Ana SayfaArşivSayı 74Ampirizm Karşısında Kuhn ve Althusser

Ampirizm Karşısında Kuhn ve Althusser

 
Ampirizm Karşısında Kuhn ve Althusser
 
Jülide Yazıcı
Hiyem Yolcu’ya…*
“Bilimsel pratik, kendi felsefi kurulumundan bihaber, pekâlâ işleyebilir ve bilgi üretebilir.”[1] Turchetto’ya göre bu tam da Kapital’de karşımıza çıkan durumdur. Felsefi kurulumundan tamamen bihaber olup olmadığı tartışılır; fakat Turchetto, Kapital’in kendi bilimsel pratiğini mümkün kılan söylem-nesne birliğini “açıkça” gündemleştirmeksizin bilim icra ettiğini söylerken haklıdır. Turchetto’nun Kapital için işaret ettiği durum diğer bilimsel teoriler için de geçerlidir. Bilimin hangi alt-alanında faaliyet gösterirse göstersin, bir bilimsel pratik ne türden bir söylem-nesne birliğine yaslandığını sorgulamakla ve bilimin epistemolojik sıfatlarının ne olduğu sorusuna cevap vermekle yükümlü değildir. O, bilimsel alanın temin ve aynı zamanda da dikte ettiği hammaddeler ve araçlarla işletilen ereksiz ve öznesiz bir üretim süreci içinde gerçekleşmektedir[2].
İlgi alanında ve erişim menzilinde yer almadığı için felsefe kürsüsünde kendi adına konuşamayan bilim, tam da bu yüzden ampirist ve özneci bilim felsefesi tarafından temsil edilegelmiş ve bilimin resmi epistemolojisi kayıtlara ampirizm olarak geçmiştir. Ne var ki, Kuhn bilim felsefecilerinin ve hatta bizzat bilim insanlarının bilimsel metodoloji hakkındaki ampirist görüşleri ne olursa olsun; bilimsel devrimler esnasında paradigmaların ve buna bağlı olarak ampirik bilginin bilimsel anlamının ve konumunun değiştiğini ileri sürmüştür. Kuhn böylelikle, bilimin gözlem bağımlı değil gözlemin kuram bağımlı olduğunu iddia ederek, bilimsel ilerlemenin deney ve gözlemle temin edilen saf görünün birikimi olduğu, bilimin gözlem ve deney etrafında inşa olunduğu ve olunması gerektiği yönündeki ampirist görüşe oldukça kan kaybettirmiştir.
Ampirizmin itibarsızlaştırılması için sunduğu katkılar bir yana, Kuhn bilimsel devrimler esnasında yeni paradigmaların ortaya çıkması ve yerleşmesinde bilim insanları topluluğunun öznel tercihlerinin belirleyiciliğini ileri sürmekle, deney ve gözlemin objektif bir mercii olduğu yönündeki ampirizmi subjektivizmle seyreltmiş ve bilimde özneci tavrı başka bir biçimde yeniden üretmiştir. Peki, bilgi için Kartezyen veya ampirist temelin reddiyle beraber rölativizme, tarihselciliğe veya nihilizme savrulmak kaçınılmaz mıdır? Kendisi itiraf etmekten kaçınsa da, Kuhn’un girişiminin en azından ilk ikisiyle sonuçlandığını söylemek mümkündür; ve hatta belki, projesinin başlangıcında Kuhn’un niyetinin tam da bilimsel paradigmalar arasındaki rölativist ölçüştürülemezlik halini temellendirmek olduğu ve bu ihtiyaç doğrultusunda paradigmayı kavramsallaştırdığı iddia edilebilir. Fakat Marksizmin bilim ve felsefe bileşenini inceleyen bir filozofla beraber bilim felsefesi, ampirik bilginin kuram bağımlı olduğu fikrini rölativist kaygılarla değil materyalist olmak adına sahiplenen bir isme kavuşmuştur. Althusser, bilimin objektif bir ölçüt için gerçek nesne ile kurulacak ampirik veya pratik bir temasa ihtiyaç duyduğu fikrini reddetmiş; böylece bilimin objektif temelini ve ölçütünü yine bilimin içinde, bilgi nesnesinde saptamıştır.
Gözlem verisinin kuram bağımlı doğasını ifade etmek için Kuhn ve Althusser tarafından ortaya atılmış olan paradigma ve “sorunsal” arasındaki temel ayrım şöyle ifade edilebilir: Kuhn’a göre paradigmanın altyapısını bilim insanlarının sosyolojik ve psikolojik durumları meydana getirirken, Althusser için sorunsalın altyapısında yatan soru’dur. Üstelik bu soru bir “öznenin” bilinçli seçimi olmaktan ve bilumum öznel etkiden o denli uzaktır ki cevap veren bilim insanı kimi zaman sorunun farkında dahi değildir. “Tamı tamına ifade edersek, teorik bir sorunsalın tanımladığı alan içinde var olan şeyi gören bir öznenin gözü (tinin gözü) değildir: Tanımladığı nesne ya da sorunlar içinde kendini gören şey, bu alanın kendisidir -görme, bu alanın nesneleri üzerine zorunlu düşünümünden başka bir şey değildir.”[3]
Bu yazının ilk iki bölümünde, bilim felsefesinde etkili olmuş pozitivizm ve bilimsel realizm akımları aracılığıyla, ampirizmin temeli olarak saptadığımız, gözlem ve öznenin verili olduğu kabulü incelenecektir. Bu akımlar ele alınırken ana akım bilim felsefesinin tanımlarına sadık kalınacaktır[4]. Bu doğrultuda, birinci bölümde ele alınacak olan pozitivizm, bilimi yalnızca gözlemlenebilir atomistik olgular üzerinde inşa eden bir yaklaşım olarak kabul edilirken[5]; ikinci bölüme konu olan bilimsel realizm, bilimde gözlemlenebilir olgularla beraber gözlemlenemez unsur ve yasalara yer açan bir yaklaşım olarak alınacaktır[6]. Pozitivizmin ve bilimsel realizmin sistemlerinde gözlem verisine ayrılan hacim ve merkeziyet farklı olsa da, her ikisinin de ampirizmin olmazsa olmazı olarak kabul ettiğimiz, gözlemin ve öznenin verili olduğu kabulünü paylaştıkları iddia edilecektir. Üçüncü ve dördüncü bölümlerde, ampirizmden ancak, gözlemin verili değil belirlenmiş olduğunu kabul etmekle kaçınılabileceği ileri sürülecek ve bu doğrultuda gözlemi kurama tabi tutan Kuhn ile Althusser’in teorileri ele alınacaktır. Kuhn’un anti-ampirizminin subjektivist içerimlere sahip olduğu, bunun karşısında Althusser’in, özneci ve anti-objektivist herhangi bir unsura mahal vermeyen bir anti-ampirizm inşa ettiği iddia edilecektir.
Pozitivizm
Pozitivizm ‒ki kendisinin olgunlaşmış formu olan mantıkçı pozitivizm ile birbirlerinin yerlerini tutacak biçimde kullanılabilirler[7]‒ Mill, Hume, Berkeley gibi İngiliz ampiristlerinin tutumlarını takip ederek bilginin doğuşunu, organizasyonunu, sınanmasını ve bilişsel ifadeler için anlamlılık kriterini ampirik doğrulamaya tabi kılmıştır. Pozitivistler geçerli bilimsel bilgiyi, algıyla duyumsanan atomistik olaylar ve onların mantık çerçevesinde genellenmesinden ibaret kabul etmişler; olayların varlıklarını ve ilişkilerini belirleyen herhangi bir yasa iddiasını, saf görüye açık olmamakla beraber kuram tarafından ileri sürülen kimi olguların (parçacık vs.) ontolojik ve epistemolojik kabulünü anlamsız bularak reddetmişlerdir.
Bilgiyi, atomistik olayların gözlemlenmesine ve genellenmesine (tümevarım) indirgemenin felsefe tarihi açısından en belirleyici örneğini, Hume nedensellik ilkesinin reddiyle vermiştir. Hume, nedensellik ilkesinin aslında olaylar arasındaki ilineksel düzenlilikleri deneyimleyen insanlar tarafından geliştirilmiş bir inanç olduğunu ve söz konusu bilim olduğunda bu tür inançlara yer verilmemesi gerektiğini söylemiştir. Hume’a ve Hume’u takip eden geleneğe göre duyumla sağlanan bilginin genelleştirilmesiyle ulaşılan düzenlilikler, nedensellik taşıyan determinist yapılar arayışında olmayı bilim için gereksiz kılacak ölçüde yeterlidir. Kütleçekim, artıdeğer, parçacık, oedipus kompleksi, psikodinamik kuramı gibi kavramlar Hume için bilim insanının rahatsız olması gereken, metafizik kavramlardır; ne bilimde –haliyle‒ ne de varlık alanında mevcutlardır. Bu durumda, örneğin kütleçekim kanunu ele alınacak olursa, Hume için bilimin “metafizik” bir kütleçekim kanunu yerine, yüksekten bırakılan bir cismin her seferinde yere çarpmakla sonuçlandığını bildiren bir düzenliliğe ihtiyacı vardır ve ötesi gereksizdir. Yine benzer bir pozitivist yaklaşım yapısalcı Levi-Staruss tarafından antropoloji alanına uygulanmıştır. “Ben sosyal yapıyı sosyal realitenin kendisi olarak veya onun bir görünümü olarak görürüm; sosyal realitenin arkasında yatan mantık olarak değil. Ve yapısal analizi, betimleyici bir metottan daha fazla bir şey olarak görmem” sözleriyle realiteyi yapıyla, yapıyı ise saf-görüye açık nesnelerin betimiyle tanımladığını ifade etmiştir.
Hume’dan yaklaşık 200 yıl sonra mantıkçı pozitivist Carl Gustave Hempel geliştirdiği dedüktif-nomolojik (D-N) modelle, tümevarım yoluyla ulaşılmış düzenlilikleri bilimsel açıklama için gerekli olan ilk öncül olarak saptamıştır. Hempel’e göre doğru bilimsel açıklama ilk öncül olarak düzenlilikten, ikinci öncül olarak başlangıç ya da sınır koşulundan, ve sonuçtan (explanandum) oluşur. Bu koşulları karşılayan bir açıklama yeterli bilgi sağlar, öyle ki bir kimse geçerli olan başlangıç ya da sınır koşullarını bildiği takdirde, explanandum olayını doğru tahmin edebilir[8]:
1.   Yüksekten bırakılan her cisim yere çarpmakla sonuçlanır. (düzenlilik)
2.   X cismi yüksekten bırakılmıştır. (başlangıç ya da sınır koşulu)
3.   X cismi yere çarpmıştır/çarpacaktır. (explanandum)
Hempel’in geliştirdiği model, döngüsel ve aynasal bir yapı varsayar. Tümevarımla ulaşılan düzenliliğin tümdengelim temelli bir açıklamanın ilk öncülüne yerleştirilmesiyle döngüsel; bilimsel süreçten (sırasıyla tümevarım ve tümdengelim) geçen ampirik nesnenin sürecin sonunda hiçbir değişiklikten geçmeksizin –tahmini mümkün kılacak biçimde‒ kendisine tekabül etmesiyle aynasaldır. Bu modelin döngüsel ve aynasal yapısında, tüm pozitivist geleneğe karakterini veren şeffaflık anlayışı bir kez daha kendini açığa vurmuştur: Dünyaya bakan bilim insanının gözü ile dünya arasında şeffaf bir tabaka vardır ve bu durumda görebilmek için gözden başka bir şeye ihtiyaç duymayan bir bilim insanı bilimsel faaliyet için yeterlidir. Nesnenin verili kabul edilmesi, aynı zamanda gören öznenin de verili kabul edilmesi demektir. Bu yüzden pozitivizm ‒her ne kadar Post-modern söylem tarafından, sosyal bilimler alanında bilime söz konusu olan olguyu nesneleştirdiği iddiasıyla anti-hümanist olmakla suçlansa da‒ tam da sahip olduğu bu şeffaflık anlayışı sebebiyle, yani bilim insanın kendisini nesneleştirememesi ve insan duyusunun mutlak bilgiyi sağladığına inanması sebebiyle özneci ve hümanisttir.
Pozitivizmin, tüm bilgi sürecinin deney ve gözlemin genellemesine dayandırıldığı anlayıştan başka, bilimsel etkinliğin, deney ve gözlemin yanında düşünce deneyi ve yaratıcılık gibi unsurlar içerdiğini söyleyen formları da mevcuttur. Bu yaklaşıma göre “buluş bağlamında, bilim insanının yaratıcı hayal gücü, sezgisi rol oynayabileceği gibi, rastlantı ya da şans da rol oynayabilir”[9]. Yine doğrulamacı ve yanlışlamacı pozitivizmler (Popper) bilimsel kuramın ortaya çıkışı esnasında büyük oranda belirleyici olanın bilim insanının yaratıcılığı ve düşünce deneyleri olduğunu, (ampirik) deney ve gözleme bu kuramların sınanması amacıyla başvurulması gerektiğini söylemişlerdir. Ne var ki, deney ve gözlemi bilimsel kuramın bileşenlerinden biri olarak gören mantığın da, onu sınama amacıyla başvurulacak bir son karar mercii olarak gören mantığın da –doğal olarak‒ ampirik bilginin verili ve sorgulanamaz olduğu yönündeki kabulle bir alıp veremediği yoktur. Aksine, son karar mercii mantığı, kurgusal kuramların ve düşünce deneylerinin yanılabilir ve test edilmeye muhtaç olduğu durumda deney ve gözlemi yanılmaz bir tarafsız mahkeme olarak konumlandırmaktadır. Bilimsel etkinlikte kapladığı konum ve hacim değişse de, ampirik veri her durumda gerçek nesneye eş, yanılmaz ve verilidir.
Bilimsel Realizm[10]
Bilimsel realizm, gerek gözlemlenemezlere gerekse yasalara ilişkin vurgusuyla pozitivizmden ayrılmaktadır. Bilimsel realizm, bilimsel araştırmanın nesnelerinin onlara dair bilgimizden bağımsız olarak var olduğunu ve bilimin amacının, dünyayı gözlemlenebilir ve gözlemlenemez halleriyle tanımlamak ve açıklamak olduğunu ileri sürmektedir[11].
Bilimsel realistler, kimya fizik, biyoloji gibi gelişkin bilimlerin hepsinin, gözlemlenebilir ve gözlemlenemez unsurlarla bu unsurların ilişkilerini belirleyen yasalardan meydana geldiğine dikkat çekmişlerdir. Onlara göre bu kuramlar, gerek uygulanabilirlikleri gerekse gözlemlenebilir unsurları üzerinden test edilebilirlikleri bakımından en sağlam şekilde doğrulanmış kuramlardır.[12] Bilimsel kuramın sahip olduğu bu öndeyisel ve açıklayıcı güç, onun gerçekliğe tekabül ettiğinin açık ve seçik kanıtıdır. Kuramın bir bütün olarak gerçekliğe tekabül ettiği kabulü, bilimsel realisti, kuramın parçaları olan gözlemlenemez unsurların ve yasaların da gerçekliğe tekabül ettiği fikrine götürür.[13]
Gözlemlenemez olgu ve yasaları epistemolojik ve ontolojik açıdan yok sayan pozitivizmden farkı sebebiyle, bilimsel realizmin katı ampirist epistemolojiden uzaklaştığını ileri sürenler olmuştur.[14] Ne var ki, bilimsel realizm, gözlemlenemeyenlerin bilgisini sağlayacak olan kuramın ne derece doğru olduğunun ölçütünü yine gözlemlenebilirlere bağlamaktadır: Kuramın doğru olduğunun kanıtı, gözlemle doğrulanabilir tahminler sunması ve pratik olarak uygulanabilir olmasıdır. Tıpkı pozitivistin sisteminde olduğu gibi bilimsel realistin sisteminde de gözlem, kuramı kuran ve sınayan unsurdur. Evet, pozitivistten farklı olarak gözlemlenemez unsurlar ve yapılar vardır; fakat bu gözlemlenemezlere yine gözlemle inşa ettiğimiz kuramlar üzerinden ulaşılacaktır. Bu yönüyle bilimsel realizm, gözlemi ve gözleyen özneyi verili alan ampirist zeminde hareket etmeye devam etmektedir.
Keat ve Urry gibi kimi isimler, bilimsel realizmin pozitivizmden farklı olarak, olguları yöneten yasa ve mekanizmalara yaptığı vurguyu öne çıkarmışlar ve bu yönüyle Marksizm ile bilimsel realizm arasında bir benzerlik kurmuşlardır. Keat ve Urry bilimsel realizmi şöyle tanımlamışlardır: “Realiste göre olayları açıklamak demek bunların sadece iyi kurulmuş düzenliliklerin örneği olduğunu göstermek demek değildir. Onun yerine, altta yatan yapıların ve mekanizmaların bilgisini elde ederek olaylar arasındaki zorunlu bağlantıları keşfetmektir.”[15] Bilimsel etkinliği, görünenin ötesinde/altında/özünde yer alan görünmeyene ulaşmak olarak tarif eden Keat ve Urry, şeylerin dış görünüşü ve özleri arasında yaptığı ayrıma dayanarak, Marx’ın da realist yöntemi kullandığını ileri sürmüşlerdir.[16] Gerçekten de, Marx ‘ın “dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu”[17] benzeri azımsanamayacak sayıdaki ifadesi, Keat ve Urry gibi birçoklarının ampirist zeminde yer alan realist pozisyonu Marx’a yakıştırabilmesine imkan tanımıştır. Ancak Marx’a atfedilen bu pozisyonun ampirizm ile açıkça dillendirilmiş bir bağlantısı pek tabii tedirginlik yaratacağı için, birçok yazar Marx’ın ampirist olmadığını fakat ampirik veriyi de reddetmediğini iddia ederek şekilsiz bir çözüm önermişlerdir. Althusser ise,  Marx’ın -bu tarz anlayışlara mahal veren ifadelerinin günahı bir kenara- epistemolojik soruşturmaya tabi tutulmak suretiyle ortaya çıkacak sorunsalının anti-ampirist olduğunu göstermiştir. Ona göre gözlemi verili kabul eden ampirizm katı veya yumuşak herhangi bir formu reddedilmedikçe materyalist felsefeden ve Marksist bilimden geriye hiçbir şey kalmamaktadır.
Kuhn
Kuhn, geliştirdiği paradigma kavramı doğrultusunda, duyusal algının mutlak ve verili olmadığını, bilakis teorik inanç ve beklentilerden etkilendiğini iddia etmiş; kuramın gözlem bağımlı olduğu ve bilimin gözlem verilerinin birikmesiyle ilerlediği şeklindeki ampirist anlayışa güçlü bir saldırıda bulunmuştur.
“Aristo ve Galileo’nun, sallanan taşlara baktıklara zaman, birincisinin engellenmiş düşme, ikincisinin ise bir sarkaç gördüğünü söylemenin yarattığı sorunları derinden duyuyorum.”[18] Kuhn’un derinden hissettiği bu sorun onu, bilimsel ilerlemeyi, “ardışık çabaların giderek doğruya yaklaştığı ve muğlak gözlemsel sınamaların güdümlendiği”[19] lineer bir süreç olarak sunan ampirist pozisyona cevaben kendi pozisyonunu inşa etmeye götürecektir. Kuhn’a göre bilimsel ilerleme birikimle değil, bir paradigmanın yerle bir olduğu ve yerini her şeyi yeni baştan kuran başka bir paradigmaya bıraktığı devrimlerle ilerlemektedir. Birbirini takip eden paradigmaların her biri gözlem verilerini, deney ve gözlem araçlarını ve hatta metafizik kabullerimizi (zaman, durağanlık, uzay algıları vs) yeni ve spesifik bir biçimde belirleyerek, hiçbir bileşenin kendisinden bağımsız olarak epistemik değer taşıyamadığı kuramsal bir yapı oluşturmaktadır. Sallanan taşlar, işte bu yüzden, yani kendi başlarına epistemik değerden yoksun oldukları ve bir paradigmaya tabi olmakla anlamlarını kazandıkları için, Aristo veya Galileo’nun paradigmalarında farklı verilere tekabül etmektedir. Bu durumda Kuhn, ampirizmin tarafsız bir mahkeme olarak kabul ettiği gözlem verisinin son derece “taraflı” olduğunu göstermekle bir bilimsel kuramın öncekinden gelişkin olduğu yönündeki herhangi bir karşılaştırmayı ölçütsüz; gözlem verisinin mutlak olmadığını göstermekle de birikim anlatısını imkansız kılmaktadır.
Kuhn için bilimsel süreç, olağan bilim olarak adlandırdığı dönemlerden ve bilimsel devrimlerden oluşmaktadır. Olağan bilim dönemlerinde, tüm bilim camiası üzerinde hüküm süren ve böylelikle tüm bilim insanlarının deney ve gözlem araçları ile verilerinin nasıl kullanılacağı konusunda mutabık olduğu tek bir paradigma söz konusudur. Kuhn’a göre, bu paradigma, düşünce deneyleri ve bulmaca çözüm modelleri sağlamakla deney ve gözlem verisi gibi unsurları belirlemektedir. Örneğin, Galileo’nun birçok yasası, deneysel olarak kanıtlanmaları için gereken gereçler daha tasarlanmadan yıllar önce, paradigmanın sunduğu düşünce deneyleri ile ortaya atılabilmişlerdir[20]; ve böylece, Kuhn’a göre, bahsedilen düşünce deneyleri ile, bu doğrultuda gerekli araçları tasarlamaya koyulan ve işlemin sonunda ulaşılacak sonuçları kanıt olarak algılamaya dünden hazır bir süreç başlamıştır. Belirli bir paradigmaya ait bulmaca çözüm modeli ise, bahsedilen unsurların paradigmanın genel çerçevesi ve esas önermeleriyle çelişmeyecek biçimde organize edilmesini sağlamakta; yeni ortaya çıkan bir veriyi veya aracı paradigmaya bağlayabilmenin yollarını önermektedir. Olağan bilim dönemi mevcut paradigmanın öylesine etkisi altındadır ki, eğer ortada yeni ve çözülemeyen bir bulmaca, yani paradigmayla uyumlulaştırılamayan bir veri söz konusuysa; bu çözümsüz bulmaca, paradigmanın yanlışlığıyla değil, bilim insanının hatalı gözlemiyle açıklanmak suretiyle dışlanmaktadır. Nitekim on dokuzuncu yüzyılda gelişkin teleskoplarla yapılan gözlemlerin, geceleyin Jüpiter ve Satürn’ün gökyüzündeki konumları hakkında Newton mekaniğine dayanarak yapılan tahminleri yanlışlamasına rağmen; fizikçiler hatayı Newton’da değil, teleskop ya da bilim insanında aramışlardır.[21]
Kuhn’a göre, her olağan bilim döneminde çözülemeyen bir takım anomalilerden bahsedilebilir; fakat eğer anomaliler, yeni bir alternatif sunarak mevcut paradigmaya saldıracak düzeyde değilse, paradigma onlarla var olmaya devam edebilmektedir. Ne var ki, anomaliler belirli bir düzeye ulaştığında, paradigma zangırdamaya başlamakta ve bilimsel devrimin yolu açılmaktadır. Kuhn için, bilimsel devrim dönemleri, birbirleriyle kıyaslamak için elimizde hiçbir ölçütün bulunmadığı eski ve yeni paradigmaların çekişmesine sahne olmakta; bu sebeple hiçbir sorun gözlem ya da deney yoluyla çözüme kavuşturulamamaktadır. Paradigmaların bu ölçüştürülemezliği sebebiyle, yeni paradigmanın seçiminde belirleyici olan, herhangi bir bilim içi unsur olmayacaktır. O halde, “kuramın son tahlilde kişisel ve öznel nedenler yüzünden seçilmesi gerekmektedir.”[22]
Kuhn’un eseri, her ne kadar paradigmalar, bulmaca çözüm modelleri, anomaliler gibi bilimin iç mantığına ilişkin öğeler barındırsa da; başrolünde uzlaşıları, tercihleri ve öznel durumları ile bilimsel topluluk bulunmaktadır. Bilimsel süreç için belirleyici olan her gelişme, son kertede bilim insanının takındığı tutum tarafından belirlenecektir. Paradigma, taraftarı olan bilim insanlarının güvenlerini kaybetmesine bağlı olarak zayıflayacak[23], yeni bir paradigma bilim insanlarının kişisel ve öznel kararları ve kendi aralarındaki mutabakatlarıyla yerleşikleşecektir. Kuhn, en nihayetinde bilimsel paradigma için, niyeti dünyayı anlamak olan alim insanlarca benimsenme[24] şartını yeterli görmektedir. Buna paralel olarak, bugünden bakıldığında mit olarak adlandırılan kuramsal yapılar da dönemin alimlerinin ortak bir kuramsal dil ile düşünme biçiminde mutabakata vararak şekillendirdikleri bilimsel paradigmalar olarak kabul edilmelidir.
Kuhn, bilimin işleyişini, bilim insanının kararları ve öznelliğiyle açıklamakla, bilim ve felsefeden oluşan epistemolojik alanın dışına çıkmakta ve kendisine yakıştırılan bilim sosyologu sıfatını hak etmektedir. Kuhn, bilim üzerine yürütülecek bir çalışmanın, eninde sonunda bilim topluluğunun ve onu oluşturan bireylerin içinde bulundukları öznel durumu ele almakla sonuçlanması gerektiğini iddia etmektedir. Ona göre, bilimsel etkinliğin diğer etkinliklerden farkı, temelde bilimsel topluluğun diğer topluluklarla arasındaki farktır; o sebeple bilimsel topluluğa özgü sosyalleşme süreci ve bu sürecin aşamaları ile topluluğun ortak amaç olarak belirlediği hedefler üzerinde durulmalıdır. Özcesi Kuhn, bilimin; bilim insanının, yani bir öznenin, bilinçli tercih ve uzlaşıları ile öznel beğeni ve inançlarının belirleyiciliğinde meydana geldiğini iddia eden özneci, rölativist ve hümanist bir sistem önermektedir.
Althusser
Yazının başında da belirtildiği gibi bilime kendi felsefi kurulumundan bihaber olma hakkı tanınmakla birlikte, Marksizm özelinde Turchetto’nun iddia ettiği türden bir felsefi bilinçsizlik hali olup olmadığı tartışmalıdır. Elbette Marksizmin bu tartışmalı hali, onun özel bir durumundan, hem bilim hem de felsefe olarak sahip olduğu ikili karakterden kaynaklanmaktadır; ne var ki maharet sayılabilecek bu özel durumu, aynı zamanda nerede bilimin susup nerede felsefenin konuşmaya başladığını takip etmeyi zorlaştırmakta ve bu ayrımları netleştirebilmek için başka bir çabayı gerekli kılmaktadır. Althusser’e göre, Marx ve Engels’in külliyatı kendi bilimlerinin felsefi kurulumuna dair birçok ima taşımaktadır; ancak bu imalar tutarlı sonuçlarına vardırılmamış ve bilim insanı olan Marx’ın bilim üzerine olan ideolojik satırlarının arasında gömülü kalmıştır. İşte Althusser, Marx’ın bilimini anlamak için gerekli olan ve yine ipuçlarını Marx ile Engels’in kendilerinde bulduğumuz felsefeyi –büyük harfle Teori’yi ya da Materyalist Diyalektiği‒ olgunlaştırma sorumluluğunu üstlenmiş, böylelikle anti-ampirist ve anti-özneci bir bilim felsefesinin formülünü vermiştir.
Althusser’e göre, Marx’ın ikili tavrı klasik politik iktisada ilişkin tespitlerinde oldukça belirgindir. Marx, Smith’in “emeğin değeri, emeğin bakımı ve yeniden-üretimi için gerekli geçim maddelerinin değerine eşittir” şeklindeki saptamasının keşfetmiş oldukları kadarıyla takdire şayan fakat eksik olduğunu söylemektedir; ona göre Smith’in önermesi, “Emek gücünün değeri, emek gücünün bakımı ve yeniden-üretimi için gerekli geçim mallarının değerine eşittir” olacak biçimde değiştirilmeli ve eksiklikleri tamamlanmalıdır. Althusser’e göre, Marx klasik politik iktisada dair sunmuş olduğu birinci tarz okumada, Smith’in işte bu keşiflerinin, ıskaladıklarının, değer ve kusurlarının, varlık ve yokluklarınının bir dökümünü[25] sunmakta; bahsedilen eksiklikleri ise Smith’in dalgınlıklarıyla, gözünün önünde olan şeyi görmemesiyle açıklamaktadır. Böylelikle, Marx, klasik iktisadın üretebildiği bilgileri dolaysız görmenin varlığı ve keskinliğine, eksikliklerini ise “devasa bir gözden kaçma durumuna” indirgemekle, bilgi edinmenin gözlemle mümkün olduğu şeklindeki ampirist yanılgıya düşmektedir.
Neyse ki Marx bize ilkiyle hiçbir ilgisi olmayan ikinci bir okuma daha sunmaktadır: Evet, klasik iktisat saptamasıyla bir noktaya kadar doğru fakat eksik bir önerme üretmiştir. Ne var ki (ikinci tarzdaki) Marx için; klasik iktisat, görebildikleri için takdir edilip göremedikleri için eleştirilmekten başka bir değerlendirme yöntemine ihtiyaç duymaktadır; çünkü bu saptamanın asıl önemi, “kusuru tam da sorulmamışlık olan bir soruya” verilmiş bir cevap olmasıdır. Klasik iktisadın ürettiği bu cevabın boşlukları, yani eksiklikleri; cevabın, kendi sorusunun yer almadığı bir kuramsal yapı içinde bulunması sebebiyledir. O yüzden Marx, “Emek gücünün değeri, emek gücünün bakımı ve yeniden-üretimi için gerekli geçim mallarının değerine eşittir” şeklindeki bilgiye ulaşabilmek için, sorunun terimlerinin tamamen değiştirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Klasik iktisat, emek gücünün değerine dair bu önermesiyle, kendi boşluklarını tamamlayacak olan soruyu kışkırtmış ve yerini bu soru temelinde inşa olacak yeni bir kuramsal yapıya bırakmıştır. Böylelikle Marx, bu iki farklı cümlenin, yani üretilmiş bu iki farklı bilginin, farkını birinin eksik diğerininse yeterli gözlem sonucu temin edilmiş olmalarıyla değil, farklı soru’ların üzerinde inşa olmuş kuramsal yapılara tabi olmalarıyla açıklamıştır. Althusser işte bu kuramsal yapıyı, Marx’ın “soru” merkezli ikinci okumasından hareketle sorunsal olarak adlandırmıştır. Bu durumda bilme ya da “…görme, yapısal koşullara aittir, sorunsal alanının nesneleri ve sorunları üzerindeki içkin düşünüm ilişkisidir”[26].
Althusser, ilk bakışta, bilgi ve görünün içinde bulunduğu kuramsal yapı tarafından belirlendiğini söylemekle Kuhn’u andırsa da, ikisinin arasında derin farklar bulunmaktadır. Kuhn, bir paradigmayı diğerine bağlayan kopuş anını bilim insanlarının kararlarıyla açıklarken; Althusser sorunsal değişimlerini, tamamen sorunsalın kendi içinde cereyan eden olaylarla açıklamaktadır. Althusser, bu noktada Engels’e başvurmaktadır: “Filojistik kimya tarafından oksijenin ya da klasik iktisat tarafından artı-değerin basit “üretimi”, eski teoriyi bir noktada dönüştürmesi gereken şeyi kendi içinde barındırdığı gibi, kimyayı ya da iktisadı “‘bütünüyle”  altüst edecek şeyi de barındırır”. “Çok özel bazı kritik koşullarda, sorunsalın ürettiği sorunların gelişimi (burada “emek değeri” üzerine kendini sorgulayan politik iktisat sorunlarının gelişimi), mevcut sorunsalın görünür alanı içinde kendi görünmezinin bir yanının kaçamak varlığını üretmeye”[27] varacak, böylelikle ürettiği kaçamak cevapla yeni bir soru’yu kışkırtacaktır. Süreç, mevcut sorunsalın içindeki özneden, onu kimi zaman üretilmiş kaçamak cevabın kavramını ve sorusunu inşa edebilmekten aciz bırakacak kadar, bağımsız işlemektedir. Oksijenin ve artı-değerin eski sorunsallar tarafından kaçamak üretimleri de, işte böyle, üzerinde Lavoisier kimyasının ve Marksist iktisadın inşa olacağı soru’yu kışkırtmışlardır.
Sorunsal içinde gerçekleşen kaçamak cevap üretiminin, cevabın kavramı ve sorusuna ulaşmasıyla sonlandığı bilimsel süreç, Althusser için bilimsel pratiğe –teorik pratik- özgü bir üretim sürecidir; bir üretim süreci olmakla, içinde çalışan bilim insanına, belirli hammaddeler ve üretim araçları dayatmakta ve bilimsel süreçte öznenin oynayabileceği herhangi bir rolü imkansız kılmaktadır. Althusser’in geliştirmiş olduğu bu üretim mantığı aynı zamanda içinde, hem ampirizmi yerle bir eden hem de ampirizm karşısında konumlanırken bizi başka sakıncalı yollara sapmaktan koruyan bir öğe barındırır: gerçek nesne-bilgi nesnesi ayrımı. “Bu birinci genellik (buna genellik 1 diyeceğiz) bilimin teorik pratiğinin özgülleşmiş “kavramlar”a, yani bir bilgi olan somut bir genelliğe (Genellik 3 diyeceğiz) dönüştüreceği hammaddeyi oluşturur. Ama o halde Genellik 1 yani bilimin üzerinde çalıştığı hammadde nedir? Ampirizmin ya da duyumculuğun ideolojik yanılsamasının tersine, bir bilim, özü katışıksız dolayımsızlık ve tekillik (duyumlar ya da bireyler) olan bir varlık üzerinde asla çalışmaz. Her zaman için genel üzerinde çalışır; olgu biçiminde olsa bile. Bir bilim oluştuğunda, örneğin Galileo ile birlikte fizik oluştuğunda ya da Marx ile birlikte toplumsal oluşumların evrim bilimi (tarihsel materyalizm) oluştuğunda, bu bilim her zaman için, ideolojik nitelikteki, öncel var olan kavramlar üzerinden çalışır. Bilim, katışıksız nesnel veriler ve katışıksız nesnel olgular üzerinde çalışmaz. Onun kendine özgü çalışması, tersine, önceki ideolojik teorik pratiğin hazırladığı ideolojik olguların eleştirisi yoluyla kendi bilimsel olgularını hazırlamaktan ibarettir… çünkü bilimsel olgu –ki katışıksız görüngü değil‒ ancak teorik bir pratiğin alanında tanımlanabilir.”[28]
Althusser, bilimin hiçbir zaman katışıksız nesnel veriler üzerine çalışmadığını ve çalışamayacağını iddia ederek, ampirizmin iddia ettiği gibi görüyle veya başka herhangi bir yolla gerçek nesnenin ele geçirebileceği yönündeki düşüncesini reddetmiş ve bilgi nesnesi ile gerçek nesneyi birbirlerinden farklı düzeylere yerleştirmiştir. Bu yolla Althusser kendine, çeşitli anti-ampirizm girişimlerinin saptığı anti-objektivist, nihilist ve şüpheci rotalardan bambaşka bir rota belirlemiştir. Althusser bilgi nesnesi düzeyi ve gerçek nesne düzeyi ayrımını şu iki materyalist tezle formüle etmiştir:
1)   “Gerçeğin, gerçeğe dair düşünce üzerindeki önceliği şeklindeki”[29] ontolojik materyalist tez;
2)   “ve gerçek süreç karşısında düşüncenin ve düşünce sürecinin özgüllüğü şeklindeki”[30] epistemolojik materyalist tez.
Ontolojik materyalist tez ile gerçeğin, öznenin –bu bağlamda bilim insanının‒ hiçbir çabayla ulaşamayacağı bir düzeyde bulunduğu ifade edilirken; epistemolojik materyalist tez ile anti-objektivizmin önüne geçilmiştir. Anti-objektivizm, gerçek nesne ve bilgi nesnesi arasındaki ilişki için bir ölçüt ve garanti arayışında olanların düş kırıklığının ürünürüdür; Althusser ise bu iki nesne düzeyi arasındaki herhangi bir ilişkiyi peşinen kopararak, arayışı ve haliyle düş kırıklığını imkansızlaştırmıştır. Ona göre, objektif bilginin koşulları gerçek nesneyle ilişkisi içinde değil, yine bilgi nesnesi düzeyinin içinde aranmalıdır.

* Sadeliği, emekçiliği ve devrimciliğiyle dokunduğu her şeyi güzelleştiren komünist tutsak.

[1] Maria Turchetto, “History of Science and the Science of History”, ed: E. Ann Kaplan & Michael Sprinker, The Althuserrian Legacy, Verso, London 1993, s. 77

[2] Louis Althusser, Marx İçin, Çev.: Işık Ergüden, İthaki Yay., İstanbul 2002, s. 227

[3] Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Çev.: Işık Ergüden, İthaki Yay., İstanbul 2007, s. 41

[4] Ana akım bilim felsefesinin tanımları için, felsefe profesörü Alex Rosenberg tarafından felsefe öğrencileri için hazırlanmış olan Bilim Felsefesi: Çağdaş Bir Giriş kitabına ve Cambridge Yayınlarının birçok akademisyenin katkısıyla hazırlamış olduğu felsefe sözlüğüne (Cambridge Dictionary of Philosophy) başvuracağız.

[5] Richard A. Fumerton, “Logical Positivism”, Robert Audi (ed.), Cambridge Dictionary of Philosophy, Cambridge University Press, Cambridge 1995, s. 514

[6] J. D. Trout, “Scientific Realism”, Robert Audi (ed.), a.g.e., s. 822

[7] Richard A. Fumerton, a.g.e., s. 514

[8] Alex Rosenberg, Bilim Felsefesi, Çev.: İbrahim Yıldız, Dipnot Yay., 2015, s. 70

[9] D. Özlem, a.g.e., s. 51

[10] “Evrensel özelliklerin var olduğu ve bunların (sayılar ve önermeler gibi) onları örnekleyen (ya da sayılar söz konusu olduğunda onlar tarafından sayılan ve önermeler söz konusu olduğunda onları doğru yapan) tikel şeylerden bağımsız bir varoluşa sahip oldukları yönündeki sav, yüzyıllar boyunca, “Platoncu gerçekçilik” ya da kısaca “gerçekçilik” diye adlandırılagelmiştir.”(A. Rosenberg, a.g.e., s. 103) Bilimsel gerçekçilik ise bilimsel kuramın taahhütlerini gerçek diye alır. Bu yönüyle soyut nesnelerin var olduğunu savlayan Platoncu gerçekçilikle tersleşir.(A.g.e., s. 207)

[11] J. D. Trout, a.g.e., s. 822

[12] A. Rosenberg, a.g.e., s. 206

[13] J. D. Trout, a.g.e., s. 822

[14] A. Rosenberg, a.g.e., s. 207

[15] Russell Keat-John Urry, Bilim Olarak Sosyal Teori, Çev.: Nilgün Çelebi, İmge Yay., Ankara 1994, s. 16

[16] A.g.e., s. 114

[17] Karl Marx, Kapital 3, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yay., Ankara 1990, s. 718

[18] Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev.: Nilüfer Kuyaş, Kırmızı Yay., İstanbul 2008, s. 215

[19] A. Rosenberg, a.g.e., s. 300

[20] T. Kuhn, a.g.e., s.102

[21] A.g.e., s. 279

[22] A.g.e., s. 307

[23] A.g.e., s. 166

[24] A.g.e., s. 300

[25] L. Althusser, Kapital’i Okumak, a.g.e., s. 30

[26] A.g.e., s. 40

[27] A.g.e., s. 43

[28] L. Althusser, Marx İçin, a.g.e., s.225

[29] L. Althusser, Kapital’i Okumak, a.g.e., s. 322

[30] A.g.e., s. 323

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar