Ana SayfaArşivSayı 58‘Kendiliğindencilikler’ Dönemine Karşı ‘Öncü Politika’

‘Kendiliğindencilikler’ Dönemine Karşı ‘Öncü Politika’

Süleyman Yılmaz Bulduruç

Mao’nun “Cennette büyük kaos var – vaziyet şahane” sözü, Slavoj Zizek tarafından Arap İsyanlarını değerlendiren bir yazıda kullanılmasıyla birlikte, Arap İsyanlarının sonrasını da kapsayan kitle hareketini de içine alarak genel duruma ilişkin devrimci ilginin ortak kullanımına yeniden girdi.[1] Bu, hayırlı bir giriştir! Ezilenlerin dinamik olduğu koşullarda düzen-kargaşa ikileminde, devrimci duyu kargaşaya meyleder. Ancak Mao, “Tüm çalışmaların can damarı politik çalışmadır” sözünün olanca ağırlığıyla güncel hareketlerin içindeki boşluğa isabet etmesiyle de hatırlanmalıdır. Kargaşa koşullarında örgütlü olanın etkisinin hissedildiği bilinir. Mao, devrimci olarak kargaşa dönemlerinin olanaklarına işaret ederken bu koşullar içinde hareket etmenin ve devrimci sonuçlar çıkarmanın araçlarını bir Leninist olarak öne alır. Kendi tabiriyle devrimin üç büyük silahını (Komünist Parti, Halk Kurtuluş Ordusu ve Birleşik Cephe) vurgular ve politikanın kumanda mevkisine partiyi yerleştirir.

Marksizmin politikadaki varlığının, efektleri haricinde hissedilmediği bir dönemden geçiyoruz. Ezilenler hareketinin –farklı kanallardan dinamik bir yapı kazanmasına rağmen– devrimci bir yatak içinde gürüldeyen akışı yerine durgun, kontrollü ve dönemsel yükselişleriyle karşı karşıyayız. Arap İsyanlarından Avrupa göçmen isyanlarına özellikle güney Avrupa’da Yunanistan ve İtalya’da görülen sokak eylemlerinden ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et” (OWS) hareketine birbirine ilham veren bir yığın göze çarpıyor. Olağan haliyle ezilenlerin kitlesel ifadeleri tüm ilginin yoğunlaşmasını koşulluyor. ‘Fırtına merkezleri’nde fırtınanın nasıl biçimlendiğinin, yükselişinin ve ortaya koyduğu olasılıkların mücadelenin yükseltilmesi perspektifinden ele alınması gerekiyor. Mevcut halde, ezilenlerin devrimci bir ifade bulmuş, ama organik bütünlükten yoksun, örgütsüz ya da kendilerini politik alanda dayatacakları türden devrimci örgütlerinden mahrum halde hareket ettikleri ilk bakışta görülüyor. Var olduğu kadarıyla, ne politik merkezlerin hareket üzerinde ciddi bir etkisi var, ne de hareketin politik merkezlere yönelik herhangi bir yönelimi. Diğer yandan kitlesel hareketlerin içine pratik olarak dalınamasa da hareketin etkileri nesnellik boyutuyla politik yaklaşımlar üzerinden izlenebiliyor.

“Yeni bir durumda olduğumuz kesin”[2] ve “bu dönemin kapandığını beyan, insanların artık bu dönemin politik kategorileri içinde düşünemeyeceğine ve politik sorunların sıfırdan ele alınması gerektiğine işaret ediyor”[3]. Yeni dönemin arayışları eski dönemin enstrümanlarıyla ve özellikle nesnelliğe yapılan vurguyla politikanın özgüllüğünü ve konumsallığını geriye çeken bir yaklaşımın galebe çalmasıyla kusurludur.

Devrimci politikada yaşanan ‘kriz’in koşulu olan bu durum belirgin düzeyde politik öznenin aşınmasıyla yaşanarak, sınırın en geri noktaya çekildiği durumda, nesnelliğin ve nesnellikte oluşan kendiliğindenliğin kutsanmasını devreye soktu. Kapitalizmin toptan çöküşü, krizi tartışmalarından tutalım da anti-kapitalist vurgularla ‘tarihsel ileri’ övücülüğüne kadar uzanan yaklaşımlar içinde devrimci politika pratiği ve yönelimi geri çekiliyor –ama açıkça değil, tedrici ve genel bir ‘devrim’ lafzı ardına gizlenerek. Yeni durum tam da burada, devrimci politik varlığın geri alınmasıyla ve politika yapma aralığının daralmasıyla birlikte oluşan nesnelliğe yönelik vurguyla beliriyor. Politikanın koşullarının politikanın kendisi haline getirilmesi şeklindeki klasik yaklaşımın ‘kendiliğindenci’ bir politika olarak yeniden düzenlendiğini görüyoruz. Diğer yandan, nesnelliğin öznelci okumasıyla ‘yıkım-kıyamet’ beklentisi, bir ‘dekadan devrimcilik’ türünü de kendiliğindencilik olarak sınıflandırma imkanı tanıyor.

Amacımız, yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuzun farkında olarak mevcut dönemin genel ezilenler hareketinin tablosunu sunarken esas olarak ezilenlerin kendiliğinden hareketlerine yönelik Marksizm içinden ve dışından politik yaklaşımların değerlendirilmesidir. Tek tek politik merkezler değil genel olarak belirli farklılıklar taşıyan yaklaşımlar ele alınacaktır. Dönemin, devrimciliği kuşatan karakteri ile kitlesellik boyutunun bir arada yaşanıyor olması ayrıca dikkat çekicidir.

Kimi yaklaşımlar, Lenin’in kuruculuğuyla beliren Marksist devrimci pratik politikanın geri alınması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu yaklaşımlar, basitçe Marksizm içi bir sorun olmanın ötesinde ifadesini ‘politika ötesi’ olarak bulan ve genel olarak ezilenlerin hareketi içinde örgütsel merkezlere mesafeli duran, siyasal iktidarın fethi olarak devrimci politikaya karşı çıkan, devlete mesafeli olmayı dışarıdan kuruculuk olarak ilke düzeyine çıkarmaktadır. Lenin’in politikada oluşturduğu yapısal yan, yani ‘toplumsal’ olan ile ‘politik’ olanın ayrılması ve politikanın örgütlü bir pratik olduğunun kanıtlanması, sosyalizm deneyimlerinin devlet pratikleriyle özdeşleştirilerek ‘parti-devlet’ formuna indirgenip dönemselleştirilmektedir. Politikanın ahlaka indirgenmesiyle eşgüdümlü yürütülen bu tartışma, mevcut hareket içinde ‘müzmin muhalefet’ olma eğilimiyle birlikte ‘ilkesel iktidar karşıtlığı’ olarak vuku buluyor. Tüm bunlar karşısında yeni dönemin devrimci bir kanala akıtılması için Lenin’e başvurulmasının gereği ve önemi vurgulanacaktır. Lenin Marksist politikanın ifadesi için sarsılmaz bir ‘güç kulesi’dir.[4]

1) Mücadelede Ezilenler: Konumlar, yönelimler

a) Hareket halindeki ezilenler: Ezilenlerin nesnelliği

Bundan yaklaşık on yıl önce Teori ve Politika sayfalarında Metin Kayaoğlu ezilenlerin mücadelelerinin dökümünü şöyle yapıyordu: “Kuzey ve Batı ülkelerinde –emperyalist ülkelerde– son birkaç yılda ortaya çıkan ve milyonları harekete geçiren, ‘küreselleşme karşıtı’ olarak yaygın adlandırmasını bulan hareket; Güney ya da Doğu ülkelerinde –‘Üçüncü Dünya’da– süren gerilla hareketleri ve devrimci dinamik barındıran ‘İslamcı’ akım ve örgütler, (…) daha çok Güney ve Doğuda yer yer patlamalar gösteren kitlesel hareketler.”[5]

Bugün bu tabloda ‘küreselleşme karşıtı hareket’in yerini, “Yüzde 99’uz” sloganlarıyla birlikte anılan OWS (Wall Street’i İşgal Et) hareketi alabilir. Bir bakıma, 2008 ekonomik krizinin emperyalist merkezlerde ötelenmesi ile ve bu ötelemenin faturasının emperyalist merkezlerde topluma, özellikle orta sınıflara ödetilmesiyle oluşan hoşnutsuzluğun daha çok ‘eğitimli profesyoneller’, orta sınıf hareketi biçiminde patlak vermesi 2008’den 2011’e uzanan bir bağlantıyı gösterir. Buna ek olarak AB’nin güneyinde İtalya, İspanya ve daha yoğun olarak Yunanistan’da şiddetli ve kitlesel hareket dinamiği işlemekte. Yunanistan son bir yıldır kesintisiz eylemlerle sarsılıyor. Ekonomik krizin bir siyasi kriz olarak da yaşandığı ve hükümetlerin istifa ettiği eklenmeli, tabii bu istifaların kitle hareketinin sonucu olmadığı da..! Bu tabloya İrlanda ve Portekiz’in de katılacağı tahmin ediliyor.

Metropol ülkelerde göçmenlerin dönem dönem patlayan isyanlarıyla sokakların alevlendiğini izleyebiliyoruz. En son, devrimci politika açısından çorak Britanya adasında göçmenlerin öfke patlaması kayıt altına alınmalıdır.

Arap İsyanları bu noktada coğrafi ve siyasal yönleriyle ayrı bir başlıktır. Özellikle isyanın başladığı Tunus’ta ve Mısır’da görülen, daha çok ‘orta sınıf’lara özgü ya da bu kesimlerin başını çektiği bir hareketlenmeydi. Bu yönüyle metropollerdeki hareketler için ilham kaynağı oldukları da söylenebilir. Ancak Mısır ve Tunus devletlerinin karakteri nedeniyle hareketler ‘demokratik’ muhtevayı da taşıyarak yönetim değişikliklerine yol açmıştır. Bunun iki önemli etkisi olmuştur. Belirli bir aşamada hareket bölge rejimlerinin yeniden düzenlenmesi için ezen ittifakının müdahalesine uğramış, kimi reformlarla, ama daha çok koruyucu önlemlerle devlet merkezleri güçlendirilmiştir. Buna rağmen, hareketin daha dar ama militan bir seçeneğe yönelme olasılığını belirtmeli. Henüz böyle bir etkinin aktüel sonucu izlenmemiştir. Diğer yandan, emperyalist merkezlerin istedikleri bölgelerde istikrarsızlık çıkarma operasyonları sürüyor. Libya politikası daha karmaşık biçimde şimdi Suriye ve ardından İran için gündemde tutuluyor.

Süren gerilla mücadeleleri ve İslamcı akım ve örgütler kuşatma altındadır. İslamcı hareketlerin işgal altındaki Afganistan, Irak ve Filistin’de etkinlikleri devam ederken özellikle Arap isyanlarının sistemce içerilmesi sonucu ‘ılımlı’ İslam müdahaleleriyle politik etkisi ağır bir kuşatma altına alınmıştır. Sri Lanka devletinin Tamil Kaplanlarını yenilgiye uğratması, Nepal’de devrimci sürecin askeri başarılarından sonra masada sürüncemede kalması örnekleri gerilemeler olarak sayılabilir. Kürt Hareketi ve Hindistan’daki Naksalit hareket bu noktada sürdürülen ve farklı boyutlarda da olsa gelişen hareketler kategorisindedir.

Güney Amerika’da Venezüella’nın başını çektiği ve kıtaya yayılan Bolivya, Uruguay, Nikaragua sol hükümetleri yeni bir toplumsal modeli izliyor. Güney Amerika’nın toplumsal hareketler üzerinde esinler veren etkisi düşünüldüğünde hükümetlerin deneysel bir alan açtığı söylenebilir. Ayrıca Güney Amerika’da halen Brezilya’da Topraksızlar (MST), Patronsuzlar gibi deneyimler sürüyor. Şili’de öğrenci hareketinin ağırlığı hissediliyor.

Tüm bu tablo içinde ezilenlerin mücadelelerinin düşük devrimcilik seyri dikkat çekicidir. Eski RAF militanı İnge Viett yakın tarihli bir röportajında şu değerlendirmeyi yapıyor: “Hindistan’da Naksalit Hareket gibi, FARC, Kürtler, Tamiller, ETA gibi geleneksel silahlı devrimci hareketler hâlâ var. Bunların Naksalit Hareket dışındaki hemen hepsi savunmada ama henüz yenilmediler.”[6]

Bu listeyi biraz daha genişletip Lübnan Hizbullah’ını, Filistin’den Hamas ve İslami Cihad’ı, Filipinler’den FKP’yi ekleyebiliriz ve bu röportajdan çok kısa bir süre sonra silah bıraktığını açıklayan ETA’yı düşebiliriz.

b) Bir ayrım: Ezilenlerin ‘tarihsel’ ve ‘politik’ bileşenleri

Ezilenlerin homojen bir yapıda olduğu söylenemez ancak kimi ortak noktalar belirlenebilir. Biz burada ezilenlerin tarihsel ve politik bileşenleri arasında ayrım yapmanın gerekli olduğunu kabul ediyoruz. Ezilen yığınlar arasında her zaman bir hiyerarşi vardır. Bu hiyerarşik dizilim, ezilenleri, ezenlerin egemenliği güvence altında olduğu zamanlarda ezenin saflarında birbirlerinin karşısına diker. Egemenliğin oluştuğu zamandan beri ezenler hep küçük bir kütle oluşturmalarına rağmen, merkezileşmiş ve kontrolü sürdürebilmişlerdir. Bunun kırıldığı devrim anları, ezilenlerin başkaldırılarıyla bir birlik yaratmaları sayesinde gerçekleşmiştir. Ezilenlerin tarihsel bileşenleri her dönemin yığınsal ifadesini verir. Hiyerarşi, konjonktürel değil tarihsel olarak, en yoğun ezilenler kütlesi üzerinden ifade edilir.

Ezilenlerin politik bileşeni ise belirli bir konjonktürde mücadele eden ezilenleri imler. Burada belirtilmelidir ki, ezilenlerin politik varlıkları onların devrimci varlıklarıyla ölçülür. Yoksa şu ya da bu ezen politikası da ezilenlere hitap ederek onları kendi saflarında derleyip kitle olarak saflara sokar. Herhangi bir örgütsel birlik sağlayamayan ezilenler tarihsel düğümlenme anlarında öfke patlamalarıyla ve kendiliğinden hareketleriyle, bu kategori içinde ezilenlerin nesnelliğinin potansiyelinin açığa çıktığı koşullar içinde politikaya müdahil olurlar.

Bugün ezilenlerin politik bileşenleri özellikle ortak düşman algısından yoksundur. Daha önemlisi, ezilenlerin politik bileşenlerinde, ezenin ideolojik hegemonyası altında politikanın iktidar ile bağlantılı güçler ilişkisindeki etkinlikler aracılığıyla varlık bulduğunu reddeden bir bulanıklık yaşanmaktadır. İstikrarlı kimi ezilen hareketlerinin dışında, oluşma evresindeki hareketler daha çok belirli talepler ve içeriden sistem dönüşümü öngören reform talepleri çerçevesinde yoğunlaşmıştır. Buna paralel bir başka yanın, yıkıcılığın reddi ile birlikte ‘olumlu’ kurucu eyleme meyletme tarzında belirdiği izlenmektedir. Diğer bir alan ise belirli periyodlarla biriken öfkenin patlaması şeklinde belirmektedir.

Žižek, yeni dönemin politikaya açılacak yönlerini belirlemeye çalışırken “ezilenlerin tarihsel bileşimini” koşullayan etmenleri tarihsel kapitalizmin’ yeniden üretimini engelleyecek kadar güçlü karşıtlıklar ufukta belirmiş ekolojik felaket tehdidi, özel mülkiyet kavramının entelektüel mülkiyet için kullanılmasının uygunsuzluğu, yeni teknolojik-bilimsel gelişmelerin sosyo-etik sonuçları ve son olarak yeni apartheit biçimleri yani Duvarlar ve gecekondular. ‘Dışlanmışlar’ ve ‘Kapsanmışlar’[7] diye belirtiyor. Bu nesnellik düzeyinde, politikada ezilenlere açılan yerin ‘Dışlanmışlar’ ve ‘Kapsanmışlar’ ayrımı olduğu görülüyor. ‘Dışlanmışlar’ı ‘Kapsanmışlar’dan ayıran uçurum ile diğer üç karşıtlık arasında farklılıkta ısrar etmemiz gerekiyor. ‘Dışlanmışlar’ı bir tehdit olarak gören ve onları uygun bir mesafede nasıl tutacağı konusunda kaygılanan bir Devlet cemaatinden daha özel bir şey yoktur. Başka bir deyişle, sözü edilen karşıtlıklar arasında ‘Kapsanmışlar’ ile ‘Dışlanmışlar’ arasındaki karşıtlık kritik önemdedir. Bu karşıtlık olmaksızın diğer hepsi isyancı yönlerini yitirir.[8]

Dışlanmışlar ve Kapsanmışlar dağılımı ve hiyerarşisi kuşkusuz tek boyutlu değildir. Egemenliğin kurulma biçimi, ezilenler arasındaki hiyerarşiye de dayanıp farklı dışlanmışlar dereceleri oluşturmaktadır. Bizim için Žižek’in yaptığı ayrımın yol açıcı yanı ‘ezilenlerin politik bileşimi’ne uzanmada araç olarak kullanılabilmesi ve özel olarak ‘devlet cemaati’ne kapsanmışların merkezi olarak yapılan vurgudur. Devlet cemaati, her durumda ezilenlerin varlığına karşı birleşecekleri ortak düşmanı işaret etmekte işlevli bir yan taşımaktadır. Dışlanmışların yarattığı karakteristik en dışarıdan merkeze doğru halkalar halinde ele alınmalıdır. Şu halde en dış çeperde Üçüncü Dünyanın adsız ezilenleri ve bunların şiddetini politik olarak derleyen gerilla hareketleri, İslamcı örgütler, işgal karşıtı direnişçiler ve her türlü pratik politik devrimcilik yer alıyor. Bu, dışlanmışların en dışının ontolojik yapısıyla ilgilidir. Bir yanda nesnel konumlarıyla yok sayılanlar, diğer yanda öznel başkaldırılarıyla ve politikalarından dolayı yok edilmeye çalışılanlar…

Çemberin bir iç halkasında, nesnel olarak dışlanmış, döne döne öfke patlamaları yaşayan ezilenler yığını var. Ancak burada, merkezden uzak Üçüncü Dünya halkları dış çepere yakın dururken, emperyalist metropollerdeki asiler iç merkeze daha yakın duruyor. İkisinin ortasında ise Arap İsyanlarıyla oluşan ortamdaki ekonomik demokratik kitle hareketlerinin yer aldığı görülür. Bu tablo bize, dışlanma ve kapsanma potansiyellerinin, nesnelliğinin ötesinde bir politik müdahale konusu olduğunu gösterir. Göçmenler gibi en dış çeperdekilerin içerideki kıyıcılıklarını taşımayan ama iç çeperde sistemin kapsanmışlarının ayrıcalıklı dünyasında bir dönem geçiren ‘orta sınıf’ asileri çeperin dışına doğru itilmeleriyle bu günün en göze çarpan yoğunlaşmasını temsil etmektedir. Dolayısıyla, merkeze yakın yerde olan ezilenler, karşılanmayan beklentilerinden ve kaybettikleri konumlarından dolayı dinamiğin en canlı olduğu yerde bulunuyorlar aynı zamanda. Ancak, burada bir uyarıya gerek var: “Jeste dayalı anti-kapitalizm aslında onu [kapitalizmi] pekiştirir.”[9]

Merkeze yakın ezilenler, yakınlıklarının dezavantajlarını avantajlarıyla birlikte taşıyorlar. Merkeze yakın ezilenlerin gelişim yönü aynı zamanda onların diğer ezilenlerle özdeşleşme pratikleriyle birlikte ölçülmeye açıklık taşır. Örneğin, 68 Hareketinin görece radikalliği Vietnam ve Filistin direnişleriyle ve Kültür Devrimiyle kurulan özdeşliklerle birlikte oluşmuştu. Filistin davası yakın tarihe kadar bu rolünü oynamaya devam etti. Bugün bu dinamik tersten işliyor.

20. yüzyıl boyunca Marksizm, bu halkalar arasında, en içteki dışlanmışlar ile en dıştaki dışlanmışlar arasında ortak bir dil yaratmıştı. Marksizm politikada ezilenleri birleştirici bir rol alabilmişti. Bugün bu rolü oynayabilecek devrimci politik merkezler bulunmuyor. Ters bir etkiyle, liberal hümaniter bir kapsanmışlar ideolojisinin hegemonyasında hareket ediliyor. Bu, en belirgin şekilde ‘demokrasi’ retoriğiyle ve şiddetin meşruiyetinin devlet tekeline alınması, ezilenlerin şiddetinin sınırlandırılması ve her türlü devrimciliğin politika dışı olduğu ilanıyla görüş alanına giriyor.

c) Mücadele eden ezilenlerin irtifa kaybı

Kayaoğlu’nun, “İçinde bulunduğumuz ve önümüzdeki yıllarda da süreceğini öngördüğümüz dönemin pratik politik devrimcilikler dönemi olacağı görülüyor. Yıkıcılığın kuruculuğun önünde olduğu, kurumsal iktidar hedefinin politik bir yönelim dışında programatik bir gerçeklik ol(a)madığı, öncü politikanın vurgulu bir tarzda sürdürüleceği, mücadele tarzının çok geniş bir yelpaze çizeceği, şiddet politikasıyla barışçı kitle çalışmasının bir ve aynı öznenin görece dar çeperine sığacağı bir dönem”[10] öngörüsü, geçmiş dönemin iktidara yönelmiş ve başarılı devrimler döneminden bir geriye çekilmeyi ancak devrimciliğin sürdürüldüğü bir dönemi öngörüyordu. İktidarın alınamadığı koşullarda devrimciliğin olanaklılığına vurgu yapan bir politika tarzı pratik politik devrimciliktir. On yıl önceki öngörü bugün sınanmaya muhtaçtır. Özellikle öncü politikanın kapsamlı bir aşınma konusu olduğu ve ezilenlerin kendiliğinden patlamalarının haricinde yıkıcı boyutun gittikçe düşen bir seyir izlediği koşullarda…

“Baskıya muhalefet, hiyerarşik toplumsal sistemlerin varlığıyla eş zamanlı olmuştur. Muhalefet süreklidir ama çoğu kez gizil bir haldedir. Ezilenler kendi muhalefetlerini aralıksız biçimde ifade etmekte politik, ekonomik ve ideolojik bakımdan çok zayıftır.”[11] Ezilenler ezenlerin koyduğu sınırlarda ve onların kalıplarıyla, onların ideolojileriyle kimi hareket alanları açıyorlar. Olabildiğince medeni, olabildiğince sınırı aşmadan! Buna rağmen ezilenlerin potansiyel gücü ve bu gücün çok gerisinde olmakla birlikte dinamik yapısı, hareketin sınırlarını hangi aşamada zorlayacağını ya da zorlayıp zorlayamayacağını belirsiz kılıyor. Ve tabii, devletlerin katlanma marjlarının ne çeşit müdahalelerle başka bir boyuta sıçrayacağı, bunun hareketi nasıl etkileyeceği gibi temel politik sorunlar hâlâ belirsizliğini koruyor. Şu kesin; ezilenler kendi yordamlarınca belirli çıkışlar yapıyorlar, her ezilen kümesi kendi tarihsel biçimlenişine göre uygar isyankâr ya da barbar yıkıcı olarak kimi araçlar ve yöntemler geliştiriyor. Sorun, bugün galebe çalan uygar isyankâr tarzın, barbar yıkıcılığı konjonktürel gelişiminin ötesinde kuşatmasıdır. Tercih edilen, beklenen, ezenlerin korkulu rüyası olan ve tıpkı Romalıların yürek çırpıntısıyla titreyerek beklediği gibi, barbarların o arındırıcı şiddetiydi. Nüveler halinde hissedilen bu şiddet, hızla kontrol altına alınmaya çalışılıyor ve belirli bir sınıra çekiliyor.

Pratik politikada da buna uygun olarak şiddet politikası ile kitle çalışması kesin sınırlarla ayrılıyor. Sadece öncü politikanın değil kitle hareketinin şiddeti de yoğun bir kınama konusu. Dayatılan şiddetsiz protesto tipleri ile dar çepere sıkıştırılan öncü politika ise ‘kitlesiz bir kitlecilik’ sınırına çekilmiş durumda.

Ezenler koalisyonunun hücuma geçtiği, hedef aldıkları bölgeleri istikrarsızlaştırdığı, ezilenlerin birleşik ve hedefi belirli karşı koyuş gerçekleştiremediği bir konjonktürdeyiz. Ezilenlerin tepkileri eğer ezenlerce ‘uygun bulunursa’ kendi müdahale alanlarında yeniden biçimlendiriliyor. “Düşman kendisince uygun görülen bölgelerde istikrarsızlık yaratıyor, devrimci güçler de düşmanlarının ininde ya da üslerinde istikrarsızlık öğeleri olmak durumundadır.”[12] Ancak merkezlerde devrimci güçlerin kayıtlı bir politik varlığı yok. Bir devrimci merkezin olmadığı koşullarda ezilenlerin protesto biçimleri katlanılabilir muhalefet alanına akıyor. Bu, telafi edilemez bir boşluktur.

2) Ezilenlerin kendiliğindenliği, politikanın kendiliğindenciliği

2008’den bugüne aktarılan ekonomik kriz koşullarında ‘kapitalizmin sonu’nun bilmem kaçıncı kez ve farklı kesimlerce ilan edildiği, Anglikan Kilisesinden burjuva ekonomistlerine ve şirket patronlarına kadar gayet geniş kesimlerce Marx’ın haklılığının teslim edildiği, emperyalist merkezlerde toplumsal hareketlerin 68’den bu yana görülmemiş bir yükselişte olduğu, Arap isyanlarıyla, merkez dışında ‘medeni’ başkaldırıların olabileceği ve ‘fundamentalist tehlike’nin bertaraf edildiği durumda çizdiğimiz tablo çok mu karamsar? Hayır! Öncelikle, ezilenlerin kendi yordamlarınca giriştikleri mücadeleler, direnişler, savaşım biçimleri istisnasız öğretici –sadece başarılarıyla değil aynı zamanda yenilgileriyle de… Burada mesele, daha çok, politik bir ufuk ve pratik konumlanış olarak devrimci politikanın yitirilmesidir. Dolayısıyla, çizilen tablo, karamsarlığın değil ezilenlerin devrimciliğinin politik ifadesini arayışın bir gereğidir.

Nesnelliğin, özellikle ekonomik kriz koşullarında nesnelliğin ileri sürülmesi, hele bir de bu nesnellik içinde kendiliğinden hareketler barındırıyorsa, buradan devşirilen umudun politikayı ikame etmesi, Marksizmin Lenin aracılığıyla inşa ettiği devrimci politikadan geri çekilinmesi anlamına gelir.

“Lenin, geri dönüştürülemez Marksizm’in bir cisimleşmesi, daha doğrusu radikal şekilde geri alınamaz bir Marksizm biçiminin ta kendisidir.”[13] Lenin’in tarihsel bir uğrağa sıkıştırılıp özellikle dışlanması ya da sessizce kenara koyulması, egemen ideolojinin Marksizm alanında işleyiş düzeyini gösterir. Devrimci bir politika için olduğu kadar, ayrımların hatlarını belirginleştirmede de Lenin’e ihtiyaç duyuyoruz. Bir yanda, steril hale getirilmeye çalışılan ve politik alanda dar-Marksizm aracılığıyla etkide bulunan ‘Marx’a dönüş’, diğer yanda Kilise ahlakçılarının, burjuva ekonomistlerin Marx övgüleri karşısında “dönüştürülmemiş Marksizmi” her tekil durumda öne çıkarmak gerekiyor.

“Mevcut geri dönüşmüş, yani sulandırılmış ya da ürkekleştirilmiş (Marksistlerin zayıflıklarını hayali güçlere dönüştürmek eğiliminde oldukları) Marksizm, konjonktürde yoksun olduğumuz şey tam da budur: hücum halindeki Marksizm (bildiğiniz gibi bu Leninist bir ilkedir: daima hücum pozisyonunda kalmak), egemen ideoloji ve onun sayısız riyakârlıklarını ortaya çıkarma yeteneği ve iradesindeki Marksizm. Lenin’in sert olduğu yer burasıdır: Mütemadiyen ‘proletarya diktatörlüğü’nü savunur ve küçük burjuva ahlakçılığına karşı yumuşak başlı değildir”.[14] Lenin kesinlikle devrime kilitlenmiştir, her konjonktürü devrim normuyla ve devrimci öncü perspektifiyle ele alır.

a) Kendiliğindenciliğe karşı Lenin ya da devrimci politika

Lenin Ne Yapmalı?’da Marksist politikanın esaslarını oluştururken kendiliğindencilik ile bilinçlilik arasında bir ayrım yapar. Bu ayrım bir bakıma nesnellik ile öznellik arasındaki ayrıma denk düşmekle birlikte Marksizm içinde ‘kendiliğindencilik’, Lenin öncesi politik olanın toplumsal karşılığı olarak anlaşılabilir. Bilinçlilik kategorisi ise bu nesnelliğin farklı düzeylerindeki gelişiminin içinde eşitsiz bir dağılım sergilemekle birlikte her konjonktürde o konjonktürün politik potansiyelini karşılayan merkezileşmiş politik kumanda mevkiine işaret eder. Buna göre kendiliğindenlik unsuru, “özünde, tohum halindeki bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir”.[15]

“Kendiliğindenlik ile bilinçlilik arasındaki ilişki tarih-aşırı bir düzlemde incelenecek felsefi/metafizik bir karşıtlık değildir. Her yeni dönemde yeniden değerlendirilmesi gerekir. (…) Kendiliğindenlik ve bilinçlilik arasındaki ayrımın, her yeni dönemde bir önceki döneme özsel bir atıfta bulunmadan yeniden tarif edilmesi gerekir. Kendiliğindenlik hep tikel bir dönemin kendiliğindenliğidir”.[16] Bu haliyle kendiliğindenlik gelişim halindeki bir süreklilik değildir, her konjonktürün kendi imkânlarıyla ezilen kesimlerin tepkilerine ve direnişlerine işaret eder. Klasik anlamda isyanlar, reaksiyoner hareketler, öfke patlamaları ayrı ayrı ele alınmalıdır. Bunların içinde oluşturulan örgütlülük ve istikrarlı sürdürme biçimlerine göre kendiliğindenlik unsurunun biçimleri farklılaşır. Kuşkusuz merkezileşme ve organizasyon yeteneği kazanmış hareketler ve politik öncülüğün merkezi organik yapısına sahip olanlarla olmayanlar arasında nitelik farkı vardır. Diğer yandan bu hareketler tikel sorunları temsil etmekte ve onun sınırında kalmakla kendiliğindenliği aşamazlar. Lenin’in akıl yürütmesinde bilinçli öncü hem işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğini teşvik etmeye hem de bununla savaşmaya çağrılır.[17]

Kendiliğinden hareketler, “Modern politik hareketlerin tarihinde öfkeye dayalı kendi kendini örgütleyen hareketlerin önemli örneklerine”[18] verilen adla “jökoriler” geçmişte ve bugün pek çok örnekle anılabilir. Negri ve Hardt politik bir hareket için “jökorilerin yeterli değil ama gerekli”[19] olduğu kanısındadır. Ancak ‘önderliksiz kendiliğindenlik kör, kendiliğindenliksiz önderlik boş’ gibi ‘Kantçı’ akıl yürütmeye indirgenmiş bir açıklayıcılık gönlümüzü rahatlatır mı? Rosa Lüksemburg’un “bize kitlenin kendiliğindenliğini verin devrim yapalım”[20] sözü ile kurduğu denklem tam da bu önermenin sınırları içinde kalıyor, bir tür eşitleme ya da koşutluk görünümü altında çubuğu kendiliğindenliğe büküyor.

Lenin’in “Bana bir devrimciler örgütü verin, Rusya’yı altüst ederim”[21] şeklindeki öncü politikayı ve devrimci örgütü öne alan yaklaşımı, vurgunun yönünü değiştirmenin ötesinde bir işleve sahiptir. Kolay ya da uzlaştırıcı çözümün, bir adım ötesinde, ‘kendiliğindenlik’in aynı zamanda bir tür ‘kendiliğindenci’ örgüt tipine açıldığı görülür. Kendiliğinden hareketin konjonktürel özelliklerine ve tarihsel koşulların düğümlenmelerine göre derlenen enerji reformist bir ‘öncülük’ de oluşturmaya açıktır. Dolayısıyla devrimci örgüt özgül bir örnek olarak belirli tip politikanın konjonktürdeki taşıyıcısı olmak durumundadır. Kendiliğindenlik, toplumsalın arındırdığı çelişkilerin ezilenler cephesinde yarattığı dinamizm olarak öncü devrimci politika için nesnel bir kap sunmakla birlikte bu nesnel kabın tamamı ve devrimci politikanın birincil koşulu değildir.

“Kendiliğindenci hareketlerle kendiliğinden hareketler arasında çok mühim bir ayrım bulunur. Kendiliğindencilik, bir politik öznenin kendiliğinden hareketlerle kurduğu/kurabileceği özel bir ilişki tarzıdır.”[22] Başka bir boyutta kendiliğindencilik, bir ilişki kurmanın olmadığı, ilişkinin pratik bir oluş kazan(a)madığı hallerde nesnelcilik ya da kendiliğinden hareketin nesnel yapısını övücülük olarak politika dışılığı temsil eder.

Lenin’in devrimci politika için örgütü öne alması, bugün bir geri çekilmeyle karşı karşıya kalıyorsa bunun en azından simgesel olarak, Lenin öncesi ‘siyasal’ oluşa bir geri dönüş ya da Marksizmin devrimci politika iddiasını geri alma olduğunu söylemek hatalı olmaz. Kabaca bir kendiliğinden hareket yadsıması, olumsuzlaması değildir bu. Bu, kendiliğindenci politik duruşun farklı formlarının güncel ifadelerinin belirlenmesi için bir adımdır. ‘Kendiliğindencilik’in tanımlanmasında A. Shandro’nun yaklaşımı yol açıcıdır:

“Kendiliğinden mücadelenin seyri içerisinde işçilerin burjuva hegemonyasının parametrelerine meydan okuyan ve hatta bazen bunları çiğneyen yenilikler yapabilmesi gayet mümkündür. Ne var ki kendiliğinden yenilikler, burjuva hegemonyasının parametrelerinin yeniden formüle edilmesiyle karşılanır [reformlar vs. – b.n.]. Bu, burjuva stratejisinin yeniden düzenlenmesine ve burjuva ideolojisinin kendisini işçilerin mücadelesine kendiliğinden kabul ettirmesine olanak tanır. Ekonomizm esas rolünü bu noktada oynamıştır. Burjuva hegemonyasının sınıf mücadelesinin inkârına yaslanması gerekmez, ekonomistler de politik mücadelenin ille de hatta genel olarak ekonomik mücadeleye indirgenmesi gerektiğini savunmamışlardır. Aslında duruşları hayli devrimci terimlerle ifade edilebilirdi ve sıklıkla da öyle ifade ediliyordu. Belki de ‘kendiliğindencilik’ olarak adlandırmamızın daha uygun olacağı bu akım sosyalist politikanın sınıf mücadelesinin kendiliğinden hareketini yani burjuva hegemonyası tarafından belirlenen ya da en azından ele geçirilebilir olan çizgilere, biçimlere ve yörüngelere uyumlulaştırılmasından oluşuyordu.”[23]

Tespitimiz, ezilenlerin kendiliğinden hareketinin tüm tablosuna bakıldığında politika alanının ‘kendiliğindenci’ yaklaşımların istilası altında olduğudur. Ancak kendiliğindenciliğin tek bir yüzü yok. Marksizm alanındaki bir eğilim olarak, ekonomik krize bağlı politika yapma anlayışıyla daha çok dışarıdan kendiliğinden harekete övgü biçimindeki kendiliğindencilik ile direkt kendiliğinden hareketin içinde örgütlenen kendiliğindencilik biçimleri ayrıştırılmalıdır. Ama bir adım ötede, umutsuzluk üzerinden biçimlenen ya da yıkıma karşı ahlaki bir duruş çağrısında bulunan kimi örneklerle pratik varlık da bulan ‘dekadan devrimcilik’in kendiliğindenciliği çıkar karşımıza.

b) Kendiliğindenciliğin çekimi: Nehirdeki taşlar

Lenin, “kendiliğindenlik var, kendiliğindenlik var”[24] diyordu. Konumuz açısından bakarsak, kendiliğindencilik var kendiliğindencilik var!

Devrimci hareketler, toplum içindeki çelişkilerin, tikel sorunların merkezi devlet iktidarına karşı verilen mücadelede birleştirilmesiyle birlikte etkin politik merkezler olurlar. “Solcu politik hareketler ‘öfke bankaları’ gibidir. Halktan öfke yatırımları toplar ve büyük boyda intikamlar, küresel adaletin yeniden kurulmasını taahhüt eder (…) sorun asla yeterli öfke sermayesinin olmamasıdır. İşte bu sebepten diğer öfkelerden ödünç almak ya da birlik gerekir.”[25] Bu bir politik merkezileşme anlamına gelir. Peki, böyle bir merkezileşmenin olmadığı koşullarda ne olur? Ya tikel patlamalar yaşanır, sistem konjonktürdeki gücüne göre müdahale eder: sert ya da yumuşak bastırma harekâtlarına girişir. Ya da, biriken ezilenler enerjisi bir kendiliğindenci hareket oluşturur. Görece istikrarlı belirli bir sorun etrafında düğümlenmiş ve tanımlayıcı sorunun çözümüne yönelik gayet aktif ‘kurucu’ bir yoğunlaşma yaşanır. Buna ‘bütünlüklü’ bir dünya görüşü de eşlik edebilir.

Bu tanımlama içinde, son yirmi yılın sistem karşıtı hareketlerinin etkinliklerine bakarak bu döneme ‘kendiliğindencilikler dönemi’ diyebiliriz. Özellikle sosyalizm deneyimlerinin sonuçlanmasıyla başlayan dönem liberal saiklerle önceden etkisini gösteren ‘öncü politika’ eleştirisini tekrar tekrar üretti. Sağlıklı olan, mücadele araçlarının ve örgütlenme yöntemlerinin belirli özgünlüklere göre üretilmesiyken Marksizmin krizinin en yoğun hissedildiği politika bileşeninde bir geriye çekilme yaşandı. Toplumsal muhalefetin düşük parçalı seyrinde, çorak iklimde kimi ‘başarılı’ örnekler, düşen değerlendirme çıtasıyla cezbedici etkilerde bulundular. Marksizmin tarihsel diyalektiğinde yaşanan çatallanmalarda mevcut olan ayrımlarda tarihsel diyalektiğin dışına düşen kollar da bu dönemden beslendi. Kendiliğindenci hareketlerin önemli bir kısmının Marksizmin Lenin’le birlikte yaşadığı ayrışmada Marksist devrimcilik kanalının dışında olduğunu söyleyebiliriz. Ama bu tek yön değildir; geçmişin devrimcilerinin yaşadıkları yenilgilerin sonrasında oluşan kırılmalar da bu kanalı beslemiştir.

Topraksızlar, Patronsuzlar gibi Güney Amerika kökenli hareketler, Kağıtsızlar gibi Avrupa’daki kaçak göçmen nüfusa yönelik hareketler, kimi otonom komünleri ve ekolojist hareketler, feminist hareketler bu tip kendiliğindencikleri barındırır. ‘Sorun’ merkezli bir araya gelen ezilen kesimlerin daha çok etkinlik düzeyinde ve hareket halinde oluşturdukları birliklerdir bunlar. Kimi örnekleri ile, programlı ve örgütlü duruşlarıyla gelişkin bir model işlevi de görmüşlerdir.

Hardt ve Negri’nin, “oluşmakta olan çokluğun öznelliği” ve “tek ve merkezi bir lideri olmayan ağ”[26] diye sundukları ‘öncü politika’nın anti-tezi olan fakat henüz kendilerince de nasıl bir yapı kazanacağının belirtilmediği ‘politik’ figür daha çok bu toplumsallığın kendiliğindenci içerilmesini kapsayarak işçiciliğin ‘işçici olmayan’ bir formunu üretiyor. “Aslında bugün devrimci süreç içinde yeterli bir politik figür oluşturmanın çok uzağındayız, fakat her nasıl ortaya çıkarsa çıksın bu figürün bu gelenekten [Leninist gelenekten – b.n.] radikal şekilde farklı bir yol izlemesi gerekecektir.”[27] Hardt ve Negri’nin, küreselleşme karşıtı hareketin teorik karşılığı olarak da ele alınan ortak kitabı İmparatorluk‘un yayımlanmasından bugüne geçen on iki yılda politik figür aslında belirsizliğini koruyor.

Arap İsyanlarına da damgasını vuran “şiddet barındırmayan savaşım biçimleri”[28], seyirlik protestolar, mekanın birleştiriciliği ve örgütleyici etkisi gibi yaklaşımlar devrimci örgütün ve devrimci politikanın ikamesi olarak teorileştiriliyor. Anarşist hareket bu etkinin geleneksel karşılığının en belirgin temsilcisi sayılabilir. Anarşizmin, devrimci strateji ile ilgili etik bir söylem[29] olması, onun kendiliğindencilik biçimleriyle ilişkisini açıklar. Aynı zamanda anarşistler, hareketi, radikalleştirici bir etkiyle sarsmalarına rağmen kendiliğindenciliği sarsamazlar, aksine güçlendirirler.

Seattle’dan bugünün hareketlerine kadar bir toplam alınırsa, hareketin, heterojen ve istikrarsız yapısı ile birlikte sistem tarafından içerilmeye açıklığı ve kritik dönemlerde bir tür reform enerjisi transferi işlevini de gördüğü görülür. Yine de süren bir ezilenler hareketinin yekûnunun kendiliğindenci bir politik hat izlediğini söylemek sınırı erken çekmek olur. Ezilenlerin devletleriyle karşı karşıya geldiklerinde yaşayacakları kitlesel kırılmalar, olasılıklar zincirindedir. Farklı ezilen kesimlerinin hareketin heterojenliği içinde temaslar kurdukları da gözlenir. Ancak daha önemlisi, kitlesel hareketin içinden çıkan, onun deneyimlerini damıtarak derslerini radikalleştiren ve devrimcilik alanına adım atanların oluşma olasılığıdır.

Kendiliğindenci hareketler devrimci olmayan dönemin tipik bir karakterini taşırlar. Devrimci olmayan dönemde devlet merkezleri güçlüdür. Buna karşın ezilenlerin politik ifadelerinin iktidar hedefi bulanıktır. Devleti düşman olarak almak pratik değil ideolojik bir edimdir. Ezilenler hareketi özellikle merkezlerde katlanılabilir muhalefet düzeyindedir. Böyle, devlete bütünlüklü yönelişin olmadığı koşullarda tek tek sorunları bugünün örneğiyle kriz öncesinin tırpanlanan haklarının korunması ya da yeniden talep edilmesi gibi çıkışlar, olağan sistem içi siyasetin çevresinde ifadesini her durumda tatmin edici olarak bulamaz. Böylece bir tür yeni politika alanı açılır. Pratik politik devrimcilik öncü politikayı devrimci olmayan dönemde devrimciliğin sürdürülmesine güdümlerken ‘istikrar bozucu’dur, ama aynı zamanda devrimcilik dönemine hazırlanmayı da sürdürür. Kendiliğindencilik, dönemin önüne koyduğu sorunların, yine sistemin içinde ve sistem tarafından kabul edilebilir araçlarla, kimi hallerde bu sınırı biraz zorlayarak çözümlerini talep eder ya da belirli bir güce ulaştığı koşullarda sorunları fiilen çözmeye girişir. Öncü politika ise tekil sorunların çözümünü ancak ve ancak devletin devrim yoluyla yıkımına bağlı olarak ele alır. Bu, bir geleceğe erteleme anlamında değil, tüm çatışmalara/ sorunlara devrim perspektifiyle bakmakla ilgilidir.

“Devrimci mücadele devrimci olmayan zamanlarda oportünizm tarafından geriye atılır. Ancak devrimci çaba yaşar ve devrimci mücadele tekrar devam eder. Her kriz döneminde devrimin meşruiyeti tazelenir.”[30] Kendiliğindencilik, devrim iddiasının lafızda kabulü, fiili olarak ise geri çekilmesidir. Bu anlamda dönemin ruhuna uyma olarak da alınabilir. Kitle hareketinin yüksek seyriyle paralel ortaya çıkan bu politika yapma tarzı kitle hareketi geriye çekildiğinde onunla birlikte kaybolur. Kendiliğindencilik, hareket yüksek bir seyir izlerken hareketin sınırlarında kalmayı, dolayısıyla politik devrimciliğin sınırına ulaşamamayı getirir. Kimi hallerde kitlelerin kendiliğindenliği kendiliğindenciliğin ufkunun çok ötesine geçer.

Kendiliğinden hareketin içine yayılmış olan kendiliğindencilik tarzları dışında hareketin dışından, özellikle Marksizm alanının pratik politik devrimcilik iddiasını geri almış kesimlerinden yayılan kendiliğindenci örneklerin oldukça eski ve ‘köklü’ bir tarihi vardır. II. Enternasyonalin ruhunun çağrılması ya da onun bir türlü huzur bulmayan hayaletinin gölgesiyle sınırlı değildir bu.

Ekonomik krizin tarihsel kapitalizmin nihayet sonunu getirdiği “güncel” (!) belirlemesine dayanan yaklaşım tarihe teğellenmiş bir politika anlayışının ürünüdür. Buna eklenen örgütlenme çağrısı olsa olsa kapitalizmin sonunun nesnelliğe havale edildiği, politikanın kendiliğindenci bir pratikle tarihin muhafız kıtasını oluşturmak olur. Tarihin olağan seyrinde yürümesini, raydan çıkmamasını sağlamak için kendiliğinden hareketleri gözleyen, onlara sımsıkı bağlanmış bir muhafız kıtası. Her tür konjonktürel politik gelişme ‘anti-kapitalist’ ölçüye ya da tarihin ilericileri kriterine dayandırılarak ele alınır. Bu tür bir yaklaşıma Balso, “hiper tarihselcilik” diyor: özgürleştirici bir figür olarak kapitalizm sürecinin kendisine başvurmak –ki deneyimler bununla tamamen çelişmektedir– tekil ve ayrı bir proje olarak politikanın basitçe ve tamamen ortadan kalkmasına yol açıyor. Bu kavrayışa göre komünizm silahların sonunda değil sermayenin sonunda ortaya çıkacaktır. Mevcut küresel krizin koşulları bu fikre karşı güven uyandırıyor. Aksine, kapitalizm mevcut sistem krizi içerisinde gücünü yeniden kazanıyor ve kesinlikle zayıflamıyor. Bu, sermaye için bir kriz ama bir sermaye krizi değil. Bu konjonktürde tesis edilecek somut politik figürler yeni politik ve örgütsel kapasitelerin ürünü olacaktır.[31] Konjonktür aşırı bakış kendi politik varlığının gerekçesini kriz koşullarında yeniden üretiyor. Ancak sorun şu ki, hareket içinde herhangi bir ‘politik’ varlığın esamesi okunmuyor! Sık sık tekrarlananın güncelliğinin savunusu yapılırken buna bir dönem tahlili ve dönüşümü kavrama girişimi olarak politik oluşa direkt yön verecek ‘teori’ statüsü tanınabiliyor. Sonuç itibariyle savunulan, ‘politik mücadelenin saf kendi yatağına, sınıfsal düzleme dönüşü’ olarak değerlendirilebilir. Yeniden proleterleşme, orta sınıfın dinamik kitle hareketlerinin kendiliğindenliğine kapılarak ‘proleterleşmiş’ kitle olarak nitelenmesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine engel olduğu, tarihin akışının tıkandığı tespiti de tüm kurgunun ‘kapitalizmin çöküşü’ teorisine uzanmasına dayanak sağlıyor. İfadeci nedensellik kendisini konjonktürde kendiliğindenciliğin Marksizan teorisi olarak sunuyor.

Burada ifade edilen ve genel hatlarıyla “insanlığın topyekûn çöküşü” ile sosyalizm arasında bir son seçeneğe işaret eden önermelerin bir örneğini 1938’de Troçki 4. Enternasyonal’in kuruluş konferansında sunduğu “Kapitalizmin Çöküşü ve 4. Enternasyonal’in Görevleri” metninde ortaya koyuyor. Oldukça farklı dönemler olmasına rağmen bugün yapılan değerlendirmelerle neredeyse bire bir örtüşmesi şaşırtıcıdır bu metnin: “Bir bütün olarak dünya politik durumu esas olarak proletarya liderliğinin tarihsel krizi ile belirlenmektedir. Proleter devrimin objektif koşulları ‘olgunlaşmakla kalmamış çürümeye yüz tutmuştur’. Önümüzdeki tarihsel dönemde bir sosyalist devrim gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürü bir yıkım tehdidi altındadır. Şimdi her şey proletaryaya yani esas olarak onun devrimci öncüsüne bağlıdır. İnsanlığın tarihsel krizi devrimci liderlik krizine indirgenmiştir.”[32] Ve ekliyor: “Proletarya devriminin ekonomik ön gerekleri genelde kapitalizm altında varabileceği en yüksek gelişme noktasına ulaşmış bulunmaktadır. İnsanlığın üretici güçleri durgunlaşıyor.”[33]

Her ne kadar Troçki ‘devrimci öncü’ye vurgu yapsa da bu, koşullu bir öncüdür ve tarihin misyoneri olarak döneme eklemlenmiştir. Günün gelmesine rağmen ortaya çıkmazsa çöküş, topyekûn yıkım kapıdadır! Bu yaklaşımın otomatik sonuçları vardır: Kaçınılmaz olarak kendiliğindenci bir politikaya açılır. Tüm sorunlar tarihsel kapitalizmin nesnel çöküşüne bağlanır ve politika konjonktürel değil dönemsel, mevcut güç dağılımına değil tarihsel konumlanmada öne alınan olasılıklara göre düzenlenir. Ancak daha derinde yatan bir zaaf, “toplumsal kategorisine siyasal kategorisinin ya da bir hareket kategorisini örgütlenmeye dair herhangi bir düşüncenin üzerinde tutmaya çalışma”[34] zaafı örtük olarak belirir.

Bu, tarihsel koşulları, konjonktürü eksik ya da yanlış analiz ettiğinden değil konjonktürü neredeyse hesap dışı bırakarak politikayı ve devrimci öncüyü bir şekilde toplumsal kategorisine göre tanımladığı için bir zaaftır.

c) ‘Dekadan devrimcilik’ ya da son çare solculuğunun öznelciliği

Pratik politik devrimcilik, nerede görülürse görülsün kategorik ayrıcalığı hak edecek derecede önemlidir. Hangi ideoloji ile hareket ettiğine bakılmaksızın ilginin odak noktasına yerleşecek olan pratik politik devrimciliğin ayrıcalıklı yerini dolduracak herhangi başka bir politik pozisyon yoktur. ‘Dekadan devrimcilik’ten kastımız, Lenin’in ‘terörizm’ ile ‘ekonomizm’ arasında olduğunu gösterdiği bağlantının bir benzeri olarak ‘kendiliğindenciliğin’ gerçekliği yadsıyan öznelci bir formudur. Lenin’i hatırlarsak: “’Günlük tekdüze savaşımı’ vurgulayanlar ile bireylerden en özverili savaşımı bekleyenler arasındaki fark o kadar büyüktür ki, ilk bakışta, bu söylediklerimiz bir paradoks gibi gözükebilir. (…) Ekonomistlerle teröristler kendiliğindenliğin yalnızca farklı uçlarına boyun eğmektedirler; ekonomistler ‘salt işçi hareketi’ önünde boyun eğmektedirler, teröristler ise devrimci savaşım ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyun eğmektedirler.”[35] “Dekadan devrimcilik’, gerçekliği umutsuzca ikame ederek bir seçeneksizlik varsayar. Dolayısıyla politik alanda ideolojik bir pozisyon olarak varlık bulur. Ana zaaf olarak, ‘kendi eylemini’ geliştirmek yerine ‘dış’ gerçekliğe yönelik tepkisel bir redde yönelir. Örgütlenme görevini nasıl ‘ekonomistler’ tarihsel koşulların kendiliğindenliğine atfediyorsa dekadan devrimcilik de çöküşe karşı duran sağlıklı tepkiye atfeder. Bu tutumun meşru olduğu ve kendisine rağmen politik sonuçlar doğurduğu tek düzlem, eylemli pratik bir varlık kazandığı anlardır.

Dekadan devrimcilik varsayılan bir yıkım tehdidine karşı umutsuzca son çırpınıştır. Pratik bir varlık kazanmış olanları bu noktada ‘politik’ ayrıcalıklarını korurlar ancak pratik politik devrimciliğin düşük seyri ve kuşatılmışlığı bu tarzı ideolojik olarak öne çıkarırken eylemli duruş olarak bastırmıştır. Peki, o zaman neden bir başlık konusudur? Kendiliğindenciliğin özellikle ‘devrimci’ olmayan formlarının arasında bu sınırlı görünüş ile ‘dekadan devrimcilik’ pozitif bir rol oynayamaz mı? Bir ‘aydın’ sapması olarak dekadan devrimcilik politik bir eyleyişten öte yeni radikal teorinin ana argümanlarından biri haline gelmiştir. Post-politik yaklaşımın radikal ahlakçılığının ‘sol’ kanatta yansıması olarak alınabilir. Nesnelci bir eğilim olarak kendiliğindenciliğin öznelci bir formu bu içerikte üretilir. Ancak bu öznelcilik bir ‘örgüt’ formu üretmede tepkisel bir retçilik taşır.

Tarihsel olarak kapitalizm tüm doğayı, toplumu, insanlık değerlerini çürütür; bu gidişe dur denilmezse olacak olan felakettir! Bu anlayışın, karşılığını –en rafine haliyle– Walter Benjamin’de bulduğu bilinir: “Marx devrimlerin dünya tarihinin lokomotifi olduğunu söylemişti. Ancak belki de olaylar kendisini bambaşka biçimde sunar. Belki de devrimler bu trende seyahat edecek insanlığın imdat freni çekme eylemidir.”[36] Bu algı sadece Benjamin’in sesinden yayılmaz; “son seçenek” metaforu oldukça yaygındır.

Kimi politik uçlar vermekle birlikte teorik/ideolojik bir pozisyon olarak aldığımız dekadan devrimcilik, örneğin anarşist ve eko-anarşist kimi eylemci gruplarda pratik bir boyut kazanmıştır. Özellikle sabotaj türü eylemler yapan gruplar bunu daha çok istikrarsız bir eylem çizgisi olarak hayata geçiriyorlar. Bir benzetmeyle, genel belirlemeye bağlı olarak, 19. yüzyılın sonlarındaki anarşist eylem çizgisinin farklı bir çevrimi diyebiliriz bu duruma, ancak şimdiki haliyle eylemsel niteliği 19. yüzyıl sonu anarşistlerinin hayli gerisindedir.

Teorik etkisi ve ideolojik hegemonyası ise daha derindir. Devrimci politikanın kaybettiği irtifa ve 20. yüzyıl boyunca Marksizmin kapsayıcı bütünleştirici yerinin yaşanan dönem içinde doldurulamayan boşluğu, ölümcül son direniş mitini güçlendiren bir faktördür. Diğer yandan özellikle ‘refah toplumu’ mitinin örtük bir idealizasyonunun etkileri görülür. Kriz koşullarında, ekonomik krize dayalı nesnellik içinde kendiliğinden hareketlere yönelik övgü belirirken, kendiliğinden hareketin olmadığı ya da düşük halde olduğu durumlarda bir umutsuz sözsel radikalizm ortaya çıkmaktadır. Olması gereken ile olan ayrımında bu ‘umutsuz’ son çırpınış çağrısı, ‘olan’ın politik imkânlarına karşı, ‘olması gereken’in kurgusallığına yönelir. Dekadan devrimcilik, varsayılmış ‘olması gereken’in doğal temsilcisi, bir ahlaki pozisyonudur. Olan ile, mevcut gerçeklikle kurulan herhangi bir ilişki, yıkıcı ilişki de olsa onun için eksilme konumudur.

S. Critchley’in ‘aktif nihilizm’ kavramı, neredeyse 19. yüzyıldan günümüze El Kaide’ye kadar uzanan tüm politik devrimciliği içine alacak kadar geniş ve sorunlu kullanıma rağmen dekadan devrimcilik ile aynı sorunsalın içinde buluşur. Critchley, Marksist devrimciliğin tarihsel seyrinin Lenin’den Mao’ya uzanan diyalektiğini de bu kavramla karşılıyor. “Aktif nihilizm de her şeyi anlamsız bulur, ama oturup seyretmek yerine bu dünyayı yıkıp yerine bir başkasını yaratmaya çalışır.”[37] Bu dünyanın yıkımına yönelik devrimci vurgu boyutuyla alındığında pratik boyut pozitif bir yan olarak görülmekle birlikte, dekadan devrimciliğin sınırı daha ötede çekilir ve var olanın ahlaki bir olumsuzlamasıyla oluşan politika dışı radikalizmin geri çekilmeciliği olarak yaşanır. Badiou’ya göre “Aktif nihilizm biçimlerinin tamamen yürürlükten kalktığı düşünülmektedir”.[38] Bu durumun bir gerçekçi devrimci politikaya açıldığı söylenemez, aktif yönü düşmüş nihilizm ya da devrimci yönü ideolojik ve politik olarak düşmüş ‘dekadanlık’ belirir. “Her makul eylem sınırlıdır, sınırlayıcıdır, gerçekliğin yer çekimiyle sınırlanmıştır. Yapılabilecek en iyi şey kötüden kaçınmak, bunu yapmanın en kısa yolu da gerçeklikle herhangi bir temastan kaçınmaktır. Son olarak yine hiçliğe, gerçekliğin hiçliğine varılır ve bu anlamda kişi daima nihilizm içindedir. Fakat (…) gerçekliği arındırma arzusu bastırıldığı için nihilizm artık etkisizleşmiştir. Edilgen bir nihilizm ya da tepkisel bir nihilizm, her düşünceye olduğu kadar her eyleme düşman bir nihilizm haline gelmiştir.”[39] Dekadan devrimcilik gerçeklikle temas ettiği oranda kendi varlığına karşı işler. Eylem halinde olmak için gerçekliği deforme etmesi, ‘yapma’nın bir ahlaki sorumluluk olarak gerekliliğine inanması gerekir.

Sisteme yönelik kategorik ret, özellikle devrimci olmayan dönemde güncel politikanın devlet tarafından tüm boşluklarına kadar kontrol edildiği ve massedildiği koşullarda sağlıklı bir devrimci reflekstir. Politik olarak karşılığından çok ideolojik bir sağlık göstergesidir. Aynı zamanda devrimci kopuş anlarında ‘makul eylem’e yönelik bir kategorik ret barındırır. Ancak pratik eşiği aşmanın koşulu değildir bunlar. Kıyamet/yıkım söylemlerinde devrimci çıkıştan öte savunmacı bir çekilmecilik vardır.

Bu genel tablo içinde Marksizm alanındaki uzantılarıyla ‘dekadanlık’ radikalleştirici değil sisteme eklemlendirici etkiler doğuruyor. Aydınlanmacı refleksin güçlü etkileri ve liberal kuşatma altında bu etki şaşırtıcı değildir. Politikanın ahlaksallaştırılması ile iyi ve kötünün savaşımı tahayyülü, ‘çöküş’ karşısında öyle ya da böyle iyi olan güçlerin saflarına girmeye çağrıyı örtük olarak barındırıyor. Yıkımın kötü tarafının hangi saiklerle belirlendiğinin önemi yok burada. ‘Yıkıma’ devrimci araçlarla karşı konulamadığı ya da yıkımın kötü tarafının eylemli olarak dışa atılamadığı koşullarda bu durum sürekli işler haldedir. Barbarlara karşı uygarlar, ortaçağa karşı Aydınlanma yanında saf tutan bir sisteme eklemlenme pratiği çıkıyor ortaya. Özellikle, devrimin yakın bir olasılık olmadığı kabulü eşliğinde yıkımın yakın bir olasılık, görünen gerçeklik olduğu varsayımı, sistemin iyicil yanını güçlendirme ve yıkımı olabildiğince erteleme önermesini kuruyor.

Zizek farklı görüşleri birbirine ulamakta gösterdiği ustalıkla, bir çöküşe, kapitalizmin yarattığı sorunlara dayalı tepkilerin birleştirilmesiyle karşı durulabileceğini iddia eder: Bizi birleştirecek olan, o klasik, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proletarya imgesi değil, tam tersine her şeyi kaybedecek olmamızdır! Bütün özsel içeriğinden ve sembolik özünden yoksun bırakılmış genetik temeli kuvvetle manipüle edilmiş yaşanmaz bir çevrede yaşayan soyut bir Kartezyen içi boş özneye indirgenme tehdidiyle karşı karşıyayız.[40] Zizek’e yanıtı yine kendisi aracılığıyla verelim: “Günümüzün devrimin olmayacağı küresel kapitalizmin sonsuza dek sürüp gideceği yolundaki saklı kaygısı, devrimi ahlaki bir zorunluluğa, kapitalist şimdinin ataletiyle mücadele ederken yapmamız gereken bir şey haline soktuğu ölçüde sahtedir.”[41]

Ezilen mücadelesinin güdülenmesi için dehşetengiz bir kötülüğe ya da kıyametimsi bir yıkım senaryosuna ihtiyaç yoktur. Sadece mevcut gerçeklikler içinden politik devrimci kanalların ilişkilenme yollarının üretilmesi yeterlidir. Dünyanın çökeceğiyle ilgili politik ajitasyon olsa olsa dünyanın muktedirleri için ya da muktedirlerinin saflarına iltihak edenler için kaygı kaynağı olsa gerek, ezilenlerin dünyası sürekli çöküntü halinde.

3) Öncü Politikanın Güncelliği: Lenin’in geri alınamaz eseri

Alain Badiou, 1792’den 1871 Paris Komününün yenilgisine kadarki dönemi ‘komünist hipotez’in kuruluş dönemi olarak alır. İkinci sekans ise 1917 Ekim Devriminden başlatılarak 1966-75 yılları arasındaki Kültür Devrimi ve bu yıllardaki ayaklanmalarla birlikte sona erer. İkinci sekansın karakteri ve esas sorusu ‘nasıl kazanırız’dır. Buna göre 19. yüzyılda ‘teorik’ olarak kurgulanan komünist hipotez, 20. yüzyılda eylemli olarak oluşturulmaya girişilmiştir. Bizi ilgilendiren, Badiou’nun dönem ayrımında ikinci sekansın örgütlenme sorununa odaklanması ve ‘çelik disiplinli parti’nin ikinci sekansın temel vasfı olarak alınışıdır. Badiou ‘parti’ formunun devrimden sonra iktidar pratiğiyle sınavı geçemediğini kaydeder. “Parti, güçsüz düşmüş reaksiyoner rejimlerin yıkılması için uygun fakat Marx’ın kastettiği anlamda ‘proletarya diktatörlüğü’nün kurulması açısından yanlış bir araçtı.”[42] Badiou, 68 hareketinin ve Kültür Devrimi’nin ‘parti’nin yetersizlikleriyle başa çıkmak için son büyük çarpışmalar olduğu kanısındadır. İkinci sekansın sonu olarak alınan tarih bir bakıma Marksizmin krizinin yeniden ve sadece politik alanda değil kapsamlı bir kriz olarak tarif edilmeye başlanmasıyla çakışır. Althusser’in ünlü “Marksizmin Bunalımı”[43] metni 1977 tarihlidir.

Badiou’nun vardığı sonuç, günümüzde, “tıpkı 19. yüzyılda olduğu gibi söz konusu olan komünist hipotezin zaferi değil onun varoluş koşulları”nın geçerli olduğudur.[44] Bu tespitle, ideo-politik bir geri çekilmecilikle, devrimci iddianın geri alınmasıyla yüz yüze kalıyoruz. Badiou’nun somut politik yaklaşımı, aktif politika ile ilişkisinin örneği olarak izlenen göçmen işçilerle ilgili yürüttüğü çalışma ve devlete mesafe koyma anlayışı ile bir tür kendiliğindenci aktivizm olarak değerlendirilmeye açıktır. Devlete mesafe koyma anlayışı ise ilginçtir. Yıkıcı olarak devleti hedeflemeye de mesafedir ve devlet dışı çatlaklarda kurucu politika olarak anlaşılmaya açıktır. Badiou bu dönemde çok parçalı mücadele öngörüyor ki, bu öngörü isabetli, ancak parçaların devrimci niteliğini ve örgütlenme becerisini başka bir düzlemde düşünmek şartıyla.

Sylvain Lazarus Lenin’i dönemlere ayırarak inceler. “Lenin’in siyasetinin –Bolşevik siyaset tarzı dediğim– sekansını oluşturduğu temel eseri Ne Yapmalı?’dır. Tarihsel siyaset tarzı dediğim bu sekans… ayaklanmanın zaferi, Sovyet devletinin yaratılışı ve 1918’de Bolşevik Komünist Parti adını almasıyla kapanır.”[45]

Lazarus bu dönemleştirmeyle Lenin’in politikasını tanımlarken bu politikanın Ne Yapmalı?’da çıkışıyla birlikte, Komünist Manifesto‘nun proletaryanın, içinden, komünistleri kendiliğinden ortaya çıkardığı tezinden kopuş olduğunu kabul eder. Devrimci bilinç, devrimci militanın ortaya çıkması, kendiliğinden bir olay değildir. Bu, çok tikel bir olaydan ve kendiliğinden bilinç biçimlerinden kopuşu gerektirir. Kendiliğinden olmayan bilincin siyasal özü, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı antagonizmadır. Siyasal bilincin ortaya çıkmasına olanak verecek şartların gerçekleşme mekanizması ise partidir.[46] Lazarus’a göre parti formu ‘devrim’in zaferiyle birlikte devrimci siyasetin koşulu olmaktan düşmüş ve ‘devlet örgütü’ haline gelmiştir. Bu dönemleştirme ile Badiou’nun ‘Komünist Hipotez’ adı altında genelleştirdiği yaklaşım ‘parti’yi, Leninist anlamda ‘öncü politika’nın örgüt formunu, özgül bir tarihsel döneme bağlamak anlamına gelir. Buna karşılık Lazarus Lenin’in “modern siyasetin temelini, onun varlık koşullarını bildirmek ve uygulamak için devrimci siyasetin gerekli olduğu gerçeğine oturttuğuna”[47] inandığını ifade eder. Bugün için ise parti formunun siyasal olarak hükümsüzleştiği kanısındadır.

Balso’ya göre, “Lenin politikayı ilk kez ‘kendi olasılık koşullarına tabi tutmuştur. Politikanın olması için işçilerin varlığı, sınıf mücadelesi yeterli değildir, politikanın kendisine uygun bir yer, bir uzam inşa etmesi gerekir. Bütün bir toplumsal ve siyasi düzene karşı çıkmak ne bilincin ne sınıfın verili koşuludur. Bir örgüte, Ne Yapmalı’da belirtildiği gibi mensupları ‘tribünlere oynama’ yetisine sahip olması gereken Leninist Parti’nin içerdiği yeni bir örgütlenme biçimine bağlıdır”.[48] Bugünün politikasına gelince Balso, ‘parti’ye gönderme yapılmaksızın organize edilmesi gereken politikadan bahsediyor.[49]

Örgütlenme formu olarak ‘parti’ye yönelik bir olumsuzlama, tarihselleştirme yaşandığı görülüyor. Yakın bir tarihte Yunanistan’da sokak eylemlerinde anarşist gruplar parti pankartı açan devrimci gruplara engel oldu. Onlar için parti otoriter bir örgütlenmeyi ve düşünceyi ifade ediyor. Bu şaşırtıcı değil, en azından anarşist oluşumlar için. Ancak kitle hareketinin genelinde de bir olumsuz yaklaşım hakim. Daha ötesi Marksist çevrelerde politika konusunda (sadece parti değil, parti burada öncü politika yürütülmesinin simgesel adı oluyor) Leninist tezlerin esnetildiği, yumuşatıldığı ya da adı konulmadan fiilen geri alındığı görülüyor. Bu noktada kimi Troçkist çevrelerin ve Nepal örneğinde Maocu girişimlerin parti anlayışını esnetmeye yönelik çabaları gözleniyor.

Badiou’nun ikinci sekansı ya da sosyalizm deneyimlerinin devlet ile parti arasında bir özdeşleşme yarattığı tespitiyle Lenin’in Marksist politikadaki kurucu niteliğini tarihselleştirme sorunu başlıyor. Lenin’in öncü politika anlayışında ‘devlet’ başlığı dolaysız bir etkendir. Devlet ve Devrim, Lenin’in devrimci partinin karakterini oluşturduğu ve tanımladığı Ne Yapmalı‘daki tezleri koşullayan iktidar biçimine işaret eder.

“Devleti ezmeyi amaçlayan bir parti onu devralmaya niyetlenen bir parti ile aynı türde örgütlenemez”[50] ise devrimci mücadele veren parti ile devrimci iktidar dönemindeki parti de aynı biçimde örgütlenemez. Yıkıcı bir model olarak örgütle kurucu bir model olarak örgüt Lenin’in Devlet ve Devrim‘deki burjuva diktatörlüğü ve devlete karşı devlet olarak ‘proletarya diktatörlüğü’nün koşullarına uyumlu bir örgüt anlayışıdır. Eleştiriler yapılan işlem, Sovyetler’de başlayan ‘parti-devlet’ formu ve iktidar deneyimlerine dayanılarak ve partinin ‘otoriter’ bir yönelişin müsebbibi olduğu kabul edilerek ‘parti’nin devrimci mücadeleyi sürdürmek/örgütlemek için uygun bir araç olduğunun yanlışlandığı sonucuna varılmasıdır. Bu, teorik olarak kusurlu bir işlemdir. Hiç kuşkusuz parti bir örgütlenme modelidir ve geçerliliği belirli koşullara bağlıdır. Ancak daha ötesinde ‘öncü politika’, bir örgütlenme modelinden çok daha fazlasıdır. ‘Parti’ öncü politikanın araçlarından biridir, aynı zamanda ona simgesel bir bağla bağlıdır.

Bu nedenle, ‘parti’nin eleştirisi öncü politikaya yönelir. Sosyalizm deneyimleri devlet döneminde devrimcilik başlığında kusurludur. Bunun faturasını ‘parti’ formu aracılığıyla ‘öncü politika’ya kesmek ise banyo suyuyla birlikte bebeği de dökmek olur. Sorun, politikanın konjonktürelliğinde gelişen ezilenler mücadelesinin sunduğu araçlarla birlikte etkili ve uygun mücadele araçları, örgütlenme yöntemleri geliştirmektedir. Burada ele alınan eleştirilerin tek bir haklı hedefi olabilir; politikayı doktriner boyutta alan ilkeciliğin savunmacı statikliğine yöneliyorsa.

1871 Komün yenilgisinden 1917 Ekim devrimine kadar süren ara dönem ile bugün yaşadığımız dönem arasında benzerlikler kurmak dikkat çekicidir. Bu aralıkta Lenin Marksist politikayı inşa etmişti. Bugün, dönem kapatacak bir politik gelişmeye ihtiyaç duyuyoruz, fakat önce dönemin içinde bir çatışmalar aralığının geçeceğinden kuşku duymamak gerek. Çatışmanın hem politik alanda şiddetli ve kesintili, hem de teorik alanda olacağı kesin. Lenin’in kapattığı dönemin kapanış koşulları gösteriyor ki, politika, hep bir konumsallıkla ama genel yaklaşıma aykırı bir konumsallıkla hareket etmeyi gerektiriyor. Bu hareketli güzergâhta rotayı şaşırmamak, devrime çıpalanmak, dönemin ruhunun çekimine kapılmamak, dingin limanların ayartısından uzak durmak için her tekil durumda bu işlemi ‘devrimci özne’nin konumundan yeniden ve yeniden yapmak gerekiyor.

“Devrim bazı açılardan bira içmekten çok beyin cerrahlığına benzeyen son derece karmaşık bir politik işlemdir. Herkes isyan edebilir ama herkes başarılı bir devrim yürütemez.”[51] Öncülük üzerine yapılan tartışmalar uzun süredir liberal ideolojinin açık/örtük etkileriyle yürütülüyor. Sınır sadece Marksizmden ve devrimci politika içinden çekilemez! Lenin Marksist politikanın temellerini oluştururken genel olarak politikanın varlık koşullarını da tanımlamıştı. “Öncülük, sadece Marksist partilerin özel bir tür pratiğine verilen isim olarak değil, siyaset kuramını temel kavramı olarak kurgulanmalıdır. Her siyasal hareket, toplumsal olan’ı kurma kapasitesi ölçüsünde öncü bir misyona sahiptir. Önderlik edenlerle önderlik edilenler arasındaki ayrım, siyasi olan’ın mevcudiyeti için zorunludur.”[52] Öncülük, ‘bilen’e verilen ontolojik bir ayrıcalık değildir. Aydınlanmacı pedagojik mantık içinden kitlelerin eğitilmesi hiç değildir. Politika örgütlü güçlere karşı örgütlü güçlerin farklı hamlelerini içeren çoklu olasılıkları barındırır. Dolayısıyla uzmanlaşmış yürütücülere ihtiyaç duyar.

Bugün Lenin’in mantığı öne alınmalıdır, parti modelinin ‘çelik disiplini’yle ezilenlerin birleştirilmesi politikasının yürütülmesinde alternatifsizliği nedeniyle öncü politika zorunludur. Kendiliğindencilik dönemi saptaması ‘doğru’ ise, bu kendiliğindenciliklerin karşısında Lenin’in eylemi günceldir, pratik politik devrimciliğin klavuzudur –farkında olunsun ya da olunmasın! Sadece yapısal yönüyle değil ruhuyla birlikte Lenin’in ‘profesyonel devrimciler örgütünü’ tanımladığı maddeleri tekrar anımsamak faydalı olacaktır.

“1- Sürekliliği sağlayan istikrarlı bir önderler örgütü olmadan hiçbir devrimci hareket varlığını sürdüremez;

2- Hareketin temelini oluşturan ve ona katılan halk yığınları savaşıma kendiliklerinden ne kadar büyük sayıda sürüklenirlerse, böyle bir örgüte olan gereksinim o ölçüde ivedileşir, ve bu örgüt de o ölçüde sağlam olmalıdır;

3- Böyle bir örgüt esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerden oluşmalıdır;

4- Otokratik bir devlette, böyle bir örgütün üyelerini devrimci eylemi meslek edinmiş kimselerle ve siyasal polisle savaşım sanatında profesyonel olarak eğitilmiş kimselerle ne denli sınırlarsak örgütü açığa çıkartmak, o ölçüde zorlaşacaktır;

5- Harekete katılabilen ve orada etkin olarak çalışabilen işçilerin ve öteki toplumsal sınıflardan gelme öğelerin sayısı o ölçüde büyük olacaktır.”[53]

Sonuç

Ontolojiye dayalı bir politika anlayışından uzak durulmalıdır. Sağlıklı bir isyan pratiğinin varlığın doğasına ait olduğu ve toplumsal varlığın bu sağlıklı isyanın birikmesinin yatağı olduğu, her adımda bu seyrin ‘diyalektik’ gelişiminin izlenmesinin yeterli olduğu algısı, politika için tarihsel özneler serisi oluşturmaktan öte bir yol açmaz. Politika adına ve politika içinde burada yapılacak bir şey yoktur. Tek işlem, bulunulan tarihsel aşamada ‘doğru’ yanda olmaktır ya da ‘doğru’ yanı alkışlamaktır. Ezilenlerin böyle bir ilişkiye ihtiyaç duymadıkları kesin! Onlar kendi koşullarına göre deneyimledikleri yöntemlerle mücadele ediyorlar. Bu mücadeleler kesintiye uğrasa da bastırılsa da, bir yerde bastırılırken diğer bir yerde beliriyor. Lenin’in bize ilk dersi, toplumsal varlığın olağan seyrinin kendiliğinden mücadeleler üretmekle birlikte, devrimci politikanın bambaşka bir yerde kurulduğudur. Ezilenlerin kendiliğinden mücadelelerinin yükseldiği koşullarda toplumsalın salgıladığı ‘politika’ya bel bağlamak tarihsel solculuğa iltihaktır.

Diğer yandan Lenin bize başka bir ders daha sunar: Politika ontolojiye içkindir! Varlığın ne’liği politikanın ne’liğini kategorik olarak belirler ya da maddi güce karşı maddi güç! Gerçekliğin bir parçası olarak, gerçekliğin ürettiği imkânlar doğrultusunda, belirli bir perspektiften eylemek anlamına gelir politik pratik. Ve her zaman konumsaldır. Bir yerde ve zamanda olmak ontolojinin kategorileridir; politika hep bir yerde ve zamanda olmak durumundadır.

Marksistler sürekli hareket halinde olan ezilenlerin mücadeleleriyle ancak ve ancak içeriden (belirli bir yerde ve zamanda) ilişki kurabilirler. Kendiliğinden mücadeleler kendiliğindencileri nehir taşları gibi sağa sola savururken Marksist devrimciler ateş hattında olmalıdır. Marksistler ezilenlerin mücadelesinin akışı içinde diğer kolları ana yatakla birleştirerek güçlendirip akışın yönünü devrim rotasına göre kurmak durumundadırlar. Öncü politikanın biçimsel olarak algılanması, belirli forma indirgenmiş halde darlaştırılması ve farklı mücadele araçlarını ‘politika’ alanının dışından gerekçelerle reddetmesi kabul edilemez. Marksist anlamda öncü politika var olan ezilenler mücadelesinden de yeni yollar ve yöntemler derleyerek bunları süzer ve ezilenlerin mücadelesine geri taşır.

Ezilenlerin el yordamıyla kendi yollarını açmaya çalıştıkları bir dönemin içindeyiz. Düzen güçleri bu mücadeleleri kendi gemisine yön vermek için kullanma, fırtınayı en az hasarla atlatarak düze çıkma hesabındalar. Devrimci güçler kuşatma altında dağınık ve bu hesabı bozacak konumda değil, kendiliğindencilik ise dönemin genel ‘politik’ tarzı.

Marksistler, bir ideoloji hazzı içinde, nereye baksalar ne kadar haklı olduklarını, doğru tespitler yaptıklarını, ekonomik krizi ne kadar önceden öngördüklerini ilan eden ‘ideo-politik’ merkezler halindeler. Bunun karşılığını politikada aradığımızda ise bir boşlukla karşılaşıyoruz. Örgütlenme konusunda nesnelliğin rüzgarının yelkeni dolduracağı, kitle hareketinin çetin olacağı kurgulanıyor; ama önce bir geminin gerektiği, bu geminin fırtına içinde ilerlemek için sağlam donanıma sahip olmasının şart olduğu, dahası rotasının da uygun olmasının zorunluluğu atlanıyor.

Ezilenler ise bir araya geliyor ve sonra artlarında bir tortu bırakarak dağılıyor. Arap isyanları bu noktada ders niteliğindedir. Sistem kitlelerin gücünü örgütlü gücüyle devşirirken devrimciler kitle övücülüğüyle vakit harcıyor. Devrimci politika için nesnelliğin imkânlarını kullanmak yerine devrimci öncüyü ya direkt ya da dolaylı olarak kitle hareketiyle, kriz nesnelliğiyle, sınıfla, o da olmadıysa ‘alan’la ikame ediyorlar. Ezilenler ise farklılıklarına ve hiyerarşik dizilimlerine rağmen birbirlerinden ilham alıyorlar.

Bu dönemin sonunda, “Ama devrimciler bu kabarışın gerisinde kaldılar, hem ‘teorileriyle’, hem de eylemleriyle gerisinde kaldılar; onlar bütün harekete yön verebilecek olan değişmez ve sürekli örgütü kuramadılar”[54] diyen Lenin’in sesinin yankılanmasıyla yüz yüze kalacağımızı öngörmek güç değil. Kendiliğindencilik dönemine karşı, kitle hareketi çekildikten sonra oluşacak atmosferde, devrimci olmayan dönemde pratik politik devrimciliklerin belirme olasılığı yüksek. Hareketin görece radikalleştirici etkisi ve devletlerin kitle hareketlerini karşılarken yarattığı tepki ile birlikte olası reformların yarattığı tatminsizliğin devrime politik uç verdiği örnekler devrimci çıkışlar için kural olmamakla birlikte sıkça yaşandı. Devrimci politikanın yürütülmesinin daha düşük ya da daha yüksek olduğu koşullar vardır elbette, ancak devrimciliğin politikada kategorik bir temel olarak alındığı Marksizm için bu sadece taktik bir etki anlamına gelir. Yazının başında andığımız Mao’nun sözü aynı zamanda Lenin’in dersleri için özet niteliğindedir; şu halde güncel bir çağrıdır: “Tüm çalışmaların can damarı politik çalışmadır.”

 

 

 



[1] Slavoj Žižek, “Arapların Devrimci Ruhundan Korkulmasının Sebebi Ne?”, Radikal, 3 Şubat 2011

[2] Metin Kayaoğlu, “Bitimsiz Mücadele Kesintisiz Devrimcilik”, Teori ve Politika 26, Bahar 2002, s.8

[3] Judith Balso, “İnsanın Kendisini Mevcut Komünist Hipoteze Sunması”, Bir İdea Olarak Komünizm içinde Der.: A. Badiou, S. Žižek, Çev. Ahmet Ergenç, Ebru Kılıç, Ayrıntı Yay., İstanbul 2011, s.37

[4] Jean Jacques Lecercle, “Haklı Lenin ya da Geri Dönüştürülmemiş Marksizm”, Yeniden Lenin: Bir Hakikat Siyasetine Doğru içinde; der. S. Žižek, S. Budgen, S. Kouvelakis, çev. Cumhur Atay, Otonom Yay., İstanbul 2011, s. 313

[5] M. Kayaoğlu, a.g.e., s. 9

[6] “Inge Viett RAF’ı Anlatıyor”, Röportaj: Selami İnce, Birgün, 24 Ekim 2011

[7] Slavoj Žižek, “Baştan Nasıl Başlamalı?”, Bir İdea Olarak Komünizm içinde a.g.e., s.241

[8] A.g.e., s.243

[9] Mark Fisher, Kapitalist Gerçekçilik: Başka Alternatif Yok mu?, Çev. Gül Çağalı Güven, Habitus Kitap Yay., İstanbul 2011 s.19

[10] Kayaoğlu, a.g.e., s.28

[11] G. Arrighi, T. K. Hopkins, I. Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, Çev.: C. Kanat, B. Somay, S. Sökmen, Metis Yay., İstanbul 1995, s.34

[12] Kayaoğlu, a.g.e., s.29

[13] J. J. Lecercle, “Haklı Lenin ya da Geri Dönüştürülmemiş Marksizm”, a.g.e., s.309

[14] A.g.e., s.312

[15] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, Çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., Ankara 2004, s.37

[16] Erhan Demircioğlu, “Bir Kopuş: ‘Temsil’den ‘Öncü’ye”, Teori ve Politika 26, s.82

[17] Alan Shandro, “Lenin ve Hegemonya: 1905 Devriminde Sovyetler, İşçi Sınıfı ve Parti”, Yeniden Lenin içinde a.g.e., s.334

[18] M. Hardt ve A. Negri, Ortak Zenginlik, Çev.: Efla Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., İstanbul 2011, s. 238

[19] A.g.e., s.241

[20] John Molyneux, Marksizm ve Parti, Çev.: Yavuz Alogan, İstanbul 1991, Belge Yay., s.140

[21] Lenin, Ne Yapmalı?, a.g.e., s.139

[22] Demircioğlu, a.g.e., s.83

[23] Alan Shandro, “Lenin ve Marksizm”, 20. Yüzyılda Marksizm, Der. D. Glaser, D. M. Walker, Çev. B. Güral, O. Koyuncu, S. Savran, Versus Yay., İstanbul 2011, s.46

[24] Lenin, Ne Yapmalı?, a.g.e., s.37

[25] Slavoj Žižek, Önce Trajedi Sonra Komedi, Çev. Mehmet Öznur, Encore Yay., İstanbul 2009, s.79

[26] A. Negri, M. Hardt, “Bir Siyasal Deney Laboratuarı Olarak Arap Dünyası”, Birgün Gazetesi, 15 Mart 2011

[27] A. Negri, M. Hardt, Ortak Zenginlik, a.g.e., s.343

[28] Simon Critchley, Sonsuz Talep: Bağlanma Etiği, Direniş Siyaseti, Çev.: Tuncay Birkan, Metis Yay., İstanbul 2011 s.160

[29] A.g.e., s.135

[30] “Inge Viett RAF’ı Anlatıyor”, Röportaj: Selami İnce, Birgün, 24 Ekim 2011

[31] Judith Balso, “İnsanın Kendisini Mevcut Komünist Hipoteze Sunması”, a.g.e., s.38

[32] Troçki’den aktaran John Molyneux, Marksizm ve Parti, a.g.e., s. 172

[33] A.g.e., s.173

[34] Judith Balso, “İnsanın Kendisini Mevcut Komünist Hipoteze Sunması”, a.g.e., s.38

[35] Lenin, Ne Yapmalı?, a.g.e., s.85

[36] Walter Benjamin’den aktaran M. Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı, Çev. U. Uraz Aydın, Versus Kitap Yay., İstanbul 2007, s.83

[37] Simon Critchley, Sonsuz Talep: Bağlanma Etiği, Direniş Siyaseti, a.g.e., s.14

[38] Alain Badiou, “Bir, Kendisini İki’ye Böler”, Yeniden Lenin içinde a.g.e., s.24

[39] A.g.e., s.24

[40] S. Zizek, “Baştan Nasıl Başlanır?”, Bir İdea Olarak Komünizm içinde, a.g.e., s.242

[41] S. Zizek, Paralaks, Çev.: Sabri Gürses, Encore Yay., İstanbul 2008 s.334

[42] Alain Badiou, “Komünist Hipotez”, Çev.: Aykut Kılıç, Express, Sayı 113, Ekim 2010

[43] Louis Althusser, “Marksizmin Bunalımı”, Çev.: Ayhan Özkan, Teori ve Politika 24-25, Güz 2001 – Kış 2002.

[44] Badiou, “Komünist Hipotez”, a.g.e.

[45] Sylvain Lazarus, “Lenin ve Parti, 1902 – Kasım 1917”, Yeniden Lenin, içinde a.g.e., s. 296

[46] A.g.e., s.297-98

[47] A.g.e., s.298

[48] Balso, a.g.e., s.33

[49] A.g.e., s.39

[50] J. Molyneux, a.g.e., 97

[51] Terry Eagleton, “Postmodern Çağda Lenin”, Yeniden Lenin içinde a.g.e., s.58

[52] Demircioğlu, a.g.e., s.89

[53] Lenin, a.g.e., 136

[54] A.g.e., s.62

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar