Ana SayfaArşivSayı 66Marksizmin Genişleyen Alanı ve Yerelleşen Marksizm

Marksizmin Genişleyen Alanı ve Yerelleşen Marksizm

 
 
 
 
Marksizmin Genişleyen Alanı
ve Yerelleşen Marksizm
Vedat Tanzili
“Savaşmak, yenilgiye uğramak, yeniden savaşmak, yeni-
den yenilgiye uğramak, yeniden savaşmak; ta ki, zafere
ulaşıncaya kadar…”
Mao Zedung
Giriş
Marksizm denildiğinde anlaşılması gereken şey, sadece bir teori değil, bu teoriden esinlenerek içinde bulundukları sosyo-politik, teorik ideolojik konjonktür zemininde eylemeye çalışan örgüt ve pratikler toplamından oluşan teorik, tarihsel bir yapıdır. Marksizm çok çeşitli aşamalardan geçerek günümüze ulaşmayı başardı. O, içine doğduğu Avrupa’da gerilemeye başladığında, Rusya’da Lenin’le yeniden doğdu, oradan başta Çin olmak üzere daha pek çok ülkeye uğradı. Buralardaki başarılı mücadelelerin ardından devrimler oldu. Adına iktidarlar kurulan Marksizm, elindeki iktidarları koruyamayıp kaybetti, gerilmeler ve iç bölünmeler yaşadı ama her defasında kendisini yeniden kurarak ayakta kalmayı başardı. Gösterdiği politik virtü sayesinde talihi hep açık oldu.
Gelişen kapitalizme karşı mücadelede beliren ezilen işçi hareketi, burjuva ideolojisinin saldırıları karşısında, Marx’ın teorisinden esinlenerek kendi iç birliğini sağlamayı bildi. Marx tarafından kurulan, daha sonra başka Marksist teorisyenlerce geliştirilen teorinin ezilen hareketiyle birleşmesi, Marksizmin evrensel düzeyde geçerli bir teori olduğu iddiasını güçlendirdi. Bu yükseliş döneminde, modaya uygun giyinmek gibi, pek çok kesim yakasına Marksizm rozetini takarak, onun popülerliğinden faydalanmasını bildi. Bu dönemde Marksist sayılmak itibarlı bir şeydi, ama bu saadet dolu günler geride kaldı. Uzunca bir dönemdir Marksizmin teorik tarihsel bütünlüğü dağılmış bulunuyor. Krizli varoluş ortamında, Marksizmin evrensellik iddiası zayıfladı, gücünden çok şey kaybetti.
Marksist ortamda yaşanan dağılmanın ardından hem Marksist hareket ve Marksizmin tarihi, hem de Marksist teorinin yorumlanışı tartışmaya açılmış oldu. Ayrışanlar karşılıklı konumlandılar. Gerek kriz, gerekse de Marksizmin gerçekleşme koşullarında yaşanan değişim sonucu Marksist teorinin evrensel düzeyde geçerli olduğu iddiası tartışmaya açılmış oldu. Kaldı ki Marksistler bu iddiayı en güçlü şekilde dile getirdiklerinde bile Marksizm farklı toplumsal bağlamlarda ele alınıp yorumlandı ve her seferinde kendi özgüllüğünü oluşturdu. Yerelde gerçekleşen Marksizmler evrensellik iddiasına katkıda bulunup onun geçerlilik koşullarını güçlendirse de, bu iddiayı temsil eden merkezler dağıldığında bile, yerelde Marksizm var olmaya ve kendisini genel düzeyde ifade etmeye devam etti.
Bununla birlikte Marx’ın 19. yüzyıl ortalarından sonlarına kadar geçen zaman diliminde analiz ettiği Avrupa’nın toplumsal bağlamı ile Avrupa dışındaki ülkelerin toplumsal bağlamı tamamen farklıydı. Bu ülkelerdeki devrimciler içinde bulundukları toplumsal ilişkileri devrimden sonra sosyalizmin inşası yolunda dönüştürmek için Marx’ın teorisine başvurduklarında karşılarında hazır bir reçete bulmadılar. Teorik ve pratik pek çok güçlükle karşılaştılar. Bunun yanında Marx, Avrupa’da gelişen kapitalizmi analiz ederken aynı anda, o dönemdeki işçi hareketinin içinde Engels’le birlikte fiilen yer almıştı. Ama Marksizme politik etki kazandıran, Marx’ın içinde yer aldığı işçi hareketi değil, Avrupa dışındaki ülkelerde gelişen hareketler oldu. Başta Rusya olmak üzere, Çin ve diğer ülkelerde, ideolojik dünya görüşü bağlamında Marx’ın teorisine bağlı olduklarını açıklayan komünist partiler başarılı oldular. İktidar eşiğini geçemeyenler de kendi ülkelerinin politik tarihinde ciddi etkilere sahip oldular. Dolayısıyla, bütün ömrünü Avrupa’da sürgün hayatı yaşayarak geçirmiş, ezilenlerin devrimci temelde birliğini sağlamak için çalışmış olan Marx’ın kurmuş olduğu teorinin nasıl olup da Avrupa’dan Asya’ya, oradan Latin Amerika’ya kadar geniş bir alanda milyonlarca insanın kaderini etkileyip, onları devrim için seferber ettiğini anlamaya çalışmak gerekiyor. Kaldı ki günümüzde de tüm sorunlara rağmen Marksizm ezilenlerin mücadele pratiklerinde yer almak ve onların birliğini sağlamak iddiasındadır. Ondan ezilenlerin kurtuluşu için hâlâ bir şeyler beklenebilir.
Marksizm bir yandan evrensellik iddiasındayken, öte yandan yerelleşerek özgünlük kazanmış ve içine girdiği yeni toplumsal bağlamlarda yeniden üretilmiştir. Bu evrensellik ve yerellik ilişkisinde, Marksizme yaptığı katkılardan ötürü Marksizmin ustaları arasında kabul edilen Mao’nun Marx’ın teorisinden[1] çıkardığı sonuç ve Marksizmin Marx’ın dönemini de aşan yönüyle ilgilenecek ve Marx’ın teorisinin evrensel özünün ne olabileceğine, Mao’nun bu özü kendi teori pratiğinde nasıl ürettiğine bakacağız.
Üretimin belirleyiciliği, güçlerin önceliği
Aslında Marx birey olarak pek çok açıdan Avrupa entelektüeli sayılabilir. O, yaşadığı dönemin Avrupası’nın tarihsel koşullarından ve tarihsel kökenleri Antik Yunan’a kadar uzanan Aydınlanma geleneği tarafından etkilenmiştir.[2]
Ancak Marx, hocası kabul ettiği ve Kapital’in “Değer Teorisi” bölümünde yer yer ona özgü ifadeler kullanarak flört ettiği Hegel’in tarih felsefesi ile artı-değer teorisinin öncüleri olmalarına rağmen burjuva ideolojisinin teorik temsilcisi ilan ettiği klasik iktisatçılardan Smith ve Ricardo’ya yönelttiği eleştirilerle yaptığı kapitalizm analizinin evrensel düzeyde geçerliliğe sahip bir tarih teorisi oluşturduğuna inanıyordu. Bundan hiç kuşku duymuyordu. Bütün ömrünü adadığı Kapital çalışmasının birinci cildine yazdığı önsözde; “Konu kapitalist üretimin doğal yasalarının sonucu olan toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların şu ya da bu derecede gelişmiş olmaları değildir. Burada söz konusu olan bu yasaların kendileridir, kaçınılmaz sonuçlara doğru katı bir zorunlulukla işleyen bu eğilimlerdir”[3] diyerek kendisini öncellerinden ayıran farklılığı nerede aramak gerektiğini açık seçik terimlerle ifade eder. Marx yeni bir bilim kurduğunu ve bu bilimin toplumsal hareketin bilgisini ürettiğini, bunun sadece Avrupa toplumlarında değil, tarihsel özellikleri farklı olsa da bütün toplumların tarihsel gelişimini açıklayacağını ifade ediyordu ve buna inanıyordu.
Marx’ın toplumların evriminin tarihini açıklayan teorisi hangi bakımdan geçerli kabul edilebilir? Bu soru cevabını, Marx’ın kapitalizm eleştirisinde bulur. Marx’ın tarihsel yöntemi olan “materyalist tarih anlayışı” üretimin toplumsal ilişkileri belirlemede belirleyici olduğunu vurgular. Marx’a göre; “Üretim öteki uğraklarda olduğu gibi anti tez olarak belirleyici niteliğinde, kendi öz sınırlarını kendiliğinden aşar. Süreç durmaksızın hep ondan yeniden başlar. Üstün gelenin değişim ve tüketim olmayacağı besbellidir. Aynı şey ürünlerin dağıtımı olarak dağıtım için de söylenebilir. Ama üretim etkenlerinin dağıtımı olarak dağıtımın kendisi de üretimin bir uğrağıdır. Demek ki belirli bir üretim; belirli bir tüketimi, belirli bir dağıtımı ve değişimi belirler, o, aynı zamanda bu farklı uğrakların karşılıklı ilişkilerini düzenler.”[4] Marx bu tezini alt yapı ile üst yapı arasındaki ilişkiye de uygular. “Varlıklarının toplumsal üretiminde insanlar aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan, belirli ilişkiler kurarlar, bu üretim ilişkileri onların maddi üretici güçlerinin belli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumsal iktisadi yapısını belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasi üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir, tam tersine, onların bilinçlerini belirleyen şey, toplumsal varlıklarıdır.” Altyapının üstyapıyı belirlediğini belirten Marx, maddi üretimin tarihin ana hatları ve düşünceyi şekillendirdiğini belirttikten sonra, bu ilişkiselliği şöyle tanımlar: “Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerinin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı büyük ya da az bir hızla alt üst eder.”[5] Toplumsal yapı içerisindeki dinamikleri –devrimler de dahil olmak üzere– anlamak için üretim tarzı kavramına başvurmak gerekir. Marx’ın bu materyalist görüşleri dünyanın geri kalanına Avrupa ile eşit derecede uygulanabilir. Keza aynı şekilde, kapitalist üretim ilişkilerinin küresel ölçekte egemenliği göz önünde bulundurulduğunda, Marx’ın kapitalizm eleştirisinin de geçerli olduğu kabul edilir. Marx’ın sınıfsız sömürüsüz toplum hayali, kapitalist sanayileşmenin gelişmesiyle birlikte, sınıf sömürüsünden kaynaklanan sınıf çatışmalarının yoğunlaşarak yaygınlaşmayla birlikte kapitalizmin yıkılacağına dayanır. Marx’ın ekonomik sistem olarak kapitalist üretim tarzının gelişmesi ve sınıf mücadelesi tahlili üzerine şekillenen tarih teorisi böylece bir devrim teorisi de sunar.
Yeni dönemde yeni politik kuruluş, Lenin’in müdahalesi 
Mao tam da bu düşüncelerinden dolayı Marx’ın teorisine yakınlık duymuştur, fakat Marx’ın teorisinin büyük ölçüde feodal olan, sanayinin çok az geliştiği Çin’de uygulanabilmesi için geliştirilmesi gerekiyordu. Bu dönemde Çin ve diğer Asya ülkeleri ya doğrudan Avrupa’nın sömürgesi durumundaydı ya da sömürgeci devletlerin ilhak tehdidi altındaydılar.
Lenin, Marksistlerin ihtiyaç duyduğu teorik gelişmeyi gerçekleştirerek, Marksizmi, sömürge ulusların devrimcileri için de geçerli hale getirdi. Lenin, geliştirdiği emperyalizm teorisiyle, sömürgecilik karşıtı devrimlerin dünya devrimi çerçevesinde devrimci bir rol oynayacağını savunur. Lenin, kapitalizmin, ulaştığı yeni aşamada[6] genişlemeye devam edebilmesi için yeni ucuz iş gücü ve hammadde kaynaklarına yeni yatırım ve pazar alanlarına ihtiyaç duyduğunu belirtir. Bu yeni alanlar ancak sömürgeler elde ederek açılabilir. Sömürge kapma savaşları, kapitalist gelişmenin bu yeni evresinin bir parçasıydı. Lenin, Avrupa işçi sınıfının devrim için ayaklanmamasının ve pasifizme sapmasının nedeni olarak, Avrupa emperyalizminin yağmaladığı kaynaklardan işçi sınıfına pay vermesini görüyordu. Kapitalist devletler sömürgelerinden elde ettikleri kârlar sayesinde kendi işçi sınıfının yaşam koşullarını geliştirip iyileştirmiştir, sendikalar aracılığıyla onu reformist ve etkisiz bir konuma sürüklemiştir.[7]
Onun için de, Lenin’e göre, sömürgelerden Avrupa’ya akan kârları azaltan veya ortadan kaldırarak kapitalist ekonomik sistemi zayıflatan ve böylece Avrupa’da devrim ihtimalini arttıran sömürgelerdeki her türlü devrimci girişim uluslararası anti-emperyalist mücadelenin bir parçasıdır. Sömürge ülke devrimcilerinin politik görevi, ulusal devrimleri sosyalizmin inşasına yöneltmek için devrimin politik ideolojik önderliklerini ele geçirmektir.
Sömürge ülkelerde ulusal ve toplumsal kurtuluş mücadelesi veren pek çok devrimci gibi Mao’yu da etkileyen şey, Lenin’in ulusal kurtuluş mücadelelerini Marksist politika pratiği içinde ele alıp, ideolojik alanda, anti-emperyalist mücadelenin bir parçası olarak anlamlandırmasıydı. Çünkü Lenin’in politika ideolojisi ve emperyalizm eleştirisi sadece sosyal devrimi değil, ulusal devrimi de temellendiriyordu. Lenin’in milliyetçiliği edinime tabi tutması Marksizmin sömürge ve yarı sömürge ülkeler bağlamında yeniden üretiminin yolunu açıyordu.[8] Genişleyen politika alanında Marksist politikayı yeniden kuran Lenin böylece, onu, ezilen ulus kimliklerine de açmış oluyordu. Lenin politikayı kendi olasılık koşullarına tabi tutarak, Marksist politikanın var olmasını işçi ve sınıf mücadelelerinin koşullarına bağlamaktan çıkarmış, politikanın var olması için kendisine bir alan inşa etmesi gerektiğini belirtmiştir. Mevcut toplumsal düzene karşı çıkmak ne bilincin ne de sınıfın verili koşuludur. Politika için örgüt şarttır, örgüt olmadan politika yapılamaz. Bununla Lenin sömürgecilik karşıtı mücadeleleri yerel, lokal mücadeleler olmaktan çıkarıp dünya devriminin bir parçası haline getirerek, Marksizme evrensel bir boyut katarken, Marksizmi Avrupa merkezli olmaktan da çıkarmıştır.
Emperyalizm analiz ve eleştirisinde Kautsky ile tartışan Lenin, kendisinden önce kurulmuş ve kafalarda tahakküm kurmuş olan politika anlayışından ve de onun imgesel temsilinden koparak, Marksizm için bir teorik politika oluşturur. Onun, Marksizmi, sömürge ulus devrimcilerine açması, sömürgecilik karşıtı mücadeleyi dünya devriminin bir parçası kabul etmesi, bu ülkelerdeki radikal devrimci milliyetçi lider(ler)i ideolojik bakımdan etkilemiştir. Onlara, kendi politika pratiklerini dönemin rasyonalitesi içinde anlamlandırma ve açıklama imkânı sunmuştur. Bu, onların Marksizmle ilişkilerini geliştirip güçlenmiştir.
Lenin’in sömürge ülke devrimcilerini etkileyen teorisi emperyalist uluslararası sistemin analiz ve eleştirisine dayanıyordu, fakat Lenin’in teorisi, aynı zamanda Marksist teori içindeki bir paradoksu da gündeme getiriyordu. Marx’ın ‘Asya tipi üretim tarzı’ ve onun toplumlar tarihindeki yerine dair yaptığı kapsamlı analiz ve sonuçları çoğunlukla görmezden gelindi. Gözlerini kapatıp görmezden gelmenin başlıca iki nedeni var: Bunlardan ilki, Marx’ın üretim tarzlarını ilerlemeye dayalı bir dizi sıra şeklinde ele almış olmasıdır. Marx, burjuva ideoloji dünyasının içine doğdu ve tezlerini bu ideolojik görüşlerin egemenliği altında ve onlara karşı mücadele ederek geliştirdi, fakat bu mücadelesine rağmen, bu ideolojik görüşler birey olarak Marx’ın bilincinde yer etmeye ve birer kalıntı olarak da görüşlerinde varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Eleştirel bir biçim altında da olsa Marx’ta tarihin bir kökeni, ereği bulunduğu düşüncesi yer alır. Bu anlayış üretim tarzlarının sunumunda sayıklayan eski bilinci olarak açığa çıkar. Marx, üretim tarzlarını, çağların peşi sıra gelmesi gibi sunmuştur. Bu konuda Marx’ın, Rousseau’nun toplumsal gelişmeyi üçe ayıran şemasını devraldığını söylemek mümkündür. Rousseau, toplumsal gelişmeyi ve insanın geçtiği aşamaları üçe ayırır. Ona göre insan önce yabanilik, sonra barbarlık ve en sonunda da uygarlık aşamasına ulaşmıştır. Benzer bir biçimde Marx da aynı şemayı üretim biçimlerine uygular. Toplumlar önce ilkel kölecilik, sonra kapitalizm ve en sonunda da komünizme varacaklardır. Sorun üretim tarzlarının bu şekilde ardışık biçimde sunulması değil, tarihsel ilerlemeye dayalı bir temelde sunulmasıdır. Hiçbir toplum ilerleyen tarihin belirlenmiş aşamalarını yaşamadan bir sonraki aşamaya geçemez. Her toplum bu ilerleme kuralına uymak, belirli aşamaların gerektirdiği üretim biçimlerini yaşamak zorundadır. Hindistan’ın İngiltere tarafından sömürgeleştirilmesi, bu tarihsel devrimcilik anlayışı modeline örnek oluşturur. Marx, Hindistan’ın sömürgeleştirilmesini, tarih dışılıktan tarihe dahil edilme olarak kabul eder. Asya tipi üretim tarzının arkaik yapısı Hindistan’da sömürgeci İngiliz kapitalizmine karşı direniyordu. Oysaki sömürgeci İngiliz kapitalizmi bu arkaik yapılara göre daha “ileri”ciydi. Bu modelde “ezilen gerici” Hindistanlıların sömürgeciliğe karşı mücadele etmeleri, ilerleyen tarihin tekerine çomak sokup onu tersine çevirmekten başka bir şey değildir! Onların bu çabası “tarihin zorunlu eğilimi” karşısında anlamsız, boş, beyhude bir çabadır.
Marx, teorik düşüncesinde bilimin temel önemde olduğu konusunda nettir. Bundan hiç kuşku duymaz, fakat tarihsel ilerlemeye dayalı anlayışı, Marx’ın bilim ile politikayı birbirinden ayırmasına müsaade etmez. Yaşadığı gerilim Marx’ın egemenlere duyduğu öfkeye yansımıştır, ancak Marx adeta kendisine rağmen politikanın bilimsel önermeleri takip etmesini ve ân’da adımlarını ona uydurmasının gerekli olduğunu savunmuştur. O, kurmuş olduğu temsil ilişkisinde bilim ile politikayı birbirinden ayırmadan bilim teorisi ile politika teorisi arasında tarih felsefesi kavramları aracılığıyla bir ilişki kurar. Bu ilişkide Marx, açıkça tarihsel devrimciliği savunur.
Marx’a göre önemli olan, politik olarak devrimci olmak değil, tarihsel devrimci olmaktır. Çünkü politik devrimci olmak kesintisiz bir biçimde ilerleyen tarihin ereğine ulaşması karşısında, “dünün mirasından doğan çağdışılıktır. Bu çağdışı toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında ezilmemek için tarihin ilerlemesinden yana olmak ve ona göre politik tutum almak gerekir”. Marx’taki bu motif daha sonra Kautsky ve 2. Enternasyonal tarafından devrimci politika adına savunuldu ve kapitalizmin kendi iç çelişkileriyle aşılacağı önerildi. Lenin’in müdahalesi ve gerçekleştirdiği kuruluş tam da bu alanda önem kazanır. Ayrıca Marx, Asyatik toplumları durağan, değişmeyen, kendi iç dönüşüm mekanizmalarından yoksun yapılar olarak tasvir eder. Bu yaklaşım bir dış gücün Asyatik toplumlara müdahale ederek, onları tarih dışı olmaktan çıkarıp dünya tarihinin normal akışına dahil etmesini gerektiriyordu. Böylesi bir yaklaşım ilerleme fikrini beraberinde getirir. Bu ilerlemeci yaklaşıma göre Avrupa emperyalizmi, Asya toplumlarında istemeden de olsa olumlu bir rol oynar.
Emperyalizmin sömürgeci politikalarına karşı direnen sömürge ülke devrimcilerinin bu yaklaşımı benimsemeleri mümkün değildi. Öte yandan, Sovyetler Birliği, Marksizmin tarih anlayışında Asya tipi üretim tarzına yer olmadığını, Avrupa toplumunun tarihsel gelişiminin tüm toplumların geleceğini temsil ettiğini açıklamış bulunuyordu. Asya’nın ulusal devrimcileri, Marx’ın Asya tipi üretim analizini görmezden geldiler. Bunu ya açıktan reddettiler ya da feodallere yakıştırarak, feodalizmin olumsuzlaması olarak kullandılar ve Marksizmle pozitif ilişkilenmeye devam ettiler. Fakat bütün bunlardan daha da önemli olan şey, sömürge ülke devrimcilerinin kendilerini dünya devriminin bir parçası olarak görmeleri, sanayileşme ve modernleşmeyi yaşamak istemeleriydi. Onlar sosyalizmi ancak bu sayede inşa edebileceklerine inanıyorlardı. “Sanayi yönünden daha çok gelişmiş bir ülke, daha az gelişmiş olan ülkeye ancak kendi geleceğinin imgesini gösterir.”[9] Marx’ın bu ifadesi dönemin ortak duygusunu yansıtır. ‘Muasır medeniyet seviyesine’ ulaşma hayali olarak Avrupa referansı burjuva devrimcilerinin olduğu kadar sosyalist dünya görüşüne sahip devrimcilerin de paylaştığı ortak imgeyi oluşturuyordu.
Sonuç olarak Marx’ın Avrupa tarihinin analizine dayanarak formüle ettiği tarih ve toplum teorisinden, kendi ülkeleri için geçerli kabul ederek, kendi toplumlarını anlamak için yararlanmaya çalıştılar.
Marx’ın teorisinden esinlenerek onu başarıyla uygulayanların başında Çin devrimine önderlik eden Mao geliyor. Onun Marksist teori yorumlayışı ve geliştirdiği devrimci strateji Marksist komünist devrimciler tarafından yaygın biçimde kullanıldı. Marksist gelenek içinde Maoizm olarak anılan akımın oluşmasına vardı. Mao’nun Marksizmi emperyalizmin baskısı altında bulunan ülke koşullarına uyarlaması, ona önemli bir konum kazandırdı. Marksizm içinde üretilen yeni devrimci anlayışı temsil ediyordu. Bu temsilde ifadesini bulan Marksizm, Avrupa niteliklerinden tamamen uzaklaşmış yerelleşmiş bir Marksizmdir.
Mao: Yerelleşen Marksizm
Aslında, Mao, ilk dönemlerde tamamen klasik yöntemleri denemiş, ama başarısız olmuştur. Yaşanan başarısız denemelerin ardından yeni, özgün arayışlara yönelmiştir.
“Çin ise farklıdır. Çin’in özellikleri, bağımsız ve demokratik değil, yarı sömürge ve yarı feodal olması, içte demokrasi olmayıp feodal baskı altında bulunması ve dış ilişkilerinde milli bağımsızlığa sahip olmayıp emperyalizmin tahakkümü altında olmasıdır. (…) Komünist Parti’nin buradaki görevi, esas olarak ayaklanma ve savaş başlatmadan önce uzun bir legal mücadele döneminden geçmek ve önce büyük şehirleri ele geçirip ardından köylük bölgeleri işgal etmek değil, tam tersidir. (…) Bütün bunlar Çin ile kapitalist ülkeler arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Çin’de esas mücadele biçimi savaş, esas örgütlenme biçimi ordudur.”[10]
Bu kısa alıntı Mao’nun Marksizm anlayışını büyük ölçüde özetliyor. Mao bir yandan Çin’in özgün koşullarını anlamaya vurgu yaparken, öte yandan bir eylem kılavuzu olarak Marksizmin önemine işaret eder. Onun Çin’in özgün koşullarını anlamaya dönük çabası, Çin’in devasa köylü nüfusunun devrimci potansiyelini fark edip, Çin’e uygun bir devrimci strateji geliştirmesini sağladı.
Mao, Çin’de sanayileşmenin düşük olması ve bunun sonucunda devrime temel alınacak bir işçi sınıfı hacminin olmamasıyla politik mücadelenin merkezine köylüleri alarak, onların arasında örgütlenmeye yönelerek, köylüleri orduda örgütleyerek gerilla savaşı başlattı. Mao’nun sonunda başarılı olduğu gerilla savaşı, geliştirdiği devrimci stratejinin merkezinde yer aldı. Mao; “Rus Komünist Partisi’nin silahları sosyalizmi yarattı. Biz demokratik bir cumhuriyet yaratacağız. Emperyalizm çağında, sınıf mücadelesi tecrübesi bize işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin silahlı burjuvaziyi ve toprak ağalarını ancak silah gücüyle yenebileceklerini öğretiyor. Bu anlamda bütün dünyanın ancak silahla değiştirilebileceğini söyleyebiliriz”[11] diyerek silahlı orduya verdiği politik önemi gösterir. Mao, silahlı mücadeleyi ve ordunun oluşumunu politik bir mesele olarak ele alır. Bu konularda belirleyici ve merkezde olan politikadır. Mao, politikanın, askeri konular karşısında olduğu kadar teknik konular karşısında da önceliğini savunur. Bu anlamda Mao, oluşturduğu halk ordusuna sırf propaganda olsun diye bu ismi vermez, bir politik belirlemede bulunmaktadır. Halk ordusu kurmak, halkın o zamana kadar eline silah almayan bir kesimini silahlandırmaktır. Silahlandırmanın ordunun işleyişinde ve örgütlenmesinde yeni bir rol oynadığı açıktır. Ordu bir yandan halk kimliğini kazanıyor, öte yandan halkın birliğinin bir aracı haline geliyor. Ordunun gerilla biçiminde örgütlenmesi, kır ve kentin gerilla birliği içinde bir araya getirilmesi önceki askeri hiyerarşiyi dağıtıcı bir rol oynar ve yeni bir politika pratiğinin işlendiği alan halini alır. Farklı toplumsal katmanlar halk ordusu içinde birleşip aynı amaç için seferber olurken, ordu da aynı zamanda halkın ideolojik eğitiminin merkezi haline gelir. Mao için ordu, bir amacı gerçekleştirmek için başvurulan bir araç olmayıp, bizzat bu amacın gerçekleşmesidir.
Örgütlenme ve Marksizm anlayışının Avrupa Marksizmi tarafından kabul görmeyeceğinin Mao da farkındadır, ama bunu pek de sorun ettiği söylenemez. Buna karşılık, Mao’nun Marksizmle ilişkisini dert edinenler olmuştur. Nihayetinde Marx’ın değerlendirmelerinde ve Marx’ın teorisinin geleneksel yorumunda kent proletaryasının hem köylülere devrimde önderlik edeceği hem de devrimi yöneteceği belirtilmektedir. Mao’nun Marksizminin geleneksel Marksizm kavrayışıyla uyumsuzluk gösterdiği açıktır. Lenin’in, Marksizmi Avrupa’nın dışına çıkarmaya dönük başlattığı hamle Mao tarafından daha da derinleştirilmektedir. Lenin’in gerçekleştirdiği yeni kuruluşun teorisi “pratik halde mevcut”tur, fakat teorik olarak dile getirilmemiştir. Mao, bu yeni teorinin yokluğunda, eski terimlerle yeni politika pratiğini ele alır. Onun için de Mao geleneksel örgütlenmeden kent-kır ilişkisine ve politika pratiğine kadar her haliyle geleneksel Marksizm dışında davranmasına rağmen, o burada bir çelişki görmez ve kendisini hâlâ Marksist kabul etmeye devam eder. Mao Avrupa Marksizmini politik ideolojisinin ifadeleri olarak reformizm, oportünizm vb. sıfatları kullanarak eleştirir. Bununla, Avrupa’da kabul edilen Marksizmin Marksizm dışılığını işaret edip, Marksizmin özünü ya da gerçek Marksizmi kendisinin temsil ettiğini söylese de, onun bu söylemlerini Avrupa Marksizminden teorik kopuşu gerçekleştirdiği şeklinde yorumlamak hayli zordur.
Mao toplumların sınıflara bölündüğü, sınıflar arasındaki eşitsizliğin yeni gelişmelere yol açtığı fikrini Marx’tan devralmıştır. Mao için sınıf ve sınıf mücadelesi kavramları Marksizmin evrensel düzeyde geçerli olan merkezi kavramlarıdır. Toplum sınıflardan oluştuğuna göre, sınıf analizi, içinde yaşanılan verili toplumsal yapıyı anlamak için temel önemdedir. Mao için sınıf analizi hem bir yöntemdir, toplumdaki eşitliğin temelini ve biçimlerini anlamayı sağlamaktadır, hem de eşitsizliği ortadan kaldırmak ve politika pratiği inşa etmek için yararlanacak bir eylem kılavuzdur. Mao’nun sınıf analizi anlayışı geleneksel anlayışın dışında değildir, bu konuda Mao’nun herhangi bir özgünlüğü yoktur. O, bu konuda çifte ontolojist bir yaklaşıma sahiptir. Marx’ın sınıf analizini, işçi sınıfının devrimin temel gücü haline geldiği Avrupa toplumu için geçerli kabul eder, kendi sınıf analizini ise Çin’deki köylülüğün devrimci potansiyelini açığa çıkarmaya dönük olduğu şeklinde kabul etmektedir. Aslında jeo-politik farklılık temelinde ifade edilebilecek bu ayrım Mao için tamamen başka bir anlam taşır. Onun için köylülüğün devrimci potansiyelini açığa çıkarmak ve devrimci stratejiler geliştirmek sınıf analizinin, somut şartların somut analizinin gereğidir. Mao’nun ‘somut’a yaptığı vurgu ve ‘soyut’u kınaması, soyut Marksizmin Çin’in somutuna uymadığı şeklindeki gönderimi içerir.
Elbette Mao, Çin’deki köylü nüfusun devrim için önemini anlayınca işçi sınıfının önderliğinin gerekliliğine duyulan ihtiyaç iddiasından vazgeçmiş değildir. Mao, kendilerinin işçi sınıfının ideolojisini benimsediklerini ve işçi sınıfının mücadelesini yürüttüklerini söylüyordu. İşçi sınıfı fiilen önderlik etmediği devrimlerde önderliğini komünist partisi aracılığıyla ideolojik olarak yürütmektedir.
Köylülüğe dayanması, Mao’yu bir köylü devrimcisi şeklinde algılamanın yolunu açmıştır, ancak kabul etmek gerekiyor ki böyle algılanması sadece Mao’dan kaynaklanmaz. Bunda, geleneksel politika ve Marksizm kavrayışının, genişleyen alanda beliren yeni özneler karşısında dar kalmasının da payı vardır. Bir köylü devrimcisi olarak onu Marksist çemberin çeperinde tutup içeri almayanlar, Mao’nun sözel düzeyde işçi sınıfına yaptığı vurguları görmezden gelmeyi seçmekteler. Aslında onu görmezden gelenler, meselenin sözleri olmadığını, onun politika pratiği olduğunu gayet iyi biliyorlar.
Mao’da temsil olan politika anlayışı şablonları dağıtıcı bir işleve sahiptir. Mao, belirli bir mantık çerçevesinde sıralanmış kavramların yerlerini, aralarındaki öncelik-sonralık ilişkilerini değiştirmektedir. Mao’da olumlu anlamda bir tersine çevirme söz konusudur. Örneğin; geleneksel anlayışta devletin varlığı baskı aracı olarak öne çıkarılır ve onun dağıtılıp parçalanmasına vurgu yapılır. Mao, bu vurguyu geri plana iter, şiddetle özdeşleştirerek onun şiddet yönünü öne çıkarır: “Marksist devlet teorisine göre ordu, devlet iktidarının temel unsurudur. Devlet iktidarını ele geçirmek, elde tutmak isteyen herkes güçlü bir orduya sahip olmalıdır… Biz devrimci savaşın her şeye kadir olduğunu savunuyoruz, bu kötü değil, iyidir, Marksisttir.”[12] Mao gibi her şeyi tepetakla edip değiştiren birinin kendi farklılığını ‘iyi’, ‘kötü’ gibi normatif terimlerle ifade etmesi, herhalde kanıksanmışın dışındaki aykırı davranışını, yine de, genel sınırlar içinde makul bir yaklaşım olarak görmesiyle alakalıdır.
Bununla birlikte Mao, köylü devrimciliğinin devrim yapmada yeterli olmadığının ve işçi sınıfının yani kentlerin kilit öneme sahip olduğunun bilincindedir. Parti ve ordu örgütlenmesinde yaşanan pek çok sorunun kaynağı da köylülüğün ağırlıkta olmasıdır. Kır yaşamında köylüler, kent yaşamına göre daha rahattır ve disiplinli çalışmaktan uzaktırlar, ama işçiler çalışma disiplinine alışıktırlar. İşçilerin azınlıkta, köylerinin çoğunlukta olması sorunların temel kaynağıdır. Bundan dolayı da işçi sınıfının rolü hayati derecede önemlidir. Mao’nun işçi sınıfına duyduğu güven, Marx’ın terminolojisine duyduğu ideolojik bağlılıktan ileri gelir. Çünkü Mao bunun Marksizmin evrensel yönü olduğuna inanıyordu ve dışına çıkmamaya özen gösteriyordu.
Mao, Marksist teoriden bir gelecek tasarımı çıkarır, fakat bu tasarımın özgün bir yanı yoktur. Daha önce tarihselci Marksistler tarafından dillendirilmiş bir tasarımdır. Mao özgünlüğüne rağmen bu konuda tarihselcilerle birleşir ve toplumların aynı tarihsel aşamalardan geçeceği fikrinde onlarla buluşur. Mao için gelecek, her türlü olasılığa kapalı bir bütündür. Tarihin nihai amacı komünizmdir ve politika bu tarihsel süreci hızlandıracak bir role sahiptir. Mao, Marksist teorinin tarihsel sorunları karşısında, ortalama bir ilerlemecinin fikrine sahiptir. Bundan dolayı da, tarihselci Marksistlerin, bu konuda Mao’ya karşı çıkmalarının anlamı yoktur. Daha çok politika pratiği koşullarındaki ikilikten kaynaklanan bir farklılık söz konusudur. Ancak Mao genellemeden çıkıp Çin’in kendine özgü koşullarını anlamaya başladığında, apayrı bir Marksizmle karşımıza çıkmaktadır.
Toplumların sürekli değişim halinde olduğu genel fikrine sahip çıkarak Çin toplumunu söz konusu değişime yöneltmek için özgün taktikler ve stratejiler geliştirir. Çin’de kapitalizmin yeterince gelişmediği koşullarda sosyalist devrimden söz edilemeyeceğini, Çin’in burjuva demokratik devrim aşamasında olduğunu belirler. Devrimin önderliği burjuvaziden proletaryaya ve onun öncü gücü olan proletarya partisine geçmiştir. Bu yeni demokrasi evresinde devrimin niteliği anti-feodal ve anti-emperyalisttir. Demokratik devrim aşamasında işçi sınıfı diğer sınıflarla ittifak kurmak zorundadır, ancak bu ittifak ilişkilerinde nihai amacını unutmamalıdır. Demokratik devrim aşamasında ittifak kurmak mümkündür, ancak sosyalizme geçiş aşamasında bu müttefikleriyle mücadele etmesi gerekecektir. Mao’nun feodalizmin kalıntılarına değil de burjuvaziye yönelmesinin esprisi de burada başlar. Mao için feodal kalıntılar, devrimi amacından saptırabilecek konumda değiller, aksine eski konumlarını kaybettikleri için, onları geri kazanma çabası içinde olmaları normaldir. Fakat burjuvazi gelişen bir sınıftır ve egemen konumda olmak isteyecektir; feodal artıkları peşine takarak devrimi tehdit edebilir. Bu durumda karşı-devrim tehdidini bertaraf etmek için burjuvaziyi hedeflemek gerekir. Mao’nun kullanmaktan hoşlandığı askeri ifadeyle söylersek; burjuvazi dururken feodallere yönelmek hedef saptırmaktır. Mao’nun politikayı güç ve şiddet bağlamında ele alması bu ilişkiler bakımından anlaşılır hale gelebilir. Ulusal birliği hedefleyen burjuvazinin yarattığı tehdit ancak maddi bir güçle bertaraf edilebilir. Sadece ideolojik güvenin yetmediğinin farkındadır. Daha en başında Mao, burjuvazinin tarihsel rolünü proletaryaya ve onun öncüsüne vererek, burjuvaziyi, ulusal devrimde ve ulusal birliği sağlayacak ulus devlet kuruluşunda oynayacağı devrimci rolünün kalmadığını kabul ederek, karşı devrimci konuma yerleştirir.
Mao, Marksizmi benimsemekle birlikte Çin milliyetçiliğini göz ardı etmiyordu. Ona göre, Çinli komünistlerin esas görevi emperyalizmi kovmak ve ulusal bağımsızlıklarını kazanarak ulus devletlerini inşa etmekti. Bu amaç gerçekleşmeden proletaryanın kurtuluşuna katkıda bulunamayacaklarını belirtir. Ulusal bağımsızlık kazanıldıktan sonra uluslararası ölçekte proletaryanın kurtuluşuna hizmet edilebilir.
Mao, milliyetçilik ile enternasyonalizmi anti-emperyalizm başlığı altında uzlaştırsa da milliyetçiliği tam anlamıyla bastırabilmiş değildir. Özellikle Çin Halk Cumhuriyeti devleti başkanıyken ortaya koyduğu pratik, onun getirdiği çözümün göründüğünden daha sağlam olduğunu gösteriyor. Kendi ülkesinin çıkarlarını öncelikli görmüştür. Bundan dolayı zaman zaman gerilimler yaşasa da, esas çatışması, Sovyetler’in hegemonyasına karşı çıkmakla başladı. İlk başlardaki uzlaşmacı tavrını terk eden Mao, Sovyetler’e karşı kendi hegemonyasını tesis etmeye yönelmiş, Sovyetler Birliği’ndeki revizyonizme karşı Marksizmin devrimci dinamiğini savunmuştur. Bu çıkışı ve değişimin ancak şiddet araçlarıyla olacağına dair söylemi, politik alanda kısa sürede güçlü bir etkiye sahip olmasını sağladı.
Son olarak Mao’nun ‘Marksist felsefe’ye olan ilgisine değinmek gerekiyor. Mao, Marksizmin doğa ve toplumsal gerçeğe ilişkin yasaların bilinmesini sağlayan kavramları sunduğuna dair bir ön kabule sahiptir. Marksist felsefeye dair yazılmış metinleri inceledikten sonra kaleme aldığı felsefî metinlerde Sovyetler’in etkisi görülür. Bu felsefi metinler Mao için Çin toplumunu anlamada kullandığı bir araçtır. Her şeyin kendi içinde mücadele halinde olduğunu ifade eden çelişki fikrinden yola çıkarak Çin toplumundaki çelişkileri analiz etti ve politik çözümler geliştirdi. Bununla birlikte Mao, Marksist felsefenin klasik yorumuna bağlı kalmayarak ‘gerçekleri’ araştırma eğilimiyle ilişkiye girdi ve Marksist ortamda ampirist bilgi teorisinin güçlenmesinde etkili oldu. Onun soyutu kınayan, somutu, pratiğin en dar biçimini yücelten söylemi, sadece pratiğin teoriye öncelliğini vurgulamakla kalmaz, bilginin gerçeğin bir yönü olduğuna dair ampirist anlayışa atfettiği önemi gösterir. Ontolojik düzlemde her şeyin sınıfsal olduğunu kabul eden Mao için felsefe, politika teorisi anlamında ideolojinin en üst ifade biçimidir. Parti içindeki ideolojik mücadeleyi felsefe alanında ele alan Mao, politik mülahazalarında bu aracı etkili bir biçimde kullanır.
Mao, Marksizmin, Çin toplumu için de geçerli bir tarih teorisi olduğuna inanıyordu. Avrupa ile Çin toplumu birbirinden pek farklı değildi, belli başlı temel özellikleri paylaşıyorlardı gerçi, ama yine de Mao, Çin’in Avrupa’dan farklı, kendine özgü koşullara sahip olduğunu düşünüyordu. Kırların, köylülerin devrimci potansiyelini keşfetme, kitle çizgisi, örgütsel taktikler, ittifak ilişkileri ve en sonunda gerçekleştirdiği kültür devrimi gibi doğrudan şiddet içeren, günlük yaşamı kesintiye uğratan pratiklerin tamamı, Mao’nun Marksizmi Çin’in kendine özgü koşullarında yeniden üretimini ifade eder. Her yeniden üretimde olduğu gibi Mao’nun Marksizmi de öncekinden farklıydı. Bu, Mao gerçekleşme koşullarını ifade etme ihtiyacı duymasa da böyledir. O kendi politika pratiğinin farkını ve bunun Marksist teori ile ilişkisini düşünmeden, önünde hazır bulunan terminolojiyle kendisini ifade etmeyi yeterli buldu. Mao, teori yokluğunda eski terminolojiyle iş görürken, gerçekte, Lenin’in tanımladığı ve belirtik kıldığı Marksizmin, kendi pratiğini tanımladığını, gerçek Marksizmi temsil ettiğini, kendi pratiğini Marksizmin devrimci özüyle özdeşleştirerek düşünüyordu. Diğerlerinin Marksizmi çarpıttığını kendi yaklaşımının karşıt düşüncesi olarak alıyordu. Bu anlamda Mao’nun Marksizme dair görüşlerinde yaşanan değişim, onun, bunun karşıtı olarak aldığı şeyin de değiştiğini gösterir. Onun için de Mao, Marx’ın teorisinin evrensellik fikrini sorgulama ihtiyacı hissetmedi.
Kalenin dışına çıkmak: Lenin Mao Marksizm
Marx’ın teorisi 19. yüzyıl Avrupa’sında gelişen kapitalizmin eleştirisinde bulundu ve Marx bu dönemin işçi hareketinin fiilen içinde yer aldı. Avrupa Aydınlanma dünyasının içine doğmuş olsa da, Marksizm Aydınlanmanın asi çocuğu değil, Althusser’in derin metaforuyla, gayri meşru çocuğu olmak bakımından doğal bir doğuma sahiptir. Marx, kapitalizm eleştirisinde bulunup politik tutum alsa da, Marksizme politik alanda asıl etkiyi kazandıran uygar Batı dünyası olmadı, onun tarafından ezilen, Doğunun “tarihsiz halkları” oldu. Marx ve Marksizmi Aydınlanmanın sınırları içine çekmeye çalışan ve Marx’ı Aydınlanmanın asi çocuğu kabul eden Ken Post, bir Aydınlanmacı solcu olarak Marksizmin genişleyen alanda gerçekleştirdiği politik hamlenin hakkını teslim ediyor: “… teorimizin kurucularının öngörüleriyle çelişkili olarak, kapitalizmi devirmeye dönük devrimci güç 1917’den bu yana kendisini az gelişmiş ülkelerde ortaya koymuş ve çoğunlukla en güçlü olduğu alan işçiler olmamıştır.”[13] Marksizm, güçlü politik etkiye, Lenin’in açtığı yoldan ilerleyerek sahip oldu. Mao bu yolda Lenin’den sonra öne çıkan Marksisttir. O, Marksizme aşağıdan bir barbar aşısı gerçekleştirdi ve Marksizme politik atılım yaptırdı.
Marx’ın teorisi, dönemin ezilen hareketlerinin aynı düşmana karşı mücadele ettiklerini, farklılıklarıyla birlikte düşman karşısında aynı cephede bulunduklarını gösterdi. Ezilenlere içinde yaşadıkları gerçeklikle pozitif bir ilişki kurmalarını ve dönemin rasyonalitesiyle eleştirel bir ilişki kurmalarını sağlayacak argümanlar sundu. Bu alanda benimsenen ideoloji tarafından belirlenmiş terminoloji kullanılsa da, en başta bu ideolojik karaktere karşı eylenildiği açıktır. Kullanılan argümanlara tarih üstü anlamlar yüklenildi ve bu yüklem sayesinde ezilen hareketleri kendi şimdilerine hakim oldular.
Marksizm uzunca bir dönemdir iç sorunlar yaşıyor. Yaşanan sorunların gerçekleşme koşulları değişti, değişen koşullar sorunları daha da ağırlaştırıyor. Bu sorunlarla yüzleşip onların üstesinden gelmenin yolu, nedenlerini açığa çıkarmak, mekanizmalarının nasıl işlediğinin teorik bilgisini üretmektir.
Lenin ve Mao, Marksizm için kurulan teorik kaleden dışarı çıkarak, kazanılmış karaktere karşı mücadele etmeyi göze aldılar. Bugün onların açtığı yoldan ilerlemek gerekiyor. Şayet, Marksistler, kazanmış oldukları karaktere karşı eylemez ve kalede kalmaya devam edecek olurlarsa, kendi teorik kalelerinin iç yıkıcısı olacaklardır. Bu yıkıcılığı tersine çevirmenin yolu, Mao’nun girişte anımsatılan sözlerine kulak vermekten daha fazlasını yapmaktır.
 


[1]Marx’ın teorisi” ifadesi, kendi öznel dünyasında yeni bir teori bulan bireyin yaratıcı imgeleminin bir ürünü olarak Marksizmi ifade etmez. Teorik düşünceler tarihindeki bir teorik olguyu ifade eder. Öznel düzeyde Marksizm, ifadesini Marx’ın eserlerinde bulur, fakat Marksizm kategorik olarak birey Marx’ın edinimlerinden farklıdır.

[2] Tarihsel olarak Aydınlanma felsefesinin dışına ve ötesine geçemeyen, onun sınırlarını önsel olarak kabul eden Marksistler, materyalist felsefi kategorileri, Antik Yunan felsefi geleneğinden devralmakta, politik alanda bütün ilgiyi proletaryayla sınırlamakta ve bilim alanında “toplum bilim” anlayışını benimsemekte Aydınlanmacılarla ortak bir anlayışa sahipler. Aydınlanmanın sınırları içinde kalarak onu eleştiren bir yaklaşım, kendi konumunu ve pozisyonunu eleştirdiği şeye göre düzenlemek zorundadır. Marx, Feurbach’a dönerek Aydınlanma geleneğini eleştirmişti, ama ilkesel nedenlerle teorik olarak kopacağı bir sorunsalı da benimsemişti. Aydınlanmanın tarihsel teorik mirasını reddeden ve Aydınlanmanın dışında ve ötesinde bir Marksizm anlayışı Teori ve Politika’da teorik ifadesine kavuşmuştur. Aydınlanmanın dışında ve ötesinde bir Marksizm için Metin Kayaoğlu’nun Teori ve Politika‘nın 51-52. sayısındaki “Ne Liberalizm Ne ‘Derin’ Liberalizm (Aydınlanmacılık)” çalışmasına bakılmalıdır.

[3] K. Marx, Kapital, Cilt 1, Çev.: Alaattin Bilgi, Sol Yayınları, s. 16.

[4] K. Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Giriş”, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev.: Sevim Belli, Sol Yayınları, s. 259.

[5] A.g.e., s. 25.

[6] Lenin, Emperyalizm, Çev.: Cemal Süreya, Sol Yay, Ankara 2006, s. 139.

[7] Lenin, Marksizm için politika belirlerken, Engels’in İngiliz politikası için yazdığı şu satırları içeriğine katılarak paylaşır: “Gerçekte, İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmaktadır: öyle görünüyor ki, başka uluslara göre daha burjuva olan bu ulus, kendi burjuvazisinin yanı sıra bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya yönelmekte. Bütün dünyayı sömürmekte olan bir ulus için bu, elbette, bir dereceye kadar mantıksal bir şeydir.” Lenin’in bundan çıkardığı sonuç, sosyal şovenizme karşı ve kendi ilhakçı devletinin kaybetmesi yönünde mücadele edildiğinde ancak samimi bir devrimci olunabileceğidir.

[8] Lenin’in milliyetçiliği edinimini Kayaoğlu, tarihsel devrimcilik ile politik devrimcilik ayrımına dayandırarak şöyle anlatıyor: “Ezen ve ezilen ulusların milliyetçilikleri arasında devrimci bir eksen oluşturmak, tarihsel devrimciliğin eksenini dikine kesmektir. Bu işlemi yapan Lenin’dir. Tarihsel devrimciliğin modelinde ezen ve devrimci ulus ile ezilen ve gerici uluslar esas iken, ezen/ezilen ulus eksenli ayrımda ezen ve gerici ile ezilen ve devrimci ikilikleri kurulmaktadır. Bu açıkça “aşağıdan yürütülecek bir devrimciliği” işaret etmektedir. Aşağıdan devrimciliğin yukarıdaki devlete karşı olacağı açıktır. 20. yüzyıl bu türden devrimciliğin paradoksal bir şekilde tarihsel devrim yaptığı bir dönem olmuştur.” Metin Kayaoğlu, “Devrimci Milliyetçiliğin Marksist Edinimi”, Teori ve Politika 27, s. 35. Burada iki noktaya dikkat çekmekte yarar var. Kayaoğlu ilgili çalışmasında, bizim de dikkat çektiğimiz teorik paradokstan, bilim, felsefe, politika ayrımları yaparak genç Marx-olgun Marx bağlamında epistemolojik kopuşun gerçekleştiğine gönderimde bulunarak kurtulmaya, Marksizmin teorik politik bütünselliğini inşa etmeye çalışıyor. Kayaoğlu Marksist teorinin tüm sorumluluğunu üstleniyor, bu anlamda, işi, Marksizmi tarihsel süreklilik içinde düşünenlerden daha zor. Marksist teorinin tarihi meselelerinde bu ayrımları benimsemek, Marksizmin teorik politik bütünselliği açısından zorunludur. Diğer yön ise, emperyalizm üçüncü dünya ülkeleri için içsel bir olgu haline gelmesidir. Önceki dönemde içsellik fiili işgal koşuluna bağlanıyor, içsellik dışsallık ilişkisi buna göre kuruluyordu. Emperyalizmin üçüncü dünya ülkelerinde kurulan ulus devletlerle girdiği ve geliştirdiği ilişki yapısal niteliktedir. Dolayısıyla, devleti hedefleyen her politik hareket emperyalizmi de hedeflemektedir. “Biz” diyor Marx; “Batı kıta Avrupası’nın tüm geriye kalan yerlerinde olduğu gibi, yalnızca kapitalist üretimin gelişmesinin değil, bu gelişmenin tamamlanmamış olmasının da acısını çekiyoruz, modern kötülüklerin yanı sıra, dünün mirası olan bir sürü kötülüklerin, çok eski üretim biçimlerinin alttan alta hâlâ sürüp gitmelerinden doğan ve bunların kaçınılmaz olarak beraberinde getirdikleri çağdışı toplumsal ve siyasal ilişkilerin altında eziliyoruz.” Kapital, Cilt 1, Almanca Birinci Baskıya Önsöz, s. 17.

[9] K. Marx, Kapital, Cilt 1, Çev.: Alaattin Bilgin, Sol Yay, s. 17.

[10] Mao, “Savaş ve Strateji Meseleleri”, Seçme Eserler, Cilt 2, Kaynak Yay.

[11] A.g.e., s. 227

[12] A.g.e., s. 227

[13] Ken Post, “Bir Orta Yaş Krizi”, Çev.: Özgür Yakupoğlu, Teori ve Politika 32-33, s.121.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar