Ana SayfaSayı 3İşçi Sınıfı Hareketi, Marksizm ve Parti

İşçi Sınıfı Hareketi, Marksizm ve Parti

İnsanlar çok faal; ama güvenilir bir da­yanaktan yoksun oldukları gözden kaç­mı­yor. Tarihten ve günümüz düşünce biçimin­den doğan ve onların mantıksal ve tarihsel sonucu olarak gelişen ilkeler, birkaç yayınla ortaya konmadıkça her şey belirsizliğini sürdürecek; insanların çoğu da karanlıkta el yordamıyla yürümeye ça­lışanlara benzeye­cek.

(Engels’ten Marx’a)[1]

 

Mustafa Serdar

 

Karanlıkta El Yordamıyla Yürüyenler

İşçi ve emekçi hareketi 1848 yılında, yani Komünist Manifesto‘nun yayınlandığı tarihe gelindiğinde, kapita­lizm koşullarında uzun zamandır yaşam savaşı vermek­teydi. Neredeyse bir düzine savaş ve devrim yaşamıştı. Bir yığın kuramcının varlığına rağmen onsekizinci yüzyıl devrimciliği ve kitle hareketinin düzeyini henüz yakala­yamamıştı. Bunun yanında kuramsal ve pratik olarak da yöntemini he­nüz belirleyememişti. Gerçi, ileride değine­ceğimiz ve bü­yük ütopyacı sosyalistler olarak bilinen Saint-Simon, Fourier[2] ve Robert Owen ve daha önce Babeuf yeni eko­nomik sisteme alternatif değerlendirme­lerde bulunmuş­lardı. Özellikle Saint-Simon bir tarih anla­yışına sahipti, fakat o ve diğerleri “kaba uygarlaşmamış bir materyalist” olan Babeuf’un mücadele yöntemine pratik olarak dahi yönel­memişlerdi. Yönlendirici güç ola­rak ya bir çeşit parlamen­toyu öneriyorlardı ya da oluştu­rulacak sosyalist topluluklar­dan (komünlerden) söz edi­yorlardı. “Blanquiciler, prole­tarya diktatörlüğü terimini dolaşıma sokmuşlardı, proletar­yanın sosyalizmin mimarı olacağını da söylüyorlardı. Ancak sosyalizmin baş düş­manını artık (yukarı sınıf değil) orta sınıf olarak gözlemle­melerinden öte yapabilecekleri pek az katkı vardı. Ancak Blanquiciler bir elit hareketi olarak kaldı­lar.[3] Blanqui bi­lindiği gibi çeşitli toplumsal unsurlara de­ğinmeksizin, gizli tertipçiliği veya bir hükümet darbesini yö­netici güç olarak kabul etmişti.

Emekçi hareketi, işçi kümeleri arasındaki uyumu/düzeni sağlamak ve ilişki halinde bulunan grup­ların ilişkilerini de­ğiştirip belirli bir tutum almaya yöneltebi­lecek bir önderliğin inisiyatifinden ziyade, içinde düşman­lık ve aşırı yoksulluk bulunan insancıl davranışlardan do­layı bir arada durmak­taydı.

İşçi hareketine dönük önderliğin ve gruplar arasındaki ilişkinin durumu, kitlelerin yoksulluğuna neredeyse denkti! Ancak “ondokuzuncu yüzyılın başlarındaki işçi hareke­tinde… yeni bir öğe, sınıf bilinçliliği ve sınıfsal tut­kular vardı. … çalışan sınıf olan işçiler yani proletarya karşılarında işve­renleri yani kapitalistleri görüyorlardı. Ta­rihsel gelişmeler yeni ekonominin doğurduğu bu yeni sı­nıfa güven vermiş …hareket halinde bir sınıf olması ge­rektiğini öğretmiştir.[4] Bu dönemdeki sınıf bilinçliliği anlaşı­lacağı üzere, sistemin henüz ikame olduğu 1789’dan daha çok ilerideydi.

Hobsbawm, sözünü ettiğimiz bu dönem ve izleyen yıllar­daki önderliğin (sınıf bilincinin) gerçekliğini, “en bilinçli proleter komünistler bile kendilerini genel radikal ve de­mokratik akımın bir parçası, onun aşırı solu olarak görüyor­lar öyle davranıyorlardı; ve genellikle ‘burjuva demokratik’ cumhuriyetin başarısını sosyalizme varacak yolda atılan zo­runlu bir adım olarak görüyorlardı”[5] sözle­riyle anlatıyor. Kapitalistlere meydan okuyan, mevcut toplumsal düzene alternatif sunan kuramcılar, en uç nok­tada bir siyasal -ideolojik kanal olan radikal demokratik akımın ya da radikal demokrasinin bir parçası idiler; doğal olarak, hedefleri de ufuklarıyla sınırlıydı. Ama bunlarla bir­likte ütopik sosyalist­leri ve işçileri akıntısında sürükleyen toplumsal ve ekono­mik değişmenin en azından daha önceki tarihsel dönemde görülmemiş tarzdaki dinamiği, özellikle işçileri kapitalistlerin karşısına çıplak toplumsal varlıklarının bilinciyle; hatta daha ileri giderek belli sınıf bi­linciyle çıkmaya zorladı. Bu zorlama karşısında işçi sınıfı henüz bir siyasal akım yaratarak kapita­lizme karşı müca­deleye hazır olmasa da artık bir sınıf müca­delesine baş­lamıştı. Ama sorun zaten burada başlayacaktır. Mücade­lenin nasıl devam edeceği başlı başına bir sorun­dur ve hep söylendiği üzere; mesele mücadeleye başla­makta değil, mücadelenin nasıl devam edeceğindedir… Çünkü henüz bu dönemin işçi hareketi; kavgayı oluşturan varlık­ları, ortada asılı duran ideolojisi ve programı bakımından bir proleter davranışı gerçekleştirmeye an­cak adaydı. Ondokuzuncu yüzyılın başlarında kendini gösteren işçi hareketi, daha ziyade içinde kentli yoksul emekçilerin sosyal varlığını temsil eden liberallerin, sosya­listlerin vs. eğilimlerinin bir ortak cephesini ifade etmek­teydi. Sınıf bi­linci ve kapitalistlere karşı olan eylem ile, dü­şünülen yeni toplumsal düzen aynı zamanda bu cephenin ortak bilin­cinin eyleminden başka bir şey değildi.[6]

Burada üstünde durulması gereken konu; işçi sınıfı ha­reketinin henüz ne somut, ne de sınıf kavgasının ta­nımına ve “bugünkü” gereklerine göre sap­tanmış özgün hedeflere sahip olmasıydı. Özgün bir amaç yoktu ve ko­laylıkla da doğal sayılabileceği üzere, özgün bir amacı olmayan işçi ve emekçi hareketinin özgün amaçların­dan kopuşu ya da özgün amaçlardan uzaklaşması da söz konusu değildi.

Örneğin politik sınıf mücade­lesinde ne bugünün bir taban üzerinden yükselen tartışma­ları, ne Gotha ve Ert­furt (Ayzınah Partisi) Programları ya da II. Enternasyonal ayrışmalarını çağrıştıran bir amaç vardı. Özgün amaç, Marksizmin tarihsel olarak ortaya konulması ve asıl olarak bir özneyi vurgulaması ile nihayet ortaya çıka­caktır.

Çünkü yeni ekonomik ve politik sistemin oluşturmuş ol­duğu yeni sınıfların durumlarının gerçek anlamı ve mevzi­leri kavranabilmiş değildi. Sosyalizm ve proletarya diktatör­lüğü isteniyordu. Ancak bu, ezilenlerin her za­manki müca­delelerinde ezilmedikleri bir toplum isteğini dile getirmekti neredeyse. Bu temellendirilmemiş düşün­celer, genel ola­rak bir merkeze bağlı olmadan, yanla­rında ve arkalarında cesurca savaşan yedeklere ihtiyaç duyan burjuva liberal muhalefet mevzisinin içinde geliş­mek ve bu muhalefetin çevresinde çarpışmak duru­munda kalmıştır. Bu olsa olsa tarihte ezilenlerin talihsizli­ğidir.

Karanlıkta Yürüyenlerin Kuramcıları

a- Babeuf, Saint-Simon, Owen, Fourier

Yeni yeni oturmaya başlayan toplumsal formasyonda, devletle ezilenlerin çatışmasında, devletin ve yasaların rolünü tanımlayan ve “politikada çağdaş komünist gele­ne­ğin doğuşunun işareti olan…Babeufcu devrimci mo­del, si­yasal bakımdan, Robespierre ve Saint-Just gele­neği içinde”[7] yer almaktaydı.

Babeuf; Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’­sundan elli yıl önce, devletin yasa-devlet ilişkisindeki ro­lünü şöyle tanımlıyordu: “…Efendiler sınıfının üyeleri, kar­deşlerinin çoğunu soymakla haklı olduklarını, bu işi yasa yoluyla yap­tıklarını ileri sürerler… bu işi hükümetlerin ta­nıdığı korkunç kurumların yardımıyla yapmışlardır. …sorguya çekilecek olan hükümetlerdir. Çoğunluğun so­yulması, kurumları des­tekleyen yasaların ortak etkilerinin sonucudur. Toplumdaki bir avuç insanı her şeyi yutacak duruma getiren yasalar­dır.[8]

Babeuf’ta sosyalizm hedefine rastlıyoruz. Ya da Ba­beuf’un fırsat buldukça değinmeden edemediği “genel mutluluk” hedefine …Devrimin de, toplumun da amacı ge­nel mutluluk olmalıdır. Babeuf’un sosyalizminde kimse ne yoksul ne yönetici- yönetilen olabilecekti. Bütün üre­ticiler ortak bir yere çalışacak, böylece geleneksel ticaret ortadan kalkacak, bilimler ve sanatlar kölelikten kurtula­caktı.

Babeuf’un politikadaki devrimci tutumunu kendi deyi­şiyle şöyle özetlemek mümkündür: “Ezen mutlulara karşı ezilen mutsuzlardan yana” olmak.

Babeuf bunun için Robespierre’in devrilmesinin ardın­dan, aralarında Buonarrati’nin[9] de bulunduğu bir grupla; hedefi propaganda ve gizli örgütlenmeyle ezilen mutsuz­la­rın ayaklanmasını sağlamak olan gizli bir örgüt[10] kurar.

Bu örgüt başında gizli bir yönetim komitesi, her yö­ne­tim bölgesinden bu komiteye bir görevli ile ordudan beş kişi bağlıdır.”[11]

Babeuf’un ezenle, ezilen tanımlaması ve zenginlikle yasaların arasındaki bağı sergilemesi dışında, mülkiyet iliş­kisi üzerine tanımlamalarında bir netlik söz konusu değildir.

Ancak, pratik olarak iki şey yeterince nettir Babeuf’ta:

1- Devrim: Devrimi ezilen mutsuzlar yapacaktır. 2- Örgüt: Ezilenler devrimi, gizli-askeri örgütün propa­ganda ve ey­lemle verdiği desteğin sonucu ve işaret et­tiği tarzda yapa­caktır.

Babeuf, Engels’in Fransız materyalistleri için söylediği gibi, kapitalizmi ve sonuçlarını kötü oldukları için elinin tersi ile itiyordu. Fakat kötü olan kapitalizmi ve sonuçla­rını açıkla­yamıyordu. Babeuf, bu sıkıntıyı Rousseaucu bir yöntemle aşmaya girişti. Rousseau’ya göre insana zararlı – olumsuz ne varsa tümü yine topluma ve toplumsal ilişki­lere bağlanır, dolayısıyla iradesini (zorunu) oluşturan toplumsal ilişkiler in­sanları özel mülkiyetin yol açtığı mut­suzluğun ortasında bulur.

Owen’ın komünleri, Babeuf’un birbirinden haberi ol­ma­yan gizli örgüt birimleri ve bunları yöneten komite…

Engels, R. Owen için şöyle diyor: “Amerika’da bütün servetini feda ederek yaptığı, başarısız komünist dene­me­ler onu iflas ettirdi…” Ancak “işçilerden yana olan her ger­çek ilerlemede R. Owen’ın adı geçer.”[12] “…Owen, so­ya­çekim dışında, özellikle, gelişme dönemi boyunca ya­şadığı çevrenin insan kişiliğini şekillendirdiğini savunu­yordu.” Öyleyse insan, aslında Rousseau açısından da mümkün ve istenen bir şey olmayan Rousseaucu ilkel doğa durumuna dönmelidir! Owen’da ilkel doğa duru­muna dönmenin karşı­lığı veya Babeuf’un sözünü ettiği­miz gizli örgütünün işle­vini ya da bir tür öznenin işlevini komünler yerine getirecek­tir. Bunlar başka toplum biçim­lerini hedeflerler, tıpkı Rouseau’nun ilkel doğayla özgül bir toplum biçimini kastet­tiği gibi.[13]

Komünlerdeki insanlar, tıpkı Rousseau’nun çocuğu gibi yalnızca komündeki mevcut ama kurulmuş (sunulmuş) olan doğal düzeni, yani gerçeklik düzenini tanımaktadır.

Babeufcu gizli örgüt modelinde ise örgütü oluşturan in­sanlar; yapay düzenin zararlı etkilerinden örgüt aracılı­ğıyla korunmuş olduğu için, yapay düzeni, (ne olursa ol­sun) he­defledikleri mutluluğu ve bunların arasındaki iliş­kiyi anla­yabilirler…

Eşitler[14] halka ulaşmak için… broşür, afiş, türkü gibi araçlardan yararlanırlar. Yeminliler, yönetici komitenin gün­lük parolasını sokakta halkı toparlayarak bildirmekle görev­lidirler. Bu ekipler aynı zamanda halkın ihtiyaçlarını tam ola­rak öğrenmek zorundadırlar. Bu bilgilere göre yö­netici ko­mite en etkili propaganda temalarını bulabile­cektir. Eşitler ‘ortak mutluluk’a götürecekleri halka sıkı sı­kıya bağlı ileri ka­rakollardır.[15] Yasadışılığa itilmiş olmanın (da) etkisiyle, ku­rulan örgütün bireyi yapay düzende ör­gütün merkeziliğinin aracılığıyla görece arı (doğaya dön­müş) olabilecektir. Böylece baskı, toplumun baskısı ol­maktan çıkmış, örgütün baskısına, ortak mutluluk amacı­nın mübah baskısına dö­nüşmüştür. Rousseaucu bakışa göre,” İnsanlar ölçü olarak yalnızca birbirlerini almaya, birbirlerine göre davranmaya başlarlar; nesnelerle gerçek ilişkileri tümüyle kopar, ‘artık olduğumuz gibi görünmeye cesaret edemiyoruz, baskı al­tında yalan söylüyoruz. Bu arada toplum adını verdiğimiz sürüde herkes aynı bi­çimde davranıyor;’ Burada yitirilen, gerçek varoluş biçi­midir.[16]

Yitirilen varoluş biçiminin hiç olmazsa bir kısmı örgütle geri kazanılır. “Toplumsal rekabetin sonucunda başkala­rıyla rekabete girmiş olan” bencil insan, örgüt aracılığı ile yapay düzenden çıkabilecektir; çünkü örgütün propa­ganda faali­yetini yürütmektedir, örgütün uygun gördüğü dolayımla varolmakta ve davranmaktadır. Rekabet ise başkalarıyla rekabet olmak­tan çıkmış, ezen mutlu azın­lıkla mücadeleye dönüşmüştür artık!

O zamana kadar benzeri olmayan Babeufcu gizli devrim örgütü, bundan böyle bütün proleter hereketleri etkileye­cektir. Ta ki, Komünist Manifesto kuramsal etkilerini gösterinceye kadar.[17] Ama daha önce şunu be­lirtmeliyiz: “….tüm gizli kardeşlik örgütleri ….. ulus­lararası bir üst nifakçılar örgütü oluşturacak yönde birbirle­rine bağlanma yolunda sürekli girişimlerde bulundu.” Fakat gelişmenin seyri farklıydı. Dönemin özelliği, “… 1789 mo­deline uygun olarak, kitlelerin politikaya katılması olgusu­nun ve kitle devriminin bir kez daha olanak içine girmesi, dolayısıyla yalnızca gizli kardeşlik örgütlerine dayanma­nın eskisi kadar zorunlu olmaktan çıkmasıdır… Kitlesel eylem­sizlik olgusundan (kitlenin pasifliğinden) çok uzak bir görü­nüm ile, 1830 Temmuz’unun Paris’i, çok sayıda barikatın, bu tarihten önce ve sonra görülenlerden çok büyük sayıda yükselişine tanık oldu… Halk ayaklanma­sının sembolü du­rumuna gelen barikatları kuran kimseler endüstri proletar­yası olarak nitelenebilecek duruma geldi.[18]

 

b- Ütopik sosyalistlerde antagonizma ve öznenin yönü[19]

Yanlış sonsuz şekillere gi­rebilir; doğru ise yalnız bir türlü olur.

(J.J. Rousseau)[20]

İngiliz iktisat tarihçisi E. J. Hobsbawm, ‘sosyalizm’in söz­cük olarak 1820’lerde kullanılmaya başlandığını yazıyor.

Bu bize, birinci olarak, kitle hareketinin o zamanın di­liyle mutluluk isteyen ezilenlerin tarihsel akış içerisindeki önder­lerinin teorik olarak saptanmış bir tutuma sahip ol­duklarını; ikinci olarak, modern ekonomideki kitlelerin ta­rihsel akışta bir alternatifin içerisinde yönetilmeleri gerek­tiği düşüncesi­nin doğduğunu ilan etmektedir. Fransız devriminden beri halk kitlelerinin mevcut sistemi etkileme­leri ve tarihi oluş­turmadaki rolleri zamanın düşünürlerini etkilemiştir. Sosyalizm teriminin bir hedef olarak konul­ması; artık tarih felsefesinin basit açıklamaları olarak tari­hin birkaç büyük adamın eseri olduğu ya da onların ça­bası ile geliştiği savı­nın sorgulanmaya başlandığını da göstermektedir.

Genel olarak, dönemin (1750-1848) devrimci ve filo­zof­ları “mutluluktan, yeni bir dönemden, sömürüden, azınlık­tan ve çoğunluktan” söz ediyorlardı, çözümleri bu kavramlar üzerine yoğunlaşıyordu. Bunların tümü de yeni modern ekonominin birer alternatifi olarak öne sürülen ve fedakarca mücadelesi verilen çözümlerdi.

Dönemin sosyalistleri, “toplumun teker teker bireyler yığınından yapılı olduğu ve bu yapının itici gücünün bi­rey­lerin, bireysel çıkarlarının hasım olarak birbirleriyle ya­rışma­nın meydana getirdiği yolundaki liberal tezlerden, temel­den farklı bir varsayıma yöneldiler.” Bu, aralarında genç Marx’ın da bulunduğu bir kesimin “insanlık tarihinin en eski idolojik geleneğine uygun bir tarzdaki insanın doğuştan bir toplumsal varlık olduğu düşüncesine dön­müş olduklarını göstermektedir”. Genç Marx bu teze “ya­bancılaşma” terimi ile katılır ki bu, Rousseaucu düşünceyi hatırlatmaktadır. “Kapitalizm eleştirilerinin birçoğu burjuva toplumun insan­lıktan çıkarıcı yanına doğrudan doğruya uygarlığı, sosya­lizmi, bilimi ve bunların tümünü suçlaya­rak tepki gösterdiler. ‘İnsanlıktan çıkarıcı’, yerine Hegelci­lerin ve genç Marx’ın kullandığı terim olan yabancılaşma, toplumun birbirinden bağımsız bireylerin etkinlik alanı ol­maktan çok, insanların bir yurdu olduğu yolundaki eski toplum anlayışını yansıtır.[21]

Sosyalistlerin düşünceleri, aslında, mevcut burjuva li­be­rallerinin de nihai amacı olan; toplumu mutlu edecek; insan­ların bozulmamış yeteneklerini özgürce kullanabile­ceğ ibir uğraktan ya da geleneksel Fransız ve İngiliz libe­ralizminin tezlerini ve dayanaklarını kullanarak bu tezleri daha ileri ta­şımaktan ibaretti. Sosyalistlere göre sosya­lizmin ortaya ko­nulmuş bir düşünce olması yetiyordu, “çünkü [onlara göre] sosyalizm salt gerçeğin, sağduyu­nun ve adaletin dışavu­rumudur.”[22] Dünyayı fethedecek olan hiç kuşku yoktu ki genel olarak teknolojiye ve kapi­talizme karşı olan her şeydi. Yani tüm doğal değerlerdi.

Bu düşünce, ütopyacı sosyalistlerden (Marx-Engels, Lenin ve izleyicilerine rağmen), bugüne açılan tarihsel bir kanalı; hümanizmi ve salt iyiliği içinde barındıran bir dü­şünce sistemi kanalını taşımaktadır.

Ama o zaman ütopik sosyalistlerin açmış olduğu bu ke­sintisiz kanal, klasik liberal geleneğin dışındaki dev­rimci ve tarihsel kanıtları kendine dayanak yapma tutu­munu benim­sedi. Örneğin Fourier, toplumda kadına veri­len özgürlü­ğün, genel özgürlüğün doğal ölçüsü oldu­ğunu söylüyor ve toplum tarihi kavram ile toplumun bü­tün tarihsel gidişini ya­banıllık, barbarlık, ataerklilik ve uy­garlık olarak dört aşamaya ayırıyor.[23] Ve yoksulluğun, burjuva toplumun yani eko­nomi demek olan uygarlığın yarattığı aşırı bolluktan doğ­duğunu belirtiyor. Fourier’e göre uygarlık denilen yeni top­lumsal ve ekonomik düzen bir kısır döngüden ibarettir. Kendi çelişkilerini çözeme­mektedir. Fourier belki de bun­dan dolayı “insan soyunun eninde sonunda yok olacağı” düşüncesine kapılmıştı. Kısır döngüden kurtulmanın yolu olarak, “İnsan aklının il­kel mutluluk yolunu yeniden bulması ve onu çağdaş en­düstrinin koşullarına uydurarak benim­semesi gerekir di­yordu.”[24] Fourier’in bu anlayışı, insanların içinde bulun­dukları mevcut durumu kabul etmekten ziyade yine ilkel insanın idealleştirilip yüceltilmesine yönelmekte­dir. Fo­urier böylece kendi dörtlü aşamasının sonuncusu olan uygarlığı da kabul etmez ve Hobsbawm’a göre “Çözümü endüstriciliğin arkasında değil ötesinde (Tarihsel ilkel topluluklar geleceğin komünizmine modeldir) arar”. De­mek ki toplumsal evrim geri çevrilmelidir. Tarihsel evrimi ve kanıtları kendisine dayanak yapan Sanit-Simon’a göre politika bir üretim bilimi idi[25] ve politika ekonomiyi tümden soğuracaktı.

Engels’e göre bu düşünce, ekonomik koşulların poli­tik kurumların temeli olduğunun bilgisiydi ve Saint-Simon­’da embriyon halinde bulunmaktaydı. Bu ciddi, tarihsel kanıtçı düşünceler kapitalizmin yönünü ve nihayet devle­tin orta­dan kaldırılmasını öngörüyordu. Ancak Owen tarzı komü­nal deneylere daha az düşkün olan Saint-Simoncu­lar[26] bir zamanlar Osmanlı’nın baş belası olan Mehmet Ali Paşa’nın ülkesi Mısır’da Mehmet Ali Paşa diktasında bir yönetimle, dü­şündükleri Toplumsal Mutluluk’u gerçekleş­tireceklerine inandılar.

Gerçekten, ütopyacı sosyalistler, Saint-Simoncular, Owen, Fourier ve ötekiler, gerçeğin, eğitimden geçmiş ve sağduyulu tüm insanlarca hemen benimsenebilmesi için açıklanmasının yeteceğine öylesine inanmışlardı ki, sos­ya­lizmi gerçekleştirme yolundaki çabalarını, sosyalizmin işçi­lere yarayacağı kesin olmakla birlikte, işçilerin bilgisiz ve geri bir grup oluşturdukları düşüncesiyle, her şeyden çok etkili sınıflara yönelik bir propagandaya başvurma ve pilot sosya­lizm toplulukları kurup bunları uygulama üze­rinde yoğun­laştılar.”[27]

Owen, Fourier, Saint-Simon gibi ütopik sosyalistler bir kuram oluşturamadılar ama işçi sınıfı hareketinin yükseli­şinde ve kapitalizmle ezilenlerin hesaplaşmasında Ko­münist Manifesto’ya kadar iyilikçi ve ahlakçı öğeleriyle önsel kuramcılar; önemli aktörler olarak ezilenlerin safla­rını hiçbir zaman, hiçbir biçimde terketmediler. Kapitaliz­min iş­lemeyecek bir sistem olduğunu söylemeleri, klasik liberal gelenekten bir ayrılığı ortaya koymaktadır. Kapita­lizmin (=uygarlığın) yoksulluk yaratacağını göstermekle kalmayıp, içinde zorlama olmayan bir devletin de gerekli­liğini vurgula­dılar. En önemlisi, ezilenlerin kurtuluşu için; temelde aydın gruplara, etkili kesimlere de yönelip kurtu­luşta aydınların etkili olacağını da söylediler ama eğitim­siz halkın eğitilmesi için sistem ya da devlet dışındaki komün- topluluklar gibi kolonileri, düşüncelerinin merke­zine özne olarak yerleştirip bunu pratiklerinde vurguladı­lar.

Tanrının Dünyadaki Yürüyüşü

Oysa Hegel, felsefi sisteminde insanlığın kurtuluşu için gereksinim duyulan şeyin ya da öznenin devlet oldu­ğunu vurgulamaktadır. Çünkü göksel (ilahi) güç devlettir. Sivil toplum kurumları, buyuran tanrı ya da buyuran kralın yerine artık devletin buyruğunda olmalıdır. Elbette Tanrı ortadan kaldırılmış değildir, ancak kral ortadan kalkmıştır. Hegel’de “…. devletten ayrı düşünülen toplum, manevi bakımdan nötr olan nedensel yasaların yönettiği ve ah­laki bakımdan anarşi içinde bulunan bir ortam olarak dü­şünülmüştür.….” Devlet, “Tanımı gereği bütün ahlaki amaçları tekeli altına alı­yordu… Bunun açık gereği devle­tin saltık olmasıydı, çünkü ahlaki değerleri devlet taşı­yordu… birey, ancak kendini devletin hizmetine adarsa, onur ve özgürlüğüne ula­şırdı.[28] Dolayısıyla ussallık ilke­sinin merkezindeki devlet, insan-öznelere yaradılış ilke­sini yani özgürlüğü atfedecek evrensel ve ontolojik bir bütünlüktür.

fiimdi hemen burada Fourier, Owen, Saint-Simon ve daha önce Babeuf’a dönelim. Babeuf her zaman prole­tar­yanın istemlerini dile getirdi. Örgütünü kurdu ve bunu ha­yatıyla ödedi. Tavır aldığı devleti gizli örgütü ile yıkma de­neyine girişti. Fourier, Fransa’da reformistlere tavır alır­ken, Owen İngiltere’de çartistlere tavır aldı. Marx ve En­gels’in Komünist Manifesto‘da belirttiği gibi (daha sonraları Blanqui de buna dahildir), ütopyacı sosyalistle­rin ortaya koyduğu pratik, nihayetinde, tarihsel gelişme ile ters oran­tılı da olsa proletaryanın tedrici, kendiliğinden sınıf örgüt­lenmesini reddetmektedir. Bunun yerine; özel olarak tasar­lamış oldukları toplum örgütlenmelerini koydu­lar. Tarihsel kitle eyleminin yerine kendi kişisel- bireysel yaratıcı eylem­lerini koyup fiilen uygulamaya giriştiler. Önce kendilerini (özellikle Owen, Fourier), sonra devletin dışındaki ko­mün/kolonileri sınıf mücadelesinin (yalıtık) öz­nesi olarak kabul ettiler.

Hegel, kurtuluşu devlette bularak çözüm sunuyor. Hegel’de birey ancak devletin siyasal ve ekonomik or­gan­ları aracılığı ile bir kişiliği kazanma amacına yönelebi­lir, eğer birey devletin kurumlarına bağlanamaz ise bi­çimsiz bir şey olacaktır.

“Devlet göksel istektir; şu anlamda ki, yeryü­zünde va­rolan ve dünyanın yürürlükteki biçimi ve örgütü olarak or­taya çıkan bir düşüncedir.”[29] Sabine’e göre Hegel’deki devlet, “… bilinçli amaç­lara, belli yasa ve ilkelere uymak­tadır ve Tanrı’nın dünyadaki yürüyüşü” olarak; ne istedi­ğini bilmeyen halka, biçim verdiği sivil toplum kurumları aracılığıyla yol gösterecek, onları eğitecek ve yaşamlarını düzenleyecektir. Bu sistemin amacı, halk denilen ne is­tediğini bilmeyen şeyleri oluşturan bireylerin; bilinçlerini yükselterek ve yurttaşların arasında uyumlu bir bütünün parçaları olarak görülmelerini sağlamak­tır. Bunu kuşku­suz yasalar ve sivil toplum kurumları düzen­leyecektir. Bu­rada sözünü ettiğimiz, Hegel’in devleti ne adına ilahlaş­tırdığı değil, sivil toplum kurumlarının ülküsel amacı olarak devlete biçtiği roldür.

Devlet, bilinçli amaçları, bilinçli amaçları sebebiyle be­lir­lenmiş yasaları ve ilkeleriyle öznedir. Ama bu aslında devle­tin benliksizliğidir de…

Hegel, “Her faydalı nesne başkası için varlıktır, bu yüz­den de benliksizdir. Fayda varlığın sürekli olarak öz­nelliğe dönüşmesi biçiminde gerçekleşir ve giderek ben in ken­dine çevrilmiş bakışı haline gelir”[30] (=çelişkinin kendi için­den belirlenmesi) diyor. Buradaki faydalı nesne devletten başka bir şey değildir. Ve faydalı nesne olarak devlet, bir başkası içindir. Yani halkın varlığıdır, zaten benliksizilğinin de kaynağı budur. Devlet kendini oluş­turmak, kurmak ya da “olumlu anlamdaki özgürlüğü ola­naklı kılmak” amacıyla halk-için varlık olmak durumunda­dır.

Çünkü ancak o zaman “olumlu bir eylem olarak nes­nel­leştirmeyi gerçekleştirecek, nesnelleştirme ise nesnel ger­çekte bir düzenlemeyi, bir farklılaşmayı beraberinde getire­cektir”. Böylece devlet ben’in kendine çevrilmiş bakışı ha­line gelirken en başından bir özne rolünü ger­çekleştire­cektir.

Hegel’in özne devleti (Tanrının yeryüzündeki yürü­yüşü olarak) bilinçlidir ve dışsal koşullardan da bağımsız olduğu gibi, halkla kurduğu ilişkide önemli olan devletin rolüdür. Halkın buradaki rolü uyumdur. Hayatın özü de­ğişim oldu­ğuna göre, yasalar ve kurumlar aracılığıyla dü­zenlenip farklı­laşan halk, yüzünü devlete dönecektir. Halk için varlık ola­rak devlet; halkla kurduğu ilişkide hal­kın kendi karşısında durmasına izin vermediği sürece kendisine çevrilmiş bakı­şını, daha doğrusu kurtuluşunu ve özgürlüğünü gerçek­leştirecektir. Özgürlük de böylece devletten başlamış ola­caktır.

Devlet bir başkası (halk) için varlık (olumsuzlama), yani karşıtı olarak kalamayacağına göre, kendine (olumlama) dönmektedir. “Olumsuzlamak olumlamaktır… Dolayısıyla Hegel ‘olumsuzlamanın olağanüstü gücü’ derken, ona göre olumsuzlamanın yaratma sürecinin ta kendisi oldu­ğunu aklımızda tutmamız gerekir… Dolayı­sıyla olumsuz­lama, olumlu bir varlığın özünün ta kendisi­dir. Ve dünyanın var olabilmesi için her şeyden önce olumsuzlama gücü, ‘olumsuzlamanın olağanüstü gücü’ gereklidir.”[31] Olağanüstü güç, özne-devletin kendine çevrilmiş bakışı ya da içten belirlenen çelişkidir. Devletle halkın ilişkisi sivil toplum dolayımı ile kurulan bir karşıtlık ve aynı zamanda da bir karşılıklı bağımlılık ilişkisidir. “Devlet kendini bilen, bilinçli ve emredendir”; sivil toplum aracılığıyla devlet tarafından temsil edilen ahlaki amaçları ya da halkın/nesnenin dü­şüncelerini açığa çıkartarak kendine dönmeyi, özne-nesne özdeşliğini gerçekleştir­mektedir. Devlet halkta saklı olanları gizlendikleri yerden alarak ortaya çıkartmaktadır, çünkü halk ne istediğini bil­meyen şeyler olarak; bilen emreden ve bi­linçli olana (yani devlete) açıktır. Demek ki devlet bir bütün­dür ve özne ile nesne bu bütünlüğe (antagonizma ortadan kaldırılarak) içselleştirilmiştir.

 

Düşünce Gerçekliğe Yöneliyor

Bizi yöneten, dünyayı ellerinde tutan kimselerin bizim kadar olması, bizim yapabileceğimiz kadarını yap­ması yetmez. Bizden çok üstün değillerse, bizden çok aşağı sayılır­lar, çok şeyler vaat ettikleri için çok şeyler yapmak zorundadırlar.

(Montaigne)

 

Daha 1848’e gelinmemişti, ama işçi emekçi eylemleri Av­rupa’yı sarsıyordu. Marx ve Engels Alman İdeolojisi­‘nden sonra tarihsel ilkeleri ortaya koymak ve sınıf müca­delesin­deki belirsizliği gidermek için Komünist Mani­festo‘yu yayın­ladılar! Bunlar bize Marx ve Engels’in; es­kiden beri var olan eğilimlere karşı bireysel, kollektif ve kuramsal olarak nasıl savaşacaklarını bildiklerini ya da saptadıklarını göstermek­tedir. Bunun en iyi örneklerinden birisi Komünist Manifesto’nun adı konusunda Engels’in Marx’a tavsiyesi­dir. Engels Marx’a şunları söylüyor: “İman Tazeleme üze­rinde biraz daha düşün. Biz din kitabı üs­lubunu bir yana bı­raksak ve şunun adına Komünist Ma­nifesto desek daha iyi olacak diye düşünüyorum.fiöyle ya da böyle bunun içinde tarih de olacağına göre, şim­diki biçim uygun görünmü­yor.”[32] Engels’e göre tazelene­cek iman, yemin ya da kitle­lerde yabancılaşmayı, iman­sızlığ çağrıştıran bir veçhe söz konusu değildir; eski eği­limlere karşı ve bununla beraber Komünizm için savaşıl­malıdır.[33]

Engels’in Marx’a müdahalesi; tarihsel olarak bir dö­nemin kapandığını, ortaya koydukları düşüncenin Ko­münist Manifesto’yla beraber gerçekleşmeye yöneldiğini ve bu gerçekliğin (programı ile) “vazgeçilmez bir sınıf mü­cadele­sinin konusunu ve hedefini oluşturmuş ve halen de oluş­turmakta” olduğunu belirlemektedir. Bunun bu­günden de baktığımızda “aynı anda hem geriye çevril­mezliği hem de tamamlanmamışlığıyla tanımlandığını söyleyebiliriz”.[34]

“Kitlelerin yaptığı bir tarihi kanal”dan bugüne geliyo­ruz: Devrimlere ve sınıf kavgasına rağmen bunların içinde ya da Marksizmin dış sınırlarından Babeuf, Fourier, Saint-Simon, Owen ve filozof Hegel açmış oldukları kanaldan suyun yü­zündeki köpüklerle bize ilerlediler. Tabiî, Marx ve Engels’in Marksizmi de kendi kanalından bize ilerledi.

Rousseau’dan beri, aradaki büyük ütopyacı sosyalist­ler ve Hegel felsefesi de dahil olmak üzere oluşturulan kuram­ların tarihte ve bugündeki karşılığı siyasal yönden belir­lenmiştir. Ancak, esasında yönü belirsiz ve çelişkili olan sı­nıf mücadelesinin ilk kavramlar sistemi, çelişkisini, belirli bir tutum almakla -siyasal pratikle- karşı karşıya kaldığında or­taya çıkarmıştır. Tekrarlıyoruz: Günümüzde iyice ortaya çıkan çelişki, tarihsel bir kanaldan -sınıf mü­cadelesiyle- bugüne taşınmıştır. Marx ve Engels’in kanlı-canlı oldukları zamanda da bu kanallar akmaktaydı­lar. Marksizm, bu düşünce ve siyasal pratik ka­nallarını varlığı ve kuramı ile hiçbir zaman or­tadan kaldıramamıştır. Zaten, Gotha ve Erfurt Prog­ramı’nın yazılışı, II.Enternasyonal, Lenin’in kuramsal mu­hatapları buna tanıklık etmektedirler.

Sözünü ettiğimiz bu tarihsel kanallar -günümüzde de olduğu gibi- kendi tarihsel koşullarında ahlakçı bir temel öğe ile yeni ekonomi biçimini reddettiler. Aslında bunu tam olarak, yeni durumu bir türlü kabul edememek olarak açıkla­yabiliriz. Fourier, Saint-Simon, Owen gibi sosyalistler, politi­kalarını geri çevrimli bir dünya üzerine kurdular. Bu açıkça kapitalizme karşı savaşmak yerine ondan kaçınmaktı: Yoksa sonuçta Saint-Simoncuların M. Ali Paşa’lı devletini, Owen ve Fourier’in komünlerini başka türlü açıklamanın imkanı bulunmuyor! Çünkü kapi­talizmi olduğu gibi kabulleneme­meyi saptayan başlangıç noktası; genel mutluluk olmakla beraber, sanayi ötesi ve ilkel insanlıdır. Yani doğacı bir ta­hayyülün felsefesi üze­rine kurulan ilkel komünizmdir. Bu, bir tarihsel zamanı sözkonusu ederek, kapitalizme karşı bir süreksizliği sap­tamaktadır.

Oysa Marksizmin sınıf kavgasındaki mekanı kapitalizm­dir. Marksizm kapitalizmin dönüştürücülü­ğünü kabul etmek­tedir, ama Babeuf, Fourier, Saint-Si­mon’in ezilenler için ger­çekleştirdikleri mücadeleyi onay­larken, Hegelci sistemin tersine devleti de reddetmekte­dir.[35] Kapitalizmin varlığını kabul etmek; bir sistemi-maddi bir nesneyi ve bir felsefenin doğasını kabul etmeyi, onu tanımayı içermektedir. Kapitalizmin felsefesini ve doğa­sını kabul etmek, onu onaylamak değil; bir sınıf mücade­lesinin yapıcı birliğinin si­yasal hedeflerine, toplumsal üre­timin ve ideolojilerin nesnel çözümlemesi ile oluşturulan yeni bir devrimci kuramla ulaş­maktır.

Bu her şeyden önce; sınıf mücadelesinde hem ide­olo­jik hem de siyasal boyutların artık hep varolacak bi­çimde ku­rulmuş olması sonucunu doğurmaktadır. Bali­bar’ın deyi­şiyle artık geri dönülmez bir noktadır.

Marx ve Engels; Babeuf’un gizli örgütü, Owen ve Fo­urier’in komünleri, Hegel’in devletinin evrensel ruhunun yerine işçi sınıfı partisini koyarlar. Ya da kuramlarının geri döndürülemezliğinin içine, siyasal ve ideolojik mücade­leyi gerçekleştirmek üzere mevzileri kazanacak ve aynı za­manda “teoride sınıf mücadelesinin izini sürecek” olan par­tiyi de dahil ederler. Kapitalizme karşı nasıl mücadele edile­ceğini, proletarya diktatörlüğüne nasıl varılacağını işçi sını­fına bütünlüklü olarak parti gösterecektir.

Ama bu, örneğin Babeuf’un gizli örgüt modelinden daha ileri bir biçimde henüz gerçekleşmemiştir. Parti; Marksizmin “geri dönmeme noktalarındaki başlangıç sap­tamalarının kavramlarından biridir”. Marksizm kura­mını, Komünist Manifesto‘nun ortaya koyduğu sa­vaş ilanının ta­nıklığında, burjuva dünyasından ve geri-çevrimli ütopik sos­yalist dünyadan bir kopuşla gerçekleşmiştir.[36] Ve Marksizmin bu kopuş­tan çıkan kavramları ancak yeni bir yö­nelimle yeniden ku­rulduktan sonra geri çevrilemez hale gelmiştir. Marx ve Engels’in özellikle Manifesto’dan başlaya­rak vurguladığı proletaryanın sınıf partisi, Lenin’in prole­tarya diktatörlüğü kuramı çerçevesinde kurulduğu andan itibaren kopuşa kesinlikli olarak dahil olmuştur.

Marksist öznenin kuramsal anlamı böylece ortaya çı­ka­caktır: Düşünceyi gerçekliğe yöneltecek ya da düşün­ceyi gerçekleştirecek olan partidir. İşçi sınıfı partisi Lenin­’den itibaren Marksizmin geriye döndürülemez noktala­rından biri olarak ortaya konulmuştur. Lenin’in partisi, si­yasal özne olan proletaryaya toplumsal, siyasal ve ku­ramsal olanın ek­lemlenmesidir. Bu anlamıyla Leninizm, Marksizmden ayrı bir kanalda değil bilakis Marksizmin on­tolojik tabanındadır.

Bugün, Marx ve (Engels iki arada bir derede kalmak ko­şuluyla) Lenin iki ayrı dünyada değerlendiriliyor. Mar­x’ın ku­ramı ya da Marksizm’in izini sürdüğü (sınıf kavgası) teori an­cak Lenin’le ölçülerek ve Lenin yanlışlanarak or­taya konul­maya çalışılmaktadır. Böylece Marksizm ve Leninizm, her biri sadece bir tarafta olmak üzere, ontolo­jik ve epistemolo­jik ayrıma tabi tutulmaktadır. Esasında Marx (Engels nere­deyse hakkı yenilmemek üzere nötr­leniyor) büyük ütopik sosyalistlerin başlangıç saptamala­rının kanallarından Lasellacı, II. Enternasyonalcı ve Men­şevik bir tarza yerleşti­riliyor. Lenin; Lenin’e has bir dün­yaya, görmek için aramaya gerek olmayan proletarya diktatörlüğü ve parti/özne kavram­larının içine yerleştirili­yor. Çünkü Lenin’in ortaya koyduğu kuramı dışında ikame edilebileceği bir kanal yoktur. Ne ka­dar kolay bir iş,Lenin’in ne olduğunu anlamak için kuramını ne kadar parçalarsak parçalayalım, ayrıma tabi tuttuğumuz her parçada partiyi ve devrimi görüyoruz.

Marx ile Lenin ayrıştırıldığında Marksizmin yukarıda sö­zünü ettiğimiz geri dönmeme noktalarının “proletarya dik­ta­törlüğü ve parti kuramları” sebebiyle Lenin yerine ör­neğin Kautsky tarafından tamamlandığı ortaya çıkmak­tadır.

Sınıf kavgasında iki egemen düşünceden biri olan Marksizm, bütünlüklü teorik ifadelerini gerçekleştirmenin merkezine partiyi yerleştirmiştir.

Komünist Manifesto, I. Enternasyonal ve Lenin bunu göstermiştir.

Ancak bugün, Marx ve Engels’in koptuklarının, ve Lenin’in muhataplarının kuramları; teorinin teorisi olarak yani sınıf kavgası ve parti geri çekilerek Marksizmin geri döndürülemezliğine dahil edilmiştir. Bu elbette, bilimsel bi­rer kavram olan parti ve sınıf kavgasının politik ideoloji­lerce belki de iman tazelemek için siyasal yönelimler uğ­runa ters-yüz edilmesidir.



[1] Engels’ten Paris’teki Marx’a (Barmen, Ekim 1844), Marks-Engels, Seçme Yazışmalar 1., Çev.: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., Ankara 1995, s. 12.

[2] Engels, Fourier için şunları söylüyor: “Fourier … diyalektik yöntemi, çağdaşı Hegel kadar ustaca kullanır. Aynı diyalektiği kullanarak sınırlanmaz insan yetkinliği konusunda söylenenleri çürütür.” Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Çev.: Öner Ünalan, Sol Yay., Ankara 1993, s. 65.

[3] E. J. Hobsbawm, Devrim Çağı, V Yay., Ankara 1989, s. 225.

[4] E. J. Hobsbawm, a.g.e., s. 387.

[5] E. J. Hobsbawm, a.g.e. s. 234 (Hobsbawm, Marx’ın Ren Endüstricilerinin yayın organı olan Neue Rheinische Zeitung’un editörlüğünü yapmasını buna örnek gösteriyor.)

[6] Bu nokta da bugünkü sorunlara dayanmaktadır. İçerdiği sorun hiç kuşkusuz Marksizmin devrimciliği sorunudur. Marksizmin devrimciliğini çıkartıp, yerine, toplumdaki sorunları yalnızca kendi terimleriyle belirlenen grupların (kadın, çevre, barış hareketi gibi) ortaklığını koyduğumuz zaman, sorunların birbirini karşılıklı belirlemeleri ortadan kalkacak, antagonizmanın yerini üst düzeyde bir sentez alacaktır. Bunlara genel sosyalleşme çabaları denilebilir. Bu noktada devrimcilik de kapıdan çıkartılabilir.

[7] E. J. Hobsbawm a.g.e., s. 207.

[8] Devrim Yazıları: Babeuf Dosyası, Çev.: S. Eyüboğlu, V. Günyol, Sosyal Yay., İstanbul 1974, s. 73-74.

[9] 1828’de yayınlanan “kompoloculuk tarihi” Temmuz monarşisi sırasında devrimci demokratların ve işçilerin yeraltı örgütlenmeleri büyük bir öneme sahipti. Hobsbawm, Buonarrati için, “radikal devrimcilerin en yetenekli ve en yorulmak bilmez olanıydı” diyor.

[10] Bu örgüt yapısı, teknik bakımından bugünkü “öncü yapılar”ı andırır.

[11] A.g.e. s., 58.

[12] Engels, Ütopik ve …. s. 69 Gülnur Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, Alan     Yay., İstanbul 1987, s. 57.

[13] Rousseaunun, toplum sözleşmesi, demokratik bir burjuva cumhuriyeti oldu ve yalnız öyle olabilirdi, toplum sözleşmesi kendi politik yeteneğine güveni kalmayan burjuvazinin, önce Directoire’nin ahlak bozukluğuna ve sonunda Napoleon despotizminin kanadı altına sığındığı terör sırasında gerçekleşmesini buldu. (Age., s. 58-60)

[14] Eşitler ve yeminliler; gizli kardeşlik örgütü v.b:. Fransız Devrimi sonrası                        

     oluşturulan muhalif örgütlerin genel adı.

[15] Babeuf Dosyası. s. 58.

[16] G. Savran, a.g.e., s. 59.

[17] Komünist Manifesto kuramsal etkisini, işçi sınıfı hareketinin uzun süredir varolan bütünlüklü sorunlarının bugünden geriye doğru tarihi inceleme sürecinde göstermiştir.

[18] E.J. Hobsbawm, a.g.e., s. 214.

[19] Özne’nin epitemolojik yönü ile değil pratik ve ideolojik yönü ile ilgileniyoruz.

[20] Rousseau, İlimler ve Sanatlar Hakkında Nutuk, Çev:. S. Eyüboğlu, s. 28

[21] E.J. Hobsbawm, a.g.e., s. 451.

[22] F. Engels, Ütopik ve …, s. 69.

[23] Engels, a.g.e., s. 69.

[24] Hobsbawm, a.g.e., s. 452

[25] Engels, a.g.e., s. 64.

[26] Hobsbawm, a.g.e., s. 453.

[27] Hobsbawm, a.g.e., s. 452.

[28] G. Sabine, Yakın Çağ Siyasal Düşünceler Tarihi, Çev.: Ö. Ozankaya,

     Gündoğan Yay., s. 46.

[29] A.g.y., s. 49.

[30] Savran, Sivil Toplum ve Ötesi, s. 118.

[31] W.T.Stace, Hegel Üzerine, Çev.: M. Belge, V. Yay., s. 67.

[32] Engels’ten Brüksel’deki Marx’a (Paris, 23-24 Kasım 1847) Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, C.I. s. 43.

[33] Engels’in Marx’a müdahalesi, Birikim yazarı Ö. Laçiner’i tamamen haklı çıkarmaktadır! Laçiner şöyle diyor: “…diyalektik ve tarihsel materyalizmi, bilimsel sosyalizmi sistematik ve tutarlı bir bütünlük oluşturacak şekilde “kodlayan” Engels’tir. … Engels’in yaptığı soyut ifade edilmiş olanları kesin ve “anlaşılır” -somut- hale getirmekten başka birşey değildir…Engels’in bunu yapmakla Marx’ın fikirlerinin-Marksizm olarak hızla yaygınlaşan bir benimsenme gücü” herkesin anlayabilmesi özelliği kazandırdığı açıktır” (Ömer Laçiner, “Marx Marksist miydi?”, Birikim 84, Nisan 1996, s.8.)

[34]E. Balibar, Althusser İçin Yazılar, Çev.: Hülya Tufan, İletişim Yay. İstanbul 1991, s. 43.

[35] Bkz.: Osman Albayrak, “Felsefi ve Bilimsel Açıdan Devlet Üzerine”, Teori ve Politika-2, Bahar 1996.

[36] “Geriye dönülmezlik”i YIlmaz Sezer “ilke”leştiriyor. Bak.: Y. Sezer, “Tarih Biliminin Devrimcileştirilmesi Sorunu”, Teori ve Politika-2, Bahar 96, s. 4 vd.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar