Ana SayfaArşivSayı 66Sol Orta Doğu'da Neden Tutunamıyor?

Sol Orta Doğu’da Neden Tutunamıyor?

Sol Orta Doğu’da Neden
Tutunamıyor?
Ergin Atabey
Orta Doğu’nun tarihsel ve güncel gerçekliği ile solun eşitlik ve özgürlük mücadelesindeki büyük ve tarihi deneyimi özgün olarak ele almayı gerektirmektedir. Burada tercih edilen tartışma bağlamı daha çok Orta Doğu toplumsal gerçekliği karşısında büyük bedellere ve tarihi mirasa rağmen solun pozitivist ve yabancı kalma halidir.
Devrimci çıkış için her zaman önemli bir zemin olan Orta Doğu’da sol, içinde bulunduğu etkisizlik halini, tekrarlanan dogmatik doğrucu kalıplarla giderebileceğini zannediyor. Solun pozitivist ideolojik anlayışı değişmediği sürece politik ve pratik tekrar da devam edecektir.
Sol halen Orta Doğu’da neden tutunamadığına dair anlamlı bir tartışma yürütmekten uzaktır. Miadı dolmuş dincilik bile hiç geleceği olmadığı halde Orta Doğu’da bu denli etkili oluyorken, solun etkisiz halinin bir nedeni kendisini hiçbir zaman gerçek anlamda eleştiri ve özeleştiriye tabi tutmamasıdır. Orta Doğu sosyolojisi, tarihsel gerçekliği üzerine kafa patlatacağına tüm enerjisini pozitivizme göre bölünen klikçi veya hizipçi iç tartışmalarla tüketmektedir.
Solun zihniyet yapılanması Orta Doğu’nun tarihsel ve toplumsal gerçekliğine yabancıdır. Elindeki büyük tarihi Marksist anlayışı, olduğu gibi Orta Doğu’da uygulamak istediği için, ha bire ne kadar doğrucu olduğunu anlatıp durmaktan öteye gidemiyor. Aslında bu haliyle Marksizmi de tüketiyor. Elindeki yegâne doğruların Orta Doğu’nun toplumsal gerçekliği karşısında nasıl yanlışlandığını ve pozitivist, yabancı kaldığını görüp kabullenmek istemiyor.
Orta Doğu’da büyük bir kaos yaşanmaktadır. Kaos nesnel anlamda her zaman devrimcidir. Köklü altüst oluşlara gebedir, fakat devrim için kaosun nesnel varlığı tek başına yetmiyor. Devrimci güçlerin zihni ve pratik kapasitesinin kaosu halklar lehine inşaya götürebilecek düzeyde olması gerekiyor. Kaos süreçlerinde bu anlamda belirleyici olan, güçlerin zihni ve pratik kapasitesidir.
Solun Orta Doğu kaosunda belirleyici güç olması için öncelikle yeni bir zihniyet yapılanmasını Orta Doğu’nun tarihsel ve toplumsal gerçekliğine göre gerçekleştirmesi gerekiyor. Bunun için de öncelikli olarak pozitivist, dogmatik kalıplardan kurtulması zorunludur.
Pozitivist kalıplarla Orta Doğu gerçekliği anlaşılamaz
Solun beslendiği paradigma, dolayısıyla teorik kaynaklar pozitivisttir. İddialı ve büyük bir tarihsel çıkış olmasına rağmen, maalesef Marksizmin toplum analizleri böylesi bir gerçekliğe tekabül etmektedir.
Pozitivizm, kapitalist modernite güçlerinin ideolojik silahı olduğu için, tüm toplumsal değerlere ve niteliklere karşı negatif, yok edici bir konumlanışa sahiptir. Sömürgeci kapitalist modernite, önündeki tek engelleyici faktör olarak toplumsal değerleri gördüğü için tüm toplumsal değerlere karşı savaş başlatmıştır.
Bu savaşta pozitivizmin en güçlü ideolojik argümanı, kapitalist modernite ile özdeşleşen ölçü ve değer yargıları ilerici ve savunulup yaşatılması gereken gerçeklikler olarak ilan edilirken, topluma ait olan değerlerin gerici, aşılması ve yok edilmesi gereken olgular olarak tanımlanmasıdır. Bu, tüm pozitivistler için temel ölçü olmuştur. Pozitivist sol ekol olarak Marksizm de kapitalist moderniteyi “ilerici” ve “devrimci” bir sistem olarak görmüştür. Bu anlayış Komünist Partisi Manifestosu‘nda da ifadesini bulmuştur.
Bu anlamıyla pozitivizm, on binlerce yıl toplumsal gerçekliğin temel ifade biçimi olarak dile gelen kültürel ve kimliksel niteliğe negatif bir anlam yüklenmesinde öncülük etmiştir. Bu temelde toplum ile tarihsellik arasındaki bağ, gelenek ile güncellik ilişkisi kopartılmıştır. Birey ve toplumun kendi toplumsal geleneğinden utanması, kaçması ve reddetmesi gibi bir zihniyet yapılanmasına yol açılmış, yabancılaşma derinleştirilmiştir. Toplumsal gelenek ne kadar inkâr edilir ve ondan kaçınılırsa o denli ilerici, devrimci olunur gibi bir çarpıklaşmaya yol açmıştır.
Kabul etmek gerekir ki Marksizm de pozitivizmin bu negatif zihniyetinden payına düşeni almıştır. Bu zihniyeti Orta Doğu’ya bir taraftan kapitalist modernite güçleri taşırken, öte yandan Marksizm de devrimcilik adına taşıma rolünü üstlenmiştir. Bunun büyük bedelini de sol ödemiş ve halen ödemektedir. Hâlbuki ” ‘Tarih ve gelenek neyse günümüz ve gelecek odur’ büyük ilkesine göre düşünme ve davranmayı bilmek gerekir. Tarih ve geleneği ne kadar biliyorsan, günümüz ve geleceği bu tarihi içselleştirdiğinde üstüne ekleyeceğin kadar değiştirebilir, dönüştürebilirsin. Değişim ve devrimin altın kuralı bu büyük harfli formülün uygulamasından geçer.” (Özgür İnsan Savunması – Ŕeber)
Sol, Orta Doğu toplumunun tarihsel geleneğini ve onun güncele taşınmış toplumsal niteliğini görmek, anlamak yerine Orta Doğu toplumuna pozitivizmin negatif, inkârcı kalıplarıyla yaklaştı. Daha ilk adımda, solun Orta Doğu toplumundan istediği şey, “Tarihsel ve toplumsal geleneğinizi, değerlerinizi terk edin işçileşin!” oldu. “Başlangıç sonucu belirler” özdeyişinde olduğu gibi, solun Orta Doğu’daki yenilgisinin arkasında bu negatif ve inkârcı başlangıç vardır.
Orta Doğu toplumu açısından solun daveti, özgürleşmek, eşitlenmekten öte yabancılaşmak, kendi gerçekliğini inkâr etmek ve hiç tanımadığı kapitalist modernite ürünü olan proleterleşmek gibi bir kalıba sığdırılmak olarak anlaşılmıştır. Dolayısıyla Orta Doğu toplumu, solu kendinden değil, yabancı bir hareket olarak görmüştür. Bu, sola rağmen, kendiliğinden ve egemenlerin oluşturduğu bir algı veya bakış değildir. Solun dili, kavramları, yaşam tarzı, konumlanışı.. her şeyi Orta Doğu toplumsal gerçekliği karşısında pozitivist kaldığı için yabancıdır. Sol, Orta Doğu’nun gelenek ve toplumsal gerçekliği ile doğru bağ kuramadığı için en yakınlarındakileri bile çok az etkilemiştir. Sol, Orta Doğu’nun zihniyet yapılanmasından, oluşturucu ve taşıyıcı toplumsal dinamiklerinden, direniş geleneğinden, kültür ve kavramlarından bihaber ve uzaktır.
Orta Doğu kültüründe toplumsallık her şeydir. Topluma bağlılık radikal düzeydedir. Toplum karşıtlığı anlamına gelen bireycilik, işçicilik vb. olguların Orta Doğu toplumunda kolay kolay gelişmemesinin bir nedeni de budur. Orta Doğu’da “Toplumlarına bağlılık hepten yüceltilmiştir.” (Uygarlık – Maskeli Tanrılar, Örtük Krallar Çağı – Ŕeber) Orta Doğu toplumu, toplumsallığı ve geleneği hor gören, aşağılayan ve inkar eder anlayış ve yaklaşımlara asla müsamaha göstermez. Orta Doğu toplumu, toplumsallığı özdeşleştirdiği temel toplumsal niteliklerinden kopmayı özünü terk etmek olarak algıladığından toplumsal kimlik değiştirmeyi asla kabul etmemiştir.
Böylece, Orta Doğu toplumu, solun toplumu proleterleştirmesini de toplumsallığından kopmak olarak algılamıştır. Bu nedenle proleterleştirilmeye karşı direnmiştir, direnmektedir. Sol, Orta Doğu toplumunun toplumsallığını özdeşleştirdiği kadın, köylülük, aşiret, etnisite ve inanç gerçekliklerini tanımak, anlamak yerine pozitivizmin toplumsal mühendisliğiyle bu toplumsal gerçeklikleri yadsıyarak proleterleştirmeyi dayatmıştır. Sol, Orta Doğu’da gelenek ve toplumsal gerçekliğin inkârına dayalı bir devrimciliği geliştirmek istemiştir.
Orta Doğu’nun toplumsal örgüsü olarak kadını, köylülüğü, aşireti, etnisiteyi ve inancı anlamak
Orta Doğu zemininde yürünürken onun toplumsal örgüsünü anlamak ve ona doğru yaklaşmak oldukça önemlidir. Bu gerçekleştirilmeden Orta Doğu zemininde devrimcilik yapılamaz. Yapılsa bile solda yaşandığı gibi tökezlemekten, düşmekten ve yenilmekten kurtulunamaz. Orta Doğu toplumsal gerçekliğinin oluşturucu, geliştirici ve yaşatan dinamiği olan kadın, köylülük, aşiret, etnisite ve inançla doğru bağ kurmadan, bu toplumsal örgünün direnişçi ve özgürlükçü geleneğine dayanmadan, sol mevcut yenilgili durumundan kurtulamaz.
1. Toplumsallığın ilk oluşturucu ve geliştirici gücü ana-kadındır. Ana-kadın Mezopotamya’da komünal ve kolektif niteliğiyle toplumsal örgütlenmeyi geliştirip insanın toplumsallaşmasını sağlamıştır. Mezopotamya’da tanrıça geleneğini bu gerçeklik başlatmıştır. Toplum, kadının toplumsal örgütlenmedeki yaratıcılığını gördükçe ona kutsallık atfetmiştir. Kadına karşı saygısını kadını tanrıçalaştırarak göstermiştir. Her ne kadar erkek egemenliği kadını bastırarak mülkiyetine almış ve günümüzdeki konumuna düşürmüşse de Orta Doğu’da ana-kadın halen en önemli dinamiktir.
Orta Doğu’da devrimcilik yapılırken hem ilk toplumsal örgütlenmeyi gerçekleştiren toplumsal dinamik olarak, hem de ilk ezilen sınıf olarak kadın gerçekliği dikkate alınmak durumundadır. Sol, kadın gerçekliğini ne temel toplumsal dinamik bir güç olarak gördü ne de kadın sorununu ve özgürlüğünü özgün olarak ele alabildi. En çok emekten bahsetmesine rağmen kadın emeğini ancak ücretli işçi kategorisinde ele aldı. Kadın kapitalist modernite sistemine dahil oldukça, edildikçe varsayıldı. Tanrıça geleneğini temsil eden Orta Doğu kadınını yadsıyarak onu işçi/proleter adı altında kapitalist modernite sistemine dahil etmeye çalıştı. Bu yönüyle sol, her ne kadar eleştirse de, kadına yaklaşımıyla liberal feminizmden öteye geçememiştir. Aralarındaki tek fark, liberal feminizm kadın özgürlüğünü kapitalist modernite sistemi içindeki ekonomik özgürlüğe bağlarken sol işçileşmeye bağlamıştır. Bu anlamıyla sol, Orta Doğu kadınının toplumsal kimliğini yadsıyarak önce işçileştirmek, sonra özgürleştirmek istemiştir. Bunu gören Orta Doğu kadını ise, solun kendisini burjuva yaşamı içine çektiği için eve kapanma pahasına soldan kaçmaktadır.
2. Köylülük, tarihte ilk yerleşik yaşam alanı sonucu oluşmuş bir toplumsal gerçekliktir. Mezopotamya-Orta Doğu’da kadının öncülük ettiği toplumsal örgütlenmenin yol açtığı bir sonuçtur. Köy, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi ile birlikte en eski yaşam alanı olarak kurulmuştur. En temel özelliklerinden biri komünal ve kolektif olmasıdır. İnsanlık tarihinde toplumsallaşmadan sonra gerçekleştirilen ikinci devrimdir. Tarihin en önemli icatlarının ve kültürleşmesinin yaşandığı tüm gelişmeler köy devrimi etrafında yaşanmıştır. Orta Doğu’da köylülüğün bu denli güçlü oluşu bu niteliğinden ileri gelmektedir. Orta Doğu toplumu halen büyük oranda köy toplumudur.
Sol, bu gerçekliği görüp kapitalist moderniteye karşı köylülüğün komünal ve kolektif niteliklerine dayalı mücadeleyi geliştireceğine pozitivizmin modernleştirici projesine soldan katılarak köylülüğü tasfiye etmek istemiştir. Hem de köylülüğün sınıflı mega kent lehine tasfiye edilmesiyle kapitalist modernitenin daha fazla güçleneceği biline biline… Avrupa’da da süreç böyle başlamıştı. Burjuvazi köylülüğü tasfiye ederek hem komünal, kolektif toplumun en güçlü dayanağını ortadan kaldırdı, hem de kendisine iş gücü (tıpkı kölecilikte olduğu gibi) yarattı. Sol, buna karşı çıkacağına, burjuvaziyi devrimci güç (tam da bu nedenle) ilan etmiştir. Sol, ücretli işçinin yaratılmasını modernleşmenin göstergesi olarak gördüğü için köylülüğü gerilik kategorisinde görmüştür.
Oysa asıl gerilik olan sınıflı kentliliktir. Tarihte Sümerler ile başlayan sınıflı kent süreci aynı zamanda devlet-iktidar sürecidir. Tarihin tüm aşamalarında sınıflı kentler egemenlerin, sömürgeciliğin mekânı olurken, köy-kırsal alan ezilenlerin yaşam ve direniş alanı olmuştur. Orta Doğu’da kentlilik bu nedenle halen kötülüğün kaynağı olarak görülmektedir. Toplumsal hafızayı küçümsememek gerekiyor.
Bu anlamıyla köylülüğün öz olarak halen komünal ve kolektif niteliğini her yönüyle koruduğu ve kapitalist moderniteye karşı temel direniş odaklarından biri olduğu bilinmek durumundadır. Unutmamak gerekiyor ki Orta Doğu toplumu büyük oranda halen köylü kültürüyle yaşamaktadır ve bu, devrim için oldukça önemli bir avantajdır.
3. Aşiret, ilk toplumsal form olan klanların egemen sınıfa karşı birleşerek oluşturdukları direniş sonucu ortaya çıkmıştır. “Varlıklarını büyük oranda köleci uygarlıkların saldırıları karşısında kazanmışlardır. Yok olmamak için birleşme ve direnme ihtiyacı aşiret örgütlenmesini doğurmuştur. Askeri ve politik örgütlenmesi hızla gerçekleşen toplum biçimlenişidir.” (Özgürlük Sosyolojisi – Ŕeber) Çıkışı itibariyle aşiret gerçekliğinin böylesi bir niteliği vardır. Tarihteki kahramanlık çağı bir yönüyle aşiret toplumunun egemenlere karşı sergilediği direnişle bağlantılıdır. Burada salt askeri bir direniş söz konusu değildir. Aşiret, dayanışmayı da ifade eder. Bireyler ve topluluklar için aşiret toplumsallığına sahip olmak güvenlikli yaşam açısından en temel güvence anlamına gelmiştir. Orta Doğu toplumu açısından aşiretin anlamı, çıkışındaki bu niteliğidir. Orta Doğu’da aşiret toplumsal örgüsünün bu denli güçlü oluşu tarihsel anlamda oynadığı olumlu rolünden ötürüdür.
Bahsettiğimiz aşiret gerçekliğinin aşiretçilik olmadığını özellikle vurgulamak istiyoruz. Aşiretçilik ataerkilliğin ve hanedanlığın geliştirilmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Devletçilikle de günümüzdeki halini almıştır. Bu anlamıyla aşiret özü itibariyle ezilen toplumu temsil ederken aşiretçilik egemen sınıfı temsil etmektedir.
Sol, aşiretçiliğe pozitivist anlayışla yaklaşarak aşiret tarihini ve toplumsal anlamını göz önünde bulundurmadan toptan reddine dayalı bir politikayı izlemeyi tercih etmiştir. Elbette devletçi-iktidarcı aşiretçiliğe karşı mücadele edilecektir, fakat Orta Doğu’nun toplumsal örgüsünde ve hafızasında yeri derin olan direnişçi ve dayanışmacı aşiret gerçekliği de bilinerek. Bu bağlamda Orta Doğu’da aşiret gerçekliğinin “gücünü hesaba katmadan politikanın başarılı olması zordur.” (Bir Halkı Savunmak – Ŕeber) Pozitivist bir toptan retçilik solu on yıllardır bulunduğu yenilgi durumundan bir adım dahi ileri götüremez. Şu bir gerçektir ki solu Orta Doğu’da bir yönüyle egemenler yenmemiş, sol, Orta Doğu’nun sosyolojik-tarihsel gerçekliği karşısında yenilmiştir.
4. Tarihsel olarak etnisitenin ortaya çıkış mekânı yine Mezopotamya-Orta Doğu’dur. Tarihi Aryen kültür dalgasının başladığı yerin Mezopotamya olduğu artık inkâr edilemeyecek şekilde açığa çıkmıştır. Etnisite; yurt/ülke, dil ve kültür bütünlüğünden oluşan bir tarihsel gerçekliktir. Toplumsal gerçeklik olarak etnisitenin anlamı ülke, dil ve kültür gerçekliklerinin toplumların yaşamlarındaki yeri ile bağlantılıdır. Toplumların kendisini etnisite olarak fark etmeleri egemen sınıfın etnisitenin ülkesini işgal etmeye, sömürge altına almaya, resmi devlet diliyle dillerini asimile etmeye ve kültürleri yerine kimliksizliği ve soysuzluğu ifade eden devletçiliği ve kentliliği ikame etmeye başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bu fark edilişle birlikte etnik toplumsal gerçeklik dili, kültürü ve ülkeyi savunma direnişiyle anlam kazanmıştır. Toplum, etnisite kimliğinde anlam kazanan bu gerçekliklerle varlığını sürdürmüştür. Ait olduğu, –ülke, dil, kültür gibi– değerleri kaybettiği anda her türlü aşağılanmaya maruz kalacağının bilinciyle etnik gerçekliğini koruma refleksi geliştirmiştir. Bu anlamıyla tarihteki en büyük direnişlerden biri etnisite direnişi olmuştur. Çöllerde, dağ başlarında egemen sınıfa karşı hep mücadele içinde olunmuştur.
Bu anlamıyla Orta Doğu’da etnisite deyip geçmemek gerekiyor. Aynı şekilde etnisite ile ulusçuluğu-milliyetçiliği de karıştırmamak lazımdır. Solun en büyük sosyolojik yanlışlarından biri de etnisite ile ulusçuluğu-milliyetçiliği özdeşleştirmesidir.
Etnisite ülke, dil ve kültür gerçekliğine bağlı varoluşsal bir olgu olarak gelişirken, ulusçuluk ve milliyetçilik pozitivizmin toplumsal mühendisliği sonucu ulus-devlet için inşa edilmiş yapay bir olgudur. Sol, yapay olan ile gerçek olanı aynılaştırarak başka bir yapay olgu olan proletaryayı tercih ederek etnisiteye karşı mücadele sürecini başlatmıştır. Sol ülke, dil ve kültür gerçekliğini küçümseyerek aşılması gereken bir gerilik olarak görmüştür. Bu anlamıyla sol, etnisiteyi reddetmiştir.
Etnisiteyi reddetmek, toplumu ülkesizliğe, dilsizliğe ve kültürsüzlüğe “davet” etmek anlamına gelir ki, Orta Doğu’da toplum da solu bu şekilde anlamıştır. Orta Doğu toplumu, yaklaşık olarak M.Ö. on beş binlerden beridir kendisini var kılan etnik toplumsal gerçekliğinden vazgeçtiğinde bir an bile kendisi olarak yaşamayacağını bilir. Etnik toplumsal gerçekliklerinden soyutlanmış bir kişilik ve yaşamı onursuzluk ve kimliksizlik olarak görmektedir. Hainleri bol olsa da Orta Doğu toplumu onursuzluğu ve kimliksizliği asla kabul etmemektedir. Egemen sınıfın işbirlikçiliğine rağmen son iki yüzyıllık kapitalist modernite karşısındaki direnişi bu gerçekliğe dayanmaktadır. Orta Doğu toplumu solun etnisite yerine ikame etmeye çalıştığı proleterleşmeyi kimliksizlik olarak görmektedir. Sol, Orta Doğu toplumundan, beş yüz yıllık vatansız, dilsiz ve kültürsüz proletarya için toplumsal varoluşunun temel niteliklerinden biri olan etnisite değerlerini terk etmesini istediği sürece başarılı olamayacaktır. Solun Orta Doğu’daki yenilgili durumu bu gerçekliği fazlasıyla kanıtlamıştır. Sol, etnisiteyi bir toplumsal gerçeklik olarak görüp, pozitivist yaklaşımını aştığı oranda Orta Doğu’da başarılı bir mücadele hattına sahip olacaktır.
5. Sol için inanç dendi mi, ilk akla gelen dinciliktir. Sol, pozitivist din sosyolojisinin ölçüleriyle inanç ve din gerçekliğini ele aldığı için bu gerçeklikleri reddederek yol alabileceği yanılgısını yaşamaktadır. Oysa inanç ve din olgusu Orta Doğu’da solun tahmin edemeyeceği kadar bir kültürel gerçeklik haline gelmiştir.
İnanç, klan toplumuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bu anlamıyla inanç, toplumsal varoluşun temel niteliklerinden biridir. Bu nitelik toplumsallıkla iç içedir. Soyut anlamda herhangi bir varlığa dayanmamaktadır. Toplum kendisi için olumlu, iyi, güzel ve yaşatan ne varsa kutsamıştır. İnancın kökeninde bu toplumsal kutsallıklar vardır. Bu, bir yönüyle toplumun kendisidir. Bireyler toplumsallığın kendilerini ahlaki, politik, komünal ve kolektif nitelikleriyle yaşatıp geliştirdiğini gördükçe toplumsallığı kutsayıp buna inanmıştır. Bu anlamıyla toplumsallık ilk tanrısallıktır. Ana-kadının, tecrübe sahibi yaşlının, bir bütün olarak doğanın toplumsal yaşamdaki rolünü gördükçe benzer şekilde kutsayıp onlara inanmıştır. Bu anlamıyla toplum için inanç, varoluşsal niteliktir.
Negatif inanç olan ve aynı zamanda dinciliğin de temellerini atan inanç türünü egemenlik ve sömürgecilik aracı olarak geliştirenler şaman ve rahip sınıfıdır. Şaman ve rahip sınıfı, hiyerarşi ve devlete-iktidara dayalı dinciliği geliştirirken ezilen toplum, toplumsal kutsallıklara dayalı inanç sistemini sürdürmüştür. Bu inanç sistemiyle egemen sınıfa karşı mücadele etmiştir. Bu mücadele ezilen ile ezen toplum temsilleri olarak mitolojilerde ifadesini bulmuştur. Mitolojilerdeki tanrıça Inanna ve Tiamat’ın, erkek tanrılar olan Enki ve Marduk’la mücadelesi esas olarak inanç toplumuyla direnen ezilenlerin egemen sınıfa (Enki – Marduk şahsında) karşı direnişidir. Bu, bir gelenek de oluşturmuştur. Orta Doğu’da inanç ve dini kültürel toplum, ezilenler için tarih boyunca en önemli mücadele dinamiklerinden biri olarak rol oynamıştır. Kimi dinciler ve egemen sınıf dini araçsallaştırmış olsa da bu böyledir. Orta Doğu’da her inancın, dini kültürel toplumun çıkışındaki öz, egemen sınıfların sömürgeciliğine, zulmüne karşı toplumsal direnişi ifade etmektedir. Orta Doğu’nun inançların ve dinlerin merkezi konumu bu gerçeklikte bağlantılıdır.
Peygamberlik geleneğini de bu direniş algısı ile bağlantılı olarak ele almak gerekiyor. Üç büyük dinin Orta Doğu’da ortaya çıkması tesadüf değildir. Din gerçekliği, bir taraftan dinci ilahiyat tarafından aşkın bir varlığa bağlanması, öte yandan pozitivizm tarafından inkâr edilmesi sonucu tanınmaz hale getirildiği için peygamberlik geleneğinin sosyolojik tanımı doğru dürüst yapılmamıştır. Ya kaba anlamda reddedilmektedir ya da soyut bir varlığa bağlanarak ezel-ebed sayılmaktadır. Maalesef çokça, somut koşulların somut tahlilinden bahsetmesine rağmen sol da bu yaklaşımların ötesine geçememiştir.
Dini veya peygamberlik geleneğini çıkış döneminin zihniyeti, siyasal, sosyal ve ekonomik koşulları ile ele almak gerekiyor. Bu açıdan ele alındığında İbrahim ile başlatılan süreç, bir yönüyle Nemrut (Asur-Babil) ve Firavun (Mısır) tanrı krallıklarının kölecilik ve putçuluğuna karşı devrimci rol oynamıştır. İsa bir taraftan Roma köleciliğine öte yandan da Yahudi toplumu içindeki egemen ve ayrıcalıklı sınıfa karşı çıkmıştır. İsa bu yönüyle tarihin en büyük vicdan ve ahlak hareketini başlatmıştır. Muhammet benzer bir çıkışı Mekke putçuluğuna ve egemen sınıfa karşı gerçekleştirmiştir.
Orta Doğu’da ezilen toplumun dinleri kabul etmelerinin nedeni egemenlere karşı böylesi bir rol oynamalarıdır. Bu anlamıyla çıkışları itibariyle özgürleştirici yönleri vardır. Peygamberler denilen kişilikler Orta Doğu’daki inançsal geleneğe bağlı bir çıkış yaptıkları için toplum tarafından kabul görmüştür.
Sol, daha çok peygamber geleneğinin egemenler tarafından yozlaştırılarak dinin dincileştirilerek araçsallaştırılmış yönleriyle sınırlı bir tanımla yetindiği için Orta Doğu toplumu açısından dinin tarihsel ve toplumsal rolünü görmemektedir.
Orta Doğu’da din, inanç salt toplumsal örgü ve kültür anlamıyla değil, direniş ve mücadele yönüyle de önemli bir yer tutmaktadır. Dikkat edilirse Orta Doğu’da tüm önemli direniş ve mücadeleler dinin, inancın bu niteliğini dikkate alarak gelişim göstermiştir. Dinci hareketler dinin tarihi rolünü ve toplumdaki ağırlığını istismar etmektedir. Solun pozitivist inkarcı yaklaşımı da toplumu dincilerin insafına bırakmaktadır, çünkü sol, din gerçekliğine doğru yaklaşmamaktadır. Tarihi anlamını görmemektedir. Egemenlerin ve dinci hareketlerin araçsallaştırdığı dincilik ile ezilen toplumun yaşadığı ve kültürleştirdiği inancı aynı kefeye koyup toptan bir karşı mücadele içine girmektedir. Böyle olunca Orta Doğu’da toplumsallaşmanın önüne en büyük engeli kendisi koymaktadır. Egemenler ve dinci hareketler de solun bu karşıtlığını kullanıp toplumun soldan uzaklaşmasını sağlamaktadır.
Sol, Orta Doğu’da iddia sahibi ise dine pozitivist yaklaşımdan vazgeçmek durumundadır. Orta Doğu’da “Dine devrimci yaklaşım” da bunu gerektirmektedir. Dine, tarihsel ve toplumsal gerçekliğini dikkate alarak yaklaşmak devrimci değerlerden vazgeçmek değildir. Eşitlikçi ve özgürlükçü sol değerlerle dini kültürel değerler birbirine karşıt değildir. “Sol değerlerle dini kültürel değerler bir arada olmaz.” söylemi bir tuzaktır. Sol bu tuzaktan ve cendereden artık kurtulmalıdır.
Bu bütünlük içinde sol, Orta Doğu’nun toplumsal örgüsünde halen en canlı ve en diri dinamik olan kadın, köylülük, aşiret, etnisite ve dini kültürel gerçekliği, tarihi (gelenek) ve güncelliği içinde anlayarak yeniden başlayabilme gücünü gösterebilmelidir. Toplumsal özgürlük mücadelesi köksüz, geleneksiz olmaz. Özgürlük ancak soy değerleri, kökleri üzerinde yeşerebilir. “Orta Doğu halklarının özgürlük problemini tarihsel gelenekle birlikte değerlendirmek bütünsellik, halkasallık açısından da önemlidir. Özgürlük mücadelesinin her zaman süren bir tarihi vardır. Önemli olan, bu tarihi zamanın özgünlüğü içinde tespit etmektir. (…) Günümüz özgürlük mücadelesi de özgürlük kökeni, gelenekleri üzerinde ancak yeşerebilir.” (Bir Halkı Savunmak – Ŕeber)
Teori ile yaşam, hareket ile toplum arasındaki diyalektiği yakalamak
Sol, paradigmatik olarak pozitivizme bağımlı olduğu için toplumsal mücadelede toplum mühendisliğini esas almaktadır. Toplum mühendisliğine göre toplum ancak üstten belirlenmiş teori ile değişim ve dönüşüme uğratılabilir. Bu anlayışın bir yönü toplumun sahip olduğu tüm zihniyet yapılanmasını, bilgisini ve bilme tarzını reddetme iken, diğer yönü de toplumu ve yaşamı üstten belirlenmiş teoriye uydurmaktır. Başka bir deyişle, toplum mühendisliği, teoriyi yaşama ve toplumsal gerçekliğe değil, toplumu ve yaşamı eldeki teoriye uydurmak istemektedir.
Açık ki Orta Doğu’da solun temel sorunlarından biri budur. Sol kendi özgünlüğünü bir türlü yaratıcı bir şekilde Orta Doğu koşullarında yaratamamaktadır. Sol, toplumsal gerçeklikten öğrenemediği gibi kendi tarihinden öğrenmeyi de bırakmıştır. Sol adına gerçekleşen devrimler, özgünlüğünü yaratmış hareketlerin eseri olmuştur. Bu da teorinin yaşam ve toplumsal gerçekliğe göre oluşturulmasıyla ortaya çıkmıştır. Bu şekilde hareket-toplum diyalektiği kurulmuştur. Devrim, toplumsallaşma sonucu gerçekleştirilmiştir.
Orta Doğu’da solun önünde pozitivist paradigmadan kopuşu gerçekleştirmek, Orta Doğu toplumsal gerçekliğini anlayarak ve ona uygun bir pratik gerçekleştirerek özgünlüğünü yaratmak dışında bir yol kalmamıştır.
 
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar