Ana SayfaArşivSayı 64-65Toplumsal Korku ve Özgürlük Üzerine

Toplumsal Korku ve Özgürlük Üzerine

                                     G     Ö     R     Ü     Ş

Toplumsal Korku ve Özgürlük

Üzerine Bir Deneme

Mehmet Sezgin

“Korku işe yarayabilir ama korkaklık hiçbir işe yaramaz.”

Mahatma Gandhi

Giriş

 Varlık, var olmak tüm canlılar için vazgeçilmez bir hakikattir. Var olmak doğanın temel sorunsalı ve diyalektiğidir. Yine tüm ilişki ve çelişkilerle çoğalma biçimleri yalnızca var olmak içindir. Üreme ve cinsel arzu da aslında bu var olma ve soyunu sürdürmeye dayalı temel gereksinimden doğmuştur. Bu doğrultuda varlığın tedirginliği olarak “korku” tüm canlılar için çok temel bir duygudur. Var olmak için her canlı bilmediği ya da bildiği her şeye karşı bir güvenlik mekanizması gibi çalışan korku duygusuyla yaklaşır. Korku, bir güvenlik mekanizmasıdır çünkü bilinci, daha sağlıklı ve varlığı sürdürmeyi sağlayan bir hazırlıkta tutmaya yarar. Bilinci tehlikelere atılmaktan sürekli uyararak alıkoyar. Bu anlamda korku oldukça temel bir duygudur. Korku ve merak, birbirini besleyen, gerçekten de var olmak için zamana karşı bir direnç göstermeye ve başta insan olmak üzere tüm canlı çeşitlerini var olmaya yönelten temel duygulardır. Tüm canlılar için korku bir sakınma mekanizmasıdır ve “bilinmeyene” karşı bir temkini ifade etmektedir. Başta ölüm olmak üzere bilmediği, daha önce hiç görmediği bir nesneye ya da olaya karşı (bu bir vahşi hayvan, bir doğa olayı ya da büyük bir gök gürültüsü olabilir) birden bire duyulan derin korku veya şok, başta insan olmak üzere, her canlıyı önce refleks göstererek tedbirler almaya, ardından güvenliği için planlar yapmaya itmiştir. Korku, tehdit ve tehlikeye karşı bir savunma içgüdüsüdür. Hannah Arendt’in dediği gibi “Korku hayatta kalabilmenin vazgeçilmez bir unsurudur.” Korku bazen, güneş karşısında olduğu gibi, kutsal bir doğa inancına veya ısınmayla sağlanan faydadan ötürü minnettarlığa, bazen de nefret algılarının oluşmasına (azgın bir nehre, bir kayalığa ya da şiddetli fırtınaya karşı) dönüşmüştür. Doğadaki her canlı yaşama korku duyarak katılmaya çalışır. Bu, tehlikelere ve tehditlere karşı çaresizce olan ve yaşamak için gerekli bir dürtüdür. Elbette her canlı heyecan, sevinç, üzüntü, mutsuzluk ve merak gibi temel duygulanım biçimleriyle hayata ilgi duyar ya da katılır. Özellikle insana dair olan tüm duygu ve düşünce biçimleri, insan evriminin milyonlarca yıllık macerasının tarihi ve dökümü yapılmamış sayısız hikâyesinin ürünüdür. Burada insanın milyonlarca yıl içerisinde yaşadığı her hali gizlidir. Bu, insanlığın evrensel tarihinin yüzde doksan sekizine tekabül etmektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, tekniğin ve bilimin ilerleyişi paleontolojik çağ denilen bu dönemi hiç değilse biraz olsun aydınlatabilirse, büyük olasılıkla insan olmaya ilişkin çok temel bilgilerimiz de dahil olmak üzere pek çok bilme ve anlama biçimi kökünden değişecektir. Bu döneme dair yapılan araştırma ve açıklamalar oldukça yüzeysel ve yetersizdir.

Merak, acı, haz, coşku ve sevinç gibi pek çok dürtü veya duygu gibi korku da, insanın sosyal evriminde yapıcı, inşa edici bir işleve sahiptir. Beynin biyolojik gelişiminde ve bugünkü göreceli yeterliliğe ulaşmasında tüm bu duygu, zihni refleks veya dürtülerin olduğu gibi korkunun da payı oldukça belirgindir.

Konumuz sosyal ve siyasal olgularda korkuyu incelemek ve tartışmak olduğu için hacim ve içerik olarak kapsamlı olan bu konuyu, bu kadarla yetinerek açımlamak yerinde olacaktır. Zira sosyal ve evrensel tarihin bu belki de en kadim hissiyatını bir makalenin girizgâh kısmıyla izah etmek olanaksızdır. Yapmaya çalıştığımız onun tarihsel hakikatine olabildiğince özlü vurgular yapmak, yine insanlaşmanın soylu macerasına yaptığı büyük etkiye özet olarak değinmekten ibarettir. Konuyu sosyal ve siyasal gerçekliğe indirgeyerek yorumlamaya çalışacağız. Toplumsal çekince ve özgürlük konusunun siyasal özgürlük mücadelesiyle bağlı olarak tartışılması yazıda esas öncelik verdiğimiz husustur.

Bu bağlamda toplumsal olgular da sürekli bir korku duyularak, tehdit algısı olabildiğince canlı tutularak üretilmiştir. İnsanın oluşturduğu tüm kurumlar hep bir tehdit ve tehlike algısından korunmak üzere geliştirilmiştir. Topluluğun üyeleri tek tek yaşamak ve bir arada kalmak istiyorlarsa (ki aksi durum korkunçtur) ortak kurallara uymak zorundadırlar. Bu anlamıyla toplumsallaşma, insanın, yine temel bir korku olan yalnızlığa karşı, tür olarak var olmak için geliştirdiği doğal bir mekanizmadır. İnsanın evriminde yaşamak için ve hatta günümüzün “birey”ine ulaşabilmek için birbirine tutunması zorunluydu. Bugün de toplum olmaksızın insanın sosyalliğinden ve dolayısıyla da insanlığından söz etmek zordur. Yalnız kalmak, dayanılmaz bir durumdur ve sosyalleşmenin en tetikleyici öğesidir. İnsan yalnız kalmamak için mutlaka bir gruba, topluluğa ve çevreye dahil olmak ister. Yalnızlık en korkunç haldir ve eski toplumlardan bu yana suçlulara ve toplumun ortak kurallarına karşı gelenlere uygulanan bir cezalandırma yoludur. Bu elbette boşuna değildir. Toplum dışı olmak ölmekle eşdeğerdir. Sosyal ölümdür.

Toplum ve devlet yönü

Aileden başlayarak tüm toplumsallaşma biçimleri kendini savunma, güvende hissetme ihtiyacı ve dolayısıyla korku hissiyatından esinlenerek gelişti. İlk klanlaşma ve kabileleşmede de benzer bir ‘bir arada yürüme zorunluluğu’nu görürüz. Türdeşlik ve aynı koşullarda yaşama, ekip ve toplum olma ruhuna katkı yaptığından dolayı ortak hareket etme ve birbirini kollama, hızla keşfedilen bir olgudur. Buna ‘toplumsal uyum’ diyoruz. Yaptığımız bu değerlendirme elde edilen arkeolojik veriler ve bulgularda ağırlıklı olarak karşılaşılan durumlara dayanılarak yapılmaktadır. Elbette kimi kabile ve topluluklarda farklı bir gelişim ve apayrı sosyalleşme biçimleri bulunabilir. Morgan, F. Engels, C. Levy Strauss, G. Childe ve Canetti başta olmak üzere pek çok tarihçi ve düşünür bu konuda yine kimi farklılıklar bulunsa da, çoğunlukla birbirini tamamlayan veriler derlemiş ve sosyal gelişimi incelemeye çalışmışlardır. Ancak değerlendirmemiz, genel durum baz alınarak, antropolojinin çoğunlukla tespit ettiği genel bilgi ve bulgulara dayandırılmaya çalışılmaktadır. Toplumun korkuları genellikle ahlaki öğeler ve değer yargılarıyla paraleldir. Tek tek bireylerin olduğu gibi aileden başlayarak toplumun ağırlıklı kütlesinin de ahlaki, vicdani veya toplumun genel rengini gösteren noktalarda çekince ve endişe duyması oldukça normaldir. Bu, kültür ve dil gibi çok kapsayıcı olgularla birlikte ele alınması gereken bir husustur. İnsan üretimi olan tüm kurumlaşmalarda bu doğal tedbiri yani korku duyarak tehditlere karşı uyarılmayı görebiliriz.

 Devlet de insanın ürettiği diğer organizasyonlarda olduğu gibi bir ihtiyaca yanıt olma isteminden doğmuştur. Bu ihtiyaç yönetimdir ve bir yönetim mekanizmasının olmaması ivmesiz, pusulasız ve her an darbe alma tehlikesine sahip olmak demektir. Toplum yaşamının süreksizliğini getirecek olan bir darbe tehlikesi çok kesin bir korku kaynağıdır. İlk insandan bu yana, düşme korkusu ve aniden başına bir şey geleceği endişesi toplumsal olgularda da mevcuttur. Bu korku, toplumu tir tir titretmekte ve çaresizce edilgenleştirmektedir. Yönetim ihtiyacına devlet olarak verilen yanıt yanlıştır. Devlet insanlığın sorunlara çözüm için verdiği en yanlış cevaptır. Bir başka deyişle duyulan yönetim ihtiyacına karşı insanlık devleti geliştirerek, en yanlış bir cevap yaratmış oldu. Buna karşın; yönetim gerçekçi bir ihtiyaçtır ve toplumun var olma arzusuna dayanan en belirgin alandır.

Kürt halk önderi Abdullah Öcalan yönetimi şöyle tanımlar: “Yönetim de kültür gibi toplumda sürekliliği olan bir olgudur. Daha da genelleştirirsek, evrensel düzeyde; beyinsel gelişmeye ve özellikle biyolojik evrendeki sinir yoğunlaşmasına denk gelmektedir. Yönetim evrendeki düzenliliği, kaostan çıkış halini ifade etmektedir. Toplumdaki esnek zekâlı anlamsal doğanın gelişmiş hali, yönetim erkinin gelişkin olmasını beraberinde getirmektedir. Toplumsal beyne yönetim demek mümkündür. Bu durumda özyönetimle yabancı yönetim kavramlarının çözümlenmesi önem taşır. Özyönetim kendi toplumsal doğasındaki erki düzenleme ve denetlemeyi, böylece toplumun sürekliğini sağlamayı ve beslenip korunmasını güvence altına alırken, yabancı yönetim kendini iktidar olarak ’doğallaştırıp’ üzerinde kurulduğu toplumu baştan çıkarmaya (beynini dağıtmaya), böylelikle kendisi için bir sömürge haline getirip yönetmeye çalışır…”

Devlet bir yabancı yönetimdir. Çünkü insanlığın toplumsal hakikatine yabancılaşmış, yine insan olan varlıklarca yönetilmekte ve artık tüm alanlarda bir maddi ve zihni kültür olarak yeniden üretilmektedir. Varlığını insanın en başta yönetim gibi gereksinimlerini istismar ederek yasalaştıran devlet, tamamen oluşturulmuş yapay korkularla var olur. Hep şöyle söylenir: “Devlet olmazsa kaos, açlık, sefalet, bireysel ve toplu şiddet, başıboşluk ve daha pek çok melanet insanlığın yakasına yapışacaktır. Devlet bir nizam ve doğal yönetim halidir. O, bu gerekliliğini Tanrı’dan alır.” Bu doğrultuda devleti ‘haklı korkular’ yaşatmaktadır. Çünkü yönetim ihtiyacı hiç de küçümsenecek bir ihtiyaç değildir. Ancak devletin geleneksel olarak canlı tuttuğu korkuların yanı sıra bir de bizzat kendi pratiğinden doğan korkular vardır.  Epiküros’un dediği gibi “ Kim çevresine korku salarsa, biliniz ki o da korkuyordur.” Devlet, var olduğunu öne sürdüğü korkular sayesinde yaşarken, bilfiil yarattığı korkuyla itaati yerleştirmektedir. O, insanın kendi ellerinden çıkan “korkunç” bir aygıttır. Toplum devletten korkarak yönetilmektedir. Bu anlamıyla devlet ve korku ilişkisi iki yönlüdür. Bir yandan toplumu kesintisiz bir itaat altına almak ve sömürgeleştirmek için kendisini yaşatan korkuya dayalı yönetim, diğer yandan baskı ve sömürü için gerekli olan toplumsal korku… Bir başka deyişle devletin kahhâr yüzüne ve azametine karşı duyulan yüce itaattir. Devlete ve iktidar sorununa ilişkin başta Bakunin olmak üzere anarşist düşünürler haklı değerlendirmeler ve uyarılar yapmışlardır. Bu anlamda devlet olgusuna karşı düşünsel itiraz ve mücadelede katkıları inkâra gelmez. Dolayısıyla devlete ilişkin analiz ve eleştiride hiç de temelsiz bir düşünce desteğine sahip değiliz.

Özgürlük sorunu

Devletin baskı ve tahakkümü –artık kültürel olarak da– bu denli yerleşik bir konumdayken, dahası insanları aslında özgür olmadıklarına ikna etmek artık her zamankinden daha fazla zorlaşmışken, toplum nasıl nefes alacak? Toplum küresel çağda kapitalist modernitenin büyük kuşatmasına alınmışken, onun serbest hareket etmesinden bahsedilebilir mi? Toplum özgürlüğe nasıl cesaret edecek? Yine birey özgürlüğü nedir, çağımızda toplumun özgürlüğünden bağımsız bir fenomen midir? Benzer sorular daha da artırılabilir. Toplumlar, sınıflar ve geniş halk yığınları tüm dinleri, ideoloji ve inançları bu tatlı rüyayı gerçekleştirmek için onaylamış, onların eylemine katılmıştır. Özgürlük yalnızca bir gerçekleşme olasılığı değil, artık günümüzün daha fazla ve farklı yönleriyle ele alınması gereken sorunsalıdır. Son tahlilde bir özgürlük sorunsalı vardır.

Devletin gölgesi dahi özgürlük problemini oldukça sancılı ve içinden çıkılmaz bir hale getirmeye, dolayısıyla anlaşılmaz kılmaya yeterlidir. Bu anlamda tarihsel deneyimlerden de biliyoruz ki tüm toplumsal özgürlük hareketlerinde devletçi düşünce ve bilim, kendisini hissettirir. Devletçi uygarlık olmaksızın bir bilim ve anlama biçimi geliştirilemeyeceği, büyük ölçüde geçerli hale gelmiştir. Bu oldukça anlaşılır bir durumdur. Çünkü devletten âla bilim olmaz. Tüm bilme biçimleri ona biat etme temelinde kabul görür. Devlet ve onun temsil ettiği resmi ideolojiler    ezelden ebede var kalmalıdırlar. Bu sayede devleti aşan bir anlam ve düşünce dünyasına geçit verilmemiş ve devletli dünya ya da merkezi uygarlık var olmaya devam etmiş olur. Devletliler, gerçek bir aydınlanmayı ve toplumsal uyanışı ‘sakıncalı’ görürler.

Devlete karşı halkın tarafı olarak özgürlük mücadelesi yürütenlerin paradoksu buradadır. Devletin ideolojik ve resmi söylemi öylesine baskındır ki, toplumun düşünüş ve eyleyişinin ondan etkilenmemesi olanaksızdır. Devletten başta düşünsel olmak üzere, kültürel, ekonomik ve sosyal kopuş –bir başka deyişle toplumun özerkliği– sağlanmadan, özgürlük salt bir mücadele gerekçesi olmanın ötesine geçemeyecektir. Bu anlamıyla başta dinlerin büyük ölçüde tersyüz edilmiş devletleşen resmi yorumları ve yine iktidarlaşan ideolojiler olmak üzere eğitimle, cinsiyetçilikle, militarizmle ve gündelik yaşamın kuşatılmasıyla toplum devletin hedeflediği kalıba sığdırılmaktadır. Ancak yine de bu özgürlük mücadelelerine ilişkin her şeyi açıklamaz.

Özgürlük elde bir “bilim” yokken dahi en eski çağlardan bu yana insanlığın bitmeyen sevdası ve tutkusudur. İnsan, özgür olmaya her çağda baş koymuş ve onu elde etmek için toplu olarak seferber olmayı bilmiştir. Ona aşk derecesinde bağlanmış, nice kahırlı aşamalara katlanarak en dayanılmaz acılara coşkuyla –belki de çılgınca– karşılık vermiş ve göğsünü yırtarcasına özgürlüğe koşmuştur. Özgürlük ve ona dayalı mücadele, insana dair en dramatik hikayenin adıdır. Yalnızca baskı altına alınmaktan çıkmada ve özgürlükten nefret edenlere karşı savaşımda değil, aynı zamanda günümüzün kendini en özgür toplum olarak sunan yaşam biçimlerine bakıldığında da özgürlük, ahlak, bir arada yaşam, kardeşlik ve eşitlik sorunları orta yerde durmaya devam etmektedir. Dolayısıyla baskı altından kurtulmayla da özgür olunmamaktadır. Özellikle 20. Yüzyılın devrimler, diktatörlükler ve ulusal kurtuluş mücadelelerini geride bırakan küresel dünyasında insanı ve doğayı kuşatan kapitalist modernite bir özgürlük yanılsaması yaratmayı büyük oranda başarmıştır.

Diktatörlüğün ve baskıcı-totaliter rejimlerin ardından insanlık halen özgürlüğü ve mutluluğu tartışmaya devam etmektedir. Herkes özgürlüğün ne olduğunu veya olmadığını tartışıp durmaktadır. Yine özgürlüğün ahlakla, eşitlik ve adalet gibi kardeş kavramlarla ilişkisi ne olacak diye pek çok soru ve bilinmezlik, çağımızın toplum bilimcilerinin en başta tartıştığı konulardandır. Tarihte ilk defa insanın nasıl özgür olacağı veya çağın sunduğu ‘özgürlük’ algılarından hangisini tercih etmesi gerektiği tartışılmaktadır. İlk defa özgürlüğün baskı ve sömürü dolu çağların ardından pek ala mümkün olabileceğine dair teoriler ortaya atılmakta ve kapitalist modernite karşısında toplum ve birey olarak özgürleşen “yeni insan”dan söz edilmektedir. Bu, geçmişin tüm amansız baskıcı düzenlerine ve toplumların mutsuz tarihine göre oldukça ileri bir seviyedir.

 ‘Özgürleşmeye’ ilişkin günümüzdeki kuramsal ve kavramsal çelişki, genellikle onun ne olduğundan çok, ne ‘olmadığının’ ispat edilmeye çalışılmasından kaynaklanmaktadır. Aslında bu, kapitalist modernitenin yarattığı özgürlük yanılsamasına karşı bir çırpınıştır. Soğuk savaş ve faşizmler dönemi miadını doldurdu. Özgürlük artık baskı altına alınmaktan çıkmayla eşdeğer, ya da uğruna büyük Ekim 1917 ve Çin devrimleri gibi kavgalar verilen bir kavram olmaktan büyük ölçüde çıktı. Artık ulaşılabilecek son durağa ulaşıldığı genel olarak kabul edilen bir gerçektir. Sistemin ötesine geçilecek bir durum pek söz konusu değildir. Hatta birçok liberal yazar ve düşünür,  devr-i saadeti yaşadığımızı öne sürerek, bilişim ve teknolojideki gelişmeler de dahil pek çok ilerlemeyi, sınırların ‘de facto’ anlamsızlaşmasını ve halkların alttan alta gelişen itirazlarını bile kapitalist modernitenin sağladığı avantajlara ve onun ilelebet varlığına yontmaktadır. Bu kesimlere göre baskı altındaki toplumlar asla böyle sokaklara çıkarak demokratik gösteri yapamaz, itiraz edemez ve demokratik haklara sahip olamazdı. Özcesi kapitalizm özgürlük ve eski düzenlere göre avantaj sağlamaktadır. Aslında bu, Fransız devriminde Kraliçe M. Antoinette’in söylediği söze benzemektedir. Yani halkın önünde, ekmek bulunamadığında pasta yenebilecek bir seçenek yelpazesi vardır. Bir başka deyişle itiraz edilen düzende yaşamaya ‘devam’ denmektedir. Oysa görüldüğü gibi halk bu “demokratik avantajı” yeterli görmemekte, ABD dahil dünyanın pek çok bölgesinde kapitalizme isyan etmektedir. Halklar mutsuzdur. Mutsuz olan halklar elbette var olduğu öne sürülen ‘avantajları’ da kullanarak daha mutlu günleri talep edecektir. Geleneksel olarak devlet her zaman halklara yetinmeyi salık verir. Oysa dünya halkları kendisine verilenle yetineceğe pek benzememektedir. ABD’de ve dünyanın pek çok bölgesinde halk ayaklanmaları ve sokak gösterilerinin başlaması, yine çok özgün olarak Ortadoğu’da on yıllardır süren Filistin ve Kürt direnişiyle başlayan halklar baharı (Arap baharı) insanlığın özgür olmak adına tarihin en büyük ısrarlarından birini geliştirmeye hazırlandığını göstermektedir.

Her şeye rağmen insanlık özgürlükten yoksun olmaya devam etmektedir. Halen insanlığın önünde, başta savaşlar olmak üzere açlık, nüfus artışından dolayı kaynakların yetersizliği, bebek ölümleri ve ahlaki-sosyal erozyon gibi aşması gereken pek çok engel bulunmaktadır. Özellikle kapitalist yaşamdan, kent kültüründen, sosyal eşitsizlikten ve daha pek çok toplumsal çelişkiden doğan, birçoğu saplantı ve fetiş düzeyinde, yüzlerce korku (fobi) türü saptanmıştır. Bu korku çeşitlerinin fazlalığına bakarak günümüz insanının hiç de sağlıklı bir varlık olmadığını düşünebiliriz. En dehşet düzeyde bir toplumsallığa mahkum edilip kendisi, toplumu ve doğasıyla bu kadar ilgisiz olabilen, bu konularda en ufak bir kaygı ve endişe duymayan, ancak kişisel olarak yüzlerce korku çeşidini hisseden bir insanlık nereden bakarsak bakalım ciddi bir açmaz ve şaşkınlık içerisindedir. Kapitalist modernitenin insanda yarattığı hissiyat böylesine sıra dışı ve parçalayıcı bir karakterdedir. Bu, insanı tüm duygu ve düşüncesiyle tutsak kılmaktır. Yine salt kapitalizme özgü özel hastalıklar ve saplantı, histeri, fetişizm ve depresyon türleri bulunmaktadır. Bu çeşit psikolojik problemler insan doğasına  has karakterde olmayıp, doğrudan kapitalist modernite yaşamının birer sonucudurlar.

Bu, toplum sağlığının en vahim derecede tehlike ve tehdit altında olması demektir. Gerçekten de insan, hiçbir dönemde olmadığı kadar sağlığıyla oynanarak vurulmaktadır. Başta kanser, kentlerdeki mezar yaşamından doğan stres ve AIDS olmak üzere, tamamen kapitalist modernite kaynaklı pek çok hastalık, depresyon, sapıklık ve cinnet türü çağımızın kıyametini haber vermektedir. İktidarın elindeki bilim, teknoloji, sanat ve kültür, toplumun bu amansız vuruluşunda her zamankinden daha fazla devrede tutulan enstrümanlar konumundadır. Yine işsizlik insanı atıl bırakan bir canavara dönüştürülmüş, insan gibi donanımlı bir varlık hiç olmadığı kadar dinamizmden, çalışma ve üretimden uzaklaştırılarak işlevsiz ve yozlaşmış varlıklara dönüştürülmüştür. Uyuşturucu kullanımı böylesi toplumların en büyük sığınağıdır. Uyuşturucu kullanımındaki bu yaygın artışla, toplumsal ve bireysel bunalımın, çaresizliğin uyuşturularak unutturulması amaçlanmaktadır. Uyuşturucu kullanan birey kendi sorunlarını çözemez, bir başkasının ve dolayısıyla toplumun geleceğine ilişkin bir duyarlılık sahibi olamaz. Pek çok uyuşturma biçimi gibi bedeni uyuşturan maddelerin böylesine yaygınca kullanımı da, topluma karşı sürekli savaşın ürünüdür. Yalnızca uyuşturucu kullanımındaki bu görülmemiş artış bile kapitalist modernitenin bir ‘avantajlar ve özgürlükler’ seçeneği değil bir kıyamet çağı olduğunu göstermektedir. Çünkü uyuşturucu kullanan insan yenilmiş insandır. Fiziksel, ruhsal ve sosyal olarak dumura uğratılmış insandır.

Tüm bu sorunlar halkların aşmaları gereken acil görevlerdir. Zira özgürlük sağlıklı bir düşüncedir. Onun için verilen mücadelenin de sağlıklı toplum ve bireylerce verilmesi başarısı için hayati önemdedir. Toplumsal erozyon ve ahlaki çöküş yaşayan halkların özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi en kutsal değerlerin savunucusu olamayacağı açıktır. Bu bir yana, toplumsal erozyon ve ahlaki çöküş yaşayan toplumların, tarihin en faşist, barbar ve saldırgan kitleleri haline getirildikleri pek çok örnekte görülebilir. Yoksa her ne şartta olursa olsun, başka bir topluma atom bombası atılmasını ve yüz binlerce insanın yok edilmesini onaylamak ve savunmak, en ahlaksız hale getirilmeyle açıklanabilir sadece. Liberalizmin yanılgısı işte buradadır. Liberal ideologlar özgürlüğün bir ahlakı olabileceğine ihtimal vermiyorlar. Özgürlüğün sınırsız bir tanımama, dizginsiz ve kontrolsüz anarşizm ve her koşulda hoş görülmesi gereken burjuvaca bir serbestiyetçilik anlayışı olduğunu savunmaya devam ediyorlar. Oysa özgürlük en ahlaklı ve adil bir anlayışı gerektirir. Özgürlük bir vicdanî terbiye ve ahlak demektir. Yalnızca zihnini, kişiliğini ve toplumunu özgürleştirmiş olanlar ahlaki payede bir değere sahip olabilirler. Dolayısıyla özgürleşme tamamen ahlaki bir meseledir. Hatta çok daha fazlasıdır. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan özgürlüğü şöyle tanımlar:

“Özgürlük adeta evrenin amacıdır diyesim geliyor. Evren gerçekten özgürlük peşinde midir diye kendime sıkça sormuşumdur. Özgürlüğü sadece insan toplumunda derin bir arayış olarak söylemleştirmek bana hep eksik gelmiş; mutlaka evrenle ilgili bir yönü vardır diye düşünmüşümdür.  Evrenin temel taşları olarak parçacık-evren ikilemini düşündüğümüzde, enerjinin özgürlük demek olduğunu çekinmeden vurgularım. Maddi parçacığın ise, mahkum haldeki enerji paketçiği olduğuna inanırım. Işık bir enerji halidir. Işığın ne kadar özgür bir akışkanlığa sahip olduğu inkar edilebilir mi? Enerjinin en küçük parçacık hali olarak tanımlanan kuantaların, günümüzde neredeyse tüm çeşitliliği izah eden etken olarak anlamlandırılmasına da katılmak durumundayız. Evet, kuantumsal hareket tüm çeşitliliğin yaratıcı gücüdür. Acaba hep aranan Tanrı bu mudur demekten kendimi alıkoyamıyorum. Evren-üstünün tıpkı bir kuantum karakterinde olduğu söylenirken de yine heyecanlanır ve olabilir derim. Yine acaba dıştan Tanrı yaratıcılığı buna mı denir demekten kendimi alıkoyamıyorum.

Özgürlük konusunda bencil olmamak, insan indirgemeciliğine düşmemek bence önemlidir. Kafesteki hayvanın büyük özgürlük çırpınışı yadsınabilir mi? Bülbülün şakıması en değme senfoniyi geride bırakırken, bu gerçekliği özgürlük dışında hangi kavramla izah edebiliriz? Daha da ileri gidersek, evrenin tüm sesleri, renkleri özgürlüğü düşündürmüyor mu? İnsan toplumunun en derin ilk ve son köleleri olarak kadının tüm çırpınışları özgürlük arayışından başka hangi kavramla izah edilebilir? En derinlikli filozofların, örneğin Spinoza’nın, özgürlüğü cehaletten çıkış, anlam gücü olarak yorumlaması aynı kapıya çıkmıyor mu?”[1]

Bugün halkların, inançların, kültürlerin ve tüm ezilenlerin özgür olmaktan korkmasını tartışıyoruz. Gerçekte halklar, uğruna on milyonlarca insanın kaybedildiği büyük özgürlük savaşlarının ardından özgüvenden yoksun yaşamakta ve kapitalist moderniteye olan öfkelerini kendi kuracakları özyönetim düzenlerine dönüştürememektedirler. Kürdistan’da olduğu gibi dünyada da öz güç, özyönetim ve halkın kendi kurum ve organlarına sahip olarak kendi hakkında hüküm belirlemesi yüzyılımızda yeni bir durumdur. Reel sosyalistler, ulusal kurtuluşçular ve sosyal demokratlar da dahil olmak üzere daha önce hiç kimse, halklara kendi kendilerini nasıl isterlerse öyle yöneteceklerini söylememiştir. Modern felsefe ve politika alanından hiçbir düşün ve eylem insanı, devletin aksi yönündeki o hep vaat edilen ideolojik-politik açılımı, özellikle de demokrasi ve sosyalizm adına gerçekleştirememiştir. Spinoza,  Nietzsche, Foucault veya Gramsci gibilerinin çabaları olmuşsa da sistemi zorlayamamışlardır. Sosyalist düşün ve eylem insanlarının kendilerini dönüştürme gücü de bir hayli sınırlıdır. Özgürlük korkusu halkların, işçilerin, ezilen tüm toplumsal kesimlerin öncelikle özgüven yoksunluğuna işaret etmektedir.

İnsanlığa karşı mahcup bir seçenek olarak sosyalizm

Bugün sosyal bilimde ve akademi dünyasında düşünceyi kumanda eden büyük birader ABD’nin tezi özgürlük ve demokrasi çağında olduğumuz yönündedir. Ancak bu, özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin hakikatine söylem düzeyinde dahi bir halel getirememektedir. Bu kavramların yanı sıra eşitlik, özgürlük ve kardeşlik gibi insanlığın kadim değerleri çekiciliğini günümüzde de sürdürmeye, geçerliliğini korumaya devam ediyor. Günümüzün sorunu, ezilen halkların, işsiz ve atıl bırakılan yüz milyonlarca insanın, özgürlük ve demokrasi talep eden kitlelerin, kadınların ve genç insanların sözünü ettiğimiz bu özgürlük ısrarını geliştirme hazırlığına ne denli cesurca katılıp katılmayacaklarıdır. Böylesi bir çıkış, gerçek bir demokratizm için özgürlüğe niyet etme ve bunun için tutkuyla seferber olmaktır.

Özgür olma yolunda sözünü ettiğimiz korkuya özellikle 20.yy’da en büyük katkıyı, çöküşüyle reel sosyalizmin yaptığını söylemek yerinde olacaktır. Sosyalizm düşüncesi insanlığı büyük umutlarla ayağa kaldırdıktan sonra yaşadığı büyük çöküşle onu sahipsiz ve dayanaksız bıraktı. Bir gerçekleşme (reel sosyalizm) biçimi olarak, dahası bir rejim olarak sosyalizmi eleştirmek için pek çok nedenimiz var; sosyalizmin bir umut olmaktan çıkarak yenilmiş bir proje haline getirilmesiyle insanlık gerçekte büyük bir hüsran yaşadı. Direnen insanlık, özgürlük filmini bunca acı, bedel ve kahırdan sonra başa almak zorunda kaldı. Tekrar milyonları etkileyerek sosyalizme katılmaya davet etmek, yeniden büyük bir düşünme, yepyeni yorumlar ve çözüm stratejileri gerektirir. Sosyalizm bir hakikat ve özgürlük yaratmıştı. O, tüm tarih boyunca dinsel, sınıfsal ve toplumsal kurtuluş savaşlarının amaçladığı ve kutsal kitaplarda cennet olarak tasvir edilen düzenin adıdır. Sosyalizm toplumların doğal halidir.

Gerçekte sosyalizm (toplumculuk), insanlığın neolitik tarım devriminden itibaren gerçekleştirdiği toplu yaşam, paylaşım ve kardeşliğe dayalı komünal düzeni yeniden ve çağdaş araçlarla gerçekleştirme arzusundan başka bir şey değildir. Sosyalizmi bilimsel ve felsefi olarak yeniden ele almak, yönteme ilişkin yeni tartışmalar yapmak günümüz için hayati önemdedir. Onun, dünya halklarının ve ezilenlerinin eşitlik ve özgürlük davası olarak savaş, iktidar, devlet, din, kültür, bilim ve kadın konularında bugün yeni bir devrimci teoriye dayandırılması gerekmektedir. Kürt halk önderi Abdullah Öcalan, demokratik moderniteyi (uygarlığı), sosyalizmin bugünü olarak toplumların bilimsel, felsefi ve kültürel hakikatine, dahası tarihsel temellere dayandırmakta ve şöyle demektedir:

 “Sosyalizmi sadece geleceğe ilişkin bir proje veya program olarak görmek yerine, anlık özgürleştiren, eşitliği ve adaleti gözeten, estetik değeri olan ahlaki ve politik bir yaşam tarzı olarak hakikatleştirmek gerekir. Sosyalizm hakikati ifade eden bilinçli bir yaşam tarzıdır. Tarihte örnekleri bolca görülen bilgeler ve müminlerin tarzına benzer zamanın bilgesi ve mümini olarak yaşamak gerekir. Liberalizmin ahlak düşkünlüğünü ifade eden bireycilik özgürlük olmayıp, sahte bilinçle yaşatılan en aşağılık kölelik biçimidir. Anti liberalizm olarak sosyalizm, özgürlüğü kolektif eylemde ve ahlakta yaşamanın ideolojisidir.”[2]

Halkların kurtuluşu, emeğin özgürleşmesi, eşitlik ve kardeşlik gibi değerlerle yeniden sosyalizme yürümek elbette farklı bir yorum ve yeni yaklaşımlar gerektirir. Bu değerler her çağda karşılık gören ve kabul edilen erdemlerdir. Ancak sosyalist teori ve pratik kendisini halkların, bilimin ve çağın koşullarına göre dönüştürme cesaret ve yeteneğini ortaya koyabilecek mi? Sosyalizmin güncel sorunu budur. Özgürlük korkusunu bu doğrultuda tartışmak, gerçeğe bizleri daha da yakınlaştıracaktır.

Özgürlük korkusu en somut olarak tam da isyan ederken kendisini hissettiren bir heyuladır. Halklar isyan ve ayaklanma pratiğinde kapitalist modernitenin dayanılmaz eşitsizliğini reddetmektedirler. Kapitalizmden duyulan nefret onu yıkma arzusuna dönüşmüştür. Ancak cesaret konusu olan aslında halkların kendi demokratik toplum düzenlerini inşa edip edemeyecekleridir. Kapitalizmin yaşamı finans-kapitalle boğduğunu,  endüstriyalizmle hava ve suyu dolayısıyla doğayı kirleterek kimyasal-nükleer atık mezarlığına dönüştürdüğünü ve özellikle ulus-devletle halkları halen birbirine kırdırdığını bilen dünya halkları, günümüzde dünyanın pek çok bölgesinde ayaklanmalar gerçekleştirmekte ve yeni bir düzen ihtiyacını daha sıkı hissettirmektedirler. Ancak sorun bu yeni düzenin ne olacağıdır. Örneğin Mısır’da bu soruya verilecek bir yanıt bulunamadığı için eskisinden daha kötü ve yine ABD denetimli bir dikta rejimi kuruldu. Mısır halkının Mübarek rejiminin devamı olan böyle bir düzeni amaçlamadığını herhalde söylemeye gerek yok. Onların özgürlük diyerek Tahrir meydanına çıkarken İhvan’ı veya yeni bir diktatörü istediklerini kimse iddia edemez. Ayrıca ‘Tahrir’ ayaklanmalarının sonlarına doğru ABD’li yetkililer yaşananlara devrim diyerek süreci kendi taraflarına çekmeye çalıştılar. Bunu başardıkları açıktır. Sadece Mısır’da değil dünyanın birçok bölgesinde yeni düzenden kastın ne olduğu belirsizliğini korumaya devam ettiği sürece isyan ve ayaklanmalar baskı ve sömürü düzenlerinin yeni kapılarına çıkmaktan kurtulamayacaktır. Çünkü en hazırlıklı ve örgütlü güç ABD’dir.

Reel sosyalizmin insanlığa vaat ettiği yaşam ve gerçekleşebilmesi için 150 yıl boyunca uğruna verilen on milyonlarca şehit, eşitlik ve özgürlük için her çağda olduğu gibi ayağa kalkan dünya halklarının haklılığını göstermektedir. Tüm haklılığına ve görkemine rağmen reel sosyalizm kendi ağırlığı altında çöktü. Eğer bugün geçmiş sosyalizm deneyimlerinden daha iyisini kurmaya dair bir gereksinim duyuluyorsa, o halde reel sosyalizm bir devlet rejimi olarak kuruluşundan bu yana açmazlarla doludur. Her şeyden önce bunu kabul etmek gerekir. Yeni çıkışlar için bu temel sorgulama ve özeleştiri hayati önemdedir. Kapitalizm sanki sonsuza kadar var olacakmış gibi yaşanan sosyalizm fikrinden uzaklaşma ve soğumadır. Toplumlar tekrar milyonlarla sosyalizme katılmaktan bu sebeple korku ve endişe duyuyorlar. Aynı hüsran her ayağa kalkışta bir kader gibi halkların yakasına yapışacakmış ve sanki artık sosyalizmden, demokrasi ve özgürlükten vazgeçmek gerekiyormuş gibi bir korku duyulmaktadır. Özgürlüğe cesaret edilmemesinde sosyalizm adına yola çıkan hareketlerin ve devasa yapıların yaşadığı hüsranın payı büyüktür. Bu anlamda sosyalizm, halklara kendisini insanlığın bitmeyen eşitlik ve özgürlük kavgası olarak yeniden kabul ettirmek göreviyle karşı karşıyadır.

Kürdistan’da korku

Kürt ulusal sorunu, özünde bir halkın, ‘modern insanlığın’ gözleri önünde, yaşarken öldürülmesidir. Kürt sorunu, özgürlük ve eşitlik adına tarih sahnesine çıkılıncaya kadar on yıllarca ’sorun’ dahi edilmemiştir. Elbette birçok halk gibi Kürtlerin de toplumsal varlığın devamına ilişkin ahlaki, vicdani, inançsal ve kültürel çekinceleri, dogmaları ve korkuları bulunabilir. Bu bir toplumu görece muhafazakâr, gururlu veya çalışkan vb. yapabilir. Toplumların coğrafya ve kültürlerine bakılarak, bu yönden pek çok farklılık ve ayrıntı bulmak mümkündür. Ancak Kürdistan özelinde gerçekleşen korku, bir halk olarak varlığın bitirilmesine ya da sakatlanmasına yöneliktir. Kastettiğimiz, dıştan gelen ve toplumun doğal oluşumunu içermeyen bir korkudur. Dolayısıyla daha özeldir. Kürtlerin özgürlük ve demokrasi mücadelesinde karşılaştıkları pek çok sömürgeci bariyer ve kendilerine yapıştırılan açmaz bulunmaktadır. Bu açmazlar özgürleşme gerçekleştiği oranda aşılmakta ve büyük oranda tersi bir özgüvene ve toplumsal sorumluluğa dönüşmektedir. Ancak özgürleşme doğrultusunda Kürtlerin çok iyi yüzleşmeleri gereken bir diğer konu da, baskı altına alınmaya itiraz edemedikleri zamana ait bu korku olgusudur. Yani zulmün en çıplak ve sınırsız uygulandığı döneme dair olandır. Onu çok iyi tanımak, cesur, özgüvenli ve demokratik bir toplumun oluşumu yolunda hayati bir eşiği aşmak demektir. Hayatın tüm başarısızlıklarında insanın karşısına bu özgüven yoksunluğu çıkmaktadır. O halde toplumsal olarak baskı altından çıkma mücadelesi veren Kürtlerin korku ve cesareti yoğunca tartışmaları gerekmektedir. Yine kendilerine yabancı bir yönetim tarafından ağırlıklı olarak uygulanan, ancak günümüzde büyük oranda aşılan bu dış yönelimli korku olgusunu anlamak gerekmektedir. Çünkü özgürleşme sağlıklı ve korkusuz bir süreçtir. Kürt halk önderinin on yıllardır yapmaya çalıştığı topluma cesaret ve yiğitlik kazandırmaktır. Böylece özündeki bu erdemleri yeniden Kürtlerle buluşturmaktır. Çünkü sadece cesur bir toplum kendisi hakkında hüküm belirleyebilir, bağımsız hareket edebilir ve özgürleşmeye cesaret edebilir.

En başta vurgulanması gereken husus Kürt halkının baskı ve sömürüye alınma biçimidir. Bu anlamda korku Kürdistan’ı yöneten temel silahtır. Korku, halkın yoğun olarak hissettiği, bu sayede Kürdistan’ı dört parçaya ayırmış her bir devlete (daha özelde TC’ye) karşı boyun eğdirilerek, en dinamik kesim olabilecek genç erkeklerinin askere alındığı (kadınları zaten ayağa kalkmamacasına baskı altındadır) ve halkın kesinlikle ulusal ve toplumsal varlığının farkına varmaması için uygulanan yoğun baskının eseridir. Korku olmasa bir halkı toplumsal değerlerini lime lime ederek ve ülkesiyle dört parçaya ayırarak sömürge haline getirmek zordur. Bu, devletin yaydığı planlı ve sistematik korkudur. Kürdistan’ı dört parçaya bölen devletlerin ya da daha özelde Türk devletinin bu korkuyu nasıl ‘tesis ettiğini’ burada söylemeye gerek yok. Bunun için resmi tarihin masalcılığından çıkarak Türkiye’nin son yüz yıllık geçmişine bakmak yeterlidir.

Kürdistan’da devlet korkusu kendisini kimi sembollerle belirgin kılar. Bunlardan birincisi yeşil üniforması, botları, silahı ve sert görüntüsüyle askerdir; yine diğer üniformalılardan polis, zabıta ve hatta takım elbiseli devlet görevlilerine (örneğin doktor korkusu da özel bir travma, korku ve utanç kaynağıdır) karşı da korku duyulmaktadır. Çünkü bu kesimler toplumu en çok ezen, evleri basıp postallarıyla eve giren, yargılayan, kanunlara ve resmi evraklara dayanan, hapse atarak dehşet saçan, buz gibi soğuk ve katı olanlar ve halkın efendisi konumunda olup kaderini elinde tutan hükümet adamlarıdırlar. Onlar halkı hor görenlerdir. Kürdistan’da ayrı bir sosyal zümre ve katmandırlar. Evleri halkın yaşadığı yerlerin çok uzağındaki lojmanlarda bulunur ve çocukları ayrı okullarda okuyarak resmi devlet servisleriyle okula gidip gelirler. Ağırlıkla 2000’li yıllara kadar Türkçe’den, Türkçe konuşanlardan duyulan korku da önemlidir. Türkçe bilmemek (Yani Kürtçe’yi çok iyi bilmek) hakaret, aşağılanma ve alay konusu olmaktır. Yine büyüklüğü, giriş kapısındaki Atatürk büstü ve mimarisiyle devlet binalarından duyulan korku… Hatta Kürdistan’ın diğer yörelerinde veya Türkiye’de okuyan kendi çocuklarından (Türkçe konuşuyorsa) çekinme ve korku duyma… Bu korku imgelerinin her biri halkın zihninde küçülme ve devlete biat etme, azametinden korkma duygusu yaratmıştır. Özelikle TC’nin on yıllardır yaydığı baskı ve terör bu sembollerde birer korku imgesi haline gelmiştir. Halk her ayrıntısına kadar devleti ‘hissettiren’ bu imgelerin ne anlama geldiğini çok acılar çekerek bilmektedir. Buna herhalde “korkunç medeniyet” denilebilir.

Devlet de bu korkuyu sürekli üretmek ve gündelik yaşamın her alanına zerk etmek durumundadır. Çünkü bizzat kendisi de Kürt halk varlığının isyan ve direniş yönünü çok iyi bilmekte ve ondan korkmaktadır. Yani devlet hem Kürt halkından korkmakta, hem de Kürdistan’ı korku yayarak yönetmek istemektedir. Yüz yıldır süren tüm baskı ve terör özünde halktan duyulan korkudan dolayıdır. Çünkü Kürdün ayağa kalkışı devlet için bir felakettir. Korkuya dair devletten ve halktan yana gelişen bu çift yönlü mekanizma sonuçta cesareti akıl ederek bir kılavuza dönüştürenlerin çıkışına yol açtı. Nitekim 10. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Kürt halk önderi Abdullah Öcalan için “Bin yıldır Türk devletinin başına gelmiş en büyük bela” belirlemesini yapmıştır. Tüm acılara ve halkın yaşadığı büyük zorluklara rağmen Kürtlük adına böylesi bir çıkış gerçekleşmeseydi durum ne olurdu, bunu kimse düşünmek dahi istemiyor. Dolayısıyla bu çıkış adına bir pişmanlık duygusunun olmaması bir yana giderek artan ilginin varlığı, bir toplum olarak Kürtler için yüksek bir özgüveni ifade eder.

Öz yönetimini ve kendi demokratik toplum kurumsallaşmasını gerçekleştirmede özgürlük korkusu, dünyada genel bir sorun; ancak özel koşul ve durumlarda Kürdistan için de geçerlidir. Sömürgeci uygulama biçimini çok aşan Kürt halkının fiziki ve kültürel soykırıma alınması gerçekte Kürt halkını kendisi adına düşünemez ve konuşamaz hale getirmiştir. Tarihçi Arnold Toynbee “ Bir halk için en büyük felaket kendi tarihini düşmanlarının yazmasıdır” der. Kürt halk önderi de “ Bir toplum için en büyük felaket, kendisi hakkında düşünce üretme ve eylemde bulunma yetisini kaybetmesidir”[3] belirlemesini yapmaktadır. İşte Kürt halkı ülkesi dört parçaya bölünerek, baskı, sömürü, asimilasyon ve katliamla kendisi hakkında hiçbir fikir sahibi olmayan bir topluluğa dönüştürülmüştür.

Kürdistan’ın kendi olma ya da özyönetim problemi karşısında alınan tutum aslında Kürdistan devriminin doğuş yıllarına, “Kürdistan Sömürgedir” sözüne kadar uzanmaktadır. Çünkü sömürge statüsünün dahi çok ötesinde bir terör ve baskıyla yönetilen Kürdistan halkının kendi olma sorunu ilk bu belirlemeyle vurgulanmıştır. Dolayısıyla ezilen, yok sayılan ve asimilasyonla soysuzlaştırılmak istenen Kürt halkı adına elde edilen kazanımlar yine ‘cesaret’ ve ‘özgüvenle’ mümkün olabilmiştir. Kürt halkının özgürlük ve demokrasi gündeminin bundan sonra da bu bağlayıcı etkene göre şekilleneceği, Kürtlerin özgürleşmeye, kendi olmaya ve kendi özyönetimini inşa etmeye de yine cesaret ve özgüven sayesinde katılacağı giderek belirginleşen bir durumdur.

Nihayet bugün Kürt halkı özelinde yaşanan süreç, büyük oranda kendisine gelme, giderek artan bir özgüvenle kendi gerçekleriyle buluşma ve tarihinde ilk defa özgür olmaya cesaret etme şeklindedir. Özgürlük korkusu bu anlamıyla dünyadaki pek çok topluma oranla Kürtlerde yoğun siyasi, ideolojik ve on yıllardır süren silahlı mücadeleyle aşılmaya yüz tutmuştur. Filozof  B. Russell “Korkuyu yenmek bilgeliğin başlangıcıdır” der. Artık Kürtlerin özyönetiminden, devlete bağımlı olmaktan kurtulmasından ve kendi demokratik toplum düzenlerini kurmasından bahsedilmektedir. Kürt halk önderi Kürdistan’daki devrimci mücadeleyi salt Kürt halkının kurtuluşu için değil, aynı zamanda her halkın içerisinde yaşayabileceği eşit, özgür ve demokratik bir düzen için başlattıklarını belirtir. Kürdistan halkının kişilik olarak ilerlemesi ve kendi adına savaşma, siyaset yapma ve söz söyleme de dahil, pek çok konuda kendi kaderinin savunucusu olması, özgürlük korkusu bir yana, on yıllardır yürüttüğü kavgayı kazanmaya hazır olduğunu göstermektedir. Bu durum kendi olmakta ısrar ettikçe Kürdün özgürleşeceği anlamına gelmektedir. Onun zaferi burada bizzat kendi olma kavgasında gizlidir. Toplumun devlete bağımlı olmaktan çıkamaması gibi bir durum, bu özgüven ve öz örgütlülük karşısında geçerliliği olmayan bir söyleme dönüşmektedir.

Sonuç olarak başta da belirttiğimiz gibi korku, bazı hallerde gerekli ve yararlı bir duygudur. Ancak toplum üzerinde bu dış kaynaklı zorbaca korku olmadan, baskısız, mutlu, özgür ve demokratik bir Kürdistan ve Türkiye için artık korkma sırası suçlu, egemen, baskıcı ve sömürücü kesimlerdedir. Bu nedenle de özgürleşmekten korkmaktadırlar. Bir özgürleşme anı yaşanmakta ve bu durum hayatı değiştirerek varlığını hissettirdiği için korkmaları, paniklemeleri, tepki duymaları vb. anlaşılır bir durumdur. Haksız olduklarına da kızmaktalar, kolay değil; hiçbir yaşam refleksi vermeyen bir organizma ellerinden uçup gidiyor, bu nedenle “zor” durumdalar. Tarih ve halk karşısında mağlup oldular. Ancak tabii, halk özgürlüğe yürürken bu konu dünya devrimlerindeki pek çok çözüm sürecinde olduğu gibi rehabilitasyon merkezlerinin ve psikologların ilgileneceği bir meseledir. Şimdi Kürdistan’ın ve Kürt halk önderinin özgürlüğü için daha çok acele etme zamanıdır.

 



[1] Abdullah Öcalan, Özgürlük Sosyolojisi, Aram Yay. s. 37-38.

[2] Abdullah Öcalan, Kürt Sorununda Demokratik Ulus Çözümü, Ararat Yay. s.33

[3] Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu, 4. Kitap, Hawar Yay., s. 247

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar