalıyız, teorik sorunları da ancak bu şekilde çözebiliriz. Arkadaş konuşurken, aslında ifade etti, yani birinci kademe, ikinci kademe diye bir ayrım yaptı. Birinci kademe derken kastettiği anladığım kadarıyla, teorik sorunlar veya felsefi sorunlar, Marksizmin kurulması sorunları diye düşünüyorum. İkinci

kademeye ise siyasi sorunları aldı.

Bizim söylediğimiz şey şu: İkinci kademede durulmadan birinci kademeyi çözemezsiniz, yani böyle bir kademe ayrımı yapıp önce biz biri halledelim, sonra ikiye geçeriz dediğiniz müddetçe birin sorunlarını çözemezsiniz ve bir süre sonra kısırlaştıran bir faaliyet olur, yani en iyi ihtimalle yapacağınız şey skolastik bir şey olur. Filozofların yaptığı gibi bir iş olur, böyle bir derdiniz olmadığını düşünüyoruz, yani teorik çalışma sadece bir durak olarak tanımlanmıştır ve devrimci politika için gerekli olduğu için, bugün durum bunu gerektirdiği için bunlarla uğraşılmıştır. Ancak tersi şekilde işin içinden çıkmak mümkün değil. Yani Hegel’in yaptığı şey, felsefecilerin yaptığı nedir Allah aşkına. Oturup birtakım kavramlardan başka kavramlar türetmektir. Yani bir felsefeci bu işle uğraşır, felsefecilerin dünyayı dolaşmasına filan da gerek yoktur. Sizin böyle bir derdinizin olmadığını varsayıyoruz.

Şimdi Teori ve Politika’da bir iddia vardı, bunu da yerine getiremeyeceğinizi düşünüyoruz. Bu teorik sorunlarla uğraşırken, bir yandan da bir teorik-politik çekirdek çıkarmak gibi bir iddia, bir hedef vardı. Teorik sorunları yaşayanların bir gün çekirdek oluşturabileceğini düşünmüyoruz. Ancak siyasi mücadele içerisinde olanlar ve bulundukları yerleri dert edenler çekirdek yaratabilirler. Örgütsel birtakım sorunlarla mücadele edenler daha iyi örgütler yaratabiliyorlar, ama teorik sorunlarla uğraşanlardan bir çekirdek çıkacağına inanmıyorum, çünkü bu sorunları, çok farklı, hiç birbirini bağlamayan insanlar da tartışabilirler. Siz başka bir yerde, başka birinin, hiç yüzünü görmediğiniz, asla sorumluluğunu almadığınız bir insanın, asla almayacağınızı da bilseniz bu insanla siz yeni teorik tartışmalara girebilirsiniz, birtakım sonuçlara da varabilirsiniz, ilerletici de olabilir bu, yani gerçekten materyalist birtakım tanımları bu şekilde çözebilirsiniz, ama buradan teorik-politik bir içerik çıkacağını düşünmüyoruz. Bu açıdan da, gerçekten de bilmek, öğrenmek de istiyoruz. Arkadaş en son konuşacak, bunları bir şekilde ifade etsin. Yani Teori ve Politika bileşenlerini bir arada tutan şey ne? Nedir; aynı teorik sorunlarla uğraşmak meselesi midir?

Biz açıkçası şöyle görmeyiz, yani Teori ve Politika bugüne kadar, evet devrimciler hakkında kötü bir söz söylemedi, ölüm oruçları konusunda karalayıcı bir kampanyaya girişmedi filan. Ama bunu şimdi aman aman bir olumluluk olarak ben görmüyorum. Teori ve Politika’yı oluşturanlar, sonuçta devrimci örgütlerden gelen militanlar, bunlar devrimci mücadelenin içinde yer almışlar, cezaevlerinde yatmışlar, belki çok da bilmiyorum işkenceler görmüşler. Elbette bir karalamada bulunmayacaklar. Onları dönek olarak değerlendirmedik asla, hani birtakım yasal partiler kuranlar gibi veya devrimci mücadele ile ilişkisini kesen, başka arayışlara girenler gibi de değiller. Çünkü baktığınız zaman, bu sorunların merkezinde teori sorunu vardır deyip, samimiyetle de bununla uğraşıyorlar, en azından böyle bir çabayı gördüğünüz zaman bunu teslim etmek gerekir.

Burada şöyle bir problemin olduğunu da düşünüyorum ben, yani Teori ve Politika’nın ortaya çıkış süreci, baktığınız zaman nasıl bir süreç denildiği zaman, akılda kalan, birtakım merkezlerin yıkılması... Bundan bahsedildi. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, Çin, Arnavutluk gibi merkezlerin ortadan kalkması... Bunlar fenerdi, devrimci örgütler için bunlar fener işlevi görüyordu, çünkü o zaman konjonktüre göre, “doğrusu şunu yapmaktır” diyorlardı ve olay bitiyordu, sorun çözülüyordu. Doğrusu yanlışlığı ayrı bir şey, ama sorunu çözen bir şeydi bu. Bunların ortadan kalktığı bir süreçte ortaya çıktı Teori ve Politika. Bir dizi problemin, siyasi mücadelenin içerisinde bahar eylemlerinin olduğu bir dönemde, birtakım siyasal sorunun içerisinde ortaya çıktı, ama bu siyasal sorunları eleştirip, değerlendirip birtakım sonuçlar çıkartmadı. Çıkartsaydı devrimci mücadeleye çok büyük bir katkısı olacaktı, çünkü bizzat bunu yaşayan, bunun içinde olan, kendi içinde bulundukları örgütlerin tıkanıklıklarını gören insanlardan bahsediyoruz. Ama bu yapılmadı, bir teori alanı tarif edildi ve başka bir yerden işe başlandı. Bizim iddiamıza göre teori için ayrı bir alan tarif edilmez, tam tersine siyasal mücadele içinde bu sorunlara yanıtlar ortaya çıkar. Biz Teori ve Politika’dan da bunu beklerdik. Aynı şekilde, bu 10 yıllık süre içerisinde birtakım açılımlar getirmesini beklerdik, yani ölüm oruçlarının olduğu, tekrar Irak işgalinin olduğu, bir Amerikan müdahalesi var, Kürt sorunu diye bir şey var, Iraklı direnişçiler diye bir şey var; bunlara ilişkin de önümüzü açan birtakım perspektifler koymasını beklerdik. Yani zaten iddiası buydu Teori ve Politika’nın.

Bugün gelinen noktada, yani dışarıdan görüldüğü kadarıyla, hani bir 10 yıllık süreç içerisinde çok iyi değerlendirildiğini de düşünmüyorum, ama 1999 yılında en son okumuştum, yani 1999 senesinde süreç ve an üzerine kafa yoruyordum. Yani Metin Kayaoğlu’nun yazılarıyla ilişki kuruyordum. O zaman devrimci mücadele ile ciddi bir bağım yoktu ve şu an tekrar bu vesile ile tekrar okumaya başladığım zaman çok yeni bir şey gelmiyor, o zaman düşününce de şimdi tekrar hatırladığımı görüyorum, yani süreçle anın bölünmesi, konjonktür ile sürecin birbirinden ayırt edilmesi. Hani bu konuda da ben çok ileriye doğru gitmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Daha ileriye gidildiği zaman gerçekten ne olacak, yani bunu merak ediyorum. Gerçekten bizim elimizde tutarlı bir materyalizm kavrayışı olması gerekiyor. Ama benim açımdan, devrimci mücadele içerisinde olan insanlar açısından bu öncelikli bir problem gibi gelmiyor. Yani bu problemi illa çözmek gerek, çözmezsek olmaz denebilir mi?

Bugün, biz bir Marksizm krizi tarif edebiliriz. Evet, bizim için de bir Marksizm krizi tarif edilecekse, II. Enternasyonal Marksizminin krizi diyoruz, yani II. Enternasyonal Marksizminin siyasi anlayışlarının damga vurduğu, onun siyasetinin bir biçimde yapıldığı, örgüt anlayışının da buna damga vurduğu bir süreçten bahsediyoruz, asıl olarak bu sorunların çözülmesi gerektiğini düşünüyoruz.

Ben şu konuda mütevazı olmayacağım, yani ben arkasında bulunduğum yayının, yani arkasında bulunduğum Köz Gazetesi’nin birtakım konularda yeni açılımlar getirdiğini düşünüyorum. Baktığımız zaman, mesela Cenova konusunda Teori ve Politika tarafından işçicilikle suçlandık biz, ama bence açıklamıyor. Yani beni tatmin etmiyor. Biz Cenova’daki hareketler işçi sınıfının hareketleri değildir dedik, anlattık niye böyle dediğimizi. Ama orada işçici bir akımın söylediği gibi bir açıklama yoktu, bu açıdan Teori ve Politika’nın eleştirisi havada kalıyor, bence daha iyi bir eleştiri vermesi gerekiyor. Biz Cenova eylemlerine işçi sınıfının eylem tarzlarının yansımadığını söyledik. Örneğin işçilerin dört bir ülkeden toplanıp bir gün gelip protesto eylemi düzenleyemeyeceğini, kendi bulunduğu yerden eylem düzenleyebileceğini söyledik. Bu eylemlerin tarzı proleter eylem tarzları değildir, bunu Arjantin eylemleri ile kıyasladık.

Biz bunu niye kıyaslıyoruz ve niye burada bir tasnif yapıyoruz. Çünkü bizim asıl önderlik etmek istediğimiz Cenova eylemleri değil, biz orayı herhangi bir ezilen kategorisiyle ele almıyoruz, bizim için asıl önderlik edilmesi gereken şey Arjantin’deki gibi eylemler. Çünkü hedefimiz komünizm diyorsak, komünizme gidecek bir siyasi hareket yaratmak istiyorsak, bizim Arjantin’deki gibi eylemlere, Aydos’daki gibi eylemlere önderlik etmemiz gerekir. Gazi gibi eylemlerde önderlik edebilmemiz gerekir, yoksa Cenova’daki gibi bir eyleme önderlik etmek gibi bir sorunumuz yok bizim. Aynı şeklide, Irak direnişi konusunda da, KöZ’ün ben farklı bir açılım koyduğunu da düşünüyorum bugüne kadar, bununla da hiç kimsenin şu ana kadar hesaplaşmadığını düşünüyorum. Yani bugüne kadar KöZ’ün, bu sorun ve açılım konusunda “Güney Sapması” olduğu gibi bir değerlendirme oldu, buna da birtakım şeyler söyledik, yani bu da aynı meseledir aslında, hani Lenin “ezilen uluslar birleşin” dedi. Burada Lenin neyi görüyor? Ezilen halkların bir proleter devrim için bir dinamik taşıdığını ve bunlara müdahale etmenin, bunlara önderlik etmenin proleter devrimlerle sonuçlanacağını gördüğü için böyle bir şey söyledi, yani bir özne olarak kendisine bir görev çıkartıp “ben bunların içinde olmalıyım bunlara önderlik etmeliyim” diyor. Biz burada da bir tasnif yaptık ve Irak direnişinin böyle bir dinamik taşımadığını, bir devrimci dinamiğin olmadığını, aksine bugün Güney’deki Kürtlerin bir devrimci dinamik yarattığını söyledik, Kürdistan fikrinin ne kadar değerini yitirdiği söylense de, bu bölgedeki Kürtlerin ayaklanacağını, bunların tekrar özgür bir Kürdistan özleminin alevleneceğini söyledik ve bu doğru. Ve bugün devrimci bir partinin buraya müdahalesi söz konusu olduğunda, o bölgedeki bütün gerici devletlerin yıkılmasıyla sonuçlanacak bir devrime yol açabilir, bunun imkânı var; ama Iraklı direnişçilerin zafere ulaşması ve bizim onlara duygudaşlık yaparak destek olmamız, bizim açımızdan hiçbir şey kazandırmayacak.

Son olarak, burada sonuçta iki toplantı oldu, ama muhasebe için gerekli sorular belki sorulmadı. Onu herhalde Teori ve Politika kendi içinde yapacaktır, yani gerekli sonuçların burada çıkmadığını düşünüyorum.

Teşekkür ederim.

 

OTURUM BAŞKANI- Ben teşekkür ederim.

Ben, Ercan’a bu noktada katılmıyorum, önemli sonuçların çıktığını düşünüyorum. Bu tabii ki, şu an ham şekliyle duruyor ortada, bunlar işlenecek bir şekilde, mamûl haline getirilecek.

Panelist arkadaşlar son sözlerini söylemeye devam edecek.

Sıra Mehmet Güneş’te.

MEHMET GÜNEŞ- Bir anlamda şöyle bir sancı yaşanıyor: İnsanlık bir tarihsel periyodu veya bir dönemi tamamladı gibi, nesnel süreçler böyle bir eşiği geçti. Fakat insan düşüncesi, yani teorik dünyası veya kolektif bilinci henüz eskiden kurtulamıyor, yani nesnel sürecin, varolan canlı yaşamın aldığı mesafe bir anlamda bir eşik atlanmasının, bir çağ dönümünün veya bir sürecin tamamlanıp başka bir döneme geçtiğimizin aşağı yukarı bütün göstergeleri mevcut, fakat düşünce dünyasında henüz daha eski devam ediyor ve sancı buradan kaynaklanıyor, eski düşüncelerden kopuş her zaman için zor olur gerçekten.

Şimdi, bir bakıma öyle bir yüzyıl geçti ki, bu yüzyıla birçok açıdan bakılabilir, ama nesnel olarak bakıldığında belki de semavi dinlere bile göstermediği büyük bir inançla veya imanla insanlık Marksizm denilen düşüncenin arkasından koştu, yani bütün boyutlarıyla, sınırları, sınıfları, halkları, coğrafyaları, ırkları keserek milyarca insan değişik değişik coğrafyalarda bu düşünce ile silahlanarak, ezenlere karşı çok büyük bir atağa kalktı bu yüzyılın başıyla birlikte. Bir anlamda, yeryüzünün en küçük parçasına kadar bambaşka rüzgârlar esti, her bakımdan birçok altüst oluşlar yaşandı, iki büyük dünya savaşı, devrimler, ayaklanmalar, ihtilaller, yıkılmalar, darbeler ve benzeri genel grevler nefes nefese bir koşu... Nefes nefese bir yerlere doğru koştular. Tam da ezenleri, bu dünyanın hükümranlarını  bile, galiba buraya kadarmış dedirtecek derecede korkutacak biçimde muazzam başarılar elde edildi. Yüzyılın  son çeyreğinde bütün bu gelişme tepetaklak oldu.

Burada önemli noktalar var. Birincisi, bu tepetaklak olma göğüs göğüse bir mücadele ile gerçekleşmedi, yani yeryüzünün hakimleri hakimiyetlerini her zamanki gibi yeniden güçleriyle ve ezerek geriye çevirmediler. Tabii ki kapitalist emperyalizmin kesintisiz saldırısı hiç durmadı. Ama asıl olarak yeni bir dünya için ileriye fırlayan insanlık, vardığı merhalelerde bu eski dünyadan çok farklı bir dünya kuramadı. Tabii burada haksızlık yapılmaması gerekir; çok ciddi şeyler, insanlığın daha önce görmediği bir sürü şey yaşandı. Bir yüzyıla veya çeyreğini çıkartırsak üç çeyrek asra yayılan, bütün sınıfların, halkların, kitlelerin katıldığı, bütün coğrafyalara yayılan bir büyük altüst oluştan sonra şu çok normal; kitleler yorgun, bu yıkıntının ve geriye dönüşün yorgunluğu var. Bu somut olarak nasıl bir şeydir? Bunu Kürt mücadelesinden de görebiliriz. Hızlı bir koşu var, çıkış olmayınca bugünkü durum, yorgunluk kaçınılmaz oluyor. Onu çok kolayca aşmak mümkün değil.

 Bütün dünyada Marksizmin durumunu da bundan ayrı olarak düşünmememiz gerekir. Teorik faaliyetin ayırt edici yanları olabilir, fakat esas olarak bu geriye düşüşün yorgunluğu bir dönem devam edecek. Ve bu gelişmeler sonucu ister istemez inançsızlık, kaymalar, saf değiştirmeler de... Bütün bunlarla beraber şunu net olarak tespit edebiliriz: Yeryüzünde, olabilecek en geri noktalara itilmiş olabilir Marksizm, devrimciler, Marksistler, fakat yeryüzünün kendisi devrimci. Her şeye rağmen bugünkü dünyaya karamsar bakmamak gerekir. Öylesine bir ortama giriliyor ki; bütünüyle, mevcut egemenleri de korkutan bir ortam. Yeni bir yüzyılın, cehennem yüzyılının kapıları açıldı. Çok değil, on yıl önce, yeryüzünün efendilerine bakılırsa, insan hakları esas olacak, evrensel barış dönemine geçilecek, savaşlar yerini demokratik uzlaşma kültürüne bırakacaktı. Şimdi bütün bunları kırdılar ve sunabilecekleri hiçbir şey yok. 20-30 yıl sürecek bir savaştan söz ediyorlar. Eski nizam temellerinden sarsılıyor, çatıları çoktan uçtu. Mevcut bütün güçler çöken sistemin altında kalmamak için kendilerini her anlamda yeniliyor, yeni gelişmeleri karşılamaya hazırlanıyorlar. Hâkim nizam bütünüyle şiddetle sarsılıyor ve bu dönemde kaçınılmaz olarak politikanın, sınıfsal tavır alışların ölçüsü de, alanları da değişiyor.

Şimdi, bizim bu noktada teoriyi ele alışımız şundan ayrı olamaz: Esas olarak hem düşüncesiyle, hem pratiğiyle yön veren milyarlarca insanın bir yüzyıla sığan pratiklerinden ve deneylerinden, yani adına ne diyorsak sosyalizm deneyleri mi diyoruz, reel sosyalizmler mi diyoruz, çöken revizyonist diktatörlükler mi diyoruz, kim nasıl adlandırıyorsa, bir bütün olarak bu yüzyıla yayılan, bu pratiklerin sonuçlarından ayrı bizim teorinin alanında kalarak, teorik olarak ileriye fırlayacağımız başka bir zemin yok. Nesnel zeminimiz ve nesnel gerçeğimiz budur.

Teoriye nasıl yaklaşılmalı sorusuna başka biçimlerde girmeyi deneyelim. Teorik faaliyet tamamlandığında veya diyelim ki Teori ve Politika’daki arkadaşlar bu kriz tespitlerini, nedenleriyle ortaya koydular, oradaki boşlukları tespit ettiler, bunları tamamladılar. Veya başka bir yerde, dünyanın başka bir yerinde birileri bu işi tamamladılar. Çok somut bir soru: Ne olacak? Bu iddialar var, çünkü bakın yaşadığımız coğrafyada var, başka coğrafyalarda var. “Yeryüzünün ve kendi bölgemin bütün hakikatlerini çözdüm” diyenler var, bizim Türkiye’de de var; dünyanın bütün hakikatleri bu cebimde, Türkiye’nin hakikatleri de bu cebimde, isteyene istediği kadar, kaç gram istiyorsa, Kürt sorunu mu.. veririm, program sorunu mu.. veririm, sınıfların mevzilenmesi mi.. veririm, strateji mi.. çizerim diyenler çok. Şimdi, demek ki sorun iki boyutlu, Teori ve Politika’yı da aklamıyor bu durum, yani onu bu eleştiriden azat etmiyor. Teori ve Politika’nın konumuna itiraz edip, doğrusu budur diyen ve o yoldan gidenleri de aklamıyor. Sorun çok daha karmaşık ve çok daha ağır. Teori ve Politika şunu kavramalı: Mevcut krizi aşmadığımızda bu katkıların da fazla bir anlamı olmuyor. Teori ve Politika kendisini teorik mevzilerde konumlandırmış; şunu kavraması lazım veya en azından şunu tartışmaları gerekiyor arkadaşların: yanlış bir yerde duruyor, oradan bir şeyler söylüyor.

Bu aslında şöyle bir durum: doğrusu olmayan bir ortamdayız. Mevcut atomize olmuş devrimci örgütler ortamında doğru ne, kim, belli değil. Biraz önce söyledim; bütün hakikatleri keşfettim, teori politika, felsefe ilişkisini de çözdüm ve doğru yerde duruyorum diyenler var. Bu iddialardan bir an uzaklaşıp, somut olarak pratiğe baktığımızda, nasıl bir şey görüyoruz? Tek hücreli organizmalar dünyasından yaklaşabiliriz. Canlılar dünyasında tek hücreliler arasında çok büyük farklılıklar yok. Adımız, iddiamız çok büyük olabilir ama hepimiz tek hücrelileriz. Çok hücreliler bir üst basamaksa; varolan bütün özneler, yani küçüklüğün büyüklüğün, varlığın yokluğun ölçüsü yok orta yerde. Zira çok hücreliler başka bir basamak, başka bir dünya. Mevcut durumdan oraya düz olarak geçilemez, bu mümkün değil. Bunun gibi devrimci hareketin sorunları da doğrusal gelişmeyle varılacak bir merhale değil. Varlığın ölçüsü bir tek şu olabilir: Bulunduğu alanda veya bulunduğu coğrafyada bugünün nesnel gerçeklerini, ihtiyaçlarını şu veya bu biçimde karşılayabilen ve onların gereklerini yapan bir pratik varsa orta yerde, en azından bu tartışmaya değer. Dediğim gibi, nesnel ortam bu.

 Teori ve Politika, evet bu konjonktürde, 2005 yılının dünya ve Türkiye gerçeğinde, solun bugünkü durumunda, başka bir şey bulamadık, buradan bir boşluğu doldurmaya çalıştık, bütün görevlere gücümüz yetmedi, teori alanından başladık ve bunu mutlaklaştırmıyoruz, ama başka yerlerdeki ileriye doğru pratikte, örgütsel mücadelede, başka alanlarda ileriye doğru giden ve ön açanlarla da birleşmeye, onlarla bütünleşmeye hazırız diyerek kendi sorunlu konumunu teorize ederse mesele biraz daha anlaşılmaz olur. Sorun ve sorunun kendisi ağırlığını korumaya devam ediyor, teorik olarak, çok daha etkili, çok daha tamamlayıcı şeyler keşfedilmiş olsa da bugünkü sancı ortadan kalkmıyor, ne bizim kendi coğrafyamızda, ne de bir bütün olarak dünya arenasında.

Şimdi, ne kadar farkındayız bilemiyorum, işin esasında yara sıcakken acısı belli olmuyor veya insan yaşarken akan tarihi tam göremiyor. Şu anda olanlar, hem bu bölgede, yani Türkiye denen coğrafyada olanlar, hem dünya çapında olanlar bize normalmiş gibi geliyor; halbuki bütün bilinen ölçülerle, bütün dengeler altüst oluyor. Teorinin ve pratiğin dayattığı görevleri bizim mevcut durumumuzdan bakarak kavramaya çalışırsak başka, nesnel ortamın dayattıkları açısından bakarsak başka sonuçlara varırız. Devrimci hareketler mahalle düzeyinde veya okul düzeyinde politika yapabilir,  fakat politikanın alanı ulusal sınırları da aşmış, hiçbir dönem olmadığı kadar bütün bölgeyi somut politikanın gündemi haline dönüştürmüş. Bir yerde patlayan bomba, Lübnan’da patlayan bir bomba Ankara’yı ve Tahran’ı  Beyrut’tan daha az ilgilendirmiyor, çok daha fazla ilgilendiriyor. Irak’taki bir olay Türkiye’yi, Irak’tan daha az ilgilendirmiyor. Irak’taki gelişmeler dış politikanın değil iç politikanın konusu haline gelmiş, Türkiye’nin iç meseleleri haline gelmiş. Bu sadece Kürt meselesi olduğundan dolayı değil, iç içe geçmenin nesnel sonucu. Bölgeye yönelik olarak, emperyalizmin gözü kara ve sert, geri dönüşü olmayan, yıkarak, kırarak sonuna kadar gideceği, bütün bölgeyi dümdüz ederek, bütün varolan egemenlikleri de tehdit ederek, ama asıl olarak bölge halklarını tehdit ederek gelen bir yıkımı var ve bunun karşısında mahallede, okulda, varoşta, başka yerde dağınık olarak süren faaliyetlerin fazla  bir anlamı olamaz. Şimdi, bu tabii ki günlük pratik mücadelenin inkârı veya görmezlikten gelinmesi değil. Ama fırtına ve sel geliyorsa ve hele bir de deprem varsa orta yerde, sen eski oyuncaklarla oynayamazsın. Böyle bir sancı var orta yerde. Politikanın alanı ve araçları muazzam ölçülerde büyümüş, biz ise bunun dışındayız.

Attığımız tüm adımları sınıf adına, sınıfsal bakışı elden  bırakmadan  yürüttüğümüzü iddia ediyoruz. Aynı mantıkla sınıf adına bir yerde bir olayı gidip protesto ediyoruz, ama siyasal mücadele buradan akmıyor, dünyanın hiçbir yerinde de buradan akmamış. Sınıf çatışmaları başka biçimlerde gelişiyor. Nesnel olarak toplumsal sistemden kaynaklanan imkansız çelişkiler var. Bu çelişkiler dev potansiyeller ihtiva ediyor. Açığa çıkarılıp çatlatılması, tükenmez ve durdurulamaz  dev potansiyelleri ortaya çıkarıyor. Politikada sorun, doğru yerlere yığınak yapma ve devrimci taktiklerle bu çelişkilere hayatta yer açabilmedir. Mesela, politikanın alanına solun yabancılığı şöyle bir şey: 15 - 16 Haziran oldu, bir de Ankara’da esnaf eylemi oldu. Bunların arasında çok büyük farklar yok. 16 Haziran’a katılan kitleler sosyalizm bilincine daha yakındı, devrimci idi diye bir şey yok. Allah Allah diye yürüyordu ve Türk bayrağı taşıyordu, tank çıkıyordu karşısına, onu aşarak yürüyordu. Yani hiç dinlemediler askeri de, polisi de... “Yaşasın ordumuz” diyorlardı, ama tankların önünden geri adım atmıyorlardı, tankların üstünden atlayarak geçiyorlardı. Orada “Allah Allah” sözlerinden de, Türk bayrağından da rahatsız olmadan o günün devrimcileri, Dev-Genç’liler bu mücadelenin bir parçası olabildiler. Ama esnaf eylemi...? Sanki bizim duvarlarımızı, camlarımızı kırdılar; sol bundan çok rahatsız oldu.

Türkiye’de rafine, sol bilinçli öfke bekleyenler boşuna bekler. Solun en sert eylemleri bile mevcut sisteme sinek vızıltısı gibi gelir. Bu çok nesnel bir şey; sistemin devrimci mücadelelere bağışıklığı olarak anlaşılabileceği gibi, sol veya devrimci faaliyetlerin işlevsizliği de denebilir.

Esnaf eylemine hak etmediği şeyleri yüklemiyoruz. Nesnel gerçeği görelim: Birikmiş ve patlamaya hazır büyük bir öfke var, nasıl patlayacağı belli olmuyor, öyle patlıyor ki onlar başlatıyorlar, fakat onları aşarak giden bir şey var.

Türkiye’de de, bölgede de farklı duyarlılıklar, asıl olarak yıkıcı dinamikler biriktiriyor. Bu topraklarda yoksulluğun öfkesi kendini  başka biçimlerde ifade ediyor. Bütün bunlara müdahale edecek devrimci siyasal merkez yok. Daha doğrusu siyaset yabancı, müthiş bir biçimde yabancılaşma var. Nasıl bir şey? Oradakini zaten kendisine dost görmüyor, kendisine karşı görüyor, düşman görüyor; irticacı, gerici ve laiklik karşıtı, bilmem ne görüyor. Türkiye’de, bunun dışında bir yıkıcı kitle dinamiği yok, eğer başka bir alanda açların öfkesi ortaya çıkacaksa Ankara’daki gibi çıkacak. Mevcut sol beğenir veya beğenmez. Türkiye’nin gerçekleri böyle.

Bölgede bütün halkları aptallar sürüsü yerine koyan hayasız ve arsız bir saldırı var. Her bakımdan hayasız; modern silahlarıyla geliyor, uçaklarıyla geliyor, ekin biçer gibi insan biçiyorlar. Sadece silahlarla gelmiyor, bir de papaz takımıyla geliyor, bütün ülkelerin içinden devşirmiş, soldan devşirmiş, İslamcısından devşirmiş, öbüründen devşirmiş örümcek ağları gibi her tarafı sarmış sivil örgütleriyle geliyorlar. Hepsinin ağzında da insan hakları, demokrasi, eşit ilişkiler, modern ilişkiler, temelinde barış vaazları var.

Türkiye’deki solun geniş bir kesimini bitiren bu liberal dangalaklıklar her yanı sarmış durumda. Modern çağın insanı medenidir, siyaset medeni insanların işidir, konuşursun, biraz sert konuşursun sonra anlaşırsın... Siyaset uzlaşma işidir; bunu vazediyorlar, barış vazediyorlar, barış ayinleri yaptırıyorlar. Kendileri ekin biçer gibi biçiyorlar, hiç dinlemiyorlar. Bu Haçlılar saldırısı bütün bölgeyi tehdit ediyor, buna karşı başka bir öfke olamaz. Buna karşı, bizim steril sosyalist zeminlerde kalarak söyleyeceğimiz şeylerin, ne hükmü  olabilir, ne de bundan bir sonuç alabiliriz.

Dev-Genç 16 Haziran’ın içine girdi onun bir parçası oldu. Bir biçimde olabildi, o eylem sola mâl edildi. Dini inançların, Türk milliyetçiliğinin etkisinde ve benzeri geleneksel değerlerin, gerici değerlerin etkisindeki o kitle oraya yığıldı ve o sola mâl edildi. Bugünkü gelecek işçi mücadelesinin de bundan başka bir biçimde yükseleceği düşünülüyorsa, bu yanlış bir beklentidir. Veya ben gideceğim beş tane işçi örgütleyeceğim, gideceğim üç tane işçi orada örgütleyeceğim, bir tane şurada bulacağım, bir tane orada bulacağım, bunları birleştireceğim, bunları eğiteceğim, işçilerin hepsini akıllandıracağım, Marksizm vereceğim ve öylece onları ayağa kaldıracağım diyorsa hayal görüyordur. Bolşevikler de bunu yapmamıştır. Onlarda devrimci bir işçi sınıfı var. Tabii ki şimdi Türkiye’de yok değil, devrimcilikten ne anladığımızla ilgili. Avrupai, Batı merkezci, aydınlanmacı laik, modern ve benzeri bir dünyaya hitap etmeye çalışan sol propagandanın herhangi bir gücü, etkisi olamaz, ama bugünkü düzeni altüst etmek, atomlarına kadar parçalamak ve kurtulmak isteyen bir  büyük kitle var, o da her bir şeyde, yıkıcı biçimde ortaya çıkıyor. Ancak bizim alıştığımız renklerle çıkmıyor ve bütün bölge açısından düşünüldüğünde böyle bir gerçeklik var. Devrimci hareketin ve teorinin sorunları en başta, bizi bugünkü bulunduğumuz steril zeminlerden alıp sınıf mücadelesinin, bu biraz bulanık, kirli, çamurlu sularına fırlatacak bir kopuştur. Kendi bulunduğumuz yerlere korunaklı olduğunu düşündüğümüz evler yaptık. Siyaset o zaman başka bir zeminde yürüyordu, yani gelen ve yükselen bir dalga ve ona göre şekillenmişti. Şimdi ise, bizim olduğumuz alanlardan sular çekilmiş, steril ve düzen içi bir sükunet sağlanmış. Fırtına ve şimşek başka alanlarda kopuyor, başka yamaçlarda ve başka vadilerde. O vadilerin dünyası ile, o vadilerin iklimi ile de uyuşma sorunlarımız var, çok ciddi olarak uyuşma sorunlarımız var. Burada bir kez daha bize bu yeni iklime uyum için teori gerekli.

Teori ve Politika’yı da aşan, Türkiye’de genel olarak devrimci hareketin bugün artık aynı kalamayacağı, devam edemeyeceği, böyle devam edemeyeceği bir duvarın dibine gelinmiştir. Duvarın ötesi yok, orada her şey denenebilir, ama öteye geçemeyiz. Duvarın ötesine ancak  dönemin dayattığı devrimci sıçramayı göze alabilenler geçebilecektir, kendini tekrar edenler değil. Teşekkür ediyorum.

 

OTURUM BAŞKANI- Mehmet Güneş’e teşekkür ediyoruz.

Söz sırası Ali Osman Alayoğlu’nda.

ALİ OSMAN ALAYOĞLU- Çok konu var, hepsine birden girmek kolay değil, sanırım genel konuşmak uygun olur.

Ben, yaptığımız tüm bu tartışmaların verimli olduğunu, bazı konularda yeni tartışmalar açtığını düşünüyorum. En başta Marksizmin teorik sorunları, pratik-politik, teorik-politik sorunları bağlamında bazı temel konularda karşılıklı görüş alışverişinde bulunmuş oluyoruz, birbirimizi tanımış, göz göze gelmiş, tartışmış oluyoruz, dergilerin ve kitapların dışında bir ilişkiye girmiş oluyoruz ve üstüne üstlük sorulan sorularla kurulan ilişki, zaten bana öyle geliyor ki, ya da bize öyle geliyor ki, hem bizim muhasebemiz açısından hem de genel tartışma açısından Mehmet Güneş’in de dikkat çektiği temelde anlamları da olabilecek bir sonuca varıyor.

Arkadaşların yönelttiği soruların hepsine, hele bilimin bilgi dünyasında olması, bilimsel olmayan bilginin bilgi olmaması gibi konular üzerine olan sorulara burada bir yanıt vermenin imkânları herhalde en başta zamansal olarak düşük. Ama İstanbul toplantısında da ısrarla söylenen bir şeyi ben de burada bir kez daha söylemeliyim: Sorularda içkin olan tüm bu tartışmaları, konu bağlamında, tabii ki tartışmalara katılmak isteyen dostların, yoldaşların, arkadaşların istedikleri, ilgilendikleri ve bizi eleştirdikleri konular üzerinden yeni toplantılar düzenleyerek yapalım, devam ettirelim. Böylece daha özel konulara girmek mümkün olur, aksi takdirde çok genel şeyler söylemiş oluyoruz. Mesela, ilk konuşmamda sıraladığım 6-7 madde bu kadar kısa ifade edilince, neredeyse bir tür aforizmalar toplamı gibi oluyor, hatta naiflik, yavanlık hissi de uyandırabiliyor.

Günümüzde Marksistler, dünyadaki ezilenlere “bizim saflarımıza katılın” dedikleri zaman Lenin zamanındaki gibi bir etki yaratamıyorlar. Lenin zamanında, Paris Komünü’nden ya da başka yerlerden devşirilmiş olan argümanlarla “biz şöyle bir sosyalizm, şöyle bir dünya kuracağız” deniliyordu ve bu ciddi bir inandırıcılık, etki yaratıyordu. O zamanlar söylenen şeylerin yarattığı etkiyi yaratan ütopyalarımız, oluşmuş yapılarımız artık yok. Yani bizler, Marksistler olarak kuracağımız sosyalist dünyaya ilişkin inancımız sonsuz olmasına rağmen bunun yetmeyeceğini bilmeli, o sosyalist dünyayı ezilenlere anlatma, eğer elimizde varsa varolan tasarıyı dile getirme anlamında sorumlu olduğumuzu kabul etmeliyiz.

En başta sırtımızda bir sosyalizm deneyimleri yükü var. Bu yük elbette Teori ve Politika’nın da sırtındadır. Açıkça söylemek gerekirse bizler bu alanda, daha genel ifade edersek, sadece sosyalizm deneyimleri değil bir bütün olarak Marksizmin bilim alanına ilişkin çalışmalar temelinde geçtiğimiz 10 yıllık süreçte kendimizi pek başarılı görmüyoruz. Sosyalizm deneyimleri bizim sırtımızdaki yüktür, bu deneyimlerin yükünü hakkıyla üzerimizden atmadığımız takdirde, ezilenlere yeni hedefler sunarken nasıl inandırıcı olabiliriz? İşte böylesine ciddi bir sorun karşımızda duruyor.

Yöneltilen eleştirilerle ilgili söyleyebileceğim şeyler şunlar olacak: Öncelikle şunu söylemeliyim ki biz, dile getirdiğim Marksizm anlayışını Marx’ta, Engels’te, Lenin’de güçlü olarak buluyoruz. Örnekleriyle, 37 sayıdaki yazıların hemen hemen hepsinde, Marx, Engels ve Lenin’in bizim söylediğimiz tarzda bilimi, politikayı, felsefeyi anladığına dair güçlü veriler var. Açıkçası arkamızda ihmal edilemez, görmezden gelinemez bir literatür desteği bulunuyor. Yani biz tüm bu söylediklerimizi tartışmıyor olamayız, yani Marx, Engels, Lenin ve Mao’dan bağımsız, onlarla tartışmadan, onlardan edinmeden söylüyor olamayız. En azından bu konuda bize güvenmenizi isteyelim ve 37 sayılık literatürümüz sanırım yeterince açıklayıcı, ikna edicidir diyelim.

Biz ayrıca tarihi yapanın kim olduğu, tarihin öznesi vb. tartışmalardan, tarihin motorunun sınıf savaşları olup olmadığına kadar çeşitli konularda buradaki birçok arkadaşın dile getirdiği, savunduğu tezlerin Marx, Engels ve Lenin’de olmadığını da söylemiyoruz. Marx, Engels ve Lenin’de söz konusu tezlerin kanıtlarının da bulunabileceği açık bir gerçek. Yani birçok arkadaşın aktardığı tarzda bir Marx, bir Engels, bir Lenin de var. Biz o Marx, Engels ve Lenin ile hesaplaşıp, onlarla aramıza diğer Marx, Engels ve Lenin lehine bir sınır koymaya çalışıyoruz. Yani kısaca şöyle bir şey söylüyoruz; bizimkilerin aksi yöndeki tezleri öne süren arkadaşlar da, “devrimler yapılmaz olur” diyen Lenin ile, “tarihin motorunun sınıflar savaşı değil üretici güçler olduğunu” söyleyen Marx-Engels ile, tek yaptıklarının sosyalizmin zorunlu olarak geleceğini saptamak olduğunu belirten Marx-Engels ile hesaplaşmaları gerekir. Tamam, biz hesaplaşalım, ama siz de hesaplaşın. Bizim savunduğumuz Marx, Engels ve Lenin yoktur denilemez, var, güçlü olarak var. Kapital’de var, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde var, başka yerlerde var... Bir de şunu eklemeden yapamayacağım, “materyalist olmanın gerçek hayatta karşılığı nedir” diyen arkadaşların da, aynı şekilde öncelikle Materyalizm ve Ampiryokritisizm’i, Felsefe Defterleri’ni yazan Lenin ile, Kapital’i yazan Marx ile hesaplaşması gerekir.

Biz Marksizmin krizine ilişkin teorik çalışma, teorik ısrar derken Marksizmi yeniden inşa etmek, Marksizme yeniden dönmek, Marksizmi yeniden kurmaktan bahsediyoruz. Bunu elbette bu tür kaygıları olan tüm arkadaşlar düşünüyorlardır. Marksizme dönmeden, Marksizmi yeniden tasniflemeden Marksizmi yeniden kurmak nasıl olur ki? Elbette bizim benimsediğimiz Marksizm Marx, Engels ve Lenin’de bütünüyle bulunan biricik gerçek, mümkün tek Marksizm olamaz. Ancak bizim benimsediğimiz Marksizm, Marx, Engels ve Lenin’de var! Tartışacaksak öncelikle bunu bilerek tartışmak gerekir. Yani bilimin bilgi nesnesi ile yapıldığını söyleyen Marx var!

Sınıfsal bakış konusuna gelelim. Bu aslında bizim bilim, felsefe, politika ayrımımıza denk gelen bir tartışmanın konusu. Şimdi, söyle bir soruyla başlamak uygun olur sanırım: Mehmet Güneş’in diliyle konuşursak, “politikada eriyen kitleler” ideolojik olarak ne düşünüyorlar? “Allahu ekber” mi diyorlar, “yaşasın sosyalizm” mi diyorlar, başka bir şey mi diyorlar? Her ne diyorlarsa onlar o dedikleriyle beraber, o dedikleri de içinde olmak üzere ezilenlerdirler. Bunu kabul etmeliyiz. Kitleleri böyle anlamak, böyle sahiplenmek ve onların yanında böyle yer almak, yani ateşi harlamak değil ateşin içine girmek gerekiyor. İşte bu, konjonktür dediğimiz şey, konjonktürde olmanın anlamının ne olduğuna ilişkin söylediğimiz şeyle ilgili. Konjonktüre bilimden devşirilmiş ilkeler, sınıflar, doktrinler enjekte etmemekle, gerçeği olduğu gibi anlamakla ilgili bir şey. Yani Marksistlerin sınıfsal bakışının olması başka bir şey, Marksistlerin bilim ayağından kendilerince, tarih biliminden devşirdikleri ideolojik silahlarının olması, konjonktürde politika yaparken bu silahlardan yararlanmaya çalışıyor olmaları başka bir şey. Sınıfsal bakış, tarihin sınıfsal yorumu, sınıfsallık elbette bilimsel unsurlardır. Hatta sınıfsallıktan önce, tarihin motorunun sınıf savaşları olduğu tezinin aksine tarihin motorunun üretici güçler olduğunun saptanması gerekir, üretici güçler ile üretim ilişkileri çelişkisinin ele alınması zorunludur. Dolayısıyla tüm bunlar da başka bilimsel unsurlardır. Bu şekilde kavranmış Marksizmin bilim ayağı içindeki sınıfsallık, sınıf analizleri elbette bizim reddettiğimiz bir şey olamaz. Zaten reddetmiyoruz. Bizim sınıfın konjonktürde yeri olmadığını vurgulamamızın böyle bir algılamanın konusu olmaması gerektiğini düşündüğüm için burada bunu bir kez daha yineliyorum. Elbette bunlar yaptığımız tartışmaların devamı ile, yeni tartışmalarla daha da netleşecek şeyler.

Bu arada tartışmalarımızın, hiç de politikadan, teorik-politikadan ve pratik-politikadan azade, bunların dışında bir şey olmadığı da, bizce 10 yıllık pratiğimizden açıkça görülüyor olsa gerek. Selçuk arkadaş söyledi, daha sonra diğer arkadaşlar da söyledi, biz öyle köstebeğin gözünü tartışıyor değiliz, bunu söylemeye aslında gerek yok, ama öyle eleştiriler geldiği için söyleme gereğini hissediyorum.

Benim dikkatimi çeken bir nokta var ona değinmek istiyorum: Devrimcilik tanımı ve devrimcilik tanımı üzerinden Marksizm tanımı, hatta komünizm tanımı gibi şeylerde, buradaki arkadaşların yaptıkları tasniflerde sanki biraz Marksizm gözden kaçıyor gibi bir hisse kapılıyor insan. Marksizm gözden kaçarken devrimcilik de gözden kaçıyor. Mesela, bir arkadaş “devrimcilik önce, Marksizm sonra gelir” dedi, ama devrimciliğe de bir kurgu, bir teori, bir düşünce atfetti, yani gelecek kurgusu ve benzeri şeyler. Bir benzeri şeyi bir başka arkadaş daha Marksist olmakla devrimci olmak arasında bir fark olması gerektiği üzerine tartışma yaparken gerçekleştirdi.

Biz bir konuda net olmamız gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye’deki Marksizm ve Türkiye’de Marksist olmak bağlamından bağımsız olarak devrimcilik. Devrimcilik denen şey, öyle teorik anlatımlarla ifade edilebilecek bir şey değil, olmasa gerek. Yani birileri gelecekte kuracakları toplumu çok iyi anlatmış, tasarlamış oldukları zaman ya da çok ayrıntılı bir programları olduğu zaman, mücadeleyi devlete karşı nasıl yürüteceklerini şık cümlelerle söyledikleri zaman devrimci olmazlar. Öyle oluyor olsalardı, devrimcilik sözlerle ifade edilen bir şey olurdu. Kimin ne dediğine bakılmaksızın devrimcilik eylemle ilgilidir. Örgütler, devlete karşı mücadele verip vermedikleriyle, içeride insanları, şehitleri olup olmadığıyla, savaşıp savaşmadıklarıyla, öldürüp ölmedikleriyle ve benzeri birçok şeyle, yani şiddet pratiği ile doğrudan bağlantılı olarak devrimci olurlar ya da olmazlar. Bu elbette bir süreç boyunca sergilenen pratikler temelinde ifade edilebilecek bir şey. Bunu unutmamak lazım. Ama sonuçta devrimcilik bu kadar pratik, bu kadar gerçek bir şey, ve teoriyle ifade edilemez bir şey. Biz devrimciliğe herhangi bir teorik unsur, düşünsel herhangi bir şey atfetmiyoruz arkadaşlar. Biz geleceği, sosyalizmi kurgulayan devrimci olur, ama geleceği kurgulamayan, mesela kafasında İslam’ın gerici bilmem ne düşüncesi bulunan devrimci olamaz demiyoruz. Bir kişi Amerikan emperyalizmine karşı savaşıyorsa, kafasında ne olursa olsun devrimcidir, yani ezilenlerin ezenlerin iktidarına karşı mücadele etmesi pratiğinde aramak gerekir devrimciliği. Biz, bu temelde Marksist devrimciliği de devrimciliklerden birisi olarak düşünüyoruz. Diyoruz ki, birçok türde devrimcilik olabilir; anarşist devrimcilik olabilir, İslamcı devrimcilik olabilir... Zaten dünyada da bir yığın devrimcilik örneği var diyoruz. Ama bizler Marksistiz. Marksist bir devrimcilik de bu dünyada yaşıyor. Marksist olduğumuza göre bizim için en önemli olan da bu devrimcilik türü. Dikkat edin Marksist devrimcilik diyoruz, yoksa devrimci Marksizm demiyoruz. Devrimci olmayan bir Marksizm olamaz da ondan demiyoruz. Marksist bir hareket sadece devrimci ise Marksisttir, değilse değildir. Ama doğaldır ki Marksist bir hareket devrimciliği ile diğer hareketlerden kendisini ayıramaz. Devrimciliği olmazsa olmazıdır, ama devrimciliğinin dışında onu Marksist yapan başka şeyler olsa gerektir. Bu şeyler de, herhalde yine biz düşünüyoruz ki öyle programatik şeyler değildir. Ülkenin özgül koşullarıyla çok yakından ilgili şeylerdir sanırız.

Türkiye’deki Marksist hareketleri diğer devrimci hareketlerden ayıran birkaç temel unsur bulunuyor. Yani Türkiye politik tarihine bakarak Türkiye’de Marksizmi birkaç temel noktadan hareketle belirleyebiliriz: Kürt sorununa yaklaşım, Kemalizme yaklaşım ve herhalde son yıllarda öne çıkan bir unsur olarak da laiklik, aydınlanmacılık, İslam ve benzerlerine, bu bağlamda günümüz dünya konjonktürüne yaklaşım. Marksist olan özneleri, Marksist devrimcileri tarif etmek, ayrıştırmak herhalde Türkiye için böyle mümkündür. Dikkat ederseniz biz burada operasyonel bir ayrım yapıyoruz, yani teorisist denilen Teori ve Politika hiç de teorik ayrımlar yapmıyor görüyorsunuz! Marksist devrimciliği diğerlerinden ayırırken teorisist ayrımlar yapmıyoruz çünkü gerçekle teorisist ilişkiler kurmuyoruz. Bilim ve politika arasında yaptığımız ayrım, aralarına koyduğumuz epistemolojik engel bizi böyle sorunlardan kurtarıyor.

Sovyet devrimi olduğu zaman, ne Gramsci gibi “Kapital’e karşı devrim” diyoruz, yani Kapital’i reddedip devrimi savunuyoruz, ne de Kautsky gibi Kapital’e uymadığı için devrimi reddedip Kapital’i savunuyoruz. Biliyoruz ki, Sovyet Devrimi Kapital’e uymak zorunda değil! Devrimi savunmak için Kapital’i reddetmek gerekmediği gibi, Kapital’i savunmak için de devrimi reddetmek gerekmez. Bizim bahsettiğimiz bilim ve politika arasındaki ayrımın en net, ve belki en karikatürize edilmiş anlatımı böyle yapılabilir sanırım.

Bu temelde düşünüp bu temelde tanımlıyoruz devrimciliği ve tabii ki Marksizmi, diyebilirim. Arkadaşların devrimciliğe ve Marksizme ilişkin ifadelerinde bazen bu tür tasniflerin dikkate alınmaması gibi şeyler gördüğüm için tüm bunları deme gereği hissettim.

Yine, bizim tabii ki gene bu bilim ile politika arasında yaptığımız ayrım temelinde, süreç’e an’da müdahale etmek gibi şeylerle aramıza net bir çizgi koyduğumuz açık. Süreç ile an’ı ayırıyoruz. Süreç anlar toplamı değildir diyoruz, aynen noktaların toplamının bir doğru olmaması gibi, doğruyu kaça bölerseniz bölün nokta yapamayacağınız, doğru hep doğru kalacağı gibi. Yani süreç ile an arasında geçmiş-şimdi-gelecek diyalektiği kuran bildiğimiz pozitivist, rasyonel zaman tanımı ile bu işler hallolmaz bizce. Zaman geçmiş, bugün, gelecek üçlüsüyle tanımlanmamalı, geçmiş ve gelecekle ifade olunacak bir süreç ve bugünün karşılığı olan an ile ifade edilmeli. Bu ayrım temelinde bazı analizler yapmanın Marksizm temelinde bazı sorunlara çözüm bulmak anlamında işlevli olduğunu düşünüyoruz.

Biz şu tür konularda netiz: mesela, “tarihin öznesi kimdir” gibi bir soru sorulduğu zaman, biz diyoruz ki “Soru yanlış, değiştirin. Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir”. Yani biz metodolojisine içkin bir cevabı bulunan böyle bir soruya cevap vermeyiz. Eğer tarihin motoru üretici güçlerse, tarih zorunlu olarak tarih bilimsel bazı gelişmelerle gelişiyor ve bir yerlere gidiyorsa özneden bahsedemeyiz. Dolayısıyla bu soruya cevap vermek gereksizleşir.

Ama biz tabii ki Engels’in “tarih zorunluluktan özgürlüğe giden bir süreçtir” anlayışıyla ayrışıyoruz, Engels’teki bu anlayışı kabul etmiyoruz, doğrudur. Biz, tarihi insanlar yapar ya da tarihi şu sınıf yapar gibi anlayışlarla ayrışıyoruz. Biz, “devrimler yapılmaz olur” diyoruz, ama konjonktürde konuştuğumuz zaman da devrimleri yaparız, “devrimler olmaz yapılır” diyoruz. Bu tür ayrımlarla, kendimizi ifade etmiş oluyoruz. Mesela, “son kerte” sadece Engels’te vardır, Marx’ta yoktur. Marx belirleme ilişkisinden son kertesiz bahseder. Tesadüf olamaz herhalde ve biz bunu önemsiyoruz. Ama bu Marx ile Engels’i ayırdığımız anlamında kesinlikle anlaşılmamalıdır, biz onları, Kıvılcımlı’nın dediği anlamda Marx-Engels isimli tek bir kişi olarak anlıyor, hep o tek insana atıfta bulunuyoruz. Bu bağlamda hiçbir tereddüdümüz yok.

……

ALİ OSMAN ALAYOĞLU- Yani tarihi anlatırken hiç insanlar olur mu? Değil mi? Feodalizmin nasıl doğup nasıl bittiğinde Spartaküs’ün yeri olur mu? Feodalizm bir şekilde doğar. Belli üretici güçler, üretim ilişkileri, bunlar arasındaki çelişkiler toplamıdır ve bir gün biter. Kapitalizm, bir şekilde doğar. Belli üretim ilişkileri, üretici güçler ve bunlar arasındaki çelişkiler toplamıdır, gelişir biter. Bu kadar açık! Böyle bir tarihte bireyler yer almaz, tarih o yüzden öznesiz ve ereksiz bir süreçtir zaten. Tarihin öznesi herhangi bir sınıftır diyemeyiz, tarih öznelerle anlatılmaz! Sınıflar mücadelesi olarak anlatılır toplumsal formasyon düzeyinde mesele, ama bu sınıfın özne olduğu anlamına gelmez ki. Üstelik toplumsal formasyon düzeyi de üretici güçler düzeyine bağlıdır. Üretici güçlerin üretim ilişkilerini, üretim ilişkilerinin de toplumsal formasyonu belirlediği tespiti Marx’ta bulunan ve bizlerin tok sesle savunabileceği bir şeydir. Bu durumda, sınıfsal mücadeleyi üretici güçler belirler dememiz gerekir. Hiç üretici güçlerden özne olur mu?

“Tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir” demek, hiç politik olarak “tamam anlaşıldı, siz öznesiz, öznenin olmadığı bir politik mücadele tanımlıyorsunuz” anlamına gelir mi? Mesela, “sosyalizm zorunlu olarak gelecektir” demek, “iyi o zaman mücadele etmeye gerek yok, nasılsa gelecek” demek olur mu? Yani bu kadar doğrusal, bu kadar bire bir çıkan sonuçlar mı var? Mesela, insanlar şöyle de yapabilirler; “yenildik, ama zorunlu olarak sosyalizm gelecek, mücadeleye devam etmeliyiz” deyip umutlanarak mücadeleye devam edebilirler. Ya da “sosyalizm gelmeyebilir, görünen o ki gelmeme ihtimali epey yüksek, biz en iyisi bırakalım bu işi” deyip bırakabilirler. Kısaca şunu demek istiyorum, sosyalizmin zorunlu olarak geleceğini söylemek ya da aksini belirtmek mücadeleye ilişkin olumlu ya da olumsuz sosyal sonuçlar çıkarmaz. Birbirini reddedecek birçok olumlu ve olumsuz örnek bulunabilir. Bu tür olgusal şeyler hiçbir şeyin reddi için gerekçe olamaz!

Şimdi ”tarih öznesiz ve ereksiz bir süreçtir” sözü, gerçekliğe ilişkin, politik özneye ilişkin bir şeyi, politik öznenin reddini ifade ediyor değil ki. Onunla çok ilgisiz bir yerde duruyor. Bilim ile politika, süreç ile an arasındaki ayrımları yaparak, ayrı ayrı düzeylere ilişkin konuşulduğunu bilerek tartışmak lazım sanırım.

 

OTURUM BAŞKANI- Söz almak isteyen var mı arkadaşlar?

MEHMET GÜNEŞ- Çok özet bir şey söylemek istiyorum: Şimdi burada şeye giriyoruz, yani kuyunun içine giriyoruz. Meleklerin cinsiyetini tartışmaya gider burası.

OTURUM BAŞKANI- Vallahi bence meleklerin cinsiyeti tartışılmayacak kadar açık, ama ben kişisel bu konuların Türkiye’de devrimci hareket tarafından çok da tartışılmadı­ğını düşünüyorum. Şimdi, Marx’ın kendisi, sanıyorum Kapi- tal’de "şiddet başlı başına ekonomik bir güçtür” ifadesini kullanıyor. Yani bir Müslüman o şiddeti kullanıyorsa, dev­rimci bir tarzda eyleme geçmişse, onun özne olmadığını sen bilimsel ... reddedemezsin. Marx da bunu reddetmemiştir aslında.

MEHMET GÜNEŞ- O arkadaşımız, “böyle bir gerçeklik ol muştur” diyor, yani proletarya onun öncülüğü ve benzeri sınıf mevziinde, bu ikisi farklı bir düzey. Proletaryanın ken disi de tarihi toplumsal gelişmenin ürünüdür. Tarih sınıf mü cadelelerinin ürünüdür, ama bu tarihin kendi nesnel gerçek liğinin bir parçası olarak vardır sınıf mücadeleleri, birinin karşısında diğerinin önünde durabilen bir şey değildir. Şim di, proletarya diye bir şey de nesnel gerçektir. Marx’ın bir sözü var; “Allah beni Marksistlerden korusun” diyor. Bunlar hangi tür Marksistler, bunu anlamak lazım, tartışan Mark sistler olduğunu sanmıyorum bunların, yani mücadele içinde olanlar için söylemiyorum başka bir alan vardır. Bir de Marksizm alanında Marksizm adına yapılanlar diye bir mev zu var. Marksizm, adı anılınca bütün sorunları kesen bir şey değil

İBRAHİM HOROZ- Komünist özne olmadan proletarya devrimi pekala olabilir diyorsunuz, proleter devrim için komünist özne zorunlu değildir diyorsunuz, bunu biraz açar mısınız?

ALİ OSMAN ALAYOĞLU- Şimdi, Lenin “devrim yapılmaz, olur” derken bir tür nesnelliğe işaret ediyor, bu önemli. Böy lece Lenin Marksizmin bilim ayağına işaret etmiş oluyor. Yani objektif toplumsal gerçekliğin determinist gelişimini vurguluyor. Yani Lenin denilen kişi, dünya savaşı olmasaydı devrim yapamazdı arkadaşlar. Ama diğer bir nokta da şu tabii ki; konjonktürel konuştuğumuzda, artık süreçten çıktı ğımızda, tarih bilimsel bir analizle değil de, Marx’ın Kapi tal’de yaptığı gibi ya da Rusya’da kapitalizmin gelişimini yazarken Lenin’in yaptığı gibi değil de, başka bir alandan konuştuğumuzda devrimler olmaz, yapılır. Bunu Lenin de der zaten. Peki devrimleri kim yapar? Hiç de sınıf yapmaz, devrimci özne yapar! İşte o zaman komünist özne devreye girebilir ya da bir başka yerde başka bir özne de devreye girebilir, devrim yapabilir. Nitekim yaptı da. Bizim toplumsal cı, öncü politikayı görmeyen eğilimlerle hiçbir ilişkimiz yok, sınıf kendi kendine devrim yapar gibi şeyler demeyiz, hiç böyle şey olur mu?

İBRAHİM HOROZ- Bizim anlayışımıza göre, başarılı dev rimler ve sosyalist iktidarlar için Marksist öznelerin varlığı zorunlu değildir, ama söz konusu ortak anlayışa göre, yani başkalarına göre zorunludur, yani bizim cümle bu, başarılı bir sosyalist iktidar için Marksist olma zorunlu değildir diyorsunuz. Kim yapıyor peki bu başarılı, bak dikkat edin demin o söylediğinizde sadece devrimci durum olur, başarılı bir devrim olur demiyor ki, devrimci durum nesnel bir du rumdur diyor, evet devrimci durum partilerin sınıfsal İrade sinden bağımsız olarak oluşur, ama devrim olur demek farklı bir şey, yani burada mutlaka devrimin niteliğine göre bir özne devreye girmesi gerekir ki devrim olsun, yani bence Lenin’in o söylediği de, yani başarılı bir devrim için Marksist özne zorunlu değildir tanımı arasında bir ilişki yok bence.

METİN KAYAOĞLU- Şimdi tartışmalardan da anlaşılıyor ki bu özne, devrimci özne, determinizm çok verimli meseleler. Belli başlı konuların başında geliyor bunlar, biz bunu tartışalım, biz bunu sizlerle tartışalım, izleyiciler açısından, panelistler açısından söylüyorum.

Bundan sonra diyeceğim şu; devrim yapmak için, kapitalizm koşullarında devrimin olabilmesi için, devrime önderlik edecek güçler için özel bir ideolojik donanım gerekir. Özel ideolojik donanım nedir? Marksist olmak ve sosyalist olmak devrim yapmak için gerekebilir, İslamcı olmak da devrim yapmak için gerekebilir, eğer kapitalizmin yerini başka bir üretim tarzına bırakacağı esprisi bu hareketin zorunluluğuna, nedenselliğine vurgu yapıyorsa, bu hareket zaten gerekli gördüğü ve ihtiyaç duyacağı taşıyıcı özneyi yaratır zorunlu olarak. Biz buradan hareketle, Marksizm adıyla vücut bulmuş ideoloji, doktrin kapitalizm için zorunlu mu diye bir bir önermede bulunuruz, ama kapitalizme karşı mücadele edecek öznelerin yaratılması kapitalizmin zorunlu gereğidir diye de önermede bulunuruz.

Marksizm dediğimiz yapının Marksizm adıyla, o adla ortaya çıkmış olması zorunluluğu yok bizim anlayışımız gereği, ama kapitalizme karşı mücadele karşı, yani kapitalizmin iç çelişkileri kapitalist sürecin tarzı içerisinde, kapitalist üretici bir kapitalizm yarattığı üretici güçlerle, kapitalizm’in yarattığı üretim ilişkilerinin çelişkinin toplumsal taşıyıcılarını ortaya koymak üzere, ideolojik düzlemde birtakım özneler zorunlu bir sürecin ürünüdür, yani kapitalizm zorunlu olarak, yanlış bir indirgemede bulunarak söylüyorum, biz olmasak da birtakım özneler kendini kapitalizme düşman belleyen, somut olarak, kendini kapitalist devlete düşman belleyen, birtakım özneler ve topluluklar yaratacaklar. Yerini başka bir üretim tarzına zorunlu olarak bırakacağı esprisi çerçevesinde biz anlıyoruz bütün bunları. Dolayısıyla, devrim için, sosyalist bir devrim için dahi Marksist bir ideolojik donanıma sahip olmak gerekmiyor, kendine Marksist diyen özneler gerekmiyor. Bugün, Küba’daki siyasal önderliğin Marksist olduğunu kabul etmeyebiliriz, kabul etmek zorunda değiliz, ama Küba’nın verili durumunu sosyalizm deneyimleri bağlamında değerlendirmekten de kaçınamayız objektif bir gerçek olarak. Bizim eski paradigmamız şu idi; bir sosyalist devrime ancak komünistler önderlik edebilir ve ancak komünist önderlikten yola çıkarak bir ülkenin sosyalist olup olmadığına karar veririz. Şimdi başka bir şeyi ifade ediyoruz, herhalde hepimiz bunda ortağız ya da bu tartışmayı ortak bir zeminden yürütme konusunda daha iyi bir yerde bulunduğumuzu varsayabiliriz. Sosyalizm deneyimleri diye ifade edebileceğimiz, gerçekte sosyalizm olup olmadığı tartışmasını dahi içeren tartışmayı, bütün bu süreçlerde öznelerin Marksist, komünist olup olmadıkları tartışmasından yapabiliriz.

Bir şey daha söylemek istiyorum: Tarih sınıflar mücadelesidir de bizce… Kabul ediyoruz, ama bu kısmi bir şey, yani Marksizmin açtığı ufuk açısından bu zayıf bir önerme. Aslında bu önerme Marksizme has bir önerme de değildir hatırlarsanız, ama bugün hangi Marksiste sorsanız tarihin sınıflar mücadelesi tarihi olduğunu ve sınıfların özne olduğunu, dolayısıyla öznenin de bilinçli özne olduğunu ifade eder. Biz bunların hepsine karşı bir duruş sergilemeye çalışıyoruz. Tarih sınıflar mücadelesi mi? Esasen Kapital adındaki metin varoldukça, tarih sınıfsaldır önermesi zayıf bir önermedir açıkçası. Tarih üretici güçler ve üretim ilişkilerinin mücadelesinin tarihidir; sınıflar, ideolojik özneler, politik özneler bunun daha yalın kat, bunun daha biçimde küçük yansımalarıdır. Özne sınıf diye ifade edilen şey, özne tanımına uymuyor. Özne, bilerek ve belli bir amaçla hareket eden bir varlığa ilişkindir, sınıf diye bir özne bu anlamda nasıl olabilir?

Marksistler bizim katılmadığımız anlamda şunu yaparlar. Marx’ın ifade ettiği anlamda bilimsel sınıf kavramını alırlar, o kavrama bilinçli devrimci öznelik niteliği koyarlar. Biz bunların hepsinin bir karıştırma, bir çorba olduğunu düşünüyoruz. Bir kere, Marx’ın tarif ettiği sınıfın özne olabilme imkânı yoktur, o genel bir bilimsel kavram, yani bir yerde tutacağımız, belgesini ortaya koyabileceğimiz bir gerçek yok ortada, böyle bir şey yok. Dolayısıyla, biz şunu geçici bir ifade olarak kabul ederiz; “tarih sınıflar mücadelesi tarihidir”. Peki, bunda özne nedir diye sorarız. Ali Osman çok güzel ifade etti, zaten özne nedir sorusu ya da tarihi kim yapar sorusu özneci bir sorudur, yani Marksizmin o tarihin nedensel ve zorunlu hareket ettiği önermesini reddeden bir sorudur. Biz bu yaklaşımın Marksistliğini gerekçelendirebiliriz, ama Marksistlerin de büyük bir kısmı bu sorunu kabul ettiği için, bu soruyu sorduğu için, hani “yaygın yanlış doğrudur” gibi bir şey oluyor ve biz bunu veri kabul ediyor ve bununla mücadele etmeye çalışıyoruz. Sınıf özne olarak tarif edebileceğimiz felsefi özne, nesnel özne, dinsel özne, politik özne nasıl ifade ediyorsanız edin, sınıf diye tabir edilen şeyin bunu karşılaması mümkün değil. Ama mesela parti karşılayabiliyor, niye? Çok açık, partinin bir planı, programı var, örgütlü bir çabası var, bir hareket tarzı var gibi, bu tür şeylerle ortaya çıkıyor. Bununla biz ayrımı biraz daha şöyle yapıyoruz: Konjonktürel parti ile tarihsel parti. Tabii bu ikisinde kastedilen şey de farklı olacaktır. Bilimsel alanda yapılan özne tartışmasıyla, felsefi alanda yapılan özne tartışmasını bambaşka nitelikler olarak ele alıyoruz. Yaygın Marksist anlayışta, bu ayrıma hiçbir şekilde dikkat edilmiyor. Biz politik konjonktürün özne tartışmasını tam da sizlerin anladığı tarzda yapıyoruz ve kabul ediyoruz. Ama bilimsel alanın özne tartışmasının çok başka bir yerde olduğunu ifade etme gayretindeyiz.

ALİ OSMAN ALAYOĞLU- Bu zor bir soru. Bir inanış var, o inanışta galiba tanrının tahtının 1917 yılında kurulduğu söyleniyor. Bence böyle şeyler söylememek gerekir. Bu tür konularda net bir tarih verilmez, dolayısıyla Marksizmin krizi de herhalde 1917 gibi net tarihlerin verilebileceği bir za manda başlamamıştır.

Marksizmde, teori-politika-pratik bütünlüğün oluştuğu anlar genelde çok seyrektir, ama güçlü etkiler yaratacak şekilde var olmuştur. Bunların da en büyüğü Sovyet Devri-mi’nin, Bolşevik Devrimi'nin olduğu zamandır. Bolşevik Dev rimi ile beraber bir tür teori-politika-pratik bütünlüğü, üst üste gelme, denk düşme hali genel olarak Marksizm alanında doğdu, oluştu. Bu birliktelik, bizce ihmal edilemez, önemli bir süre boyunca Marksizm için tek kabul edilebilir gerçek oldu ve o şekilde var oldu. O dönemde Marksist olanlar 3. Enter nasyonal’in içinde olanlardır. Bu doğru ve savunulması gereken bir tespittir. 3. Entemasyonal’de olmayanlar Marksist olmayanlardır. Yani gerçek bu kadar çıplak, net bir gerçek.

Peki bu buluşma nasıl, oluyor? Doğru ya da yanlış ol sun bir teoriyle, bir pratiğin buluşması şeklinde oluyor. Doğ ru teori doğru pratiğini buldu tarzı değil, bir başka şekilde oluşuyor. Sovyet Devrimi ile birlikte, doğru ya da yanlış bir Marksist teori ile doğru ya da yanlış bir Marksist pratiğin birliği, bütünleşikliği sonucu doğan şey dünya konjonktürel anlamda bir etki yarattı ve Marksizmi net bir şekilde tanımladı. Marksist olanlarla olmayanları ayırdı. Olayı böyle an lamamız gerekir.

Şimdi, Marksizmin krizini İkinci Dünya Savaşı’na ka dar uzatanlar da var. Üstelik bunu yapanların Marksizmin krizine ilişkin güçlü gerekçeleri de bulunuyor bizce. Ama en azından şöyle söyleyebilir; Çin devrimi ile beraber Marksizme ağırlıklı olarak devrimcilik yönünden olmak üze re gelen güçlü bir müdahale var. Bu müdahalenin yarattığı bir parçahlık var. Bu gayet açık. Haliyle, bir kriz durumundan bahsedilebilir. Ama şunu belirtmek gerekir ki, Çin Devrimi ile, Mao ile beraber, Sovyet Devrimi’nde Lenin ile beraber olduğu denli yaygın ve büyük, o güçte dünya konjonktürünü etkileyen bir sonuç doğmadı. Mao’dan sonra da hâlâ Lenin dağını rahatlıkla görebiliyoruz. Mao’nun yarattığı bütünlük, Lenin bütünlüğüne yaslanıyor. Ama mesela, o zamanlarda artık 3. Entemasyonal’de olanlar Marksist olmayanlar değil vb. ayrımlar geçersizleşmeye başlıyor. Mesela, Maocu en ternasyonal devreye giriyor.

Krizin en tipik görüntüsü sanırım Batı Marksizminin kendisidir. “Batı Marksizmi pratiksiz bir Marksizmdir” sapta ması vardır. Batı Marksizmi pratiğin olmadığı bir konjonktür de doğan hastalıklı Marksizmdir, denir. Yani objektif bir du rumun sonucu doğan pratiksiz bir Marksizm. Ama bu hasta lıklı halin yarattığı olumlulukları, Marksist teoriye ilişkin çıktı ları gözden kaçırmamamız gerekir. Nitekim Marksizmin krizine ilişkin Batı Marksizminin söylediği önemli birçok şey de vardır.

Marksizmin krizine ilişkin en net ifadeler sanırım 68 olayları ve sonrasında hissedilir ve tok bir şekilde dile geti rilmeye başlanıyor. Yani 68 yükselişi, biraz da Marksizmin yükselişi anlamına gelemiyor, hatta bir tür ters orantılılık içeriyor.

Kısaca şunu söylemek istiyorum: Marksizmin krizine ilişkin, “Marksizmin krizi” diye bir dosya yapmıştık, orada da tartıştık, bir krizi 50-60 yıl uzatmak abartılı bir şey olur. Ama sosyalizm deneyimlerinin yıkılışıyla beraber kriz oldu demek de çok eksikli bir şey, çok kısa bir tarihe gönderme yapma olur. Çünkü, o zamana kadar her şey güllük gülistanlıktı da o günden sonra her şey bozuldu gibi bir anlam içerir. Olsa olsa krizin derinleşmesi, somutlaşması anlamında algılana bilir sanırım. Sosyalizm deneyimlerinin yıkılışı sürecini böyle anlayarak, böyle bir dönemlendirme ile ya da böyle bir algı layışı içeren tartışmayla Marksizmin krizi denilen şeyi konu şuyor olmak lazım, diye düşünüyorum.

MEHMET GÜNEŞ- Yani tren kaçıyor demiyorum, öyle bir şey söylemiyorum, fakat şöyle bir örnek vermek istiyorum: bu tartışmaları çok daha zenginleştirelim, geliştirelim, kendi gruplar dünyamızda yapılan işleri de yapalım, ilerletelim. Ama şunu görelim, ciddi ve onarılması çok büyük devrimcileşme gerektiren büyük bir kopukluk var kitlelerle devrimci hareket arasında. Biz bu odada tartışırken dışarıda fırtına çıkmış, şimşek çakıyor, gürültü hırla gidiyor ama içerdeki hengame o boyutta ki, bizi de süpürüp götürecek selin uğultusunu duyamıyoruz. Bir nevi afyonlanmış gibi kaderimizi bekliyoruz. Biz,  20-30-40 yıl neyse.. dövüşe vuruşa, yene yenile, çekile ilerleye geldiğimiz böyle derme çatma gecekondularımızda rahatız. Ama işte onlar da elden gidiyor, bu gelen fırtına bu odayı da basacak ve götürecek. Böyle bir dönem geliyor. Bizim dünyamız şuna dönüşüyor: Bütün teorik tartışmalarımız, fiili pratik faaliyetlerimiz, kendimize verdiğimiz büyük misyonlar başka bir şey haline dönüşüyor, yani afaki tartışmalara ve bize has bir dünyaya asıl o gerçeğin ötesine düşmüş oluyoruz. Teori ve Politika’nın teorik tartışması, tartışma olarak kaldıkça anlamsızlaşır, ve belirli pratik faaliyete de olanak vermez. Birbirinin karşısına koyarak söylemiyorum, felaket bir şey de değil, ama 30 yıldır söylediklerimizi ve yaptıklarımızı tekrar ederek alabileceğimiz bir adım bile yol yok.

Bir 12 Eylül, harala gürele giden, kafa göz kopararak süren hemen tüm tartışmaları bitirdi. Şimdi bulunduğumuz binayı dört tarafından yangın sarmış, biz içerde mefruşatın nasıl yerleştirileceğini tartışıyoruz. Biraz abartma gibi gelebilir ama bunlara devam edemeyiz. Sonuç olarak seçtiğimiz hedefler bizi geleceğe bağlayan güçlü bir çıkışın eşiğine de taşıyabilir. Varolan düzeyden daha ileri bir düzeye sıçramak gelecek perspektifimizle yakından ilgilidir. Geldiğimiz veya içinden geçtiğimiz dönem artık devam ettirilemez. Duvarların ötesine geçiş daha güçlü devrimcileşmeyi dayatıyor.

 

OTURUM BAŞKANI- Evet arkadaşlar; bir alıntı ile tamam lamak istiyorum, Teori ve Politika’nın 12 nci sayısında Vedat Aytaç’ın bir yazısından alıntı: “Bugün Marksizmin yaşayabi leceği iki ayrı alan ve iki ayrı pratiğin imkânlılığı iddiası ile ortaya çıkan Teori ve Politika, pratik politik alandaki Mark sizm’i her an görebileceği bir noktada durmak zorundadır”. Teori ve Politika’ya böyle bir misyon da yüklenmişti, tabii bu 1998 yılında yazılmış, ama bu derginin çıkışından itibaren böyle idi.

Bu sözün arkasında ne kadar durduk, gerçekten çok tartışılır bir konu, çok fazla eksikliklerimizin olduğu, bu pa nellerde de ortaya çıktı. Ama durum sandığımızdan da kötü değil, Teori ve Politika tartışılıyor. Teori ve Politika’nın orta ya attığı fikirler epeyce kavranmış durumda.

Bu paneller, etkileşim noksanlığını, kavrama sorunla rını giderme yönünden iyi bir adım oldu diye düşünüyorum. Siz oradan nasıl görüyorsunuz bilmem, ama ben buradan böyle görüyorum. Gerek İstanbul panelinde, gerek bu pa nelde, böyle bir sonucun çıktığını söylemek mümkün.

Umarız, bu etkileşim, bu diyalog kanalları bundan sonra daha fazla açık olur. Teori ve Politika’nın, devrimci hareketlerin geleceği de bu tip birlikteliklerle devam eder, diyoruz.

Herkese çok teşekkür ediyoruz.

 

 

 

 

 

]]>
atilla2005@gmail.com (Teori ve Politika) Sayı 38 Sun, 10 Jan 2021 10:30:01 +0000
İstanbul Toplantısı https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1107-istanbul-toplantisi https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1107-istanbul-toplantisi

 

 

  

10. yılında Teori ve Politika’yı tartışıyoruz

İstanbul Toplantısı

28 Mayıs 2005

 

 

OTURUM BAŞKANI (ALİ İHSAN TOPÇU)- Sorum şu: Teori ve Politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tüm panelist arkadaşlarımıza ayrıca başka bir soru yöneltmeyeceğiz, sadece düşüncelerini, bu konudaki fikirlerini rica edeceğiz.

Sözü Mehmet Güneş’e bırakıyorum.

MEHMET GÜNEŞ (Bilinç ve Eylem Dergisi)- Teşekkür ederim.

Hem ilk sözü almak, hem de teori üzerine on dakikada  bir şeyler söylemek... Biraz ısınma payı ile, toparlamaya çalışayım.      

Bir şeyi söyleyerek başlamak istiyorum: Teori ve Politika teoriyle uğraşıyor, Türkiye’de biraz çöl durumunda olan bir alanla uğraşıyor ve hakkını vererek uğraşıyor. Bu konuda başardıkları ve başaramadıklarıyla arkadaşları kutlayarak konuya girmek istiyorum. Bir daha altını çizeyim, bu alanda doğru/yanlış ayrımından önce teoriyi bir bilim olarak ele alıyor ve bilimsel ciddiyetle teorinin üzerinde duruyor; bu gelişkin bir yanı, tebrik edilecek bir yanı. Üstelik, Türkiye’deki mevcut teorik keşmekeşin ilerisinde, oldukça ilerisinde bir düzeyde teorik faaliyet sürdürüyor.

Şimdi, Teori ve Politika’ya ilişkin söyleyeceklerime geçmeden, Türkiye’de teoriyle en çok uğraşmış biri olan Dr.

 

Hikmet Kıvılcımı’nın teoriye yaklaşımıyla ilgili kısa bir şeyler söylemek istiyorum: Herhalde devrimci mücadeleye girdikten bir 10 yıl sonra zorunluluklar, şartlar kendisini itiyor; ve bu teori işi bizim partimizde nasıl yürütülmüştür, arşivi nedir, belgelerimiz ne, neler söylenmiş ona bir bakayım diyor. Sorunlara daha derinlemesine yaklaşıp bu teori hazinemize bir giriş yapayım diyor. 10 yıllık bir devrimci mücadele pratiğinin sonunda ve o zaman, kendi deyimiyle “farelerin cirit attığı bir ambar buldum” diyor, yani hiçbir şey yok. 1930’ları işaret ediyor bu tarih. Buradan aldığı hırsla, “Yol serisi” diye devrimci hareketin ve Türkiye gerçeklerinin bugün de aşılmamış olan, bugün de can alıcı sorunları olagelen çok temel sorunların hepsine dokunuyor ve hepsiyle uğraşıyor. Bu araştırmasında, Marksizm alanına, devrimci mücadelenin alanına giren hemen her konuya giriyor. Teori konusunda da orada ayrı bir başlıkla teori, niçin teori, nasıl teori, sorularına cevap arıyor. Orada teoriye  yaklaşımını bir sözle ifade ediyor; ” bizim teorimiz en yüksek pratiğimizden başka bir şey değildir” diyor. Şimdi böyle bir giriş, Teori ve Politika’ya belden aşağı vurmak olarak anlaşılmasın, bu bir güzel söz olarak da söylenmiyor. En yüksek pratiğimizdir diyor ve basit bir biçimde şu söylenmiyor, yani “pratik olmadan, pratiksiz teori anlamsızdır” gibi genel geçer doğruyu tekrar etmiyor. Bir bütünlük halinde teorinin de hakkını vererek çok güzel bir açıklama yapıyor ve bugün için de önemli bir tespittir.

Teori ve Politika’ya ilişkin tartışmaya gelirsek, şöyle diyebilirim: Teori ve Politika’dan önce, bu çevre, 10-11 yıl önce bir “Taslak”la ortaya çıktı. Bu taslakta, genel olarak hem evrensel alanda Marksizm ve Marksist hareketin sorunlarının, hem Türkiye’deki Marksizmin durumunun oldukça yetkin bir biçimde ve alabildiğine dikkatli tasniflendiğini görüyoruz. Bu taslakta, bir “Marksizm alanı” tarif ediliyor, bu kavram bugünkü gerçeklik içinde anlamlı ve üzerinde düşünülerek yol alınabilecek bir kavram olarak ortaya çıkıyor, yani dünya ahvalini sergiliyor, bir anlamda altüst olan bugünkü dünyada veya terimleri daha da net kullanabiliriz, kan ve ateş içinde yanan ve kavrulan dünyada Marksistlerin nerede durduğunu anlatmaya çalışırken, tasvir etmeye çalışırken, özgün Marksizm alanını tarif ediyor. Bu tarifin kendisi sorunlu, sorunlu bir tarif yapıyor, fakat bu sorun bence Teori ve Politika’dan kaynaklanmıyor, gerçeğin kendisinden kaynaklanıyor, gerçeğin kendisi sorunlu. Bu alanın içine eklemeler olabilir, çıkarmalar olabilir, ama sonuç olarak bu altüst olan dünyada, Marksizmin alan tarifi, olabilecek dikkatlilikte tasvir edilmiş.

Türkiye zemininde de benzeri bir şeyi görüyoruz. Türkiye’de devrimci hareketin seçilmiş, dikkatli bir tasnifini yapıyor, bu tasnifin ve bu değerlendirmelerin sonucunda kendisini bir noktada konumlandırıyor, kendisini yanlış bir noktada konumlandırarak bence doğru bir şey yapıyor. Şimdi bu yanlış meselesini de şöyle anlıyorum: Yanlış gene arkadaşların kendisinden kaynaklanmıyor, yanlış mevcut durumdan kaynaklanıyor. Mevcut atomize olmuş sol gerçekliği ve işlevsizleşmesini, bilumum grup, çevre, parti, örgüt, ama gene alabildiğine sert bir kapışma coğrafyası olan bu bölgede devrimci hareketin, bu parçalı ve giderek de atomize olan ve çok temel sorunlarda hemen hiçbir görevini gerçek anlamıyla yerine getiremeyen bu halini tarif ediyor ve  kendisini burada, pratik politikanın ve örgütsel pratik mücadelenin dışında bir konuma yerleştiriyor.

Veriyi anlamaya çalışıyoruz, yani hem taslağın kendisinden, hem sonradan bütün o Teori ve Politika ciltlerinde, bakabildiğimiz kadarıyla, söylenenlerle bu bir sorun; ayrıca bu  yalnızca Teori ve Politika’nın sorunu da değil. Basbayağı problemli olan gerçeğin kendisi; burada doğru yok, mevcut devrimci ortam kimseyi doğrulamıyor. Kimileri veya ben kendimi çok doğru bir noktaya koyabiliyorum, ama bu doğrunun ölçütü yok. Varolan gruplar dünyasında yanlış bir noktada konumlanma meselesi şöyle bir gerçekliğin üzerine  oturuyor. Mevcut gerçeklikte varolan hiçbir öznenin, hem teorik alanda, hem pratik ve örgütsel mücadele alanında görevlerini yapmak bir yana, buna yetişemediğini, böyle bir yetememezlik durumunu tarif ediyor ve bu yetememezlik durumunda kendisini teorinin alanına hapsediyor.

Bu nasıl bir durum? Türkiye’deki devrimci ortamın kendisine baktığımızda şu somut sorunu görebiliyoruz. Çok değişik düzeylerde ve değişik yöntemlerle mücadele eden grupların yanına bir yenisi daha gerekmez, diyor. Bu varolan mevcut düzeyi aşmaya çalışıyor, burada tarif ettiği yanlış, ortamın çıkışsızlığından kaynaklanıyor. Şöyle, ucuz eleştirilerde bulunmak istemiyorum: yani pratiği anlamıyor, pratiğin dışında kalıyor. Kaldı ki arkadaşlarımızın  bunu açık olarak ve yapıcı, üstelik sancılı bir biçimde hissettiklerini de görüyoruz yazdıklarından. Ama buna rağmen sonuçta, varolanlar gibi bütün alanlarda yetersiz ve tümüyle günlük pratiğe ve varolma kaygısına kilitlenmektense en  yetenekli olduğu veya herkesin kendisini az çok yeterli gördüğü alandan bir birikim yapmaya çalışıyor. Doğruları ve yanlışları –burada bir terazi yok tabii ki şu doğru bu yanlış diye–, ama söyledikleriyle gerçekten bugün Türkiye’deki baştan başa çöle dönmüş  teori alanında küçük de olsa bir vaha görüntüsü veriyor. Tabii bu diğer sorunları ortadan kaldırmıyor, yani bir örgüt olarak çıkmayarak, örgütten kaçarak, mevcut eleştirilen konumun bir parçası olmaktan kurtulunmuyor

Teorinin hakkını veriyor veya vermeye çalışıyor dedim, evet Türkiye’deki mevcut ortamdan oldukça ileri bir düzeyde teoriyle ve teorinin sorunlarıyla uğraşıyor. Kendini teorinin alanına hapsetmekle birlikte Türkiye’de devrimci pratik anlamında var olan bütün gelişmelerle duyarlı, yapıcı bir eleştirellik üzerinden bağ kurmaya çalışıyor. Türkiye Devriminin Kürt meselesi başta olmak üzere çok önemli sorunlarına pratik mücadele yürütme iddiasında olan birçok kesimden daha sağlıklı yaklaşıyor. Aynı zamanda dünyadaki bütün devrimci çabaları görmeye, anlamaya çalışıyor. Marksizm yerel devrimci pratikten öteye, evrensel olarak teorinin sorunlarıyla ilgili bir şeyse, bu alanda da herkesten fazla şeyler söylüyor. Buraya kadar söylediklerimiz ileri ve olumlu yanları.

Fakat birkaç konuda çok önemli sorunları var. Mesela, sınıflar mücadelesi veya sınıfsal yaklaşım Marksizmin temel tariflerinden biridir, yani sınıflar yoksa Marksizme de hak getire; yandı kül oldu. Marksizm diye bir şeyi sınıflardan ayrı olarak göremeyiz. Eğer şu bir gerçeklikse, “Marksizm bilimsel bir teoridir” diyor arkadaşlar, bu bakımdan en az bu tanım kadar “Marksizm sınıfsaldır” tanımı da bilimseldir. Yok, Marx’ta  sınıflar üzerine fazla bir şey yokmuş, Kapital’in son cildinde bir-iki sayfa söylemiş, veya benzeri şeyler çok fazla dillendiriliyor. Marksizm baştan aşağıya, tepeden tırnağa sınıfsaldır. Sınıfsallık sınıfların verili durumunun ötesinde bir şeydir, proletaryanın veya diğer sınıfların verili durumunun ötesinde bir şeydir. Marksizmin esası sınıfsaldır, yani bütün olaylara sınıfsal açıdan bakılır, sınıf pusulasını kaçırdığımızda Marksizm diye bir şey ortada kalmaz. Teori ve Politika’nın bu konudaki yaklaşımları oldukça sorunlu ve bu alandaki zorlamalar arkadaşları  Marksizmin, üzerine titredikleri bilimsel alanının dışına düşürüyor.

Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür, bunu böyle biliyoruz. Bu genel kutsal kelam gibi bir şey değil elbette; fakat bu da şu anda zorlanması gereken bir kavram değil, üstelik geliştirici de değil. Asıl mesele, Teori ve Politika, buradan çıkarak sorunlu bir özne tartışmasına giriyor veya öznenin reddine giriyor, kısmen reddediyor. Determinizme vurgu yapması anlaşılır ve doğru bir tavır. Ama özneyi ortadan kaldırdığımız zaman farkında olmadan çok üzerine titrenen determinizm de uçup gidiyor ve Marksizm iyilikseverler arayan iyilik vaazlarına dönüşüyor. Şöyle bir şey çıkıyor; o çabaladığı ve devrimcileştirmek istediği, bir silaha dönüştürmek istediği fikirleri de kullanacak bir şey kalmıyor ortada. İşçi sınıfından ve Marksizmin sınıfsal bakışından şüpheye düşülmesi veya bu konuda herhangi bir bulanıklık, o silahları da, o cephaneleri de ortada bırakıyor, onu kullanacak eli kırıyor. Sınıf konusu çok daha geniş bir sorundur, sınıf konusu doğru konulduğunda, “ezilenler” anlamlı bir tariftir. Aynı zamanda klasik sınıfsal teori tüm ezilenlerin kurtuluşunu birbirine bağlı olarak ele alır. Kaldı ki Çin, Küba ve benzeri deneylerde nesnel sınıfsal özgünlükler pratik olarak çözülmüş, bu alanda büyük birikim oluşmuştur.

Ezilenler dünyasına nasıl yaklaşılmalı? Mevcut gerçeklikte oldukça önemli bir konu. En başta kendi zorunlu görevlerimizin hakkını verdiğimiz oranda ezilenlerin tüm bölükleriyle daha yakınlaşırız.  Ama ezilenlerin kendisinin zaten cephaneleri de var, silahları da var, yani dışarıdan bakıp, bu en iyisidir vb. gibi, onlara yeni yollar önermemiz fazla anlamlı olmaz. Onlar kendi dertlerinin içinde, kendi silahlarıyla, kendi geleneksel veya nereden getiriyorsa varolan araçlarıyla mücadelenin içindeler ve oldukça da yetkin olarak kullanıyorlar; ve bu acımasız dünyada kendilerini var etmeye çalışıyorlar. Bence onların değil, yetkinleşmiş ve gelişkin silahlara, savaş yöntemlerine  yani savaşçı bir Marksizme bizim daha çok ihtiyacımız var.

Teoriyle bu kadar uğraşınca şu eksiklik göze çarpıyor: Tümden bu alan da boş demiyorum, ama Marksizm diye bir teori varsa, yaşıyorsa bunu 20. yüzyıl devrimlerine borçluyuz. Birileri, “1917 Ekim Devrimi olmasaydı Marx ve Marksizm tarihe düşülmüş bir dipnot olurdu” anlamına gelen bir şeyler söyler; buna çok da yanlış denemez. Şöyle bir durum var; Ekim Devrimi ve daha sonraki pratikler biraz ruh ve beden gibidir, yani Marksizm ruh ise, sosyalizm deneyleri onun bedenidir, et ve tırnak gibi diyebiliriz. Bunu birbirinden ayırdığımız zaman, teoriye vurgu yaparak, teori doğruydu pratikler yanlıştı veya, tersinden ele alarak Marksizmin alanının dışına düşeriz. Büyük devrimci sürecin bugün yenilmiş olması, bugün her kesim tarafından, içindekiler ve dışındakiler tarafından, her cephanesi olanın oraya bir taş fırlatması hiçbir şeyi değiştirmez. İnsanlık nefes nefese bir yüzyıl yaşadı, Marksizm fikirleriyle yola çıktı, bu fikirleri maddi bir güce dönüştürdü, bu fikirlerle gerçek anlamda bu dünyanın altını üstüne getirdi. İhtilaller, devrimler, Rus devrimi,  Çin devrimi, Küba devrimi, devrimler, ayaklanmalar, genel grevler, ulusal savaşlar... Bütün bu sürece Marksizm damgasını vurdu. Şimdi, buraya saldırılar olabilir ve gözden düşmüş olabilir, ama Marksizmde ısrar edenler yaşanmış  deneyleri görmeden edemezler. Teoriye bir ölçü, teoriye bir anlam katacaksak bizatihi bütün bu yaşanmış deneylerin dışında nerede arayabiliriz? Bütün insanlığın bir altüst oluşla yaşadığı bu kitle pratiklerinin dışında teorik arayışlar gene bizi Marksizm alanının dışına düşürür.

Teori ve Politika Marksizmin krizi tespitinden yola çıkıyor. Bazı suret-i haktan Marksistler için dinden sapma olarak anlaşılsa da, bu tespitte bir mahsur görmüyoruz. Materyalizmin alanında duruyor ve oradan Marksizmden bahsediyorsak, Marksizm de bütün fikir akımları gibi sorunludur, kendi içinde çatışmalıdır ve çelişkilidir, gelişmesi de bu çelişkilerin süreç içinde çözülüp, yeniden gelişimin sancılı sarmalına  girerek olur. Bu anlamda, teoriye yaklaşımda belli bir anormalliği aşmak zorundayız. Bu dogmatizmdir. Gene Doktor’dan bir hatırlatma ile daha iyi anlayabiliriz. Doktor, “mükemmel insan yoktur” diyor, “mükemmel insan ölmüş insandır” diyor. Teori anlamında da, mükemmel teori yoktur, veya saf, bulaşık olmayan teori yoktur, böyle bir şey olamaz; yani Marksizm bilimseldir, ama aynı zamanda tarihseldir. Tarihsel olduğu anlamıyla da kendi döneminin koşullarıyla sınırlıdır, bu koşullardan etkilenmekte, bu koşulları etkilemektedir, ve onunla iç içedir. Teori ve Politika’nın, teori alanına yaptığı vurgu doğrudur, çubuğu bu tarafa bükmesi doğrudur, ama buradan, bütünüyle teoride çözümler araması gene Marksizm alanının dışındadır; yani aslolan pratiktir, fikirlerin dünyayı değiştirdiği hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

Genel anlamda Marksizm ve bilimsellik üzerine çok iddialı şeyler söylüyor arkadaşlar; özel olarak teori ve pratik ilişkisine de bu iddialarıyla uyumlu yaklaşmaları gerekir. Özellikle kriz tespiti yapıldığında, yaşanmış sosyalizm pratikleri ve bu pratiklerin çökmesinin, teorik krizin derinleşmesinden öte, oluşmasına etkileri de irdelenmek zorundadır.

Teori konusunda son bir şey; arkadaşlar teraziyi kırıyorlar, pratiğin dışında bir teorinin olacağını varsayıyorlar veya teorinin kendine özgü bir gücü olduğunu, özel bir yeri olduğunu ve buradan etkisi olabileceğini söylüyorlar: Teraziyi kırmak, teoriyi düşüncenin spekülatif alanına hapsetmektir. Teorinin doğruluğu veya gerçekliğinin ölçütü gene kendisi oluyor. Olabilir de olmayabilir de... Bu bizim tartışma alanımızın dışındadır. Bu kutsalın alanına giren bir şey gibidir

Teori ve Politika’nın Batı Marksizmi ile ilişkilenmesi de sorunlu. Hem oradan besleniyor hem eleştiriyor. İlişkilenmesi besliyor onu, tabii olumlu ve olumsuz anlamda da besliyor, o alanda da sorun pratik. Batı Marksizminin, Marksizmin içinde mi dışında mı olduğu sorusundan önce, pratik dışı olduğu anlaşılmalıdır. Pratik dışıdır, yani onun pratiği yok, düşünce alanında yığınla söylenmiş şeyler var.

Şunu söylemeden bitirmeyeyim. Arkadaşların 10 yıldır söylediklerini bu 10 dakikada bütün boyutlarıyla irdelemek mümkün değil. Söyleyebildiklerime ek olarak Teori ve Politika’nın bence, mevcut varolan gerçekliğe teslim olan ve onun rehaveti içinde olanlardan eksik yanları olabilir, ama bugünkü sorunların ağırlığını ve sancıyı daha bir ciddiyetle hissediyorlar; bu devrimci bir olgu. 10’uncu yıl vesilesiyle yaptıkları değerlendirmelerde de belli ki bulundukları mevcut konumu teorileştirmiyorlar; en güzeli budur demiyorlar, mevcut gerçeklik içinde bunu yapabiliriz diyorlar ve bu yönüyle de bugünkü mevcut durumda geliştirici  bir rol oynuyorlar.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz Mehmet Güneş’e.

Hemen sözü Cem Özatalay’a bırakıyorum.

CEM ÖZATALAY (Bedreddini Hareket)- Konuşmama şu soruyu yanıtlayarak başlayabilirim: Teori ve Politika kolektifi bundan 10 yıl önce benzeri bir panel düzenleseydi ve konuşmacı olarak katılmamı teklif etseydi, yanıtım ne olurdu? Açık söyleyeyim, sorumun yanıtı kesinlikle olumsuz olurdu. Hatta, değil konuşmacı, dinleyici olarak katılmayı bile zaman kaybı olarak görürdüm. Ama diyelim Teori ve Politikacıların içinde yakın bir arkadaşım var ve beni konuşmacı olarak panele katılmaya ikna etti. O taktirde de Bedreddini Hareket isimli bir yapıyı temsilen konuşmam söz konusu olmazdı. Bugün Teori ve Politika’nın düzenlediği bir panelde konuşuyor olmamın, hem de Bedreddini Hareket isimli bir oluşumu temsilen konuşuyor olmamın bence birbiriyle ilişkili olan açıklanabilir nedenleri bulunuyor. Konuşmamda bu nedenler üzerinde bir miktar durmak istiyorum.

Ama öncelikle 10 yıl öncesine dair muhtemelen takınacağımı söylediğim olumsuz tutumun gerekçeleri hakkında bir çift söz söyleyeyim. Türkiyeli aydının ilgisinin tarihsel olarak fikirlerden çok somut gerçeklere dönük olarak biçimlendiğini düşünüyorum. Bu biçimlenişin etkileri, yalnızca Türkiye’deki devletlu aydınlara da özgü değil üstelik. Tıpkı İslamcı veya Ulusalcı aydınlar gibi Türkiye’de Marksist hareketin kurucusu ve sürdürücüsü olan aydınlarda da aynı biçimlenişin etkileri net biçimde gözlemlenebilir. Somut gerçeğe müdahale etmeye dönük eğilimin, ki bu pratik olarak politikanın öznesi olmaya olanak sağlar, teori alanında zafiyete yol açtığını düşünüyorum. Reel politiker damarımız her zaman daha güçlü olmuştur. Bu güç, Marksizmin dünya ölçeğindeki teorik ve politik gücüyle örtüştüğü dönemlerde, özellikle 1970’lerde bir sorun yaratmamış, tam tersine politik kabiliyetimizi artırmıştır. Ancak bir bütün olarak Türkiye sol hareketinin tarihine baktığımızda, Marksist teoriyle kurulan yüzeysel ilişkilenme biçiminin ve Marksizmi ideolojik olarak edinmenin teorik faaliyet olarak algılanmasının olumsuz sonuçlarıyla bugün fazlasıyla yüz yüzeyiz diye düşünüyorum. Aynı zafiyet Türkiye Marksizmi diye anılabilecek ve ülke topraklarına kök salan bir akımın oluşmamış olması gerçeğinde de açığa çıkıyor. İşte tam da bu zafiyeti o dönem göremiyor veya en azından görsem de önemsemiyor olmamdan ötürü 10 yıl önce böyle bir panele katılmayı düşünmezdim.     

Peki bugün neden buradayım? Az önce bahsetmiş olduğum olumsuz sonuçlardan bağımsız bir yanıt vermem mümkün değil bu soruya. Türkiye sol hareketinin krizinden bahsediyorum. Yani teorik, ideolojik ve politik içerikler taşıyan bu krize yanıt üretemiyor oluşumuzdan. Bu krizin en somut göstergesi ise bir yandan ilerlemeci ulusal ideolojinin, diğer yandan ise postmodernist kozmopolit ideolojilerin sol içinde günden güne güç kazanması. Solun, bu iki burjuva akımı arasından sıyrılıp kendi yolunu açamaması bir vakıa. Ne var ki, bu durum yapısal bir zaafa işaret ediyor. Benzeri bir dönemi daha önce de yaşamış olmamız bunun göstergesi.   

Türkiye’nin ideolojik düzlemine rengini vuran iki ana akımdan bahsedebiliriz. Birincisi, Batıcı-aydınlanmacı diye adlandırabileceğimiz ve Türkiye’de Kemalizm’le özdeşleşen akımdır. Diğeri ise, Prens Sabahattin’den bu yana varlığını sürdüren, genellikle politik olarak muhafazakâr, iktisadi olarak ise mutlaka liberalizme yaslanan akımdır. Her ne kadar, Türkiye burjuva politikası bu iki akımın mücadelesinden ibaretmiş gibi görünse de aslında her ikisinin de ortak özelliğinin devletlu olmak olduğunu görebiliriz. Gerçekten de 1970’lere gelene kadar, Türkiye’de politik yaşam bu iki akımın  belirleyiciliğinde gelişmiştir. Türkiye’de solun tarihine bakıldığında 1970’lere gelene kadar hep bu iki ana akım arasında bir pozisyon alma çabasını gözlemleriz. Sol kimi zaman aydınlanmacı Kemalist akımla belirli ilişkiler geliştirmiştir, kimi zaman tek parti diktatörlüğünün yıkılabilmesi, demokrasi alanının genişlemesi vb. gerekçelerle diğer kanada belirli ölçülerde meyletmiştir. TKP’nin tarihi de bu zaafla maluldür. 1970’lere gelene kadar gerçekten de burjuva politika düzleminin dışına çıkabilen bir Marksizmin varlığından da bahsedebilmek çok mümkün görünmemektedir. Bu çerçevede tek anlamlı çabayı Hikmet Kıvılcımlı’nın sarf ettiğini ama onun da bu çabasını politik bir akım oluşturma düzeyine yükseltemediğini söyleyebiliriz. Kopuş 1970’lerde yaşanıyor ve Marksizm bağımsız bir politik akım olarak bu topraklarda kendine alan açmaya başlıyor. Ama burada da şöyle bir sorun var: 1971 her ne kadar devletten ve devletlu politikadan devrimci bir kopuşu temsil ediyor olsa da, öte yandan, suçlama olarak ya da bir eleştiri olarak görülmesin, ama belki yine konjonktürün bir zorunlu sonucu olarak, pratik politika düzeyindeki net devrimci kopuş, Marksist hareketi devletlu ideolojilere alternatif bir ideolojiyi oluşturmaya götürmüyor. En fazla ileri gitmeyi başaranlardan olan İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizm konusundaki kopuşunun da aynı zafiyeti içerdiğini düşünüyorum. Çünkü bu politik kopuş teorik düzeyde bir karşılığını bulmuyor. Teorik düzeydeki eksiklik, ideoloji ithaliyle geçiştirilmeye çalışılıyor. Söz konusu ideolojiler Latin Amerika’dan, Arnavutluk’tan, Sovyetler Birliği’nden veya Çin’den devşiriliyor. Söz konusu ülke yerelliklerinde, o ülkelerin gerçekliğinde üretilmiş ideolojiler Türkiye’ye getirilmiş ve bunlarla politika sahnesinde yer almaya çalışılmıştır diye düşünüyorum. O dönemde, bu tarz bir ithalat girişiminin konjonktürel nedenlerle politik bir karşılığı olmadığını iddia edemeyiz. İşe yaradığı ortada. Marksizmin Türkiye’de ilk kez kitlelerle devrimci bir siyasal eksende bu dönemde buluşabildiği açıktır. Yani bu türden bir ideolojik edinimin iş gördüğünü ve bizi 1980’lere kadar getirdiğini söyleyebiliriz.

Ancak 1980’lerden itibaren durum değişmiştir. Önce 12 Eylül darbesi, daha sonra 1990’larda sosyalist dünyanın çözülüşü…  Neticede bugün daha önce bahsetmiş olduğum iki damardan akan burjuva ideolojilerinin eksenine girmeye dönük yine güçlü bir eğilim görülüyor. Özellikle sosyalizm deneyimlerinin de çözülmesiyle birlikte, 1970’lerde ona referansta bulunarak çıkış yapan devrimci hareketin de kendi ideolojisinin maddi dayanaklarını yitirmiş olması, burjuva ideolojilerine kayışı hızlandırıyor.

Hal böyle olunca, Türkiye solunun reformizmle malul kesimlerinin bir kısmı yurtseverlik söylemiyle ilkel milliyetçiliğin ve Kemalist aydınlanmacılığın etki alanına girerken, diğer bir kısmı ise Avrupa Birliği’nden medet uman ve postmodernist liberalizmin etkisi altında öbekleşiyor. Yani biz yine o klasik, geleneksel Türkiye’deki iki ideolojik politik akımın belirlediği ikili hattın içine düştük kaldık.

Kendi pozisyonumuza dönersek; 10 yıl önce  açıkçası bu durumu öngörmüş değildik. Tam da az önce Mehmet Güneş’in söylediği gibi düşünüyorduk. Pratiğe girelim, pratiğin içerisinde işçileri örgütleyelim, ezilenleri örgütleyelim yeter diye düşünüyorduk. Haşa, lafız olarak teoriyi küçümsemiyorduk. Teoriyi yeniden üretme söylemini ağzımızdan düşürmüyorduk. Ama açık söyleyeyim, teoriyi, biraz tarih bilgisini kimi istatistiki rakamları harmanlayarak, tabii biraz da yaratıcı düşünsel üretimle hallederiz diye düşünüyorduk. Ama mütevazı mücadele deneyimimizde gördük ki, karşı karşıya kaldığımız sorun çok daha boyutlu. Kendimizi yeniden şekillendirmeye, teorik olarak da şekillendirmeye, pratik olarak da şekillendirmeye, ideolojik olarak da yeniden şekillendirmeye ihtiyacımız olduğumuz gerçeğiyle yüzyüze kaldık. Teorik olarak yeniden şekillenmeye ihtiyacımız olduğunu, bunların içinde en son fark ettiğimizi söyleyebilirim. Önceliği pratik düzlemde yeniden şekillenmeye vermiştik. Çünkü pratiğin içinde gördük ki, Türkiye devrimcisi mevcut araç ve yöntemleriyle, aynı zamanda kullandığı söylemiyle geniş kitleleri örgütleme şansına sahip değildi. Devrimci hareketin söylemi ve halihazırdaki eylemi tarihsel nedenlerden ötürü yalnızca Alevi kesimin içerisinde belli karşılıklar bulabiliyordu. Bu olanağın da son dönemde zayıfladığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, örneğin İstanbul’da bulunan emekçi mahallelerinde, yoksulların, ezilenlerin oturdukları mahallelerde ve buraları çevreleyen irili ufaklı işyerlerinde halihazırdaki anlayışla daha ileri gidemeyeceğimizi tespit ettik. Buradan, araçlarımızı ve yöntemlerimizi değiştirmemiz gerektiği sonucuna vardık.

İkinci olarak ise, kitlelere nasıl sesleneceğimiz konusunda yoğunlaştık. Çünkü kitlelerin eski söylemlerle kendilerini ilişkilendiremediklerini tespit etmiştik. İki kutuplu dünya dönemine özgü söylemlerin kitleler nezdinde karşılık bulmasının maddi olanakları ortadan kaybolmuştu. Bu nedenle, yeni bir ideolojiye ihtiyacımız olduğunu tespit ettik. Dönemin ruhuna uygun, yeni ama daha yerel ve daha otantik devrimci bir ideolojiye ihtiyaç olduğu fikrine ulaştık. Ne var ki, bu topraklardan kökünü alan bir ideolojiyi o güne kadar sahip olduğumuz teorik arka plan üzerinden üretebilmemiz çok mümkün görünmüyordu. Söz konusu arka plan, bize ulusalcı ya da postmodernist ideolojiler üzerinden Marksizm dışı bir eksende politikleşmeyle, geçmiş dönemimize ait ve artık anakronikleşmiş ideolojilerimize marjinalleşme pahasına sığınma arasında bir tercihi dayatıyordu. Tam da o noktada teori sorunlarına eğilmeye başladık. Çünkü içinden geldiğimiz ve kendisini geleneksel sol olarak adlandıran geleneğin teorik öncüllerini sorgulamamız gerekiyordu. Bilindiği gibi, bu gelenek, Sovyetik karakterli bir ideolojik edinimle ve Türkiye özgülünde tarihsel olarak reformizmle malul bir gelenekti. Tam da bu dönemde Teori ve Politika’ya daha yakın alaka göstermeye başladık. Bu çevreyle daha önceden tanışıyorduk. Ama açıkçası önceki dönemde üretimleriyle çok fazla ilgilenmiyorduk. Özellikle Teori ve Politika’nın bilimle politikanın, süreçle anın düzeylerini farklılaştırması ve Lenin-Kautsky ayrışmasında açığa çıkan bilimci-ilerlemeci  politikadan kopuş ve Marksizmin böylelikle devrimci bir politik akım olarak kuruluşunu saptamaları bizim için, içinden çıktığımız gelenekle hesaplaşmak açısından önemliydi. Çünkü Türkiye’de geleneksel sol olarak tabir edilen akım, Marksizmin bilimini veri aldığı ve buna dayanarak politika yaptığı için kendisini diğer akımlardan, devrimci demokrat olarak tanımladığı akımlardan ayırma eğilimindeydi. Kuşkusuz bir ayrılma vardı. Ama bu devrimcilik-reformculuk ayrımında somutlanıyordu. Teori ve Politika, pratikte açıkça algıladığımız bu olguyu teorik olarak da açıklamamızı sağladı. Yine Teori ve Politika’nın verili bir konjonktürde yapılan politikayı, o anın somut dinamiklerinin dışında tanımlamamaya dönük vurguları da bizim için önem taşıyordu. Teori ve Politika’nın, içinde politika yapılan dönemin özgüllüğüne ve bu özgüllük içinde kendi öz gücüne dayanarak politika yapan öznelerin özgürlüğüne yaptığı vurgu, özellikle otantik bir ideoloji yaratma ihtiyacını yakıcı bir biçimde hissetmemizden ötürü bize elverişli bir teorik arka plan sunuyordu.  

Devrimci pratikten arayışımızdan kaynağını alan ve ideolojik bir yenilenme arayışına dayanarak teori işini önemser hale gelmemizin ve bu bağlamda Teori ve Politika’yla daha yakın bir ilişki içine girişimizin kısa serüveni böyle özetlenebilir. Kuşkusuz sıraladığım gerekçelerin oldukça yüzeysel kaldığını fark ediyorum. Teori ve Politika’nın son sayısında İlker T. Şahinoğlu imzasıyla kaleme alınan yazıda, kaba taslak ifade edebildiğim görüşlerimiz daha detaylı biçimde ele alınıyor. 

Teori ve Politika’nın 10 yıldır düzenli biçimde gerçekleştirdiği teorik üretiminin bir yerlerde karşılık bulduğunun bir diğer kanıtının da bu toplantıda konuşmacı olarak bulunanlar olduğunu düşünüyorum. Örneğin, 10 yıl önce böyle bir toplantı olsaydı, teori tartışılacak denseydi ya da teori işi yapan bir çevre tartışılacak denseydi muhtemelen konuşmacılar bir miktar geleneksel soldan, bir miktar da Troçkist akımdan olurdu. Teori işi geçmişte bu sayılan akımların tekelindeydi. Ama Teori ve Politika, 10 yıl içinde iyi bir iş yapmış ki, burada, kendisini geleneksel sol addeden çevreden veya Troçkist akımdan gelmeyen, değişik bir yelpazeyi temsil eden konuşmacıları kendi üretimini tartışmak için buluşturabilmiş. Bu bence çok önemli.

Son olarak şunları söylemek istiyorum: Teori ve Politika, gerçekten Türkiye’de Marksizmin yenilenmesi, yeniden güçlenebilmesi için teori işini hakkıyla yapıyor. Bunun önemsenmesi gerektiğini ve bu çabaya katkı sunulması gerektiğini düşünüyorum. Ama, bu noktada bir sorunla karşı karşıya kalmıyor da değiliz. Teori ve Politika, kendi konumlanışını, pratik politika içindeki öznelerden ya da o iddiada olan öznelerden ayırıyor. Teori ve Politika politika yapma iddiasını taşımıyor. Bu ise, Teori ve Politika’nın politika hakkında görüş üretirken, Hasan Polat’ın tabiriyle, bizim dünyanın dışında kalmasına neden oluyor. Şöyle ki; Teori ve Politika, politika üzerine düşünürken, kaçınılmaz olarak eleştirmenlere özgü bir mantıktan hareket ediyor. Pratik politikadan bir fotoğraf karesi alıyor ve onu yorumluyor. İncelenen andaki özneleri, örneğin devrimcilik-reformculuk ayrımına tabi tutuyor. Bu ise politikanın içindeki yani o fotoğraf karesine giren öznelerinkiyle uyuşmaz bir pozisyon. Çünkü pratik politika yapan ya da yapma niyetinde olan özneler, belli planlar dahilinde hareket ediyorlar. Bu plan dahilinde o karenin içine giriyorlar. Ancak Teori ve Politika değerlendirmesini yaparken, doğal olarak, öznenin zihnindeki planlardan ve kurgulardan bağımsız olarak, o andaki pozisyonu veri alarak belli değerlendirmelerde bulunuyor. Bir yanda belirli kurgular dahilinde bir şeyleri değiştirmeye çalışanlar var, bir yanda Teori ve Politika o değiştirme işinin bileşeni olmaksızın, dışarıdan belli yorumlar yapıyor. Açıkçası bu ilişkilenme biçimini çok sağlıklı bulmuyorum. Şunu söylemiyorum ya da önermiyorum: “Hadi gelin önce siz de bizimle birlikte bildiri dağıtın da sonra söz söyleyin.” Böyle bir şeyden bahsetmiyorum. Ama Teori ve Politika’nın Türkiye’de Marksizm alanında gördüğü ve olumlu değerlendirdiği akımların projeleriyle ve planlarıyla daha fazla hemhal olması gerekiyor. Bu konularda söz üretmesi gerekiyor. Bu anlamda, eleştirmen pozisyonunu terk etmeksizin bir miktar daha dünyaları ortaklaşma çabası içinde olması gerekiyor. Bu anlamda, örneğin Türkiye toplumsal formasyonuna dair yapılmış üretimlere ihtiyaç var. Türkiye tarihi üzerine bilgi üretmeye ihtiyaç var. Teori ve Politika’nın buralarda eksikli kaldığı kanısındayım.

Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz.

Mehmet Güneş’ten sonra Cem Özatalay görüşlerini açıkladı. Mehmet Güneş, Teori ve Politika ile ilgili çeşitli eleştiriler yöneltti, çeşitli olumlu taraflarını ortaya koydu. Örneğin, Teori ve Politika’nın özne anlayışının olumsuzluk barındırdığını ifade etti ve Teori ve Politika’nın çok fazla duyduğu, ama çok fazla duyduğu için dikkate almamazlık da etmediği, tam tersine dikkate aldığı, pratikten yoksun bir teorinin olamayacağı görüşünü ortaya koydu.

Cem ise, tarihsel olarak anlattı Türkiye’deki sol hareketin, devrimci hareketin teoriyle ilişkilenişini. Ardından 1980’lerden sonra bu ilişkilenişin belirli bir noktaya geldiğini, tıkandığını ve Teori ve Politika’nın da bu anlamda bir işlevsellik kazandığını ifade etti. Tabi o da, Teori ve Politika’nın tasniflerinin statik olduğunu ve belirli bir dinamizm içerisindeyken bunların doğru olmayacağını söyledi. Sonuç olarakda Teori ve Politika’nın  dinamik bir projeyle mutlaka ilişkilenmesi gerektiğini ve ayaklarının bu şekilde yere basacağını ifade etti. Teşekkür ediyoruz.

Ben sözü İbrahim Horoz’a bırakıyorum.

İBRAHİM HOROZ (Maya Gazetesi)- Teşekkür ederim.

Ben şöyle başlamak istiyorum: Teori ve Politika’ya temel olan bildirgeyi göz önüne aldığımızda, çıkış koşulları dikkate alındığında, Türkiye sosyalist ve Marksist hareketinin son derece kritik bir dönemeçte olduğu dönemde, arkadaşlarımız “Genel Çerçeve Taslağı”nı hazırlamışlardı ve o platform taslağı, arkadaşların bu zamana kadarki süreçlerine, Teori ve Politika’nın 9 yıllık sürecine de ışık tutuyor. Türkiye Marksist hareketinde, sosyalist hareketinde –önceki konuşmalarda da dile getirildi– gerçekten teori sorunları, Marksist hareketin gündemine gerekli ağırlığıyla ve ciddiyetiyle hiçbir zaman girmedi. Dolayısıyla, Türkiye devrimci hareketi, teori sorunlarına daha çok aydınların veya aydın gruplarının yapacağı bir iş, kendilerinin de ondan olabildiği ölçüde faydalanabileceği bir alan olarak baktılar. Dolayısıyla, bu teori sorunlarının bu derece önemsiz algılanması, ama aynı zamanda da Türkiye devrimci ve Marksist hareketinin, toplam teorik düzeyi değerlendirildiğinde, yani politik olarak en gelişkin olduğu 1970’ler de dahil olmak üzere, hareketin bir dönem ilerleyip sonra tıkandığı ve sürekli kendini tekrar ettiği koşullarda, teori sorunlarına ilgi göstermek, bu bakımdan da bunu ciddiye almak gerçekten de önemli idi. Bu bakımdan, Teori ve Politika’daki arkadaşlar bir bakıma aslında son derece güç bir görevin ve sorumluluğun altına girdiler. Şimdi, bu güç ve ağır sorumluluğun altına girilmiş olması, bu zamana kadarki süreci göz önüne aldığımızda, aslında 9 yıllık sürecin toplamına bakıldığında, “acaba Teori ve Politika’nın 9 yıllık süreci, Marksist hareketin sıkıntılarına, sorunlarına, krizine ne derece yanıt oldu ve Marksist hareketin önünü ne kadar açacak, hareketin geleceğini görmesini sağlayacak bir noktaya evrilmesine katkıda bulundu?” sorusu ciddi bir soru olarak hâlâ ortada duruyor. Burada, gerçekten de ağır ve ciddi bir sorumluluk altına girilmesine –arkadaşların bu gayretleri ve çabaları küçümsenecek bir çaba ve gayret değil–, küçümsenemeyecek bir gayret ve enerji içerisinde bulunulmasına rağmen, ortaya çıkan görünüm, sizin niyetlerinize, sizin amaçlarınıza yeterince hizmet etmeyebilir. Bu bakımdan bakıldığında, aslında 10’uncu yıl yazısı, bence son derece önemli; Teori ve Politika’nın hem yaptığını, hem yapacağını, hem de misyonunu algılamak bakımından, hem de bunun gerçekten de Türkiye’deki Marksist, komünist hareketin evrimine katkısını görmek bakımından. Ortaya konulanlar, çelişkili ve karmaşık durumu beraberinde getiriyor. Doğrusu, 9 yıllık bir sürenin arkasından hâlâ Teori ve Politika’daki arkadaşların, kendilerinin değiştirilemez ilke olarak ortaya koydukları pratik-politik Marksizmin hep yanında olma, ona bakarak kendilerini konumlandırma tespitleri, son derece büyük bir anlam taşıyor. Yani, 9-10 yıl böyle kendini teoriye veren bir ekibin kolay ayakta kaldığı, hâlâ Marksizmin, devrimciliğin, bir bakıma da yaşanan devrimci pratiğin baskısını hissetmesi, kendini bir ölçüde de onunla ilişkilendirmek konumunda bulunabilmesi, bu topraklarda, Türkiye koşullarında, dünya koşullarında zor ve bu zoru bir bakıma arkadaşlar başarıyorlar. Ama, bu çelişki ne kadar devam edebilir? Yani 10’uncu yıl yazısında da ifade edildiği gibi, iki cami arasında kalma sorunu... Bir taraftan, arkadaşlar gerçekten de bu teorik sorunları önemsediğini düşünen muhataplarıyla ciddi bir etkileşime giremiyorlar, diğer taraftan, bu topraklarda devrimci ve Marksist hareketin temel bileşeni olarak gördükleri, politik Marksizmi temsil eden akımlarla da ciddi bir etkileşime giremiyorlar. Bu iki taraf açısından da bakıldığında, gerçekten de ciddi bir diyaloğa, etkileşime girilemediği görülüyor. Bence, bu, bir yanıyla belki hareketin kendi sınırlılıkları, sorunlarıyla ilgili, alışkanlıklarıyla ilgili, ama bir taraftan da, Teori ve Politika’nın kendisinin durduğu noktayla, yapısıyla ilgili bir sorun.

Öncelikle şuradan başlamak gerekiyor: Çerçeve Taslağında devrimci Marksist hareketin tablosunu çizmek bakımından, bence son derece anlamlı değerlendirmeler var, bugün de güncelliğini koruyor. Sorun tespiti ve formülasyonu bakımından da son derece anlamlı bir şey; hareketin gerçekliği göz önüne alındığında, bunlar önemsiz değil. Bugünkü tabloya, sorunlara işaret etmek önemsiz değil, ama arkadaşlar çıkarken bir noktadan hareket ettiler ve bence asıl sorun da orada. Devrimci Marksist teori ve politika, örgüt alanlarını, asla yaşamda olmayacak şekilde işlevlere ayırdılar; teori alanı, politika alanı, örgüt alanı. Bunlar bir hareketin tümüyle altından kalkabileceği işler değildir dediler. Dolayısıyla, bunu işlevlere ayırmak gerekir, burada biz bir işlevi yerine getirmeyi üstleniyoruz dediler. Bu,  –demin de söylediğim gibi– büyük bir cüretti, yani hareketin teorik bakımdan ihtiyaçlarını karşılayacak bir misyon oluşumu büyük bir cürettir, ama ne Marksizmi kendi içerisinde böyle işlevsel parçalara ayırabilirsiniz, ne hayatı böyle işlevlere ayırabilirsiniz, ne de gerçekten de devrimci politik mücadeleyi böyle işlevlere ayırarak, herkese bir yükümlülük verip; sen teori alanıyla uğraş, sen örgüt alanı ile uğraş, sen de politika alanıyla uğraş gibi bir duruma düşebiliriz. Bence, asıl hata burada yapıldı; hareketin toplam ihtiyaçları var, kriz toplamda vardır, teori alanındadır, politik alanındadır, örgüt alanındadır. Bugünkü öznelerin, bu görevlerin altından kalkamadığı şeklindeki, Teori ve Politika’nın teşhisi de kesinlikle doğrudur.

 

Bir başka daha doğru var, Teori ve Politika’nın teşhisinde: Şu anki örgütlü özneler, gerçekten de hareketin ideolojik ve teorik yenilenmesine uygun bir formda, bir anlayışta, bir yapıda değiller. Bunun dışına çıkmak gerektiği de doğru, ama dışına çıkma işi bütünsel görevleri kendi içerisinde işlevlendirmeyle olur, yoksa bunları parçalara ayırarak yapılacak iş değildir.

Ben gerçekten şunu anlamakta zorlanıyorum; haydi diyelim, teorik görevler kendi başına bir iş olarak alınabilir de, yazılabilir, söylenebilir ve bu noktada yol alınabilir. Peki, teorisiz politika alanı nasıl bir şey olacak? Politikasız örgüt alanı nasıl bir şey olacak? Orada nasıl bir işlev üstlenecek insanlar? Yani ben doğru bildiğim yolda giderim, diğerleri de ne yaparsa yapsın deme lüksümüz var mı bizim?

Hayır; Teori ve Politika’nın deneyiminden, hele bugün özellikle, yani bütün yaşananlardan sonra, geçen 9-10 yılın arkasından, Türkiye topraklarında komünist hareketin kendini yeniden var edebilmesi, gerçekten de devrimci bir sınıf mücadelesinin öznesi olabilmesi bu bakışla olanaklı değil. Bugün teori alanında da, politika alanı ya da örgüt alanında da bütünsel işlevleri üstlenecek bir yapılanmaya ihtiyaç var. Bugünkü yapıların bunu karşıladığını söylemiyorum, yeni yapılanmaya ihtiyaç var diyorum.

Böyle bir ihtiyacın hissedildiğini gösteren veriler 10’uncu yıl değerlendirmesinin sunuşunda vardı; ama sunuşta başka bazı değerlendirmeler var ki, bence bir anlamda da söylenenleri anlamsız hale getiriyor. Örneğin, arkadaşlarımız öznesiz tarih anlayışı diye bir tarih anlayışını ortaya koyabiliyorlar, yani başarılı bir sosyalist devrim için, sosyalist öznenin zorunlu olmadığını pekâlâ söyleyebiliyorlar. Böyle bir devrim kavrayışı, tarihsel deneyimler de hesaba katıldığında, bence Marksizmin felsefesine, mantığına aykırıdır.

Söylenemez mi? Tabii ki söylenebilir, söyleyenler de var; ama bu Marksizm alanında kalınarak söylenebilecek bir söz değildir. Yani Marksizm alanı dediğimiz alanı, hele özellikle de Marksizmin yeniden ayakları üzerine dikildiği bir süreçte gerçekleşen Ekim Devrimi ve Bolşevizm gerçekliğinin arkasından ulaşılan evrensel sonuçları göz önüne aldığımızda, bence bu Marksizm zemininde kalınarak ifade edilecek bir husus değildir.

Teori dediğimizde birçok tanım yapılabilir, ama teori bence yaşamı anlama, kavrama gücüdür. Yaşamı anlama ve kavrama gücü olarak algıladığımız ölçüde, teori, değiştirme gücünü de içinde taşır. Bu boyutuyla bakıldığında, bence arkadaşların teori sorunlarına yaklaşımında bir eksikliklerinin de olduğunu görmek gerekir. Yani bir yanıyla bakıldığında Marksizmin, özellikle de doğuş koşulları ve bugün bize devredilen egemen kavrayış göz önüne alındığında, düzenin sunduğu veya yaşanan pratiğin kendisine bakıldığında, Marksizm âdeta batan dünyanın tekelinde, ondan ibaret bir olgu olarak görülüyor, Marksizm bugünün kavrayışıyla ele alınıyor. Bu kavrayışla yetinirsek, bu cephenin içerisine sıkıştığımız sürece, bu tür bir Marksizm kavrayışı, yol almamızın olanaksız olduğu bir kaos ortamıdır.

Marksizmin Batı’da doğduğu doğrudur, o anlamda Batı gerçekliğini daha çok ele aldığı, Doğu gerçekliğine, Marx’ın ancak son dönemlerinde yöneldiği de doğrudur, ama buradan bakarak Marksizmi Batı aydınlarının tekelinde görmek gerekmiyor. Aynı zamanda, Marksizmi Batı aydınlarının tekelinden çıkaran ve bunu Doğu’ya taşıyan Bolşeviklerin ideolojik, teorik çabaları, üzerinden atlanacak bir şey değildir.

Teori denildiğinde; bir, Marksizmin kuruluş dönemi, iki, 20’nci yüzyılda 1915-1925 arasında teorik tartışmaların en üst düzeye çıktığı bir dönem var. Marksizmle bir hesaplaşma veya Marksizmi algılama, geliştirme sorumluluğu olanlar, bu iki dönemi değerlendirmek, yani Marksizmin kuruluş dönemini yeniden ele almak durumundalar ve diğer yandan, 1915-1925 dönemindeki teorik tartışma ve düzeyle hesaplaşmak durumundalar. İkinci dönemde, Marksizmi Batı aydınlarının tekelinden çıkartan kesinlikle tarihsel önemde bir gelişme olmuştur.

Bu bakımdan bakıldığında, Batı Marksizminin bu gelişmede etkisi yok mu? O ayrı bir tartışmadır; ama artık Batı’daki klasik kapitalist gelişme aşamalarından kopulmuş, sınıf mücadelesine farklı bir bakış, Rus toplumunun ihtiyaçlarına, sorunlarına dönük bir bakış ortaya konulmuştur. Bu bakış, sadece bir bakış olarak kalmamış, aynı zamanda Ekim Devrimi gibi dünyayı altüst eden, 20. yüzyıla damgasını vuran bir olayın gerçekleşmesini sağlamıştır.

Dolayısıyla eğer Marksizm alanında kalarak teori konularında tartışmak istiyorsak, bu referanslar üzerinden bakmak durumundayız. Referanslara bakmak derken, bunu illa bugüne kopya etmek anlamında söylemiyorum, hesaplaşmak anlamında da buraya bakmak durumundayız. Ayağımızı basacağımız zemini tanımlamak bakımından da buraya bakmak durumundayız. Gerçek anlamda şunu söylüyorum: Bugün Batı Marksizmini temsil eden aydınlar ve akımların, âdeta bir kuraklık içerisinde debelendiğini ve  devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak olduğunu, son 60-70 yıllık süreçte görebiliyoruz. O bakımdan, Marksizmi eğer geliştireceksek, eğer Marksizmi dünkü konumundan kurtaracaksak, hayatı değiştiren, dönüştüren, proletaryanın, tüm insanlığın ihtiyaçlarına yanıt veren devrimci bir özne haline getirmek istiyorsak, o zaman bizim bakışımızın, Batı Marksizminin alanından, gerçek anlamda dünyanın geri kalanına, Güney Amerika’ya, Asya’ya, Afrika’ya, Ortadoğu’ya yönelmesi gerekiyor. Sınıf mücadelesinin ihtiyaçları ve sorunlarından bir soyutlamaya giderek, gerekli teoriye ulaşmamız ancak böyle olabilir. Bu tabii zor bir iş; ama yapılması gereken de bu.

Burada bir parantez açmak istiyorum: Aslında teori sorunlarına ilgimiz 3 yıllık, 5 yıllık, 10 yıllık bir süreyi kapsamıyor, –kişi olarak veya Maya olarak– belki izleyenler bilir, biz teorik sorunlara öteden beri özel bir ilgi gösteriyoruz. Hep örgüt ve pratik alandaki ihtiyaçları gözeterek, teori alanındaki açlığı giderme gayreti içerisinde bir kişi olarak da teori sorunlarını önemsedim; 25 yıl önce durduğum noktadan bakarken bile, teori sorunlarının ne kadar da önemli olduğunu gördüm, ağırlığını hissettim. Ama toplam kendi deneyimim, Türkiye devrimci hareketin deneyimi ve diğer tüm deneyimlere baktığımda görüyorum ki, teorik olarak ne kadar gelişkin, ne kadar zeki, donanımlı olursa olsun, teori sorunları tek tek aydınların işi olmayacak kadar ciddidir. Teori alanı ciddi bir ekip çalışmasını zorunlu kılıyor, bu ekip çalışması, aynı zamanda toplam hareketin ihtiyaçlarıyla sürekli beslenme ve etkileşim içerisinde olmak durumundadır, motivasyonunu oradan almak durumundadır. Çalışmanın değişik alanlarında bir bütünlük sağlayamadığınız sürece, Marksist teori alanında yapılabileceklerin, ciddi bir şekilde sıkıntılarla ve sorunlarla yüz yüze olduğunu düşünürüm. Mesela, arkadaşlar 10’uncu yıl değerlendirmesinde, 10 yıl geçmiştir de, bir de 5 yıllık gelecek için teorik alan tanımlıyorlar. Belki de gerçekten de, teori sorunlarının ağırlığı 5 yılda da bitmeyecek. Ama bir 5 yıl daha bu teorik sorunlarla ilgilenmek, bir 5 yıl daha bu tarzda bir alan açmak ve kendi asli işlevlerimizi oraya yoğunlaştırmak gerçekten doğru bir yaklaşım mı?

Sonuç olarak şunu söylemek istiyorum: Gerçekten de arkadaşlar asli sorunların son derece farkında, üzerlerindeki baskıların da farkında, 10’uncu yıl değerlendirmesi bunu aslında çok net gösteriyor. Kendilerinin deyimiyle, dünden, geçen 10 yıldan farklı tempolarla, enerjilerle artacak yeni bir yönelişe girme perspektifleri, oraya girildiği andan itibaren farklı bir anlam kazanacak, teorinin gerçekten de maddi bir şey olduğu ya da kalıcı ihtiyaçlara nasıl yanıt verebileceği görülecektir. Teori konusunun bu süreçte çok daha ciddi bir şekilde anlaşılabileceğine, teorinin Marksist ve komünist hareketi nerede geliştirilebileceğinin anlaşılacağına, işte o zaman gerekli katkının yapabileceğine inanıyorum.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- İbrahim Horoz gerçekten anlamlı şeyler söyledi, 10 dakika gerçekten kısa bir süre imiş. Arkadaşlar biraz aşıyorlar, dolayısıyla biz de  sizin sabrınıza sığınmak istiyoruz bu noktada. Bu konuşmam aynı zamanda diğer arkadaşlara da bu bir uyarı olsun.

Ben, İbrahim Horoz’un konuşmasında sol harekete dair yapmış olduğu genel eleştirilerin dışındaki bize dönük, özgün eleştirilerin altını çizmek istiyorum: Teori ve Politika’nın muhataplarıyla arasında ciddi bir etkileşim sorunu olduğunu söyledi, diyalog ve etkileşimin zayıf olduğunu belirtti. Bunu tek tek Teori ve Politikacıların güçleriyle, enerjisiyle de açıklamadı. Bunun Teori ve Politikanın çıkışındaki yapısal sorunlarından kaynaklandığını ortaya koydu. Sanırım Teori ve Politikacılar olarak bizler açısından bu dikkate alınacak bir eleştiri.

Evet, Köz Gazetesinden Ercan Coşkun arkadaşımıza sözü bırakıyorum.

ERCAN COŞKUN (Köz Gazetesi)- Doğrusu konuşulanlardan sonra benim biraz kafam karıştı. Çünkü bir sürü mesele konuşuluyor bir yandan ve bunlara bir şekilde bir şeyler söylemek gerekiyor.

Öncelikle, burada bir muhasebe yapılmaya çalışılması, doğru bir muhasebe yapılmaya çalışılması önemli bir şey. Bunun açık bir toplantıyla, tartışma toplantısıyla yapılması olumlu, ama bu muhasebeyi elbette Teori ve Politika’nın kendisi çıkartacak. 10 yılın muhasebesini kimse onların yerine çıkartamaz. Teori ve Politika’nın iddiaları neydi ve bu iddiaların arkasında ne kadar duruldu veya bunlar ne kadar gerçekleşti? Çıkartılacak muhasebe bu sorunun yanıtlanmasına hizmet etmeli. Ancak bizim gözlemleyebildiğimiz bir şey var: Teori ve Politika bugüne kadar, yani 10 yıl boyunca düzenli olarak dergi çıkardı ve kendini tarif ettiği noktada önüne koyduğu çalışmayı sürdürdü. Bu ısrar önemlidir. Yani bu nokta neydi? Teori ve Politika, örgütsel ve siyasi sorunların temelinde bir teori sorununu saptayarak, bu teori sorununun çözülmesi için özel olarak bununla ilgilenmek ve hatta örgütlerin dışına çıkarak teori sorununu gündeme almak ve bunlarla meşgul olmak gerekir diye önüne bir hedef koydu ve bugüne kadar çalışmasını sürdürdü. Bu konudaki ısrar önemlidir. Asıl önemlisi 10 sene içerisinde birtakım başka tespitleri olduğu halde, bu tespitlerin arkasında duramayarak başka yollara gidenler veya Teori ve Politika’nın tercihlerini tercih edenler oldukça arttı, hatta bu konuda bir enflasyondan söz etmek mümkün. Yani örgütsel ve siyasal sorunların teoride olduğunu saptayarak buna ilgi duyanlar oldu. Her ne kadar siz bir etkileşim içinde olmasanız da öyle çalışmaları sürdürenler var, en azından bulundukları yerlerde, bulundukları çerçevede sürdürmeye çalışan, farklı konular üzerinden de olsa sürdürmeye çalışanlar var.

Bizce bu teorik çalışmalarda seçilen konulardan veya bir etkileşim sorunu olup olmamasından ziyade daha esaslı bir sorun var, o da, teorik sorunların örgütsel, siyasal alanın dışına çıkarak çözülüp çözülemeyeceği veya örgütsel, siyasal alanın dışına çıkmanın illa şart olup olmadığı. Biz, doğrusu böyle görmüyoruz. Teorik tartışmalar niçin önemlidir? Örgüt ve siyaset niçin önemlidir? gibi sorular sorduğumuz zaman bunları ayrı ayrı ele almıyoruz. Bunlar ayrı ayrı ele alınıp çözülmesi gereken sorunlar mı? Birbirinden ayırt edilerek, yani siyaset var, örgüt var, teori var; bunların hepsiyle ayrı ayrı ilgilenmek lazım, ayrı ayrı işlerdir bunlar denmiştir. Herhangi bir öncelik sırası veya herhangi bir bağlam olmadan bunların böyle tarif edilmesini doğru bulmayız. Biz asıl olarak politikanın, siyasetin ve devrimci siyasetin merkezde durduğunu düşünüyoruz, yapılacak her şeyin de buna tâbi olması gerektiğini düşünüyoruz. Teori sorununu da bu bağlamda gündemimize alıyoruz. Yani “bugün devrimci siyaset nasıl olmalıdır?” gibi bir soruyu kendimize sorduğumuz zaman, bunun karşılığını bulmaya çalıştığımız andan itibaren teori sorunlarıyla da belli bir şekilde ilgileniyoruz ve teori sorunlarını gündemimize alıyoruz. Aynı şekilde, bir örgüt yaratmaya çalışırken de devrimci politikanın gereklerini yerine getirebilecek bir örgütlenme oluşturmaya çalışıyoruz. Bu bakımdan örgüt sorununu da devrimci siyaset bağlamında ele alıyoruz. O yüzden mesele devrimci siyasetin gerekleri noktasında, buraya kilitleniyoruz.

Doğrusu geçen 10 yılı değerlendirmeden önce bir sayısı vardı Teori ve Politika’nın, orada “Ezilenlerin Marksizmi” diye Metin Kayaoğlu imzalı bir yazı vardı. Mehmet Güneş de aynı yazıya referansla birtakım şeyler söyledi. O yazı üzerinde biraz durmak istiyorum, onun üzerinde biraz durup tekrar konuyu bağlamayı düşünüyorum.

Teori ve Politika ne yapıyor? Burada bilmeyenler de olabilir, Teori ve Politika’nın görüşlerini bilmeyen, tanımayanlar da olabilir. Onu biraz aktarmak lazım. Teori ve Politika, bilim ve politika diye iki alan tarif ediyor: Öznesiz, ereksiz, determinist bir biçimde ilerleyen, mekanik bir şekilde, hatta vurguyla söylenen bir bilim alanı var; bir yandan da bir politika alanı var, konjonktüre göre belli olan, belli bir konjonktür içerisinde tarif edilebilecek bir politika alanı var. Bilim ve politika diye iki alan tarif ediliyor. Politika alanına da, bilim alanından bakmanın doğru olmadığı, yanlış olacağı gibi bir varsayım var. O yazıda, “Ezilenlerin Marksizmi” yazısında şöyle metafizik bir önermeden hareketle yola çıkılıyor: “Her türden canlıya yapılan eziyet ve zulme karşı duygudaşlık.” Bütün Marksistlerin aslında böyle bir duygudaşlığı içinde hissettiği veya hissetmesi gerektiği, yani ezilenlere yapılan zulme karşı bir duygudaşlık hissetmesi gerektiği, “halkın yoksulluğunun amansız çığlığını duymak” şeklinde de ifade ediliyor bu, bunun bir içgüdü olduğu, ezilenlerden yana olmak gibi bir içgüdü olması gerektiği ifade ediliyor. Bu yazı politikanın nasıl yapılacağı konusunda bence birtakım şeyler söylüyor; bu bakımdan önemlidir. Biz de dedik ya; "merkeze devrimci politikayı koyuyoruz". O açıdan önemsiyoruz. Ve buradan şöyle bir sonuca varılıyor: ezilen hareketlerle bağlantı kurmak gerekir, yani Marksizmin bunu yapması gerekir, "Marksizm kendi somut arzusunu bu şekilde yeniler." "Marksizmin politik uzamı ezilenler için olmalıdır" ve devrimcilik de bu noktada şekillenir, bu konuda ne yapıp ne yapmadığınıza göre şekillenir diyen bir yazı. Lenin’le de birtakım bağlantılar kuruluyor, bunlar da doğrudur. Kendi içerisinde tutarlı bir yanı vardır.

Buradan şöyle bir sonuca varılıyor: Marksistlerin bütün ezilenlerle bir duygudaşlık içerisinde olması gerekir, konjonktür ne gerektiriyorsa, yani konjonktürde ezilenler kimlerse, Marksistlerin de gidip o ezilenlerle dayanışma ve destek içerisinde olması gerekir gibi bir tez var. Bu bizim için şu açıdan da önemli, biz buna istinaden de Teori ve Politika tarafından yapılan bir doktrinerlik suçlamasıyla da karşı karşıyayız. Çünkü KöZ gazetesi olarak, biz tarihsel birtakım kavramları veya bilimin konusu olması gereken kavramlardan yola çıkarak politika üretmeye çalıştığımız noktada doktrinerlik suçlamasıyla karşılaştık. "Ezilenlerin Marksizmi" yazısında ortaya konan çerçeveden hareketle ortaya çıkan politik sonuç da, birçok hareketle, yani Filistin’deki direniş olabilir, Irak direnişi, Cenova’daki küreselleşme karşıtı hareketler, İtalya’daki işçilerin grevi gibi benzeri bir dizi ezilenlerin hareketleriyle bir destek ve dayanışma içerisinde olmak, yani konjonktürde devrimci olan akımlara destek sunmak gibi bir somut siyasi mücadele hattı ortaya çıkıyor. Ve burada, yazıda özellikle belirtildiği gibi, işçi sınıfı da özel olarak sömürülüyor olması dolayısıyla diğer ezilen gruplarından çok ayrı bir noktada değil, hatta tersini öne sürmenin de doktrinerlik olduğu söyleniyor.

Burada şöyle bir sorun var, ezilenler dediğiniz zaman kimleri kastediyorsunuz, yani ezilenler kavramı içerisine kimler girer? Ezilenler içerisinde bir ayrım yapmak mümkün müdür, değil midir? Mesela, Güney Kürdistan’daki Kürtler, bağımsızlık ve özgürlük isteyen, bir Kürdistan talebini dile getiren Kürtler, ezilenler kategorisine girmez mi? Eğer onlar ezilenler kategorisine giriyorlarsa, onları da destekleyip onlarla dayanışma içerisinde olmak gerekecek. Ama hem onlarla hem de onların tepesine binecek bir devlet kurmak için mücadele eden Baaslılarla destek ve dayanışma içinde olmak aynı anda mümkün müdür? Bu mümkünse, bu nasıl bir siyasi çizgi olacak? Yani burada bir siyasetin ciddiyeti, tutarlılığı nasıl mümkün olabilir? O yüzden, tek başına ezilenlerden bahsetmek ne kadar olanaklı? Veya aynı şekilde şunu demek mümkün mü? Ölüm oruçlarında hayatını ortaya koyan devrimcilerle, Seattle’da, Cenova’da birtakım ayrıcalıklarını yitirmemek için sokaklara dökülen öğrenci kesimler arasında bir ayrım gözetmeden, aynı şekilde "ezilen" olarak tarif etmek mümkün mü?

Doğrusu biz burada birtakım ayrımlar yapıyoruz. Ayrımlar yapmak gerektiğini düşünüyoruz. Siz de birtakım ayrımlar yapmak durumundasınız. Bir konjonktür ve buna bağlı olarak kimin devrimci kimin devrimci olmadığını tarif etmeye çalıştığınız zaman, sizin de bizim kadar teoriye ihtiyaç duyduğunuzu ve en azından birtakım kalkış noktalarınızın olması gerektiğini düşünüyoruz. Olmadığını söylemeniz doğru olmaz, çünkü olması gerekir ki birtakım şeyleri tarif edeceksiniz. Biz kime dönük siyaset yaptığımızı bilerek bu ayrımı yapıyoruz.

Bununla birlikte konjonktür içerisinde birtakım ezilenlere destek ve dayanışma sunmak devrimci politika için yeterli midir? Bu akımları devrimcileştirmek, ileri çekmek için onları eleştirmek, devrimci potansiyeli olanlarla olmayanları birbirinden ayırt etmek gerekmez mi?

Biz şöyle yapıyoruz, teori sorunlarının belli bir araç, bir ekip tarafından özel olarak ele alınması gerektiğini doğru bulmuyoruz. Meseleyi başka bir yerden tutuyoruz. Teori sorunlarını çözerek ilerlemenin mümkün olmadığını düşünüyoruz, çünkü teori dediğiniz şey zaten pratikte birtakım olaylardan, olgulardan çıkardığınız sonuçların bütününü oluşturuyor. Yani Aristo da birtakım nesnelere bakıyor ve bu nesnelerin ortak özelliklerinden hareketle birtakım genellemelere varıyor. Teorik çalışma bu şekilde yapılmalı. Yoksa bu genellemeleri alıp tekrar onun üstüne bir şeyler eklemeye ve bu genellemeler üzerinden bir şeyler yapıp çıkarmaya çalıştığınız zaman, vardığınız nokta belli bir skolastiklik oluyor. Aristo için söylediğimiz şey Marx için de geçerlidir. Marx da kendinden menkul bir teorik çalışma sonucunda birtakım sonuçlara varmadı, siyasal mücadele içinde elde edilen deneyimleri genelleştiren bir teorik çalışma yapmıştır. Örneğin proletarya diktatörlüğü kavramı. Marksizmde proletarya diktatörlüğü kavramı ancak Paris Komünü yaşandıktan sonra, ondan gereken derslerin çıkartılması sonucu yerleşmiştir. Yoksa Marx Hegel’in birtakım kavramlarını alt alta, üst üste koyarak veya birtakım çıkarımlar yaparak bu kavrama ulaşmamıştır. Yani teorinin gelişebilmesi için bir pratik mücadele gerekiyor, ama basit bir şekilde pratik mücadele olarak da algılamamak gerekir. Ancak devrimci politikanın ihtiyaçları, devrimci politikanın gereği teorinin gelişmesine katkı sağlar.

Burada elbette bizim için bir kalkış noktası vardır, bunları biz yüzde 100 doğru, tamamlanmış, asla yanlış olmayacak bir şey olarak görmüyoruz, bunu belirtelim. Bizim için, bu kalkış noktası Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde tarif edilen ilke ve esaslardır. Genel bir Marksizm, Leninizm alanı tarif etmektense, bizim için somut, net birtakım maddeler vardır burada. Bunları kendimize kalkış noktası olarak alıyoruz, bu çerçevenin gerisini düşünmemeye çalışıyoruz. Bu çerçeveyi bir araç olarak kullanıp bir yandan mücadele içerisinde birtakım şeyler yaparken, bu çerçevedeki maddeleri de sınamaya çalışıyoruz. Sınayabildiğimiz, düzeltebildiğimiz durumda, eğer karşımıza böyle bir örnek çıkarsa bunları değiştirmekte, yerine yenilerini eklemekte, doğrularını eklemekte hiçbir sorunumuz olmaz.

Ama burada, Teori ve Politika’nın devrimci politika gibi somut bir probleminin olduğuna biz samimi olarak inanıyoruz. Gerekli devrimci politika için gerekli devrimci teoriyi de üretebildiğini sanmıyoruz, çünkü eğer öyle olsaydı bugüne kadar böyle çalışmalara rastlardık. Örneğin, bir Körfez Savaşı oldu ve buradan “şöyle şöyle somut sonuçlar çıkardık biz, doğrusu budur, şöyle yanlışlar yapıldı, ama Marksist bir bakış açısı şöyle olmalıdır” diye bir şeye rastlamadık biz. Aynı zamanda, bir savaş gerçekleşiyor, bir işgal oldu, “bundan şöyle sonuçlar çıkarmak gerekir ve böyle bir tutum almak gerekir, doğrusu budur” diye bir şeye rastlamadık. Güney Kürdistan’da birtakım olaylar oluyor, bunlarla ilgili bir çerçeveye rastlamadık. Küreselleşme karşıtı hareketler oluyor, “buna Marksistler böyle bakmalıdır” diye bir şeye rastlamadık. Bizim elimizde iyi kötü bir çerçeve var ve bununla hareket ediyoruz, bu çerçeveye göre birtakım şeyleri belli yerlere oturtmaya çalışıyoruz. Bu açıdan elimizde bir miğferimiz var, ama sizin daha iyi bir miğfer veya kötü de olsa bir miğfer önerdiğinizden emin değiliz.

Son olarak şunu söyleyebilirim: Biz amaçlarımızı bağımsız olarak tarif ediyoruz, bizim için bağımsız olarak, hiç kimseye bakmadan söylediğimiz bir şey var. Birincisi komünistiz; öyle bir topluma ulaşmak istiyoruz, özgür üreticilerin birliği olan bir topluma ulaşmak istiyoruz. Böyle bir hedefimiz var. Bu hedefe gitmek için gereken bir geçiş süreci var. Bu geçiş sürecinin başlaması için bir proleter diktatörlüğüne ihtiyaç var. Böyle bir proleter diktatörlüğün kurulması için devletin yıkılması ve parçalanması gerekiyor. Bunu yıkacak, parçalayacak bir devrimci partiye ve onun siyaset anlayışına ihtiyaç var. Böyle bir siyaset anlayışının, birtakım örneklerle somutlarsak parlamentarizm, silahlı mücadele gibi şekillerde olamayacağını öngörüyoruz. Devrimci bir partinin, işçi sınıfını iktidarı almaya hazırlaması gerektiğini, işçi sınıfını siyasallaştırması ve öz örgütlenmesini sağlaması gerektiğine inanıyoruz. Bu bakımdan, siyaseti de bu hedefe ve amaca uygun olarak üretmeye çalışıyoruz, böyle bir siyaset yaratmaya çalışıyoruz. Bu siyaseti üretmeye çalışırken de, teori sorunları elbette gündemimize giriyor, bunları tartışıyoruz. Sanıyor musunuz ki, biz seçimler konusundaki tutumumuzu tartışmaya başladığımız zaman eski teorik çerçevelere bakmıyoruz, bunlarla ilgilenmiyoruz. Kim ne demiş, ne denmiş, bunlar bizim de gündemimize giriyor. Bunlar girer, ama “teorik bir çalışma” diye ayrı bir çalışma yapmayı doğru bulmuyoruz. Teorinin devrimci politikaya tâbi olması gerektiğini ve bundan bağımsız olarak yapılmaması gerektiğine inanıyoruz.

Teşekkür ediyorum.

OTURUM BAŞKANI- Ercan Coşkun konuştu son olarak. Diğer arkadaşlardan daha farklı olarak Teori ve Politika’ya ilişkin sürekli yapılan eleştiriyi daha da özet haline getirdi, teori işi siyasetten ayrı değildir, birlikte düşünülmesi gerekiyor ve birlikte yapılması gerekiyor, dedi.

ERCAN COŞKUN- Birlikte yapılması gerekiyor derken, teorinin devrimci politikaya tabii olması gerektiğini ve bundan bağımsız olarak yapılmaması gerektiğini anlatmak istedim.

OTURUM BAŞKANI- Polemik yaratmak açısından söylemiyorum, ama diğer arkadaşlarımın belki biraz daha eleştirilerinin çeşidini arttırması bakımından söylemek istiyorum: partiler, özellikle 1980 sonrası mücadelelerinde bu teori işiyle ne kadar uğraştılar? Uğraştıklarında ne kadar başarılı oldular? Yani bu pratiği teori ile birlikte götürmeyi amaçlayan ve bununla da o kadar ömür tüketmiş olan yapılardan söz ediyorum, buradaki sorun nedir? Yani bu sorunla birlikte ortaya koyarsak Teori ve Politika’yı yargılarken daha adaletli olabileceğiz diye düşünüyorum ve ben Hakan Öztürk’e sözü bırakıyorum.

(SORU)- Bir 5 dakika ara versek, insanlar biraz dinlense olmaz mı?

OTURUM BAŞKANI- Olur, Hakan’ın konuşmasından sonra bir 5 dakika ara verelim o zaman, çünkü konuşma süreleri gerçekten uzadı, yeni bir program yapmak durumundayız.

HAKAN ÖZTÜRK (Emekçi Hareket Partisi)- Şimdi, son arkadaşımızın söylediği nokta ile ilgili görüşümü söylemek istiyorum. O, “teori asıl olarak politik mücadeleye hizmet etmeli” tutumunu çeşitli yönleriyle vurgulayarak açıklamaya çalıştı. Buna karşılık oturumu yöneten arkadaşımız konuya farklı yönlerden, daha zengin bakabiliriz değerlendirmesini yaptı. Şimdi elbette öyle yapmaya çalışalım ama Teori ve Politika’dan arkadaşların da çok sevdiği, ilgilendiği felsefe alanından bir örnekle hareket etmek istersek, Lenin, Materyalizm ve Ampiriyokritisizm kitabında, 500 sayfa boyunca, aslında yalnızca “bilincin maddeden türediğini” anlatıyor. Bu önemli bir konu, yani ne neden türüyor, ne neden önce gelir, ne nasıldır? Bir açıdan tabii ki, Teori ve Politika’dan arkadaşların yaptığı şeylere genel olarak bakmak lazım, derinlemesine bakmak lazım.

Teori ve Politika Dergisinden arkadaşlarla hep iyi ilişkilerimiz oldu ve arkadaşlarımızın gerçekten iyi yönleri var. Birincisi, bir kere böyle bir dergiyi ortaya koyabilmiş olmak açısından çok iyi bir şey yapmış durumdalar. Ama, Birikim Dergisinin yaptığından farklı olarak... Bir zamanlar ölüm oruçlarındaki devrimcilerin durumunun arka planını izah etmeye çalışan ve Kürt hareketini bir derece gözettikleri yazılarının önemli olduğunu düşünüyorum. Ezilenleri destekleyen tutumlarıyla ayrıştıklarını ve bu durumlarının iyi olduğunu düşünüyorum. Ama burada onların, bence bir destekleme sorunu yok. Destekliyorlar ve bu destekleme pozisyonu, Teori ve Politika’dan arkadaşlarımın belki iyi yönleri, ama aynı zamanda da birinci dereceden eleştirilmesi gereken yönleri. Çünkü, arkadaşlarımız bu tür şeyleri destekliyorlar. Bence mesela, bir devrimci girişim Türkiye’yi altüst etse, onun içerisinde birinci derecede olacak arkadaşlardır, katılacak arkadaşlardır. Ama onlar kendilerini bir politik özne olarak kurmaz.

Bilim - politika ayrıştırması mantığı, genelde de politikaya yaklaşım tarzları bir devrimci süreci kurmaya bence müsaade etmiyor. Yani onlarda belki asıl eleştirmemiz gereken yan bu. Yoksa, arkadaşlarımızın gelişen devrimci süreçte yer almamak, ya da ezilenlerin kendilerini kurtarma pratiklerini desteklememek gibi, izlememek gibi bir sorunları yok. Aksine, onlarda sorun olan böyle bir pozisyonla yetiniyor olmak.

Bundan sonra onlarla ilgili ilk söyleyebileceğim şey, yani kafama yatmayan şey, bugün de yaptıkları gibi, kendi konularına başladıkları yer, yani “büyük bir kriz var!” demeleri. Birincisi, aslında şu ilgimi çekiyor. Teori ve Politika Dergisinden arkadaşlar böylece ne yapmak istiyorlar? İkinci Enternasyonale karşı Lenin’in ayrı bir şey söylemesi, bunun başarıyla sonuçlanması, bunun kendini ispat etmiş olması, ama Lenin’in soğukkanlılığı, belki de o anlamıyla o kadar sıçramayan, savrulmayan hali, bu konuda temkinli oluşu arkadaşlarımızda yok. Bu nedenle, aslına bakarsanız zaman zaman şöyle bir şey oluyor: Bir arkadaşımız daha andı, Bolşeviklerin prestijine çok inanıyorlar ve çok bağlı kaldıklarını söylüyorlar. Ama, genelde böyle olmuyor, genelde buraya çok referans yapıyor vaziyette olmayabiliyorlar. Çok takdir ettikleri Lenin’in yaklaşımlarına, Marx ve Engels’e aslında o kadar bağlı kalmıyorlar. Aksine, bilhassa şöyle bir eğilim oluyor: Postmodernistlerin ne yaptıklarına bakıyor, sonunda onları kültürelci olmakla suçlasalar bile inanılmaz bir eforla onları inceliyorlar. Olumsuzlamak açısından söylemiyorum ama Marksist geleneğin dışında olmaları açısından anıyorum, anarşist arkadaşların yaklaşımlarına da tam bir şekilde dönüyorlar. Benzeri bir şekilde Batı Marksizmine dönüyorlar. Fakat bence bütün bu süreçte Bolşeviklerin pratiği veya Marksizmin Leninizmin temel kavramları eksik kalıyor.

Bununla birlikte arkadaşlarımız, bütün konuyu “çok dramatik bir kriz” meselesinden başlatıyorlar, “çok büyük bir kriz vardır” diye başlıyorlar. Bu kadar büyük bir kriz var deyince tabii ki herkes bir kenara çekiliyor ve bu, onların da bir kenara çekilmesini getiriyor. Yani onlar da, “bu kadar büyük bir kriz varsa, bu büyük krizi çözmemiz gerekir” gibi pozisyon elde ediyorlar. Bu büyük krizi de, aslına bakarsanız daha çok teorinin alanında çözme eğiliminde oluyorlar.

Aslına bakarsanız koşulların getirdiği durumları veya uygulamadaki sorunları alıyor olsalar da, yine Althusser’in andığı yaklaşımla, bir dinamik olarak, yani bir eğilim olarak, ana eğilim olarak oradan gitmiyorlar, ana eğilim olarak bu işin teori alanında çözüleceğini ve bunun çok önemli olduğunu ısrarla vurguluyorlar.

Buradan olanaksız bir vazife çıkıyor. Böyle büyük bir sorumluluksa tabii ki, yani ben mesela, sonlarına doğru buna ikna oluyorum (!), o zaman böyle büyük bir sorunla ilgilenecek olan, ayrı duran, başka hiçbir şeyle uğraşmayan bir ekip olabilir gibi geliyor.

Bence bu açıdan da, böyle bir durum yok. Elbette teorinin geliştirilmesi gereken yanları vardır, ama bu kadar dramatik bir kriz olduğu yaklaşımına sahip değilim ben. Bu anlamıyla da, durağanlıkla eleştirilen arkadaşlarımız, o durağan pozisyonlarını devam ettirecek derecede, “büyük bir kriz” değerlendirmesi yapıyorlar.

Sonuçta mesela, örgüt konusunun geri planda kaldığı, siyasal pratiklerin geri kaldığı, somut olarak aynen böyle olduğu bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Ben, arkadaşlarımızın “büyük kriz var” değerlendirmesinden sonra sistematik olarak devam ettiklerini düşünüyorum.

Yine, haksızlık etmişim gibi anlamasınlar; Metin Kayaoğlu’nun Metin Çulhaoğlu’nu eleştirirken saydığı kimi noktalar kendisi için daha beter geçerli. Yönsüzlük, teorisizm, elitizm gibi birçok alandan eleştiri yaptığını biliyorum ben Metin Kayaoğlu’nun, ama bunlar kendileri açısından da geçerli. O nedenle, bunun dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Ben bunun tam da Sovyetler Birliği’nde yaşanan dağılmadan sonraya denk geldiğini gözlemliyorum. O anlamıyla, krizin büyük olduğu duygusunun arkadaşlarımıza yüklenmiş olması elbette mümkündür. Fakat bu durumda, örgütün kendisinden, eylemci sürecin kendisinden bir merkezkaç şeklinde uzaklaşan pozisyonda, teorinin alanlarına çekilinen bir pozisyonda kalındığını düşünüyorum. Ama mesela, bu bana şu açıdan da ilginç geliyor.Hep andıkları, üzerinden birçok yaklaşımlarını kurduklarını söyledikleri Althusser bile, aslında tam da bu kadar, sihirli bir şekilde, belirtik bir şekilde teorinin alanına çekilinebileceğinden bahsetmiyor. Aksine Marx’ın sürekli bir şekilde sınıf hareketinin yöneticisi olduğundan bahsediyor. Marx’ın kendi teorik gelişiminin bile politik gelişimine bağlı olduğundan bahsediyor. Sürekli sınıflardan bahsediyor, onda bu bir dinamik. Ama Teori ve Politikacı arkadaşlar bunu o kadar fazla dikkate almıyorlar. Genelde de, iyi andıkları ustalar, iyi andıkları, referans yapmak istedikleri bütün büyük devrimci önderlerin, –yani Lenin olsun, Lüksembourg, Mao olsun, Kaypakkaya olsun, Mahir olsun– teori ve pratiğin ilişkisini kurma anlayışını asla örnek almıyorlar.

Bundan sonra da, bütün bu büyük kriz tespitinden ve bu durumda, “çekilip bunu değerlendirmeliyiz” davranışından sonra da, çok sık kullandıkları, çok ayrıştırıcı iki kavram ortaya çıkıyor.

Birisinde demiş oluyorlar ki; bilim ve politika birbiriyle ilişkilendirilemez, bu anlamıyla politika yapacak olan bütün o bilimsel birikimden, bütün o ortaya çıkmış olan şeyden bağımsız olarak bunu yapmak mecburiyetindedir, bu kaderiyle baş başadır ve bundan öte bir şey iddia etmesin, burada yapılan şey bir ayarlamadır. Bu, çok belirgin bir şekilde, yani bugüne kadarki ele alış tarzından ya da Althusser’in dışındaki ele alış tarzından filan çok farklı bir yaklaşım ve bunu böyle ele alalım. Birinci parametre olarak böyle bir mantık kuralım, çünkü tarih başkadır, tarihi yorumlamak başkadır, bilim alanı başkadır, konjonktür alanı başkadır diyorlar. O yüzden, kurma faaliyetinin eksik kalacağı ya da kurma faaliyetine kolay kolay yönelmeyeceklerini de düşünüyorum, ben, bu temele bağlı olarak.

Bir ikinci şey de, böyle bir olanaktan mahrum olduğumuzu, yani bilinçle varlığın, bilinçle eylemin böyle bir etkileşimde olamayacağını ifade etmekle birlikte, öznenin olmadığını da söylemiş oluyorlar. Proletaryanın da artık devrim yapacak bir sınıf olarak alınmaması gerektiğini düşünüyorlar. Mesela, ilginçtir, referans yaptıkları Althusser’e oranla daha az anıyorlar; Althusser en azından, kitleler veya sömürülen sınıflar diye anabiliyor bunu, daha sıklıkla anıyor. Sınıfı kesinlikle ele almamak mı gerekir, ya da sadece ezilenler demiş olmakla bu meseleyi çözmüş olur muyuz? Hani dinlemek de isterim, sormuş da olayım.

Bundan sonra, şöyle bir hava yaratma eğiliminde oluyorlar: Bütün bu sorunlar vardır, bütün bu sorunlarla uğraşmak gerekir, ama bununla uğraşırken de cesur olalım, sakınmayalım, bir nevi abdestimizden emin olalım. Postmodernizmle ilişkiye girelim, bizden ayrı geleneklerle ilişkiye girelim, bu çok büyük bir mesele değildir, diye düşünüyor Teori ve Politikacı arkadaşlar. Bu anlamıyla, bir düzeltici, bir revize edici eğilim çok net olarak görünüyor. Ama, bu bir şekilde, mesela Lenin’in birtakım katkıları gibi anılacak bir durum gibi gelmiyor bana. Bu anlamıyla aksine Lenin’in değil, Lenin’in eleştirdiği Bernstein’ın eğilimiymiş gibi gözüküyor. Bu açıdan durum şöyle benzerlik de taşıyor: Bernstein’ın, “Hareket her şeydir, nihai hedef hiçbir şey” yaklaşımını çok belirtik bir şekilde eleştiriyor Lenin. Ama  bunlarla ilgili bir hesaplaşma yok Teori ve Politika’dan arkadaşlarımızda. Aslına bakarsanız, Teori ve Politikacı arkadaşların hiç de iyi bir “düzeltme” hamlesine rastlamıyoruz. Aksine hem özne konusunda, hem de politikanın bütün bilinebilir bilinç düzeylerinden ayrı yapılması gerektiği konusu ile ilgili söyledikleri noktalar, revize etmenin bile bazen ötesine gidiyor, yani o alanı likide etmiş gibi bir pozisyona getiriyor arkadaşları. O anlamıyla, her ne kadar baştan bu tür yenilik girişimleri, biraz böyle çirkin ördek yavrusuna benzerse de (sanki ilk etapta anlaşılmaz olan ama aslında iyi bir fikir gibi), aslına bakarsanız her yeni gelişim böyle alınabilir vaziyette değildir. Bu anlamıyla, bu revize etme eyleminin pek isabetli olmadığını düşünüyorum.

Bütün bunlardan sonra, ortaya çıkan ne oluyor, bunlar neye bağlanıyor diye baktığımızda, politik tezahür olarak, politik süreçleri izleyen ve destekleyen, ve kültürel formatta kalan bir pozisyon ortaya çıkıyor. Bu, bence onlar için iyi bir durum değil. Sendikal bir hareketi, demokratik bir hareketi ve hatta devrimci hareketi bile  destekliyor duruma düşmüş isek, bu bence yeterli bir pozisyon değil. Aksine böyle bir pozisyonla kendini sınırlıyor olmak, bugüne kadar bu türden, yani daha kültürel formatta kalma eğiliminde olan geleneklere, bir de böyle bir “destekleyici” gelenek ilave etmiş olur. O nedenle bu pozisyonu ben çok hayırla anmış olmayacağım. Bunun yerine, mutlaka kendi gücüne güvenen bir politik özne olmaya soyunmak gereklidir. Böyle olmadığı takdirde, bunun “kabul edilebilir bir eksiklik” olduğu şeklinde bir ele alış tarzını doğru bulmuyorum. Bu anlamıyla, bu süreç böyle bir formatla devam ediyor olduğu durumda da, biraz siyasal pratikten ve örgütsel görevlerden kaçınan bir profil ortaya çıkmış olacaktır. Bu da, aslına bakarsanız, ampirik olarak yeterince beslenmemiş bir fikirler bileşimini ortaya çıkarmış oluyor diye söylüyorum.

Benim şimdilik diyeceklerim bu kadar.

OTURUM BAŞKANI- Evet arkadaşlar, panelin başında yapmış olduğumuz programa uyamayacağız, teori ve pratik burada yine ayrıştı.

 

 

 

 

 

 

 

 

İKİNCİ OTURUM

 

OTURUM BAŞKANI- İkinci bölümü başlatıyoruz arkadaşlar, Marksizm alanın dışından, Özgür-Der’den bir arkadaşa söz vereceğiz. Ezilenlerin farklı bir cephesinden bir arkadaş, Kenan Alpay konuşacak, ama ben konuşmadan önce bir kez daha anımsatmak istiyorum: Kenan Alpay’dan sonra 3 konuşmacımız daha var, ondan sonra sözü siz konuklarımıza bırakacağız. Sözü Kenan Alpay’a bırakıyorum.

KENAN ALPAY (Özgür-Der)- Değerli arkadaşlar; hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Sözlerime Kur’an-ı Kerim’den bir ayetle başlamak istiyorum: Allah Teala şöyle buyuruyor: “…Biz istiyoruz ki yeryüzünde mustaz’aflara/ezilenlere lütfedelim, onları önderler ve varisler kılalım.” (28/Kasas-5)

Ezilenler kelimesi Kur’an-ı Kerim’de “mustaz’af” kavramıyla karşılık bulur ve mustaz’af kelimesinin tam karşılığı “mahrum bırakılmış, yalın ayaklı, açlık ve sefalet içerisinde bulunan”dır. Ayetin devamında geçen “önderler ve varisler kılalım” ifadesiyle de, Hazreti Musa’nın karşı karşıya kaldığı oligarşi’nin ezdiği kitlelere çıkış yolu gösterir. Hz. Musa’nın kendisine karşı kıyam ettiği oligarşi’nin tepe noktasında, siyasi liderliğin tepesinde Fir’avun vardır. Oligarşinin askeri kanadını Haman ve sermaye kanadını da Karun temsil eder. İşte Kur’an-ı Kerim’in, oligarşi’nin tepe noktasında bulunan Firavun’un yerine “mustaz’afları önder kılmak”, sermayenin tepe noktasını temsil eden Karun’un yerine de yine “mustaz’afları varis kılmak” ister. Yani Kur’an siyasal önderliği ve iktisadi kaynakları bizatihi mustaz’aflara, ezilenlere, yalın ayaklılara devretmek ister.

Şimdi, benim Özgür-Der’i temsilen burada olmam noktasına gelince, ben veya biz neden buradayız? Biz değişik zamanlarda, değişik platformlarda farklı siyasal hareketlerin temsilcileriyle olduğu gibi Marksist ideolojiyi benimseyen siyasi hareketlerle, bu hareketlerin temsilcileri ile de ortak etkinlikler yaptık. Bazı konularda ortak tavırlar aldık. Bu tutum ve duruş bizim açımızdan, öncelikle ve özellikle belirtmek isterim ilkesel bir husustur.  Bu tutumumuz fayda veya kendini ispat  merkezli politik bir açılım değildir. Müslümanlar olarak İslam çizgisi dışında da olsa tüm insanlara karşı adaletle davranmamız gerekiyor. Size haksızlık yapmamızı Kur’an haram sayar ve engeller. Karşımızdaki insanlar Müslüman olmasa, İslam’ı kabul etmese ve İslam’ı yeryüzünden silmeye çalışıyor olsa bile, Kur’an bizim adaletsizlik yapmamızı asla onaylamaz. Ben bu ilkesel çerçeve içerisinde buradayım.

Teori ve Politika ekibini, farklı Marksist, Leninist, Troçkist veya anarşist siyasetler önünde kendisini tartışmaya açması ve bu tartışma zemininde Müslüman bir temsilciyi de konuk etmesi açısından takdir ediyorum.

Şimdi, burada daha çok benim değerlendirmeyi uygun gördüğüm husus, Türkiye’deki Müslümanlarla Marksistler arasındaki ilişki olabilir. Ben burada tutarlılık açısından şunun üzerinde durmak isterim: benim, Marksizmi ya da Marksist hareketleri analiz edip eleştirirken besleneceğim kaynak, Marksizmin temel değerleridir veya Marksist hareketi temsil eden kurumlardır. Ahlâki açıdan benim yapmam gereken budur. Tersinden düşünüldüğünde de, Marksist hareket içerisinde bulunan insanların da İslam’ı veya İslami hareketleri analiz etmek için başvurması gereken temel kaynağın Kur’an ve Hz. Muhammed’in örnekliği ve İslami hareket temsilcileri olması gerekir.

Nedenine gelince; benim Marksizmi liberallerden öğrenmem tutarsız bir şeydir, Kemalistlerden Marksist ideoloji ve hareketleri öğrenmem de saçmadır. Tersinden düşündüğümüz zaman da, İslami hareketi, Müslümanları, Kur’an’ı kapitalist Batı’nın kapıkulu aydınlarından, liberalizmin maaşlı aydınlarından, akademisyenlerinden öğrenmek de tutarlılık değildir. Olması gereken bir tutum varsa, öncelikli olarak herkesi kendini temel referanslarında tanımladığı gibi tanımlamaktır, yani ben kendimi nasıl tanımlıyorsam öyle tanımlanırım, öyle tanımlanmak isterim.

Türkiye’deki Müslümanlarla Marksistler arasındaki ilişkilere dair ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde oluşturulan Irak’ta İşgale Hayır Koordinasyonu tecrübesi bizim açımızdan üzerinde durulmayı hak eden önemli bir süreçti. Özgür-Der olarak biz de Irak’ta Savaş Hayır Koordinasyonu içerisinde bulunduk. 2,5 yıl gibi bir zaman, istikrarlı bir biçimde hemen tüm etkinliklerine katılmaya gayret ettik, oraya güç aktardık. ISHK içerisinde yer alırken bizim için bir kriter vardı. ISHK içerisinde yer alan 150 küsur hareket, kurum vardı. Her hareket bizim için kendine özgü bir hareketti. Fakat bu tecrübeden önce de hiçbir zaman için mesela bir TKP ile ESP’yi, mesela bir İP’le HÖC’ü bir tutmadık. Hiçbir zaman için, bunların hepsi sol, sosyalist veya Marksisttir, bunların hepsi birdir gibi bir söylem sahibi olmadık. Bu tür bir tutumun doğru olmadığı açıktır. Kimin gerçek anlamda muhalif bir tutum sahibi olduğu, kiminse düzene ve egemenlere hizmet ettiği bellidir. 

Biz bu toplumu değiştirmeye, dönüştürmeye talibiz. Ben bir ideolojik hareketin mensubuyum, siyasi bir kimliğim ve bir hedefim var. Burada bulunan  herkes de böyledir. Benim için asıl olan iktisadi, siyasi, toplumsal, tarihsel süreç ve durumların sağlıklı bir analizini yapmaktır ve ben aynı sağlıklı analizin yapılmasını muhatap olduğum, aynı oturumu, aynı eylemi paylaşma gereğini hissettiğim insan ve kurumlardan da bekliyorum.

Ben fazla zamanınızı almamak için kısaca bir iki hususa değinmek istiyorum: Teori ve Politika’nın İslam ve Marksizm sayısına baktım, gerçekten ciddi bir emek sarf edilmiş. Fakat kanaatimce, burada ve birçok yerde gördüğüm gibi temel zaaflar var. 19. ve 20. yüzyıl konjonktüründe üretilmiş ve neredeyse kutsallık atfedilir hale gelmiş bilimsellik şablonuyla İslam değerlendiriliyor. Temel zaaflardan biri,  tartışmaya kapalı bir bilimsel paradigmadan bahsediliyor. Marksizmin tarih, toplum ve ekonomi değerlendirmesinden bahsediliyor ve bütün bunların hepsine bir bilimsellik sıfatı uygun görülüyor. Bir tarafta mutlak ilerlemeci bir tarih anlayışı var, diğer tarafta da o ilerlemeci tarih anlayışının dışında tarih dışı kalmış, tarihin akışına ayak uyduramamış ilkel bir zihniyet, ilkel bir anlayış var. Maalesef, özellikle İslam değerlendirilirken genel bir din çerçevesinde yapılıyor tüm değerlendirmeler. İslam dini genel bir din çerçevesinde değerlendiriliyor. Ne demek bu? Şu demek; genel bir “din tanımı” yapılıyor, ama “tanım”ın bizatihi kendisi ideolojik değil mi? Yani tanımlama çabasının kendisi ideolojik değil mi?

Mesela, bir tarafta Antik Yunan’ın çok tanrılı din anlayışı var, bu bir dindir, diğer tarafta tek tanrılı bir İslam var, bu da bir dindir.

Bir tarafta aristokrasi’nin kilisesi ve Katoliklik dini var, bu bir dindir, bir de kapitalizmin temel itici gücü olan Protestanlık var, bu da bir dindir.

Şimdi bunların hepsini bir “din” tanımı altında birleştirmek, tarif etmek mümkün müdür? “Din”in tanımını kim yapıyor ve kaç tür din tanımı var? Tartışmaya açık mı, kapalı mı? Dolayısıyla her siyasi hareket nasıl “ideolojik bir insan” tanımı yapıyorsa aynı şekilde “ideolojik bir din” tanımı da yapıyor. Dinin bilimsel tanımı diye bir şey olmaz, olamaz. Tıpkı bilimsel bir ideoloji olmayacağı gibi. Bu açıdan Batı merkezli tarih ve toplum okuma çabaları çelişkilerle malul olmaktadır.

Türkiye açısından, günümüz dünyası açısından bakacak olursak, bir tarafta TC’nin Diyanet teşkilatı var ve bu teşkilat Kemalist rejimin bekası için Müslümanların nefes aldığı her alanı kontrol altına almaya çalışıyor. Diğer taraftan Kemalist oligarşiye karşı mücadele eden İslami hareketler var.

Bir tarafta dün Yeşil Kuşak projesi, bugün Büyük Ortadoğu Projesi bağlamında emperyalizm ile işbirliği yapan “İslamsı” organizasyonların karşısında Filistin’den Cezayir’e, Lübnan’dan Irak’a, Özbekistan’dan, Filipinler’e, Sudan’a, Afganistan’dan İran’a, Çeçenistan’a kadar adalet ve özgürlük için başkaldıran, direnen bir İslam var, Dolayısıyla her din anlayışının, dine dayalı hareketin mutlaka kendi özgünü içerisinde değerlendirilmesi gerekiyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla, tanımlama mutlaka ideolojik bir perspektifin ürünüdür ve bu tanımlama da kendi içerisinde bir doğallığı taşımaktadır. Siz bir ideolojinin mensubu iseniz tanımlamak da sizin hakkınızdır. Ancak şu da önemlidir; karşı taraf da acaba kendisini sizin “bilimsel şablonunuz” içerisinde mi tanımlamaktadır?

Bu bilimsellik mevzusuna dönecek olursak, mesela, –az önce söyledik– Marksizm bilimsellik üzerinden kendisini tanımlıyor. Bilimin tanımlarına baktığımız zaman, “bilim nedir?” sorusunun cevabını birkaç farklı şekilde görebiliyoruz. Fakat genelde değişmeyen bir kuralı olan, determinizm’in eksiksiz, noksansız işlemesi karşımıza çıkıyor. Suyun kaynama derecesinde olduğu gibi. İşte bunun gibi herhangi bir kuralın istisnası olmayacak, olmaması gerekiyor, ama dinin tanımını yaptığımız zaman da, bunun da istisnası olmayacak, istisna burada kaideyi bozar. Dolayısıyla, o bilimsellik sıfatı ile hareket ettiğini iddia edenlerin, aslında bilimin kendi sıfatına, kendi tanımına, kendi çerçevesine uygun hareket etmediğini söyleyebiliriz.

Bilim tartışmaya, eleştiriye açıktır, din ise dogmatiktir. İşte genel olarak böyle tanımlanır bilim ile din arasındaki farklılık. Nereden aldık bu tespitleri? Mesela Orhan Hançerlioğlu’ndan aldık. Hançerlioğlu nereden aldı bu tanımı? O da Auguste Comte’un “Pozitivizmin İlmihali”nden tercüme etti. Al sana dinin tanımı budur, diye. Bizdeki aydınlanmış bilim adamları din tanımını kendi somutlarından kalkarak mı yapıyorlar yoksa tercüme mi ediyorlar? Onların da kaynaklarına baktığımız zaman, kapitalist Batı’nın burjuva aydınlarını görüyoruz. Emperyalizmin öncü gücü oryantalistlerin Batı-dışı toplumları tanımlarını, Batı-dışı toplumların “aydınlanmış ve ilerici” bilim adamı sıfatlı kişileri alıp kendi toplumlarına bir deli gömleği gibi giydirmeye kalkışıyorlar. Maalesef ideolojik hareketler içerisinde çok ciddi bir biçimde oryantalist teorilerin bizatihi buraya uyarlandığını, iktibas edildiğini, tercümeler yoluyla toplumun değerlendirildiğini görüyoruz.

Marksizm veya komünizm evet bir sınıf mücadelesidir, bir iktidar mücadelesi veriyor. Ama Türkiye’de özellikle, Marksizm denildiği zaman dinle kavgalı olan bir ideoloji anlamına geliyor. İlk akla gelen budur. Mesela bir örnek vermek istiyorum: Türkiye’de çok yaygın kullanılan sözlüklerden bir tanesi olan D. Mehmet Doğan’ın Büyük Türkçe Sözlük’ünde komünizm maddesini açıyorsunuz. Sözlükte şöyle yazıyor; “Komünist: Dinsiz, imansız. Ahlâksız” aynen böyle. Şimdi, peki komünizm bu mudur? Türkiye’de komünizm böyle mi anlaşılmalı veya böyle anlaşıldığı zaman doğru anlaşılmış olur mu? Ben olmaz kanaatindeyim, olmadığı kanaatindeyim, Tabii, buna en çok Marksist ideolojiye mensup olanların kendisi karar verecektir. Her ideoloji şu iddiadadır: “biz yeterince anlaşılamadık.” Marksizm yeterince anlaşılamadı. Bu şikayet her zaman vardır. İdeali anlamak ve yaşamak zordur. Ama anlaşılamamak konusunda Marksistlerin hareketlerinde çokça hatalarının olduğu kanaatini taşıyorum.

“Peki biz ne yapabiliriz?” sorusuna gelince, toplumun içerisinden gelen, toplumda bir taban bulmuş veya teorik olarak doğru şeyleri söylediğini, ahlâken tutarlı olduğunu düşündüğümüz insanlarla somut iş alanlarında beraber olunması kanaatini taşıyorum. Mesela, Irak’ta Savaşa Hayır Koordinasyonu’nu bu çerçevede olumlu bir örnek olarak görüyorum. İşkenceye, faili meçhul cinayetlere, F tipi cezaevlerinde uygulanan tecrite veya Filistin sorununa karşı veya Türkiye’deki darbe politikalarına karşı tutarlı olan insanların/kurumların her birinin bu noktada dayanışmasını, bu noktada birbirini desteklemesini ahlâki olarak, duygusal olarak ve ideolojik olarak karşılıklı birbirini tanıma, anlama noktasında yakınlaştırıcı bir politik araç, politik bir zemin olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, teorik tartışmaları yapmamız gerekiyor, fakat teorik tartışmaların bir noktada pratikte yapılacak işlerin beraberinde olacak şekilde sürdürülmesi gerekiyor.

Bir noktaya kadar kelami tartışmalar, felsefi tartışmalar tabii güzeldir, iyidir. Fakat bunların sosyal hayatta karşılığı olduğu kadarıyla güzeldir. Felsefeciler tartışıyorlar, ama tartışma dünyayı değiştirmiyor. Dünyayı değiştirecek olan o felsefi tartışmayı yapan insanların, hareketlerin, siyasi örgütlerin dünyayı değiştirme çabası içerisinde ne kadar gayretli ve tutarlı olduklarıdır. Bu gayrete ve bu tutarlılığa önem verilmesi kanaatini taşıyorum.

İngiltere gidiyor Hindistan’ı işgal ediyor, sonra Marx 1853’te New York Tribune’de  iki yazı kaleme alıyor. Marx bu yazılarında diyor ki, İngiliz emperyalizmi Hindistan’daki geleneksel yapıları kıracak ve buna bağlı olarak Hindistan’daki “insanoğlunun yazgısını yerine getirmesine” imkan tanıyan bir toplumsal devrime sebep olacaktır. Böylelikle İngiliz emperyalizmi Marx’a göre “tarihin bilinçsiz aleti” olarak “ilerici” bir rol oynayacaktır.

Marx emperyalizmin olumlu sonuçlarından bahsederken mealen “tarihin ilerlemesi ve bu barbarların medeni dünyaya katılması için, bu toplumların  tarih dışılıktan kurtulması için bu işgal olumluluk getirecektir” diyor. Yani Marx; Hindistan’da ve diğer Batı-dışı toplumlarda işçi sınıfının ortaya çıkacağı hayalini kuruyor. Bu bir tür Batı/Avrupa merkezli zihniyetin (oryantalizmin) bir tezahürüdür. Eğer bu perspektif üzerinden yürüyecek olursak o zaman aynı sözleri bugün Irak için de söylememiz kaçınılmaz bir durum. Bakın Iraklıların hepsi demokrasiden mahrum kimi Şii, kimi Sünni,  bilim çağında hepsi de namaz kılan, oruç tutan insanlar. Erkekler sakallı, kadınlar peçeli. Bu durumda dün İngiliz sömürgeciliğiyle Hindistan’a gelen medeniyet bugün de ABD emperyalizmi tarafından Irak’a getiriliyor. Bu da iyi bir şey, demokrasi gelecek, aydınlanacak insanlar. O zaman ne yapmamız lazım? Bugünün Marksistlerinin de Marx’la aynı şekilde bakması tutarlı olmak açısından, temel kaynaklara, referanslarına sahip çıkmak açısından gerekli. Bugünün Marksistlerinin Irak’ın işgaline, Afganistan’ın işgaline taraftar olması gerekir. Ama ben emperyalist işgallere taraf olan Marksistler görmedim burada. Sadece bu ülkelerdeki İslami direnişi destekleme noktasında tartışmaların olduğunu biliyorum, o da doğaldır. Bu tür değerlendirmeleri düşünmemiz gerekiyor, Marx’ın İngiliz emperyalizminin Hindistan’ı işgaline olumluluklar  yükleyen perspektifi ile ABD’nin Irak’ı işgaline şartsız ve kesintisiz bir biçimde karşı çıkan Marksistlerin perspektifi arasındaki çelişkiyi Marksizm veya sosyalist, devrimci hareket kaldırabilir mi? Ben kaldıramayacağı kanaatindeyim.

Dünyada büyük bir değişim yaşanıyor. Bugün yeryüzü coğrafyasının geniş bir bölümünde İslami kimlikli hareketler bir yandan emperyalistlere korkulu rüyalar gördürürken, kitlelere ümit oluyorlar. Tüm bu devasa gelişmeyi ABD’nin, CIA’nın ya da benzeri güçlerin komplolarıyla ya da geçmişteki birtakım icraatlarıyla izah etmek anlamsızdır. Soğuk Savaş döneminde yeşil kuşak projesi vardı. Bunu kimsenin inkar ettiği yok, ama bütün bir tarihin oluşumu, bütün bir toplumsal dönüşümü bir yeşil kuşak projesiyle veya bir komployla açıklamamız mümkün değil.

Burada bazı soruları gündeme getirmenin ve bu sorular üzerine tartışmanın faydalı olduğunu düşünüyorum.

Mesela Marksist hareketlerin sıkça kullandığı bir retorik olan “ezilen kadınların yanındayız” söylemi “ezilen Müslüman kadınların yanındayız” mesajını da içermekte midir? ML hareketlerin Müslüman kadınların uğradığı zulümlere ilişkin bir çözüm önerisi var mı? Mesela “kültürel haklar, ana dille eğitim hakkı” gasp edilemez siyaseti içerisinde “Kur’an öğrenme ve İslami bir kimlik ile toplumsal alanda örgütlenme hakkı” yer bulabilecek mi?

Bosna’da, Çeçenistan’da, Cezayir’de İslami hareketlerin öncü rolü dolayısıyla kitlesel kıyımlar yapıldı. Ezilenlerin siyaseti söylemi bu konularda nasıl bir politika üretti? Filistin’de İslami Cihad ve Hamas, Lübnan’da Hizbullah ve son olarak Irak’ta emperyalist işgallere karşı İslami hareketler başkaldırıyor. ML hareketler bu konularda ne söylüyor?

İslami hareketleri oluşturan Müslüman kadın ve erkekleri Marksist perspektif nasıl tasvir ediyor? Aydınlanmamış, bilimsel algıdan nasibini almamış veya tarih-dışı zihin sahipleri olarak mı görüyorsunuz Müslümanları? Müslümanlara ve İslam’a dair Türkiye’deki Marksist hareketler hangi sözü söylüyor?

İşte bütün bunları düşündüğüm zaman, İslami hareketlerle ilgili olarak Marksist hareketlerin Batı merkezli kalıplaşmış söylemlerin dışında, köklü ve vakıaya dayalı analiz yapması kanaati bir kez daha ve iyice belirginleşiyor. Eğer, Marksist, Leninist, Troçkist, Maocu veya anarşist hareketler İslam’ı değerlendirecek, İslami hareketlere ilişkin bir şey söyleyeceklerse, bunu Batı’daki kapıkulu aydınların, entelektüel-akademisyen kılıklı ajanların tezlerini tercüme edip devşirmemeliler. Onları burada iktibas etmemeli, onları Türkçe’ye tercüme etmemeliler. Oryantalistlerin acentesi gibi davranmamalılar.

Ben, yayıncılık yapıyorum. 1988 yılından bugüne kadar yayınevimiz (Ekin-Yöneliş) 100’ü aşkın kitap yayınladı. 15 yıldır aylık bir dergi olan Haksöz’ü yayınlıyoruz. Türkiye’de herhangi bir ideolojik  hareketin mensubu tarafından, devrimci bir hareketin yayın organında İslam veya İslami hareketlerle  ilgili dergiye iktibas edebileceğimiz bir metin göremedik. Ki bu metni bizim çevremizdeki insanlar tartışsınlar, bilsinler sol/sosyalist hareketlerin perspektifinden İslami hareket şudur diye. Ama yayımladığımız makale ve kitaplar arasında Batı’dan birçok tercüme var. Batı’da, sömürgeci veya akademik kaygılarla bile olsa İslam’ı ve İslami hareketleri daha iyi analiz eden çalışmalar var…

(SORU)- Onlar oryantalist değil mi?

KENAN ALPAY- Tabii oryantalist ama objektif ölçülerle ve bilinçli bir yaklaşımla bu çevrelerin ürettiklerinden yararlanabiliriz. Öte yandan oryantalizm coğrafyaya has bir durum da değil. Bir zihin hali en temelde.Yerli oryantalistler de var. Oryantalizm memleketle, toprakla, milliyetle bağlantılı bir statü değil, zihniyetle ilgili bir statüdür. Mesela; Cengiz Çandar veya Ruşen Çakır oryantalist mi, değil mi? Oryantalizm kriterini belirleyen nedir ki? Kime hizmet ettiğiniz değil mi? Dolayısıyla, bu tür tartışmaları biz mutlaka yapmalıyız. Orhan Hançerlioğlu’nun sözlüğü ile İlhan Arsel’in, Turan Dursun’un kitapları ile bu iş hiçbir zaman sağlıklı bir sonuca doğru gitmez, gidemez. Ben kendi adıma söylemek istiyorum: Biz Alevi ya da Sünni değiliz. Biz kendimizi “İslamcı, siyasal islamcı, fundamentalist” vb sıfatlarla da tanımlamıyoruz. Biz sadece, elhamdülillah Müslümanız, diyoruz. Allah’a hamd ediyoruz. Bizim için Kur’an ve Kur’an-ı Kerim’i örnekleyen Hazreti Muhammed temel bir referanstır. Biz Kur’an’a aykırı herhangi bir ilişki içine girmeyiz. Eğer ben burada bulunuyorsam, ben referanslarım içerisinde burada bulunmanın uygun olduğu kanaatine vardığım için buradayım. Dolayısıyla, bu noktada İslami harekete ilişkin yapılacak tanımlamalar, özgün tanımlamalar olmak durumundadır. Çünkü siz Marksistler toplumu değiştirme, dönüştürme gayreti içerisinde olan hareketlerin insanlarısınız. Ben, devrimci hareketleri bütün olumsuz şartlar içerisinde ayakta durmaya çalışan, bütün imkânsızlıklara rağmen imkân üretmeye çalışan küçük veya büyük, yaygın veya dar, derinlikli veya sığ hareketler olarak görüyorum ve bu noktada kendilerine saygı duyuyorum. İdeolojik anlamda kaygılarını saygıdeğer buluyorum. Bu noktada sizlerle arkadaş olmaktan, dayanışmaktan, sizi davet etmekten, davetinize icabet etmekten kendim ve arkadaşlarım adına mutlu oluyorum.

Bir cephe mantığı ile düşündüğüm zaman, bir tarafta ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri var, diğer tarafta da emperyalizmin bu tahakkümünü kırmak, küresel kapitalizmi yok etmek için çalışan hareketler var. Ben kapitalist emperyalizme karşı mücadele eden hareketlerden birinin, İslami hareketin içerisindeyim. İslami hareketin bir ferdi olarak “küreselleşen emperyalizme karşı küreselleşen intifada”nın içerisinde yer alan bütün hareketlerle –tutarlı ve ahlâklı olmak kaydıyla– dayanışmanın da kendi adıma bir zorunluluk olduğunu düşünüyorum.

Teşekkür ediyorum.   

OTURUM BAŞKANI- Biz teşekkür ediyoruz.

Kenan Alpay’ın daha sonraki konuşmasında, sol hareketin İslami harekete yaklaşımında çeşitli evrimleri var mı, yok mu? Özel olarak Teori ve Politika’nın bu yaklaşımlarına dair somut örnekler vermesini de isteyeceğim.

Sözü Muzaffer’e bırakıyorum.

MUZAFFER KAYA (Direniş Gazetesi)- Ben olabildiğince toparlamaya, yani uzun tutmamaya çalışacağım.

Arkadaşlar; Teori ve Politika’nın 10 yıllık bir yayın hayatı var, 36 sayı çıkmış durumda. Çok yüklü bir külliyat var yani, ben bu külliyatın tamamına dair bir şey söyleyebilecek durumda değilim, daha ziyade merkezi önem taşıyan konularına değinmeye çalışacağım.

Bu 10 yıllık yayın hayatı boyunca, Teori ve Politika temelde aslında bir tasnifçilik işi yaptı diye düşünüyorum. “Marksizm nedir? Devrimcilik nedir?” vesaire çeşitli tasniflemeler, yani sol harekete dair veya teorinin çeşitli alanlarına dair yeniden teorik konumlanma çabası. Bu arada şunu da söylemek istiyorum aklıma gelmişken; Teori ve Politika’nın politik konumlanışı meşru mu değil mi? Bu ayrı bir tartışma, o yüzden çok fazla girmeyeceğim, belki zaman kalırsa daha sonra konuşabiliriz onu.

Teori ve Politika’nın bir erdemi olarak şöyle bir şeyi vurgulamak istiyorum. Bu 10 yıllık teorik hayatları boyunca, çeşitli politik tutumlar da aldılar çeşitli dönemlerde. Örneğin, 1996 1 Mayısı’nı hatırlıyorum, o zaman Kadıköy alanında yaşanan çatışmalardan sonra bu çatışmalara katılanları barbar, vampir vesaire olmakla suçlayan bir sol hareket de vardı, yani solda bir tartışma yaşandı hatırlarsanız.  Kimilerince akıldışı bir davranış olarak nitelendirilmişti. İşte böyle momentlerde ya da 19 Aralık gibi bir momentte Teori ve Politika genellikle devrimcilerin safında oldu, daha devrimci konumlanışlar aldı, pratik olarak olmasa da teorik olarak bu tür duruşları savundu. Bu bir değer benim için, ya da Türkiye’nin genel politikasında Kürt hareketine yaklaşımı ya da İslami harekete yaklaşımı, yine bu klasik aydınlanmacı modernist çizginin dışında bir yaklaşım sunduğu için bir değerdir. Bütün bunların, Türkiye’de tarihsel kökenleri var tabii. Onlara zaten Mehmet Güneş değindi. Hikmet Kıvılcımlı’dan bu yana devam eden bir gelenek var. Modernleşmeci, aydınlanmacı sol damarın karşısında Türkiye’de her zaman başka bir damar da olmuştur ve Teori ve Politika’nın da ben bu damardan beslendiğini düşünüyorum, zaten kendileri de bunu zaman zaman ifade ediyorlar.

Merkezi konular dedim, bunları üç başlıkta ele almaya çalışacağım. Bir tanesi Marksizmin kendisi ve krizi diyelim, Marksizmi tanımlamak ve onun krizi. Özne sorunu ve ezilenler meselesi ayrı bir merkezi önemde konu. Son olarak günümüzde devrimci mücadeleye bakışı Teori ve Politika’nın. Bu sonuncusunu daha fazla önemsiyorum tabii, çünkü doğrudan bütün bu teorik faaliyetin, 10 yıllık teorik faaliyetin birtakım siyasi sonuçları olması lazım. Ne gibi siyasi sonuçlar üretiyor? Teorinin de tabii bir değeri var, yani bazen doğru bir teoriyle yanlış teorik siyasi sonuçlar üretmek de mümkündür; onu da hesaba katarak söylüyorum.

Teori ve Politika Marksizmi, belki çok yeni değil, daha önce başka düşünürlerin de yaptığı tarzda, felsefe, bilim ve politika diye üç boyutta ele alıyor. Benim bu tanımlamaya itirazım yok, yani bu şekilde tanımlanabilir Marksizm. Burada önemli bir şey yaptı bence Teori ve Politika, yani teorik olarak değerli bir çabası var. Bilim ve politika arasındaki ilişkinin pozitivist, doğrudan aktarmacı bir ilişki olmadığını, bir bağlantı olsa bile her alanın kendi özgünlüğünü düşünmek gerektiğini ve içinde bulunulan konjonktürü de hesaba katmak gerektiğini vurguladı. Yani belli bir andaki politik tutumun da farklılaşabileceğini vurguladı. Bu anlamda, devrimci politikanın daha esnek, gerçek hayatla daha rahat ve daha çabuk ilişki kurabilmesini sağlayacak bir teorik açıklık getirmeye çalıştı. Bunu şuna benzetebiliriz; bir harita çizmekle o haritaya göre arazide yürümek arasındaki fark gibi bir fark tanımladı, işte bunlar ne kadar birbirlerine benziyorlarsa, o kadar birbirine benziyor bilim ve politika. Bu tür ayrımlar koymak ve bu alanların özerkliğini savunmak bence yerinde bir tutum. Teori ve Politika bunu belki fazlasıyla yaptı, ancak şöyle bir eksik olduğunu düşünüyorum, bu farklı alanlar arasındaki ilişkileri kurmada bir sorun yaşadığını düşünüyorum, yani bilim ve politika arasında doğrudan bir ilişki kurmuyoruz, ama nasıl bir ilişki kuruyoruz? Ne kadar bir ilişki var? Bağlantı hangi kanallar üzerinden gerçekleşiyor? Buralarda sıkıntı olduğunu düşünüyorum izleyebildiğim kadarıyla. 

Şimdi Marksizmin krizi dediğimizde ise, herhalde iki şeyi anlamak lazım. Bir tanesi, dünyayı açıklama yeteneğindeki zayıflama diyelim. Yani bir teorimiz var, ama o teoriyle direkt uyuşmayan gözlemler yapıyoruz, yani o paradigmamızın biraz istikrarını bozan, onun bütünlüğünü zedeleyen çeşitli gelişmeler oluyor, yani sınıf hareketi veya onun dışındaki dinamikler, yeni toplumsal hareketler vs… Bu işin bilim boyutu, yani bir bilimsel teori olarak, tarihsel materyalizmin açıklama gücündeki sorunlar diyelim. Bir yanıyla ise politikada, ki asil krizin yaşandığı alan burası, dünyayı değiştirme çabamızda yaşadığımız sorunlar. Bu alanda yaşadığımız kriz, yani sol hareketlerin gerilemesi vs. bu herhalde daha açık, ayan beyan ortada. Teorik olarak hiçbir sorun olmadığını söyleyenler olabiliyor, ama siyasi mücadelede bir kriz yaşandığı açık, o çok daha gerçek olan bir şey.

Teori ve Politika, bütün bu ayrımları yapıp kriz tartışması yürütürken şöyle bir sıkıntı yaşadı bence, çoğunlukla felsefi kaldı, yani felsefe alanında kalarak bilim savunusu yaptı ya da oradan çeşitli politik açılımlar yapmaya çalıştı. Ben, bilimi atlayarak ya da bilim alanında bir derinleşme, yani tarihsel materyalizmin kendisinde bir bilim içi çalışma yapmadan, felsefeden politikaya atlamanın çok sağlıklı sonuçlar doğurmayacağını düşünüyorum. Bu ayağı hep eksik kaldı Teori ve Politika’nın. Genellikle bir felsefe, hatta uzunca bir süre salt bir felsefe dergisi izlenimi veriyordu, son yıllarda ise biraz daha politik sorunlara girerek, biraz daha gerçek sorunlarla temas eder bir pozisyona geldi diyebiliriz. Bilime bakışında ise, yani felsefede durup bilime bakarken, postmodernizm ile bir hesaplaşma yapmak zorunda idi tabii. Bilimin tamamen reddi yaşanıyor şu anda ana bir eğilim olarak, yani postmodern düşünceler. Zaman zaman, Teori ve Politika’nın bunun karşısında pozitivist noktalara savrulduğunu düşünüyorum ben, yani aşırı bilimcilik yaptığını. Bilim sanki normatif düşüncelerden tamamen bağımsız olabilirmiş gibi, salt ve mutlak doğruları içerirmiş gibi zaman zaman aşırı bilimci noktalarda olduğunu gözlemledim. Bilimin de kendi içinde sürekli değiştiğini, o derece mutlak kestirimlerde bulunamadığımızı biliyoruz.

Bu bölümü şöyle toparlamak istiyorum: Marksizmin üç boyutunun (bilim, felsefe, politika) birbiriyle ilişkisini açıklama konusunda Teori ve Politika’nın sorunlu olduğunu düşünüyorum. Gerek felsefe bilim ilişkisi, gerekse bilim politika ilişkisi konularında genelde felsefenin alanında kalarak bir materyalizm savunusu sürdürüldü.

Başka bir merkezi konu, özne sorunu, şu anda dünyada ve Türkiye’de sosyalist hareketin, devrimci hareketlerin tartıştığı en önemli konulardan bir tanesi. Daha önce bir özne tartışması yoktu, işçi sınıfı yeterince kapsayıcı ve açıklayıcı bir kavramdı. Günümüzde ise bir özne krizi yaşandığını söyleyebiliriz. Bu tabii ciddi tartışmalara yol açıyor. Teori ve Politika bu alanda yeni bir şeyler söylemeye çalışıyor ve yeni bir kavram, hatta yeni bir şiar olarak “ezilenler” kavramını öne çıkarıyor. Daha önceki “işçiler birleşin” şiarına denk düşecek tarzda bir iddia ile, yani büyük bir iddia ile, “ezilenler birleşin” diyor. Teori ve Politika’ya göre artık yeni dönemin şiarı budur. O yüzden bunun üzerinde durmak lazım. Bu konuda Köz Dergisi’nden arkadaş da bahsetti. Ben de bazı sorular sormaya çalışacağım? Teori ve Politika’da Marksizmin, işçi sınıfının, devrimci olmanın vs. analitik tanımları yapılıyor, ama ezilen nedir? Ona dair analitik tanım ben göremedim, yeterince analitik bir çerçevesi yok. Oysa tasnifleme en çok yaptığı iş Teori ve Politika’nın bugüne kadar, burada ise bir tasnifleme yapmıyor nedense. Ezilenler deyince, Marksist bir örgüt de olabiliyor bu, kadınlar, köylüler, çevreci bir hareket, etnik bir grup vs., yani muazzam geniş. O yüzden açıklayıcılığı zayıf. Bu toplumsal ve siyasi grupların arasındaki farklılıkları da ortaya koymak lazım. Ezildiği için siyasete katılanlarla siyasete katıldığı için ezilenler arasında bir ayrım yapılmalı ya da ezilen bir kadınla, anti-nükleer hareketteki bir aktivisti karşılaştıralım, bu orta sınıf olabilir, beyaz olabilir, erkek olabilir vs. Hepsini ezilenler torbasına koymak ne kadar açıklayıcı? Bu biraz da sınıf dışı toplumsal hareketleri tanımlama çabası ile ilgili, yani bakıyoruz işçi sınıfının dışında da hareketler var bunları açıklamamız lazım, o zaman, ezme ezilme ilişkisinden yola çıkıyoruz. Ezilenler kavramı biraz muğlak ve belirsiz geliyor bana, daha analitik bir çerçeveye kavuşturulması lazım, yani tabii ki bu kavrama kavram olarak bir itirazım yok, yani hepimiz bunu kullanıyoruz zaten, ama yeni bir şiar var ortada, “işçiler birleşin” yerine “ezilenler birleşin” şiarının zamanı mı geldi? Tarihsel-toplumsal değişimler mi yoksa teorik gelişmemiz mi yeni bir şiarı zorunlu kılıyor? Bunun açılması, altının doldurulması lazım.

Evet, yine bununla bağlantılı bir şekilde gerçekten şöyle bir sorunumuz var. Bugün sınıf dinamiği ile, sınıf hareketi ile, kimlik kökenli veya belli bir konu üzerinden gelişen hareketler arasındaki ilişki üzerinde durmak gerekiyor. Yani savaş karşıtı hareket, çevre hareketi ya da kadın hareketi vs. bunların arasındaki bağlantılar, geçişkenlikler, çünkü bunların bir de kesişen kümeleri var, yani birbirlerinden tamamen bağımsız bir şekilde durmuyorlar, zaten sınıf dediğimiz hepsini birden kesen bir ayrım. O anlamda, bütün bu farklı dinamikler arasındaki ilişkileri tanımlayacak bir teorik açılıma ihtiyaç var, yani böyle bir sıkıntı olduğu kesin, ama bunu ne kadar çözebiliyoruz “ezilenler birleşin” demekle. Mesela, ben “halk” kavramının hâlâ politik açıdan oldukça işlevsel olduğunu düşünüyorum, halk dediğimizde hemen bir karşıtlığı koymuş oluyoruz, halk ve devlet ya da halk ve oligarşi vs. Daha önceden getirdiğimiz kavramları tükettik, bunların işlevi bitti artık denilerek “çokluk” ya da başka türlü kavramlar icat edilmesine karşıyım. En azından şimdilik hâlâ politik olarak işimizi gören kavramlar bunlar ya da bunun daha alt bileşeni olarak yoksullar, emekçiler vs. gibi politikada ihtiyacımız olan bütünleştirici kavramlarımız var, bu kavramlarla alabileceğimiz daha yol var diye düşünüyorum.

Bunların dışında devrimcilik meselesi ve bugün devrimci bir politika nasıl olmalıdır tartışması var. Teori ve Politika’nın son sayılarından birinde Melik Kara imzasıyla “Devrimci yıkıcılığın küresel yükselişi” başlıklı bir yazı yayınlandı. Ezilenlerle alakalı diğer yazılarda da yine benzer bir tartışma yürütülmüştü. Bu yazılarda ortaya konan düşünceye göre bugünün devrimciliği sistemde istikrarsızlık yaratmaktır, yani devrimci mücadele asıl olarak düzen içerisinde statükoya karşı istikrarsızlık yaratmaya çalışmalıdır, temel yönelim yıkıcılık olmalıdır. Çünkü artık kaybedecek bir mevziimiz yok, devrimciliğin yapıcılık ya da kuruculuk boyutu darbe almıştır, artık geçerli değildir, bütünüyle yıkıcı bir hat izlenmelidir.  

Burada, ben biraz daha Ortodoks bir pozisyonu savunacağım o yazıya karşı. Birincisi, varolan objektif koşulların oldukça karamsar bir yorumunun bu önermelere yol açtığını düşünüyorum, yani o kadar büyük bir güç var ki tepemizde, süper güç, artık bir mevzi yaratma imkânımız yok demeye getiriyor. Elbette bugün devrimci hareketlerin en azından bu coğrafyada siyasi iktidarlara karşı bir cephe savaşı yapamayacağı açık, yani onu herhalde rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama aynı rahatlıkla bugün yaratılacak mevziler olduğunu da söyleyebiliriz. Aksi takdirde devrimci harekete şu önerilmiş oluyor, “El Kaide tarzı bir örgütlenme” ya da “1970’li yılların MLSPB’sine benzer bir örgütlenme”, kitle bağlarını da önemsemeyen bir “öncü savaş” ön görülüyor. Mesela Kara’nın yazısında El Kaide ile Latin Amerika solu karşılaştırılıyor, hatta Nepal’daki Maoist gerillalar karşılaştırılıyor ve diğerlerine karşı El Kaide tercih ediliyor, çünkü asıl olan istikrarsızlık yaratmaktır. Bu yüzden statükoya karşı ideolojisi ne olursa olsun istikrarsızlığa yol açan her türlü hareketi desteklemeyiz vs.

Devrimciliğin yapıcılığı ile yıkıcılığı ayrıştırılıyor birbirinden, sadece yıkıcılık geçerli kabul ediliyor, hatta “devrime rağmen bir devrimcilik” tanımı var ki bu çok önemli, çünkü “devrim yapmak”la “devrimci olmak” arasındaki bağlantı koparılıyor. Ben, açıkçası koparılamaz diye düşünüyorum. Yani devrimci olmak, devrim yapmaya öncelenebilecek bir şey değil. Bir şeyi yaptığınızda öyle oluyorsunuz zaten, bu aynı zamanda felsefi bir tartışma, olmak ve yapmak arasındaki ilişkiyi kategorik olarak bölemeyiz diye düşünüyorum, yani devrimcilerin somut olarak işi hâlâ devrim yapmak ve devrim yapmaya çalıştığınız için devrimci oluyorsunuz. İçinde bulunduğumuz dönemde “devrim yapan devrimcilikten devrimci olan devrimciliğe” geçildiği iddia ediliyor. Bana biraz tuhaf geliyor açıkçası, yani bu tarz bir ayrım bırakalım işin felsefi boyutunu ne gibi bir politik ihtiyaç üzerinden geliştiriliyor ve nasıl politik sonuçlar doğurabilir? Siyasi iktidarı alma hedefiyle yürütülen devrimci mücadelede sürekli yeni mevziler yaratma çabasını değersizleştirip onu salt bir yıkıcı faaliyete indirgiyor Teori ve Politika. Hatta “araziye dağılmak” gerektiği söyleniyor. Yani tutunabileceğimiz hiçbir yer yok, araziye dağılalım öyleyse. Bu yaklaşımın biraz imparatorluk tezlerinden etkilendiğini düşünüyorum ben. O kadar büyük bir güç var ki üzerimizde, yapacağımız şey araziye dağılmak ve sürekli “bozgunculuk” yapmak, yani bozgunculuk yapılmasına da karşı değilim, ama bozgunculuk ve kuruculuk koparılamaz, yani hepsi aynı anda geçerli, hele ki örgütlü mücadele yürütüyorsanız bu ihtiyacı çok daha fazla hissedersiniz. Mesela, İslami hareketten örnek veriliyor, El Kaide’nin 11 Eylül saldırısı gibi. 11 Eylül’ün parlaklığı biraz gözümüzü kamaştırıyor galiba.  Ama dikkat edersek o “bozgunculuğun” altında da bir yapıcılık var, yani İslami hareketi bütün o farklı gruplarıyla düşünelim, ciddi bir yapıcılığı da var onun, sadece yıkıcı değil, çok ciddi taban örgütlenmeleri var, dayanışma örgütleri var, muazzam mevzileri var, yani bütün o örgütlenmelerin üzerine kurulu bir yıkıcılık var orada. Onun sadece yıkıcılığını görürsek işin örgütlenme, o tutulan mevziler vs. kısımlarını görmeyiz, yani orada da bir yanlış bakış var bence, onlar da salt yıkıcı değiller, yıkıcı ve yapıcılar aynı anda.

Şöyle ilginç bir eylem çizgisi önerilmiş oluyor; 1970’li yıllarda radikal hareketler oldukça iyimser değerlendirirler objektif koşulları ve bundan kaynaklı bir radikalizm vardır, yani öncü savaşı vesaire. Çünkü suni bir denge vardı ve her an o suni dengeyi bozabilirdik, bu eylemli bir radikalizm getiriyordu. Şimdi ise; objektif koşulları çok kötü değerlendiriyoruz, bence olduğundan da daha kötü değerlendiriyoruz, ama yine aynı eylem çizgisi, yani o ikisi eylem çizgisinde birleşiyor, çünkü sadece yapabileceğimiz şey istikrarsızlık yaratmak bugün.

Bir de şöyle bir sorun var: Sistem zaten sürekli istikrarsızlık yaratıyor, yani kapitalizm savaşlarla, ekonomik krizlerle vesaire sürekli istikrarsızlık yaratıyor, zaten öyle bir gerçek var, buradaki sorun o istikrarsızlık durumlarında ya da kriz momentlerinde inisiyatif alacak bir güç değiliz, yani inisiyatif alamıyoruz ve bu krizler gelip geçiyor. Sol içi tartışmalarda çoğu zaman şöyle bir varsayımdan hareket ediliyor; hazır bir güç var elimizde, onu nereye sevk etsek, Teori ve Politika’nın deyimiyle “atlarımızı Roma’ya mı sürelim yoksa Roma’dan mı sürelim”. Önce kaç tane atlımız var diye sormak lazım. Devrimci hareketin sorunu güç oluşturmak şu anda ve buna dair teorilere ihtiyacımız var aslında. Bugün sorun bu noktada bence ve buradan doğru bakmak lazım.

Peki devrimci yıkıcılıkla yapıcılığı nasıl bağlayacağız? Yine bir bağlantı sorunu var Teori ve Politika’nın, yani yıkıcılıktan devrim yapmaya geçiş arasında bir ilişki sorunu var. Bu durum Teori ve Politika’nın genel bir problemi gibi geliyor bana, bölüyor ayırıyor, ama birleştiremiyor, ondan sonra da bırakıyor ayırdığı gibi. Herhalde çok fazla örnek vermeye gerek yok, örneğin Ekim Devrimi, orada bir savaş ve kriz momentinde Bolşevikler inisiyatif alabildiler, çünkü olağanüstü işçi örgütlenmeleri, ciddi halk örgütlenmeleri vardı, böyle yapıcı tarafı da vardı, yapıcılık ve yıkıcılık rahatlıkla görebileceğimiz tarzda iç içe geçmişti.

Bir de, bence özgün bir yaklaşım ama çok ileri götürüldüğünde problem yaratacağını düşünüyorum; ideolojileri o kadar önemsemiyor Teori ve Politika, yani ideolojilere değil de öznelerin eyleyişine bakalım diyor, yani statükoyu yıpratıyor mu, yıpratmıyor mu? Onun hareketi, yani fiili varlığıdır belirleyici olan diyor. Ben de, siyasi öznelerin, ideolojilerin kölesi olduğunu düşünmüyorum. Salt ideolojik analiz yanlış değerlendirmelere götürebilir.

Sosyalist hareket geçtiğimiz yüzyılda önemli iktidar deneyimleri yaşadı. Bugün biz bu deneyimlerin özeleştirisini yapıp, yani Sovyetler Birliği başta olmak üzere sosyalizm deneyimlerinin özeleştirisini yapıp, mutlaka program sorunlarını tartışmak zorundayız. Alternatif bir dünya tasarımı hâlâ çok önemlidir. En az bunun kadar önemli olan başka bir konu ise strateji tartışmalarıdır. Bugün, devrim stratejisi üzerinde ciddi ve hararetli tartışmaların yapıldığını söylemek mümkün değil. İşte bilim ve politikanın kesiştiği alan burası, strateji oluşturmak, Teori ve Politika’da bu yok mesela, sadece taktik var, bir de teori var, ikisinin arası ise boş, yani strateji tartışması hiç yok. Teori ve Politika’nın bu eksikliği belki de onun pratik konumlanışıyla alakalı bir şeydir. Çünkü, nihayetinde pratik konumlanma düşüncelerin oluşumunu, nelerin önceliğe alınacağını etkiler. Ben de böyle bir sorgulama yapmış olayım.

Ben burada keseyim, daha sonra birkaç şey daha var, ama ikinci bölümde söz gelirse tekrar oradan devam ederiz.

OTURUM BAŞKANI- Muzaffer’le birlikte yavaş yavaş ayrıntılara girdik, ama 1,5 saat zamanımız kaldı. Bozgunculuk ve yapıcılığın bir arada yürütülmesi gerektiğini ifade etti Muzaffer arkadaşımız.

Sırada, yine değişik bir yelpazeden bir arkadaşımız var, Siyahi Dergisi’nden Kürşad Kızıltuğ.

KÜRŞAD KIZILTUĞ (Siyahi Dergisi)- Öncelikle geleneği oluşturma meselesinden bahsetmek istiyorum. 9 sene iyi bir zaman, hele ki bir siyasi angajmana, yani bir örgütlü yapının varlığına dayanmaksızın, sadece teorik bir inşa alanında politik bir problem koyup, sarsıntıya uğramadan 9 sene bir yayın çıkarmak, galiba epey az bulunan bir örnek. Bence, buradan eğer iyi gidilirse çok şey çıkar, bir ekol de çıkabilir, başka şeyler de. Bunun politik sonuçlarını değerlendirmek, açıkçası bana düşmüyor, zira burada hepsi de kendisini Marksist olarak tanımlayan birçok sosyalist arkadaşımız var ve kendilerince haklı oldukları birtakım değerlendirmeler yapıyorlar.

Buradaki konumum itibariyle başka bir açıdan bakmak istiyorum: bunun da kimi nedenleri var. Çıkarttığınız derginin, bizim çıkarttığımız dergi gibi teoriyle ilgilenen bir dergi olması, bir şekilde bir yakınlık hissini doğuruyor. Eninde sonunda, teori –burada teori hakkında görüş bildiren diğer arkadaşlarım gibi düşünmüyorum– çok uzun ve karmaşık dolayımlar yoluyla da olsa topluma etkir, teori (söylemleri, ideolojileri, siyasetleri) kurar, teori inşa eder. Mesela bunu Marx’tan hareketle de söylemek mümkün: işin beni de ilgilendiren kısmına meseleyi bağlayacağız. Marx 1848’ten sonra –bildiğim kadarıyla– Fransa’dan da ihraç edildikten sonra, İngiltere’ye yerleştiği zaman British Museum’un kütüphanesinde yıllar süren araştırmasını yapmaya başlıyor ve birçok çileli süreçlerden geçiyor. Engels’in para yardımları, çeşitli gazetelere para ile yazı yazmak gibi bir sürü başka zorluklarla uğraşıyor. Ama siyasi hareketle hep bir ilişkisi var. Kafasında çok temel bir meselesi var ki burada en trajik olan şudur: Planladığı çalışmanın sanırım yaklaşık on ikide birini filan gerçekleştirebiliyor. Engels’e yazdığı mektuplarda Kapital’i 6 bölüm olarak tasarlıyor, 6 bölümün 1’inci bölümü aslında bugün elimizdeki 3 cilt. Bu üç cildinse sadece ilk cildini yayınlamaya ömrü yetiyor. Bu kadar büyük bir teorik inşa meselesini, kendi hayatî sorunu haline getiren bir düşünür, ister istemez bütün 19. yüzyıl sosyalistleri arasından sıyrılıyor ve sosyalizmler arasındaki bir sosyalizmin, 20. yüzyıla doğru ve daha sonra 20. yüzyıl boyunca dünyadaki bütün sosyalist hareketi etkilemesine yol açıyor. İşte bu teorinin gücüdür. Elbette başka saiklerle de açıklanabilir. Mesela, 19. yüzyılın ulus-devletlerin kuruluş çağı olması ve Marksizmin komünizme geçişi bir devlet yoluyla tasavvur etmesiyle de açıklanabilir. Bu, Marksizmlerin, –Marksizm’ler diyorum, çünkü dünyanın farklı yerlerinde hayat bulan sosyalist pratikler ister istemez birtakım Marksizm yorumları da ortaya çıkartıyor– kendi zamanlarının konjonktürel ihtiyaçlarına karşılık gelen bir ilerleme, kalkınma, gelişme, sanayileşme, bağımsızlık modeli, bir sömürgecilikten kurtuluş modeli olarak da işlevlendirilebilmesine müsait olmasından ya da müsait kılınmasından da kaynaklanmıştır. Ne var ki teorik gücü olmasaydı bunlardan hiçbiri mümkün olamazdı.

Uzunca bir zamandır Marksizmi sosyalizmin ta kendisi olarak düşünmüyorum, uzunca bir zamandır diyeyim, yani 7-8 seneden beri Marksizm dediğim zaman, şöyle bir geri adım atıyorum, Marksist sosyalizm diyorum, çünkü daha önce de sosyalizmler vardı, daha sonra da sosyalizmler var oldu. Şöyle bir şey yaşandı: iktidarı eline alanın, tarihi yeniden yazmak gibi bir kudreti olduğundan ötürü, tarihin öncesine bir daha dolaysızca bakmak şansımız kalmıyor. Bundan ötürü, tarihsel materyalizme veya Marksizmin gelişimine hasredilmiş birtakım çalışmalarda da görüldüğü gibi Marksizm dışındaki diğer sosyalist/komünist akımlar, sosyalizmin bir tür prehistoryası, tarih öncesi haline getiriliyor, küçümseniyor. Bir tür ilkellik atfediliyor onlara, bir tür çocuksuluk atfediliyor, bir tür kavrayışsızlık, ama en önemlisi de bu: bir tür kavrayışsızlık atfediliyor. Mesela, bu Marx’la Bakunin, Marx’la Proudhon arasındaki tartışmalarda da vardır. Marx’ın müthiş haşiyeli diliyle çok iyi başardığı bir şey vardır: ham kafalıkla, anlamamakla suçlar, “filisten”likle suçlar. Sonuçta gerçekten de dünyayı değiştirmeyi hedefleyen bir kişinin, dünyayı değiştirmek isteyen bir harekete ruh vermek isteyen bir kişinin kurduğu çok güçlü bir teorinin verdiği güven duygusuyla başka sol akımlara karşı böyle küçümseyici davrandığını, bugünden baktığımda söyleyebilirim.

Teori ve Politika’ya bu nasıl gelip bağlanıyor? Şöyle bağlanıyor: Teori ve Politika Dergisi demin arkadaşın da söylediği gibi başlangıçta çok daha felsefe ağırlıklı bir dergi olarak görülüyor. Ama daha sonra siyasete, daha doğrusu siyaset felsefesine ve pratik siyasete dair bir dergi olarak kendini yeniden kurmaya başladı ve bu döneminde başka yönlere doğru bakmaya başladı. Az önce arkadaşımızın belirttiği gibi, mesela “İslam ve Marksizm” diye bir tartışma yaptı. 90’lı yıllarda Türkiye’de de tartışılmaya başlanan birtakım Marksist teorik problemlere yönelik tartışmalar yaptı. Ağırlıklı olarak Türkiye solunda çok az tanınan Murray Bookchin’in toplumsal ekoloji düşüncesi üzerinden, ama genel olarak da ekoloji meselesi üzerinden  “Marksizm ve Ekoloji” adlı bir sayı yaptı. Sonradan çok enteresan bir nedenle, Abdullah Öcalan’ın çok fazla bahsetmesi sayesinde gittikçe solda çok fazla tanınmaya başlanan bir figür haline geldi Bookchin. Onlar, o sayıyı yaptıklarında toplumsal ekoloji düşüncesinin bugün Kürt hareketi tarafından bu kadar benimsenip yeniden işlevlendirileceğini tahmin ederler miydi bilmiyorum, hiçbirimiz tahmin etmezdik, hatta ilk duyduğumuzda şaka filan zannetmiştik. “Abdullah Öcalan bu kadar çılgın mı?, hadi canım anarşist mi oldu?” falan diye, sonra baktık ki gerçekten Bookchin’i, anarşizmi okuyor ve gerçekten acil bir politika ihtiyacı üzerinden çeşitli yorumlar yapıyor. Bunu bir kafa karışıklığı olarak gören insanlar var, anarşist cephede de çok eleştirilmeye başlandı, Marksist solda bayağı çok insan bu konuda eleştiriler yazdı. Teori ve Politika’nın da bundan sonra bu konuda ne yazacağını merak ediyorum. İşte bu gibi örneklerin de gösterdiği gibi Teori ve Politika etrafına bakmaya başladı. Bu, bizim ülkemizde çok alışkın olmadığımız bir şey: “etrafına bakmak”, bu “etraf” çok geniş, çünkü etrafınızda başka Marksist oluşumlar olduğu gibi, sosyalizmi farklı şekillerde yorumlayan özgürlükçü, devletçi, işçici gibi çeşitli sıfatlarla adlandıran çeşitli sosyalizmler olduğu gibi sosyalist olmayan başkaları da vardır, mesela yeni toplumsal hareketler dendi bunlara. Anarşizm de Türkiye’de yeni yeni bir siyasi hareket haline gelmeyi hedefliyor, bu şekilde bir çaba içerisine girdi. Anarşizm, ekoloji, feminizm gibi sosyalizm dışı sol ve muhalif akımlar da vardır etrafınızda.

Şimdi, Marksistlerde genelde tersinden okuma vardır, bunu bir suçlama olarak söylemiyorum,  –ben de bir zamanlar kendimi Marksizm içinden tarif eden bir komünisttim. Mesela, Stalin’den anarşizm öğrenmek, Lenin’den Troçki’yi öğrenmek, Lenin’den Rosa Lüksemburg’u öğrenmek, Althusser’den işte filancayı öğrenmek gibi yöntemler çok olmuştur. Bu biraz Türkiye’nin kültürel hayatındaki zayıflıklarla da alakalıdır muhakkak, ama başka bir şeyle daha alakalı. Bulunduğu konumu terk etmeden, başka bir konum hakkında fikir sahibi olmak istediğin zaman güvenli pozisyon elde etmek istiyorsun. Yoksa elimi verirsem kolumu kaptırırım düşüncesi var, yani acaba anarşizmi, diyelim ki  Kropotkin’i okumaya başlarsam eksen kayar mı, ya da oturup Althusser’i okumaya başlarsak eksen kayar mı? Teori ve Politika’nın dikkate değer tarafı buydu, hâlâ da buna devam ediyor, hiç böyle bir endişeleri yok. Eksen kayar ya da kaymaz gibi bir kaygı duymaksızın, politik problemlerine cevap aramak için çeşitli yerlere bakıyorlar, anarşizme bakıyorlar, Postmodernizme bakıyorlar, Batı Marksizmine, İslamiyete, çeşitli yerlere bakıyorlar.

Şimdi, bir sürü şeyden bahsedildi bu dergi hakkında, kaldı ki ben bundan çok daha ayrıntılı bahsedemem, o kadar da hâkim değilim bu dergiye. Ama mesela, şöyle geçen gün oturdum çıkardım: 19-20’nci sayısında “Anarko-sendikalizm ve KESK” diye bir başlık var, yazının içeriğinden bahsetmiyorum. Bu çok ilginçtir, birileri oturup KESK’in mücadelesinden bahsederken Anarko-sendikalizm kavramını başlığa taşır, ister eleştirsin ister eleştirmesin, ama bu konuya bir ilgi var. Bir diğer örnek, 21’inci sayısında küreselleşme karşıtı muhalefet hareketi bir dosya boyutunda ele alınmış ve Kara Blok’un o dönemki metinlerine yer verilmiş. Daha sonra, 26’ncı sayısı olan “Mücadelenin Yeni Dönemi”nde de yine küreselleşme karşıtı harekete yönelik yazılar var. Ayrıca dönemden sonra, özellikle Cenova döneminden sonra çeşitli yazılarda küreselleşme karşıtı harekete ve bunun anarşizm ile olan ilişkisine de tabii ki değiniliyor Teori ve Politika tarafından.

Bu meseleye yönelik başka değiniler de oldu, “Devlet ve Devrim” sayısında, mesela özel bir problem, bir gerilim olduğunu hissediyorsunuz, çünkü biri kendisini tarihsel haklılık konumundan hareketle tanımlayan, ama yenik bir devrimci akım olan anarşizm ile diğer tarafta devrimi başarıya ulaştırmış bir teorisyen olan Lenin tartışılıyordu, bu da gerçekten çok rastlamadığımız bir şeydir. “Bolşevizm ve Anarşizmler” diye Hobsbawm’dan yapılmış bir çeviri var örneğin bu sayıda. Demin sözünü ettiğim “Ekoloji ve Marksizm” sayısında da ister istemez tabii Murray Bookchin’in ve toplumsal ekoloji  alanına girince, liberter düşünce alanına da giriliyor; “Ezilenlerin Marksizmi” sayısında da hem Metin Kayaoğlu’nun hem Ali Avcı’nın yazısında Bakunin ve Marx arasındaki tartışmalara dair birtakım saptamalar var; çok da ilginç, gerçekten çok ilginç ve bir anarşisti dehşete düşürecek sözler var. Dergiyi zaman zaman takip eden biri olarak dehşete düşmedim ama bahsi geçen yazının henüz başında, “Ne diyorlar, yani Lenin anarşist mi şimdi” filan diye kendi kendime epey şaşırmıştım. Bu bana 1917’de Lenin Devlet ve Devrim’i yazdığı zaman o zamanki anarşistlerin düştükleri şaşkınlık ve yakınlaşmayı  hatırlatıyor. Orada sonu hüsran oldu o ayrı mesele; ama en azından orada bir hadise vardı, yani bir toplumsal devrim meselesini düşünen farklı cephelerden insanlar var, ve bu insanlar belli dönemlerde yakınlaşabiliyorlar.

Şimdi, bunların içinde eksikler de var, şimdi biraz eksiklerden bahsedelim: Mesela, anarşizme, ya küreselleşme karşıtı hareketle gündeme gelen bir olgu olarak dergide yer veriliyor ya da çok tarihsel bir tartışmada, diyelim ki 1. Enternasyonal’deki Marx - Bakunin tartışmaları üzerinden, Ekim Devrimi üzerinden Lenin ile anarşizm ilişkisi üzerinden bakılıyor. Ben, burada bir eksiği fark ettim, böyle durup dururken; Allah Allah dedim, yani burada bir şey eksik, şimdi şüphesiz anarşizme anarşizm adını veren kişi Proudhon’dur, evet Marx onun defterini dürdü. Bakunin, onu bir siyasi hareket haline getirdi ve Marx onun da defterini dürdü. Stirner anarşist değildi, hiçbir zaman kendisini anarşist olarak tarif etmemiştir, anarşistlerin de çoğu zaten sevmez Stirner’i, fakat Marx ve Engels ısrarla onun anarşist olduğunu söyleyerek onun da defterini dürdü.

Oysa daha sonra, 1900’lerin başlarından itibaren Rusya’da, Kropotkin gibi bir adam var. Coğrafyacı, antropolojik araştırmalar yapmış, ve komünizm kavramıyla anarşizmi birleştiriyor. Kaldı ki bu yeni bir şey değil aslında, 19. yüzyıl anarşistleri arasında da komünizm kavramı var, kolektivistler, mütüalistler ya da komünist anarşistler var. Fakat bunu bir sistem haline getiren Kropotkin adlı çok ayrı, özel bir figür var. Daha sonra, başka daha bir sürü isim sayılabilir: Malatesta, Max Nettlau, Gustav Landauer gibi, Fransız anarşistleri, Meksika devriminde etkisi bulunduğu söylenen Ricardo Flores Magon gibi çok önemli anarşist figürler var. Bunların hepsi dünya devrim tarihlerinin figürleridir; benim için meselenin en önemli kısmı bu. Çin anarşizminden bahsediliyor. Mesela, Arif Dirlik’in Çin devriminde anarşistlerden bahseden koca bir çalışması vardır. Japonya’da, Hindistan’da, bir sürü yerde anarşizmden bahsediliyor, yani anarşizm sadece diyelim ki, bir Fransız ya da bir Rus akımı değil, çok Latin Amerikalı, çok Asyalı da bir akım aynı zamanda. Afrika’da bugün çok ciddi anarşist hareketler var.

Öyle olunca, insan şunu sorgulamadan edemiyor: Birincisi, tarihsel olarak yeraltına çekilmiş, itilmiş, yok olmuş, bir daha 1968’lerden sonra yeniden yerüstüne çıkmaya başlamış, yayılmış, –en önemlisini unutmadan lütfen anarşistler beni bağışlasın, yani İtalya’da çok büyük anarşist hareketler var, İspanya’da bir anarşist devrim var, gerçek bir devrim, yani öyle az buz bir şey değil, Ukrayna’da da anarşist komünler kurulmuş. Şimdi, bunlar çok önemli deneyimler, bunlar bence hangi cepheden bakarsa baksın komünistlerin deneyimleridir, ister anarşist komünistler olsun, ister Marksist komünistler olsun, bunlar komünist deneyimlerdir. Bunlar, mülksüzleştirme süreçlerinin, kolektifleştirme süreçlerinin, özgür üreticilerin işbirliğinin deneyimleridir. Konsey komünistleri de vardır, ama onu tartışmayı Marksistlere bırakıyorum. İşte benim eksik dediğim şey de bu: Şimdi bütün bu figürler, deneyimler atlanıyor ve anarşizm sadece Bakunin - Marx tartışması düzeyinde ve küreselleşme karşıtı hareketle gündeme gelen kısmıyla ele alınıyor.

Kropoktin’in Çağdaş Bilim ve Anarşi diye bir kitabı vardır, uzun uzun anarşizmin tarihini anlatır. Yaklaşık 200 sayfadır bu bölüm. Bu “Anarşizmin Tarihi” bölümünde şunu söyler, çok kritik bir laftır; “dünya tarihi iki ana akım şeklinde okunabilir; birincisi, imparatorlukların, egemenlerin, devletlerin akımı şeklinde gider. İkincisi, özgürlükçü işbirliklerinin, halk hareketlerinin, dayanışmanın, kolektivizm şeklinde gider” der. Biraz çarpıtmış olabilirim, ama bu sonuçta Kropotkinci bir anarşizmin özüne çok da ters değil. Böyle iki akım tarif ettiği zaman da, bu akımın tarihine uyabilecek birçok iz aramaya başlar. Bunu daha felsefi düzeyde Etikasında yapar, toplumsal ilişkiler düzeyinde ise Karşılıklı Yardımlaşma  kitabında yapar, ama nihayetinde toplumsal ilişkiler içerisinde bizatihi varolan komünal ilişkileri arar, yani devleti yıktıktan sonra kurulacak olan bir komünizmden bahsetmiyorum. Bunun zaten varolduğunu ve bu çizginin, bu hattın geliştirilmesi gerektiğini, bunun ilerletilmesi gerektiğini ve komünist bir topluma buradan geçilmesi gerektiğini söyler.

Şüphesiz kendisine Marksist bir teori politika dergisi sıfatını yakıştıran bir derginin ya da en azından öyle görebileceğimiz bir derginin, komünizm kavramına da herhangi bir antipatisi olmadığını görüyoruz, bu kısmını da tartışması gerekli görüyorum, tartışmadı diye suçlamıyorum, belki de günün birinde tartışacak. Kropotkin deyince aklıma ikinci bir mesele daha geliyor, şu ezilenler meselesi, ezilenleri eğer sadece işçi sınıfı, yani ücretli emeğiyle sömürülen insanlar, çalışanlar olarak tanımlamayacaksak daha geniş, daha işlevsel, daha konjonktürel bir tanım yapacaksak o zaman geriye dönüp bakmamız lazım. Böyle bir tanım 19. yüzyıl sosyalizminde vardı. Şimdi, benim için önemli olan, evet böylesi bir tartışmayı, Marksizmin, tarihsel materyalizmin kendi içinden bir teorik muhakeme yoluyla yürütmek de mümkün, ama bir de tarihsel olarak bu konuda başka akımlar ne demiş diye sormak da mümkün. Ben, Teori ve Politika’nın anarşizme böyle bir antipatisi olduğunu düşünmüyorum, belki de düşünülmemiş, belki de alışkanlık gereği bakılmamış, ama bundan sonra belki de bakılabilir, ben bakılmalıdır diyorum, yani burada aslında tam da anarşistlerin Marksizmin tarihini bilmeleri gerektiğini kadar ve onun teorik gücünü bilmeleri gerektiği kadar, Marksistlerin de anarşizmin çok önemli etik birtakım değerlerini bilmeleri gerektiğini söylüyorum.

Şimdi toparlayıcı son cümlem şu olacak: Teori ve Politika, hiç değilse şu az önce saydığım sayılarında küçük değinileriyle bile olsa anarşizmi korkusuzca, hatta bazı anarşist yazılara yer vererek, bir şekilde tartışabilmiş bir Marksist dergi olmasıyla benim için ayırt edici bir konum taşıyor. Bu, bence bütün sosyalistlerin dikkate alması gereken, yararlanacakları bir tavır, zararını görmeyecekleri bir tavırdır.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- 1996 yılında, derginin 3. sayısını çıkarttıktan sonra, İnsancıl Dergisinden Cengiz Gündoğdu’nun yazdığı bir yazı var, son cümlesini okumak istiyorum onun, “bu toplumda bir sorunu ciddiyetle tartışabilmek için, en azından 10 yıl o sorunu dönüp dönüp söylemek gerekir” diyor. 1996 yılında, Teori ve Politika’nın 3. sayısından sonra söylemişti bu sözleri, 37. sayımızda bu yazıya da yer verdik, her ne kadar Cengiz Gündoğdu ile dünyalarımız çok farklı olsa da.

Metin’e söz vermeden önce, arkadaşlar konuştu Metin, bu 10 yıl boyunca Teori ve Politika kendini anlatabilmiş mi? Arkadaşların söylemlerinden, konuşmalarından, görüşlerinden yola çıkarak, ne diyorsun?

METİN KAYAOĞLU (Teori ve Politika)- Ben, umduğumdan iyi bir tanınmışlık gördüm, yani bir bakıma sevinçliyim; arkadaşlar sağ olsunlar! Ama tabii bizim birçok konuda yanlış anlaşıldığımız hususunu da bu konuşmalar ortaya koyuyor, hani denir ya “anladı, ama yanlış anladı”. Hiç önemli değil. Bu tür bir tartışmanın konusu olabilmek, bizim için kıvanç vericidir. Sağ olun arkadaşlar!  

Bu arada şunu söylemek isterim: Bu bir teklif olabilir arkadaşlara. Bizim ortaya koymaya çalıştığımız özel konular dahil olmak üzere,  genel olarak bazı meseleleri derinliğine ele alacak ayrı tartışmalar yapmak çok iyi olacak; öyle görünüyor. Burada birçok eleştiri getirildi, bizim görüşlerimizle ilgili birçok değerlendirme yapıldı. Zaten söyleyeceklerim eleştirilere yanıt getirme amacını taşımıyor; bu,  sonraki oturumda da hakkıyla yerine getirilemez. Ama belirli konuların derinliğine ele alındığı toplantılar bu ihtiyaca yanıt verebilir.

Şimdi söyleyeceklerim, hatta bazı iddiaların da önemli kısmı muhtemelen tartışmayı ve eleştiriye açık nitelikte olacak; ama biz bu yıl içinde öğrenmeye, etkilenmeye açık bir pozisyon almak gerektiği kanaatindeyiz. Ayrıca,  biz geride bıraktıklarımızdan bir şey öğrenmiş değil miyiz? Bazı kapıları kapatmış, kilitlemiş anahtarını da suya atmış değil miyiz? Evet, öyleyiz. Ama gerektiğine inanırsak –iknaya açığız- suya dalıp o anahtarı çıkarmaya hazırız. 

Meramımızı ifade etmeye bir anlatının yardımıyla girişeyim. Nazım Hikmet küçük bir çocukken, anasının ahbabı Yahya Kemal evlerinde imiş bir akşam. Nazım yazdığı bir şiiri büyük şair Yahya Kemal’e göstermiş. Kedisi üzerine bir şiirmiş bu, şiirde benim kedim şöyle güzel, böyle azametli, şöyle hoş, böyle hoş diyormuş. Yahya Kemal, kedinin özelliklerinin abartıldığını hissetmiş ve  “getir şu kedini göreyim” demiş. Nazım’ın kucağında odaya giren kedi kavruk kuvruk, şiirde anlatılan, betimlenen kediye hiç uymuyormuş. Yahya Kemal şiiri beğenmiş tabii… gerçek kediyle şiirde resmedilen kedi arasındaki farkı görmüş, “sen iyi bir şair olacaksın, büyük bir şair olacaksın” demiş.

Şimdi, bizim şu geçen yıllar boyunca cismimiz olarak, insan varlıkları olarak ortaya koyduğumuz şey o kediden pek farklı değil arkadaşlar, yani itiraf etmek ve kırbacınıza atılmak lazım o konuda. Ama gururla, özgüvenle ifade ediyoruz, bunu kendini gereksizce ortaya koymak olarak almayın lütfen, ortaya koyduğumuz ürünün o şiirdeki kedi gibi olduğunu düşünüyoruz. Ona ilişkin güvenimiz benliğimizi aşacak denli fazla. O arada, bütün bu dönem boyunca ortaya koyduğumuz sosyal varlıklarla ilgili, esaslı iddialarımız vardı; onları çok fazla gerçekleştirebilmiş değiliz. Biz, teorik-politik bir militanlar çekirdeği yaratmayı hedefliyorduk. Bu konuda hımbıl ve gevşek bir insan malzemesi anlamında 10 yıl bıraktık arkada. 10 yıl çok uzun, tabii insan ömrü için çok, onu takdir edersiniz.

Biz Teori ve Politika dergisinin Türkiye’de geçen on yıl boyunca Marksizmin tarihini değerlendirecek biri için görülmezse kesinlikle eksik kalacak bir yaklaşım olacağını iddia ediyoruz, bu iddiamızı da tabii sizin eleştirinize açmak lazım. Bu iddialarımıza ilişkin argümanlarımız olacak, yani övgüyle yergi arasında gelip giden bir konuma sahibiz şu anda.

Biz, 1993’ün başlarında, Nisan ayında, arkadaşların bahsettiği Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı gibi uzun bir başlığa, ama bugün baktığımızda da görebileceğimiz üzere meramızı anlatan bir başlığa sahip bir metinle, içinde olmaktan kıvanç duyduğumuz, onur duyduğumuz pratik-politik Marksist örgütümüzden ayrıldık. O metni de, aslında biz örgütümüze ayrılış gerekçemiz olarak sunduk. Bu arada, daha sonraki yıllarda bize katılan, ama gene bizim pratik-politik Marksizm alanında gördüğümüz örgütlerde yer alan arkadaşlarımızın da hiçbirinin örgütlerde geçirilmiş, pratik-politik Marksist örgütlerde geçirilmiş yıllara ilişkin benim ifade ettiğimden gayri bir düşüncesi ve duygusu olmadığını söylemek lazım. Biz, hayatımızın o yıllarını övünçle, gururla anıyoruz, taşıyoruz. Allah ömür verirse, ömrümüzün o tür gururlara, övünçlere vesile olarak süreceğini iddia edebiliriz, söyleyebiliriz. Sizlere bu konuda kendimizi açıyoruz, sunuyoruz.

1993 Nisan ayında yazılan Taslağımızı, 1995’in başında yayınladık. 1996’nın başında da o metnimizde ortaya koyduğumuz yaklaşımlar çerçevesinde, Teori ve Politika adıyla dergimizi çıkardık. Dergimiz açısından 10’uncu yıl, ama 1993’ün başını hesap edersek çok daha uzun bir süre bu. 10 yıl gerçekten de çok uzun bir süre, Bolşeviklerin bir örgüt oldukları zaman ile Ekim Devriminin gerçekleştirildiği süre arasında 20 yıl bile yok. Türkiye’de, son 10-15 yılda siyasal ritmin çok düştüğünü görebiliyoruz, o yüzden bizim insan olarak ömrümüzün, fiziksel gücümüzün sınırlarını zorlayan bir dönemden geçiyoruz. Gene, burada birçoğumuzun o tür bir tarihi olduğunu çıkarsıyorum; 1970’lerin sonundaki birkaç yıl bizim bütün ömrümüze damga vuran yıllar olarak ortaya çıktı. Ama kalkmış şimdi 10-15 yıldan bahsediyoruz. Burada bir trajik sorun var, işte bu trajik sorunun gereği olarak, biz Marksizme ilişkin bir özel konumlanma içinde olmak zorunluluğunda hissettik kendimizi. Biz dedik ki, Marksizm ömründe belki 2. Enternasyonal’in çöktüğü, yani ilk Dünya Savaşının çıktığı dönemi izleyen ve Ekim Devrimine kadar olan döneme benzer bir dönemden geçiyor. Ama bu son yılların, arkasında çok büyük politik, toplumsal mücadeleler ve deneyimler de bıraktığı için, aslında çok daha ağır olduğu kanaati oluştu bizde.

Marksizm ağır bir kriz yaşıyor, kriz Marksizmin bileşenlerine etki eden bir nitelik gösteriyor. Marksizm bir bilimdir, bir felsefedir ve bir politikadır diyoruz; bunlardan oluşan bir şeydir, bir bütünsel yapıdır diyoruz. Bu arada başka bir şey de söylüyoruz. bizce Marx ve Engels’in birer radikal burjuva militanlar olmaktan koptuklarının söylenebileceği momentten başlamak üzere, pratikleri, yazdıkları çizdikleriyle, teorik pratik eserleriyle birlikte bugün sokakta şurada görürsünüz, İstiklal Caddesine çıkarsanız muhtemelen görürsünüz, bir devrimci dergisini çıkarmış satıyordur ya da başka bir devrimci hapiste bir eylem içindedir, Marksist devrimci demek istiyorum, bu pratik oluşlara kadar uzanan bir toplam bütün olarak anlaşılıyor bizim tarafımızdan Marksizm. O yüzden, biz Marksizm ile, sadece bir teori, doktrin ya da politika gibi bir şey kast etmiyoruz; bunu çok dikkatle artık kendimize yedirdik, iliklerimize kadar yedirilmiş durumda bu zannediyorum. Marksizm bizce böyle bir şey, yani Marksizm Marx’ın Kapital’indeki bir bilimsel kavramdan, 17 yaşındaki genç militana kadar uzanan bir toplam bütünlük; bunlardan ne anlarsanız… Ne anlaşabilirse o anlaşılacak, yani onu savunmaya çalışacağız. Böyle olunca, bizim hareket tarzımızın ve konumlanmamızın nispeten daha kolay anlaşılacağını düşünüyorum.

Biz, Marksizmin, bilim-felsefe-politika bütünlüğünde vücut bulan yapısı parçalanmıştır dedik. Öte taraftan bu yapıyı her zaman bünyesinde barındırması gerekmeyen tarzda ortaya çıkacak, tecelli edecek birtakım Marksist politik örgütlenmeler, yani hegemonya kurmuş Marksist politik örgütlenmeler, buna Ekim Devrimi sonrası Bolşevik Parti örneğini verebiliriz, epey bir zamandır Marksizm alanında ortaya çıkmıyor. Bir Marksistin başka bir Marksiste sözünü geçirme gücünün olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Bugün, bunun kendisi de, yani Marksizm alanında hegemonya kuracak Marksist bir yapının olmayışı da, ve giderek sosyalist, solcu, devrimci kesimleri genel olarak akıntısına bağlı olarak götürecek bir yapının olmayışı da, bizim anlayışımıza göre Marksizmin krizinin belirtilerinden biri. Böyle bir unsurun da olmadığı bir dönemden geçiyor oluşumuz, Marksizmin bütünsel bir krizde olduğu anlayışımızın kanıtlarından biri olarak göründü bize. Şu ayrımı hep savunuyoruz arkadaşlar, biz genel olarak sosyalistler demiyoruz, biz Marksist sosyalizmi önemsiyoruz, Marksist olmayan sosyalizmi bu bağlamda önemsemiyoruz, çok fazla kayda değer bulmuyoruz. Genel olarak devrimcilik, bizim için tabii sosyalist olmaktan çok daha önemli bir şey, ama Marksizm deyince, biz genel olarak devrimciliği de ayırmak gerektiğini düşünüyoruz, Marksist olan devrimcilik bizim şu genel hareketimizin nedenini ortaya çıkaran şey. Bizim ihtirasımız, tutkumuz, derdimiz, davamız Marksist olan devrimciliğin ortaya çıkarılması, varsa onun tahkim edilmesi, güçlendirilmesi üzerine. Dolayısıyla, burada biz kendimizi genel olarak soldan, genel olarak sosyalizmden ayırmış da oluyoruz, bu ayırmalar başka konulardaki ayırmalarımıza destek verecek ve güçlendirecektir.

Bizim hareket tarzımız şu: dünyada ve Türkiye’de pratik-politik alanda Marksizmi temsil eden akımlar var dedik, birçoğumuz zaten pratik-politik Marksist akımlar içerisinde idik. Devam ettik; “Marksizmin birtakım ihtiyaçları var, pratik-politik Marksist akımlarımız, Marksizmin bahsettiğimiz, gördüğümüz ihtiyaçlarını verili koşullarında karşılayacak konumda değiller. Ayrıca bu konuda bizim yürüteceğimiz iç mücadele, pratik-politik Marksist hareketin yürüyüşüne zarar verici etkiler gösteriyor olabilir.” Kanaatimiz bu idi, hâlâ genel olarak böyle görüyoruz −eğer burada ikna edilmezsek. Pratik-politik Marksist örgütümüz varlığını verili haliyle korurken, biz Marksizmin ihtiyaçlarına göre başka bir alana dönük olmak üzere dışarıda bir ekip yaratacağız, yaratmak zorundayız diye düşündük. Bunun nedeni, bizim özel yeteneklerimiz ya da bizim teori ile uğraşmayı seven insanlar oluşumuz değildi. Bu ihtiyacı bizim hissetmemizdi, başka hiçbir şey yok kesinlikle. Yani örgütümüzün herhangi bir kadrosuyla başkaca bir fark görmüyorduk. Sadece bizim bir duruşumuz, Marksizm ile ilgili bizi böyle zorunlu bir faaliyetin taşıyıcısı kılmak üzere itti −böyle diyelim.

Biz, Marksizmin bu ihtiyacını karşılamak üzere harekete geçerken, Marksizmin krizini kendi faaliyetimizin sonucu mu çözecek ve alt edecektik? Haşa, hayır! Bu, baştan beri bize dönük, bazen bıyık altından gülünen, bazen karikatürize edilen bir atıf oldu. Biz hiçbir zaman öyle demedik, ne pratik-politik Marksistler Marksizmin krizini çözmek gibi bir önsel yeteneğe ve konuma sahipler, ne biz, ne de başkaları… Bu, toplam ve ucu açık bir süreçtir, ama kendiliğinden bir süreç değildir, plansız programsız bir süreç değildir. Bizim planımız programımız da, tabiri caizse şu geride bıraktığımız yıllardır diyelim.

İfade etmeye çalıştığım bu ayrımlar, bizim yarın belli bir vadede, 3 yıl, 5 yıl, 10 yıl olabilir önemli değil, belli bir vade sonunda gerekli ve yeterli hazırlıktan sonra politik örgüt olmak üzere kolları sıvamak gibi bir takvimi önümüze koymamızı, zaten peşinen gereksiz kılıyor. Biz şöyle düşünüyoruz; biz pratik-politik Marksizm ile bir tamamlayıcılık ilişkisi içerisinde olmak durumundayız. Bunu yaratacak bir boyut inşa etmeliyiz, Marksizmin ihtiyacı bunu gerekli kılıyor diyoruz.

Ama şunu kabul ediyor ve onunla yetiniyor değiliz: Pratik-politik Marksist akım ve akımlar, artı biz ve bize benzerler, eşittir Marksizmin gerekli ve yeterli bütünlüğü. Hayır; bu ortaya çıkan şey de bizi tatmin edecek bir durum değildi, bütün bu yıllar boyunca. Pratik-politik Marksizm ile, bizim ortaya koymaya çalıştığımız teorik-politik Marksizm bir baş ve gövde gibi değil, iki ayrı baş ve gövde gibi, iki ayrı bünye gibi bir objektif tamamlayıcılık ilişkisi olmak üzere hedefleniyor. Bunu bu zamana kadar beceremedik biz, yeterli değil bizim için bu; bahaneyi objektif şartlara bulmamız olamaz. Bizim öznel eksiklerimiz o kadar net ki, objektif şartlara rücu edecek bir durum uygun değil, biz o konuda çubuğu kendimize dürtmek durumundayız, kendimizi eleştirme anlamında. Bizim, teoriden politikaya yönelecek bir hareket tarzı planımız yoktu. Yok, bu bizim yaklaşımımıza aykırı. Ama biz böylece, ne politik mücadeleyi, ne partili mücadeleyi reddediyoruz. Bunu da ısrarla belirtmek zorundayız.

Kriz karşısında, bizim ifade ettiğimiz kriz karşısında, genel olarak Marksizm alanı diye tabir ettiğimiz alandaki öznelerin çeşitli tutumları oldu. İşçi hareketinin krizi, sosyalist hareketin krizi, komünist hareketin krizi denildi… Ama Marksizmin krizi gibi bizim dediğimiz anlamda, tok ve ferah bir ifadeyle Marksizmin bütünsel krizini kabul eden ve Marksizm alanında kalan bildiğimiz bizden başka yaklaşım sahibi yok. Mesela Mehmet Güneş ifade etti, “Böyle bir ifade kullanabiliriz” dedi. Bizim için gayet iyi bir şey bunu duymak. Marksizmin krizi, Marksizmin bütünsel krizi ifadesi, Marksizmin, örneğin kapitalist üretim tarzının yerini sınıfsız toplumun gerçekleşeceği bir üretim tarzına bırakacaktır gibi bilimsel önermelerine ilişkin bir şüphe anlamında değil, ya da Marksizmin felsefede materyalist olmasına ilişkin şüphe ile ilgili değil. Biz bunu şöyle ifade ediyoruz: Epistemolojik anlamda Marksizmin krizinden bahsetmek mümkün değil, biz tabiri caizse ontolojik bütünlüğünün krizinden bahsediyoruz.

Krize karşı, genel olarak Marksizm alanında bazı tutumlar oldu. Tutumların biri, çok bildiğimiz, genel olarak post-Marksizm denilen tutum. Post-Marksizm, Marksizmi geride bıraktı, tarihe havale etti. Biz bununla herhangi bir politik etkileşime, tarza ve bağlantıya sahip değiliz doğal olarak.

Başka bir konum, dar-Marksizm diye ifade ettiğimiz konum. Bu da, halihazırdaki, aslında epeyce darlaşmış olan Marksizmin bile, tarihsel Marksizmin bile alanı içerisinde bir yere çekilen bir refleksif tepkiydi, tepki olarak tecelli etti. Dünyada, Marksizm alanında yer alanların, özel olarak Marksist politik hareketlerin Marksizm anlayışı, esasen hâlâ bu şekilde ortaya çıkıyor, varlığını bunda buluyor. Dar-Marksizm, Marksizmi, halihazırdaki bütünlüğü kadar bile, kısır bütünlüğü açısından bile kucaklayamayan bir yapı. Marksizmin bir yerine çekilmek olarak betimsel bir ifadeyle dar-Marksizm diyoruz.

Bir de başka bir şey var; Marksizmin gerisine çekilme tutumu... Marksizm ile modern sosyalizm akımları arasındaki bağı silmek, ortadan kaldırmak ve Marksizmi modern dönemlerin bir tür muhalefet hareketi olarak ortaya koymak. Bu, bazen liberal yönelimli muhalefet hareketi oluyor, bazen Batıdan kaynaklı jakoben, Fransız usulü sosyalist hareket oluyor, laik Aydınlanmacı sosyalist hareket oluyor, ama böyle oluyor. Genel olarak Marksizm alanı, dar Marksizm ile Marksizmden geriye çekilmek gibi yönelimler arasında gidiş gelişler yaşayan bir manzara arz ediyor. Biz ise, tabii biz kendimizi övüyoruz, bunlara ilişkin değiliz, biz bunların ötesinde bir Marksizmin ortaya çıkarılması gerektiğini iddia ediyor, onun için çalışıyoruz.

Peki, biz burada ne yaptık? Genel olarak şunu yaptık; Marksizmin alanını açma, Marksizmi görece genişletme işine giriştik. Burada, biz Marksistlerin de alanını açma, Marksistlerin de etkileşim sahasını genişletme, hem Marksizmin, hem Marksistlerin sahasını genişletme işini de omuzladık kendimizce. Kendi pratiğimizde de bunu gösterdik. Mesela, burada kendini Marksist olarak ifade etmeyen iki arkadaşın varoluşunun nedeni budur. Özgür-Der’den arkadaşın ve Siyahi Dergisinden arkadaşın burada olmalarının teorik nedeni bu. Yani arkadaşlar süs değiller; bizim organik Marksizm anlayışımızın zorunluluğu ve ihtiyacı olarak, bizim ihtiyacımız olarak davet ettik, çağırdık. Ağızlarından çıkacak sözler bizim için çok önemli.

Biz, Marksizme alan açma, Marksizmi genişletme anlamında birtakım işlemler yaptık. Marksizmin, genel olarak burjuva radikal düşüncesinin mirasçısı olarak ortaya çıkan anlaşılışına karşı duruyoruz biz net olarak. Yani Türkiye’de modernleşme tarihi ile Marksizmin tarihi arasında bir çizgisel bağlantı kuran, Türkiye’de II. Mahmut ile İttihat ve Terakki ile, Mustafa Kemal hareketi ile Marksizmin bağını kurmaya dönük tutumları, veya Aydınlanmadan başlayarak, düşünce olarak Fransa’daki özgül burjuva devrimciliğiyle Marksizmi bağlantılandıran yaklaşımlar, Marx ve Engels’ten de kaynaklansa karşı duruyoruz. Nitekim Marx ve Engels’te bu tür yaklaşımlar var. Bizim ifade etmeye çalıştığımız Marksizmin böyle bir Marksizm olması gerektiğini düşünüyoruz, yani Aydınlanmacı olmayan bir Marksizm. Bu Marksizmin Türkiye’deki tecellisi şu; Kemalist olmayan zinhar, onunla bağını kesin bir şekilde kesmeye yönelen bir Marksizm. Kürt hareketinin yükselişinden sonra şu ettiğim lafın çok özgün olmadığı izlenimi edinilebilir, ama son birkaç yıl içinde bunun tekrar güncel olduğu kanaatine güçlü olarak sahibim.

Biz, yeni alanlar derken, Marksizmi açmak, Marksizmi ezilenler geleneğine bağlamak gerektiğini düşündük. Yani Marksizmi, örneğin feodalizmi bitirip kapitalizmi başlatan öncü mücadele açısından değil, feodalizmdeki bir köylü isyanının ve köylü isyanının önderlerinin ideolojik ve politik yönelimlerinin dinamiği açısından, bu tür mücadelelerin bağlantılandırılması açısından ele almaya çalıştık.

Bu konuda, İslam tarihine bir bakış yönelttik. Engels’in değerlendirmeleri var, ne kadar dikkat çekti bilmem. İlk Hıristiyanların zamanın komünistleri olduğunu, Thomas Münzer’in kendi zamanının komünisti olduğunu söyler. Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı  dikkat çekti buna biliyorsunuz. Biz İslam tarihinde zamanlarının komünist örneklerini arıyoruz. Buluyoruz da… Pratik-politik mücadele geleneğimizi bağlantılandıracağımız izler arıyoruz. Fakat o arada başka bir şey daha yapıyoruz.

Kuran’ı bir tartışma konusu olarak çok fazla gündeme getirmiyoruz, İslam düşüncesini ele almak bu anlamda çok daha verimli geliyor bize. Burada, belki bizimle ilgili, özne sorununda olduğu gibi, bizi ele alanların gördüğü bir aykırılığı da görmüş oluyoruz. Örneğin, bizim için Gazali materyalist bir İslam filozofudur. Gazali’nin materyalistliği, onun aynı zamanda yaşadığı dönemde bir karşı-devrimci, ezilenleri nasıl ezmek gerektiğine ilişkin önergeler sunan bir karşı-devrimci olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Biz Marksist olarak materyalizmimizi tahkim etmeye çalışırken Gazali’den yararlanıyoruz, fakat politik akım olarak da başka önemli olanlar yanında Mutezile bizim için çok önemli bir yer teşkil ediyor. “Bunlar arasında nasıl bir bağlantı kuruyorsunuz?” Diye soracak olursanız, pek bağlantı yok, biz onu kurmaya çalışıyoruz.

İki İslam var, iki Hıristiyanlık var, iki Batı var, iki Doğu var derken, bizim yaklaşımımız, aslında Marksizm içinde de teorik olarak, politik olarak, genel ideolojik yaklaşımlar olarak bir alan, bir çizgi olmadığını söylemiş oluyoruz. Başta yola çıkışımızdan itibaren, teorik olarak Marksizmin iki tür anlaşılışı olduğunu gördük. Bunun biri, Althusser’in adında, diğeri Lukacs ile Gramsci adlarında cisimleşti. Biz, Marksizmin felsefede materyalist oluşunu vazgeçilmez bir tutum kabul ettiğimiz için, ,Althusser’in teorik tezinin veya onun platformunun bizim için yola çıkış gerekçesi olduğunu savunduk. Bu arada, Lukacs ile örneğin, materyalist olmak bakımından Gazali’yi karşılaştırırsak, felsefi bazı esas alarak Gazali bize daha yakındır. Lukacs bir idealistken, Gazali Spinoza türü bir materyalist. Biz, dışımızdaki eseri, teorik ve pratik eseri dolaysızca edinmek dışında, kendimiz de hasbelkader özgül bir tarz tutturmaya çalıştık, bunun da bir orijinalite taşıdığını naçizane ifade edebilirim.

Bizim, politikadan uzak duruşumuz ve politik meselelere ilişkin tutumumuz, eleştirilere bir cevap olsun diye söylemiyorum, çok önemli başka bir tarafımız bizce. Biz rasyonalist değiliz. Rasyonalizm, Marksistlerin politikada da diğer alanlarda da izleyeceği bir yol değildir. Bize göre, politikaya ilişkin gerçek tutum alış, gerçek taktik, gerçek hareket politikanın içindeki öznece ortaya konur. Aksi, çok tipik ve karikatürize örnek olarak, dövüşenlere uzaktan, şunu yap, ellerini kullan, karşındakine dikkat et demek anlamına gelir.

Yarın kendimizi öyle konumlandırırsak, politikaya ilişkin yazılarımız değişecektir göreceksiniz arkadaşlar. Kendimizce çok önem verdiğimiz bir ayrım halkası olarak bunu vurgulamak lazım, temel bir ayrımımız bu. Politikaya ilişkin, halihazırda yazıya dökülmüş düşüncelerimizin hepsinde dikkat etmeye çalıştığımız temel hususun, tribünden gladyatörlere nasıl kavga edeceklerine ilişkin laf yetiştirmek olmaması gerektiğini düşünüyoruz; bu çok temel bir şey. Biz ne zaman bir örgüt olarak faaliyette bulunursak veya kendi düşüncemiz, idealimiz olarak büyük bir ezilenlerin Marksist partisinde yer alırsak, o zaman gerçek konjonktürde politika yapma ve ona ilişkin laf etme, ona ilişkin kavga etme konumuna geliriz. Bu olmadığı sürece, gelişmelerin ardından, geleceği öngörmeyi kendimize yasaklamadan, birtakım tasnifler yaparız. Doğrusu bu bizce.

Türkiye’de, biz Marksizm alanını politik Marksistlerin olduğu alan, ideolojik Marksistlerin olduğu alan ve teorik Marksistlerin olduğu alan diye üçe ayırmak gerektiğini düşünüyoruz. Politik Marksistlerin olduğu alan, son yıllarda görece bir sadeleşme eğilimi gösteriyor.

Burada iki hususu vurgulamak gerekir sanırım. Kürt meselesine yaklaşım ile İslam meselesine yaklaşım ve bunlarla bağlantılı emperyalizm konusuna yaklaşım, pratik-politik Marksizm alanında bir ayrışmanın niteliğe ilişkin işaretlerini veriyor görünüyor bugün. Ama bu konuda bir sadeleşme olduğu kanaati hasıl oluyor ve biz kendimizi pratik-politik Marksistlerle, belli başlı bütün meseleler açısından özel bir örtüşme konumunda hissediyoruz bu bahsettiğim meselelerle ilgili olarak… Kürt meselesi, İslam meselesi… Emperyalizm, Kemalizm gibi başlıkları da katabilirsiniz, ama şu anda öne çıkan esas iki husus olan Kürt meselesi ve İslam meselesi hem Türkiye’de, hem dünyada, kendilerinden yola çıkarak birtakım ayrımların yapılabileceği bir niteliğe evriliyor görünüyor.

İdeolojik olarak Marksizm alanı, görece daha karışık, tam da bizim kaçınmaya çalıştığımız türden. Biz hep özel olarak bunu yapmaya çalışıyoruz. Biz, örneğin şunu diyoruz: Marksizm bir ideoloji değildir, ideolojiye indirgenemez, eğer ideolojiye indirgenseydi bizim öne çıkan niteliklerimizden biri ateist oluşumuzu ifade etmek olurdu. Marksizm ideolojik anlamda ateisttir tabii. Marksizm felsefede özne sorununu Tanrı meselesiyle bağlantılı olarak kurar ve bizim özne düşmanlığımızın bir nedeni odur felsefede. Ama biz, Marksizm özellikle ideolojiye indirgenmemelidir dediğimiz için, Marksizmi bir ateizm türüne indirgemenin, aslında Marksizmin burjuva Aydınlanmacılığının devamı olduğunu, onun bugün radikal bir mirasçısı olduğunu savunmak anlamına geldiğini düşünüyoruz. Bu anlamda hiçbir ilişkimiz yoktur o yaklaşımlarla. …Yok veya olmamasına çalışıyoruz, onlarla aramıza kalın engeller inşa etmeye çalışıyoruz.

O bakımdan, bir devrimci İslamcı mı bize daha yakın, kendine Marksist diyen bir düzen reformcusu mu daha yakın? Devrimci İslamcı bize daha yakın, bizim daha yakınımızda. İdeolojik bir derdimiz yok burada. Devrimci İslamcı ile ideolojik olarak bir TKP’liyi kıyaslayabilir miyiz? Hayır biz ideolojik boyutu öne almamak gerektiğini düşünüyoruz, bizim önemsediğimiz, politik ve teorik boyutlardır. Politik olarak, devrimci ya da devrimci yönelimli bir İslamcı ile bir TKP’li arasındaki tercihimiz bizim kesinlikle birincisine dönük olacaktır.

Şimdi, Türkiye’deki Marksizm alanını üç bölmeye ayırdım. İdeolojik alanla ilgili önemli sorunların ve karmaşanın varolduğunu düşünüyoruz biz, teorik alan ile politik alan arasında bir örtüşmenin bizim çok önemli olduğunu, örtüşmenin açığa çıkarılmasının, bu konuda çaba gösterilmesinin çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, politik Marksizm aydınlanmacı değildir, neden değildir? Bizce şundan değildir. Politik Marksizm bugün kendini Türkiye özgüllüğünde Kıvılcımlı ve Kaypakkaya’ya rastlamadan kuramaz bizce. Kıvılcımlı ve Kaypakkaya aydınlanmacı olmayan Marksizm örnekleridir. Bunun argümanlarını da ifade etmeye çalışmak isterdim, ama söylemiş olayım sadece. Bütün bunların sonucunda biz şu kanaatteyiz, tartışmaya ve eleştiriye açık olarak ifade ediyoruz: Biz, bugün Türkiye’de bu kadar çaba sonucu Marksist bir teorik-politik akım olduğumuzu düşünüyoruz.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Ben teşekkür ederim.

Arkadaşlar; son yarım saatimiz var, ama biraz uzatabiliriz. Konuşmak isteyen arkadaşlardan kürsüye gelmelerini istiyorum. Soru ve düşüncelerinizi kürsüden de ifade edebilirsiniz, yerinizden de ifade edebilirsiniz.

ANIT BABA (SDP MYK Üyesi)- Bugün konuşulan şeylerde dikkatimi çeken önemli bir nokta var. Söz alanların büyük bir kısmı Teori ve Politika Dergisinin on yıllık çalışmaları sonucu ortaya çıkan birikimi sadece eleştirdi. Oysa bu on yıllık faaliyet kaba taslak değerlendirildiğinde bile hemen görülecektir ki, Teori ve Politika çevresinin Türkiye ortalamasını çok çok aşan belli bir çabası, belli bir emeği ve bunlarla yaratılmış belli bir birikimi var. Oysa konuşmaların geneline bakıldığında söz konusu birikimin yeterince anlaşılamadığını söylemek abartılı olmayacaktır. Ancak acaba anlamak için yeterince çaba sarf edildi mi? Yanıtım ne yazık ki gene olumsuz olacaktır.

Teori ve Politika Dergisi birçok açıdan eleştirilebilir, ama eleştirinin ana ekseninin Teori ve Politika çevresinin teorik-pratikle daha fazla mesai harcaması durumu olmaması gerekir diye düşünüyorum.

Bir örnekle bunu açıklayacağım. Üniversite işgali sonrasında okuldan atıldığımız dönemde hayatımı kazanmak için çeviri yapıyordum. Çevirdiğim makalelerden önemli bir bölümü enerji ekonomisine dairdi. Bu makalelerin basıldığı dergiler dünyada burjuvazinin enerji politikalarına yön veren birtakım dergilerdi. O zaman şunun farkına vardım, 6 milyar nüfuslu dünyanın dönmesi için gereken enerji ihtiyaçları ile ilgili  birtakım süreçlere yön verecek ve uluslararası kapitalist-emperyalist düzenin enerji temininin arka planına dair teorik denebilecek üretimler bu tür yayınlarda birileri tarafından yapılıyordu. Sermayenin kendisini yeniden üretebilmesi için gerekli olan enerji politikaları ya da bizim bire bir bugün karşı karşıya kaldığımız enerji sektöründeki özelleştirmeler veya nükleer enerjinin ısıtılıp yeniden gündeme getirilmesi hatta Çin’in iktisadi yükselişinin enerji alanında  yaratacağı sıkıntılar ve bunların olası çözüm yolları yıllarca öncesinden buralarda tartışılıyordu. Yani birileri bunları burjuvazi adına tartışıyordu, burjuvazinin önünü açıyordu. Buradan şuraya varmak istiyorum; Marksizm cephesinde de teorik-pratiği sırtlayıp götürecek ve devrim için, devrimciler için ön açacak kollektif teorik-pratik çabalara ihtiyaç var. Teori ve Politika da tam tamına bunu yapıyor, yapmaya çalışıyor ve önümüzdeki süreçte de ben yapmaya devam edeceğine inanıyorum. Bu nedenle kendi adıma onlara teşekkür ediyorum.

Türkiye’de devrimci politika yapmak isteyenlerin yararlanacağı teorik cephaneyi, yararlanacağı teorik gıdayı üretmek açısından Teori ve Politika, geçtiğimiz 10 yıl içinde hakkı verilemeyen ölçülerde başarılı olmuş, değerlendirilmeyi hak eden bir birikim yaratmıştır. Bu birikimle ilişkilenmede belli ölçülerde yaşanan sıkıntıların nedeni ortaya çıkan bu birikim ile onu değerlendirilmesi gerekenlerin eşitsiz gelişmişliğidir. Bu eşitsizlik Teori ve Politika ile pratik politik Marksistler arasında daha düzenli ve sürekli etkileşim kanallarının kurulması ile aşılacaktır. Bu kanalların açılmasında ve bu eşitsizliğin aşılmasında Teori ve Politika Dergisini çıkartan arkadaşlar yapılması gerekenlerin, önlerine koydukları hedefin büyüklüğü de düşünüldüğünde, ancak  hacca giden karınca misali belli bir kısmını yapabilmişlerdir. Ama yapabildikleri kısım itibariyle, pratik politik Marksistlerden bu çabaya karşı, aradaki etkileşimi ve bu çabayı daha da ileriye taşıyacak bir ilgiyi görememişlerdir. Umarım önümüzdeki dönem bu açıdan daha verimli geçecektir.

Başta söylediğim örnekten devam edecek olursam; enerji politikasına burjuvazi adına yön vermeye çalışanlar düşünüldüğünde, diyelim birisi kalkmış nükleer enerjinin yeniden, niçin gündeme gelmesi gerektiğine dair kendince derinlikli bir yazı yazmış. Burada eleştirilebilecek şey bu saptamanın doğruluğu veya yanlışlığı olabilir. Yoksa kalkıp da o kişiye, sen neden bir hidro elektrik santralinde çalışmıyorsun, önce git bunu yap, sonra konuş, denemez. Bu tür bir yaklaşım meseleyi sığlaştıran, saçma bir yaklaşımdır.

Öte yandan kendi adıma, Teori ve Politika çalışmasını yürütenlere dönük bir diğer eleştiriye de hiç katılmadığımı beyan etmeliyim. Bu eleştiri Teori ve Politika yazarlarının örgütlü bir mücadelenin içinde bulunmadıklarına dair yapılan eleştiridir. Teori ve Politika gibi ciddi bir yayını çıkartmak hem de on yıl aksatmadan çıkartmak ancak ve ancak kolektif çalışma ile olanaklıdır. Bu işin olanaklı kılınabilmiş olması bile örgütlü bir çalışmanın en somut kanıtıdır. Kimse Teori ve Politika’nın örgütsüz bir çalışma ile var olduğunu iddia edemez. Bu çevrenin ürünleriyle, onların düzleminde tartışmak doğrudur, geliştiricidir, ancak Türkiye’de pek sık olduğu üzere sığ birtakım yaklaşımlarla işe girişildiğinde ortada tartışılacak bir şey kalmaz.

Toparlayacak olursak, şu masasının üzerinde belli bir kısmı duran Teori ve Politika külliyatı önümüzdeki yıllarda Türkiye’de devrimcilik adına, Marksizm adına somut bir şeyler yapmak isteyen insanlara ciddi bir cephanedir. Ben buna gerçekten inanıyorum. Bu bir şekilde mutlaka kullanılacaktır, buradaki herkesin ben bundan emin olmasını istiyorum. Devrimcilik,  erişilip orada sabit kalınabilecek statik bir var oluş hali değildir. Devrimci misyona sahip herkesin kendisini yeniden ve yeniden üretmesi ve yenilemesi gereklidir. Bu açıdan, Teori ve Politika Dergisini çıkartan arkadaşlar açısından da bitmeyecek bir uğraşıdır bu yeniden üretim süreci. İlişkili küçük bir örnekle sözümü bitireyim; bundan birkaç sene önce bu toplantıyı izlesem panelist masasının tamamının erkeklerden oluşan manzarasını dert etmezdim. Ama şimdi SDP’ye girdik ve yeni partideki arkadaşlarımızın, kadın sorununa çok duyarlı bir bakışları var. Bu elbette bizleri de etkiledi ve şimdi ben bu masada neden hiç kadın yoldaş da yok diye düşünmeden edemiyorum. Bunu da şu açıdan söyledim, devrimcilik bitmeyecek bir çabadır, bitmeyecek bir uğraşıdır; Teori ve Politika bunun hakkını bugüne kadar verdi ama bu yolda başarı ile yürümeli ki, geleceği, dününü anlamlı kılsın. Teşekkür eder, bu önemli toplantıya katılan herkesi saygı ile selamlarım.

OTURUM BAŞKANI- Konuşmaya başlarken adınızı söylemenizi rica edeceğim.

ÇETİN …- Tarafsız biri olarak konuşmayacağım, o yüzden umuyorum buradaki konuşmacı arkadaşlardan birine haksız destek atıyormuş gibi de olmam, yani kısa toparlamaya çalışacağım.

Beni, asıl konuşmaya iten şey sizin sorduğunuz bir soru oldu panel sırasında, “bir demokratik sınıf sorunu, partili akımlar bugüne kadar yeni bir atılımı olmuş mudur? Parti teorik bir gelişmede bir katkıda bulunmuş mudur?” diye sordunuz, ne yazık ki sizin sorduğunuz bu soruya yanıt verilmedi. Bir de bunun yanı sıra, beni konuşmaya iten şeylerden biri de, arkadaşın şu ayrımı yapmaya çalışmasıydı, bunu da ben diğer konuşmacılardan ayırıyorum, konuşmada az çok bütün konuşmacılara hâkim olan hava, yani tabii ki teori önemli siz teorik faaliyetlerde bulunuyorsunuz, bu azımsanamayacak bir çabadır, ama pratikte önemlidir teori ve pratiği birlikte yürütmek lazım, elbette bu teori ve pratiği genel geçer doğruları söyleyerek değil, ama en azından toplumsal formasyon düzeyine indirmelisiniz, bildiri dağıtmasanız da bu tür somut meselelerle ilgilenebilirsiniz dendi. Halbuki, ben Ercan’ın farklı bir şey söylediğini düşünüyorum, o politikanın merkeziyetçi yolundan bahsetti, politikanın merkezde olmasından ve örgütsel hedeflerin, projelerin ve teorik çalışmaların da bu politikanın yarattığı sorunlara tabi olmasından bahsetti. Dolayısıyla, ben de başka bir provatik bir soru sormak istiyorum, umarım konuşmacılarda ve diğer arkadaşlar da buna yanıt verirler, nasıl oluyor da bu kadar politik akım, aslında birçok şeyde aynı şeyi düşünebiliyorlar, özellikle İslamcı cenahtan gelen arkadaş grubu da aynı şeyi düşünüyor, çünkü sonuçta bu teorik kaygıları küçümsemeyen ve İslam’a açık olan veya şu masada tartışan akımların ortak bir noktasına işaret etti, burada Köz’ü dışarıda tutuyorum tabii ki, Irak’ta savaşa hayır platformu veya şu veya bu şekilde bunun içinde yer alınmasa bile Irak’taki direnişi onaylama, Irak’taki ateizm ile Avrupa merkezcilik türünden doktrinler, tutumları gütmeden Irak’taki direnişe bir selam yollama veya en azından Irak halkı ile bir duygudaşlık içerisinde olma gibi bir ortak nokta var. İşte, teorik olarak bu kadar ayrı duran, bu kadar ayrı olan akımlar nasıl oluyor da burada böylesine ortak bir tutum yapıyorlar ve Irak’taki bu direnişte böylesine devrimci bir tutum takınabiliyorlar, açıkçası ben bunu özellikle Teori ve Politika geleneğinden ya da bu geleneğin kurucusu olmak isteyen arkadaşlar açısından bir açmaz olarak görüyorum, çünkü kendileri İbrahim Kaypakkaya geleneğinden geldiklerini söylüyorlar ve İbrahim Kaypakkaya’nın demin konuşmalarda söylendiği gibi bir çıkış yaptığını belirtiyorlar, Kemalizm’e önemli bir darbe vurduğunu, Kemalizm’in aslında faşist bir diktatörlük olduğunu söyleyerek genel, klasik, liberalist, toplumcu Kemalist ayırımın ötesine geçen pratik politik bir kopuş yaptığını söylüyorlar.

Peki, nasıl oluyor da, yani Irak’ta belki Kemalizm’in çok daha gerisinde olan, çok daha gerici bir devlet kurmak isteyen, çok daha gerici bir toplumsal tutum takınan bir akım desteklenebiliyor? Bu açıdan baktığımız zaman, yani benim aslında sizin sorunuza yanıt vermek gelirken, yani Köz denilen camiadan, en azından başka kurumlarda da böyle şeyler olabilir. Teorik katkılar geldi, işte proletaryanın teorisi, bizim çıkardığımız bir kitap var, onu örnek verecektik, ama açıkçası bence solda, özellikle bu masada bir ayırım çizgisi çekersek, bir geriye düşüş var. Ortam tam da o 1915-1925 çizgisi, İbrahim Beyin dediği gibi, dönem tartışılmadı. Bunun üzerinden atlandığı için Lenin’in çizdiği ayrı bir şekilde ulusların kendi kaderini tayin hakkının önemi konusundaki ayrım çizgileri unutulmuş durumda ve bir zalime karşı çıkmak ezilen olmayı beraberinde getiriyor. Oysa, ezilenliğin tarifi böyle olmamalı, çünkü bir ezende başka bir ezenin karşıtıdır bu ayrımın üstünden atlanıyor. Bu noktada da, özellikle Hikmet Kıvılcımlı İbrahim Kaypakkaya karşılaştırılması önemli bir nedeni olabilir bence, açıkçası Teori ve Politika izlendiği zaman, İbrahim Kaypakkaya hakkında, Kemalizm hakkında genel geçer tespitlerin dışında fazla bir vurgu yapılmıyor, fakat Hikmet Kıvılcımlı’nın metinlerine daha fazla itibar gösteriliyor. Bu iki devrimcinin veya iki sosyalistin hayat çizgilerini incelediğimiz zaman, bir karşılık dikkatimizi çekti, yani farkına vardık, bilim sahasında son derece komünten çizgisinden gelip, Marksizm’in doktrinler şeylerini yolla anlatan biri ve yavaş yavaş Türkiye’ye özgünlüklerini buluyor, ardından işte Eyüp Sultan konuşmasını yapıyor. Negri de tam tersine, bu özgür formasyonunu bulmaya çalışan daha böyle Maoizm, Doğu Perinçek’in toplumsal formasyon araştırmaları, akademik çalışma biçimler gibi tam da çok daha keskin bir tutumla Kemalizm’den kopuyor, pratik politik bir kopuş yapıyor. Biri daha fazla Kemalizm ile barışmaya giderken bu ülke özgünlüklerini keşfetme adıyla, diğeri ise bundan kopuyor ve daha komünten çizgisine yaklaşan bir çizgi yakalıyor, bunun da anlamlı olduğunu düşünüyorum ve bütün bunları bağlayan sorunun şu olduğuna inanıyorum, bu masayı birleştiren ve bölen şeyin, aslında politik sorunları merkeze oturtmamak olduğunu düşünüyorum. Çünkü, bugün Türkiye’de politik sorunu, örgütsel ve teorik çalışmalarımızın bağlı olduğu teorik sorunu, yani Şovenizm’e karşı herkesin örgütlü bir tutumu var ve karşılığı var, ama nasıl olur da sosyal şovenle enternasyonalist tutumu birbirinden ayırt ederiz? Bugünün Irak diyelim, işte Kemalizm karşısında bizim sormamız gereken soru budur ve bence bugün bu masadaki geri düşüşün, yani bu konuşmalarda benim gözlediğim, yani birleştiren nokta; çünkü Irak çizgisi, geri düşüşte bu sorunun yanıtlanmamasıdır.

Son olarak şunu söylemek istiyorum: Benim dileğim Teori ve Politika’dan, bu sorulara merkeze alan, Şovenizm’in, sosyal Şovenizm’in, enternasyonalizmin, Kemalizm ve devrimci partiyle ilişkisini niteleyen bir özel sayı yapması, bu doğrultuda tartışmalar düzenlemesi.

Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Teşekkür ederiz.

Konuşacak olan arkadaşlarımın biraz daha tasarruflu konuşmasını rica edeceğim.

OĞUZHAN KAYSERİLİOĞLU (Toplumsal Özgürlük Dergisi Yazarı)- Teori ve Politika Dergisinin hepsini takip edemesem de, özellikle son bir sene öncesine kadar biraz takip etmiştim, oradan biraz konuşmak istiyorum. Ben, biraz eleştirel olacağım. Teori ve Politika’nın en çok iddialı olduğu konu felsefe konusu, belki en az iddialı olduğu konu politika konusu.

Az önce Metin arkadaşın sorduğu soruya şöyle cevap verebilirim; Marksizm söz konusu olduğu zaman, Marksizm ile Marksizm dışı arasındaki sınırda duruyor bana göre, benim bakış açıma göre felsefe alanında Teori ve Politika. Halbuki, politika söz konusu olunca, tam da Marksizmin içinde duruyor. Buradaki arkadaşların, gerek anarşist arkadaşların, gerek İslamcı arkadaşların burada bulunması da Teori ve Politika’nın politik sezgilerinin çok güçlü olduğunu gösteriyor. Bundan sonraki dönemde çok göreceğiz. Kendi toplantılarımızda hem anarşistleri, hem İslamcıları, hem komünistleri, hem feministleri çok göreceğimizi düşünüyorum. Yeni bir dönemin içine girdik, bu dönemin içinde Teori ve Politika’nın bir politik sezgi gücüne sahip olduğunu gösteriyor bence.

Felsefedeki temel sorunları ise, ilk kez çıktıkları zaman Althusser’e kapılmış olması arkadaşların. Felsefe anlamıyla gerçek, arkadaşlara göre; mutlak bir gerçek, Spinoza’nın bize anlattığı gerçek, bir nevi Spinoza’nın tanrısı, töz dediği bir gerçek. Burada mutlak bir determinizm var. Ve bir de pratik gerçek var, bizlerin, normal insanların içinde yaşadığı gerçek. Orada da rastlantı var.

İşte… böyle bir ayrım tamamen Marksizm dışı bir ayrımdır bana göre. Böyle bir ayrım yok, iki tane gerçek yok. Bu sorunu çözmeleri gerekiyor.

Felsefedeki ikinci zaafları da, buna bağlı olarak oluşuyor ve zaten bununla birlikte oluşuyor. Özne ve zaman yok arkadaşlarda. Evet, sadece öznenin yokluğu dışında, arkadaşlarda zaman da yok. Zaten ikisi birbirini doğuruyor. Bir özne, gerçeğin içinde kendince devinen bir öznenin olmaması ve aynı zamanda, zamanın okunun gerçeği sürekli ileriye doğru ya da geriye doğru ya da aşağı doğru, çöküşe doğru gitmesi… işte, arkadaşlar bunların dışında.

Halbuki, en azından son bilimsel gelişmeler, Prigoginin gösterdiği zamanın oku, Marksist bilim adamlarının çıkardığı şeyler… gerçeğin nasıl devingen olduğunu, gerçeğin kendisinin de Spinoza’nın bize anlattığı gibi bir gerçek olmadığını, sabit statik bir gerçek olmadığını, sürekli hareket halinde olduğunu, dolayısıyla bunun da bir zamanı olduğu, sonsuza uzanan bir zamanı olduğunu gösteriyor. Toplumsal gerçeklik içinde de, o akıp giden şeyi… tarih olarak onu adlandırıyoruz.

Bu iki noktada zaaf olduğu için Teori ve Politika’da, bence Teori ve Politika felsefi zeminde idealizme, rastlantısallığa, Marksizm zemininin dışında bir zemine doğru gidiyor.

Politikada ise, sezgileri çok güçlü arkadaşların. Zaten çıktıkları andan itibaren hep devrimci olanları destekliyorlar. Bu devrimci yönleri ama o arada geçerken belirteyim… Hatta kimi zaman beni biraz rahatsız da ediyor. Çünkü daha çok en militan olan, en parlak olan, en coşkulu olan şeyleri destekliyor arkadaşlar. Bu her zaman iyi sonuç yaratmayabilir… kendilerinin saygı duyduğu Lenin’in tavrı hiçbir zaman böyle olmadı bunu özellikle vurgulamak istiyorum.

Sonuçta, daha genel bir zeminden bakacak olursak, Teori ve Politika’nın devrimci olanı desteklemeleri iyi bir şeydir. Sezgilerinin güçlü ve devrimden yana olduğunu düşünüyorum. 11 Eylül’den hemen sonra birçok Marksist, olaya aydınlanmacı zeminde, gerici vesaire karalamalarıyla bakarak kurgulama sürecine girmişken, Teori ve Politika başka bir yerden girdi ve bu anlamıyla olumludur.

İkincisi, ezilenler konusu. Teori ve Politika’nın ezilenlere bakışı, yüksek bir teorik sezgidir, politik sezgidir bana göre. Çünkü önümüzdeki dönemin özneleri bunlardır.

Fakat gene gerçeklikle olan bağlantılarını felsefi zemindeki yanlışlıklarından dolayı eksik kuruyorlar… ezilenler arasında bir özgün iç konumlanış var. İşçi sınıfının tarihsel birleştiriciliği, işçi sınıfının tarihsel merkezi konumlanışı söz konusu…

 Ezilenler nedir? Kadınlardır, yoksul Şii’lerdir, yoksul Sünni’dir, ekolojik bozulmaya karşı tepki yürütenlerdir, bir dizi toplumsal özne… kapitalizmin kendi sınırlarına gelmesinden dolayı ürettiği anti-kapitalist ezilenler var. Önümüzdeki dönemdeki devrimci öznelerin, özellikle buralarda öne çıkacağı çok açıktır ve bunu görmeleri özellikle vurgulamaları anlamında, bence Teori ve Politika olumlu bir adım atmaktadır. Ancak, işçi sınıfının özel durumu, işçi sınıfı ile sermaye arasındaki çelişkinin uzlaşmaz bir çelişki olması ve bu çelişkinin eğer işçi sınıfı, diyelim ki İsviçre’de toplumun yüzde 90’ına ulaşmış olsa bile, bunun bulanıklaştırılmaması gerektiğini, toplumun yüzde 90’ı ile sermaye arasında uzlaşmaz bir çelişki biçiminde özel bir vurgu yapılması gerektiğini arkadaşlar göremiyorlar. Bunun yerine Negri ile aynı pozisyondan yola çıkarak, kapitalizme karşı birtakım öznelerin tepkileri olarak görüyorlar ezilenler hareketini ve bu anlamıyla yanlışa yöneliyorlar.

Burada bir arkadaş bahsetti, ideoloji ve strateji anlamında, yani bilim ile politikanın kesiştiği yerde, arkadaşlar zaten başlamıyor. Çünkü arkadaşların ayrımına göre… bilim gerçekle ilgilenir ve o gerçek Teori ve Politika’ya göre metafizik bir mutlak gerçektir…. politika ise rastlantısal alanla ilgilenir. Halbuki gerçek hiç de böyle değildir, bilim ve politikanın kesiştiği yerde ideoloji ve strateji alanları vardır, ideoloji teoriyle bitişik olarak, strateji politika ile bitişik olarak ve politika o  şeyler üzerinden gider.

Dolayısıyla, ben arkadaşlara, rok yapmalarını önereceğim… çünkü teoride yaptıkları bu hatalarla, Teori ve Politika’nın mesela 10 sene sonra devam edebileceğini zannetmiyorum. Güzel bir serüvendir ve bitmek üzeredir Teori ve Politika’nın serüveni.  Baş müsebbibi de Negri’dir bana göre. Tutundukları bütün dallar dağılmıştır son bir iki yılda. Fakat teoride de iyi bir blok kurabileceklerini düşünüyorum, devrimci bulgularının sağlam olduğunu düşünüyorum arkadaşların.

 Dolayısıyla, ben konuşmacı arkadaşların eleştirdiği yerden eleştirmeyeceğim arkadaşları; tam tersine teorik bir kulüp olarak, teorik kulüp kelimesi kötü bir kelime tabii, devrimci bir teorik kanal olarak, kendilerini sürdürebilmelerini, ama bunun için de rok yapmaları gerektiğini…. felsefi zeminde… gerçeği tekleştirmeleri, ve özne ve zamanı kendi bilinçlerine kazanmaları gerektiğini düşünüyorum. Bu temelde insanları içlerine çekerek, mademki politik örgütlere karşı anti-politik örgüt bir tavırları yok arkadaşların, dolayısıyla o insanları da içlerine çekerek, ki devrimci hareket böyle bir olgunluğa ulaşmıştır, en azından devrimci hareketin birçok öznesi bu olgunluğa ulaşmıştır, kapitalizm karşıtı bir kolektif teorik devrimci özne olabilirler arkadaşlar.

 Önümüzdeki dönemin devrimci öznesinin, geçmişteki Bolşevik Partisi gibi ya da parti mantığının kendisi gibi… bir özne olacağını beklemeyelim arkadaşlar… dağınık olacak. Teori alanında Teori ve Politika çıkacak bir şey yapacak, askeri alanda belki başka bir gerilla örgütü kurulacak. Öyle herkesin bir merkez komitesinden idare edilebileceği bir toplum değil önümüzdeki ve içinde olduğumuz toplum. Kapitalizm toplumu sürekli ve artan hızda ve yoğunlukta dönüştürüyor ve başka bir yere doğru gidiyor toplum. Devrimci hareketin buna uyum göstermesi lazım.

 Dolayısıyla, Teori ve Politika’nın da politikaya girdiği anda, eğer teorik alanda kalsalar belki birkaç sene devam edebilirler, politikada 6 ay bile duramazlar bu karmaşık akış içinde… sezgileri çok güçlü olmasına rağmen… Ama esas güçlü oldukları teorik-felsefi alanda bir rok yaparlarsa, çok ciddi devrimci katkıları olacağını düşünüyorum arkadaşların.

ÖZCAN ÖZEN- Ben hiçbir yerden değilim, Teori ve Politika meselesinin konuşulduğu yerde kötü bir kimlik oluyor ama şöyle bir kurtarma operasyonuna girebilirim; Teori ve Politika’nın okuruyum. Buradaki grupların pek çok yayınını da takip ediyorum. Okur mektupları bölümü var ya, bana oradan bir kimlik verecekler artık.

Burada pek söylenmeyen, ama benim hissettiğim bazı şeyler var, ama çok hissettiğimi de telaffuz etmeyeceğim. Bir şeyler söyleyeceğim, yani arkadaşların en azından istatistik olarak kaydedebilmeleri için belki bir faydası olur. Dergiyi çıktığından beri takip ediyorum, ama bu sayılarını almadım açıkçası, ama en az bir 20-25 sayı almışımdır ve içindekilere bakarak kendime uygun gördüğüm şekliyle bazı seçmeler yaptım bir süre sonra. Peki neden yaptım? Pek oralara girmek istemiyorum, ama okur ne kadarını takip ediyor açısından bir ölçü olarak belki alırsınız. Peki ne kadarını okudun derseniz, “ve politika” isimli kısmı kaçırmadım, açıkçası orada da çok fazla haz ettiğim şeyler olmadı, yani bana çok doğru gelmeyen şeyler oldu, eleştirdiğim şeyler oldu derim. Teori kısmına çok girmedim ama bende teori kısmına dönük bu soğukluğu yaratan “ve politika” kısmı idi daha çok.

Tam da bu noktada, belki o şeye girmek gerekiyor, yani teori örgütlü mü, örgütsüz mü olmalı sorusuna… Bir kere şunu söylemek gerekiyor arkadaşlar; böyle bir dergiyi çıkarmak ya da bir bakkal dükkanı açmak bir örgütlenmedir, yani siz ne yapmak istiyorsanız ona göre örgütlenirsiniz, eğer gidip Başbakanı öldürecekseniz, silahlı bir örgüt kurarsınız, ona göre bir strateji seçersiniz başka bir şey yaparsınız, yani bu işler de bu örgütlüdür. Bu örgütsüzdür gibi görülmesi biraz kara çalma gibi geliyor bana, çok samimi gelmiyor. Kaldı ki, grupların hepsi şöyle bir yöntem izlerler;  önce işçi gazetesi, ondan sonra ortalama bir gazete, ve sonunda bir teorik dergi çıkartırlar, vallahi ben ne teorik dergiler biliyorum bir sayı çıkmış kapanmıştır, 3 sayı çıkmış bir daha bulamamışsınızdır. Yani gruplarla, örgütlerle bu işe girerler, ama çok başarılı çıkmamışlardır. Teori ve Politika, 37 sayı çıkartarak çok büyük bir marifet mi gerçekleştirmiştir, ben tek başına 37 sayı olmasını öyle bir marifet olarak görmüyorum. Teorik şeyler örgütsüzde yapılır, yani bildiğimiz anlamda, örgütlenme anlamında değil de örgütsüz de yapılabilir. Mesela, bugün Ayrıntı’dan çıkan kitaplara dikkat edin ya da başka bir yerden, kuramdırlar hepsi bilmem ne toplumu diye isimler koyarlar kitaplara ve önsözünde eşine dostuna filanca falancaya teşekkür ederler, ardından “bilmem ne sınıfındaki sevgili öğrencilerime” derler… yani kürsü sahibinin, bir hocanın teorik bir toplum analizi vardır ve bunu sınadığı tek yer o öğrenci grubudur, başka bir öğrenci grubu yoktur. Örgütte ise; daha bir şansı var insanların başka yerlerde de sınayabiliyorlar, buna şans diyorum, çünkü bunu tercih ediyor, “ben bunu sınamak istiyorum” diyorlar. Bir de tabi “hep ben doğruyu söylüyorum, hiç yanılmadım, hiçbir şey değişmedi” diyorlar. Yani her zaman haklı çıkanlar var.

Bu anlamda, 37 sayı belki teorik bir cephanelik sağlama konusunda bir şey kazandırmamıştır, ama sonuçta eğer hakikaten bir politika ile bağlantısı kurulamayacaksa, işte o zaman farelerin kemirici eleştirisine kalacaktır. Aslında çok farklı bir düzlem yok ikilikler arasında, yani birilerinin sadece ben teori ile uğraşacağım demesiyle öbürlerinin de ben pratikle uğraşacağım, arada zaten teoriyi de bulurum demesi arasında ne fark var? Yani iki görüş karşı karşıya geliyor ve ikisi de ispatlayamıyor. Mesela, Marx ve Engels’in kendisi de, Marx özellikle Teori yapmıştır ve onların yazdıklarını farelerin eleştirisine bıraktım demeleri de böyle bir şeydir. Hakikaten böyle bir şeye bırakıyorlar. Mesela, Komünist Manifesto’yu yazmasalardı ya da yazdırmasalardı onlara, muhtemelen Alman ideolojisi’nden hiç haberimiz olmayacaktı. Bu anlamda, kalıcı olması açısından da iddia sahiplerinin, hakikaten pratikte becerikli olmaları da gerekiyor ve zaten Marx ve Engels’in komünistler birliğinin iddiası da şu; “eleştirel bir politik faaliyet yapacağız” diyorlar, yani ben teori yapacağım, ben pratik yapacağım demiyorlar, ikisinin biraradalığı filan değil bu. Cesaret ettim kafamı kırmaya geliyorum demek.

 Benzer sorunlar Lenin’de de var, ilerlemecilik mantığı konuşuldu burada, bu Marx’ta da var, mesela Hindistan konusunda söylediği her şey palavra çıkmıştır. Hintli Marksistler bunu söyler. Lenin teorik meselelerle çok ilgilenmemiştir, gerektiğinde bakmıştır. Almanya’da Fordizme karşı işçi sınıfı direnirken, Fordizmi sosyalizm için örnek saymışlardır. Bu, emek süreci konusunda herhangi bir teorik bilgileri olmamasından dolayı, buna eğilmemelerinden dolayı olmuştur. Ulusal sorun konusunda bütün Bolşevikler çuvallamıştır, Lenin hariç. Devrimde uygulanması da işçi sınıfının kendi kaderini tayin hakkına dönüşmüştür. Bolşeviklerin ilk bildirileri, Kırgız ve Sogd halklarına verilir. Daha sonra her dilde bildiri yayınlıyor Bolşevikler. Sogd dilini bilen birini arıyorlar ama yok öyle bir dil, yani bu kadar cahillerdir o konuda, ulusları yaratmışlardır, burjuva ideologlar gibi, milliyetçi ideologlar gibi ulusları yaratmışlardır. Bunlar hatalardır.

12 Eylül darbesi olduktan sonra, insanlar yavaş yavaş hapislerden çıktılar ve yeniden bir şeyler inşa etme çabası içine girdiler ve bunun üstüne Gorbaçov ve 1989 geldi. Bundan daha büyük kriz olamazdı, çünkü insanlar sosyalizm diye SSCB’yi biliyordu, sosyalizm diye Arnavutluk’u biliyordu, sosyalizm diye Çin’i biliyordu. Bunların yıkılması gerçekten bir krizdir, ama neden yıkıldığı konusunda Türkiye’de ve dünyada teorik bir şey yapılmadı. Teori ve Politika da buna dahildir, nasıl olsa yıkıldı tarzında bir kaçış var. Mesela, Troçkist hareketin bu temelde çok ciddi eleştirileri vardır, iki üç tane teori vardır sınıfı karakteri ile ilgili, ama onlar da hiçbir şey yapmamıştır, sınamamıştır. Çökmüştür o teoriler.Burada da hiçbir şey yapmamışlardır, yani yöntem olarak, vesaire olarak. Mesela, Troçki’nin dediği, “eğer ikinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nde politik bir devrim olmazsa, benim şimdiye kadar söylediklerim yanlıştır” anlayışı, aslında Marksizm için de bir yöntemdir. Yani bilimsel yöntemler sadece determinist şeyler değildir, ve Marksizm bahsettiğim yöntemi kullanmış, oysa Teori ve Politika ve diğer bütün hareketler Troçkizm deyip bunu geçerler, Troçki deyince bir kişinin adı olarak kabul ediliyor, 4 Enternasyonel geleneği vardır, 65 yıl yaşayan. 10 yıl geçti diye Teori ve Politika konuşuyorsunuz ama bir yazı onu eleştirerek ilerlememiştir. Hataları vardır, ihanete varıncaya kadar şeyleri vardır, ama kimse çıkıp onu eleştiremedi, etrafından dolanarak teori oluşturmaya çalışmışlardır. Kriz budur asıl, çünkü onunla yüzleşmek istemiyorlar, çünkü Sovyetler Birliği’nin sınıf karakteri ile yüzleşmek istemiyorlar, Stalinizm ile yüzleşmek istemiyorlar.

Dolayısıyla, teorik kriz devam ediyor ve bundan kurtulmadıkça devam edecek. Yani arınmak lazım, yani Mekke’ye gider gibi Rusya’ya gidip o insanlarla konuşmak lazım. Hadi gitmediniz diyelim, buraya geldiler ticaret yaptılar, hatta bedenlerini bile sattı insanlar. Şimdi, o insanlara Marksizmin krizi deyin, Marksizmde bilmem ne Gazali felsefesi deyin inanmaz size. Dünya nüfusunun çok büyük bir kısmı sosyalizmden şeytandan kaçar gibi kaçıyor, çünkü onlar bunu yaşadı, siz inkılap tarihi okurken onlar Marksizm-Leninizm okudu liselerde. Tüm bunların etrafından dolanarak politika yapmak yeni engeller yaratmak demektir, ilerlemek değil.

Teşekkür ederim.

MUSTAFA KADIOĞLU (Emekçi Hareket Partisi)- Bu söylediğim şeylerin, Marksist olarak kayda geçmesini istediğim için ve biraz da hataları bana ait olmak üzere konuşacağım.

Daha önceki konuşmacılardan, Özcan arkadaş ve Kayserilioğlu’nun söylediği iki nokta benim de çok katıldığım yerler. Sizin, gerçek ile bilgi arasında bir ayrıma gitmeniz, aslında tipik, bildiğimiz Aristo idealizmidir. Yani bir gerçek var, o başka bir gerçek, bilgi başka bir bilgi… Yani bu bir kere sizin idealizminiz, ki bu Althusser’den gelen bir şey, Althusser bir idealistti…

(Kayıt sonu. Konuşmaların diğer bölümü kayda yansımadığından yazılamamıştır.)

----&----

 

 

]]>
atilla2005@gmail.com (Teori ve Politika) Sayı 38 Sun, 10 Jan 2021 10:28:22 +0000
Teori ve politika, 10. Yayın yılında https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1106-teori-ve-politika-10-yayin-yilinda https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/1106-teori-ve-politika-10-yayin-yilinda

 

Teori ve Politika, 10. yayın yılında.

 Bu vesileyle geçmiş, misyon ve geleceğimizi tartışmaya açtık.

İstanbul (28 Mayıs), Ankara (4 Haziran) ve İzmir’de (25 Haziran), çeşitli çevrelerden konuşmacıların katıldığı ve “Marksizm için forum” niteliğine bürünen tartışmalar düzenledik.

Bu sayımızda tartışma kayıtlarını  yayınlıyoruz. Konuşma çözümlerinin tümü, sahibine ulaşamadığımız veya gözden kaçan birkaç soru metni dışında, konuşmacılar tarafından gözden geçirildi, ve üzerlerinde gerekli görülen düzeltmeler yapıldı.

İstanbul toplantısının ikinci oturumu teknik aksaklıklar nedeniyle bu sayfalarda yerini alamadı.

 

“Marksizm için tartışmalar”ı sürdürmeyi planlıyoruz.

]]>
atilla2005@gmail.com (Teori ve Politika) Sayı 38 Sun, 10 Jan 2021 10:24:46 +0000
İki Totaliterlik https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/402-iki-totaliterlik https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/402-iki-totaliterlik

İki Totaliterlik*

Slavoj Zizek

Çeviri: Ercüment Özkaya

3 Şubat'taki gazetelerde küçük bir haber –kuşkusuz manşet değil– yer aldı. Avrupa Parlamentosu'nda çoğunluğu eski komünist ülkelerden bir grup muhafazakar parlamenter, gamalı haç ve benzeri Nazi simgelerinin kamusal alanda sergilenmesinin yasaklanmasına ilişkin bir yasa tasarısına aynı yasağın komünist simgelerini de kapsaması talebiyle karşılık vermişti. Sadece orak-çekiç değil, kızıl yıldız bile yasaklanması istenen komünist simgeler arasındaydı. Bu teklif kolayca göz ardı edilebilecek bir girişim değil: Avrupa'nın ideolojik kimliğinde köklü bir değişiklik öneriyor.

Açıkça söylemek gerekirse, şimdiye dek Stalinizm Nazizmle aynı şekilde reddedilmemiştir. Canavarca yönlerinin tümüyle farkındayız, ama daha hala belli bir hayırhahlıkla anmak mümkün: 'Elveda Lenin! diyebilirsiniz, ama 'Elveda Hitler'' demek düşünülebilir bir şey değil. Niye? Bir başka örneği alalım. Belli bir Doğu Almanya nostaljisinin varlığını sürdürdüğü Almanya'da, 'Stalin, Freud, Genosse'den tutun 'Die Partei hat immer Recht'e varana kadar eski Doğu Alman devrimci şarkılarını ve Parti marşlarını içeren CD'leri kolayca bulursunuz. Ama eski Nazi şarkılarının derlemelerini bulabilmek o kadar kolay değildir. En basit düzeyde bile Nazi ve Stalinist evrenler arasındaki fark açıktır. Stalinizmin göstermelik mahkemelerinde sanıkların suçlarını kamuoyu önünde itiraf ettiklerini ve bu suçları ne gibi saiklerle işlediklerine dair ayrıntılı bir hesap verdiklerini, oysa Nazilerin Yahudilerin kökünü kazımak için tek bir Yahudi'ye bile Alman devletine karşı bir Yahudi komplosunun varlığını itiraf ettirmeye ihtiyaç duymadığını hatırlıyoruz. Bunun sebebi açıktır. Stalinizm kendisini Aydınlanma geleneğinin bir parçası olarak görür. Bu geleneğe göre, gerçek, her aklı başında insanın erişebileceği şekilde ortadadır ve ne kadar yozlaşmış, ne kadar yoldan çıkmış olursa olsun, herkes kendi suçundan sorumlu tutulmalıdır. Oysa Nazilere göre, Yahudi'nin suçu kendi biyolojik yapısının sonucudur: Yahudilerin suçlu olduklarını kanıtlamaya gerek yoktur çünkü Yahudi oldukları için otomatikman suçludurlar.

Stalinist ideolojik tahayyülde, evrensel akıl tarihsel ilerlemenin amansız yasaları kılığında nesnelleşmiştir. Liderin kendisi de dahil hepimiz bu istisna tanımaz yasaların hizmetçileriyiz. Nutuk çeken bir Nazi lider nutkunun sonunda dimdik durup sessizce alkışları kabul eder. Oysa Stalinizmde liderin nutkunun sonunda mecburi alkış patladığında liderin kendisi de bu genel alkışa katılır. Ernst Lubitsch’in Olmak Ya da Olmamak'ında Hitler, Nazi selamına karşılık elini kaldırıp 'Heil Kendim' diye karşılık verir. Bu hakikatte hiç olmamış hareket som bir mizah ürünüdür. Oysa Stalin ötekilerin alkışlarına katıldığında fiilen ''Yaşasın Kendim'' demekteydi. Stalin'in doğum gününde Gulag takım adalarının en acımasız çalışma kamplarından kendisine kutlama telgrafları çeken tutukluları düşünün. Auschwitz'deki bir Yahudi'nin Hitler'e böyle bir telgraf gönderebilmesi tasavvur dahi edilemez. Tatsız bir ayrıcalık, ama Stalin'in idaresinde, hakim ideolojinin, liderin ve uyruklarının Tarihsel Akıl'ın hizmetçileri olarak bir araya gelebildiği bir mekan olarak görüldüğü düşüncesini destekliyor. Stalin'in yönetimi altında, bütün insanlar teorik olarak eşitti.

Nazizmde, Sovyetler Birliği ve uydularında sosyalizmin "bürokratik yozlaşması'' olarak kavradıkları gelişmelere karşı canları pahasına mücadele eden muhalif Komünistlerin bir benzerini göremeyiz. Nazi Almanyasında 'insan yüzlü Nazizm'i savunan tek bir Allahın kulu yoktu. Muhafazakar tarihçi Ernst Nolte gibi Komünizmle Nazizm arasında tarafsız bir konumu savunan –yani, Nazilere uyguladığımız standartların aynısını niçin Komünistlere de uygulamadığımızı soran– tüm girişimlerin hatası (ya da tarafgirliği) işte burada ortaya çıkar. Bu anlayışa göre, Heidegger Nazilerle flörtü yüzünden affedilemiyorsa, Stalinizmle ilişkilerini daha bile uzun süre sürdüren Lukacs ile Brecht neden bağışlanmalıdır? Bu yaklaşım Nazizmi Bolşeviklikte zaten geliştirilmiş uygulamaların –terör, toplama kampları, siyasi düşmanlarla ölümüne mücadele– tepkisi ve taklidine indirger. Yani 'ilk günah' Komünizme aittir.

Nolte, 1980'lerin sonundaki şu Revisionismusstreit tartışmasında, Nazizmin 20. yüzyılın benzersiz kötülüğü olarak görülmemesi gerektiğini savunarak Habermas'ın baş muhalifi olmuştu. Bu görüşe göre, ne kadar kınanası olursa olsun, Nazizmin benzersiz olmayışı sırf Komünizmden sonra ortaya çıkmış olmasından kaynaklanmaz: Aynı zamanda, bütün dehşetinin Sovyet Komünizmince zaten işlenmiş uygulamaların kopyası olmasından ötürü de, benzersiz değildir. Nolte'un fikrince Komünizm ile Nazizm aynı totaliter biçimi paylaşırlar ve aralarındaki tek fark, yapısal rollerini yüklenmek için seçilen görgül eyleyicilerdeki farktan ibarettir ('sınıf düşmanı'' yerine 'Yahudiler'). Nolte'a yöneltilen alışılmış liberal itiraz, Komünist kötülüğün ikincil bir yankısına indirgemekle Nazizmi görecelileştirdiği şeklindedir. Ne var ki, –boşa çıkan bir kurtuluş girişimi olarak– Komünizm ile Nazizm arasındaki yararsız kıyaslamayı bir yana bıraksak bile, Nolte'un temel tesbitinin doğruluğunu gene de teslim etmemiz gerekir: Nazizm, fiilen Komünist tehdide bir tepkiydi; sınıf mücadelesinin yerine fiilen Aryanlarla Yahudiler arasındaki mücadeleyi geçirmişti. Burada terimin Freudçu anlamında (Verschiebung) bir yanlış yerleştirmeyle karşı karşıyayız: Nazizm yanlış biçimde sınıf mücadelesini ırksal mücadelenin içine yerleştirir ve bunu yapmakla sınıf mücadelesinin gerçek doğasını perdeler. Komünizmden Nazizme geçerken değişen şey bir biçim meselesidir ve Nazi ideolojik mistifikasyonu bu değişmededir: Politik mücadele ırksal çatışma şeklinde doğallaştırılır, toplumsal yapıya içkin sınıf uzlaşmazlığı Aryan cemaatinin uyumunu bozan yabancı bir varlığın (Yahudilik) istilasına indirgenir. Nolte'un iddia ettiği gibi, her iki örnekte de var olan şey aynı biçimsel uzlaşmaz yapı olmaktan ziyade, düşmanın yerinin farklı bir unsurca (sınıf, ırk) doldurulmasıdır. Irksal farklılık ve çatışmanın tersine, sınıf uzlaşmazlığı mutlak biçimde toplumsal alana içkin ve bu alanın oluşturucusudur; Faşizm bu özsel uzlaşmazlığı yanlış bir yere yerleştirir.

Öyleyse, Ekim Devrimi'nin trajedisini bu şekilde anlamak doğrudur: benzersiz bir özgürleşme potansiyelidir ama Stalinizmle sonuçlanması da tarihsel bir zorunluluktur. Stalinist temizlik hareketlerinin Faşist şiddetten bir bakıma daha 'us-dışı' olduğunu kabul etme dürüstlüğünü göstermeliyiz: Aşırılıkları, Faşizmin aksine Stalinizmin otantik (hakiki) bir devrimin amacından sapması durumu olduğunun şaşmaz göstergesidir. Faşizmin idaresi altında, hatta Nazi Almanyasında bile, hiçbir siyasi muhalif etkinliğe katılınmadığı takdirde (tabii, Yahudi olmamak şartıyla) hayatta kalmak, 'normal' bir gündelik hayat görüntüsünü sürdürmek mümkündü. Oysa 1930'ların sonlarında Stalin'in idaresi altında ise hiç kimse emniyette değildi: herkes beklenmedik bir anda gözden düşebilir, tutuklanabilir ve ihanet suçlamasıyla kurşuna dizilebilirdi. Nazizmin us-dışılığı anti semitizmde –bir Yahudi komplosunun varlığına duyulan inançta– 'sınırlanmışken' Stalinizmin us-dışılığı tüm toplumsal gövdeye teşmil edilmişti. Bu sebepten, Nazi polis sorgucuları rejime etkin bir muhalefete dair izler ve kanıtlar bulmaya çalışırken, Stalin'in polisleri kanıtlar uydurmakta, hayali komplolar icat etmekte beis görmezlerdi.

Stalinizmi açıklayan tatminkar bir kuramdan hala yoksun olduğumuzu da kabul etmeliyiz. Bu bakımdan, Frankfurt Okulu'nun söz konusu görüngünün sistematik ve tam bir çözümlemesini yapamayışı bir rezalettir. Yararlı istisnalar vardır: Franz Neumann'ın, aynı bürokratik, bütüncül olarak örgütlenmiş, 'idare edilen' topluma eğilimli iç büyük dünya-sistemine –New Deal kapitalizmi, Faşizm ve Stalinizm– işaret eden Behemoth'u (1942); Herbert Marcuse'ün en az tutkulu kitabı, Sovyet ideolojisinin açık bir bağlılıktan yoksun garip biçimde tarafsız bir çözümlemesi olan Sovyet Marksizmi (1958); ve son olarak, 1980'lerde bazı Haber-masçıların büyüyen bir hoşnutsuzluk görüngüsünün yansısı şeklinde, Komünist rejime karşı direniş alanı olarak sivil toplum mefhumunu geliştirmeye çalıştıkları kimi girişimler. Bunların hepsi ilgi çekicidir ama Stalinist totaliterciliğin özgünlüğü hakkında evrensel bir teori oluşturmazlar. Özgürleşme projesinin başarısızlığının koşulları üzerine odaklandığını iddia eden bir Marksist düşünce okulu nasıl olur da 'gerçekte varolan sosyalizm' kabusunu çözümlemekten imtina eder? Bunun yerine faşizme odaklanması gerçek travmayla yüzleşmekteki başarısızlığını sessizce ikrar etmek değil midir?

Seçim yapmak gereken yer burasıdır. Solcu ve sağcı ''totaliterciliklere' karşı 'som' liberal tutum –her ikisi de kötüdür, siyasi ve diğer türden farklılıklara tahammülsüzdürler, demokratik ve hümanist değerleri reddederler vesaire– a priori olarak yanlıştır. Taraf tutmak ve temelden bir biçimde Faşizmin Komünizmden 'daha kötü' olduğunu ilan etmek zorunludur. Bunun alternatifi, iki totaliterliği ussal biçimde kıyaslamanın bile mümkün olduğu mefhumu, –açıkça ya da zımnen– Faşizmin daha hafif bir kötülük, Komünist tehdide karşı anlaşılabilir bir tepki olduğu sonucunu çıkarmaya meyillidir. Silvio Berlusconi, 2003'te Mussolini'nin Hitler, Stalin ya da Saddam Hüseyin'in aksine hiç kimseyi öldürmemiş olduğu gözlemini dile getirerek şiddetli bir infiali kışkırttığında, gerçek rezalet, İtalya Başbakanının provokatif kişiliği değildi. Bu ifade, şimdiye kadar faşizme karşı birliğe dayanmış olan İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa kimliğinin temellerini değiştirmeye yönelik devam edegelen bir projenin parçasıydı. Avrupalı muhafazakarların Komünist simgelerin yasaklanması çağrısı da bu bağlam içinde okunmalıdır.

 


* LRB | Vol. 27 No. 6, dated 17 March 2005

]]>
atilla2005@gmail.com (Slavoj Žižek) Sayı 38 Fri, 12 Jul 2013 22:40:17 +0000
Slavoj Žižek ve İdeoloji Üzerine Bir Deneme https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/401-slavoj-zizek-ve-ideoloji-uzerine-bir-deneme https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/401-slavoj-zizek-ve-ideoloji-uzerine-bir-deneme

İ. Veli Saltık

            Dursun Önder’e, GülnazYıldız’’a Ökkeş Karaoğlu’na

Barthes ilk kitabı Yazının Sıfır Derecesi’nde Hébert’in, kurduğu Père Duchêne adlı gazetede sürekli kullandığı “hastir” ve “hırt” sözcükleri ile ilgili “Bu kaba sözcükler hiçbir şey anlatmazdı ama imlerdi. Neyi mi? Bütün bir devrim durumunu” yorumunu yapar.[1]

Anlamı çıkaracağımız yer ise Hébert’in koca bir devrimci durumla eylemli olarak ilişkileniş tarzıdır. Herkes “hastir” çeker ama Hébert’inki farklıdır. Hébert’in dün çektiği “hastir” ile bugün çektiği “hastir” de farklıdır. Bu farkı da onun eyleyişine bakarak çıkarabiliriz. Ama insanoğlu eylemek için dil denen şeye muhtaçtır. Hiçbir eylemi doğal olamaz. “İnsan diye buyuruyor Hegel, ölümcül hastalığa yakalanmış bir hayvandır, doymak bilmez bir asalağın (akıl, logos, dil) zulmettiği bir hayvan[2]”. Dili, ontolojik materyalizmin belirleyicilik sıralamasında (doğa, üretim, toplum, düşünce) üretimin ardına koymak gerekir. Konuşmayı, “hastir” çekmeyi ise sona.

Örneğimizde bariz olarak görülen bu durumu, kullanılan tüm sözcüklere −özellikle “hastir” gibi kaba olmayanlara− yaymak mümkün müdür? Eleştiri silahını, her zaman geri dönerek silahların eleştirisinin yapıldığı yerden mi anlamlandırmak gerekir? Tarihselliğin etkisinden azade bir düzlem, “önce söz”ün olduğu bir düzlem yok mudur?

Slavoj Žižek, evrensel geçerliliği olan nesnel bilginin nasıl mümkün olduğunu sorar ve Alfred Sohn-Rethel’in metanın biçimsel analizinden yola çıkarak bir çözüm arar. Sohn-Rethel’e göre “Bilimsel prosedürün (şüphesiz Newtoncu doğa bilimi prosedürünün) ön-gerektirdiği, içerdiği kategoriler takımı, toplumsal etkinlikte zaten mevcuttur, meta mübadelesi ediminde zaten işbaşındadır. Düşünce katıksız soyutlamaya ulaşmadan önce, soyutlama, piyasanın toplumsal etkinliğinde zaten işbaşındaydı.”[3] Somut emek ve ürünü olan kullanım değerinden ayrı olarak soyut emek ve ürünü olan değer ve para, mübadele ilişkisine bağlıdır. Žižek, Sohn-Rethel’in “gerçek soyutlama” dediği mübadele sürecindeki soyutlamayı bilinçdışının yapısına benzetir. Sohn-Rethel’e göre “Mübadele soyutlaması düşünce değildir ama düşüncenin biçimine sahiptir.” Bilinçdışı da “ontolojik olarak düşünce statüsüne sahip olmayan (…) düşüncenin kendisine dışsal düşünce biçimi”dir.[4] Žižek, ‘gerçek soyutlama’yı Lacan’ın kişi doğmadan onu hazır bekleyen dilsel yapı olan simgesel düzen kavramına benzetir.

Žižek’e göre “soyutlamayı tamamen bilgi alanında gerçekleşen bir süreç olarak kavrayan ve bu nedenle de ‘gerçek soyutlama’ kavramını, ‘epistemolojik bir kargaşa’nın ifadesi olarak görerek reddeden Althusserci”[5] epistemoloji bir dil gibi yapılanan simgesel düzeni hesaba katmaz.

Tüm gücüne rağmen burada da Lenin’de “nesnel rüya - öznel rüya” Marx’da “gerçek düşünme - gerçek olmayan düşünme”[6] ayrımı gibi reddedilen tartışma tekrarlanır. Üstelik ontolojik düzleme sadece simgesel düzen açısından bakılmıştır. Simgesel düzen ona göre kurucu, belirleyici nitelikte olandır. Belirleme sıralaması bozulmuştur. Dil gibi yapılanan gerçeğin kendisi midir yoksa bizim onu algılama biçimimiz mi? Gerçek, imgesel ve simgeselin aralarındaki bağlantının belirleme ilişkisi içinde tekrar düşünülmesi gerekmektedir. Dil denen yapının tarihsel olarak üretimden sonra gelişi ve üretimin belirleyiciliğinde kuruluşu vurgulanmalıdır.

Simgeselin kuruluşunu bilim için ontolojik bir koşul olarak görebilecekken ontolojik bir boyut olarak göremeyiz. Bilim simgeselin kuruluşuyla beraber kendiliğinden (felsefe gibi) ortaya çıkmamıştır.

M. Kayaoğlu bilimin, bilime dışsal ontolojik koşulları olmakla birlikte salt epistemolojik düzlemde olduğunu; felsefenin ise epistemolojik bir boyutu olmakla birlikte ontolojik koşul ve felsefeye içsel ontolojik boyutları olduğunu söylüyor. Ontolojik koşulları oluşmadan bilimin ortaya çıkamayacağını fakat ortaya çıkarılan bilgi nesnelerinin, koşula indirgenemeyeceğini, ona aykırı ve karşıt da olabileceğini iddia ediyor. Ona göre felsefe ontolojik koşul yerine gelirse kendiliğinden ortaya çıkabilir ve felsefenin kendiliğinden formları vardır, felsefe toplumsal gerçeğin (ideolojik) bir öğesidir. Bilim içinse bunlar söz konusu değildir. Bilim adamı diye bir birey türü yoktur çünkü insanlar özneler olarak hep bir şimdide yaşarlar ve pratikte (konjonktürde) bilen diye bir insan grubu yoktur (ya da şimdiki zamanın bilinci tarih bilgisinin kendisi olarak görülemez). Tarihin gerçek sürecinde ise özneler olarak insanlar yoktur.[7]

Lacancı-Žižekçi teori, teorik bir işlemle edinilebilecek birçok kavram içeriyor. Post-Marxist Ernesto Laclau Hegelci okumalarına rağmen Žižek’in teorisinin umut vaadeden bir proje olduğunu söylüyor. Žižek de Lacancı gerçek kavramı ile Laclau ve Mouffe’un antagonizma kavramını ve hegemonya teorisini ilişkilendiriyor. Marksizmin bilim sektörünü ısrarla vurgulamak gerekiyor ama siyasal olanı eriten, siyasallığı önceleyen bir etik sunan üç felsefi-siyasal konuma (geleneksel cemaatçiler, modern evrenselciler, post-modern dağılımcılar) karşı[8] Žižek ve Laclau Leninist politika anlayışına yakın konumlanıyorlar.            

Žižek’e göre gündelik bilinç de felsefi-teorik bilinç (Felsefe, felsefe olmaktan çıkmadan bu körlükten kurtulamaz) de ontolojik temeli olan simgesel düzene (mübadele süreci) kördür. Bu anlamda ikisi de ideolojiktir. Mübadele sürecinin işlemesi de zaten bu körlüğe bağlıdır. Yanılsama Žižek’e göre sadece kişilerin ne yaptıklarını düşündüğü düzeyde değil yaptıkları düzeyinde de işler. Metaların kendileri bizim yerimize inanır. İnanç bu yüzden içsel değil, dışsaldır, toplumsal ilişkilerde varlık kazanır, o olmazsa simgesel düzen de dağılır.

Simgesel düzen kaçınılmazdır ama simgeselleştirmeye direnen gerçek de kaçınılmaz olarak her zaman geri döner. Hegemonik evrensel, ideoloji dışı olan birtakım unsurları (gerçek) da içermek zorundadır. Kafka’nın Şato’sunda “köylülerle şato arasında büyük bir fark yok” [9] diyen öğretmen sadece bu unsurların ideolojik mekanizmalarla işlenmiş, çarpıtılmış halini görür. Bu yaklaşım politik değildir ve bir ideolojik kapanıma karşı farklı bir ideolojik kapanımı çıkarır.

Gıdıklanan Özne’de Žižek, “Faşist ideolojinin ‘örtük rüya düşüncesinde’ (yani gerçek bir cemaat ve sosyal dayanışma özleminde) ‘Faşist’ (‘gerici’, vs.) olan hiçbir şey yoktur. Faşizme bu ‘Faşist’ karakterini veren esas unsur, ‘örtük rüya düşüncesinin’ ideolojik ‘rüya-çalışması’ ile biçimlendirilişinde, sömürüye ve tahakküme dayanan sosyal ilişkileri meşrulaştırmaya halihazırda devam eden göz önündeki ideolojik metne dönüştürülme şeklinde yatar”[10] yorumunu yapar. İdeolojinin düzenle işlemesini sağlayan şey (teyelleme) belirli bir tikel içeriğin deneyimimizden güç alarak kendini her zaman evrensel olarak ifade edişidir. Tikel içerik “temel fantezi öğesidir”.

Žižek her zaman “bir düğüm, üzerinde baskın ideolojik savın tüm çizgilerinin aniden buluşuverdiği bir düğüm” olan ve “çözdüğümüz an, içinde bulunduğu ideolojik yapının işlerliğini de askıya almış“[11] olacağımız Lacancı ‘Sinthome’un peşinde olmamız gerektiğini söyler. Teori ve Politika’nın diliyle söylersek Sinthome’u gözden kaçıran dinin ya da herhangi bir ideolojinin sorunsalı içine girer, oysa onun din ya da başka bir ideoloji gördüğü yerde somut bir sınıfsal iktidar ilişkileri vardır. İdeoloji her zaman bağlam bağımlı işler.[12] İslamiyet’in Sinthome’u Türkiye’de taşralı, göbekli Türk esnaf, karısı ve çocukları ve torunlarıdır. Bu düğümü çözdüğümüzde inananlar eylemleriyle bölünür. TKP’nin Sinthome’u sağlıklı, şehirli, modern Türk üniversite öğrencisi ve sevgilisidir. Politik olma iddiasındaki hareket her ideolojinin Sinthome’unu çözmek zorundadır.

‘Tarihsel olarak ezilenler’ ancak simgesel düzenin işlemesini sağlayan Sinthome denen bağın çözülmesiyle konjonktürde hareket halinde ezilen bölükleri olarak açığa çıkar. Bu anlamda ne sosyalist hareketlerde ne de İslamcı hareketlerde varlık kazanamayan Kürt Ulusal Hareketi örnek olarak verilebilir. Görüp görecekleri tüm ideolojik yapılanmalar ‘Türk’ Sinthome’unu taşıyordu. Varsın Müslümanlar, doğan herkes Müslüman doğar, proleterler de proleterin ulusu yok desin.

Kemalizm’e gelince. Gün Zileli, Yöncüler, MDD’ciler ve bugünkü ulusalcıları ayırıyor.[13]

Ona göre Doğan Avcıoğlu’nun temsil ettiği “Yön hareketinin erken döneminin söylemi Kemalist kökenine rağmen, sanıldığının tersine milli demokratik devrim ya da anti-emperyalizm değil, sosyalizmdi.” Zileli Avcıoğlu’nun tezlerini Lenin ve Troçki’nin sürekli devrim tezine yakın buluyor. “Yöncüler, İslamiyet’e karşı tutum ve Batıcılık noktalarında da klasik Kemalizm’den ayrı bir yol izlemiş ve özellikle Batıcılığa karşı, Niyazi Berkes’in kaleminden, oldukça sert eleştiriler yöneltmişlerdir” diyor. Ona göre MDD ise ML kökenine rağmen (Stalin’in mücadeleyi iptaline bağlı) devlete karşı mücadeleyi iptal etti ve mücadeleyi anti-emperyalizm ile sınırladı. “Buna rağmen, MDD’ciler, içeride de bir işbirlikçi kesimin varlığına işaret ediyor ve mücadele ettiklerini söylüyorlardı. (…) Bugünkü ulusalcılarsa işbirlikçilere karşı mücadeleyi de ortadan kaldırdı.” Zileli değerlendirmesini “Yöncüler, Kemalizm’in öz evladıydılar. Bu yüzden, babalarını ya da ailelerini eleştirmekte son derece cesurdular. MDD’ciler ve bugünkü ulusalcılar ise, Kemalist aileye sonradan dahil olmuş evlatlıklardır. Bu yüzden, velinimetlerine karşı son derece saygılı ve itaatkar bir tutum içindedirler. Bir bakıma, evlatlıkların özelliği ya da kaderi gibi bir şeydir bu” diye bitirir.

         Temeldeki ‘örtük rüya düşüncesi’ni ‘rüya çalışması’ ile karıştırmamak, ideoloji dışı (altı) öğeleri ideolojik yapılanma ile karıştırmamak gerekir. Bu yüzden bu tür ayrımlar yapılmalıdır. Ama Zileli karıştırıyor. Üçünü de söyledikleri üzerinden değerlendiriyor. Yöncüler MDD’cilerin pratik eleştirisi yanında hesaba katılabilir mi? Bunun dışında Sinthome denen düğüme gelince gerçek evlat veya evlatlık arasında simgesel babayı ‘babanın-adı’nı kabul etmek anlamında hiçbir fark yoktur. Politik bir ayrım yapacaksak bu düzeyde yapabiliriz. Diğer ayrımlar politik niteliğe dönüşebilir hareketleri anlamamızı sağlar ve Marksizm denen bütünlüğün içinde bu anlamda her ideolojinin ‘örtük rüya düşüncesine’ yer var. Sinthome denen düğümü çözen, babanın adını reddeden biricik pratik-politik hareket olarak Marksizm ise İbrahim Kaypakkaya’nın pratiğinde temsil olunur.

Žižek’e göre mücadele eden kitlelerin gerçekten istedikleri ile mücadeleleri sonucunda fiilen aldıkları şey farklıdır. Kitleler talep ettikleri şeyi kazandıklarında her şeyin aynen devam ettiğini görür ve kendilerini kandırılmış hisseder. Doğu Avrupa Sosyalizmine başkaldıran kitleler hakkında “Protestan kiliseleri etrafında toplanan ve Stasi terörüne kahramanca başkaldıran o onurlu Doğu Alman kitleleri, ansızın muz ve ucuz pornografi peşinde koşan vulgar tüketicilere dönüştüler; Havel’in ve diğer kültürel ikonların çağrılarıyla seferber olan medeni Çeklerse, yine ansızın, Batılı turistlerin peşinde koşan ucuz dolandırıcılara dönüştüler.” Ama ”o coşkulu beklentiler tamamen boşa çıkarılmış olsalar da, arada bir yerde, bu geçişin ta kendisi esnasında, bir şeyler gerçekten de olmuştur”[14] yorumunu yapar. Bu yüzden siyasetin “tikel bir talebin, çıkar müzakerelerinin bir parçası haline getirilmediği bütün sosyal uzamın baştan aşağı yeniden yapılandırılışının mecazi bir yoğunlaşması olarak işlemeye başladığı anda”[15] başladığını iddia eder. Ama mesele siyasetten kapanım anına geçişin engellenmesidir. “Biz halkız” sloganında simgesel düzenden dışlanmış olanlar kendi varlıklarını siyasallaştırırken, “Biz bir halkız” (kaynaşmış sınıfsız bir kitleyiz) sloganında (kapanımında) siyasal olan erir[16].

Žižek’in bu etkileyici değerlendirmeleri, “bürokratik sosyalist ülkeler”deki sanki sınıf mücadelesi bitmiş gibi öne sürülen ideolojik kapanımın sorunlarını anlatır. Kapanımın engellenmesi devrim öncesi ve devrim sonrası pratik bir sorun olarak Marksizmin karşısında duruyor.

 

           

 


[1] Roland Barthes, Yazının Sıfır Derecesi, Çev.: Tahsin Yücel, Metis Yay.,İstanbul 1989, s.11

[2] Slavoj Žižek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, Çev.:Tuncay Birkan, Metis Yay, İstanbul 2002 s.21

[3] A.g.e., s.32

[4] A.g.e., s.34

[5] A.g.e.,s35

[6] M.Kayaoğlu, “Felsefede Marksizmin Sonuşmaz Problemi”, Teori ve Politika 5, Kış 1997 s.27

[7] Bakınız M.Kayaoğlu, “Felsefede Marksizmin Sonuşmaz Problemi”, Teori ve Politika-5, Kış 1997; M.Kayaoğlu, “’Eleştiri Silahı’ ve ‘Silahların Eleştirisi’: Marksizmde Ayrımlar”, Teori ve Politika-8, Güz 1997; M.Kayaoğlu, “Geçmiş-Bugün-Gelecek Diyalektiğine Reddiye”, Teori ve Politika 14, Bahar 1999.

[8] “…geleneksel bir değerler silsilesince yönetilen kapalı bir cemaatte o asıl anlamı ile siyasetten pek de söz edilemez; evrenselciler siyaseti söylemsel bir etiğin usule dair önceliklerinde temellendirirler; dağılımcılarsa tekleştirici, totaliter, şiddet üreten bir unsur olarak gördükleri siyaseti lanetlerler ve kendini alternatif bir siyasal tasarıya adamadan, siyasetin sebep olduğu etik Yanlış’ları ve Kötülük’leri açığa çıkarmakla yetinen bir tür etik-eleştirmen konumunu benimserler.” (bkz Slavoj Žižek, Gıdıklanan Özne, Çev.: Şamil Can, Epos Yay., Ankara 2005, s.205)

“…çağdaş sosyal ve siyasal mücadelelerin çıkış noktası güçlü bir şekilde kendi tikelliklerini öne sürmektir, hiçbirinin, kendi başına, toplumun tamlığını gerçekleştirmeye muktedir olmadığı yönünde güçlü bir inançtır. Ama tam da bundan dolayı, bu tikellik salt bir ‘fark siyasası’ aracılığıyla inşa edilemez, kendi iddiasının gerçek bir şartı olarak, evrensel ilkelere başvurmak zorundadır.” Yani Laclau’ya göre Boş Gösterenlere. (bkz E. Laclau, Evrensellik, Kimlik ve Özgürleşme, Çev.: Ertuğrul Başer, Birikim Yay., İstanbul 2000, s.27)

Simon Tormey “Temsil sonrası üzerine bir yazının ortaya çıkışına tanık olmak yerine; grupların, azınlıkların ya da çeşitli ilgilerin mevcut temsili yönetim sistemlerine entegre edilebilmesini sağlayacak şekilde temsilin sadece barok bir tarzda yeniden modellemesini görüyoruz” diyerek eleştirdiği sıralanan bir dizi isimde Laclau da var. Tormey “Sanki, Rousseau ve Marx’ın anıları, yaşayanların zihinlerine öyle ağır geliyor ki…” diyerek devam ediyor. (bkz: Simon Tormey, “Kendi Hesabına Konuş”, Siyahi Dergisi-3, Mart-Nisan 2005)

[9] Kafka, Şato, Çev.: Kamuran Şipal, Cem Yayınevi,İstanbul 1982, s.15

[10] A.g.e., s.223

[11] A.g.e., s.212

[12] bkz. M.Kayaoğlu, “İslam’da Bir Keşif Turu”, Teori ve Politika-17, Kış 2000,

[13] Gün Zileli, “Yön, Leninizm, Kemalizm, MDD’cilik ve Ulusalcılar”, Birikim-187, Kasım 2004

[14] A.g.e., s.249-250

[15] A.g.e., s253

[16] A.g.e., s. 228

]]>
atilla2005@gmail.com (İ. Veli Saltık) Sayı 38 Fri, 12 Jul 2013 22:30:58 +0000
10. Yıl https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/400-10-yil https://teorivepolitika1.net/index.php/tr/arsiv/item/400-10-yil

Gülsüm Emek Aytaç

"Marksist olmak, Marksist kalmak ve yeniden

Marksist olmak için…"[1]

Teori ve Politika'nın varlığını ilk kez duyurduğu Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı benzerine daha önce rastlanmamış bir ayrışma olarak kayda geçti. Taslaklar daha çok örgütsel politik alan dahilinde olan bir ayrışmayı ifade edegelmiştir. Taslak'ta ise örgütsel politik alandan bir ayrışma yaşandı. "Komünist hareketin örgütsel olarak dışına çıkmanın, onun teorik-politik alanına girmenin zorunlu bedeli olduğu"[2] iddia ediliyordu. Teori ve Politikacılar, "bütünsel Marksizmi" yaratma yolundaki yükümlülüklerden biri olarak gördükleri teorik-politik misyon oluşturma hedefine yönelmiştir.

Teori ve Politika'nın varlığını duyurduğu ve ilk sayılarının çıktığı iki yılda Türkiye solunda bazı hareketlenmeler söz konusuydu. Devrimciler 'kaleleri korumaya' çalışıyordu. Gazi başkaldırısı, kampüs işgalleri ve öğrenci eylemlilikleri, 96 1 Mayıs'ı ve 96 yazında başlayan Ölüm Orucuyla hareketli iki yıl geçti. Teori ve Politika esasen bu yıllarda bu nitelikteki ayrışmasıyla tasfiyeci konuma düşmemenin bir sınavını vermiştir.

Teori ve Politika'nın ilk çıkış yıllarında epigramdaki sözlerin sahibi Louis Althusser'in de birkaç kitabı yayınlanmıştı. Bazı solcularca Althusser'in Gelecek Uzun Sürer adlı biyografik eseri öne çıkarılmış ve daha çok hasta ve katil bir adamın eseriyle ilişkisi masaya yatırılmıştı. Teori ve Politika, "Marksist olmak, Marksist kalmak ve yeniden Marksist olmak için" bu Marksisti bir teorik edinime tâbi tutmuştur. Bu iki 'okumanın' niteliği arasındaki zıtlık tarihe not olarak düşülmelidir.

Teori ve Politika için "Althusser'in teorik binasının zemini, bütünsel Marksist oluşum uğraşında "teorik bir en uygunluk taşıyordu."[3] "Marksizm mücadele yürütme konumunda olan ideo-politik özneler için benzersiz bir nitelik arz ettiği"[4] gibi, Althusser'in sorunsalı da "bazı çıkış noktaları ve vargılarıyla" Marksizmin 'orta-düzey' doktriner bir ideoloji olarak algılanmasına karşı bir teorik engel ve bütünlüğü oluşturmak için elverişli bir zemin teşkil etmektedir.

Kısa bir on yıl turu: Teori ve Politika'nın on yılını iki ayrı döneme ayırarak incelemek uygundur. İlk beş yıl Teori ve Politika için Taslak'taki Marksizm tanımına ilişkin teorileştirmelere gitme dönemidir. Bu dönemde bir yandan teorik çizgi oluştururken, esasen 'devrimci pratik' yürütmemesine rağmen meseleleri ele alırken devrimci tutum almanın örneğini vermiştir Teori ve Politika. Değinme yazıları pratik politikaya açılan pencere olmuştur. Teori ve Politikacıların pratik politikaya yaklaşımını belirlemiştir ve politik konumlanış olarak etkilemiştir.

Bu beş yıllık dönemde Türkiye'de ve dünyada Marksizmin alanında bir daralma olduğu saptaması yapılmıştır. Solun ekseninde sağa kayış gözlemlenmektedir. Örneğin bu beş yıllık dönemin sonunda 2000 yılında Batı Marksizminin temsilcisi NLR (New Left Review) 'yenilenmiştir'. NLR, kapitalizmin zaferini ve Marksizmin artık Sol kültür içerisindeki egemenliğini yitirdiğini ilan etmiştir.

Beşinci yılını doldururken Teori ve Politika artık teorik-politik eğilim haline gelmiştir. 2003 yılında Hayvan Dergisiyle yapılan röportajda bu saptama kamuya duyurulmuştur.

İkinci beş yılında Teori ve Politika "çekirdeğini Marksizm alanının dışarısına çıkarmadan" daralmaya karşı koymayı hedeflemiştir. Marksizmin krizde olduğunu, krizin giderek derinleştiğini ifade etmiş, ancak Marksizmi terk etmeden hem dünyadaki yeni gelişmelerdeki dinamiği görmeye ve edinmeye hem de çeşitli teori ve görüşleri nesnel değerlendirmelere tâbi tutarak Marksizm alanına katmaya gayret etmiştir. Dar ve post-Marksizmin ötesinde bir Marksizm anlayışını hayata geçirmiştir. Hem dar-Marksistlerin hem de post-Marksistlerin politik tavır almadaki ideolojik yaklaşımlarının tutarsızlığını birçok konjonktürde ortaya koymuştur. Teori ve Politika 10. Yılında, Taslak'tan bu yana ortaya koyduğu görüşlerdeki tutarlılığıyla teorik-politik bir akım oluşturduğunu ifade etmektedir.

10. yılımızı Teori ve Politika üzerine yazmak, Teori ve Politika'yı değerlendirmek, tartışmak, eleştirmek üzere geçirmeye karar vermiştik. Geçtiğimiz sayıda tartışmalar açılmış, çeşitli özneler bulundukları noktadan Teori ve Politika'yı değerlendirmiş ve eleştirilerini sunmuştu. Bu tartışmalar çeşitli çevrelerden konuşmacıların katıldığı toplantılarla derinleştirildi. Yazılanlar ve tartışılanların toplamı elbette zamanla değerlendirilecek ve kat edilen aşama belirginleşecektir. Burada bu 'karşılaşmalarla' ilgili birkaç noktaya değinilip geçilecek. Öncelikle bu 'karşılaşmalar', Teori ve Politika'nın bir eksikliği olan etkileşim kanalını açmak anlamında tarihsel bir önemi haizdir. Pekala bunun olmuş bitmiş olarak kalmayacağı, kalmaması gerektiği de kesindir ve esasen hedeflenen de bu değildir.

Teori ve Politika'ya gelen eleştirilerin önemli bir ağırlığını, Teori ve Politika'nın kendisini konumlandırdığı alan ve bu alandaki çabasının -çoğunlukla olumlu olarak değerlendirilse de- varolan 'kriz'i omuzlamaya yetmeyeceği eleştirisi oluşturuyordu.

Bunun yanı sıra Teori ve Politika'nın ortaya koyduğu Marksizm anlayışı da eleştirildi. Tartışmaların bugüne en uzak tarihinden en yakınına doğru, kafalarda oluşan "Teori ve Politika'nın Marksizm anlayışı" daha da belirginleşmeye başlamıştır.

İlk beş yıl, bütünlük ve ayrımlar, teorik bağ

"Bilgi meselesi bilimsel bir meseledir, bu meselede ne samimiyetsizliğe ne de böbürlenmeye yer vardır."[5]

Althusser, Lenin ve Felsefe adlı eserinde "Sanırım aslında Lenin'e borçlu olduğumuz, geçmişte benzeri olsa bile paha biçilmez değer taşıyan bir şey, bir gün felsefi olmayan bir felsefe teorisi haline gelebilecek bir konuşma tarzının başlangıcını onun yapmış olmasıdır" der ve kendisine biçtiği görevin Lenin'in kasketini giymek olduğunu dile getirir. Teori ve Politika, gidimli teorik bir tartışma yürütmenin ön koşulu olarak bir tutum almış, Lenin'in kasketini giymiştir:

Teori ve Politikacılar teorik bir tartışma yürütme adına "kendi verili bilinçlerine rağmen zorunlu mantıksal bir yol izlediler". Bu materyalist bir tutum almayı gerektiriyordu. Felsefede materyalist olmak, bizim dışımızda bir gerçekliğin kabul edilmesi, bütün gerçekliğin maddi olduğunun savunulması Marksizmin temel bileşeni olan bilim açısından büyük öneme sahiptir. "Teorik zorunluluk kendini sadece o alanın basit bir nesnesi olarak ilan edebilecek mantık erbabının önüne bir teorik gerçek olarak gelir."[6] Teori ve Politikacı özneyi öncelikle bu alandan kovmuş oluyordu.

1. Teori ve Politika 'söz' ve 'eylemi' ayırmaktadır. Gerçeklik, öncelikle ontolojik ve epistemolojik olarak birbirine indirgenemez düzlemlere bölünür.

Taslak'taki “Sunuş” yazısında Marksizm alanında Marksizmin ne'liğine ilişkin yapılan tartışmalardan yola çıkılarak gidilen Marksizm tanımı da bu temelde yapılmıştır. "Marksizm, bilim-felsefe-politika sacayağından oluşan açık uçlu bir bütünsel yapıdır. Epistemolojik nitelikte olan bu ifadeyi, ontolojik olarak; Marksizm teori ile pratiğinin politika dolayımıyla birleştirildiği bir hareketli yapıdır, şeklinde belirleyebiliriz."[7]

2. Materyalist felsefe ontolojik ve epistemolojik düzlemlere göre ifade edilir. Ontolojik materyalizm, her şeyin madde olduğunu, madde dışında hiçbir şey olmadığını ileri sürer. Özne-nesne, bilinç-varlık, özgürlük-zorunluk kategorileri reddedilir. Ontolojik materyalizmin bu yönü bilime işaret etmektedir.

Ancak bütün gerçekliğin madde olduğu materyalist tezinin kendi alanının yani felsefenin ontolojik alanının dışında da savunulması ve ontolojik boyuttan epistemolojik boyuta düz bir materyalizmin tanımlanması beraberinde tutarsızlığı getirmekte ve nihayetinde idealizme varmaktadır. Ontolojik olarak her şey maddedir fakat epistemolojik olarak maddenin çeşitli formları arasında farklar olması gerekir. Madde ile o maddenin düşüncesi arasına epistemolojik bir engel koyulur. Bilimin nesnesi olan bilgi nesnesi ve politikanın nesnesi olan gerçek nesne epistemolojik bir engelle ayrılmış olur. Böylece Marksizmin temelinin bilim olduğu anlayışı ile Marksizmin sadece bilim olduğu pozitivist anlayışı arasına da set çekmiş olur.

Epistemolojik materyalizm ikicidir. Gerçek ile onun bilgisini ayırır. Düşünce ve gerçek epistemolojik materyalizme göre ayrı, ontolojik materyalizme göre ise aynı şeylerdir.

Marksizm tarihinde materyalizmin bu iki düzlemde "varlığının ve önceliklerinin" çeşitli şekillerde karıştırılması Teori ve Politika'nın eleştiri konusu oldu. Bu karıştırma ya gerçeğin toplumsal ve doğasal olarak iki ontolojiye bölünmesiyle (çifte ontoloji) ya da epistemolojik olarak ayrı olan düşünce ve gerçeğin bir ve aynı şey olduğu iddiasıyla gerçekleştiriliyordu.

Karıştırmalar, ya determinizmi reddederek bilimin reddine ya da gerçekliği reddederek apolitizme varıyordu.

Teori ve Politika tek bir bilimi, tek bir ontolojiyi savundu. Determinizmi yalnızca tarih biliminde tahrif eden yaklaşımların değil fizik bilimindeki her yeni gelişmede idealizme, indeterminizme yönelen yaklaşımların da karşısındaydı. Determinizmi burada da bir kez daha savundu.

Teorik bağ: Teori ve Politika'nın ilk sayısının ilk yazısında M. Kayaoğlu ontolojik ve epistemolojik boyutları kapsayan bütünlüğü kurmada üç ayrı bağdan bahsetmektedir: Psikolojik (ideolojik), tarihsel (pratik-politik) ve teorik bağ (teorik-politik).

Marksizmin diğer ezilen hareketlerinden ayırt edici özelliği psikolojik ve tarihsel bağların yanı sıra teorik bağa da sahip olmasıdır. Ancak "Tarihin bilimiyle devrimci politika arasında varlığı duyurulan teorik bağ, yani teorik-politika Marksizm tarafından kurulamamıştır. Bağı ontolojik olarak kurmaya çalışan iki eğilim kaydedilmiştir. Eğilimlerden birini felsefe ve politikanın işlevlerini yükümlenen ya da onlara hükmedeni felsefi olarak anlaşılmış bir bilim fikrini ileri sürenlerin eseri oluşturmuştur. Diğer eğilimse, varlığını, her şeyin ontolojik olarak indirgendiği ve felsefi olarak anlaşılmış bir politika üzerinde inşa edilmiştir. Sonuç pozitivizm ve tarihselcilik arasında salınan bir Marksizm tarihi oluşturmuştur."[8]

Marksizmin sadece bilim olduğunu savunan anlayış Kautsky ve İkinci Enternasyonalcilerce temsil olunmuştur. Marksizmi felsefi olarak anlaşılmış bir politika, politika felsefesi ya da praksis felsefesi olarak tanımlayan diğer anlayışlar ise reformizme eğilimli gördükleri bilimciliğin karşıtını oluşturmaktadır.

Yılmaz Sezer bu karşıtlığı güzel bir örnekle ortaya koyar: "Kautsky ve Gramsci Ekim Devrimini "Kapital'e karşı devrim olarak niteliyorlar. Kautsky, devrimi 'Kapital Bilimine aykırı buluyor ve olumsuzluyor. Benzer ama tersinden bir yönelimle Gramsci, Kapital bilimine aykırı bulduğu için Ekim devrimini olumluyor.(…)

"Bugün gelecek bağlantısının felsefi kuruluşu bugünün burjuva dünyasıyla sakatlanmış bir şekilde, ya bir felsefi/politik praksisin (Gramsci) ya da felsefi olarak anlaşılmış bir bilimin (Kautsky) ortak paydası oluyor."[9]

Bağın epistemolojik alanın ontolojiye, ontolojinin epistemolojiye indirgenerek kurulmaya çalışılması kategorik olarak teorik düşünmenin önünde engel teşkil ediyor.

Teori ve Politika net bir şekilde bilim ve politika arasındaki ayrım çizgilerinin çekilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bilimin ve politikanın nesneleri farklıdır. Bilimin bilgi nesnesiyle ilişkisi, politikanın da gerçek nesneyle ilişkisi doğrudandır.

Teori ve Politika Lenin'in nesnel gerçekle dolaysız ilişkilenerek politik tutum almasını önemsemektedir. Althusser'in Lenin'in kasketini giymesinden biraz farklı bir şekilde, Teori ve Politika gerçeği politikleştirmesi esprisiyle Lenin'in kasketini giymektedir. Ancak bu noktada tek başına kasketi giymek yetmiyor.

Bir dolayım öğesi olarak politika sektöründeki gelişmeler Marksist teorik bütünün pratikle ilişkilerini belirler. Sorunsalımızı her konjonktürdeki verili araçlarla yeniden üretmemiz gerekecektir.

Değinmeler, ikinci beş yıl ve açık uç

"İçinde olduğumuz yeni dönemde, karşıt konumu kudretli olarak yeniden kurmanın ön-temellerinden birini, politik ufkumuza dünyanın bütün ezilenlerini kapsayabilecek bir genişlik katmak oluşturuyor."[10]

Teori ve Politika'nın genel teorik çerçevesi ve politik olarak konumlanışındaki tutarlılıktan daha önce bahsedildi. Bütünlüğü oluşturmada mantıksal, teorik bir bağ kurmanın yolu birçok farklı olayda ve durumda yeniden kurularak gösterilmiştir. Teorik metinlerden, “Değinmeler” kısmındaki politik yazılara doğru bir gidiş söz konusudur.

Teori ve Politika, her konjonktürde dünyayla ilgilerini politik olarak tekrar kurdu. "Devrimcilik ölçütlerini teorik ilkelerden değil politik gerçeklikten yola çıkarak belirledi". Politikanın gerçeklikle dolaysız ilişkide yapıldığını bir an unutmadı.

"Marksist teorinin gerçeğin kendisiyle ilişkisini indirgemeci bir şekilde kuran ve teorinin gerçeğini gerçeğin gerçeğine ikame eden" İşçici-Sosyalizmci yaklaşımlarla savaştı.

Konjonktürü anlamakta, getirdiği tarihsel ilericilik/politik ilericilik kavramlarıyla İslamcılık, milliyetçilik gibi tarihsel olarak geri addedilen ideolojilerin politik olarak ilerici olabileceğini gösterdi. Politik özneleri kendi bilinçlerine rağmen oynadığı devrimci rol ile değerlendirdi. Pratik-politika üzerine düşünürken, ideolojist ve doktriner olmamak için bir politik hareketin duruşunun 'doğru' olup olmadığına değil, 'uygun' olup olmadığına baktı.

Marksizmin alanının daha da darlaştığını saptadığı ikinci beş yılında Teori ve Politika, politik ufkunu dünyanın bütün ezilenlerini, anarşist, milliyetçi, İslamcı çeşitli ideolojilere ayırmadan kapsayacak şekilde genişleterek ve bunu yaparken bir yandan bütün kimliklerin ötesinde Marksist olmayı savunurken bir yandan darlaşmaya karşı koymaya çalıştı. Marksizm alanı dışındaki ancak devrimciliğe dönük çeşitli 'teori' ve görüşlere Marksizm içinden akınlar düzenledi.

İkinci beş yılda Teori ve Politika'nın teorik-politik inisiyatifi daha da artmıştır. Ancak darlaşma fiziki gerçeklik olarak varlığını ve Teori ve Politika üzerindeki etkilerini de sürdürmektedir. Bu darlaşmanın kırılması için onuncu yılda etkileşim kanallarının önümüzdeki dönemde zorlanması gerekecektir.



[1] L. Althusser, John Lewis'e Cevap, Çev.: Müntekim Ökmen, V Yay., Ankara 1987, s.60.

[2] Melik Kara, İ.Mert, S.Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s.89.

[3] A.g.e, s.80

[4] "Geçmiş Misyon Gelecek", Teori ve Politika 37, Bahar 2005, s.6.

[5] Mao Tse Tung'dan aktaran Mahir Çayan, Toplu Yazılar, Özgürlük yay., Nisan 1995, s.131.

[6] M. Kayaoğlu, "Felsefede Marksizmin Sonuşmaz Problemi", Teori ve Politika 5,

[7] M. Kayaoğlu, "Marksizmin Ayıraçlarına Doğru“, Taslak içinde.

[8] M. Kayaoğlu, "Marksist Politikanın Teorik Öncülleri“, Teori ve Politika 1, Kış 96, s.10.

[9] Yılmaz Sezer, "Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu", Teori ve Politika 2, Bahar 96, s.5.

[10] M. Kayaoğlu, "Bitimsiz Mücadele, Kesintisiz Devrimcilik", Teori ve Politika 26, Bahar 2002, s.8

]]>
atilla2005@gmail.com (Gülsüm Emek Aytaç) Sayı 38 Fri, 12 Jul 2013 22:15:26 +0000