Ana SayfaArşivSayı 74Marx’ı Marx Yapmak

Marx’ı Marx Yapmak

Journal of Classical Sociology. 2017. 17 (1). 57-74.

Marx’ı Marx Yapmak

Terrell Carver
Çeviri: Eyüp Eser
 

Çevirenin Önsözü

Karl Marx 14 Mart 1883’de öldüğünde cenazesine bir avuç insan katılmıştı. Fakat aynı Karl Marx sadece 35 yıl içinde dünyanın artık görmezden gelemeyeceği bir dev halini alır. Marx, 65 yıllık yaşamında, neyi eksik yapmıştır ki ölümünden sonraki 35 yılda politik bir dev haline gelmiştir?
Carver’ın aşağıdaki makalesinde cevabını aradığı soruların başında bu gelir. Carver makalesinde, Marx’ın nasıl politik bir dev haline geldiği sorusunun cevabını doğrudan vermez. Yine, Carver Marx’ın bir dev olduğunu kabul etse de, onun niteliği ile ilgili herhangi bir şey söylemez. Bütün bunlara rağmen Carver’ın izlediği tarihsel süreç, bu nitelik hakkında veriler sunar. Marx’ın düşüncesinin tanıtılması, bu düşüncenin yayılması için gerek Marx’ın kendisi, gerekse Engels’in çabaları görmezden gelinemezse de bu çabaların başarıları, Carver’a göre, oldukça sınırlıdır. Bu sınırı aşan ise politik bir hareketin bu düşünceyi sahiplenmesi olacaktır. Carver’ın “Marx Partisi” olarak nitelediği, Alman Sosyal Demokrat hareketi içerisinde Marx’a sempati duyan az sayıdaki insanın oluşturduğu ve gelecekte SPD’nin çekirdek gruplarından birinin Komünist Parti Manifestosu’nu basmaları olacaktı. Yani politik bir metin politik bir hareketle birleşmişti. 1848 devrimleri ile kadük hale gelen metin, politik bir grubun elinde hayat bulur. Carver’ın üzerinde durduğu bu durum, Marx’ın bugün bildiğimiz Marx olmasının, ilk adımının politik karakterini göstermektedir. Bu durumun, Marx’ın Londra yıllarında ortaya çıkması ve Marx ile Engels’in bu konuda gösterdikleri tepkiler mevcut politik karakteri güçlendirici etki yaratır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’nun yeniden basılmasına karşı çıkmışlar ve yerine politik açıdan daha güncel yazıların yayımlanmasını savunmuşlardır. Özellikle, Marx’ın Fransa’daki politik gelişmeler üzerine yazdığı yazıların yayımlanmasının daha doğru olacağını belirtmişlerdir. Yani Marx ve Engels politik bir tepki vermişlerdir.
Politik karakteri ortaya koyan bir diğer veri ise, Carver’ın Marx’ın yapıtlarının sınıflandırılmasına ilişkin önerisidir. Carver, özellikle Marx’ın toplu eserleri ile ilgili çalışmalarda yapılan tasniflerin belli başlı nesnel temellere dayandığını kabul eder. Carver’a göre bu tasniflerin okuma ve araştırmada kolaylıklar sağladığı sabittir. Carver’ın önerisi bu tasniflerin nasıl okunacağına ilişkindir. Carver bu önerisini bir örnekle açıklar. Kendisinden, 2008 finansal krizi ile ilgili Marx’ın kriz yazıları çerçevesinde oluşturulmuş bir değerlendirme yazması istendiğinde, kesinlikle Marx’ın kriz sonrasında yazdığı ekonomik yazılara bakmadığını, bunun yerine Marx’ın krizin sürdüğü sıralarda kaleme aldığı yazılara yoğunlaşmanın daha doğru olacağını belirtmiştir. Bunun anlamı ise açıktır; Marx’ın kriz sonrası kaleme aldığı ve bilgi nesnesi olarak şekillendirdiği metinlerin yerine, “an”da kaleme alınmış ve politik karakteri yadsınamaz yazılara başvurulması gerekmektedir.
Carver bu makalesinde Marx’ın hayat hikayesini anlatmaz. Bunun yerine Marx’ın hayatı ile eserlerinin uyumlu bir şekilde okunması amacıyla bir perspektif sunmaya çalışır. Bu perspektifin içinde politik okuma önemli bir yer tutar. Bu, Marx’ın hayatının eserlerinde tuttuğu önemli yerin vurgulanmasıyla vücut bulmaktadır. Carver’a göre, Marx’ın hayat hikayesi onun eserlerinden ayrı değerlendirilemez. Buradaki konu, Carver’ın Marx’ın eserlerini, onun hayat hikayesini kullanarak, politik bir okumaya tabi tutmaya çalışıp çalışmadığıdır. Yukarıda da belirtildiği gibi, Carver açık olarak böyle bir pozisyon aldığını belirtmese de, üzerinde durduğu tarihi örnekler ve yaptığı önerme, böyle bir perspektifin bu makalede mevcut olduğunun kanıtıdır.
Buradan çıkarılması gereken sonuç, okunan bir metnin hiçbir zaman ‘olduğu gibi’ kabul edilmemesidir. Okunan herhangi bir yazı daima bir perspektif ile okunmalıdır. Bu durum bir yazının sadece tek bir perspektif dahilinde okunması gerektiği anlamına gelmez. Farklı zaman ve mekanlarda aynı yazı farklı perspektifler ile okunabilir. Böyle bir kriter Marksist teorik bütünlüğün sektörel bir şekilde anlaşılmasına katkı yapar.
Böyle bir perspektif bizim Marx’ı farklı bir şekilde anlamamız sonucunu doğurmaz mı?
Günümüz Türkiye Devrimci Hareketi söz konusu olduğunda bu sorunun cevabı evettir. Böyle bir okuma Marx’ın eserlerinin, tutarlılık sağlama arzusuyla, fenomenolojik ya da görüngüsel olarak ‘felsefi’ ve ‘bilimsel’ şekilde tasniflenmesinden kopuş sağlayacaktır. Bu tasnif, Marx’ın hem eserlerini hem de hayatını “an” ve “süreç”ler şeklinde değerlendirilmesiyle çok daha net kategorik ifadelere sahip olacaktır. Böylesi kategorilere yapılacak en büyük itiraz, Marx’ın, “tutarlılığının” kaybolacağı ya da “zaten var olan” tutarlığının inkar edileceği olacaktır. Eğer Marx eserlerini böyle bir tutarlılıkla kaleme aldıysa, veya Marx’ı yorumlayan ardılları bu tutarlılığı kurmuş ya da zaten olan tutarlılığı sadece ortaya koymuşlarsa; yani bu tutarlılık geri dönülemez ise, o zaman böylesi bir eleştirinin tepkisellikten başka ne gibi anlamı olabilir?
Marx’ın eserlerinin ve hayatının epistemolojik ve ontolojik nesneler çerçevesinde, süreç ile anlar şeklinde okunması Marx’ı tutarsızlaştırmaz. Tam tersine Marx’ı devrimcileştirir. Marx’ın kriz “an”larındaki yazıları ile, kriz üzerine krizden sonra yazdığı yazılar, böyle bir okuma ile yerli yerine oturur. Böylece Marx süreçsel olarak ‘bilimselleşirken’ politik olarak devrimcileşir.
Marx’ın böylesine bir semptomatik okumaya tabi tutulması, bize Marksizm ile ilgili olarak kullanılışlı bir anahtar verecektir.
Özet
Okuyucuların “Marx”ı Marx olarak bilmelerini sağlayan bağlam yeni değildir. Bu bağlam ilk olarak Marx tarafından yapılandırılmıştır. Bu kuruluşu gerek Marx hayattayken gerekse ölümünden sonra başkaları da üstlenmiştir. Marx’ın hayatının farklı dönemlerinde kendisi hakkında anlattıkları ‒ne bilmemiz gerektiğini söyleyen aşağı yukarı yetkili biyografi yazarları tarafından‒ farklı şekillerde asimile edilmiştir. Biyografi yazarlarının açıklamaları, bibliyografların “toplu eserler” olarak sunulduğu ve önemlerine göre sıralanmış yapıtlara dayanmaktadır. Entelektüel biyografi yazarları ne gündelik hayatı ile bağlantılı (okuyuculara sonlanmış hayat hikayesi sunulduğu için) ne de reklam/tanıtım amacı güden (Marx’ın üslubu buydu) otobiyografik biçim içerisinde olmamışlardır. Marx 1847 yılında kendisini tanıtmayı bir duyuru ile başlatmıştır. Kendi otobiyografisi, 1859 yılında yazdığı otobiyografik önsöz ve aynı yıl Engels’in Marx’ın kitabının özetini içeren bir değerlendirme yazısı, bir şekilde, günümüz okuyucusunda daha geniş ilgi görmüştür. Marx’ın eser ve aktiviteleri yeniden gözden geçirildiğinde, kendisinin ortaya koyduğu kapsam ve üzerinde durduğu noktalar 20. ve 21. Yüzyılın ilkelerinden oldukça farklıdır. Toplu Makaleler şeklinde bir proje 1850’lerin başlarında Marx’ın aklından geçmiş, yalnızca o sırada politik önemlerini koruyan yazıların tekrar basılmasının ötesine geçememiştir. 1872 yılında birkaç Alman sosyalisti Marx ve Engels’i kurucu önderler olarak kurgulamak amacıyla bilinçli bir politik süreç başlatmışlardır. Komünist Parti Manifestosu’nun yaygın bir şekilde dağıtıma sokulması muazzam miktarda çeviri ve tekrar basımlara neden oldu. Okunması oldukça kolay olan bu eser Marx’ı “ünlü” yaptı. 1883’deki ölümü ile beraber bu durum değişti. Engels’in kendi eserleri ile beraber Marx’ın eserlerini de yeni giriş ve önsözler ekleyerek tekrar basması, Engels’in yapıtlarının aslında doğrudan Marx’ın “düşüncesinden” türemiş ve bilinçli olarak onların tamamlayıcısı olduğundan, Engels’in kendi fikirleri ile projesinin reklamı olmuştur. Franz Mehring’in 1902 yılında kaleme aldığı Marx ile Engels’in mirasını gözler önüne seren katalog çalışması Marx’ın, “büyük işlerin” adamı olarak, biyografisinin ilk temeli olmuştur. 1911-1913 arasında başlangıcı hatalı olan, 1920’lerin başlarında tekrar hayata dönen ve 11 ciltlik Marx-Engels Gesamtuasgabe ile sonuçlanan D. B. Riazanov’un toplu eserler çalışması II. Dünya Savaşının başlaması ile kesintiye uğramıştır. 1970’lerde tekrar başlayan ve bugüne kadar devam eden Marx-Engels Gesamtuasgabe projesi ise genel anlamda Riazanov’un 1920’lerdeki çalışmasına benzese de, onun plan ve metodolojisinden farklıdır: eserler (bazı el yazmaları ile bir köşeye atılmış “işleri” de içerir), “ekonomik eserler”, yazışmalar, defterler ve okunan kitapların kenarlarına alınmış notlar. Bu editoryal karineler Marx ve Engels’i “önemli” yaparken onların muhataplarını, “önemsiz” hale getirerek biçim ve içerik temelli bir anlam yaratır. Tek tip bir tipolojik sunum bütün eserlerin ekran ya da kağıt üzerinde aynı görünmesine sebep olur. Burada eklenecek bir indeks “düşünce” maddeleri üreten bir “düşünür” olarak okunmasını kolaylaştırır. Böylece editoryal çalışmalar, “Marx’ın günlük yaşamını” gizemleştirerek, politika, eylem ve mücadele hakkında hayati ve verimli düşünme yollarını silmeye çalışmışlardır.
Okuyucuların –akademik ya da değil– Karl Marx’ı (1818-1883) “Marx” olarak bilmelerini sağlayan bağlam yeni bir buluş değildir. Bu bağlam önce Marx, daha sonra hayattayken, öldükten başkaları tarafından oluşturulmuştur. Bu bağlam –biyografik ve bibliyografik olmak üzere– Marx’ın bugün ve yaşadığı zaman, nasıl bir insan olduğu üzerine düşünen herkesi derinden etkilemiştir. Marx yaşamında az sayıda insanın fark ettiği kendisi ve arkadaşlarını dinlemeye gönüllü toplulukların karşısına belli bir karakter yapısı ile çıkmak için çabalarken de toplumsal bir figürdü.
Marx’ın biyografisini yazanların ve eserlerinin bibliyografisini çıkaranların, onun hakkında bildiklerimiz üzerinde ondan daha fazla etkili olduklarını söylemek yeterli olacaktır. Başka bir deyişle, Marx’ın hayatının farklı evrelerinde bize kendisi hakkında verdiği bilgiler, onun “hayatı ve düşüncesi” hakkında ne bilmemiz gerektiğine karar veren biyografi yazarlarınca kendi eserlerini desteklemek amacıyla farklı şekillerde asimile edilmiştir. Marx’ın elbette bir hayatı vardı, “düşünceler” oluşturuyordu, eserlerini yazıyordu ve tüm bunlar da “her günkü” belirsizlik ve tesadüflerden bağımsız değildi. Marx, kendisinin bugünkü söz konusu olan bağlam içinde Marx olacağını bilmiyordu. Marx okuyucularının karşısına çıkarken, bir biyografi yazarı gibi “olmuş” şeylere bakarak “olmuş olanın” bilinmesi üzerinde durmak yerine, kendisini dinleyeceklerini tahmin kişileri dikkate alarak, geleceğe dönük mücadeleci bir bakış açısıyla davranıp hayatının o ana kadar olan bölümünü de bu bakış açısıyla sunmuştur. Bağlam genellikle akademik düzlemde ölüm sonrası kurulmuştur. (Marx’ta ise bu kuruluş on yıllar sonra meydana gelmiştir.) Biyografik açıklamalar ne her gün ortaya çıkabilecek tesadüfi olaylara (çünkü okuyuculara sunulan, tamamlanmış bir hayat hikayesidir), ne de bir tanıtım amacı ile yazılmış otobiyografik ögelere (Marx’ın kendisi ile ilgili yaptığı anlatımlar kesinlikle böyledir) yaslanmıştır.
Bu makale yukarıda bahsi geçen analitik iddialar temelinde Marx hakkında düşündüklerimiz ve bildiklerimizin yorumlanmasıdır. Makale, bittiği ya da bitmek üzere olduğu belirtilen, “toplu eserler”in taşıdıkları olumsuzlukları tespit ederek ortaya çıkacak çelişkilere yer verecektir.
Marx’ın Selfie’si No. 1
Marx’ın ilk otobiyografisine biyografi yazarları ile yorumcular tarafından ilgi gösterilmemiştir. Yine de bu girişim kendisini ilgili topluluğa tanıtırken ve o güne kadarki erken mücadelelerini ortaya sererken ilginç bir başvuru noktasıdır. Her ne kadar aşağıda verilecek biyografik gerçekler –20. Yüzyılın ortasından itibaren– birçok okuyucu tarafından bilinse de, benim bu gerçeklere, Marx’ın anlatımları doğrultusunda eğilmem onlara farklı bir önem kazandıracaktır. Bu gerçekler ne daha önemli işlere uzanan küçük basamaklardır, ne de arşivlerde bulunan ve dikkatsiz bir şekilde ıskartaya çıkartılmış felsefi başyapıtlardır. Aslında bunlar yeni yeni filizlenmeye başlayan bir yazarın üstü kapalı bir şekilde –bunların yanında kısa bir zaman sonra çıkacak (kendisinin tek başına yazdığı ilk metin) olan kısa kitabı– politik/entelektüel bir Avrupa ihraç projesi olarak kendi reklamını yaptığı metinlerdir.
Klasik Yunan Felsefesi üzerine yazdığı tezini (1841’de hiçbir zaman derslerine girmediği Jena Üniversitesine posta ile gönderdiği tezi) teslim ettikten ve akademik kürsü hayallerini tamamen terk ettikten sonra (hükümetin ‘devrimci radikalizm’ ile haince gördüğü eylemlere karşı düşmanlığından dolayı) Marx 1842-1843’lerde politik gazeteciliğe adım atmış ve Prusya’da sansürün göreceli olarak azaldığı bir dönemde pislikleri ortaya döken bir röportaja imza atmıştır. Gazeteciliğe olan katkıları, Ren Bölgesindeki tarımsal verimsizliğe; basın özgürlüğüne, boşanma kanunları ile benzer hukuksal sorunlar üzerine yazdığı başyazılar; dönemin gereklilikleri nedeniyle kendilerini entelektüel meraklılar olarak tanıtan ama politik ‘düşünce okulları’nı hedef alan ve mantıktan çok duygulara hitap eden (ad hominem) makaleler yazmak şeklinde olmuştur. Genel olarak Marx’ın makaleleri, 20. Yüzyıl terimleri ile ifade edildiğinde, klasik liberal ajanda ve değerler çerçevesi içindeydi. Bu makaleler; orta-derecede bir sansürün varlığını sürdürdüğü ve anayasa karşıtı bir monarşik otoriter rejim altında yapabildiği kadarıyla halk yönetimi, temsil yeteneği ile sorumluluk sahibi bir hükümet ve kanun önünde eşitlik ilkelerini savunmaktaydı. I. Dünya Savaşını takiben ortaya çıkan anayasal rejimlerdeki (belli bir oranda) haklar ve özgürlükler –bu nedenle erken dönem biyografi yazarları tarafından sorgulanmamış– Vormarz günlerinde, reformist terimlerle ortaya konulmuş olsalar da, (Mart 1848’deki Batı ve Orta Avrupa devrimlerinden önce) 50 yıl sonrasına kıyasla çok daha radikal bir şekilde anlaşılmışlardı. Liberalizm saygı duyulan bir düşünce olmadığı gibi kışkırtıcı ve haince olarak kabul edilmekteydi. Kurumsallaşmış dinci-politik rejimlere göre, Liberalizm, birkaç on yıl önceki Fransız Devriminde gösterdiği gibi aşırılıklar ile terörizme yol açabilecek kaygan bir zemindi.
Prusya Hükümeti Marx’ın Köln’deki gazetesini kapattıktan sonra, Marx aynı politik/entelektüel alandaki gezintilerine Deutsch-Französische Jahrbücher (1844)’in ‘özel nüshasıyla’ devam etmişti (sadece tek bir sayı yayımlanabilmişti). Yıllıklar, ciddi bir işbirliğinin sonucu ve şu anda çok az bulunan politik makaleler toplamıydı. Bunu izleyen macerası olan kısa kitabı ortağı ve yeni arkadaşı Friedrich Engels’le (1820-1895) beraber kaleme alınmıştı ve Frankfurt-am-Main’de Alman sansürünün baskısı altında yayımlanmıştı. Bu kitaba Kutsal Aile, ya da Eleştirel Eleştirinin Eleştirisi Bruno Bauer ve Hempalarına Karşı adı verilmişti (4: 5-211)[1]. Marx ve Engels bu kitapta, Marx’la benzer bir geçmişe sahip ve üniversite eğitimi almış olan, ‘radikalleri’ kendi radikallikleriyle saf dışı bırakmaya çalışmışlardır. 1845-1846 arasında, kendilerine has bir Komünizm düşüncesine sahip ikili –diğer yardımcılarıyla beraber– Kutsal Aile’nin devamı niteliğinde, kendilerine cevap verme cüretinde bulunan eleştirmenlerin hedeflerindeki noktaya sert bir yanıt vermek amacıyla bir kitap daha yazmaya girişmişlerdi. Fakat ikilinin bir sürü yayımcı ve yardımcı yazarla girdikleri zor ve yorucu deneyimler bir şey üretmemiş; Marx da bunun üzerine okuyuculara kendi hakkında bilgiler verdiği bir yazı yazmıştır.
Marx 8-9 Nisan 1847’de (6: 72-74) Deutsche-Brüsseler-Zeitung (Marx’ın Brüksel’de yaşadığı dönemde Almanların çıkardığı bir göçmen gazetesi) ile Trier’sche Zeitung’da (Marx’ın doğduğu şehrin yerel gazetesi) bir yazı yazmıştır. Bu yazıda Marx konuları üstü kapalı ve çapraşık bir şekilde ele almıştır. Her şeye rağmen bu durum Marx’ın kendini tanıtma projesinin başladığının bir işaretidir. Marx’ın şiddetle reddettiği fikirlerin ısrarla ona ait olduğunu iddia eden muhabire karşı öfkeli suçlamalarını taşıyan yazının içinde, ilk defa Marx kendisi hakkında bir şey bilmeyen okuyucusuna hayatı ve yaptığı işlerle ilgili bilgi vermiştir. Marx bu noktada hem geçmiş başarıları (sadece 4 yılı kapsayan) hem de gelecek beklentileri hakkında net olarak söyleyebilecekleri olduğuna emindi. Belki de okuyucusunun böyle düşünmesini istiyordu.
Marx’ın isimsiz yayınlanan bu yazısı (bu makaleye daha sonra ‘Karl Grün’e Karşı Beyan’ ismi verilmiştir) Fransızca bir kitap (Alman okurları için) hazırladığının bilgisi ile başlamaktaydı (6: 105-212). Devamında, Marx bu kitabın, Avrupa entelektüel ve politik yaşamında önemli bir kişi olan Pierre-Joseph Proudhon üzerine yazıldığını belirtmekteydi. Proudhon’un Ekonomik Çelişkiler Sistemi isimli kitabı, bu makalenin yazımından bir sene kadar önce basılmış ve pek çok övgü almıştır. Aynı zamanda Fransız dili, edebiyatı ile politik düşüncesi, eğitimli Almanlar için her zaman evrensel ve benzersiz (sans pareil) olarak görülmüştü. Fransız düşünürlerin toplumsal sorunlar ile ilgili, özellikle sosyalist eğilimleri olan çalışmaları –bugün ütopist olarak değerlendirilen düşünürlerin yapıtları– otorite kabul edilmekteydi. Marx böyle bir ortamda kitabının başlığını bu akıma karşı sert bir cevap olarak tasarlamıştı: Felsefenin Sefaleti, M. Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ne Cevap.
İlginç bir yolla, Marx, Proudhon’u Avrupa’nın en saygı duyulan yazarlarından biri olarak gösterirken (kendisini de zeki ve değerli bir kitabın yazarı olarak göstermektedir), bunu, asıl hedefi olan ve daha sonra editoryal bir önceliğe de kavuşacak, bahtsız bir Alman olan Karl Grün’ü aşağılayarak yapmaktaydı. Grün, güya Fransa ve Belçika’daki toplumsal olayları inceleyen oldukça ayrıntılı bir eserin[2] yazarı olmasının yanında, kısa zaman önce, Marx’ın eleştirisine konu olan Proudhon’un Sefaletin Felsefesi’ni de Almancaya tercüme etmişti. Kendisine rakip olarak görebileceği bir otorite ile (hem toplumsal olaylar hem de Proudhon’un son kitabı çerçevesinde) mücadele etmeye istekli olmasından dolayı Marx okuyucularını doğrudan uyarır:
“Proudhon’a karşı eleştirilerim Fransızca olarak kaleme alınmıştır. Böylece Proudhon bu eleştirilere cevap verebilecektir. Kitabı basılmadan önce bana gönderdiği bir mektupta, Proudhon, benim yapacağım eleştirilerin intikamını almayı Herr Grün ve arkadaşlarına bırakacağına dair en ufak bir niyet sergilememiştir.” (6: 73, Vurgular Marx’ın).
Okuyucular, şimdi Rheinische Zeitung’un eski editörünün, kelimenin tam anlamıyla ve gerçekten, Marx’ın kitabında da prova ettiği gibi Proudhon’un popüler olduğu kadar tartışmalı kitabı hakkında yayınlanan en yeni değerlendirmeler ve görüşlere başvurduğunu görebilmekteydi. Okuyucular, yine, bu ünlü Fransızın, ‒Karl Marx adında‒ bir Alman gazeteci ile kitabının basılması öncesinde konuyla ilgili yazışmalar yaptığını da öğrenmişlerdi. Daha da fazlası, daha az yetenekli ve uyanık olan diğer bazı Almanların aksine, Marx sadece Fransızcada yetkin olduğunu değil, aynı zamanda, Avrupa entelektüel ve politik yaşamının önde gelen bir figürü kadar uyanık olduğunu ve Proudhon’a rakip olabileceğini de ortaya koymuştu.
Marx bu eleştirilerinden sonra Herr Grün’ün kendisi ile rekabet edemeyeceğini belirtmesinin yanında, kendisinin de içinde bulunduğu Alman bağlamı ile, ‘yabancı sosyalizmi’ kendi iyiliği için ‘Alman dünyasına’ duyurabilecek yeteneğe sahip olduklarını düşündüklerinden dolayı, sözde Alman dostlarının, dar kafalı ve yüzsüzlüklerini ortaya koymuştur. Son bir sürpriz olarak Marx, gazete yazılarında gösterdiği gibi, ele alınan konu hakkında bilgili ve güvenilir bir kaynak olarak, kendisinin tersine Grün’ü saf bir kişilik olarak resmetmiştir –ki Marx burada gazete yazılarını, toplumsal ilgi çerçevesinde birer entelektüel köşe taşları olarak nitelemekteydi. Bu durum özellikle Proudhon’un ‘ekonomi’ ile ilgili düşüncelerinde geçerliydi. Proudhon’un ‘ekonomik çelişkiler sistemi’ üzerine kaleme aldığı Hegelci çalışmasını ‘ekonomik’ düşünce olarak nitelemesi Marx’a göre kaza sonucu ortaya çıkan bir çelişki değildi. Bu, Marx’ın okuyuculara, gözlerini açıp önemli bir düşünürün bu konuda kaleme aldığı eserine karşı yeni yazdığı kritiği okumalarını söylemesiydi. Marx’ın göstermek istediği, Proudhon’un kötü Hegelci felsefesinin –ki, bir Alman felsefesiydi– ötesinde, bu konuda okuyucuların kendisini bir uzman olarak kabul etmeleriydi (6: 73-74).
Marx’ın Selfie’si No. 2
Marx’ın Marx yapılmasındaki bir sonraki evre onun, tahminen, 1840’lardaki yazıları ve tartışmaları göz önüne alınarak, ‘ekonomi’, yani ekonomi politiğe olan ilgisidir. 1859 yılına kadar Marx aralıklarla, Fransızca ve İngilizce olmak üzere, otoriteler tarafından kaleme alınmış eserlerle ilgilenmiştir. Bu otoriteler her ne kadar Vormarz’ın en debdebeli günlerinde radikalleşen Proudhon kadar politik olarak bilinir olmasa da, yine de Proudhon’dan daha ilgi çekiciydiler. Adam Smith, David Ricardo gibi Marx’ın Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı’da tartıştığı ekonomistler, Marx bu eserini yazdığında –birkaç istisna dışında– ya çoktan ölmüşlerdi ya da, ‘fakirler’e karşı duydukları şüphe ve kuşkulara rağmen, toplumsal sorunla ilgilenen entelektüeller (Sosyalizm dışı ilgiler istisnadır) olarak görülmüyorlardı.
Yine de, bu politik ekonomistler –Marx’ın net olarak ortaya koymak için mücadele ettiği– sosyalist ya da komünistlere kıyasla modern, meta-üretimine dayalı ve açık ticareti benimsemiş toplumlar için pratik düzlemde daha ilham vericidirler. Sosyalist fikir, ‘piyasa’nın kendi kendisini yönetmesi karşısına toplumsal kontrol ile çıkmaktadır. Marx bir kez daha dilini değiştirmiş –Marx bu değişikliği 1849’da başlayan İngiltere sürgünü dolayısıyla biraz hoyratça yapmıştır– ve Alman okurlara hitap etmek amacıyla Almancaya geri dönmüştür. Almancanın kullanımı 1850’lerde göçmen Marx ailesinin yaşadığı güçlükler göz önüne alındığında anlaşılır bir durumdur. Fakat Marx’ın, daha önce, kendini Avrupa’nın yeni sosyalisti ve –Proudhon’un Fransızca konuşan– eşiti olarak göstermesi bağlamında bu dönüşüm dikkate değerdir.
Dahası bu dönemde –1859– Marx (persona) tanıtılması amacıyla Alman basını tarafından yayımlanacak olan kitap değerlendirmeleri nedeniyle Engels’e güvenmiştir. Marx’ın otobiyografisi, Politik Ekonominin Eleştirisine Katkı’daki (29: 261-265) otobiyografik giriş yazısı ve aynı sene yazdığı kitap (16: 465-477) hakkındaki değerlendirme yazılarının hepsi daha geniş olan (Almanca konuşan) modern bir okuyucu kitlesine hitap etmiştir. Marx’ın kendi hakkında yazdığı kısa eser ise bu yazılar içinde etkisi en az olandır. Hem giriş yazısı hem de Engels’in (daha az bir oranda) değerlendirme yazısı, ancak 20. Yüzyıl yayımlarında, kitlesel ve araştırmacılar gözünde –doğrudan veya yorumlanma biçimlerinde– muazzam bir ilgi görmüştür.
Marx’ın ilk (ve tek) bilinçli otobiyografi yazısı bu Girişin içinde birbirleriyle bağlantısız birkaç paragrafta (Marx’ın açıkça yayımcının belirlediği son teslim tarihine eserini yetiştirmeye çalıştığı bir gerçektir) oldukça silik bir şekilde bulunmaktadır. 1847’deki basın bildiriminin aksine, Marx giriş yazısında hayat hikayesini eksiksiz ve net olarak anlatmak için belli bir çaba göstermiştir. Bu giriş yazısı, sansürlenmiş kitabının parçasıydı, fakat her koşulda, içerisinde bulunduğu düzlem tamamen ciddi olarak ele alınması gereken bu konuyu Katkı titiz (wissenschaftlich) bir şekilde eleştirmiştir. Marx’a göre bu kritik metodu ampirik ve niteliksel olmaktan ziyade, felsefi ve eleştirel düşünceye (bu metodolojik ‘dönüş’ 1870’lerden sonraya tekabül etmektedir) dayanmaktaydı.
Giriş yazısı, I. Dünya Savaşında yazan ve Marx’ın ilk biyograficisi olan Franz Mehring’e yabancı değildi. Şimdi biyografik detaylar ile bibliyografik listeler ise, biyografiler, taslaklar ve biyografik notlar içinde sürekli tekrarlanmalarıyla artık net bir şekilde bilinmektedirler. Burada gayet iyi bilinen üç parçaya, sanki ilk kez ortaya çıkmış gibi, yaklaşmakta fayda var. Okuyucular Marx’ın uzun süren erken gazeteciliğinin artık uzmanlarca bile göz ardı edildiğinin ve çok az okunduğunun farkına varmalıdırlar. Marx’ın daha önce basılmış olan ‘girişin’ (3: 175-187) Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi yoluyla tekrar altı çizilmiştir (fakat Deutsch-Frazösishe Jahrbücher’de olan şimdi oldukça fazla üzerinde durulan ‘Yahudi Sorunu’ (3: 146-174) için aynısı yapılmamıştır). Son olarak, ilk iki yazarlı kısa kitabı Kutsal Aile gibi, Marx’ın gayretkeş bir şekilde polemik çılgınlıklardan kaçışını gösteren metinlerdir.
Bugünkü okuyucu ‘1844 Ekonomik ve Felsefi El Yazmaları’na (3: 229-346) neden hiç yer verilmediğini ve Girişin 20. Yüzyıl editörleri tarafından sadece Marx’ın ‘Alman felsefesinin ideolojik bakış açısının’ bir eleştirisi olan ve bir kenara attığı notlar olarak görüldüğünü okuyuculara söylemek için kullandıkları, bir kitap uzunluğundaki Alman İdeolojisi’dir (5: 19-539). Her ne kadar ikisi de 20. Yüzyıl editoryal makasların kes-yapıştır faaliyetlerinin ürünü olsalar da, tesadüfen 1932 yılında iki ayrı cilt olarak basılmışsalar bile; her iki eser bugün sadece birer referans noktaları olmalarının ötesinde öğrencilerin ‘mutlaka okuması’ gereken kitapların başında gelmektedirler.
Marx, elbette, okuyucuları –kitap formunda olmasalar bile– yazıları okumaya gerçekten yönlendirmeye çalışmıştır. Marx özel olarak ‘Komünist Parti Manifestosu’ndan (6: 477-519) (Marx, 1996: 1-30) bahsetmiştir ki, bu kitap, şu anda referans verilen kitapların başında gelmektedir. Fakat 1859’da, ‘Manifesto’ (Fransızca yazılmış olan) ‘Serbest Ticaret Üzerine Konuşma’ (6: 450-465) ile aynı seviyede görülmüştür. Yine (Fransızca kaleme alınmış) Felsefenin Sefaleti’nin de altı çizilmiş fakat, yine de, bugün söz konusu olan wissenschaftlich’e kıyasla, polemik yanı ağır bastığı için parantez içine alınmıştır. Bu kıyaslama içinde Felsefenin Sefaleti, gelecekte önemini yitirecek Proudhon eleştirisi olmaktan ziyade bir eserin son derece akıllıca yapılmış bir kritiğidir.
Bir sonraki uzun bibliyografik paragrafın bilgisi ise çok daha dikkate değerdir. Marx devrimci liberal/radikal Neue Rheinische Zeitung Gazetesinde 1848-1849 arasındaki yazılarının, ekonomik çalışmalarını böldüğünü söylemiştir. Yine 1850’lerdeki, oldukça fazla, New York [Daily] Tribune (bazıları Engels tarafından yazılmıştır) yazılarına da aynı perspektifle yaklaşmıştır. Fakat –gazeteciliğe ısınırken– şöyle yazar:
“Kıta ve İngiltere’deki önemli ekonomik olaylar benim [gazeteye olan] katkılarımın önemli bir parçasıdır, ki beni politik-ekonominin gerçek biliminin [Wissenschaft] çeperi dışındaki pratik detaylar ile tanıştırmaya mecbur bırakmıştır. (29: 264-265)”
Marx’ın kendisini politik ekonomin gayretli bir eleştirmeni olarak tanıtmasıyla bağlantılı olarak, varsayımsal hiyerarşi onun daha ciddi hale geldiğini ve daha çok akademik çevreyi kendi tarafına çekmek ile ilgilendiğini gösterir –eğer bu tarz yorumları tersinden okursak– Marx’ın gazetecilikten bahsetmesi ise onun kendi faaliyetlerini nasıl bir özeleştiriye tabi tuttuğuna işaret eder.
Günümüz okuyucuları Grundrisse’nin (Marx, 1973) de eksikliğini hissedeceklerdir. Grundrisse ‘ekonomik’ el yazmalarının edisyondan geçmiş toplamıdır. Bugün o kadar önemlidir ki bir ‘kitap’ (iki cilt halindeki 1939-1941 baskıları da kitap olarak kabul edilmemiştir) olarak kabul edilmektedir. Kullanılmamış ‘Giriş’ (1857) (Marx, 1973: 81-111) hiçbir zaman ‘Grundrisse’nin’ girişi olmamıştır[3]. Sonuç olarak, Marx otobiyografisinde kendisini (ve farklı konulardaki yazılarını) adil, ‘vicdanlı araştırma’, kavramı ile tanıtarak çerçeveler (ve bitirir).
Marx’ı Rafa Kaldırmak
Toplu eserler projesi Marx’ın kendisi tarafından 1850’lerde düşünülmüştü. Zorlu pazarlıklardan sonra –Marx ve onun gibilerin 1852’deki Komünist Davasına kadar olan dönemlerde şüphe altında olduğu da göz önünde tutulmalıdır– Toplu Makaleler (Gesammelte Aufsåtze von Karl Marx) Nisan 1951’de Köln’de basılmıştır. Bu yapıt günümüze oldukça az sayıda ulaşmıştır. Marx’ın iki makalesinin (biri tamamlanmış, birinin ise yarısı mevcuttur) bulunduğu yapıt onun liberal/radikal gazetecilik yılları olan 1842’lere dayanmaktadır (38: 614-615, n.347). Devrim ve devrimin hemen sonrasındaki gazeteciliği sırasında Marx’ın kaleme aldığı yazıların devamı gelseydi, 1850’lerin politik bağlamı göz önüne alındığında, öne çıkan ve oldukça önemli yazılar olmaları gerekirdi; kaldı ki, yine bu dönemde, Marx ve Engels İsviçreli bir yayımcıyla Hamburg merkezli ‘politik-ekonomik değerlendirme’lerini devam ettirmek için pazarlık halindeydiler. Bu yazılar onların, 1849 yenilgisi karşısında tutunamayan devrimci Neue Rheinische Zeitung’larının selefiydi (Mehring and Marx, 1936: 209). ‘Değerlendirme’lerinin altıncı sayısında Marx ve Engels Fransa’da ve Avrupa’da devam eden sınıf mücadelelerini özetlemişler ve bu mücadelelerin gelecekleri hakkında yorumlarda bulunmuşlardır (10: 5-6).
Marx, bitirmek istemiş (ya da onları bir düzene sokmak istemiş) olsa bile, kendi düşüncelerini netleştirmek için aldığı notların ve elyazmalarının sonradan basılmalarını pek beklememektedir. Herhalde, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi gibi bu notlar/taslaklar da sonuca ulaşmış ya da, örneğin, ‘yabancılaşma’ ile ilgili düşüncelerini ‘not defterlerinden’ –politik-ekonomistleri okuması sonucu birbirlerinin içine girmiş alıntılar ve kritiğinin ilk belirtilerini taşıyan defterler (Rojahn, 2006: 30-31)– çıkarttığı zamanlar olmuşsa da bu gibi durumlar enderdir. Marx, 1850’lerde devrimden önce uygun olmayan, devrimden sonra uygun hale gelmiş yazarlar ve konular hakkındaki yeni bakış açısına sahip araştırmaları ile oldukça meşguldü (bu Marx’ın erken dönem düşünceleri ile geç dönemdeki düşünceleri arasında bir ilişkinin olmadığı anlamına gelmez). Fakat bir bütün olarak Marx, karmaşık notlar içindeki karmaşık düşünceleri bilinçlice ‘kazıp çıkarmak’ ya da yeniden kullanmak ile pek fazla ilgilenmemiştir. Yıllar içinde Marx, önceki taslaklarıyla ilgilenmektense ‘yeniden başlamaya’ yatkın olmuştur (Rojahn, 2006: 31-32).
Marx’ın 1840’larda bir kenara attığı elyazmaları genellikle –bir şekilde– politik rakiplerini ve 1850’yi takiben artık geçerliliklerini yitirmiş siyasi anlayışları hedef almıştı. Narsisist bir pratik gibi geriye dönüp bakmak yerine, Toplu Makaleler projesi böyle gözükse de amacı, eski olsalar da, güncel sorunlara yönelen ve ortaya çıkaran, hem politik olarak güncel, hem de tartışmalı başlıklara –basın özgürlüğü ya da temsili hükümet gibi– yönelmekti. Marx’ın kendi yazılarını bir araya toplamasına gelirsek, Marx savaşçı/gazeteci kimliği taşıyordu (persona) ve kesin ‘ölçüt’ü buydu.
Marx’ı İkonlaştırmak
1872 yılında –Marx ve onun temsilcisi konumundaki Engels’in dışında– birkaç kişi Marx ve Engels’i kapsayacak (eşleştirme gerçekten dikkate değerdi) bir karakter inşasının politik sürecine bilinçli olarak başladılar. Süreç kendisine, hedef olarak Marx’ı hem Sosyalizmin kurucu babası olarak ikonlaştırmayı hem de Alman sosyalist hareketi içerisinde Marx’ı kendine özgü ama temel bir damar haline getirmeyi koymuştu. Bu fikir akımı resmi olmayan ‘Marx partisi’ –1862 yılındaki afla Almanya’ya dönmüş 1848-1849 yıllarının devrimcilerinden oluşan oldukça esnek bir grup‒ ile ilişkiliydi. Bu dönüşü takiben ilk olarak Marx’ın bir zamanlar arkadaşı ve onun bir anlamda çağdaşı olan Wilhelm Liebknect, daha sonra da, genç August Bebel etrafında toplanmaya başladı. (Aralarındaki politik farklılar göz önünde bulundurulmalıdır. Draper, 1994: 36-38)
Bu kararlar bugün bildiğimiz Marx’ı yaratan kararlardır. 1872’de Komünist Parti Manifestosu’nun yaygın dağıtımı (ismi Komünist Manifesto olarak değiştirilmişti) ve bu yeni ‘edisyon’un yazar tarafından imzalanmış giriş yazısı ile yapılmış olması yıllar içinde sayısız yeni baskılara ve tercümelere yol açmıştı –bu süreç ise sonuçta Marx’ı dünya çapında tarihsel bir figür haline getirmiştir (Draper, 1994: 48-52; Kuczynski, 1995: 195-201). Marx, bu noktaya kadar oldukça az tanınmaktaydı (ve bir o kadar da az sevilmekteydi). Tanınma ise Alman sosyalizmi ile sınırlıydı; kaldı ki kendi ‘partisi’ (gerçekte hayranları) ise oldukça geniş bir hareketin sadece bir fraksiyonunu oluşturmaktaydılar.
1872’deki Manifesto’nun bu özel ‘girişli’ edisyonun –Marx ve Engels’in yazmak için baskı altına alındıkları– girişinde Marx ve Engels’in bu derme çatma küçük kitabın yeniden basılmasından duydukları şaşkınlık görülebilir. Marx ve Engels mücadele içinde önemli eserler kaleme almışlardı, kaldı ki onlar için bu mücadelenin hâlâ devam ettiği bir zamanda Manifesto bir komite adına yazılmıştı; o halde geriye dönüp bakmanın faydası neydi? Manifesto çok öne çıkmış değildi, o halde, yeni bir tane yazmanın amacı neydi? Marx’ı tanıtabilecek yazıların fazlalığı ve insanları anın politikası konusunda doğru bir noktaya getirmek için, Marx ve Engels’e göre, baskıdan yeni çıkmış bu eski kitaptan daha uygun seçenekler bulunmaktaydı.
Ancak Liebknecht, Bebel ve 1870’lerin başındaki çalışma arkadaşları, Marx’ı Engels’in 1859’da yaptığından daha başarılı tanıtmışlardı. Ayrıca okuyucuların gözleri geçmişte kalmıştı, fakat bu ne Marx’ın persona’sı ne de devrimde Marx’ın ne yaptığı ile ilgiliydi; sürecin hedefleri başkaydı. Amaç Marx’ın (sosyalist parti örgütü ve her ne kadar çelişik olsa da onun içindeki ‘Marx partisi’ eğiliminin) güncel olarak daha iyi bilinmesini ve bu güncelle karşılıklı tanınmasını sağlamaktı. 1872 yılına gelindiğinde geçmiş devrimin ‘muzaffer günlerinin’ yeniden canlandırılması için kullanılabilecek 1848’in olayları ile kişilikleri çoktan tarihe karışmıştı. Bu bakış ile komite, projelerine başlamak için, bir kişi hakkındaki kahramanlık hikayesi yerine, hâlâ o ‘muzaffer günler’ ile sosyalist gerçekliği yanında taşıyan birine ihtiyaç duymuştu. Çok az kişinin Manifesto’dan haberi vardı ve okunmak isteyenin onu arayıp bulması da oldukça zordu. Fakat iyi bir tercihti. Tesadüf eseri, devlete ihanet davası, bu metni sansürcünden uzlaştırıp halkın dikkatine sunmuştu (Draper, 1994; 48-49).
1872 yılındaki giriş yazılarında Marx ve Engels, geçmiş günlere ait bir dokümanın basılmasına karşı eleştirel tavır takınmışlar ve böyle bir anakronizmin onları kötü göstereceğinden korktuklarını belli etmişlerdi. Marx ve Engels, okuyucuları Sosyalizmin gelişmesinde etkili olan politik ve ekonomik koşulların, 25 yıl içinde değiştiğine dair uyarmış ve Manifesto’nun artık tarihi bir belge –aslında bir manifesto bile değil– olduğunu söylemişlerdir. Manifesto’nun 3. Bölümündeki Komünist yayımların değerlendirildiği bölümün, 1847 yılında durduğu ve bu nedenle güncel olmadığı için, üstü çizilmiştir. Metindeki ‘genel prensipler’ her ne kadar sahiplenilmiş olsalar bile, sadece Paris Komünü ile bağlantılı olarak referans şeklinde kullanılmışlardır. Bu nedenle okuyucu daha güncel bir metin olan Fransa’da İç Savaş’a yönlendirilmiştir (22: 307-355). Fransa’da İç Savaş, Marx tarafından (İngilizce olarak) yazılmış ve 1871 yılında I. Enternasyonal’in Genel Konsey’i tarafından basılmıştır.
1870’lerde bile, Marx’ın uzun makalelerinden, kısa kitaplarından ve önemli eserlerinden hemen hemen hiçbirine, bilemediğimiz bir nedenle, ulaşılamıyordu. Bunun istisnaları Alman okuyucular için, sınırlı sayıda kısaltılmış baskılar, bazılarına ikinci el kitapçılardan ya da başkalarından ödünç alınarak ulaşılabilen kitaplardı. Marx ve eserlerinin, çalışmalara konu olmasına daha çok zaman vardı (çok ama çok nadir görülen saygıdeğer değerlendirmeler dışında) ve mevcut politik sürece paralel olarak ‘düşüncesi’ –1872 yılında kaleme alınan Giriş’de görüldüğü gibi– değerlendiriliyor ya da ona başvuruluyordu. Bu durum, içerisinde polemik ile wissenschaftlich eleştiri bulunmayan ve akademik düzey taşıyan eserler için de geçerliydi. Marx –yazışmaları ve örgütsel görevleriyle– yaşamakta ve politika ile içli dışlı olmasına rağmen, kendisinin de her daim nefret ettiği, kült bir figür olmamıştı. Engels, Marx’ın çokça duyulmuş olan Fransızca ‘Ben Marksist değilim’ sözünü Marx’ın ölümünden sonra (46: 356; 49: 7) kaleme aldığı iki mektubunda farklı bir şekilde tekrar eder. Engels’in bu yorumu da bizim ‘büyük insan’ (o zaman daha ‘büyük’ değildi) hakkında bildiklerimiz ile uyuşmaktadır.
Zamana uygun olmayan (zaman aşımına uğramış), Manifesto gibi, bir metnin seçilmiş olması, güncel sorunlar üzerinde farklı eğilimlerin tartışmalarını bağlamlarından çıkarabilirdi. Bağlamın bu şekilde kayması bir mirasın, geçmişe ait olduğundan güncel içerisinde çelişkiye neden olmasından kaynaklanıyordu. Başyazar olarak Marx’ın adının öne çıkması ile ‘Marx’ın partisinin’ eserini (Manifesto) tekrar yayımlaması benzer etkiler yaratmıştır. Bu etki, (gönüllü) bir sürgün olması, Kapital’in yazarı olarak ‘akademik’ çevrelerde ilgi çekmemesi ve politikacı olarak korkutucu bir üne sahip olmasına rağmen ortaya çıkmıştır. 1845’e kadar, Marx’a göre çok daha başarılı bir kariyere ve toplum karşında daha iyi bir görünüme (persona) sahip olan Engels, 1872 ile beraber bir şekilde, kendisi tarafından kabul edilmiş ‘ikinci keman’ rolüne girerek gözden kaybolmuştur.
Manifesto’nun tekrar basılması ‘büyük adam’ Marx’ı yaratmamıştır. Zaten ‘büyük insan’ Marx bu abartılmış (outre) metnin basılmasından önce de yoktu. Kolay okunan bu metin, ne Marx ve Engels’in –ifade edebildiğimiz kadarıyla– istedikleri şekilde, ne de onların istedikleri nedenlerle olsa da, yayımlanmasından 30 yıl sonra yapması gerekeni yapmış ve Marx’ı ‘büyük’ insan haline getirmiştir. Fakat en kolay ‘kavranan’ resimler en basit olanlarıdır. Marx, halkların manifestosunu yazdığı ve bu manifesto yazarına azamet kazandırdığı için büyük bir insan olmuştur. Manifesto ile Marx birlikte ikon olmuşlardır.
Ölüm Sonrası, Dirilişten Çıkış
Marx’ın ölümünden sonra koşullar iki açıdan dramatik olarak değişir. Engels’in Marx’ın eserlerini yeni giriş yazıları ve önsözlerle tekrar yayımlaması yukarıda bahsedilen politik çizgiye uygun olarak ilerler. Engels tarafından sunuşları yazılmış ve gayet iyi dağıtılmış eserler, Marx’ın ‘düşüncelerinin’ tamamlayıcısı olacak şekilde kendi proje, fikir, borç ve açıklamalarını kapsamaktaydı. Engels sistem kuran biriydi ve Marx’ı 1870 ile 1880’lerde anlaşıldığı çerçeve içinde bir bilim insanı ve filozof olarak sunmuştu (Carver, 2003: Ch.5). Marx’ın mezarında yaptığı ‘konuşma’ (24: 463-481) çalışmalarına gereken rengi vermişti. Anti-Dühring (25: 5-309); Sosyalizm Ütopik Bilimsel (24: 281-325); Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni (26: 129-276) ve Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu (26: 353-398) gibi kitapları Marx’ı 1872 yılında politik olarak kazandığı ‘büyüklük’ temelinde ve aşarak tekrar tanıtmıştır. Engels kendisinin de sahip olduğu benzer düzeydeki statüden yararlanmış olsa da bunu kendisi için yapmamıştır. Marx ve Engels arasında ortaya çıkabilecek muazzam kafa karışıklığı her ikisinin birleşmesi sayesinde oluşmuş yapı aracılığıyla törpülenmiştir. Bu törpülenme süreci aralarındaki politik farklılıklar ya da partizan çekişmelere rağmen Karl Kautsky, Georgi Plekhanov, Antonio Labriola ve onlar gibi daha pek çok yazar tarafından sürdürülmüştür.
Göz önünde tutulması gereken bir diğer kritik gelişme ise Marx ve Engels’in miras bıraktıkları arşivler Nachlass üzerinde Franz Mehring’in (1902) yaptığı çalışmadır. Mehring’in hazırladığı katalog sadece kendisinin kaleme aldığı Marx biyografisi için değil –ki gerçek bir biyografidir– aynı zamanda, Marx’ın politik yazıları ve yaşamdan beklentilerini birbirlerine bağlayan ‘eserlerin’ yaratıcısı için de bir temel oluşturmuştur. Fakat Mehring toplu eserler gibi bir projeyi gerçekleştirecek kadar yaşamamıştır. 1911-1913[4] yılında yanlış bir şekilde başlatılan proje, 1920’lerin başlarında D. B. Riazanov (Rus ve Almanlardan oluşan akademik ve eylemci bir grup ile birlikte) tarafından devralınmıştır (Zhao, 2014: 12-14). Gerçi tamamlanamamış olsa da çalışmalar Marx-Engels-Gesamtausgabe olarak 11 Ciltlik bir seri ortaya çıkartmış ve projenin bir sonraki yürütücüleri ile beraber II. Dünya Savaşının başlamasıyla kesintiye uğramıştır.
1850’lerin üzerinde tartışılmış toplu makalelerinin aksine, Riazanov’un Marx-Engels Enstitüsü (ve onun Almanya’daki kardeş yapıları) akademik bir şekilde üretilmiş ve bilimsel olarak yönlendirilmiş prensipler çerçevesinde çalışmışlardı. Ortaya çıkartılan model; tarihsel kesinlik, titiz bir yazım metodu ile özenli bir tarafsızlığı içinde bulunduran ve çevresi de politik bir amaçla –okuyanları politikleştirme– sarmalanmıştı (boyutları küçültülmüş baskıları ve müthiş araştırma malzemelerine rağmen; Zhao, 2014: 16-18). 1970’lerde diriltilmiş olan Marx-Engels Gesamtausgabe projesi (MEGA olarak bilinen ve hâlâ süren proje) ise Riazanov’un projesinin plan ve metodolojisinden ayrılmış olsa bile bilinçli olarak genel çizgiler bağlamında orijinal projeye benzemektedir. Benim bu noktada amacım eleştirel bir perspektifle bu benzerlikler üzerinde durmaktır.
Riazanov’un projesi (MEGA 1. ç.n) Marx-Engels’in çalışmalarının yetkin bir kronolojisini yapmaktan öte onların hiyerarşik olarak ayrılmaları ve sıralanmalarını içermekteydi: Birinci seri, esas yapıtlar (Kapital dışında editörlerin popüler kabul ettikleri eserler), ikinci seri ‘ekonomik’ elyazmaları (yine editörler tarafından seçilmiş) ve üçüncü seri de Marx ve Engels tarafından kaleme alınmış (Zhao, 2014: 21) mektuplardan oluşmaktaydı. MEGA (2) benzer bir şekilde kurgulanmıştı (ve 1970’lerden beri bu kurguya sıkıca bağlı kalmıştır): Birinci seri, Kapital dışındaki eserler; ikinci seri, Kapital’i de içine alan 1857-1858 arasında kaleme alınmış ‘ekonomik’ elyazmaları ve basılmış eserler; üçüncü seri, üçüncü kişilerin yazdıklarını da içine alacak şekilde mektuplar; dördüncü seri, not defterleri, çeşitli yerlere alınmış notlar ile bunlar dışındaki işlerden oluşmaktaydı.
Yayımlanmış makale ve kitapların tespitleri kolay olsa da sadece planları yapılmış ama yayınlanmamış taslakların tespiti (çeşitli nedenlerle) güç idi. Riazanov gerçekte projesine tek cilt olarak ‘planlanmış’ bir kitabın, –başlığı Alman İdeolojsi’nin (Carver ve Blank, 2014) Feuerbach bölümü olarak– belirli bir ‘bölümünü keşfederek’ başlamıştı. Fakat gözümüze çarpan çok daha belirgin bir problem bazı eserlerin ‒basılmış ya da basılmamış‒ nasıl felsefi olmaktan çok ‘ekonomik’ olup olmadığına göre, sınıflandırılacağıydı. Muhtemelen o anda[5] net olarak görülebilen iş bölümünü ve uzmanlığı yansıtıyordu (hâlâ da bu iş bölümü ve uzmanlığı yansıtır, MEGA (2) projesinde Kapital üzerinde uzmanlaşmış araştırmacılar diğerlerinden ayrılmaktadır).
Herhalde, 1932 yılında, not defterlerindeki elyazmalarından çıkartılarak, yayıma hazırlanmış ve bir ‘eser’ niteliği kazandırılmış metinlerin nasıl sınıflandırıldıkları, editoryal süreçte gayet net görülebilir; her ne kadar bir birleşim olarak nitelendiyse de burada iki ayrı kategori mevcuttur: ‘1844 Ekonomi ve Felsefe El Yazmaları’ (3: 229-346). 1844 Elyazmaları çok açık bir şekilde Marx’ın ‘kendi için aldığı notlarından[6]’ oluşturulmuş bir fabrikasyondur, ki bu temeli oluşturan notların yazarı tarafından kullanılmadıkları ve sonraki aşamalarda, belli düşünceleri mahkûm etme amaçlı tutulup tutulmadıklarının belirlenmesi için araştırmaya dayalı bilimsel inceleme yapılması gerekir. Marx’ın o dönemki politik kavgalarının hepsi felsefecilerleydi, çünkü kavga ettiği kişilerin hepsi filozoftu. Marx o dönemde bile (modern ‘ekonomi’ ile karıştırılmamalı) politik-ekonomiyi, politik olarak kurguladığı eleştiriyle karşılamaktaydı.
Peki bu tarzda bir editoryal seçim ile belli amaca hizmet eden çerçeve Marx’ın ‘düşüncesine’ ne gibi bir zarar verebilir? Marx’ın eserlerinden belirli bir ‘düşünce’ seçtiklerinde –elbette bütün eserlerine etki etmesi zorunlu olarak– ve bu düşüncenin ‘tek kabul edilmesiyle’ seçilmiş düşüncenin, onun bütün eserleri üzerindeki hegemonyası ne olacaktır? Marx’ın kendisine uygun gördüğü karaktere ne olacaktır? Riazanov 1914 yılında bu durum üzerinde durmuştur:
“Marx ve Engels’in bilimsel biyografilerinin yazılması modern tarih yazımının en zorlu ve en baştan çıkartıcı görevidir… Böyle bir çalışma teorilerinin uluslararası sosyal demokrasi içinde, muzaffer teori olmasının yanında, dünya görüşlerinin hangi evrelerden geçerek geliştiğini de gösterir.” (Zhao, 2014: 14).
Tarihi ve politik bağlam, bu tarz bir çalışmaya dahil edilebileceği gibi, çalışmanın çeşitli unsurlarının aralarındaki alanlara da uygulanabilir. Fakat, bu çalışma, politik amaç, her günkü mücadelenin tarifi ile güncel entelektüel bağlamları zayıflatıcı bir etki de gösterir. Marx ve Engels’in, fikirlerini eleştirdikleri kişiler hakkında neler söyledikleri açıktır. Bu fikir ayrılıkları düşünce ya da strateji temelli olsun, Marx ve Engels’in saldırıları nadiren bu kişilerin eserlerini hedef alırdı. 1880’lerde Engels, 1840’ların tartışmalarını sıkıcı bularak onların bir köşeye atılması eğilimini başlatmıştı. Dil konusunda yetkin ve kütüphanelere erişimleri olan modern okuyucular bile, Marx’ın çalışmalarına ilgi duyan ve kendisine çizdiği yolun sebeplerini öğrenmek için olsa dahi, o dönemin ‘küçük’ figürlerini ciddiye almak için çaba göstermezler[7]. Elbette Marx’ı bilerek ve isteyerek ‘filozof’ ya da ‘ekonomi’ yazarı olarak okumak isteyenler sayesinde, onun için neyin önemli olduğu karanlıkta kalmaktadır. Durum, savaşın galibinin yazdığı tarihten daha fazlasıdır; galiplerin tarihi, mücadelelerinin kendileri için neden bir anlamı –aynı şekilde mücadelenin onlar için neden önemli– olduğunu göstermedikçe bizzat galiplere zarar verir.
Paradoksal olarak, farklı eserleri belli biçimler dahilinde sınıflandıran toplu eser projeleri, sunum açısından bir tekdüzelik yaratarak okuyuculara okuma kolaylığı sağlamayı kendisine hedef tayin eder. Orijinal kitapların bire bir baskılarına başvurmak her ne kadar yayımcılık için pek akıllı bir tercih olmasa da, dijital hayal gücü söz konusu olduğu sürece buna daha çok rastlayacağımız bir gerçektir. ‘Komünist Parti Manifestosu’nun bire bir basımı, ya göz gezdirmek ya da sınıf veya amfide öğrencilerin elden ele dolaştırmasına yarar; görünüşü ve yaratığı his farklıdır ve sahip olduğu hamlık, mücadele ile kavgayı çağrıştırır. Fakat zayıf tipografi (Gotik harfler Alman okuyucuları için bile zorlayıcıdır) zorluklara neden olur. Benim burada sorguladığım olgu, çeşitli konular hakkında kaleme alınmış eserlerin, sadece içlerinde belli bir ‘düşünce’nin taşındığı ‘çalışmalara’ indirgenmesinin yanında, bütün bu çalışmaların kağıt üzerinde de aynı şekilde gözükmeleridir. Bu şekilde Marx tutarlı ise sahip çıkılacak, tutarsız ise (‘düşüncesinin’ daha önceden ‘nasıl olması gerektiğinin’ tespitine dayanarak) eleştirilecek, ‘düşünce’ler (genellikle, mektuplar gibi gereksiz yazışmalar ayrılarak) üreten ‘düşünür’ olarak kolay okunacak hale getirilebilir. İndeksleme ile (Toplu Eserlerin İngilizce basımlarındaki her ciltte olduğu gibi), editoryal bağlamlar istisna olmakla beraber, Marx her zaman aynı şekilde, aynı bağlamda ve aynı okuyucu kitlesine seslenen biriymiş gibi çok kolay bir şekilde orada-burada ve her yerde referans verilebilen bir yazar haline dönüşür.
Marx’ın ‘ekonomik kriz’ler ile ilgili düşüncelerini incelemem istendiğinde (2008 sonrası pek istisna olmayan bir talep) keşfettiğim gibi, mevcut tartışma başka bir şekilde de yürütülebilir. Birçok meslektaşım ve ‘ekonomik’ elyazmaları uzmanları böyle bir istek karşısında ‘ekonomik’ ciltlerin başına üşüşürlerken, benim –kendimin belirlediği– projem, 1857-1858 ‘dünya’ krizi gibi dönemlerde Marx’ın ‘düşünce sürecini’ (düşüncesini değil) yeniden inşa etmekti. Bu proje, Marx’ın kriz dönemi düşüncelerinin neler olduğu ve onlarla ne yapmak istediğini tespit etmek için –gazete yazıları ile mektupları da dahil olacak şekilde– yine o dönemde yaptığı analizler, yazdığı yazılar ile yayımladığı çalışmalarını gün be gün koordineli bir şekilde okumayı gerektirmekteydi (‘teorisini’, hem de çok ‘erken’ bir döneminde, sanki bir teklik teşkil ediyormuşçasına kazıp çıkarmak yerine).
Yukarıda belirtilen yaklaşımın zaman kaybı ya da başarılı olup olmadığı hâlâ cevabı verilmemiş sorulardır. Benim buradaki amacım Marx’ın eserlerinin belli eğilimler çerçevesinde sınıflandırılarak akademik biçimlere uyarlanmasının sonuçları olduğunu söylemektir: Marx’ın bir savaşçı ve gazeteci olarak her gün yaşadığı kabul edildiği vakit, (hem İngilizce basılan Toplu Eserler’de hem de eserlerin yazıldığı dilin kullanıldığı MEGA(2)’de) onun eserleri arasında bir yol bulunması çok daha uygun olacaktır. Ciltler halinde basılmış ve dağınık haldeki ‘eserleri’ takip etmek, bir yapıtın çeşitli çapraşıklıklar taşıyan elyazması biçimindeyken, onun ‘ekonomik’ olup olmadığını tahmin etmek ve tüm bunları mektuplar (üçüncü kişiler tarafından onlara yazılmış ve Marx ile Engels’in konu ile doğrudan ilgili mektuplarının dışındaki cevaplar da göz önüne alındığında) ile koordineli hale getirmek zordur. Yine de bütün bu materyaller bir araya toplanmadığı, dizgileri yapılmadığı, sunuş yazıları yazılmadığı ve dipnotlar eklenmediği zaman yukarıda bahsedilen proje daha zorlu bir hal alır. Fakat, burada tartışıldığı gibi, ‘toplu eserler’ biçimi belli sonuçlar doğurur, bu sonuçlar da bu tarz biçimselliklerin niteliklerine dayanır. Bu temel ise hâlâ incelenmeye muhtaç olarak durmaktadır.
Sonuç: Biçimin İçeriği
Biyografiler geçmişe dönük egzersizlerken, bibliyografiler ilkeler ile ilgili çalışmalardır. Tüm bunlar bilgi üretim teknolojileridir ve bu nedenle de dolaysız birer zaman yolculuklarıdır. Fakat dolaysızlığın elde edilebilmesi için, bu tarz karmaşık teknolojiler kendilerini yok etmeye çabalar ki böylece manzarayı bozmasınlar[8]. Bir pencereyi andıran şeffaflık üzerindeki teknolojik lekeler, araştırmaya dayanan çalışmalarda okuyucuların arşivlerdeki ‘kaynaklar’ ile ‘ikincil’ değerlendirmelere ulaşabilmeleri için, genellikle dipnotlara sürgün edilirler. Daha popüler baskılarda ise araştırmayı teşvik eden bu yapılar son notlar olarak görülürler. Yine de Marx hakkındaki her türlü biyografik yapıt kendisine has bir tarih ile metodolojiye sahiptir ve yine bu tarz yapıtların hepsinin kendilerine uygun bağlam ve amaçları vardır. Marx, hayatının her farklı döneminde aynı ‘düşünceye’ sahip olamaz, bu nedenle de kim olursa olsun herkes için ve her daim ‘önemli eserler’in bir sıralaması da olmaz. Yine de, Marksologların bu çerçevede ‘kesin’ bir entelektüel biyografi için hedefi platonik bir ideal (ya da ideal bir Weberci form) olmalıdır.
Bizlerin, Marx’ın neye benzediği ile ilgili düşüncelerimizde ortaya çıkan sorunlarımız, teoloji ve izdüşümle ilgili sorunlarla paralellik göstermektedir: Marx’ın ilk resimleri gençliği ile 20’li yaşlarına aittir, fakat (kendi ailesi hariç) hem o zaman hem de günümüzde, herhangi bir telkin olmadan üniforma giymiş bu genç öğrenci pek az kişi tarafından tanınabilir. İlk resimleri ile çekilmiş ilk hakiki fotoğrafı (40’lı yaşlarının başındaki gür sakallı fotoğrafı) arasında büyük bir uçurum vardır. Yine de 50’li yaşlarının sonuna kadar Marx, bizim bildiğimiz (sevdiğimiz ya da nefret ettiğimiz) Marx’a pek benzemez. Marx’ın ciddi ve otoriter bir hava yayan o ‘görünüşü’, arasında neredeyse 15 yıllık bir zaman olmasına rağmen, Marx’ın biyografik karakteri (persona) içinde asimile olmuştur. Böylece, gri sakallı bu fotoğraf Marx, zamansız ve heybetli soğuk bir yolda –ve Highgate Mezarlığında– iken bile Marx’ın kendisi olmuştur.
Resmi fotoğrafik portre ironiktir, fakat bu ironi ancak bu fotoğraf ile doğru tarzda bir şöhretin bağlamlar arası şekilde –azizlerin hayatları ile şeytanları araştıran bilimlere yakın olarak– oluşturulmasıyla ortaya çıkabilir. Gerçekliği doğrulanmış fotoğraflar yok olmuş (ya da hiç çekilmemiş) olsalar dahi, kahramanlarımızı her zaman hayatın kendisini bile aşan ya da onları görmek ‘istediğimiz’ gibi kurgularız (Mitchell, 2005). Fotoğraflarının –binalara asılmış portreleri, heykelleri ya da bir kitap kapağındaki resimleri olsun– düzenlemeleri bize onların ne kadar ‘büyük’ olduğunu anlatır. Kitap kapağındaki bir resim bize o kitabın bir biyografi olduğunu ve bu biyografinin de ‘herhangi’ birine ait olmadığını gösterir. Oldukça az sayıdaki biyografi yazarları bize –satır aralarında– ‘herhangi’ birinin fotoğrafını taşıyan biyografilerin o kişinin zamanında (hiç) çok az tanındığını söyler.
Bu makale kısaca –ve eleştirel olarak– Marx’ın Marx yapılmasının çeşitli süreçlerinden bahsetmiştir. Bu süreçler, 1847 yılında bir gazetede yayımlanan kendisine ait ve ‘kendi günlük hayatı ile ilgili’ bilgiler verdiği, çok az bilinen bir yazı ile başlar. Bu seçim, Marx’a, daha çok söz konusu olan ‘dünya-tarihsel’ pencereden değil, günlük yaşam çerçevesinden yaklaşır: bu ‘nihai’ perspektif içinde sadece ‘bilinen’ bazı şeyler önem taşımaktadır. Dünyayı ve hayatları değiştiren 1848 devrimlerinin yaklaşmakta olduğunu biz bilsek bile, Marx’ın bilmediğini hesaba kattığımız zaman, 1847’deki bir manzara bize Marx’ın ‘burjuva toplumu’ ile ilgili bazı politik eleştiriler yapmaya hazırlandığını fakat çabalarını boşa çıkaracak kesintilerden habersiz olduğunu gösterir. Her biyografi yazarının bir tarzı vardır. Bu çeşitliliğe ‘İşte bu noktada (özne) kişi yakın gelecekte bir şey yapacak / bir yazı yazacak / aşık olacak / ölecek’ vb… gibi örnekler verilebilir; bu şeklinde biyografinin konusu olan öznenin, hayatının sadece bir ânının onun tarihsel yaşamında dönüm noktası olabilecek kadar önemli olduğu belirtilir. Bu terimlerdeki ‘büyük anlar’ bir zamanlar her gün yaşanmış deneyimleri esir alırlar. Ben makaleme bilinmeyen otobiyografik bir metinle başlamamak için çok direndim.
Marx, yaşamı boyunca devam eden politik süreçte ileri sürülen metinler sonunda, içerik ve niyet olarak araştırmalara dayanmış olsalar bile, seçilmiş belli başlı belge kalıntılarına sıkıştırılmıştır. Bahsettiğim başlıklar, görüldüğü üzere, birçok kişinin oluşum süreçlerine katıldığı kapsayıcı olmaktan çok göstergesel karakter taşırlar. Her ne kadar Komünist ortodoksileri oluşturan ve sürekli tekrarlanan temaların çeşitli biçimlerinin araştırılması şüphesiz ilginç bir proje olsa da; ben, SSCB ve ADC’deki (Alman Demokratik Cumhuriyeti) açık propaganda metinlerinin aksine, belirgin keskin vuruşlar yapmaktan kaçındım. Bunun yerine bir başlangıç noktasına yoğunlaştım –Komünist Manifesto’nun Alman sosyalist partisi tarafından 1872’deki yeniden basımı– ve bunu takiben Anglosakson ve diğer akademik çevrelere tanıdık gelen, biyografik eserlerde birbiri ardına arz-ı endam eden ‘Marx’lara’ eğildim. Bu biyografiler, 1918 yılında –Franz Mehring’in Karl Marx: Geschichte seines Leibens ile– başlar ve elbette günümüze kadar devam eder. Biçim (entelektüel biyografi) bugün de o güne benzer bir şekilde olsa da ve olgusal içerikler birden fazla tekrar edilmiş ise de, Marx’ı büyük bir ‘düşünür’ olarak (ve saygı duyulası bir kişi olarak) okumak gereği duymamız için, biçimsellikte ustaca değişiklikler yapılmıştır.
Marx’ı Marx yapan değişim ve gelişmelerin tespit edilebileceği en önemli nokta, biyografik yazım içinde olmayıp, daha çok, biyografi yazarlarının üretim ve yeniden üretimleri olan bibliyografik seçkiler, listeler ve değerlendirmelerdir. Bir düşünür (bir ressam ya da besteci dahil her çeşit düşünür) için bir esere –bir elyazmasına, tamamlanmamış ya da kabaca bitirilmiş bir taslağa– birincil ya da ikincil derece önem atfedilmesi, biyografinin tamamen kronolojik bir yol izlenerek yazılmasının göstergesidir. Muhtemelen, inşaat iskelesine benzeyen ve yatay kronoloji ile dikey bibliyografinin etkileşimlerini barındıran bu yapıya verilebilecek en iyi örnek, V. Adoratskij’nin (1933) önemli bir eseri olan Karl Marx: Chronik seines Lebens in Einzeldaten’i (1934) ile daha sonra yayımlanmış ve bu sistemi kullanmış diğer eserlerdir. Belirli bir günde ne olup bittiğinin bir şekilde kaydı haline gelen belgeleri (mektuplar gibi) kullanarak, bir günlüğü andıran bu yapı, yaşanmış günleri sayıp dökerken; yayımlanmış önemli yapıtların hikayelerini canlandırıcı dürtüye dayandığından, günlük yaşam ilgi çekemez –en azından öyle düşünülür. Her ne kadar ‘insani’ dokunuşların kullanılması –kuru bir kronoloji içinde bile– görgü kuralı[9] (de riguer) olsa da, günlük yaşama dair ayrıntılar, bir öznenin hayatını bir düşünürün hayatına dönüştürmek açısından yetersizdir.
Gördüğümüz gibi, Marx’ın okuyucularına kendisini anlatırken yaptığı seçim ve hiyerarşik yapı onun ölümünden 130 yıl kadar sonra tercih –ve ciddi anlamda yeniden oluşturulan–  edilen seçim ve yapılardan oldukça farklıdır (Thomas, 1991). Burada sonuç Marx’ın bu konuda haklı, onu takip edenlerin ise hatalı olmaları ya da bazılarının diğerlerinden ‘daha’ haklı olmaları değildir. Benim sonucum, prensiplerin oluşturulmasının eleştirel araştırmaya tabi başka bir boyutta ele alınmasıdır.
Prensipler sadece, Engels’in, Marx’ın ölümünden sonra enerjik bir şekilde başladığı ve sonradan hız kazanan yapıtların yeniden basımlarında (ya da yeniden oluşturulmuş baskılarda) görülmez. Yine, prensipler, 1930’lardan itibaren yayımlanmaya ve dünya çapında dağıtılmaya başlanan çeşitli seçme ya da toplu eserlerde (tamamlanmış, tamamlanan, alıntılardan oluşan olsun) olduğu gibi, taşlaşmazlar. 1920’lerden itibaren prensiplerin oluşturulması ciddi bir değişime uğramış ve çıtayı yükselterek ‘bütün eserler’ ile ‘önemli derlemeler’ biçimlerine sıçramıştır. Bu sıçrama, bugün devam ettiği haliyle gizemli, ve araştırmacılar-için-araştırma şeklindeki arşiv çalışmalarını kuşkuya yer bırakmadan aşmıştır.
Bugün Marx’ın oeuvre’lerini (çalışmalar) (bibliyograflar tarafından adlandırıldığı üzere) dünya okuyucularına hem yazıldıkları dilde hem de çeşitli dillere tercümeleri sayesinde taşıyan ve birçok baskısı yapılmış muazzam sayıda kitap mevcuttur. Bu derlemeler Marx’ın kendi yapıtlarını oluşturması için kaleme aldığı yazıların içinde yer alan günlük yaşam ile aralarında keskin bir zıtlık bulunan editoryal kararlar ile bibliyografik hiyerarşileri birleştirici bir işlev görürler. Gerçekten bu tarz kitapların (ya da bu durumu yansıtan günümüz elektronik okuma teknolojilerinin) fiziksel özellikleri bile okuyucuların kavramalarını, aynı anda da, Marx’ın güncel politik mücadelelerini yorumlayabilmelerini engeller. Kısaca, toplu eserlerinin basılmasıyla Marx –ona ‘insan ve savaşçı[10]’ olarak saygı duyulmasına rağmen– kütüphane rafları ve okuma listelerinde adı geçen diğerleri gibi büyük bir yazar, düşünce adamı hatta bir filozof halini almıştır. Maalesef asimile olmuş bir şekilde Marx, araştırma dünyasının diğer birçok ürünü ile birlikte, Aristo, Leibniz, Kant ya da Hegel’le aynı düzleme gelmiştir –mantıklı prensipler temelinde bütünsel bir yapı içinde basılmış ve ‘yardım’ amaçlı numaralanmış bir tarzda gözden geçirilmiş ve tekrar üretilmiştir (hatta bu sistemlerin bazıları okuyucular ile kütüphanecilerin zararlı faaliyetleri olarak ortaya çıkmıştır). Biçimlerin özellikleri, özelliklerin de sonuçları vardır (White, 1987).
Marx’ın eserlerine bibliyografi biliminin prensiplerinin uygulanmış olmasının hem yararından hem de zararından bahsedebiliriz; bu şekilde Marx’ın hayatının –dolaylı olarak– resmedilmesi, alanlarında otorite kabul edilen araştırmacıların izin verdikleri kadar anlaşılabilmektedir. Başka bir ifade ile, toplu eserler bir biçimdir; biçim (bir noktaya kadar) içeriği belirler; böylece okuma süreci önceden tespit edilmiş bir yoldan yürür. Bu durum, Marx (ve Engels’in) 30, 50 (ya da yaklaşık 150) cilt tutan eserlerinin kütüphane raflarında olması sürecinin kötü olacağı anlamına değil, tam tersine, kayıplar olduğu gibi kazanımların da olduğu anlamına gelmektedir. Zarar ve fayda, okuyucular için görecelidir ve herkesin bu konuda benim aldığım ‘pozisyonu’ almayacağı da kesindir. Yine de hedef, herhangi bir araştırma ya da ürünü olduğu gibi kabul etmek yerine, daha gelişmiş bir inceleme düzeyi yakalamaktır.
Yukarıda yazılanlar, hiçbir zaman, toplu eserlerin basılmaması ya da yayınlanmaması anlamına gelmemektedir. Yazarlar metinlerini (ve yaşadıkları ‘hayatlarını’) insanlar okusun ve gelecek kuşaklara miras kalsın amacıyla yayımlarlar. Böylece okuyucular, metin yayıldıkça yayımlanmış metnin anlamsal kontrolünü (ve, en azından arada sırada, uzmanlar kliğinden ziyade genel okuyucu kitlesinin ilgisini metne çekmeye çalışan araştırmacılar) kaybederler. Marx bir filozof olarak (bu konuda gerçekten yetenekliydi) kabul edildiğinde sadece felsefe ile ilgilenen kişilere hitap eden birisi haline gelir; bu durum aynı şekilde aykırı ekonomi düşüncesine (bu konuda da oldukça yetenekliydi) ilgi duyanlar açısından da geçerlidir. Toplu eserlerin içerikleri, televizyon ya da sosyal medyada da yer alabileceği gibi, bu konularla uğraşan kişilerin çalışmalarını daha iyi ve zengin kılmak için zemin hazırlar.
Benim iddiam, varsayımların ‘günlük yaşamdaki Marx’ı’ mistifiye ettiği; kavga, mücadele ve politika alanları üzerinde verimli ve hayat dolu bir şekilde düşünme olasılığını silip attığıdır. Yine benzer bir şekilde, Marx’ın ‘büyük’ olmadığı zamanlarında okuyucularına takdim ettiği karakteri (persona) ile o dönemlerde ‘ küçük olmayan’ karşıtlarına karşı verdiği mücadeleler üzerinde tekrar düşünmenin yararlı olacağı fikrindeyim. Böyle bir yaklaşımın, biçimsel anlamda ‘her gün’ yapılan gazetecilik, ya da (hatta), kindar polemikler ve mektupların, basamakların en altında, felsefe ve ekonomi eserlerinin ise en önemli işler olarak görüldüğü hiyerarşik yapılanma[11] ile ilgili tartışmaları canlandıracağını düşünmekteyim. Marx‘ı Marx yapmanın çok daha çeşitli yolları vardır.
Kaynakça
          Adoratskij, V. (1933) Karl Marx: Chronik seines Lebens in Einzeldaten. Moscow: Marx-Engels-Lenin Institut.
          Carver, T. (2003) Engels: A Very Short Introduction. Oxford: Oxford University Press.
          Carver, T. (2010) Marx and the politics of sarcasm. Socialism and Democracy 24 (3): 17-33.
          Carver, T. (2014) The Manifesto in Marx’s and Engels’s lifetimes. In: Carver, T and Farr J (eds) The Cambridge Companion to the Communist Manifesto. Cambridge: Cambridge University Press, 67-83.
          Carver, T. (2006) McLellan’s Marx: Interpreting thought, changing life. In: Bates D, Mackenzie I and Sayers S. (eds) Marxism, Religion and Ideology: Themes from David McLellan. Milton Park: Routledge, 32-45.
          Carver, T and Blank, D. (2014) A Political History of the Editions of Marx and Engels’s ‘German Ideology’ Manuscripts. New York: Palgrave Macmillan.
          Darper, H. (1994) The Adventures of the Communist Manifesto. Berkeley, CA: Center for Socialist History.
          Franz Mehring and Karl Marx (1936) The Story of His Life (trans. Edward Fitzgerald). London: George Allen & Unwin.
          Goffman, E. (1990 [1956]) The Presentation of Self in Everday Life. Harmondsworth: Penguin Books.
          Grün, K. (1845) Die Soziale Bewegung in Frankreich und Belgien: Briefe und Studien. Darmstadt: Theodor Ferdinand.
          Karl Marx. (1996) Later Political Writings (ed. And trans. Terrell Carver). Cambridge: Cambridge University Press
          Karl Marx. (1973) Grundrisse: Foundations of the Critique of Politicak Economy (trans. Martin Nicolaus). Harmondsworth: Penguin.
          Kuczynski, T. (1995) Das Kommunistische Manifest (Manifest der Kommunistischen Partei) von Karl Marx und Fredrich Engels: Von der Erstausgabezur Lesenausgabe. Vol. 49. Trier: Schriften aus dem Karl-Marx-Haus.
          Leopold, D. (2007) The Young Karl Marx: German Philosophy, Modern Politics and Human Flourishing. Cambridge: Cambridge University Press.
          Mitchell WJT (2005) What DO Pictures Want? The Lives and Loves of Images. Chigago: University of Chicago Press.
          McLellan D. (1969) The Young Hegelians and Karl Marx. London: Macmillan.
          Marx, K. (1975) Texts on Method (ed T Carver). Oxford: Blackwell.
          Marx, K. and Engels, F. (1975-2004) Collected Works, 50 vols. London: Lawrence & Wishart.
          Mehring, F. (1951[1936]) Karl Marx: The Story of His Life. (trans. E. Fitzgerald). London: George Allen & Unwin.
          Mehring, F. (1902) Aus dem literarischen Nachlass von Karl Marx, Friedrich Engels und Ferdinand Lassalle, Gesammelte Schriften von Karl Marx und Friedrich Engels 1841-1850. vol. 2. Stuttgart: J.H.W. Dietz Nachfolger.
          Nicolaievsky, B and Maenchen-Helfen, O. (1936) Karl Marx: Man and Fighter. (trans G. David and E. Mosbacher). London: Methuen & Co Ltd.
          Proudhon P-J. (1846) Systeme des contradictions economique, ou Philosophie de la misere, 2 vols. Paris. Chez Guillaumin et Cie.
          Rojahn, J. (2006) The emergence of a theory: The Importance of Marx’s notebooks exemplified those from 1844. Rethinking Marxism: A Journal of Economics, Culture and Society. 14 (4): 19-46.
          Thomas, P. (1991) Critical reception: Marx then and now. In Carver T (ed) The Cambridge Companion to Marx. Cambridge: Cambridge University Press, 23-54.
          Weber, C. (2008) Popular visual language as global communication: The remeditation of United Airlines flight 93. Review of International Studies. 34 (S1): 137-153).
          Wheen, F. (2000) Karl Marx. London: Fourth Estate.
          White, H. (1987) The Content of the Form: Narrative Discourse and Historical Representation. Baltimore, MD: John Hopkins University Press.
          Zhao, Y. (2013a) The historical birth of the first historical-critical edition of Marx-Engels-Gesamtausgabe: Part: 1. Critique: Journal of Socialist Theory. 41 (3): 317-337.
          Zhao, Y. (2013b) The historical birth of the first historical-critical edition of Marx-Engels-Gesamtausgabe: Part: 2. Critique: Journal of Socialist Theory. 41 (4): 475-494.
          Zhao, Y. (2013c) The historical birth of the first historical-critical edition of Marx-Engels-Gesamtausgabe: Part: 3. Critique: Journal of Socialist Theory. 42 (1): 11-24.
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar