Ana SayfaArşivSayı 4Ölüm Orucu Üzerine Notlar

Ölüm Orucu Üzerine Notlar

Mustafa Serdar

Yaygın olarak, 12 Eylül 1980’in arifesinde Ecevit hükümetlerinde ilan edilen sıkıyönetimlerle başlayan açlık grevleri, 12 Eylül’le beraber artık, tutuklu bütün devrimcilerin temel eylem biçimlerinden biri halini aldı. Diyarbakır cezaevinde başlayan ölümüne eylemler, İstanbul cezaevleri başta olmak üzere Ankara’dakiler dışında merkezi davaların görüldüğü bütün cezaevlerine yayıldı. Bu süreçte 12 Eylül’ün devlet nezdindeki muzaffer atmosferi, İstanbul cezaevleri merkezli tek tip elbise direnişiyle delindi. Cezaevlerindeki birçok terör uygulaması bu eylem sonucunda önemli oranda kırıldı. Omuz omuza geliştirilen bu mücadele dönemiyle, cezaevlerinde ayrı davalardan yargılanan devrimciler, oluşturdukları ortak komünde birlikte davranmaya başladı… Aydınlar cezaevlerinden salıverilmeye başlandı. Valizleriyle cezaevine girenler, valizleriyle bırakıldılar.

Bu dönemde (80’lerin sonu) cezaevlerinin yeni bir dönemi başlıyor: 1) Uzun açlık grevleri, yerini 20-25 günlük açlık grevlerine bırakır, ta ki Eskişehir direnişine kadar. Cezaevlerinden yayılan başkaldırı toplum nezdinde anlamını bulur, cezaevlerindeki açlık grevlerine artık açlık direnişi denilmektedir. 2) Devlet, daha önce bireysel düzeyde tanıdığı tutuklu ve hükümlü temsilciliğini, siyasi temsilciler sıfatıyla resmen tanır ve Türkiye’de ilk kez resmî taraflar arasında barış görüşmelerine başlanır. Aynı dönemlerde İHD’ler, üyelik başvurusu yapan, üye olan sosyalist ve devrimci dergi okurları nedeniyle aydınlar tarafından terkedilir. Oysa bu gibi yerlerde nasıl davranılacağını en iyi onlar biliyorlardı.

            Yukarıdaki anlatım, Türkiye’de cezaevleri direnişlerinin bugüne uzanan süreçteki bir özetiydi.

            Dünyada henüz emsali görülmemiş cezaevi direnişleri Türkiye’de yaşanıyor. Bu zamana kadar, sınıf mücadelesi olarak adlandırılan hiçbir mücadelede açlık grevleri ve ölüm oruçları bu kadar yaygın ve temel bir eylem biçimi olarak benimsenmediği gibi, hiçbir yerde de bu eylemler direniş adıyla anılmamıştır.

            Tarihte açlık grevleri, mücadelenin önemli oranda ulusal mücadeleye bükülmüş olduğu pratiklerde ve işgal altındaki ülkelerde ulusal önderlerin başvurmuş olduğu eylem biçimleridir. Sınıf mücadelesinde böyle eylemlere, “tersine eylemler” demek doğru olacaktır. Çünkü iktidarla mücadele dışarıdan değil, sözcüğün gerçek karşılığıyla, sağır duvarların arkasından sesleniyor. Dışarıya, otorite kurmaları gereken inisiyatiflere eylemi iletiyor, onların üstünde otorite kuruyor, onları sürüklüyor! Yan yana gelemeyenleri sokakta birleştiriyor. Devletle çatışmaktan kaçınanları bir derecede devletle çatışmak zorunda bırakıyor. Hem içeride, hem dışarıda birleştirici/eylemci bir rol üstleniyor. Bu nedenle, ölüm oruçları, daha doğrusu içerideki mevzilerin kurucularının ifadesiyle, direniş; tamamen bizim algıladığımız anlamda, “Biz kendimizi savunmayı biliyoruz, dışarıdakiler kendi başlarının çaresine baksın” mesajı ve yukarıda saydığımız işlevi nedeniyle direniş kavramıyla anılmayı haketmektedir. İçeridekilerin ortaya koyduğu işlev, dışarıdakilerin vahim durumunu açıklamaktadır.

            Ama son direniş bugünkü daha vahim bir duruma tekrar dikkat etmemize neden oldu. Direnişlerin sokaklara çıkmasına olanak verdiği içi geçmiş, yaşlı “devrimciler” çaktırmadan, satır aralarında Yokohama Bildirgesini ve ölüm orucu direnişçisine müdahale hakkını tartıştılar. Birikim ve Söz yazarlarından bir kısmı, ölesiye bir aşk olan insan haklarından bahsediyorlar. Yavuz Alogan, “Ölenler aynı kararlılığı bir başka eylemde gösterme fırsatına bir daha asla sahip olamayacaklar… Ölüm orucu bir eylem biçimi değildir. Çünkü bu eylem katılanların daha sonra kendi eylemleri hakkında bir değerlendirme yapma şansı olamamaktadır”[1] diyor. Bu kafanın Yıldırım Aktuna’nın kafasından farkı yoktur. Ve Alogan, kategorik olarak olayın içinde yer almadığı için de direnişçinin niçin ölmeye yattığını hiçbir zaman ve şekilde anlayamayacaktır. Yaşar Kemal, direnişi Alogan’dan iyi kavradığı için, “mübarek komünistler” diyor. Y. Kemal, direnişin anlamını siyasal bir yönelime kurban etmiyor. Ömer Laçiner, ölüm oruçlarını konu ettiği yazısında, herkesin kim olursa olsun “insan hakkı” olduğuna vurgu yaparken, devrimci eylemler ve devletin eylemleri karşısında hayretini gizleyemiyor: “Gitgide korkunçlaşacak bir yola ve hayat tarzına hazır olmalıyız o halde.”[2] Andığımız kişilerin takındıkları tutum; ölüm orucu direnişçilerinin önce insan olduklarıdır. Siyasal kişilikleri ve iradeleri, daha sonra yine onların insanlık standartlarıyla ölçülüyor.

            Oysa, farkedemedikleri oldukça önemli bir durum var. Ölüm orucu direnişi, pasif değil aktif bir eylem olarak onların siyasal yerlerini tespit etmiştir. Bu ve benzeri örnekler, ölüm orucu direnişinin siyasal sonuçları arasında sayılmalıdır. Türkiye tarihinde daha önce teorik ve pratik olarak Çayan ve Kaypakkaya’nın kararlılıkları sonucu kurulan otorite, bu direnişle Çayan ile Kaypakkaya’dan sonra ilk kez, teorik değil ama pratik bir otorite tesis etmiştir. Devrimciliğin korkutan varlığı pratik olarak gösterilmiştir. Türkiye’deki birçok çevre, devrimcilerin kararlılığının otoritesini böylece tanımıştır. Bu, kuşkusuz, Laçiner’in belirttiği gibi insan insana diyalog zemininde değil, kavga zemininde sağlanmıştır.

            69 günlük ölüm orucu ve süresiz açlık grevinin ölen ve sağ kalan direnişçilerini selamlıyoruz.

 
 


[1] Y. Alogan, “Zafer Kazanmadınız”, Söz, S.79, s.7.

[2] Ö. Laçiner, “Geçen Ayın Birikimi”, Birikim, Ağustos 96, S.88, s.7.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar