Ana SayfaArşivSayı 64-65Marksizmin Politik Evrenselleşmesi

Marksizmin Politik Evrenselleşmesi

 

 

Marksizmin Politik Evrenselleşmesi
İşçiler Enternasyonalinden Ezilenlerin Devrimci
Enternasyonaline

Süleyman Yılmaz Bulduruç

“Yolunu kaybetmenin iki biçimi vardır: tekil (özel, kendi-
ne özgü, particular) olanın içinde kendini yitirmek ve bir
duvar örmek ya da evrensel olanın boşluğu içinde eriyip
gitmek.” Aime Cesaire

Marx ve Engels’ten başlayarak, kuruluş döneminden beri Marksistler, ‘enternasyonalistler’ ya da ‘enternasyonalist devrimciler’ olarak anıla geldiler; bu adlandırmayı politika alanında tanımlayıcı nitelik olarak da taşıdılar. Marksizmin ezilenlere doğru genişleyen devrimci diyalektiği, enternasyonalist devrimciler adlandırmasının gerçeklik ve somutluk kazanmasını sağladı.

Marksizmin tarih bilimsel önermeleri, politikaya bir tür ideoloji olarak aktarılırken ‘evrensel’ açıklayıcılık vasfıyla edinicilerine korunaklı ama devrimci etkilere de kapalı, geçirgen olmayan duvarlar sağladı. Marksizm, bilim tümleyeninde oluşturduğu epistemolojik önermelerin evrensel açıklayıcılığının Aydınlanma ideolojisine bulaşık, rasyonalist edinimlerin konusu olmuştur. Batı felsefesinin kadim sorunları ile birlikte ele alınan bu konular hem teorik alanda hem de politikada devrimci olmayan etkilerde bulunmuştur. Tarihsel sürecin bilgisinin evrenselliği (“Tarihin bilgisi tarihsel değildir.” / Louis Althusser) korunarak ama onların ontolojik düzeye indirgenmesinin tamamen dışında ve karşısında, politikada ‘evrensellik’ arayışı bize ezilenlerin devrimci enternasyonali olarak Marksizmin bir döneme yayılan ve politik niteleyicisi olan devrimci politikanın izlerini sürme olanağını verecektir.

Politika için bir ‘evrensellik’ inşa edilebilir mi? Bu soru Marksizmin içinden, devrimci politikanın izleneceği sahayı ortaya koyarken beliren sorunsalı açığa çıkarmak için düzenlenmiştir. Arayacağımız, politikanın programatik düzeyinde beliren, mesela ‘eşitlik’ gibi farklı tarihsel ifadeleri barındıran aşkın evrenseller değildir. Konumuz pratik-politika içinde ve her özgüllükte işleyen, işleyişi devrimci politikada izlenebilir olan tümelliğin belirlenmesidir. ‘Politik evrensellik’ tamamlanmışlık ya da ideal kiplik olarak değil, oluşum halinde ve işleyişini sürdüren bir dinamiktir.

Politikanın koşulunun ezen-ezilen arasındaki çatışma olduğu postülatıyla yol alırsak, her ‘evrensel’in bir kısmilik, evrenselin kavramsal sakilliğiyle uyuşmayan bir teorik sınırlamayı da beraberinde getirdiğini görürüz. Bir yanda ezenlerin evrenselliği, diğer yanda ezilenlerin evrenselliği… Marksizm, politikanın bu genellik düzeyindeki dağılımında ezilenler tarafında yer alarak devrimci niteliği ile ayrışır. Marksizmin gelinen aşamasında konumunun ifadesi bizce “Bütün dünyanın ezilenleri birleşin”dir (Metin Kayaoğlu). Herhangi bir ezilen kesimine ontolojik ayrıcalık tanımayan ama ezilenleri evrensel bir politik kategoriye dönüştüren bu şiar, politikada ezilenleri hareket halinde kavramaya açıklık taşır. Şiar, ezilenleri salt ontolojik, eş deyişle metafizik boyutta ele alan ve dolayısıyla politikaya ontolojik bir temel sunan çağrı değildir. Ezilenlerin birliği, ezilenlere devrimci politika dolayımıyla politik varlık kazandırmaya dönük yönelimi ifade eder.

Ezenler devlet ile temsil edilen bir politik varlık olduğu halde, ezilenler ancak devrimci politik özneler dolayımıyla politik varlıklara dönüşebilir. Bu nedenle politik evrensellik ezilenlerin ontolojik dağılımının ötesinde politik bileşimiyle birlikte ele alınmalıdır. Burada oluşan farklılıklar, politik zamansallık içinde görece genişleyen ya da daralan bir dağılıma sahiptir. Mekan ve zamanın görece homojenleşmesinin örgütlü ezenler lehine oluşan eşgüdümü, ezilenler cenahında karşılıklar oluşturarak politik evrenselleşme için nesnel koşulları sağlar.

 Biz hem Marksizmin ezilenlerin devrimciliği olarak kuruluşundan, hem ezilenlerin devrimciliğinin Marksizmde bir dönemi yaşamış olması nedeniyle[1] ve hem de öznelliğimizden dolayı, ezilenlerin devrimciliğinin evrenselliğini Marksizmin politik ifadelerinde ve ezilenlere açılmada devrimci diyalektiği ile ele alacağız.

a) Ön-Politik Dönem: Kurucu Marksistlerin politik
tutumları

Marksizmin kuruluşu, bütünlüğün tümleyenlerinde (Tarih Bilimi, Materyalist Felsefe, Devrimci Politika) eş zamanlı olarak yaşanmadı. Marx ve Engels, hayatları boyunca politik tutumlar almış, yaşadıkları dönemin politik gelişmelerine yönelik tavırlarda bulunmuşlardır. Örgütlenmelere katılıp, örgütlenmeler kurmuşlardır. Marksizmin politik olarak kurulmasında bir döneme yayılan bu tutumlar, pratikler ve tavırlar ayrıştırılmalıdır. Marksizmin politika bileşeninin aranacağı nokta pratik-politik devrimciliktir. Bu ön kabul ışığında Komünistler Birliği, I. Enternasyonal (1864-1876) ve II. Enternasyonal’i (1889-1914) kapsayan dönem[2] Marksizm için “ön-politik dönem” olarak adlandırılabilir.

Marksizmin bilim bileşeninin kurulduğu dönemin, Marx ve Engels’in politik tutumlarının yoğunlaştığı bir döneme rastladığı görülür. 1848 Avrupa devrimlerinin etkileriyle birlikte yapılan değerlendirme ve öngörüler, yerini, devrimlerin yenilgisiyle yaşanan geri çekilmesiyle, koşulların oluşturacağı bir devrimci dönem beklentisine bıraktı. Bu dönem boyunca ortaya konulan politik tutumların önemli bir kısmı yeni kurulan bilimin önermelerinin karşılığının politik alanda aranması kusurunu taşır. Marx ve Engels yaşadıkları dönemin ezilen hareketine ve devrimlerine duyarlılardı, onlarla bağlar kuruyorlardı: bu duyarlılıklar politik ifadelerde devrimci politik tutumlar olarak öne çıkar.

Marx ve Engels, 1847’de Komünistler Birliği’ne katıldıklarında, Birliğin “Bütün insanlar kardeştir” şiarını “Bütün dünya işçileri birleşin” şeklinde değiştirerek burjuva ideolojisinin “hümanist evrensellik” anlayışına ve geri kozmopolitizmine karşı güçlü bir teorik-politik müdahalede bulundular.

Dönemin Avrupa’sında İşçi Hareketinin ezilenlerin politik yoğunlaşmasında öndeliği ile bilimsel önermelerin kuruluş döneminin oluşturduğu kesişme bu operasyonel müdahaleye imkan sağlar. Komünist Manifesto, Marksizmin kuruluşunun ilanı olarak politik tutumun karşılıklarının aranmasına dönük bir bildirimdir. Marx’ın “Fransa’da Sınıf Savaşları” ve “Louis Bonaparte’ın 18. Brumaire’i” adlı eserleri, politik metinler olarak dönemin değerlendirmesini aşan, Marksizmin ön-politik dönemini yansıtan kurucu metinlerdir. Marx ve Engels, 1864’te Uluslararası İşçiler Birliği’nin (I. Enternasyonal) kuruluşuna dek politik olarak sessizlik içinde kaldılar. Sessizlik döneminde New York Daily Tribune gazetesindeki –bir kısmı Engels tarafından yazılmış olan– makaleleri aracılığı ile Marx’ın genel politik yaklaşımlarını izleyebiliyoruz. Bu makalelerin önemli bir kısmı, merkeze, “dünya politikası” olarak Batılı Devletlerin politikalarını alır ve bu politikaların eleştirisini yapar.

Marx’ın evrensellik yaklaşımı öncelikle politik olmaktan çok tarihseldir. Manifesto’daki ‘işçilerin birliği’ sloganı bu tarihsel durumun ifadesidir ve kaynağını bilimin önermelerinden alır. Aynı zamanda Marx’ın evrensellik sınırı politik olarak Avrupa’nın evrenselliğidir. Jeo-politik merkez olarak Avrupa ve Kuzey Amerika “uygar dünya” olarak nitelendirilmiş, Avrupa’nın tarihsel ileriliği onun politikasının bir “dünya politikası” olarak da anlam kazandığı varsayımına dönüştürülmüştür. Örneğin Hindistan’da, Çin’de, Latin Amerika’daki politik gelişmeler, ayaklanmalar ve çatışmalar yaşandığı alanların politik dinamikleriyle ve ilişkileriyle değil, Batının sömürgeci merkezlerinin politikalarına etkileri dolayımıyla ele alınmışlardır. “Uygar dünya” dışındaki dünyanın “uygar dünya”ca ezilmesi kınanmıştır ama bir devrimci politika konusu olarak ele alınmamıştır. Bir bakıma dünyanın geri kalanı politik olarak yok hükmündedir. Bu durumun, Hegelci “tarih dışı halklar” mitinin kullanılmasına kadar uzanan bir skalası vardır. Kimi noktalarda Marx, Avrupalı güçler arasındaki çatışmalarda tarihsel ilerilik ve gerilik belirlemelerine göre işlem yapar.

Kayaoğlu, Marx’ın bu dönemde aldığı politik tutumları için iki özellik belirliyor. “a) Tarihsel ilerlemenin politikleşmiş görüşü b) Kurgusal jeo-politika”.[3] Birçok konuda zamanının anlayışıyla aykırı nitelikler barındıran Marksizm, ön-politik dönemde “bilimin politikaya uygulanması”nın bir sonucu olarak belirgin şekilde sınırlıdır. Öyleyse bu durum kabaca zamanın genel algısının yani Marx’ın fert olarak yaşadığı dönemin ideolojisi ile ilişkisiyle sınırlanamaz.

Marksizmin devrimci politik varlığı ile evrenselleşme dinamiği paralel ilerlemiştir. Marx ve Engels’in yaşadığı dönemde ve onların politik evrensellik sınırları içinde, “uygar dünya”da devrimci politikanın varlığı bulunmuyor olsaydı burada Marksizmin politik nitelik kazanamama durumu, “ön-politik” niteliği yine belirtilmeliydi. Fakat bu durum için politikanın zamansallığı açısından kuruluş döneminin etkileriyle kimi anlaşılır nedenler belirlenebilirdi. Şu halde bunu yapmak tutarlılık açısından problemlidir, çünkü bu dönemde “uygar dünya”da devrimcilik, politik bir nitelik kazanmış örnekler barındırıyordu.

Marksizmin kuruluşunun tarihlendiği dönemde, Blanqui gibi politik devrimciliğinden sual olunmaz bir örnek vardı. Farklı dönemlerde Blanquistler ile Marksistler ayrı politik örgütlenmelerde bulunmuşlar ve aralarında politik rekabetler de yaşanmıştır. Yine Marksistlerle aynı politik örgütlenmeler içinde yer alan ama I. Enternasyonal’in dağılmasıyla sonuçlanan tartışmalarda da taraf olan Bakunin gibi ele avuca sığmaz bir örnek vardır. Her ne kadar hiçbir zaman hayata geçmeyen gizli örgüt planlarıyla istikrarsız bir politik karakter taşısa da Bakunin, Avrupa sathında nerede bir devrimci yöneliş olsa oraya akın eden yönünün istikrarlılığıyla görmezden gelinemez. 19. yüzyılın son çeyreğinde, Bakunin esinli devrimci pratiğiyle anarşizm öne çıkan bir akım olmuştur. Rusya’da, 1860’larda Neçayev’in kategorik devrimciliği sonrası kimi yönleriyle onun eleştirisini de taşıyan Narodnik hareketin ortaya çıkmasıyla birlikte devrimcilik döneminin sürdürüldüğü izlenebilir. Belirtilen özneler dışında, bu dönemde ulusal devrimcilikler eksik olmamıştır. (İtalya, Polonya, İrlanda gibi…) Sonuçta ‘uygar dünya’da devrimcilik tikel dinamikleriyle sürmektedir ve bu devrimciliklerden hiçbiri Marksizm adıyla anılmamaktadır. Politik anlamda evrenselliğin oluşmadığı ama politik ilginin yoğunlaştığı alanda da devrimci politikanın izlendiği bu dönemde Marksizm, ön-politik döneminde belirtilen politik devrimciliklerle eleştirel teorik bir etkileşim içinde bulunmuştur.

I. Enternasyonal, ‘uygar dünya’ olarak Avrupa ve Kuzey Amerika’yı kapsar. II. Enternasyonal de bu sınırlar dahilinde bir ‘enternasyonal’dir. I. Enternasyonal’in herhangi bir politik varlığı yoktur. Bileşenlerinin temsilcisi oldukları yerellerde varlıkları neredeyse yok sınırındadır. Bir politikleşme testine tabi tutulmaya gerek bile kalmadan, bu kuruluş, merkezi, açıkça Marx’ın operasyonuyla Amerika’ya taşınarak sessizce dağıtılmıştır.

II. Enternasyonal ise politik varlık kazanmıştır, özellikle Marx ve Engels’in son dönemlerinde en yoğun politik müdahalelerine konu olan Alman Partisiyle kitlesel bir güç de kazanmıştır. Marx’ın, 1875’teki Lasallecilerle birleşme kongresi olan Gotha Kongresi’nin programına eleştirileri net bir politik devrimci tutum örneğidir. Engels’in Erfurt programına eleştirilerini de eklersek Marksist politikanın oluşmasına dönük katkılar sağlayan bu müdahaleler, asıl hedef olan Alman Partisi ve onun belirleyiciliğindeki II. Enternasyonal’e reformist bir politikanın egemen olmasını engelleyememiştir.

İfade ettiğimiz gibi, Marx ve Engels’in bu dönemin tamamında, Paris Komünü gibi devrimci çıkışların olduğu koşullarda, oranı artan, politik müdahaleler, tavırlar ve devrimci tutumlar içinde oldukları muhakkak. Marksizmin oluşumunun ilanı da bir bakıma politika sektöründen tutum bildirimiyle olmuştur. Ayrıca Marksizm, oluşumunda içkin bir politik yaklaşım ve devrimci tutum barındırır. Tüm bir dönemde, sonraki politik devrimcilik döneminin açılmasına destek olacak yanlar bulunur, bir işlemden geçirilmek şartıyla. Fakat Marksist politika kategorik olarak politik devrimcilik ile birlikte anıldığında, sınır bu noktadan çekildiğinde, eksiklik net bir şekilde belirir.

Marksizm, ön-politik dönemi boyunca Bakunin Blanqui, Mazzini, Proudhon, Lasalle gibi rakipleriyle ve onların teorik sınırlılıklarıyla karşı karşıya gelerek bir anlamda politika alanında hegemonya kurmaya çalışmıştır. Burada desteğini bilimsel önermelerinin gücünden almıştır. Daha sonraki süreçte II. Enternasyonal’in reformist sosyalizmi ve rasyonalist Marksizan yaklaşımları bu dönemin tartışmalarını mevcut hattına dayanak yapmıştır. Diğer yandan Marx’ın, Paris Komünü gibi gelecekte Marksizme simgesel olarak etkide bulunan ve politik esin veren pratiklere devrimci temelde yaklaşımı, Alman Partisine yönelik ısrarlı ama sonuçsuz çabaları, Narodnik harekete pozitif yaklaşımları Marksist politikanın oluşmasında ön belirtiler taşır. Marx’ın, Marksizme açıldığı alanlarda politika bileşeni için burada yapılan ayrıştırma işlemleri belirleyicidir. Bu işlemler için Lenin gibi bir Marksist gerekmiştir.

b) Politik Marksizm ya da Lenin’in yolu

II. Enternasyonal’in bir dönemi kaplayan reformcu çizgisi içine sığmayan ve onun sonunu ilan eden bileşeni Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin Bolşevik kanadı, Lenin şahsında Marksizmin politik kuruluşunu ilan etmiştir. Kurucu Marksistlerin devrimci tutumlarını önüne alarak izleyen Lenin, Rusya Partisi içinde küçük bir kliğin yöneticisidir; ancak izlediği politik çizgiyle kritik eşiklerde II. Enternasyonal ile uyumsuzluk taşır. Özellikle Rusya Partisinin II. Enternasyonal ile uyumlu kanadı olan Menşevikler tarafından sürekli Enternasyonal’e şikayet edilir.

Marksizmin politik karakter kazanmasının Lenin ile olmasının koşulları, Rusya’nın arkaikliğine, Avrupa’nın dış sınırı olarak ‘uygar dünya’nın dışında kalmışlığına, buradaki ‘kapitalist üretim tarzının’ geriliğine verilerek hem hasımlarınca reddedilmiş hem de onun kimi “takipçilerince” tarihselleştirilerek sınırlandırılmış, içerdiği radikallik, süreklilik mantığıyla yumuşatılmıştır. Bu durum, Marksist devrimciliğin Lenin’den sonraki örneklerinde de açığa çıkmış bir değerlendirme tarzıdır. Hem erken dönemde hem de sonraları Lenin’in Marksizmi çarptığı, onun tarihsel gelişmenin bir uğrağı olan ‘devrim’i, iktidarı ele geçirmeye indirgediği eleştirisi tarihsel solculuk tarafından her fırsatta dillendirilmiştir. Açıktan ya da dolaylı yollardan, Lenin övgüsüyle, Leninizm uğrağını paranteze alan bir ‘Marx’a dönüş’ çağrısı da yapılmıştır.

Bizce, tarihsel koşullardan öte, Lenin, öncelikle Marksizmin ön-politik döneminde beliren politik tutumları ele almış ve bu tutumların izlerini sürerek bir politika izlemiş ama daha fazlasıyla devrimcilik koşullarıyla birlikte Marksizmi inşa etmiştir. Lenin, deyim yerindeyse Marksizme Narodnik aşı yapmıştır. Bu, kabaca, Marksizm artı Narodnizm değildir. Narodnik hareket Rusya’da bir devrimcilik dönemi boyunca politik devrimciliği izlemiş bir akımdır. Marksizm bu akımın teorik eleştirisini Lenin’in çalışmalarında güçlü bir şekilde ortaya koyarak kendi politik varlığını da devrimcilik dönemi içinde oluşturdu.

Lenin’in Marksizme kazandırdığı politik devrimcilik, esasını ‘öncü politika’ olarak ele aldığımız örgütün politik merkeziliği ve öncü örgüt aracılığıyla tikel ezilen tepkilerinin devrimci politikada birleştirilmesi ile beliren, içinde öncü dolayımıyla, mesela Kafkas pratiği olarak bilinen (Stalin’in yürütücülerinden olduğu) eylem çizgisinden, grevlere, yayın faaliyetine, parlamentoya kadar geniş bir politik pratiği barındırır. Lenin ‘Ne Yapmalı?’ adlı eseriyle Marksist politikanın ön-politik durumuna pratikte son verişinin teorik ifadesini de ortaya koyar. ‘Ne Yapmalı?’ politik Marksizmin manifestosu olarak anılmayı hak eder.

Lenin’in yaptığı, özgül durumlar içinde Marx ve Engels’in devrimci politik tutumlarını izlemek, yeniden oluşturmak ve değerlendirmek, politik sonuçlarına vardırmaktır. Bu noktada Lenin, özel bir Marksist edinim gerçekleştirir. İçinde teoriyi de barındırmakla birlikte esas olarak politik bir kuruluştur bu.

Marksizmin bütünleyenlerinin kuruluşundaki farklı zamansallık, her bir bütünleyenin kuruluşundan sonra da ayrışmalar ile yeniden farklı zamansallıklara dağılabilir ve dağılmıştır da. Lenin’in politik Marksizmi kurması ile birlikte bilim ve felsefe bütünleyenlerini de kapsayan Marksist bütünsellik yakalanmıştır. Böylece bütünsel Marksizm ilk defa ortak bir zamansallık kazanarak oluşmuştur.

Marksizm, Ekim Devrimi ile birlikte ‘evrensellik’ niteliğini politikada genişletmiştir. 1914’te savaş konusundaki tavrıyla fiilen dağılan II. Enternasyonal hiçbir zaman ‘uygar dünya’ dışında bir evrensellik kazanamamış, ufku dahilinde böyle bir sorunu taşımamıştır. 1900 tarihli kongresinde sömürgecilik mahkûm edilmesine rağmen, yedi yıl sonra 1907’deki  Stuttgart Kongresi’nde, “her türlü sömürge politikasını, örneğin Sosyalist bir rejim altında uygarlaştırıcı bir amaca hizmet edebilecek olanları, tüm koşullar altında reddetmeme” gibi bir öneri, az bir oy farkıyla (127’ye karşı 108) reddedilmiş olmasına rağmen Enternasyonal’in politik durumunu ve ağırlıklı bir yönelimini de açığa çıkartmıştır.

III. Enternasyonal (Komintern), 1919’da, 1914’te Lenin’in “Oportünizmin etkisindeki II. Enternasyonal öldü. Yaşasın III. Enternasyonal…” belirlemesinin ışığında, Ekim Devrimi koşullarında kuruldu. III. Enternasyonal Marksizmin evrensellik kapsamını hem teorik-politik olarak hem de politik olarak genişletti. “Bütün dünya işçileri ve ezilen halklar birleşin!” şiarı bu genişlemenin ifadesidir. III. Enternasyonal, “içinde sadece beyaz derili insanların yer aldığı II. Enternasyonal’in gelenekleriyle ilk ve son olarak bağlarını kopardığını” ilan ediyordu.

Alman devriminin yenilgiye uğraması sonrasında Batı’da beklenen devrimlerden geriye bir şeyin kalmaması, politik bir zorunluluk olarak Marksist devrimcileri Doğu’ya dönmeye zorladı. Bu dönüşün Marksizmin politik evrenselleşmesinde etkisi muazzamdı. Hem Ekim Devrimi’nin yarattığı devrimci konjonktür, hem de sömürgecilik ve emperyalist savaşın yarattığı politik koşullar içinde Sovyetler Birliği bir devrim merkezi olarak dünyanın dört bir yanından gelen Marksist devrimcilerin kaynaşma sahası oldu.

“Ezilen halklar”a yapılan vurgu basitçe bir politik ekleme değil Marksizmin devrimci diyalektiği içinde bir sıçramayı ve politik evrenselleşmede önemli bir aşamayı temsil eder. Bir tarz bakış açısının teolojik yaklaşımla Marksizmi kapalı, tamamlanmış bir sistem olarak kendi boşluklarını düzenleyen, bir bakıma Hegelci bütünlük olarak ele alışının aksine, Marksizm kendini gerçekleştirmek durumunda olan ve sıçramalar, kopuşlar, geriye düşüşler barındıran bir teorik-politik bütünselliktir.

Batı’da beklenen devrimlerin olmaması ile Ekim Devrimi’nin kaderinin tartışıldığı koşullarda, dünyasal politik duruma yüzünü dönen Lenin, emperyalizmin “zayıf halkalar”ını, devrimin genişleyen alanını, Doğu’da gelişecek ezilen halkların coğrafyasında görür. Bu, aynı zamanda Ekim Devrimi’nin pratiğinin sonuçlarından, köylülüğün kapsanmasının oluşturduğu bir açıklıktır. Buna rağmen taşıdığı sınırlılıklar, tıkanmalar Marksist bütünsellik içinde dağılmalar yaşanmasına izin verir.

Marksizmin devrimci politikada hegemonyasını kurduğu bu dönem, 1920’li yılların sonlarına kadar devam eder; 1927’de Çin’de III. Enternasyonal’in belirlediği stratejiyle başlatılan ayaklanmanın bastırılmasıyla fiilen sona erer ve Marksizmin politikasına geri çevrilemez etkilerde bulunur. Öncelikle Marksizm artık evrensel bir politik devrimciliktir.

Buradaki, sınırlılık ve tıkanmalara yol açan yani tarihsel ilerlemeci modelin muhafaza edilmesini de taşıyan bir dizi kaynağa sahiptir. Politik evrenselleşme kapsamında ele alınan ezilen halklar bir bakıma tarihsel olarak geriliklerine dayalı bir devrimcilik atfına maruz kalırlar. Şu halde onlar, ancak en gelişkin olarak yaşayan modelin, Avrupa’nın gerisindedirler. Onlar geri kalmış, geç kalmış olarak aynı evrensel zaman içinde yaşasalar da, politikaları, tarihsel geriliklerine göre tanımlanmıştır. Buradan çıkan devrimcilik de, bu tarihsel zaman aralığını sürekli olarak politikayla kapatmaya yönelik olmak durumundadır. Politik stratejilerin belirlenmesinde III. Enternasyonal’in yaklaşımı bu ufukta takılıp kalır.

Devrimci dönemin geriye çekilmesiyle birlikte sınırlar da netleşir. III. Enternasyonal dünya çapında örgütlü Marksist bir politik merkezdir, ancak bu merkezden belirlenen politikalar birçok yerelde devrimci sonuçlar vermemektedir. Esaslı mücadelelere girişilen yerlerde bile yenilgiler alınmıştır. Burada, bilimin politikaya uygulanmasıyla birlikte belirlenen politik stratejilerinin yanında farklı politik koşulların ‘en ileri politik merkez’in politikalarına göre düzenlenmesinin açık sorunları görülmektedir.

Sovyetler Birliği’nin “işçilerin anavatanı” olarak anılması ve onun tüm komünist hareket tarafından korunması gerektiği, bu korumanın nasıl yapılacağından bağımsız olarak, bir noktaya kadar anlaşılır bir yaklaşımdır. Emperyalist kuşatmaya karşı Ekim Devrimi’nin savunulması önemli bir devrimci görevdir. Ne yazık ki bunun politik karşılıkları uygun bir tarzda belirlenmemiştir. Öncelikle Sovyetler Birliği bir ‘tarihsel ilerleme’ merkezi olarak alınmış, dolayısıyla onun savunulması politik ileriliği değil tarihsel ileriliği ölçü alınarak belirlenmiştir. Tarihsel ileriliğin politik ileriliğe koşut kabul edilmesi, model ülke olarak alınmaya yolu açar. Bir tür tarihsel pozitivizm örneği ile şekillendirilen bu teorik yaklaşımın sonucu, Sovyetler Birliği’nin, varlığıyla, ‘tarihsel geleceğin’ şimdideki hali olarak ele alınması olmuştur.

Daha vahim sonuçlar doğuran yan, Sovyetler Birliği’nin politikaları ve devlet olarak manevralarının, III. Enternasyonal aracılığıyla tüm Komünist Partilere dayatılmasıdır. Sovyetler Birliği’nin dünya çapında izlediği politikalar ve kimi taktikler onun politika yapma kapasitesi içinde anlaşılır kabul edilmelidir. ‘Politik ileri’nin somut bir özneye ve o öznenin politik koşullarında özgül politikalara göre belirlendiği, aksi halde yerellerdeki partilerin Ekim Devrimi’nin savunulması görevini bile yerine getiremeyeceği ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği özel niteliği ile ‘politik ileri’ olabilecek kimi taktikleri bir dönem boyunca sürdürür. Lenin ile başlayan ve devlet olmanın gerektirdiği duruma göre ayarlanan bu politikalar, farklı anlaşmalara, geri çekilmelere izin verir.  Brest-Litovsk Antlaşması,  Nazi-Sovyet Antlaşması ve II. Emperyalist Paylaşım Savaşı ittifaklarında bu durum kimi kayıtlarla izlenilebilir. Bu politik manevralar –başka nedenlerle eleştirileri meşru ve anlaşılabilir olmakla birlikte– politik işlem niteliği taşıdıklarını ve açıkça güçler dengesinde ehil bir politik öznenin konumlarını, devrimciliğini koruyacak taktikler izleyebileceğini gösterir. Yaşanan haliyle Sovyetler Birliği’nin ‘politik ileri’ taktikleri III. Enternasyonal partilerinde herhangi bir devrimci sonuç doğurmamıştır. Aksine, birçok örnekte yerel partiler Sovyet Devleti’nin politikalarına uyum sağlama çabasıyla varlıklarını askıya almışlar, devrimci niteliklerini yitirmişlerdir. 1943’te III. Enternasyonal’in dağılması da böyle bir yaklaşımın sonucudur.

İspanya iç savaşı (1936-39), enternasyonalist etki doğuran yanıyla konumuz için önemlidir. İç savaş süresince oluşturulan uluslararası tugaylar ve dayanışma, ağırlıkla Batılı devrimciler ve eski İspanyol sömürgelerinden (Latin Amerika’dan) gelen devrimcileri barındırıyor olmasına rağmen, politik alanda kurulan bağ, Ekim Devrimi sonrasında yaşanan ilk yoğunlaşmadır. Tüm diğer faktörler bir yana, yenilgide, Sovyetler Birliği’nin izlediği politikanın etkisi olmuştur.

Çin Devrimi örneğinde gördüğümüz gibi, yerelde yürütülen devrimci politikaların önemli bir kısmı, III. Enternasyonal’in dayattığı politikaların dışında kalan, çoğunlukla onun tam tersi politikalar yürüten, ona rağmen kazanılan başarılar ve devrimci mücadelelerdir.

Evet, bu dönemde Marksizm evrensel bir politik akım olmuştur. Bu durum, Marksizme güçlü geri dönüşler olarak etkide bulunmuştur, fakat hem teoride hem de politikada halen ‘tarihsel ileri’ ve ‘politik ileri’ temsilleri olarak varsayılan ve yönünü ‘uygar Batı’nın politik dengelerine çevirmiş, dünyanın geri kalanını oradaki etkileriyle ele alan bu yaklaşımın hakimiyeti kırılamamıştır. Politik evrenselleşme ezilenler lehine genişlemesinde bir aşama kaydetmiş, ama bir tür tarihsel ilerlemecilik ve tarihe teğellenmiş politika anlayışından kopulamayarak sınırlandırılmıştır.

Bu dönemin içinde yer alan, tüm devrimci politikalarını Lenin’in açtığı evrenselleşme makasına bağlı kuran, sonraki dönemin merkezden belirlenen politikalarına karşı direnç gösteren ve devrime ulaşan Çin Komünist Partisi, Mao’nun şahsında eşiği aşarak Lenin’in dolaysız politik sürdürücüsü olmanın yanında Marksizmin politik evrenselleşmesi ve yerelleşmesi dinamiğini ezilenler alanına doğru yaymıştır. Batılı Marksizmin belirlediği ve sınırladığı kalıplara sığmayan ezilenler devrimciliği olarak Marksizmin politik alanının genişlediği bir dönem açılmıştır.

c) Devrimciler enternasyonali olarak Marksizmin politik evrenselleşmesi

1960’lı yıllarla birlikte dünyasal ölçekte ‘devrimcilikler dönemi’ diyebileceğimiz, içinde devrimleri de barındıran bir politik makas açıldı. Marksizm, farklı devrimcilikleri barındıran politik zamansallıkta Ekim Devrimi ile yaşadığı ikinci yükselmeden sonra, kapsamlı bir etki alanına daha kavuştu. Marksizmin kızıllığı farklı bayraklar altında devrimci politika içinde olan ezilenlerin bayraklarında farklı oranlarda yer aldı. Marksizm, okullara ayrılmış haliyle ezilenlerin devrimciliğine açıldı, politika sektörünün açık ucu sayesinde genişleyen alanına karşılıklar üretti.

Dönemin genel karakteri içinde, “dünyanın fırtına merkezleri” (Mao), emperyalizmin sömürge ve yarı-sömürgeleriydi. Buralarda yükselen ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkileriyle birlikte Çin Devrimi’nin açtığı alanda “Doğu rüzgârları Batı rüzgârlarına galebe çaldı” (Mao). Devrimci politikada Doğu’nun yoğun pratiği Batı metropollerinde etkilerde bulundu. Anti-emperyalist mücadele dalgasının yükselişi Batı’da devrimci etkilerle birlikte farklı birleşenleri taşıyan devrimci öznelerin oluşmasını beraberinde getirdi.

Marksizm için koşullar, özellikle  SBKP’nin 1956’daki 20. Kongresi’nde alınan kararların ve bu kararlara ÇKP’nin itirazlarının 1963’te ilan edilmesiyle kesinleşen ayrışmanın damgasını taşır. Komünist Hareket, devrimci olan ve olmayan nitelikte beliren bir yarılma yaşadığı kriz ortamındaydı. Bu ayrışmanın etkilerinin, sonraki dönemde, politika açısından teorik karşılıkları da ortaya çıktı.

Sovyetler Birliği’nin ve Batılı komünist partilerin aldığı pozisyon karşısında Mao’nun konumu Marksizmin devrimci diyalektiğinin ezilenlere doğru genişleyen alanını ve politik evrenselleşmenin sürdürülmesini temsil eder. Marksizmin dünyasal ölçekte devrimci politik akım olarak öndeliği Komünist Hareket’teki ayrışmaya etkilerde bulunmuştur; aynı şekilde yerellerde de ayrışmalar yaşanmıştır. Marksizm açısından dönem “okullu Marksizmler dönemi” olarak yaşanırken, okul merkezlerinin ağırlığına göre dağılmasına rağmen, bu sınırı aşan devrimci politik çıkışlar kaydedilmiştir.

Sovyet kanadında yaşanan ayrışmalar, bulunulan ‘sağ’ pozisyonun daha da sağına savrularak Avro-Komünizm’e kadar uzanır ve Marksizmin politik alanının dışına çıkar. Çin tarafının başını çektiği kesim bir yandan 1955  Bandung Konferansıyla oluşan Bağlantısızlar alanında etkide bulunurken diğer yandan merkezin ayarlayıcılığının sınırlarını zorlar, özellikle Kültür Devrimi’nin etkileriyle birlikte yerellerde bağımsız devrimci politik öznelerin oluşmasıyla sonuçlanır. Çin’in reel politik ayarlamaları da yaşanan devrimci ayrışmalarda etken olmuştur.

Başka bir sahada Küba Devrimi’nin özgün varlığı Latin Amerika’da devrimci makasın açılması sonucunu doğurur.  Che Guevara’nın politik adımlarıyla başlayan ve tüm döneme yayılan devrimcilik, kıtasal etkiyi aşan bir akım oluşturur.

Sosyalizm deneyimlerinin diri olduğu koşullara rağmen Marksist politikanın merkezi bir organizasyondan yoksunluğunda yerellerde sürdürülen devrimcilikler ideoloji sahasında merkezlerden etkilenmekle birlikte kendi koşulları içinde hareket ederler. Merkezsizlik ya da dolaylı ideo-politik merkezlerin kabulü durumu, III. Enternasyonal döneminde yaşanan kısıtlamaların kırılmasında pozitif etkiler doğurmuştur. Diğer yandan parçalı yapı, yerel deneyimlerin ortaklaştırılmasında zorluklar doğurur. Komünist Hareket’teki yarılmanın olumsuz etkileri yerellerde izlenmekle birlikte Marksizm, belirli merkezi olmayan (ya da çok-merkezli) devrimciler enternasyonalinin üst ideolojisidir. Nesnelliği eğip büken “koşullu devrimcilik” anlayışının teorik hegemonyasına, stratejik modeller dayatmasına rağmen, Marksizm ezilenlerle kurduğu aşağıdan pratik bağlarla devrimcilikler döneminde ciddi deneyimler biriktirmiştir. Çözümlere ulaşılamasa da deneyimlerle üretilen sorunların belirmesi ve bu sorunlarla yüzleşme Marksizmin teorik ve politik alanını genişletmiştir.

Vietnam Devrimi ve direnişi, Kültür Devrimi, 68 Hareketi, Che Guevara’nın etkileri gibi bir dizi farklı bileşeni bir arada taşıyan özel bir dönemdir bu dönem. Avrupa da bu etkilerden uzak kalamamış, özellikle 68 Hareketi’nin akabinde devrimci politik öznelerin belirmesiyle yüz yüze kalmıştır.

Sömürgecilik karşıtı ulusal kurtuluş mücadeleleriyle kurulan bağ, Marksizmin politika yürüttüğü sahanın kapsamını genişletmiştir. Dinamik bir mücadele alanına özgü sorunlar Marksizmin dünya üzerindeki yayılımıyla birlikte politikasında açılmalar da sağlamıştır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri veren hareketlerin önemli bir kısmının üst ideoloji olarak Marksizmi kabul etmesiyle oluşan olumlu etkileşim, dönemin kapanmasıyla tersten sonuçlar doğurmaya başlar. Başarılı ulusal devrimlerin iktidar pratiklerinde oluşan sorunlar; egemenliği kurma ve yeniden dağıtma biçimleri, Marksizmin gerçekleşmesi içinde olumsuz geri dönüşlerde bulunmuştur. Kabaca, ulusal kurtuluş örneklerinin Marksizminin kusurlu olduğu iddia edilebilir. Bu sağduyusal yaklaşım, sorunla yüzleşmek yerine sorunları halının altına süpürmekle eş anlamlıdır. Dönem boyunca Marksizmin, Lenin’in Devlet ve Devrim kitabının isminden esinlenirsek, devrimci politik dönem ile devlet iktidarı döneminde bir yarık oluşturduğunu tespit edebiliriz. Sosyalizm deneyimlerini de kapsayan bu sorunda, Marksizm, politikada devrimciliğinin pratikleriyle tarihsel ilerlemeciliğin kalıplarını yıkarken, devlet iktidarı döneminde, kendi epistemolojik gücünün ağırlığının altında kalarak bu sorunları yeniden üretmiştir.

Marksizmin politik evrenselleşmesi, pratikte ezilenlerin geniş sahasına yayılmasıyla ölçülür. Çin Devrimi ile Mao’nun müdahalesi, Marksizme, tarihsel ilerlemeye teğellenmiş işçi sınıfına ontolojik üstünlük atfeden ideo-politik sınırlarına sokmaya engel teşkil edecek kadar derin etkilerde bulunmuştur. “İşçi sınıfı kendi çıkarını evrensel çerçevede ifade ederek tüm insanlığın kurtuluşu için politikanın özne-nesnesi olarak öndedir” anlayışıyla özetlenebilecek bu sınıf dolayımıyla hümanist evrensellik teorisinin nüfuzu tüm dönem boyunca teorik olarak korunmuştur.

Batılı modelin Aydınlanmacı ilerlemeciliğine karşı Marksizmin devrimci diyalektiği, yerelleşme kapsamında dünyasal ölçekte yaşanan devrimci zamansallık içinde farklı ezilen kesimlerinin politik alanda kavranmasına açılmıştır. Cezayir’den Angola ve Gine’ye, oradan Kamboçya, Güney Afrika ve Nikaragua’ya kadar, farklı koşullarda deneyimler kazanılmıştır.[4] Kabaca 1960’lı yıllarla birlikte başlayan ve 80’li yıllara dek devam eden dönemde yaşanan tüm devrimler ve devrimci mücadelelerde Marksizmin etkisi belirgin şekilde hissedilir.

Marksizmin yaşadığı geniş bir alana yayılan deneyimler “saf”, “ideal” Marksizm arayışlarının ufkuna sığmayacak kadar canlı bir dağılım sunar. Böylece birbiriyle uyuşmayan bir Marksizmler çoğulluğuyla da karşı karşıya kalırız.

Dönem içinde kimi akımların politik hegemonyalarının belirdiği görünse de tüm dönemi kapsayan bir hegemonya hiçbir akımca kurulamamıştır. Maoizm, hem ilk döneminde, Komünist Hareket’in ayrışması koşullarında, hem de daha sonraki ikinci dönemde kimi örnekleriyle güncel etkilere kadar uzanan devrimci Maoizm ile politik bir hegemonya kurmuştur.

Devrimciliğin dünyasal ölçekte politik zamansallık kazandığı koşullarda Marksizm teorik ifadelerini kazanamamış ama işleyen süreçte izlenen bu pratiklerle devrimcilikte içeriden ideo-politik hegemonya kurmuştur. Tarihsel zamansallık ile politik zamansallık arasında varsayılan  tekabüliyet, yani tarih olarak ilerinin politik olarak devrimsel koşullara yakınlığı fiilen kırılmış ve politik zamansallık tarihsel zamansallığı kuşatan ama ona güdümlü olmayan varlığıyla farklı yoğunluklarda olsa da tarihsel ileri ile tarihsel geri sahalarda ortak bir zamansallık yakalanmıştır. Marksizm, politik evrenselleşmesinin koşullarında ve yüzyılın büyük devrimlerinin bayraklarında adının yazmasının avantajlarıyla hareket etmiştir. Kuşkusuz, Marksizm ile ideolojik etkileşime giren her devrimci politika ‘Marksist olma’ vasfını taşımaz, ama Marksizmin politika alanında aranacağı yer de devrimcilik alanıdır. Özgül devrimcilikler, çoğunlukla, tikel ezilen kesimlerinin tarihsel politik devrimciliğini temsil eder ve bu nedenle de sınırlı bir devrimcilik üretirler. Bu halde bile nesnel etkilerde bulunurlar. Anti-emperyalist ulusalcılığın belirleyici olduğu devrimcilik, bu dönemde belirttiğimiz karakteri en net gösteren örnektir.

Dünyada Marksizmin, sosyalizm deneyimleri olarak büyük devletlerde temsil olunması, ‘soğuk savaş’ dönemi diye anılan II. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası dünyanın iki kutba ayrılması, sömürgelerdeki Ulusal Kurtuluş Hareketlerini sosyalizm deneyimleriyle reel politik nedenlerle de yan yana getiriyordu. Bu alanda gerçekleşen devrimler kısa süre içinde sınırlılıklarını gösterdi. Sosyalizm buralarda devletçi bir kalkınma modeli olarak alındı.

Devrimcilikler dönemi, ezenin istikrarlı bölgelerini sınırlandırır ve istikrarsızlık alanlarını genişleterek devrimci politikanın alanını yaymayı, içinde bir özellik olarak barındırır. Başarılı devrimlerin diğer devrimci mücadelelere desteği, deneyimlerini aktarması Ekim Devrimi sonrasında yoğun olarak yaşandı. Çin devrimi de Küba devrimi de bu koşula uygun hareket etti.

Devrimcilikler döneminde Sovyetler Birliği’nin politikası, reel politik çıkarlarına uygunluk kriteri haricinde herhangi bir kriter tanımamaktı. Çin’in 1963 polemiklerinin bir konusu da öncelikler arasında devrimci mücadeleleri desteklemekti. Kültür Devriminde yükselen devrimcilik, sadece doğrudan destek sağlamakla kalmadı, nesnel etkiler de doğurdu. 1970’li yılların başından itibaren Çin de, tıpkı Sovyetler Birliği’nin Sovyetçi alanlar yaratması örneğiyle kendi ‘büyük politikasını’ izleyen alanlar yaratmaya çalışması gibi, Çinci alanlar yaratmaya girişti. Bu nedenler ve sonuçlarla, devrim sonrası iktidarlar, ‘devrimciler enternasyonali’ için merkez konumlarını koruyamamamış ve burada beklenen devrimci rollerini yürütememişlerdir.

Dönemin karakterine uygun olarak, politik devrimciliğin sürdüğü sahada bir kaynaşma yaşandı. Bu örneklerde öne çıkan Orta Doğu sınırlarını aşan politik devrimcilik, merkez olması bakımından Filistin Direnişi ve onun art alanı olarak kullandığı kamplardır.[5] Filistin direnişinin sağladığı alan, 1960’lı yılların sonlarından 1980’li yılların ortalarına kadar bir devrimciler enternasyonalinin yaşam alanı olarak öne çıkmıştır. Marksizmin politik evrenselleşmesiyle devrimciler enternasyonalinin kesiştiği saha olarak Filistin, farklı devrimci ve ezilenler dinamiklerini buluşturdu, onlara mücadele deneyimi aktardı ve ortak mücadele için alanlar sundu; ve tabii ki simgesel bir mekan oluşturdu.

Marksizmin okullu döneminin kapanması ile devrimcilikler döneminin kapanması az çok birbirini izlemiştir. Bu durum aynı zamanda Marksizmin dünyasal ölçekte devrimci politika için bağ kurucu niteliğinin de bir göstergesidir. Marksizm dışında kalan devrimcilikler, dünyasal bir devrimci zamansallık oluşturamayan sınırlı bölgelerde ve sınırlı yoğunlukta belirebilmiştir. Devrimcilikler döneminin kapanmasıyla Marksist devrimciliğin sürdürüldüğü sahalar da sınırlanmıştır.

Marksizme bu dönemin etkisi, onun devrimci diyalektiğinde ezilenlere açılmasında sıçramalarla izlenebilir. Politik evrenselleşme, Marksizmin devrimci politik varlık olarak belirdiği her koşulda, yerel deneyimlerde gözlem mesafesindedir. Geçmiş devrimcilik dönemi boyunca Marksizm ezilenlere açılmış, burada bir ideo-politik hegemonya kurmuştur, ama bu durum koşulların dayattığı bir araz olarak doktrinerlikle birlikte uyumsuzluklarla yaşanmıştır.

Marksizmin, ezilenlerin aşkın ideolojisi olarak kurulması, salt pratik bir açılmanın ötesinde teorik sonuçlarını tereddütsüz izlemek, Marx’tan Mao’ya uzanan hattın sonuçlarını takip etmek ve sürekli gerçekleşmek zorunluluğu ile birlikte, ancak burada mümkündür.

d) Devrimci olmayan zamanlarda devrimci zamansallık: Bir şerh

Teori ve Politika’nın 63. sayısında A. Ercüment Özkaya, “Nepal’de Maocu Deneyim: Geçen 20. Yüzyıla mı gelen 21. Yüzyıla mı ait”[6] başlığını taşıyan, Nepal deneyimi dolayımıyla devrimci zamansallığı da barındıran bir yazı kaleme aldı. Özkaya’nın, Nepal deneyimi ile ilgili özenli yaklaşımı ve anlatımı, konumuz açısından bir tartışma yürütmeye imkan tanıyor.

Özkaya, NKP(M) lideri Parachanda’nın çeşitli konuşmalarında Nepal’deki Halk Savaşının 21. Yüzyılın komünist hareketleri için uluslararası önemde bir yol açıcı, yön gösterici rol oynadığını/oynayacağını iddia ettiği aktarmasını yapıyor ve olgusal olarak bu iddianın geçersizliğini, Nepal’in Maocu devrimcilerinin geçmişe ait arkaik bir hareket olduğuna işaret ettiğini belirtiyor. Özkaya, Nepal deneyiminin olmayan uluslararası komünist harekette ve tabii oluşacaksa içinden çıkılacak olan en geniş ve gevşek anlamıyla ‘dünya solunda’ pek az heyecan, pek az ilgi ve yankı uyandırdığını haklı olarak tespit ediyor.

Daha da önemlisi, “Nepalli Maocuların arkaiklikleri … ideolojilerinin arkaikliğinden değil ülkelerinin arkaikliğinden, yani öznel değil nesnel bir durumdan kaynaklanıyor” tespitini yapıyor ve “Nepal Maocularını arkaizm ile eleştirmek, onları içinde var oldukları nesnel (somut) duruma uygun bir mücadele biçimi geliştirdikleri yani devrimciliğin gereğini yerine getirdikleri için yargılamak, devrimcileri devrimcilik yapmakla suçlamak olur” yaklaşımıyla devrimciliğin koşullarını uygun şekilde tespit ediyor. Bundan sonra, Nepal’in tarihsel koşullarını (kendi deyimiyle “arkaikliğini”) özetliyor. Buna bağlı olarak 21. Yüzyıl şartlarının Nepal deneyimini model olarak alıp almayacağını sorguluyor. Sonuç olarak, “birçok tarihsel ve toplumsal gösterge 21. Yüzyılın belirleyici mücadele alanlarının kentler olduğuna ve olacağına işaret ediyor” belirlemesini yapıyor.

Bizce, Özkaya’nın sorduğu Nepal deneyiminin zamansal aidiyeti ile ilgili soru ve bu soruya Prachanda’nın iddiası üzerinden verdiği, esas olarak Nepal deneyiminin 20. Yüzyılda yaşanan ve kapanan devrimci zamansallığa ait olduğu cevabı uygunluk taşıyor; ancak bu cevabı oluşturan gerekçeleri, soruyu ele alış biçimi, tam da yine 20. Yüzyılın devrimcilik döneminin sorunsalının içine gömülmüş olmakla kusurlu ve uygun olmayan bir içerik taşıyor. Nepal deneyimi 20. Yüzyıl deneyimlerine ait, ama bambaşka nedenlerle…

Öncelikle, Nepal deneyimi 10 yıllık Halk Savaşı döneminden sonra başarılar kazanmış ve sınırlarına dayanmış bir deneyim. Şu halde süreç devam ediyor. Nepal’de başka bir boyutta Prachanda’nın[7] BNKP(M)’si ile Kiran’ın NKP(M)’si arasında Kiran çizgisinin devrimciliği temsil ettiği bir ayrışma yaşandı. Bu, konumuz açısından bir not olarak düşülecek kısım.

Nepal deneyimi, Özkaya’nın belirttiği gibi 20. Yüzyıla ait olarak kaldı. Bu, yürütülen devrimci politikanın nesnel koşulları ve bu koşullara uygun mücadele hattından kaynaklanmıyor. Nepal deneyimi, 20. Yüzyılın devrimci zamansallığı içinde birçok Marksist akım gibi devrimci süreçte politik olarak ‘aştığı’, ezilen toplumsal kesimleri devrimde seferber ederek sıyrıldığı tarihsel ilerlemeci, Aydınlanmacı epistemolojik temelin Marksizmdeki uzanımlarını sınırlı iktidar döneminde hızla devreye soktu. Mao’nun strateji modeli olarak ‘Halk Savaşı’nı etkin bir şekilde uygulayan ve bu modelin koşullarını yerelde ezilenlere açılmada pratik olarak işleten NKP(M), doktriner yaklaşımı sonucu, 20. Yüzyıl deneyimlerinin devrimcilik dönemiyle devlet dönemi arasındaki yarılmayı, pratiğinde, hem de devrimi kotarmadan önce yaşadı.

Bu, özellikle tarihe teğellenmiş bir politika anlayışının belirli bir tarihsel döneme rast gelmesi sayesinde devrimci sonuçlar vermesini sağlamanın ötesindedir. Daha fazlasıyla, devrimci Maoizmin pratik karakterindeki Marksizminin daha önce III. Enternasyonal’in Lenin sonrası yaşadığı sorunu yeniden üretmesini de taşır. Başka bir noktada, 1960’lı yıllarda gelişen sömürgecilikten kurtuluş mücadelelerinde yaşanan iktidarın kuruluşuna benzerlik taşır. Tarihsel ilerleme yaklaşımı, politik öncelikle tarihsel öncelikler arasında tarihsel öncelikleri öne almaya dönük bir eğilim sergilerken politikayı buna bağlı olarak kurar.

Devrimci politikanın işlediği dönemde bu sorun Mao’nun eseriyle aşılmış, Marksizmin ezilenlere doğru açılmasıyla alanının genişlemesi sağlanmıştır. Nepalli Maocular, politik koşullarda yaşadıkları kuşatılmışlığı tarihsel koşullara dönerek ve orada ilerleme uğrakları arayarak aşmaya çalıştılar. Nepalli Maocuların, daha devrimci süreç içindeyken, sosyalizm deneyimlerinin ‘çok partili demokrasi’ olmayışı üzerinden yürüttüğü tartışma da, hareketin soruna bakışını kodlayan bir yan olsa gerek. Nepalli Maocuların 20. Yüzyıl deneyimlerine bir eleştiri olarak sunduğu ‘çok partili demokrasi’nin yokluğu, kendi koşullarının zorlamasıyla birlikte ‘demokrasi’ sorununun tarihsel ilerlemenin bir göstergesi olarak ele alınmasıyla ilgili çağın etkilerini taşır. Bununla birlikte uluslararası ve bölgesel güçlerin müdahalesi riskine karşı bir garanti olarak da sunulur.

Dolayısıyla, Nepal deneyimi, 20. Yüzyılın geçmiş devrimcilikleri içine, ne kırsal devrimciliği ne de ülkenin arkaikliği bakımından dahil edilebilir. Esas olarak, izlediği stratejik hattın uygunluğuna rağmen devrimci politikanın yürütülüşünün sınırlılığı, onun zamansal olarak yeni bir dönemin açıcısı rolünü üstlenmesinin önüne geçti. Nepalli Maocular, geçmiş dönemin politik kategorileri içinde hareket ettikleri ve pratik sorunları öyle ele alıp politikalarını da yine buna göre şekillendirdikleri için geçmiş devrimcilik döneminin sürdürülmesinin içinde yer alırlar. Daha ötesi, NKP(M)’nin Prachanda çizgisi, girdiği politik hatta devrimci döneminin sınırlı iktidar deneyimiyle, devrim-devlet aralığının devlet momentinde devrimcilik alanını yeniden kuramayarak, devrim döneminde kapsadığı ezilen kesimlerini, devlet döneminde seferber edemeyip dağıtmasıyla 20. Yüzyıl deneyimleri gibi kapandı.

Özkaya’nın ortaya attığı sorunun izlerini sürmek, araladığı kapıdan geçmek oldukça verimli bir alan açıyor. Devam edelim…

20. Yüzyıl içinde, dünyasal ölçekte ortaya çıkmış bir devrimci zamansallık belirlemiştik. Mevcut koşullarda böyle bir politik zamansallıktan bahsedemiyoruz. Kimilerinin iddia ettiği gibi, tarihsel zamansallık (Kapitalizmin üretici güçleri geliştirememe sınırına dayandığı iddiası, ekonomik krizlerin etkileri vs.) devrimi otomatik olarak görünür de kılmıyor. Devrimci zamansallık kural olarak eşitsiz gelişir. Bugün, iletişim ve ulaşımın ya da politikanın ontolojik koşulları olarak mekansallığın ve zamansallığın görece homojenleşmesi, bir alandaki politik gelişmeyi hızla yaymaya elverişli koşullar oluşturmuş olmakla birlikte, bir kural olarak eşitsizliği ortadan kaldırmıyor.

Nepal sınırlarında kalmama hakkımızı kullanarak yine aynı özellikleri barındıran ve Özkaya’nın sorusunun karşılığını arayabileceğimiz Hindistan Komünist Partisi (Maoist) örneğini de konuya dahil edelim. Nepal’i de kapsayan Güney Asya bölgesi (Orta Doğu’nun emperyalist müdahalelerle oluşan istikrarsız ortamı dışında) önemli bir devrimci zamansallık yaşıyor. Özkaya’nın Nepal için ifade ettikleri kimi kayıtlarla Hindistan için de geçerli kabul edilebilir. Hindistanlı Maocuların ‘model’ ile ilişkisi de neredeyse Nepalli Maocularla aynı tarzda kurulmuş durumda. Ve tabii, ‘dünya solu’ içerisinde bu zengin deneyim de pek yankı uyandırmıyor. Bunlara rağmen HKP(M)’nin işleyen devrimci politikası, kendisini gelecek devrimcilik dönemi içinde ifade edecek yönelişler barındırıyor. Bir devrimci zamansallığın açılışı konu edilecekse, bu, işleyen devrimciliklere öncelik tanımayı gerektirir; tabii onların öznel yönelimleriyle nesnel etkilerini de hesaba katarak…

21. Yüzyıl için ‘işaret fişeğinin çakılacağı’ koşullar, herhangi bir alanın tarihsel ileriliğiyle/geriliğiyle sınırlandırılabilir mi? Değerlendirme bu sınırlandırma içinde yapılırsa, Marksizmin ön-politik dönemine hızlı bir dönüş kaçınılmaz olur. Öyle ya, Ekim Devrimi için de ülkenin geriliğine bağlı değerlendirmeler yapılmamış mıydı? ‘Arkaik’ tarihsel koşullara bağlı devrimcilikler, Marksizmin devrimcilikler döneminin ana yönü de değil miydi?

Maoizmin değerlendirilmesi ise başka bir mesele… Maoizmin kırsal temelli bir devrimcilik olarak ele alınmasında veya bir başka ifadeyle, Mao’nun eserinin üretken olmayan okunmasında, ne kadar ayrı dünyalarda yaşarlarsa yaşasınlar, doktriner Maocular ile Mao eleştirmenleri/Mao sevmezler buluşuyor. Mao’nun kırsallığı işaret eden stratejisinin simgesel ele alınışının önemli olduğu kanaatindeyiz. Zaten bir teorik işlemden bahsedeceksek, işlem, bu simgesel düzlemden başlar.

Marksizmin devrimci diyalektiğinde Mao’nun köylülüğe yaklaşımı, ezilenlerin politik dağılımına yönelişi temsil eder. Dolayısıyla, tarihsel arkaikliğe bağlı stratejik modelleştirme, doktrinerliğin, simgesel olan ile gerçek olan arasında yaptığı kısa devrenin çıktısıdır. Bu halde bile, Maoculuk, devrimci politikanın izlendiği her koşulda üretken çıktılar vermiştir.

Ne NKP(M), iddiasına uygun olarak, Mao’nun modelini olduğu gibi izlemiştir; ne de HKP(M), mevcut devrimciliğiyle modelin saf tekrarıdır. Her şeyden önce politikanın genişleyen alanı bir hareketin politik pratiğinde yeniden üretilmektedir. Öyleyse, HKP(M)’nin mücadelesi, Hindistan devletinin uluslararası tekellerin çıkarları doğrultusunda bazı bölgeleri, yeraltı kaynaklarını ele geçirmek için özel olarak kontrol altına almaya çalışmasını, bu bölgelerdeki (Lalgarh’tan Surjagarh’a uzanan bölge) yerli halkların yaşam alanlarına müdahalesini politikleştirerek ekolojiyi de içeren bir politik genişleme yaratmıştır. Sırf Hindistan’ın çok katmanlı politik zamansallığı ve HKP(M)’nin bunun içinde yürüttüğü politik devrimcilik, özgül koşullarda genişlemelerle işlemekte, çeşitli örnekler sunmaktadır.

Şu halde, halihazırda devrimci zamansallığın dinamik olduğu Güney Asya’nın politik devrimciliğinin ne ölçüde çıkış noktası olacağı kapanmamış bir tartışmadır. Nepal deneyiminin izlenen hali Nepalli Maocuların iddialarını geçersiz kılmıştır. Özkaya’nın sonucunu izlersek, aynı ölçülerle bir kentsel pratiğin de sonuçları bakımından farklı olup olmayacağı müphemdir. Burada sorun, ülkenin arkaikliği üzerinden değil, politikanın zamansal dağılımında açılan makastan yola çıkılarak ele alınabilir. Hindistan gibi devasa bir ülkenin yapısı ve ülke içindeki politik zamansallığın bile katmanlılığı, buradaki devrimci politikanın ilerleyişi, iddiayı farklı ölçekte değerlendirmeyi gerektirir.

Bu nedenle, geçmişe aitlik ve ülkenin arkaikliği denklemi, politik alana doğrudan taşınamaz. Devrimcilikler dönemindeki deneyimlere baktığımızda, tarihsel geri’nin politik ileriliği yabana atılmayacak bir dağılım gösterir. Aynı ölçütlerle ulusal kurtuluş mücadelelerinin arkaikliğinden de bahsedilebilir. Ancak yine politik zamansallığın yerellerde bu mücadeleler aracılığıyla devrimci zamansallığa açıldığı ve bunların etkilerinin yayıldığı görülebilir. Parçalı yapının Marksizmin evrensel bir politik devrimcilik olarak belirmesindeki etkileri, hem Marksizm içinden yapılacak işlemler ve ayıklamalarla, hem açıkça nesnel durumdaki kırılmalarla, hem de bu kırılmalara Marksizmin politik ifadelerinin vereceği yanıtlarla netleşecektir.

Model tartışması ise herhangi bir dolayıma gerek duymadan elenmelidir. Bu, sadece Özkaya’nın incelediği Nepal deneyiminin doktrinerliği nedeniyle değil, modellerin sınırlılığından kaynaklanır. 20. Yüzyıl Marksizm tarihi, başarılı deneyimlerin model alınması örnekleriyle doludur. Bir yere kadar anlaşılır olan bu durum, diğer etkilerle birleşince ideoloji alanından politikaya engeller oluşturmuştur; politik evrenselleşmenin pratik kazanımlarını geriye çeviren yönler barındırmıştır. Modellere uyma çabası, çoğunlukla, büyük kardeşin kıyafetleriyle dolaşma durumunda kalmış çocuk konumunun üstlenilmesiyle sonuçlanmıştır. Politik evrenselleşmenin ilk uğrağı, başarılı deneyimlerin evrenselleştirilmesi değil yerelleşmenin ezilen dinamiğinin Marksizmde teorik-politik işlemleriyle evrenselleştirilmesidir. Başka deyişle; ezilenlerin politik devrimciliğinin Marksizm aracılığıyla ifadesi için gerçek durum ile simgesel referansların dinamik bağlantısının kurulmasıdır. Marksizmin ezilenler devrimciliği olarak inşası bu koşul ve güzergâhta işler.

 



[1] Marksizm bir dönem boyunca ezilenlerin politik evrenselleşmesinin devrimci politik temsili ve üst ideolojisi olabilmiş yegane ideo-politik akımdır. Onunla karşılaştırılabilecek en yakın örnekler büyük dinlerin evrensellikleridir. Ancak onlar da kuruluş dönemlerinde ezilenlere evrensel çağrılar kurarak devrimci politikaya uzanmışlarsa da kurumsallaşmalarıyla birlikte evrensellikleri ezen ideolojisi formuna bürünmüştür. İslam için ‘dini’ kurumsallaşmanın reddedilmesi özel bir sonuç doğurur. Politik varlığı içinde ifade ettiği koşullarda İslam, ya devlet kurumsallaşmasına dolaysız bağlıdır ya da radikal olarak onun dışında bir politik evrenselleşme alanıdır. Bu nedenle din aracılığıyla ifadesini bulan ezilenler politikaları ‘kuruluş’ dönemlerine göndermelerde bulunurlar.

[2] II. Enternasyonal’in tüm tarihi bu dönem içinde ve reformist hatta geçer. Ancak içinde, politik Marksizmi oluşturan Lenin’i barındıran aykırı bir bileşen olarak RSDİP’in Bolşevikleri de vardır. Sonraki bölümde politik Marksizmin kuruluşunda bu konuya değinilecektir.

[3] Metin Kayaoğlu, “Karl Heinrich Marx’ın Marksist-Olmayan Halleri”, Teori ve Politika 63, Ocak 2014, s.52.

[4] Bu zaman aralığında yaşanan 1979 İran İslam Devrimi de bu etkinin dışında değildir. Devrimin gerçekleştiği koşullara kadar değişik Marksist gruplar Şah rejimine karşı devrimci politika içindedir. Diğer yandan devrimi sonuçlandıran İslamcıların da dolaylı yollardan Marksizmin hegemonyasındaki devrimci zamansallıktan etkilendiği görülür. Ali Şeriati gibi bir İslamcı teorisyenin çalışmaları ve etkisi, Marksizm ile etkileşime üretken bir örnektir.

[5] Filistin deneyiminin oraya giden herkeste devrimci etkilerde bulunmadığını Türkiyeli bir ‘Batılı Marksist’ olan Demir Küçükaydın’ın otobiyografik notlarından öğreniyoruz. (Demir Küçükaydın, Bir Devrimcinin Teorik ve Politik Otobiyografisi, Köksüz Yayınları, İstanbul 2009) Otobiyografiler çoğunlukla şimdinin teleolojisinin izlerini taşısalar da Küçükaydın’ın Filistin Demokratik Halk Kurtuluş Cephesi kamplarında 1969 yılında yaşadığı deneyimden alımladığı tam da Marksizmin devrimci diyalektiğinin ve politik evrenselleşmesinin tersine çevrilmesi olarak, “Filistin’e gerilla hayalleriyle gitmiştik, şimdi bir an önce Proletarya arasına girme özlemiyle dönüyorduk” (s. 375) diye özetlediği sonucu doğurmuştur. Küçükaydın, aynı zamanda, dönemin Filistin’inde karşılaştıklarından, Kültür Devrimi’nin “insanlığın binlerce yıllık kültürel ve bilimsel mirasını bir çırpıda lanetlemesini” (s. 38) havsalası almayan Marksist olarak, kendi sağduyusuna uygun malzemeler de toplamış. Bunun özel bir örneğini Çin ve Sovyet temsilciliklerinde karşılaştığı tavırları karşılaştırarak ortaya koyuyor. O, tipik bir Batılı Marksist tavrıyla çoğulculuğu ve hoşgörüyü arıyor: “Çin temsilciliğinde daha önce Sovyet temsilciliğine uğradığımızı söylediğimizde karşımızdaki irkilmişti ve düşmanca, kuşkucu bir tavır almıştı. Buna karşılık Sovyet temsilciliğinde Çin temsilciliğine de gittiğimizi söyleyince kendinden emin bir şekilde gülmüş, herhangi bir olumsuz tepki göstermemişti.” (s. 371) Aynı yerde Küçükaydın, Çin temsilciliğinin devrimci coşkudan yoksun olduğunu ve kitap yönünden zayıflığını, orada Mao ve Lin Biao’nun kitabı ve Mao rozetlerinden başka bir şeyin bulunmadığını da yazıyor. Konumuz açısından, Küçükaydın’ca olumsuzlanan ama dönemin Marksist devrimciliğini göstermesi açısından dikkat çekici bir bölüm daha aktaralım: “Bunlar (“Arap ülkelerinden gelen komünistler” vb.) hem örnek davranışları hem de Sovyetler karşısındaki daha saygılı tutumları ve Marksist formasyonlarıyla bizleri Arap Milliyetçiliğinden gelen, Çin’e daha yakın, Marksizme ve işçi sınıfına daha uzak Demokratik Cephe’nin diğer önder ve kadrolarından daha fazla etkiliyorlar, hem de bize sürekli Türkiye’de büyük bir işçi sınıfı olduğundan, esas bunlar arasında örgütlenmek gerektiğinden söz ediyorlardı.” (s.35).

[6] A. Ercüment Özkaya, “Nepal’de Maocu Deneyim”, Teori ve Politika 63, ss. 99-111.

[7] Bölüm boyunca Özkaya’nın yazısında izlenen şekliyle Prachanda önderliğindeki Nepalli Maocuların Partisini bu ayrışmayı göz önünde bulundurmayarak Birleşik Nepal Komünist Partisi (Maoist) olarak değil, NKP(M) olarak kullanacağız.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar