Ana SayfaArşivSayı 61Kaypakkaya’nın Küçük-Burjuva Maceracı  Görüşlerinin Eleştirisi

Kaypakkaya’nın Küçük-Burjuva Maceracı  Görüşlerinin Eleştirisi

40 Yılda İbrahim Kaypakkaya

İbrahim Kaypakkaya’nın 18 Mayıs 1973’te öldürülmesinin üzerinden 40 yıl geçti.

İzleyen sayfalarda, Kaypakkaya’ya ilişkin dört değerlendirmeye yer veriliyor.

İlki, 1978 tarihli ve artık tarihsel denebilecek bir belge. Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin (TDKP) görüşleri doğrultusunda yayın yapan Parti Bayrağı Dergisinde yer almış imzasız bir yazı. Bu yazıda, ilk dikkat çeken husus, Kaypakkaya’nın görüşlerinin İdris Küçükömer ve Kemal Tahir’den etkilendiğine ilişkin vurgu oluyor. Bilindiği kadarıyla Kaypakkaya’ya ilişkin bu tür bir eleştirinin ilk örneğini bu yazı oluşturuyor. Parti Bayrağı’nın Kaypakkaya eleştirisinin, Türkiye devrimci hareketinin en gelişkin olduğu bir dönemdeki politik ruh halini yansıtması bakımından da önemli olduğu düşünülmektedir.

İkinci yazı, bundan 10 yıl sonra, Parti Bayrağı’ndaki yazıyı da eleştirmek maksadıyla, 1989’da kaleme alınmış. Bir bakıma bu yazı da artık tarihsel nitelik taşıyor. Üzerinden çeyrek yüzyıl geçmiş.

Bu yıllarda TDKP’den kopmuş olan H. Fırat, Ekim’in ideolojik-politik platformunu oluşturmaya gayret etmekteydi.

Kaypakkaya’nın Kürdistan’da çalıştığı zamanlarda kullandığı takma adlardan birinin Haydar Fırat olduğunu bilip bilmediğini bilmiyoruz, ama bu yazısıyla, H. Fırat’ın, Kaypakkaya’nın tarihsel yerini önemli bir tarzda gösterdiğini söylemek zorunludur. Kaypakkaya’nın, o tarihlerde H. Fırat tarzı savunusunun bilindiği kadarıyla başka örneği yoktu. Kaypakkaya’nın görüşlerinin etkisinin tarihini yazanların H. Fırat’ın bu değerlendirmesini mutlaka dikkate alması gerekiyor.

Ferhat Şirin ve Metin Kayaoğlu’ya ait diğer iki yazı, Kaypakkaya’nın görüşlerinin, üzerinden geçen 40 yıldan sonra, bugün, nasıl edinileceği ve izleneceğine ilişkin.

Ülkenin ilk politik Marksisti olarak değerlendirdiğimiz ve eserinin Marksizm için önemini geçen zamanla daha iyi anladığımız yiğit devrimcinin anısına saygıyla.

İ B R A H İ M   K A Y P A K K A Y A   T A R T I Ş M A S I

 

 

 

Parti Bayrağı, Eylül 1978, Sayı: 7, ss. 81-118
Bu yazıya dikkatimizi çeken Yavuz Yıldırımtürk’e
teşekkür ederiz.

İbrahim Kaypakkaya’nın Küçük-Burjuva Maceracı Görüşlerinin Eleştirisi

Parti Bayrağı

Giriş

Halkın Birliği ve Partizan gibi çizgiler İ. Kaypakkaya’nın izlediği siyasetin küçük burjuva maceracı bir siyaset olduğunu reddetmektedirler.

12 Mart döneminde faaliyet gösteren THKO, THKP-C gibi hareketlerle İ. Kaypakkaya’nın önderliğini yaptığı TİKKO hareketi arasında sınıf mücadelesine bakış açısında, çalışma, örgütlenme ve silahlı mücadele anlayışında esaslı farkların bulunmadığı sosyal pratik tarafından kanıtlanmıştır. İ. Kaypakkaya o dönemde faaliyet gösteren benzeri grupların önderleri gibi kitlelerden kopuk bir avuç aydının bireysel terörizmini esas mücadele biçimi olarak ele aldı ve bu görüşlerin teorisini yaparak bunları hayata geçirmeye çalıştı; buna uygun eylemlere girişti.

İ. Kaypakkaya da diğer küçük burjuva ihtilalci önderler gibi, terörizmin temel mücadele biçimi olduğuna ilişkin tezlerini, revizyonistler tarafından ileri sürülen çağımızın ve emperyalizmin niteliğinin değiştiği yolundaki iddiaya dayandırmaya çalıştı. O, bireysel terörizmin sözde temel mücadele biçimi olduğunu kanıtlayabilmek (!) için öylesine bir zorlama içine girdi ki, bu yolda Marksizm-Leninizmin ustalarının görüşlerini kaba bir şekilde çarpıtmaktan, bu görüşleri canı istediği gibi yorumlamaktan çekinmedi. Hem de Marksizm-Leninizmin temel ve herkes tarafından kolayca kavranabilecek konularında…

Onun en temel yanlışlarından biri, terörizmi esas alan, kitlelerden kopuk bir avuç devrimcinin faaliyeti sonunda “halk ordusunun” inşa edilebileceğine ve halkın harekete geçirilebileceğine dair tezidir.

“Bunlar, sübjektif faaliyetin rolünü abartıyor ve mutlaklaştırıyorlar. Ve sanıyorlar ki, tıpkı küçük bir motorun büyük bir motoru harekete geçirmesi gibi, bir mücadele grubunun ‘aktif eylemleriyle’ devrimin patlaması gibi şart olan devrimci durum suni olarak yaratılabilir. Bunlara göre, kapitalist toplumun ülkelerinin devrimci birikimi her an patlamaya hazırdır. Yeter ki dıştan bir darbe vurulsun, yeter ki bir gerilla merkezi kurulsun, kitleler onları otomatik olarak izleyeceklerdir.” (Enver Hoca, AEP 6. Kongresine sunulan rapordan)

İ. Kaypakkaya’nın yazılarının her satırında E. Hoca tarafından eleştirilen bu görüşlere rastlarız. İ. Kaypakkaya’nın bu düşüncesi işçi sınıfının ulusal demokratik halk devrimindeki önderliği ve son olarak devrimdeki konumunu bir kenara itmeye zorluyor. O da, lafta ne derse desin pratikte partinin rolünü bir gerilla kolunun fonksiyonuna devrediyor ve onun örgütlenmesini esas alıyordu. Onun parti ve işçi sınıfının devrimdeki rolü konusundaki yanlış görüşleri kaçınılmaz olarak demokratik devrimle sosyalist devrim arasındaki bağı kopardı,  birinden diğerine kesintisiz geçişi inkar etti ve proletaryanın devrimdeki önderliğini, sözde “Marksizmi öğrenmiş” bir grup aydının önderliği şekline indirgeyerek, her türden revizyonist ideolog tarafından ileri sürülen “ideolojik önderlik” safsatasına sahip çıktı.

İ. Kaypakkaya’nın yanlışları yalnızca bu söylenenlerden ibaret değildir. PDA revizyonizminin sınıf işbirlikçisi siyasetinin eleştirisi adı altında piyasaya sürdüğü tezleri içinde öyleleri vardır ki; bunlar komprador burjuvazi ve milli meselede olduğu gibi aşırı sağcı görüşlerin bir ifadesidir. İ. Kaypakkaya’nın yazılarında sağ ve “sol” oportünizmin iç içeliğini en çarpıcı bir şekilde görmek mümkündür. O, bir şekilde PDA revizyonizminin dünyayı burjuva-idealist yorumlayışının dışına çıkamadı. Sağ subjektivizm ve idealizmin yerine, “sol” subjektivizm ve idealizmi geçirdi. Her şeyi iradeci bir şekilde ele aldı.

İ. Kaypakkaya genel olarak PDA oportünizminin yanlış görüşlerini açığa çıkarmak için Marksizm-Leninizmin ışığında bir çabaya girmemiştir. O, PDA revizyonizmine karşı çıkarken Marksizm-Leninizmi ve dünya proletaryasının deneylerini esas almadığı için revizyonizmi aşamadı. PDA ve benzeri grupların görüşlerine eleştiri diye ortaya attığı düşünceler çoğunlukla 1960 ve 1970 yılları arasında çeşitli revizyonist ve Troçkist “teorisyenler” tarafından ortaya atılan tezlerin eklektik bir karışımından ibarettir. Örneğin, İ. Kaypakkaya’nın “herkesi ayağa fırlatacak” dediği, Kurtuluş Savaşı sırasında Kemalist hareketin komprador burjuvazinin önderliğinde olduğu ve milli meselenin çağımızda da burjuvalar arasındaki pazar paylaşımı meselesinin teşkil ettiği yolundaki görüşleri, Türkiye devrimcilerine hiç de uzak olmayan ve Kemal Tahir, İdris Küçükömer gibi yoz burjuva ideologları ve şoven Kürt milliyetçileri tarafından uzun zamandan beri savunulan görüşlerdi.

Milli Kurtuluş Savaşı ve Kemalist hareketin

değerlendirilmesi

Gerek Parti Bayrağı, gerekse Halkın Kurtuluşu bu konudaki görüşlerini yayınlamış durumdadır. Onun için bu konu üzerinde uzun boylu durmayacağız.

Ulusal kurtuluş savaşının komprador burjuvazinin önderliğinde verildiğine dair görüşlerin ilk sahiplerinin İ. Küçükömer ve K. Tahir gibileri olduğunu söyledik. Bu meseleyi biraz daha kurcaladığımızda Padişahçı-Abdülhamitçi gericilerin de bu görüşleri savunduğunu görürüz. İ. Kaypakkaya, Ş. Hüsnü ve PDA’nın Kemalist hareket konusundaki görüşlerine karşı çıkayım derken, en gericilerin görüşlerine sahip çıkıyor. Ve bilimsel olmayan bir tepkiyle, PDA oportünizminin milli kurtuluş savaşı ve Kemalist hareketin tutarlı anti-emperyalist muhtevaya sahip olduğunu ileri süren, onun emperyalizmle uzlaşan yanını göz ardı eden görüşlerine karşı komprador burjuvazinin milli kurtuluş savaşına önderlik edebileceğini ileri sürüyor.

M. Belli ve PDA oportünizminin, M. Kemal hareketini yanlış değerlendirmesinin esas nedeni çeşitli yazılarımızda belirttiğimiz gibi, cuntacı siyasetlerine malzeme sağlayabilme çabalarından ileri geliyordu. 1960’larda cuntacılık peşinde koşanlar, “Kemalist cuntacılara hoş görünmek için M. Kemal hareketinin emperyalizmle uzlaşan yanlarını ve onun feodal-burjuva niteliğini göz ardı ediyorlardı. İ. Kaypakkaya haklı olarak gerçekleri çarpıtan bu burjuva görüşlere tepki duydu ve karşı çıktı. Ama o bu görüşlere barışçıl ve parlamenter yol peşinde olan revizyonistlerin de karşı çıktığını unuttu; Marksizm-Leninizmin karşı çıkışıyla bu revizyonistlerin karşı çıkışı arasındaki farklılığı görmedi.

İ. Küçükömer, K. Tahir gibi barışçıl ve parlamenter siyasetlerden yana olan burjuva aydın ve ideologları, cuntacı hareketin halktan yana olamayacağını kanıtlamak için ve reformcu cuntacı hareketin kendine örnek aldığı Kemalist hareketi karalayabilmek için, M. Kemal hareketinin milli burjuvazinin bir hareketi ve cılız kalan anti-emperyalist milli bir devrim olmadığını ileri sürüyor ve onun emperyalistler arası savaşa tekabül ettiğini ve gericiler arasındaki bir mücadele olduğunu iddia ediyorlardı, özellikle o dönemde K. Tahir ve etrafına kümelenmiş bir avuç burjuva aydın “Türkiye Defteri” adlı bir dergide bu görüşleri yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı. İşte İ. Kaypakkaya cuntacı, darbe peşinde koşan sağ oportünistlere bu burjuva sağ görüşlere dayanarak karşı çıkmaya ve bunların kanıtlarıyla onları çürütmeye yeltendi. Ne var ki, silah geriye tepti. İ. Kaypakkaya hareketi ve 12 Mart darbesiyle çökmeye, dağılmaya yüz tutan PDA hareketi Kaypakkaya’nın yanlışlarından yararlanan revizyonist şeflerin çabalarıyla yeniden toparlanma fırsatı elde etti ve bu görüşlerin yanlışlığını ve yozluğunu kendi görüşlerinin doğruluğunun kanıtı olarak ileri sürdüler.

M. Kemal hareketinin milli burjuvazinin önderliğinde cılız kalan anti-emperyalist, emperyalizme darbe indiren ulusal bir hareket olduğunu kanıtlamak için uzun boylu bir araştırma yapmaya gerek yoktur. Çünkü bu hareketin sınıfsal karakteri ve niteliği konusunu Marksizm-Leninizm çok önceden açıklığa kavuşturmuştu. Lenin, Stalin, Mao Zedung ve Komintern tarafından M. Kemal hareketi defalarca değerlendirilmiştir. Doğu Perinçek revizyonisti İ. Kaypakkaya’nın gafından alabildiğine yararlandı ve bu gafı kendi sağcı görüşlerini gizleyebilmek için bir örtü gibi kullandı. O, bunu yaparken meseleyi milli kurtuluş savaşının önderliğini komprador burjuvazi mi, yoksa milli burjuvazi mi yürütmüştür tartışmasına indirgedi. Ve ulusal kurtuluş savaşının önderliğini milli burjuvazinin yaptığını kanıtlamak için çeşitli Marksist ustalara başvurdu. Böylece Ş. Hüsnü’nün ve kendisinin M. Kemal hareketi konusundaki sağ oportünist tahlilleriyle Lenin, Stalin, Mao Zedung ve Komintern’in bu hareketi değerlendirmesi arasında ayniyet bulunduğunu ileri sürdü.

Parti Bayrağı; ulusal kurtuluş savaşı ve Kemalist hareket konusundaki sağ oportünist-revizyonist tezleri eleştirdi. Doğu Perinçek revizyonistinin iddialarının tersine, ulusal kurtuluş savaşını değerlendirmede Marksizm-Leninizm ile oportünizm arasında çıkan ayrılığın temelini bu savaşın önderliğinin ulusal burjuvazinin elinde olup olmadığı teşkil etmemektedir. Marksizm-Leninizm ile oportünizm arasındaki temel ayrılık; önderliği ele geçiren ulusal burjuvazinin sınıfsal niteliklerinin çarpıtılmasında ve onun burjuva-feodal, emperyalistlerle uzlaşan karakterini gizlemesinde ortaya çıkıyor.

Parti Bayrağı’nın bu görüşleri Halkın Birliği dergisi tarafından gülünç bir şekilde “orta yol” olarak değerlendiriliyor. Bu “orta yol”; Kemalist hareket konusunda, revizyonizm tarafından ört bas edilmeye çalışılan, Lenin ve Stalin’in görüşleridir. Aslında Halkın Birliği orta yolun ne anlama geldiğini bile kavramıyor. Sağ ve “sol” oportünist görüşlere karşı çıkan Marksizm-Leninizm ona göre bu ikisinin “ortasıdır”! Halkın Birliği Marksizm-Leninizmi biraz kavrasaydı, her konuda olduğu gibi bu konuda da sağ ve “sol” oportünist görüşlerin aynı temele dayandığını görebilirdi.

İ. Kaypakkaya’nın görüşlerini eleştirmek için hemen ayağa fırlayan D. Perinçek; Parti Bayrağı’nın doğru, Marksist-Leninist görüşleri karşısında tam bir sessizliğe gömülmüştür.

Gerek İ. Kaypakkaya, gerekse onun bu görüşlerini paylaşan Halkın Birliği ve Partizan gibi hareketler, yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal burjuvazinin niteliğini revizyonist Doğu Perinçek ve benzerleri gibi ele almaktadır. D. Perinçek, ulusal nitelikteki feodal-burjuvazinin emperyalizmle işbirliği yapmadığını, uzlaşıcı bir sınıfsal niteliğe sahip olmadığını ileri sürüyor. İ. Kaypakkaya da milli burjuvazinin sınıfsal karakteri konusunda D. Perinçek gibi düşünüyor. Onun anlayışına göre de emperyalizmle uzlaşan, onunla ekonomik, siyasi bağlantı kuran burjuvazinin ulusal nitelikte olmaması gerekmektedir! Her şey bir yana, meta ekonomisinin ve işbölümünün uluslararası bir karakter taşıdığı kapitalizm dünyasında içine kapanık burjuva ülkelerin olamayacağı açıktır. Bu, özellikle sermayenin dünyanın her tarafına yayıldığı ve egemenliğini götürdüğü, tek bir dünya ekonomisinin yaratıldığı emperyalizm çağında hiç söz konusu değildir. Uluslararası kapitalizm şartlarında, birbirleriyle sıkı bir bağlantı içinde bulunan tüm kapitalist ülkelerde kapitalizmin evrensel kanunlarının yürürlükte olduğu açıktır; dolayısıyla büyük sermaye küçük sermaye üzerinde egemenlik kurar ve onu kendine bağımlı kılar.

Bu şartlarda işçi ve emekçi kitleleri sömürmekten ve kârına kâr katmaktan başka bir şey düşünmeyen sömürge ve yarı-sömürge ülke burjuvaları, kolayca emperyalizmin önünde boyun eğer ve ona tabi olur. Hele emperyalizm çağıyla birlikte proleter devrimleri çağının başlaması, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde proletaryanın bağımsız sınıf eyleminin doğması, proletaryanın ulusal ve demokratik halk devriminin önderliğini ele geçirmesi ve bu devrimle proleter-sosyalist devrim arasında kesintisiz ve aşamalı bir bağlantının doğması, dolayısıyla bu devrimin dünya sosyalist devriminin bir parçası olması, bu ülkelerdeki ulusal burjuvaziyi emperyalizmle daha fazla uzlaşmaya itmektedir. Özellikle ulusal burjuvazinin üst kesimi emperyalist burjuvazi ile çeşitli ekonomik, siyasi ittifaklar kurup, halka karşı gerici bloklar oluşturmaktadır. Bu nitelikteki ulusal burjuvazi, ülke içinde de feodal toprak ağalarıyla uzlaşarak köylülüğün toprak ve özgürlük mücadelesinin karşısında yer alır.

Parti Bayrağı’nın çeşitli yazılarında da belirtildiği gibi, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki komprador burjuvazi ve uzlaşıcı milli burjuvazi arasındaki sınıfsal nitelik farklılığını belirleyen sadece emperyalist sermaye ile kurulan ekonomik ve siyasi işbirliği değildir.

Sömürge ve yarı-sömürge ülkeler burjuvazisinin sadece emperyalist sermaye ile çeşitli şekillerde kurdukları ekonomik ve siyasi işbirliğine göre onların ulusal veya komprador nitelikte oldukları tespit edilemez. Salt emperyalist sermaye ile kurulan ilişkilere göre burjuvazinin ulusallığı tespit edilmeye kalkışılırsa, sömürge ve yarı sömürge ülkelerde küçük burjuvazinin (köylülüğün) dışında ulusal burjuvazinin bulunmadığına karar vermek zorunda kalırız. Veya komprador burjuvazinin de ulusal burjuvazi olduğu ve dolayısıyla gerçek anlamda komprador burjuvazi diye bir burjuvazinin olmadığı sonucuna varırız. Nitekim emperyalist sermaye ile kurulan çeşitli bağlantılara göre emperyalist burjuvazinin niteliğini tespite kalkışanlar her iki yanlışa da düşmekten kurtulamıyor.

Sömürge ve yan-sömürge ülkelerde ulusal burjuvazi ile komprador burjuvazi arkasındaki farklılığı belirleyen ekonomik yapıdır. Komprador burjuvazi uluslararası sermayenin sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki uzantısıdır ve emperyalist sermaye ile aynı kategori içerisinde yer alır. Onun gayrı-milli niteliği buradan gelir. Ulusal burjuvazi emperyalist sermaye ile çeşitli ilişkiler içine girmesine rağmen ülkenin ulusal ekonomisinin bir parçasını teşkil eder ve ondan doğmuştur. Ekonomik olarak dayandığı yapı ulusal kapitalist ekonomidir. Dolayısıyla komprador burjuvazinin varlığı bütünüyle emperyalizme bağlıdır. Ulusal burjuvazi ise emperyalizmle kurduğu ilişkilerin boyutlarına göre varlığını emperyalizme bağımlı kılmıştır. Özellikle kapitalizmin oldukça geliştiği sömürge, yan-sömürge ülkelerde ulusal burjuvazinin üst kesimi kârını ve sömürüsünü düşündüğü için emperyalizme daha sıkı bir ilişkiye girerek uzlaşıcı bir karakter kazanmıştır. Bu niteliğinden ötürü Mao Zedung bu burjuvazi için, “toprak ağalarından daha az feodal, komprador burjuvaziden daha az kompradordur” der.

İ. Kaypakkaya sömürge ve yarı-sömürgelerdeki emperyalizmle uzlaşan ulusal burjuvazinin özelliklerine Marksist-Leninist bir açıdan yaklaşmadı. Özel olarak ulusal kurtuluş savaşının önderi burjuvazinin feodal-burjuva, emperyalizmle uzlaşan niteliğinin ulusallıkla bağdaşmayacağına karar vererek; onun ta kurtuluş savaşının başında emperyalist ülkelerle kurduğu çeşitli ekonomik ve siyasi işbirliğini yadırgadı. Böyle bir burjuvazinin ancak komprador nitelikte olabileceğini zannetti.

Bugün Halkın Birliği ve Partizan gibi gruplar İ. Kaypakkaya’nın hatalarını devam ettiriyorlar. Uzlaşıcı ulusal burjuvazinin özelliğini kavramadıkları gibi, komprador burjuvaziyi de emperyalist sermaye ile kurulan çeşitli ilişkilere göre tanımlamaya çalışıyorlar. Bu yüzden de Parti Bayrağı ve Halkın Kurtuluşu’nun komprador burjuvazinin emperyalist sermaye ile aynı kategori içinde yer aldığı konusundaki görüşlerini kavrayamıyorlar.

Sadece emperyalist sermaye ile kurulan siyasi ve ekonomik işbirliğine göre burjuvazinin kompradorluğu tespit edilmeye çalışılırsa ister istemez, komprador burjuvazinin ulusal bir ekonomiye dayandığı ve emperyalizmle komprador burjuvazi arasındaki çelişkinin uzlaşmaz bir çelişki olduğu kabul edilmek zorunda kalınır; nitekim gerek İ. Kaypakkaya gerekse Halkın Birliği ve Partizan bu görüşü kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Komprador burjuvazi ile emperyalizm

arasındaki çelişme uzlaşmaz değildir

İ. Kaypakkaya komprador burjuvazi ile emperyalizm arasındaki çelişmeyi uzlaşmaz bir çelişme olarak görüyor ve bu çelişmenin şiddete dayalı bir mücadeleye dönüşebileceğini iddia ediyor. Oysa, komprador burjuvazinin emperyalizmle böylesi bir çelişmesinin olabilmesi için onun ulusal ekonomi temeline dayanması gerekir. Görüldüğü gibi sağ oportünist görüşler ne kadar keskin havalara bürünürse bürünsün sonunda komprador burjuvaziyi milli burjuvazi olarak kabul ediyor.

Komprador burjuvazinin niteliği ve komprador burjuvazi ile emperyalizm arasındaki çelişmenin özelliğini Parti Bayrağı ve Halkın Kurtuluşu etraflı olarak inceledi. Özellikle “Oportünist Üç Dünya Teorisi ve Üç Dünyacı Aydınlık Revizyonizmi” adlı broşürde bu konu üzerinde geniş olarak duruldu. “Üç dünya”cı oportünizm sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki komprador burjuvazi ile emperyalizm arasındaki çelişmenin uzlaşmaz bir çelişme olduğunu ileri sürüyor ve komprador burjuvazinin emperyalizme karşı siyasi bağımsızlığı (ulusal bağımsızlığı) kazanabileceğini vaaz ediyor. “Üç Dünya”cı oportünistlerin bu düşüncelerine yönelttiğimiz eleştiriler aynı görüşleri paylaşan İ. Kaypakkaya’yı da hedef almaktadır.

İ. Kaypakkaya ulusal kurtuluş savaşının önderliğini komprador burjuvazinin yaptığını kanıtlamak için bir sürü hayali kanıtlar ileri sürmekte; mantık ve kelime oyunlarına başvurarak görüşünü kuvvetlendirmeye çalışmaktadır. Örneğin; ulusal kurtuluş savaşının önderliğini milli ticaret burjuvazisinin yaptığını açık olarak belirten Stalin’in bu ifadeyi kullanmasının nedenini onda komprador burjuvazi teriminin olmasına bağlıyor ve Stalin’in milli ticaret burjuvazisi kavramıyla komprador burjuvaziyi tarif etmek istediğini ileri sürüyor. Bu görüşün saçmalığı ortadadır. Gerek milli kurtuluş savaşı sonrasında, gerekse daha sonraları sömürge ve yarı-sömürgelerde ortaya çıkan komprador burjuvazinin niteliği Stalin tarafından incelenmiştir ve bu burjuvazinin özellikleri belirgin hale getirilmiştir. Komprador burjuvazi milli burjuvazinin herhangi bir kesimini tanımlamakta kullanılan bir kavram değildir. O, yarı-sömürge ülkelerde emperyalizm tarafından yaratılan burjuvaziyi tanımlamak için kullanılır. Dolayısıyla böyle bir burjuvazinin doğmadığı şartlarda bu kavramın kullanılması söz konusu değildir. Bir an için komprador burjuvazi kavramının 1919-20’lerde Marksist-Leninist terminolojiye girmediğini ve komprador burjuvazi olgusunun derinlemesine incelenmediğini varsayalım. O takdirde bu kavram geliştirildikten sonra uluslararası Marksist-Leninist hareketin belgelerinde milli kurtuluş savaşına önderlik eden sınıfı tanımlamak için bu kavrama başvurulması gerekirdi. Oysa bilindiği gibi tam da Stalin 1925 yılında komprador burjuvazinin özellikleri üzerinde durduğu bir makalesinde yine Türkiye’deki milli kurtuluş savaşının milli ticaret burjuvazisinin önderliğinde verildiğini vurguluyor.

Stalin’in görüşleri doğruydu. Çünkü, komprador burjuvazinin önderliğinde bir ulusal kurtuluş mücadelesi düşünülemez. O, ancak bağlı olduğu emperyalizmin menfaatleri doğrultusunda diğer emperyalistlere karşı direnebilir ve mücadele yürütebilir; o da ancak belirli şartların bir araya gelmesiyle… Marksizm-Leninizm komprador burjuvazinin anti-emperyalist bir mücadeleye önderlik edemeyeceğini çok açık olarak ortaya koyar. Bu yüzden Marksist-Leninistler dünyanın hiçbir sömürge, yan-sömürge ülkesinde komprador burjuvaziye, İ. Kaypakkaya’nın verdiği türden payeler vermemişlerdir. Kaldı ki böylesi bir düşünceden hareket eden İ. Kaypakkaya’nın komprador burjuvazi terimini kullanması bile anlamsızdır.

İ. Kaypakkaya, ulusal kurtuluş savaşının komprador burjuvazinin önderliğinde verildiğinin kanıtı olarak bir de sömürge statüsünün, yarı-sömürge statüsüne dönüşmesini gösteriyor.

Bu bakış açısının temelinde yatan emperyalist ekonomizmdir. Ekonomik sömürgeciliğin devam etmesi siyasi bağımsızlık tarafından engellenemez ve siyasi bağımsızlığın elde edilmesi bu tür sömürgeciliği ortadan kaldırmaz. Nitekim milli kurtuluş savaşı da bu tür bağımsızlığın elde edilmesiyle sınırlı bir anti-emperyalist mücadeledir. Proleter devrimler çağında ulusal burjuvazinin öncülüğünde bunun dışında bir şeyin elde edildiği de görülmemiştir. Bu durumda açıktır ki uzlaşmacı feodal burjuvazinin önderliğinde (ki bu ulusal burjuvazidir) yürütülen bir cılız anti-emperyalist devrim “sömürge statüsünün yarı-sömürge statüsüne dönüşmesi”nden başka bir sonuç veremezdi ve vermemiştir. Fakat buna rağmen, yani ekonomik bağımlılığa rağmen siyasi bağımsızlığın milli devrimci bir savaş sonucu elde edilmesi emperyalizme darbe indiren ve emperyalizmi zayıflatan bir olgudur. Lenin önderliğindeki Sovyetler Birliği, burjuvazisinin feodal ve toprak devrimini hedef alan demokrasi düşmanı niteliğine rağmen bundan ötürü milli kurtuluş savaşını desteklemiştir. İ. Kaypakkaya milli kurtuluş savaşının Sovyetler Birliği tarafından desteklenmesini emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanma olarak gösteriyor; bu tam da “üç dünya”cı revizyonistlerin mantığıdır. Marksist-Leninistler emperyalistler arasındaki çelişmeden yararlanmayı bir emperyaliste karşı diğerini desteklemek şeklinde ele almadılar ve alamazlar. Lenin’in I. emperyalist savaş sırasındaki emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanma taktiği açıktır. Emperyalist savaş ve emperyalistler arasındaki çelişmelerin alabildiğine derinleşmesinden yararlanarak, emperyalist savaşı iç savaşa çevirmek ve emperyalizmin egemenliğine son vermek; Lenin’in emperyalistler arasındaki çelişmeden yararlanma ilkesi budur.

İ. Kaypakkaya milli kurtuluş savaşının önderliğini komprador burjuvazinin yaptığını kanıtlamak için bir sürü burjuva-revizyonist görüşe sahip çıkmaktan çekinmiyor. Sözde milli kurtuluş savaşını karalamaya çalışırken, komprador burjuvaziyi yüceltiyor, emperyalistler arasındaki çelişmelerden yararlanmayı, aynen Doğu Perinçek gibi bir emperyaliste karşı diğerini ve onun uşaklarını desteklemek olarak anlıyor. Böylesi bir anlayışla Doğu Perinçek gibi revizyonistlere karşı çıkmaya çalışmak, revizyonizmi güçlendirmekten başka bir sonuç veremez ve nitekim vermedi de.

İbrahim Kaypakkaya’nın siyasi ve

silahlı mücadele anlayışı

İ. Kaypakkaya’nın barışçıl ve silahlı mücadele anlayışı Doğu Perinçek ve benzeri revizyonistlerin anlayışlarının aynısı ve onun “solcu” bir kisveye bürünmüş halidir.

İ. Kaypakkaya ile D. Perinçek arasındaki bu konudaki farklılık, sadece sınıf mücadelesini burjuvaca yorumlayışta ortaya çıkan sağ ve “sol” oportünizm arasındaki farklılıktır. Her ikisi de ezen ve sömürülenler arasındaki somut mücadelenin o günün somut koşullarında barışçıl veya silahlı olup olmayacağını pratikten yani kitlelerin mücadelesinden öğrenmeyi bir yana bırakıyor ve masa başında mücadele biçimleri icat ederek bunu kitlelere sözde empoze etmeye çalışıyorlar. Bu anlayışla ortaya çıkan mücadele biçimleri konusunda da, aralarında kör dövüşü biçimi bir çekişmeye girişiyorlar. Bazılarına göre bu çatışma “revizyonizmle Marksizm” arasında cereyan etmektedir! Sağ ve “sol” oportünist anlayış sahipleri kendilerine “Marksist” payesini verdikçe revizyonist ve Marksist kutuplar da durmadan değişikliğe uğruyor. Ama ne var ki İ. Kaypakkaya ile PDA (ki buna İ. Kaypakkaya Şafak revizyonizmi diyerek Aydınlık oportünizminin 12 Mart öncesiyle sonrası arasında bir farklılık olduğu izlenimi yaratmaya çalışıyor) arasındaki sürtüşmenin, Marksizm-Leninizm ile revizyonizm arasındaki çatışmayla bir ilgisi yoktur. Bunlar arasındaki çatışma aynı anlayış temelinde hareket eden ve aynı sınıfların menfaatine tekabül eden küçük burjuva politikacıları arasındaki bir çatışmadır; sınıf temelleri aynı olmasına rağmen bu akımların biri sağ oportünizmi temsil ediyor, diğeri ise “sol” oportünist küçük burjuva maceracılığını.

İ. Kaypakkaya ile PDA revizyonizmi arasındaki, “mücadele biçimleri” konusundaki tartışma, emekçi kitlelerin sınıf mücadelesinin dışında ve onlardan kopuk bir avuç aydının masa başında tespit ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere nasıl empoze edecekleri noktasında düğümlenmektedir.

PDA revizyonistleri sağ burjuva anlayışlarına uygun olarak devamlı kitlelere “benimsetilecek” mücadelenin biçiminin barışçıl olması gerektiğini savunuyorlardı. Bunun için de devrimcilere, kitlelere devamlı barışçıl mücadele biçimlerinin empoze edilmesinin gerekliliğini vaaz ediyorlardı. Kafa yapılarına uygun olarak hiçbir şart altında bazı mücadele biçimlerinin (örneğin bireysel terörün) devrimci eylem biçimi olamayacağını ve kitleler tarafından benimsenmeyeceğini iddia etmekteydiler.

PDA revizyonizminin mücadele biçimleri konusundaki burjuva idealist anlayışının özüne itirazı olmayan İ. Kaypakkaya ise her şart altında kitlelere silahlı mücadele biçimlerinin “empoze edilmesi” gerektiğini savunuyordu.

Kitlelerden kopuk bir grup aydının silahlı mücadeleye başlayarak bütün kitleleri ayaklanmaya sevk edebileceğini ileri süren İ. Kaypakkaya, maceracı çizgisini, Lenin’in “Marksistler hiçbir mücadele biçimini reddetmez” yolundaki doğru anlayışına dayandırmaya çalıştı; sanki Lenin bu sözlerle kitlelere mücadele biçimlerinin dışarıdan empoze edileceğini iddia etmiş ve İ. Kaypakkaya’nınkilere aynen benzeyen Narodniklerin tezlerini eleştirerek yerle bir etmemiş gibi…

PDA oportünistleri mücadele biçimlerini masa başında ve kitlelerin en geri bilincine göre tespit ederek, onlara bu mücadele biçimlerini dışarıdan “empoze etme” sevdasına kapıldıkları için iflah olmaz reformist ve ekonomistler haline geldiler. İ. Kaypakkaya bu sofist düşünceyi bir başka biçimde savundu. Ona göre kitlelere “benimsetilecek” ya da “empoze edilecek” tek ve esas mücadele biçimi “silahlı mücadele” olmalıydı. Bu işi başarmak için gerekli olan yalnızca “cesaret”ti; yani maceracılığın rizikosunu göze almak gerekliydi.

“… Silahlı mücadele konusunda da kendisini gösteriyor. Şafak revizyonistleri, halk kitlelerini terbiyeli maymun gibi, işaret ettikleri yerlere bastırarak, silahlı mücadele yolunda ilerletebileceklerini sanıyorlar! Oraya basma yasak! Şuraya değme! Buna vurma! Şunu kırma! Silahlı mücadele değil, ip üzerinde canbazlık!” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar, Tufan Yayınları, s. 292,)

Görüldüğü gibi burada mücadele biçiminin nasıl benimsetileceği tartışılıyor. İtirazlar da mücadele biçimini “benimsetme” metodu üzerinde yoğunlaşıyor.

Gerek silahlı mücadeleyi reddeden revizyonistler, gerekse kitlelerden kopuk kitlelerin siyasi mücadelesinin üst derecesi olarak doğmayan ve bir avuç aydının bireysel terörizmi olan silahlı eylemleri savunan “sol” oportünistler olsun, burjuva görüşlerinin kanıtlarını (!) Lenin’de aramaktan da vazgeçmiyorlar. Ve, Lenin’i kendi anti-Marksist burjuva görüşlerinin dayanağı yapmaktan çekinmiyorlar.

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, PDA revizyonizminin bazı mücadele biçimlerini ilke olarak reddetmesi, İ. Kaypakkaya’nın maceracı anlayışını kuvvetlendirmekte ve ona prim vermektedir.

Marksistler önceden hiçbir mücadele biçimini reddetmezler, doğru formülasyonu, mücadele biçimlerinin nasıl ve kimin tarafından belirlendiği dikkate alınmadan ele alındığı zaman, maceracılığa dayanak olarak kullanılabiliyor. İ. Kaypakkaya bu yöntemi kullanarak Lenin’in görüşlerine tamamen ters düştüğünü ve Narodnizmi savunduğunu gizlemeye çalışıyor.

Lenin, maceracıların yozlaştırmaya çalıştığı yukarda aktarılan formülasyonla neyi anlatmak istemişti?

Her şeyden önce Marksizm-Leninizmin barışçıl ve silahlı mücadele biçimlerinin kullanılması hakkındaki tezleriyle, İ. Kaypakkaya’nın maceracı görüşleri arasında temel farklılıklar vardır. İ. Kaypakkaya’ya göre sömürenler ve ezenler ile sömürülenler ve ezilenler arasındaki sınıf mücadelesinin o günkü somut durumda barışçıl veya silahlı biçimlere bürünmesini belirleyen insan iradesi ve sübjektif etkenlerdir; işte örneği:

“Diğer yandan, köylük bölgelerdeki faaliyetimizin muhtevası ve biçimi, Şafak revizyonizminden ayrıldığımızdan beri hızla değişmiştir. ‘Barışçıl’ propaganda ve ajitasyonun yerini silahlı mücadele biçimleri, silahlı propaganda ve ajitasyon metotları almıştır. Ayrıca, hakim sınıfların genel olarak devrimci faaliyete karşı, özel olarak köylük bölgelerdeki devrimci faaliyetlere karşı tutumu da son derece değişmiştir. Hakim sınıflar, köylük bölgelerde devrimci faaliyetlere meydan vermemek, mevcut faaliyetleri yok etmek için azgın saldırılara girişmektedirler. Ufak bir ihbar üzerine, büyük birliklerini harekete geçirmektedirler. Bir veya birkaç kişinin üzerine, binlerce askerle gitmektedirler. Bu sebeple ‘barışçıl’ propaganda ve ajitasyona, özellikle köylerde imkan da kalmamaktadır. Bu yüzden, köylük bölgelere gönderdiğimiz kadroları silahlandırmak, hakim sınıfların silahlı saldırılarına karşı yine silahla karşı koyacak hale getirmek zorundayız.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 118 -119)

İşte Lenin’in reddettiği propaganda ve ajitasyonun yerine terörü geçirmek isteyen bu Narodnik görüşlerdir. İ. Kaypakkaya, faşist baskıların artışı karşısında kitlelerle kaynaşmayı bir yana iten bir avuç aydını silahlandırarak kendisinin de itiraf ettiği gibi bunları, binlerce faşist askerin karşısına çıkarıyor. Bu tam küçük burjuva maceracılığının faşist baskılar karşısında ne yapacağını şaşırması tutumunun ifadesidir. İ. Kaypakkaya benzerliklerden daha da net olarak maceracılığı teorileştiriyor.

İlk önce devrimci örgütlerin çalışma tarzının nasıl olacağını o günün somut koşullarında belirleyen, esas olarak egemen sınıfların baskısı değil; devrimin kabarması ve kitlelerin mücadelesinin durumudur. Ekonomik ve politik krizin düşmesine veya yükselmesine paralel olarak alçalan veya yükselen kitle mücadeleleri devrimcilerin çalışmasının nasıl olacağını belirler. Egemen sınıfların baskısı bazen krizin düşmesine ve kitle mücadelelerinin yavaşlamasına rağmen devam edebilir. Devrimci örgütler ve devrimciler bu dönemde çalışmalarını saldırı biçiminde yürütemezler. Ve yine devrim dalgasının ve kitle mücadelelerinin yükselmesine rağmen devrimciler kitlelerle kaynaşmayı başaramamışlarsa, faşist baskılar karşısında yapacakları illegal çalışmalara ve örgütlenmeye ağırlık vermektir. Çünkü, legal araçlardan yararlanarak kitlelere propaganda ve ajitasyon yapma imkanları oldukça kısıtlanmıştır. Ama bu illegal faaliyetlerin silahlı olmasının zorunluluğu yoktur. İ. Kaypakkaya, devrimci örgütlerin legal faaliyeti ve legal araçlardan yararlanmasıyla silahlı olmayan barışçıl faaliyetleri aynileştirmeye çalışıyor. Ve ona göre illegal faaliyetler her şart altında silahlı olmak zorundadır (!); o, bunun adına da silahlı propaganda diyor. Her faşist baskı karşısında kalındığında o günün somut şartları, devrim dalgasının ve kitlelerin durumu göz önüne alınmadan, İ. Kaypakkaya’nın önerdiği metotlarla faşistlere karşı mücadele edilmeye kalkışılırsa devrimci örgütlenmeyi geliştirmek bir yana, onların ezilip dağıtılması kolaylaştırılır. Bizzat ülkemizin sosyal pratiği de bunu kanıtladı.

İ. Kaypakkaya’dan yaptığımız alıntıda esas üzerinde durmak istediğimiz konu barışçıl ya da silahlı mücadelenin esas olmasını tayin edenin, ona göre, sübjektif etken olmasıdır.

İ. Kaypakkaya’nın görüşlerinin Narodnizmden en küçük bir ayrılığı yoktur. O da Narodnikler gibi kitlelerden kopuk “silahlı propaganda” adı verilen bireysel terörizmi savunuyor, bunun her şart özellikle faşist baskı altında esas mücadele biçimi olması gerektiğini ileri sürüyor.

İ. Kaypakkaya barışçıl mücadele biçiminin geçersiz hale gelip gelmediğini kitlelerin eylemine göre tespit etmiyor; çünkü, onun mücadele biçimlerinden anladığı kitlesel mücadele biçimleri değildir. Bu yüzden de silahlı mücadeleyi içermeyen kitle eylemlerinin yarattığı mücadele biçimlerinin –örneğin miting, boykot, gösteri, yürüyüş, toprak işgalleri, fabrika işgalleri vb. kitlesel mücadele biçimlerinin– o somut koşullarda sınıf mücadelesini yürütmekte yetersiz kalıp kalmadığını kesinlikle incelemiyor. Ve silahlı mücadele biçimlerinin doğuşunun ve geliştirilmesinin gerekliliğine bu açıdan yaklaşmıyor. O, hep bir grup adamın, yani devrimcilerin çalışmasının nasıl olması gerektiğinin üzerinde duruyor. Faşist baskılar nedeniyle kadroların legal (ki o barışçıl mücadele metotlarından sadece legal çalışmayı anlıyor) propaganda ve ajitasyon çalışmasını esas olarak yürütemez duruma gelmelerinin karşısına, silahlı mücadelenin şartları oluşuncaya kadar esas alın­ması şart olan illegal propaganda, ajitasyon ve örgütlenmenin yerine, “silahlı propaganda” adını verdiği bireysel terörizmi geçirmeye çalışıyor.

İ. Kaypakkaya PDA revizyonizminin emekçi kitlelerden kopuk Menşevik, legal-Marksist çalışma ve örgütlenme tarzının karşısına yine kitlelerden kopuk bir grup aydının silahlı eylemi ve örgütlenmesini çıkarıyor. Burada tipik olarak legal, Menşevik sağ hareketin, “sol” oportünizmin gelişmesine nasıl yardımcı olduğunu görüyoruz. Bu da bize, sağ oportünizmin etkinliğini kırmadıkça “sol” oportünizme karşı gerçek bir mücadele yürütemeyeceğimizi bir kere daha gösteriyor.

PDA oportünizminin her sağcı anlayışının karşısında, İ. Kaypakkaya’da “solcu” bir anlayış gelişiyor. Örneğin: PDA işçi, köylü kitlelerinin siyasi mücadelesinin silahlı mücadele aşamasına gelebilmesinin şartının, işçi ve köylülerin ülke çapında komünist partisinin emir kumandasına girmesi olduğunu iddia ediyor. Bu görüş, silahlı mücadeleyi belirleyenin sübjektif etkenler olduğunu ileri sürmektedir. Aslında bu revizyonistler; kitle mücadelelerini pasifize edenlerin, kitle eylemlerinin reformist talepler ve düzenin sınırları dahilinde kalması için çaba harcayanların, böylece kitle mücadelelerinin gelişip genişleyerek silahlı mücadele aşamasına yükselmesini önleyenlerin başını çektikleri halde, utanmadan ve iş olsun diye bir de silahlı mücadelenin nasıl olacağı konusunda tartışmaya giriyor ve ahkam kesiyorlar.

İ. Kaypakkaya PDA reformizmine Marksist bir açıdan karşı çıkmadı. Reformizmin karşısına maceracılığı çıkardı. Böylece PDA’nın ekonomist görüşlerinin temelini aşamadı. Aynı ekonomizm temelinden hareket ederek Narodnizmin maceracılığına sarıldı.

İ. Kaypakkaya, maceracı anlayışını gizlemek için silahlı mücadele biçimi ile kitlelerin ekonomik talepleri meselesini karşı karşıya getiriyor. Böylece silahlı mücadelenin siyasi mücadelenin devamı olduğunu ve onun bir üst aşamaya yükselmesiyle ortaya çıktığını gizlemeye çalışırken; bir yandan da siyasi mücadele ile ekonomik mücadele arasındaki bağı koparıyor. Böyle metotlarla kendi maceracı düşüncesine “ekonomizme karşı mücadele” adı altında avantaj sağlamaya çalışıyor.

“Kendilerinin, ihtilalci mücadelenin yerine geçirdikleri ‘somut talepler’ için mücadeleden, yani ‘ücretler, iş saatleri, iş güvenliği vs…’ için yürütülen mücadeleden daha direkt olarak iktidar mücadelesine hizmet etmiyor mu?” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 293)

Emekçi kitlelerin siyasi mücadele biçimlerinin sınıf süreci içerisinde nasıl bir seyir izlemesi ve biçimlere bürünmesi gerektiği konusunda yoğunlaşması gereken tartışmayı İ. Kaypakkaya; ekonomik talepler için mücadele mi, yoksa siyasi talepler için mücadele mi esastır noktasına çekmeye çalışıyor. Sözde, kendisi siyasi talepler için mücadeleyi esas almıştır! Sanki ekonomik ve siyasi talepler için mücadele hem silahlı hem de silahsız mücadele biçimleriyle yürütülmezmiş gibi…

Ekonomik talepler için (yani kapitalizmin sınırları dahilinde elde edilmesi mümkün olan işçi ücretlerinin artışı, işgücünün kısaltılması, iş kazalarının önlenmesi gibi vs.) mücadelenin biçiminin silahlı olamayacağını söylemek, gerçekleri tersyüz etmekten başka bir şey değildir. Çünkü işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin tarihi bizlere; ekonomik talepler için yani kapitalist ekonomiyi yok etmeyi hedef almayan, işgücünü meta olmaktan çıkarmayan talepler için mücadelenin şiddete dönüştüğünü, silahlı mücadele biçimlerine büründüğünü göstermiştir. Nitekim, İ. Kaypakkaya’nın savunduğu ve pratiğe geçirdiği bireysel terörizm, ekonomik talepler için mücadeleyi içermekte ve onu kapsamaktadır. Aslında İ. Kaypakkaya’nın gizlemeye çalıştığı tam da budur.

Ve yine siyasi talepler için mücadele biçiminin barışçıl da olabileceği ve olduğu sınıf mücadelesinin tarihi tarafından kanıtlanmaktadır. Örneğin, kitleler siyasi talepleri için miting, gösteri, yürüyüş, grev, boykot ve çeşitli eylemlere girmektedirler.

İ. Kaypakkaya kitlelerden kopuk bir avuç aydının silahlı eylemini “doğru mücadele biçimi” olarak göstermek için durmadan kavramların içeriğini boşaltıyor ve onları anlamsız hale getiriyor.

Ekonomik talepler uğruna mücadele eden kitlelerin, siyasi talepler uğruna mücadele eden kitlelerden daha geri bilinçte olacağı bilinen bir gerçektir. Ekonomik talepler için mücadele kitlelerin kendiliğinden sahip oldukları bilincin sonucu olarak ortaya çıkar. Ama politik talepler için mücadele öncünün, yani partinin faaliyetiyle kitlelere politik gerçeklerin açıklanmasıyla ve mücadele içinde elde edilen siyasi bilince tekabül eder. Politik talepler için eyleme giren ve miting, gösteri, yürüyüş, boykot gibi barışçıl mücadele biçimleri içinde bir araya gelen kitlelerle, politik talepler için mücadeleyi dahi kavrayacak düzeyde olmayan, ama sınıf içgüdüleriyle eylemlerini şiddete dönüştüren kitleleri yan yana getirdiğimizde, birincilerin siyasal ve sınıfsal bilinçleri emeğin kurtuluşunun proletarya diktatörlüğünü kurmaktan geçtiğini daha iyi kavrayabilmektedirler.[1] Ama İ. Kaypakkaya’nın mantığıyla hareket edersek, ekonomik talepler uğruna mücadele edebilen, ve bununla birlikte eylemlerini şiddete dönüştüren kitlelerin sırf şiddet yolunu seçtikleri için politik talepler uğruna barışçıl mücadele biçimlerini gerçekleştiren kitlelere göre daha ileri bilinçte olmaları gerekir! Yine ona göre birinciler, ikincilere göre proletarya diktatörlüğünü kurmanın gerekliliğini daha iyi kavramışlardır!

İ. Kaypakkaya ekonomizmi eleştirmeye çalışırken, boylu boyunca ekonomizmin içine düşmektedir. Bu ekonomist görüşlerini ört bas edebilmek için de ekonomik ve siyasi talepleri gözardı ederek ne için olduğu belli olmayan “halkın silahlanma talebi”nden bahsetmektedir. Bunun ücretlerin yükseltilmesi, iş gününün kısaltılması, grev hakkının elde edilmesi vb. ekonomik taleplerden ileri bir talep olduğunu ileri sürerek terörizmin haklılığını kanıtlamaya çalışıyor. Ücret vb. talepler uğruna mücadele terörizm yoluyla da yürütülebilir. Eğer “halkın silahlanma talebi” egemen sınıfların siyasi iktidarını zor yoluyla yıkmayı ve onun yerine emekçilerin iktidarını kurmayı hedefliyorsa, yani kitleler böylesine bir bilince erişmişlerse; bu, değil sadece ekonomik talepler uğruna yürütülen mücadeleden siyasi talepler için yürütülen barışçıl mücadelelerden de üst derecede bir mücadele biçimidir. Ve böylesine bir silahlanma talebi siyasi iktidarı zor yoluyla kurma talebi ile çakışır. Ve aynı zamanda sınıf mücadelesini yürütmek için silahlı mücadele biçimleri dışındaki mücadele biçimlerinin yetersiz hale geldiğinin göstergesini teşkil eder.

Ama, bu “silahlanma talebi” feodal-burjuva toplumu yıkmayı hedef almayan, onun sınırları dahilinde kalan ekonomik taleplerle sınırlı kalıyorsa, bu çeşit silahlanma talebi her ne biçimde yürütülürse yürütülsün siyasi taleplerden geridir ve geri olmak zorundadır. Ve siyasi talepler uğruna yürütülen mücadelelerden ileri bir mücadele biçimi olamaz. Örneğin bir grup aydının bireysel terörizmi ve eşkıya hareketleri bu durumdadır. Bunlar, objektif olarak düzeni hedef almalarına ve sömürünün şu ya da bu biçimine karşı çıkmalarına rağmen, bunlar siyasi talepler uğruna kitlesel mücadeleyi kapsamamaktadır. Dolayısıyla böyle bir silahlı eylem siyasi mücadelenin üst aşamasına tekabül etmiyor. Görüldüğü gibi “savaş siyasetin devamıdır” doğru formülasyonu ile şu ya da bu şekilde karşı-devrime yönelen her silahlı eylem bilinçli siyasal eylemdir anlayışı arasında bir benzerlik yoktur. Egemen sınıfların iktidarını zor yoluyla parçalayıp yıkmayı ve bunun yerine emekçi kitlelerin iktidarını kurmayı amaçlayan, bilinçli bir şekilde toplumsal kanunları ve çelişkileri inceleyen ve buna uygun bir siyasi eylem çizgisi izleyen hareketlerle; amacının ne olduğunu bilemeyen bilinçsiz şiddet eylemleri arasında hiçbir benzerlik yoktur.

Genel olarak söylersek, son tahlilde, ekonomik talepler uğruna mücadele de siyasi bir unsur içerir. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi bu mücadele de objektif olarak sömürü düzenini hedef almaktadır. Böyle bir mücadelenin barışçıl veya silahlı biçimde olması arasında esaslı farklar yoktur. Örneğin, çeşitli şekillerde düzene başkaldıran eşkıya çetelerinin eylemi bu söylediklerimizin içine girer. Bunların eylemi de objektif olarak egemen sınıfların siyasi iktidarını hedef almaktadır, ama amaçlarının ne olduğunu bilmeyen, emekçilerin kurtuluşunun nasıl sağlanacağını kavramayan bir takım ekonomik restorasyonlar için mücadele eden bu tip emekçi unsurların hareketini bilinçli siyasi eylem olarak görmek, ekonomizme boyun eğmekten başka bir anlama gelmez.[2]

Her ne yandan bakılırsa bakılsın, Marksizm-Leninizmin düzene yönelen her silahlı hareketi siyasi mücadelenin üst derecedeki devamı olarak göremeyeceği açıkça ortadadır. Bu çeşit düşünceler anti-Marksisttir. Ana kaynağını kendiliğinden sınıfsal kinin teşkil ettiği bu tür silahlı eylemler, bilinçli barışçıl siyasal eylemlerin gerisindedir.

İ. Kaypakkaya, bu anlayışla, “savaş siyasetin devamıdır” doğru formülasyonunu çarpıtarak yorumlamaya çalışıyor. Lenin’in bu formülasyonu doğru bulup sahip çıkmasının nedeni ‘her silahlı eylem bilinçli siyasi eylemdir’ düşüncesinde olması değildi. Lenin, savaşın sınıflar üstü olmadığını ve her savaşın bir sınıfın menfaatine tekabül ettiğini gösterebilmek amacıyla bu formülasyonu kullandı. Çünkü siyaset, sınıfların menfaatine tekabül eder. İster barışçıl ister silahlı biçimlerde yürütülsün, her siyaset bir sınıfın damgasını taşır ve o sınıfın menfaatini gözetir. Ama, İ. Kaypakkaya bunu ‘her silahlı eylem bilinçli siyasi mücadelenin üst düzeyde bir devamıdır’ şekline sokuyor ve silahlı mücadele meselesine böyle yaklaşıyor.

İktidar mücadelesini içermeyen ve onu kapsamayan mücadele biçimleri ne şekilde olursa olsun siyasi mücadelenin içine girmez. Özet olarak söylersek; emekçilerin siyasi mücadelesi, egemen sınıfların iktidarının yerine, emekçilerin iktidarını zor yoluyla kurmayı hedef alır, bu uğurda mücadeleyi kapsar. Bunu içeren siyasi talepler formüle edilir ve onların gerçekleştirilmesi uğruna savaşılır.

Emekçi sınıf ve tabakalardan olan bazı insanlar da böyle, yani ekonomik taleplerle sınırlı silahlı eylemlere girerler; bunların her silahlı eylemi siyasi mücadele biçimidir anlayışıyla yaklaşmak, ekonomik taleplerle sınırlı silahlı mücadelenin gerçek niteliğini gizlemeye yarar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu tip silahlı eylemlerle ekonomizm arasında temel bir ayniyet vardır. İşte İ. Kaypakkaya bu gerçekleri örtbas edebilmek için silahlı eylemlerin siyasetin devamı olduğunu uzun uzun anlatmak mecburiyetinde kalıyor.

İ. Kaypakkaya, her şart altında bireysel terörizmin esas mücadele biçimi olduğunu kanıtlamak için siyasi mücadele ile silahlı mücadelenin birbirinin zıddı şeyler olmadığını ileri sürüyor. Yukarıda da açıkladığımız gibi bazı dönemlerde ve şartlarda silahlı eylemler siyasi içerikten yoksundur ve siyasi mücadele biçiminin dışında ekonomik mücadeleye tekabül eder.

Siyasi mücadelenin “zıddı” olmayan silahlı mücadele, siyasi mücadelenin üst bir aşamasına tekabül eden silahlı mücadeledir. Örneğin, anarşistlerin giriştikleri silahlı eylemler kitlelerin siyasi mücadelesinin üst düzeye yükselmiş bir biçimi değildir. Bu ne de bilinçli bir siyasi iktidar mücadelesini içerir. Aksine emekçi kitlelerin siyasi iktidar mücadelesine zarar verir, onu şu ya da bu şekilde geciktirir, onun önünde engel durumuna gelir. Bunun için Marksizm-Leninizm kitlelerin siyasi mücadelesinin gelişmesi için revizyonizme karşı mücadele ile birlikte anarşizme karşı mücadeleyi de gündemine alır. Örneğin, İ. Kaypakkaya’nın maceracı fikirlerine karşı da mücadele edilmedikçe siyasi mücadele doğru bir rota izleyemez.

İbrahim Kaypakkaya propaganda ve

ajitasyon çalışmaları ile siyasi mücadeleyi

aynileştiriyor, hatta siyasi mücadeleden

propaganda ve ajitasyon faaliyetlerini anlıyor

İ. Kaypakkaya’nın “siyasi mücadele, silahlı mücadele”den bahseden yazılarına göz attığımız zaman en çarpıcı şekilde karşımıza siyasi mücadele biçimi ile devrimci örgütün yürüttüğü propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinin kastedildiği çıkıyor. Hatta siyasi mücadele biçimi­nin propaganda, ajitasyon çalışmalarından ibaretmiş gibi ele alındığı görülüyor.

Bu anlayış, onu, siyasi mücadeleyi bir azınlığın siyasi faaliyetinden ibaret olarak görmeye kadar götürüyor. Böylece siyasi faaliyetin ve mücadelenin içinde bizatihi kitlelerin yer almasının gerekliliği gözardı edilmekte, siyasi mücadelenin kitlesel mücadele özelliği taşıması gerekliliği unutulmaktadır. Marksizmi diğer burjuva siyasetlerden ayıran en temel kıstas siyasi mücadeleyi kitlesel mücadele olarak ele almasıdır; bu bir kere unutuldu mu Marksizmden de sapmalar başlar.

İ. Kaypakkaya, siyasi mücadeleyi bilinçli bir azınlığın propaganda, ajitasyon çalışmaları olarak gördüğü için siyasi mücadeleden silahlı mücadeleye geçişi de “barışçıl propoganda” çalışmalarından “silahlı propaganda” çalışmalarına geçiş olarak ele almakta ve sonuçta silahlı mücadeleyi de bir azınlığın siyasi faaliyetiyle eşdeğer tutmaktadır. İşte, İ. Kaypakkaya’nın fokocu, silahlı mücadele anlayışının temelini bu düşünceler oluşturmaktadır. Siyasi mücadeleyi devrimci örgütün yapmak zorunda olduğu propaganda faaliyetleriyle aynileştiren İ. Kaypakkaya; emekçi kitlelerin siyasi mücadelesinin gelişip, genişlemesi sonucunda silahlı mücadele biçiminin esas mücadele biçimi olmasının zorunluluğunu da kabul etmiyor. İ. Kaypakkaya silahlı mücadele biçimini propaganda çalışmasının içsel bir değişikliği olarak görüyor. Ve maceracılığın dört elle sarıldığı, uygulamaya çalıştığı propaganda ve ajitasyon çalışmasının yerine terörü ikame etmeye yelteniyor. Propa­ganda ve ajitasyon çalışmalarının yerine ikame edilmeye çalışılan bireysel terörün adı da “silahlı propaganda”dır! Her türlü maceracı akımın sahip çıktığı “silahlı propaganda” kavramını savunan İ. Kaypakkaya bu maceracı düşüncesini örtbas etmek için Mao Zedung’un kızıl ordunun propaganda, ajitasyon, örgütlenme ve üretim faaliyetlerini katılması gerektiğini ve katıldığını söyleyen sözlerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışıyor. Gerek Mao Zedung’un kızıl ordunun kitlelere yönelik propaganda faaliyetlerinden, gerekse diğer Marksist-Leninistlerin “silahlı propaganda birlikleri”nden kastettikleri “silahlı propaganda” değildir. Kitlelere yönelik propaganda faaliyetinde bulunanların zorunlu durumlarda silahlı olması ve silahlı birlikler oluşturmasıdır burada kastedilen.[3]

Marksist-Leninistlerin düşüncelerini tümden reddeden İ. Kaypakkaya’nın “silahlı propaganda” konusunda söyledikleri şunlardır:

“Gerçekten, kendileri genel olarak siyasi faaliyetin ve özel olarak propaganda ve ajitasyonun sadece barışçıl biçimlerini kabul ediyorlar. Siyasi mücadelenin silahlı biçimlerini ve silahlı propaganda ve ajitasyon faaliyetini reddediyorlar.” (İ.Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 187)

“Biz silahlı mücadeleyi genel olarak politik mücadelenin ve özel olarak propaganda ve ajitasyonun bir biçimi olarak ele alıyoruz. Revizyonist klik ise silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi, propaganda ve ajitasyonu karşı karşıya koyuyor. Böylece, siyasi mücadelenin, silahlı biçimlerini reddediyor. Silahlı propaganda ve ajitasyonu reddediyor.” (a.g.e., s. 287)

Görüldüğü gibi, İ. Kaypakkaya en açık şekilde siyasi mücadelenin biçimi ile propaganda ve ajitasyonu aynı kefeye koyuyor. Ve propaganda ve ajitasyonu da kendi başlarına siyasi mücadelenin biçimi (iktidara yönelen mücadele) olarak görüyor.

Bu durumda, propaganda ve ajitasyondan ne anlaşılması gerektiği üzerinde kısaca durmak zorundayız.

Lenin propaganda ve ajitasyonun içeriği konusunda şunları söylüyor:

“Ajitasyon, sadece acil ekonomik ihtiyaçların giderilmesi için değil, aynı zamanda politik baskıların teşhir edilmesi için yapılmalıdır. Propaganda, sadece bilimsel sosyalizmin öğretisini yaymakla yetinmemeli, aynı zamanda demokratik fikirlerin kavranması yolunda da yapılmalıdır.” (Lenin, Revizyonizm Üzerine, Koral Yayınevi, s. 26)

Demek ki, devrimci propaganda başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelere bilimsel sosyalizmin öğretilerini ve demokratik fikirlerin kavratılması için yapılan faaliyetleri kapsamaktadır. Böylesine kapsamlı bir çalışmanın terörcü eylemlerle yürütülemeyeceği açıkça ortadadır. Bu çalışmaları ancak işçi sınıfının en bilinçli kesimleri ve siyasi bilince erişmiş ileri unsurları yapabilir. Ajitasyon çalışması da yine bu unsurlar tarafından yapılan politik baskıların teşhirini kapsar. Politik baskıların teşhir edilebilmesi için egemen sınıfların politik mekanizmasının nasıl çalıştığı bilimsel olarak araştırılmalı ve açıklanmalıdır, bunu da ancak bilinçli bir azınlık yapabilir. Bu faaliyetlerin doğrudan egemen sınıfların iktidarını hedef alan mücadele biçimleriyle bir ilişkisi yoktur. Bu, herkes tarafından kolayca kavranabilecek bir husustur.

Politik propaganda ve ajitasyon çalışmaları kitleleri siyasi mücadele içine çekmeyi amaçlar ve eyleme çağırır. Bir yandan proletaryanın örgütlü ve bilinçli öncüsünün, yani partinin, propaganda ve ajitasyon faaliyetleri; diğer yandan esas olarak kitlelerin kendi mücadele tecrübeleri kitlelerin bilincinin yükseltilmesini sağlar, kitlesel siyasi mücadelenin gelişip, genişlemesinin zeminini hazırlar. Propaganda ve ajitasyon faaliyetleri genel olarak siyasi mücadelenin içinde yer alır, ama kendi başlarına ne siyasi mücadelenin bir biçimini oluştururlar, ne de doğrudan iktidara yönelen siyasi faaliyeti içerirler. Propaganda ve ajitasyon faaliyetleri doğrudan doğruya harekete geçirilmek istenen ve siyasi mücadeleyi omuzlayacak olan kitlelere hitap eder. Onları harekete geçirmeyi amaçlar.

Tabii ki propaganda, ajitasyon sınıfların menfaati doğrultusunda yapılan siyasi çalışmalardır ve sınıfsal içeriği vardır. Ama bunlar, onu siyasi mücadeleyi yürütmenin araçları haline getiremez. Çünkü bu faaliyet içinde ancak proletaryanın en bilinçli, örgütlü kesimleri ile siyasi bilince varmış ileri unsurları yer alabilir. Emekçi kitleler arasında geri bilinç ve ileri bilinç arasındaki farklılık devam ettikçe (ki ancak bu komünizmin ikinci evresinde ortadan kalkacaktır) bu durumun devam etmesi zorunludur. Ama, siyasi mücadele esas olarak hiçbir şekilde bilinçli bir azınlığın mücadelesi değildir ve bilinçli bir azınlık tarafından yürütülemez. Ancak bu bilinçli ve örgütlü öncü, siyasi mücadelenin kurmayını oluşturur. Ordusuz kurmay düşünülemeyeceğine göre ve ordu olmadan savaşılamayacağına göre emekçi sınıflar olmadan siyasi mücadele de yürütülemez. Demek ki emekçilerin siyasi mücadelesinin kitlesel bir özellik taşıması zorunludur.

Propaganda ve ajitasyon sözlü ve yazılı olarak yapılır. Esas olarak başka yöntemlerle siyasi gerçeklerin açıklanması, Marksizm-Leninizmin öğretilerinin, sosyalizmin öğretilerinin ve demokratik fikirlerin kitlelere yayılması sağlanamaz. Ancak yazılı ve sözlü propagandayı gerçekleştirebilecek çeşitli araçlardan faydalanılır, bu araçlar bizzat kitlelerin içine girmeyi sağlayan ve onlara ajitasyon ve propaganda yapmak imkanını doğuran araçlar olmalıdır. Bu şekildeki araçlarla siyasi gerçekler açıklanabilir, Marksizm-Leninizmin öğretileri ve demokratik fikirler yayılabilir ve kitlelere kavratılabilir.

İ. Kaypakkaya’nın dahil olduğu maceracı siyasetler; propaganda ve ajitasyon çalışmasının yerine terörizmi geçirmeye çalışıyorlar, “silahlı propaganda” adını verdikleri terörist eylemleri propaganda ve ajitasyon çalışmalarıyla özdeşleştiriyor, hatta onun üst derecedeki bir aşamasına tekabül ettiğini söylüyorlar.

Bu maceracı mücadele anlayışının öncüleri Narodniklerdir. Bunlar, kitlelerden kopuk bir grup aydının, bireysel terörizmini propaganda olarak görmekteydiler. Siyasi mücadeleyi İ. Kaypakkaya gibi propaganda faaliyeti olarak görenler Narodnizmin etkisine kolayca girebilmektedir.

‘Propaganda faaliyetleri terörist eylemlerle yürütülemez’ denildiğinde İ. Kaypakkaya, hemen bunu “silahlı mücadeleye karşı çıkmak” (!) olarak yorumluyor. Ne yazık ki (!) böylesine “silahlı mücadeleye” karşı çıkanların başında Lenin geliyor. Oysa, İ. Kaypakkaya en temel propaganda aracı olarak terörist eylemleri görüyor. Bu görüşünü kuvvetlendirmek için de adım başı, ‘Marksizm ilke olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez’ görüşünü ileri sürüyor.

Propaganda ve ajitasyon çalışmalarını siyasi mücadele biçimi olarak gördüğünden sözlü ve yazılı yapılan propaganda faaliyetlerini “barışçıl mücadele biçimi” olarak gösteriyor ve silahlı propagandanın kitleleri bilinçlendirmekte bunlardan kat kat etkili olduğunu söylüyor. Böylece terörizm ile propaganda ve ajitasyon çalışmaları yapılabileceğini de sözde kanıtlıyor! Ama Lenin, bu görüşün tamamen karşısındadır:

“Siyasal sınıf bilinci, işçilere ancak dışardan (a.ç. Lenin) verilebilir, yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümkün olduğu biricik alan, bütün (a.ç. Lenin) sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün (a.ç. Lenin) sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için işçilere siyasal bilinci vermek için ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, ‘işçiler arasına gidilmelidir’ yanıtı olamaz. İşçilere (a.ç. Lenin) siyasal bilgi verebilmek için, sosyal-demokratlar nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar… (a.ç. Lenin)”  (Lenin, Ne Yapmalı, s. 101)

İşçilere siyasi bilgi vermek için demek ki; devletle ve hükümetle bütün sınıf ve tabakalar arasındaki ilişkiyi ve sınıf ve tabakaların kendi arasındaki ilişkiyi özümlemek, bu alanda faaliyet göstermek gerekiyormuş. Böylesine bir çalışmayı kitlelerden kopuk bireysel terörist örgütlenmelerin ve çalışmaların yapamayacağı açıkça ortadadır. Lenin’in öğretileri doğrultusunda meseleye yaklaştığımızda terörist eylemlerin propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinin yerini alamayacağını kolayca kavrayabiliriz. Bunun için terörizmi propaganda ve ajitasyon faaliyetlerinin yerine geçirmeye çalışan maceracı görüşe karşı çıkmakla silahlı mücadeleye karşı çıkmak arasında en küçük bir benzerlik yoktur. Çünkü terörizm, propagandanın bir çeşidi ve biçimi değildir. Terörizmle propaganda ve ajitasyon faaliyetleri birbirinden ayrı şeylerdir. Ve ayrı amaçlara hizmet ederler.

Ve yine terörizmle işçilere siyasi bilinç verilemeyeceğini söylemek silahlı mücadelenin siyasi mücadeleyle ilişkisi olmadığını söylemek anlamına da gelmez. Silahlı mücadele siyasi mücadelenin üst derecede bir devamı olduğu halde, propaganda ve ajitasyonun yerine konulmaya çalışılan terörizm, propaganda ve ajitasyonun üst aşamasına tekabül etmediği gibi bunlar arasında doğrudan ve kopmaz bir bağlantı da yoktur.

“Svoboda, ‘yığınlar arasında yeğin ve güçlü bir ajitasyon başlar başlamaz, terörün kızıştırıcı işlevinin sona ermiş olacağını’ (Devrimciliğin yeniden doğuşu)[4] açıkça kabul ederek; ajitasyonun yerine terörü koymak istemektedir.” (Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yay., s. 89)

İ. Kaypakkaya da ajitasyon ve propagandanın yerine terörü koymakta ve hiç çekinmeden bu anlayışının Leninizme ters olmadığını söyleyebilmektedir. Propagandanın yerine terörizmi geçirdiğini örtbas edebilmek için de çeşitli mantık oyunlarına giriyor ve silahlı mücadelenin siyasi mücadeleyle birbirine zıt olmadığını söylüyor. Yukarıda da açıkladığımız gibi kitlelere siyasi bilgi vermek terörist eylemlerle gerçekleştirilemez. Bu, ancak kitlelerin içine girilerek ve yazılı ve sözlü propaganda aracılığıyla başarılabilir.

Terörizm, yani “silahlı propaganda”; propaganda ve ajitasyonun görevini yerine getirmediği için, maceracılar bir de “silahlı propaganda”nın propagandasına girişmek zorunda kalıyorlar. Tabii ki böylesine bir propaganda ve ajitasyon faaliyeti ekonomist amaçlarla yapılan propaganda ve ajitasyon faaliyetinin dışına çıkmıyor; çıkamaz da, çünkü, terörizmle ne devrim yapılabilir ne de işçilerin, köylülerin iktidarı kurulabilir.

Ama ne var ki, İ. Kaypakkaya’nın da içinde yer aldığı maceracılar “silahlı propagandanın propagandasını yaparak” sözde kitlelerin mücadelesiyle terörizm arasında bağ kurduklarını söylüyorlar. Böylece kitlelerin dışında terörist eylem biçimleri savunmadıkları da ispat edilmiş olunuyor!

Tüm bu görüşlerin ilk sahipleri, Türkiye’de maceracı bir siyaset izleyenler değildir. Terörizmi “kızıştırma” aracı olarak görenlerin öncüleri Narodniklerdir.

“Svoboda; terörü işçi sınıfını ‘kışkırtma’ aracı olarak, ona güçlü bir iti sağlama aracı olarak savunuyor.” (Lenin, Ne Yapmalı, Sol Yay., s. 98)

İ. Kaypakkaya da aynen bu düşünceyi savunuyor. “Silahlı propaganda”yı en etkili “kızıştırma aracı” olarak görüyor.

Silahlı mücadele (silahlı propagandanın da kastedildiği unutulmasın-PB); barışçıl propaganda ve eğitim çalışmalarından yüz kere, bin kere daha etkili olacaktır.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 276)

“Diğer yandan, köylük bölgelerdeki faaliyetimizin muhtevası ve biçimi, Şafak revizyonizminden ayrıldığımızdan beri hızla değişmiştir. ‘Barışçıl’ propaganda ve ajitasyonun yerini silahlı mücadele biçimleri, silahlı propaganda ve ajitasyon metotları almıştır.” (İ. Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 18)

Görüldüğü gibi İ. Kaypakkaya, terörizmi kitleleri bilinçlendirmenin en önemli propaganda aracı olarak görüyor. Oysa kitlelerin bilinçlenmesinin en etkili aracı kitlelerin kendi mücadelesi ve tecrübesidir. Lenin’in Narodniklerin terörist anlayışına karşı yürüttüğü mücadele, yeni maceracıları daha dikkatli olmaya sevk ediyor. Terörizmi, işçi sınıfını “kızıştırma” aracı olarak gören Narodnikler bu görüşlerini açık olarak yazdıkları halde; aynı düşünceyi dolambaçlı bir şekilde savunan İ. Kaypakkaya gibileri, böylesine açık davranmaktan çekinmektedir. Yeni kavramlar icat ederek maceracı görüşlerini gizlemeye çalışıyorlar, örneğin “silahlı propaganda” vb. gibi. İ. Kaypakkaya, “silahlı propagandayı”, silahlı mücadelenin bir şekli saymakta; ilk dönemlerde silahlı mücadelenin “silahlı propaganda” biçiminde yürütülebileceğini ileri sürüyor. Dolayısıyla da, ‘tüm faaliyetler ve örgütlenme biçimleri terörizme tabi kılınmalıdır’ diyor.

Bilindiği gibi; İ. Kaypakkaya, diğer maceracılar gibi silahlı mücadelenin her şart altında ve devrimin tüm süreci boyunca temel olması gerektiğini savunmaktadır. Böylesine kitlesel mücadeleyi içermeyen silahlı mücadelenin ilk biçimini de terörizm oluşturuyor. Bu tip bir silahlı mücadelenin ilk şeklinin “silahlı propaganda”, yani terörizm olmasından doğal bir şey olamayacağı ortadadır. Nitekim İ. Kaypakkaya bu düşünceye göre hareket etti. Mücadele biçimi olarak terörizmi “seçti”. “Silahlı propagandanın propagandası” faaliyetine girişerek de sözde halk kitlelerini bilinçlendirecekti!

Terörizmin “propaganda aracı” ve bunun kitleleri eğitmekte diğer propaganda araçlarından bin kere daha etkili olduğunu söyleyen İ. Kaypakkaya gibi maceracılara Lenin şöyle cevap veriyor:

“Rus yaşamında yer alan haksızlıklar yeterli değil mi ki, özel ‘kızıştırıcı’ araçları (yani silahlı propagandayı-PB) icat etmek gereksin. Öte yandan Rus zorbalığının bile kızıştırmadığı ve kızıştıramayacağı kimselerin kollarını kavuşturarak hükümetin bir avuç teröristle düellosunu kenardan seyredecekleri besbelli değil midir?” (Ne Yapmalı, s. 98)

Emperyalizmin ve faşist diktatörlüğün baskısının kızıştıramadığı Türkiye halkını İ. Kaypakkaya gibi maceracılar özel terörist araçlar, yani “kızıştırma araçları” icat ederek kızıştırmaya çalıştılar. Ama ne var ki, aynen Rusya’da olduğu gibi halk kitleleri hükümetle bir avuç terörist arasındaki düelloyu kenardan seyretti ve seyretmeye devam ediyor. İ. Kaypakkaya gibilerinin iddiasının aksine, “silahlı propaganda”nın kitleleri bilinçlendirmenin etkili aracı olmadığı sosyal pratik tarafından kanıtlandı.

Bunun için bu tip “silahlı propaganda” özelliği taşıdığı söylenen terörist hareketlerin kitleleri devrime kazanma yönünden etkili olması söz konusu değildir.

“Bildiri, terörizm teorisinin coşturucu yanını da eksik etmemiş. Bize deniliyor ki: ‘Bir kahramanın giriştiği tek tek çarpışmalar bizim mücadele ruhumuzu ve cesaretimizi yükseltiyor’. Ama hepimizdeki (açL) mücadele ruhunu ve cesareti gerçekten yükselten biricik şeyin (açL), kitle hareketinin yeni biçimleri ya da kitlelerin yeni yeni kesimlerinin bağımsız mücadeleye atılışı olduğunu hem geçmişte biliyor, hem de bugün gözlerimizle görüyoruz. Oysa tek tek çarpışmalar, Balmaşovlar tarafından yürütülen tek tek çarpışmalar (açL) olarak kaldığı sürece, ilk başta anlık bir heyecan uyandıran bir etki yaratırlar; ama bu arada dolaylı olarak da bir kayıtsızlık ve gelecek sefere (açL) kadar pasif bir bekleyişe yol açarlar. Daha ilerde şöyle deniliyor: ‘Her terörizm alevi zihinleri aydınlatır’. Ne yazık ki, terörizmi öğütleyen sosyalist-devrimcilerin partisi için biz bunun doğru olduğunu görmedik.” (Lenin, Örgütlenme, s. 65-66)

İşte, Lenin’in de belirttiği gibi, kitlelerin siyasi mücadelesinin gelişmesinin üst aşaması olarak doğmayan terörist hareketler, ilk başta anlık bir heyecan yaratmaktan başka bir işe yaramamaktadırlar. Nitekim 1971 “sol” hareketleri ilk anda kitleler üzerinde bir heyecan yaratmasına rağmen, sonradan tamamen kayıtsızlığa yol açtı. Bugün, 1971 “sol” hareketinin devamı olduğunu söyleyenler ve o hareketi taklit etmeye çalışanlar, kendinden öncekilere göre terörist eylemleri daha da yoğunlaştırdıkları halde, kitleler bu tip eylemlere kayıtsız kalmaktadır.

“Bir de önümüze, büyük iş, küçük iş teorisi getiriliyor. ‘Daha büyük güce, daha fazla imkana ve daha büyük kararlılığa sahip olanlar küçük (!) işlerle yetinmesinler; kendilerine kitleler arasında terörizm propagandası (!), çapraşık terörist eylemlerin… (kıvraklık teorisi çoktan unutulmuş!) hazırlanması gibi daha büyük bir iş bulsunlar ve kendilerini ona adasınlar.’ Ne kadar akıllara durgunluk veren bir zeka: yerini alçak Plehve’nin alacağı alçak Şipyagin’den öç almak uğruna bir devrimcinin hayatını feda etmek: buna büyük iş deniliyor. Ama örneğin (açL), kitleleri silahlı gösteriye hazırlamak; bu da küçük iş oluyor.” (Lenin, Örgütlenme, s. 66)

Lenin’in eleştirdiği bu terörist görüşlerin hemen hemen tümü İ. Kaypakkaya’da mevcuttur. O; kitleleri seferber etmeyi, bilinçlendirmeyi, örgütlemeyi bir yana bırakarak terörizmi esas mücadele biçimi “seçti”. Bu durum ortadayken o, kitleler arasında çalışmayı reddetmediğini ilave etmekten de geri durmuyordu. Ama bu görüşler dahi Rus sosyalist-devrimcilerinden alınmıştır:

“Artık, sosyalist-devrimciler, kitleler arasında çalışmayı rafa kaldırmadıkları ya da terörizmi savunmakla bu çalışmayı parçaladıkları yolundaki teminatlarıyla sayfalar doldursalar, onların bu laf yağmuru, bildiriden aktardığımız bölümün modern bir teröristin gerçek ruh halini yansıttığını örtbas edemez. Güç aktarma teorisi sadece geçmişin bütün tecrübesini değil aynı zamanda bütün sağduyuyu da tepetaklak eden kıvraklık teorisinde doğal bütünleyicisini bulur.” (Lenin, a.g.e., s. 63-64)

“Sosyalist-devrimciler bir yandan biz teröristlerin hatalarını tekrarlamıyoruz, dikkatleri kitleler arasında çalışmadan saptırmıyoruz, diye bizi temin ediyorlar; bir yandan, Balmaşov’un Şipyagin’i öldürmesi gibisinden eylemleri partiye hararetle tavsiye ediyorlar. Ama artık bu eylemlerin kitlelerle uzaktan yakından hiçbir ilişkisinin olmadığı ve böyle yürütüldüğü sürece olamayacağını, bu terörist eylemi yapan kişilerin kitlelerin belirli bir eylemini ya da desteğini ne akıllarının ucundan geçirdiklerini, ne de umduklarını herkes iyi biliyor ve görüyor.” (Lenin, a.g.e., s. 60)

Aynı benzer görüşleri İ. Kaypakkaya’da da görüyoruz. İşçi ve köylü kitleleriyle doğru dürüst bağı bulunmadığı ve kitle eylemleriyle bir alakası bulunmadığı halde, etrafına topladığı öğrenci gençlikten çıkan bir takım aydın unsurlarla terörist eylemlere girişti, “…terörizmi savunmakla kitleler arasında çalışmayı göz ardı etmiyoruz” gibisinden lafları etmekten de geri durmadı. Bu konuda sosyalist-devrimcilerin sözleri ne kadar inandırıcı ise, İ. Kaypakkaya’nınki de o kadar inandırıcı olmaktadır. İ. Kaypakkaya bazen terörizmin kitlelerin mücadelesine ters düşmediği yolundaki kamuflaj çabalarında sosyalist-devrimcilerin de gerisine düşmektedir. Sosyalist-devrimciler “biz, terörizmi kitleler arasında çalışmanın yerine değil, aksine sırf bu çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz” (aktaran Lenin, Örgütlenme, s. 61-62) diyebilmekte idiler. Oysa İ. Kaypakkaya, kitleler içinde çalışmanın yerini “silahlı propagandanın” yani terörizmin almasını açıkça savundu ve bunun teorisini yaptı.

“Tersine, bu sorunun ‘belirsiz ve uzak bir geleceğe’ ait olduğu yolundaki itiraza aldırmadan, bu görevi yerine getirmek için kararlılıkla ve sebatla çalışacağız. Evet, beyler, biz hareketin sadece geçmişteki biçimlerini değil, gelecekteki biçimlerini de savunuyoruz. Biz, geçmişte mahkum edilmiş şeylerin ‘kolay’ bir tekrarını değil, geleceği olan uzun ve çetin bir çalışmayı tercih ediyoruz. Biz, malum dogmalara karşı lafta savaş açan, ama fiiliyatta güç aktarma, büyük iş küçük iş ayrımı ve elbette tek tek çarpışmalar teorileri gibi küflenmiş ve zararlı görüşleri savunanları her zaman teşhir edeceğiz.” (Lenin, a.g.e., s. 68)

Sosyalist-devrimciler gibi düşünen İ. Kaypakkaya’ya göre ise silahlı mücadelenin kitlesel mücadele olması gerektiğini söylemek ve silahlı mücadelenin siyasi mücadelenin üst bir aşaması olduğunu ileri sürmek, silahlı mücadeleyi bilinmeyen bir tarihe ertelemekle özdeştir!

İ. Kaypakkaya, maceracı görüşünü kuvvetlendirmek için; sanki PDA revizyonizmi kitlesel mücadeleden yanaymış, bunu silahlı mücadeleye doğru kanalize etmeye çalışıyormuşçasına eleştiriye tabi tutmaktadır. Olmayan böyle çalışmaları ileri sürerek bunların silahlı mücadeleyi “ertelemek” anlamına geldiğini söylemektedir.

Her şeyden önce, PDA revizyonizmi ortaya çıkar çıkmaz, ilk ağızda, tüm gücüyle, kitlesel mücadeleyi tasfiye etmek, onun karşısına geçmek için çaba harcadı ve halen de harcamaya devam ediyor. Onu henüz silahlı mücadele aşamasına gelmeyen kitle mücadelesi biçimlerinden yanaymış gibi göstermek PDA revizyonizmini yüceltmekten başka bir şey değildir. Onun hiçbir dönemde kitleleri harekete geçirmek, kitlesel mücadeleleri geliştirip genişleterek silahlı mücadele aşamasına doğru kanalize etmek gibi sorunları olmadı. PDA revizyonizmi, kitlelerden kopuk bir avuç aydının hareketi olarak doğdu, bugün de bu özelliğini korumaktadır. PDA revizyonizmini henüz silahlı mücadele aşamasına gelmemiş kitlesel mücadelelerden yana gibi göstermek, bu mücadeleler içinde yer aldığını söylemek, bu revizyonistlerin o dönemde “doğru” bir siyaset izlediklerini söylemekle özdeştir. Çünkü, maceracı olmayan herkes o dönemde kitle mücadelelerinin henüz silahlı mücadele aşamasına gelmediğini görebilmekteydi. Aslında İ. Kaypakkaya, PDA revizyonizmini eleştirmek isterken ona hak etmediği payeler veriyor. PDA revizyonizminin o günkü mücadelesinin temel yanlışlığı kitle mücadelesini tasfiye etmek ve onu düzenin sınırlan içinde tutmakta odaklaşıyordu; eleştiriyi bu noktaya yöneltmek gerekirken İ. Kaypakkaya, kitle mücadelesini parçalayan, dağıtan, pasifize etmeye çalışan PDA revizyonizminin karşısına maceracılığı çıkarıyor. İstemeden revizyonizmin reformist yolunu aklıyor, haklı çıkarıyor.

Marksist-Leninistler, “Marksistler hiçbir mücadele

biçimini reddetmezler” sözleriyle ne kastediyorlar?

PDA revizyonizminin ilke olarak bireysel terörü mücadele biçimi olarak reddetmesi ve terörün devrimci eylem biçimi olamayacağını ileri sürmesi, İ. Kaypakkaya gibi maceracıların kitlesel karakteri olmayan terörist mücadele anlayışlarının gizlenmesine zemin hazırlamaktadır ve hazırladı.

PDA revizyonizmi, Lenin’in Narodniklerin terörizmi “kızıştırıcı araç” ve esas mücadele biçimi olarak gören anlayışına yönelttiği eleştiriden kalkarak, ilke olarak bireysel terörü reddetti ve devrimci bir mücadele biçimi olarak görmedi.

İ. Kaypakkaya ise, Leninizmin ilke olarak terörün mücadele biçimi olmasını reddetmemesinden kalkınarak kitlelerden kopuk bir grup aydının yürüttüğü ve “kızıştırıcı” propaganda ve ajitasyon aracı gördüğü terörizmi aklamaya ve maceracı anlayışının Marksizm-Leninizm ile özdeşliğini ispatlamaya yeltendi.

Aynı objektif ve sübjektif şartlarda yapılan terörist hareketlerin doğru veya yanlışlığını “siyasete” göre tayin etmeye çalışan İ. Kaypakkaya, kendinin “Marksist siyasete” sahip olduğunu ileri sürerek aynı şartlarda yapılan terörist hareketlerin kendi öncülüğünde yapıldığı müddetçe doğru olduğunu iddia etti. Böylece aynı objektif ve sübjektif şartlarda gerçekleştirilen ve kitlesel karakteri olmayan bir grup aydının terörist eyleminin “Marksizmin hatmedilmesine” göre yanlışlığına veya doğruluğuna karar veriliyordu. Bu konuya ilerde tekrar döneceğiz. Şimdi esas üzerinde durmak istediğimiz Marksistlerin reddetmediği bireysel terörün niteliğidir.

Marksizm-Leninizm maceracı küçük burjuva terörist eylem anlayışını her zaman reddetmiştir; ama kitlelerin mücadelesinin yükselmesinden doğan ve doğması kaçınılmaz olan bireysel terörü Marksizm-Leninizm hiçbir şekilde reddetmez ve etmemektedir. Sadece terörü değil, kitlelerin mücadelesinin yarattığı hiçbir mücadele biçimini Marksizm-Leninizm reddetmez. Ama Marksizm-Leninizm hiçbir dönemde terörü esas ve tek mücadele biçimi olarak ele almaz ve almamıştır. Küçük burjuva maceracılarla Marksist-Leninistler arasındaki bu konuda en büyük farklılıklardan biri de budur.

Marksizm-Leninizm her dönemde bireysel mücadeleye karşı kitlesel mücadeleyi temel alır. Bireysel terör, kitlesel mücadelenin gelişmesi sonucunda ortaya çıkan ve onun devamı olan mücadele biçimi olarak doğsa da, kitlesel karakter taşısa da yine kitlesel mücadelenin yerine konulmaz ve konulmamıştır da. Ama objektif ve sübjektif şartlar elverişli ise gerilla savaşı halkın silahlı ayaklanmasını hazırlar.

“Sağlam bir sosyalist inancın zorunluluklarından ve her türden halk hareketinin ağır tecrübelerinden çok uzak olan bu adamların kullandığı dili biz iyi biliriz! Onlar, kısa sürede elde edilebilecek ve gürültü koparabilecek sonuçlar ile pratiği birbirine karıştırırlar. Onların gözünde, sınıf tavrına sıkı sıkıya bağlı kalmayı ve hareketin kitle niteliğini (abç) korumayı istemek ‘bulanık teori yürütmektir’. Kesin olarak onların gözünde her düşünce karşısında kölece boyun eğmek ve … ve bu boyun eğişin sonucu olarak da her defasında kaçınılmaz bir şekilde çaresizliğe düşmektir.” (Lenin, Örgütlenme, s. 66)

“Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen (açL) rehberlik ettiği zaman adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Gene, herhangi bir halk hareketinin sayısız biçimlere büründüğünü durmadan yeni biçimler geliştirdiğini ve eski biçimleri ıskartaya çıkardığını, değişiklikler getirdiğini ya da eski ve yeni biçimlerin yeni bileşimlerini yarattığını hiç unutmamalıyız. Mücadele araçlarının ve yöntemlerinin oluşması sürecine faal olarak katılmak görevimizdir. Öğrenci hareketi şiddetlendiğinde; biz, işçilere öğrencilerin yardımına koşmaları için çağrıda bulunmaya başladık. (Iskra, Sayı 2). Ama bunu, gösterilerin biçimlerini önceden kestirmeye kalkışmadan, bu gösterilerin derhal bir güç aktarması ile ve zihinlerin aydınlanmasıyla sonuçlanacağını ya da özel bir kıvraklığı vaad etmeden yaptık. Gösteriler güçlendiğinde gösterilerin örgütlenmesi ve kitlelerin silahlanması için çağrıda bulun­maya başladık ve bir halk ayaklanmasına hazırlanma görevini ileri sürdük. Şiddet ve terörizmi ilke olarak reddetmeksizin kitlelerin doğrudan katılışını sağlayabilecek ve bu katılışı güven altına alabilecek şiddet biçimlerinin hazırlanması için çalışılmasını istedik. Bu görevin zorluklarına gözümüzü kapamıyoruz.” (Lenin, a.g.e., s. 67-68)

“Öncelikle, mücadele biçimleri sorununun incelenmesinde her Marksistin isteyeceği başlıca şeyler nelerdir? Hareketi belli özel bir mücadele biçimine bağlamayan Marksizm, sosyalizmin tüm ilkel biçimlerinden ayrılır. Her çeşit mücadele biçimini kabul eder. Onları “icat” etmez (abç), sadece genişletir, örgütler ve eylem içinde kendiliğinden ortaya çıkan devrimci sınıfların mücadele biçimlerine bilinçli ifade verir (abç). Bütün soyut kalıpların ve öğreti reçetelerinin can düşmanı olan Marksizm, mücadele ilerledikçe, kitlelerin sınıf bilinci büyüdükçe, ekonomik ve politik buhranlar keskinleştikçe sürekli olarak yeni, değişik savunma ve saldırı yöntemleri doğuran ilerleme halindeki kitle mücadelesi karşısında dikkatli bir tavır almasını gerektirir. Bu yüzden Marksizm kesinlikle hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm hiçbir şekilde kendini yalnız belirli bir anda var olan olabilir mücadele biçimleriyle sınırlamaz. Bunu yaparken toplumsal durum değişince o an içinde onların bilmediği yeni mücadele biçimleri doğmasının kaçınılmaz (açL) olduğunu bilir. Bu bakımdan Marksizmin kitlelerin pratiğinden öğrendiği (açL) söylenebilir. Hiçbir zaman ‘sistemciler’in çalışma odalarında icat ettikleri mücadele biçimlerini kitlelere öğretmeye kalkmaz.” (Lenin, Gerilla Savaşı Üzerine, Kor Yay., s. 21-22,)

Lenin’in bu öğretisi şimdiye kadar tüm Marksist-Leninistlere mücadele biçimleri konusunda yol göstermiş; onlara mücadele biçimlerini kitlelerin eyleminden öğrenmeyi öğretmiştir.

“Halk hareketinin sayısız biçimlere büründüğünü, durmadan yeni biçimler geliştirdiğini ve eski biçimleri ıskartaya çıkardığını” göz önüne alan Marksistler hiçbir zaman mücadele biçimleri “icat” etmezler. Lenin’in dediği gibi kitlelerin mücadelesi karşısında dikkatli tavır alırlar. Onlar mücadele biçimlerinin nasıl bir niteliğe bürüneceğini kitlelerin mücadelesinin pratiğinden öğrenirler. Oysa İ. Kaypakkaya gibi maceracı siyaset izleyenler, Marksizm-Leninizmin mücadele biçimleri konusundaki görüşlerini bir yana atmışlardır. Kitle mücadelesinin seyri içinde ve ekonomik, politik krizin ve kitlelerin mücadele içinde yükselen bilincinin ne tip mücadele biçimlerini gündeme getirdiğini incelemek maceracı akımların ve İ. Kaypakkaya’nın meselesi olmamıştır. İ. Kaypakkaya mücadeleden hep öncünün faaliyetini anlamıştır. Nitekim, ‘Marksistler hiçbir mücadele biçimini reddetmezler’ formülasyonundan anladığı, halk hareketinin sayısız biçimlere bürünebileceği değildir. O, bundan öncünün faaliyetinin çeşitli biçimlerde olabileceği sonucunu çıkarıyor.

“Lenin yoldaşın bu tamamen doğru cümlelerini, kendilerinin legal yayıncılıktan ibaret olan faaliyetlerini haklı çıkarmak için kullanmaya yeltenen bu alçaklar, Lenin yoldaşın aynı makalede ‘banka soygunlarını’ desteklediğini görmemiş olabilirler mi?” (İ. Kaypakkaya, s. 293)

Görüldüğü gibi mücadele biçimi olarak ele alman ve karşı karşıya getirilen, bir öncü azınlığın faaliyetidir. Kitle mücadelelerinin dışında hem gazete çıkaran hem de banka soyan seçkin azınlığın faaliyeti halkın, yani kitlelerin mücadelesi olarak gösterilmek istenilmektedir. Ve sözde Marksist-Leninistlerin bu “kitlesel mücadele biçimi”ni hiçbir şekilde reddetmediği de kanıtlanmış olunuyor!

Oysa Marksizm-Leninizm; siyasal kitlesel mücadeleden, siyasi bilince varmış kitlelerin siyasi talepler uğruna yürüttüğü mücadeleleri kastetmektedir. Örneğin, siyasi talepler için kitlelerin yürüttüğü miting, gösteri, boykot, çeşitli isyan hareketleri, silahlı ayaklanma, silahlı mücadele vs. şeklindeki mücadele biçimleri. Kitleler ilk önce o günkü ekonomik, politik şartlarda ve siyasal bilinç düzeyine göre sömürenlere karşı kitlesel mücadelelerini miting, gösteri, grev, boykot ve çeşitli barışçıl mücadele biçimleriyle yürütürler. Ekonomik, politik krizin derinleşmesi, kitle mücadelelerinin gelişmesi ve kitlelerin giderek artan bilinci, yeni mücadelelerin ortaya çıkmasının ortamını hazırlar. Eski mücadele biçimlerinin yetersiz hale gelmesi bu durumlarda kaçınılmazdır. Dolayısıyla yeni kitlesel mücadele biçimlerinin doğması da zorunlu hale gelir. Artık kitleler eski mücadele biçimleriyle sınıfsal ve siyasi eylemlerini yürütemez duruma gelirler.

İ. Kaypakkaya’da gerilla savaşının veya terörün barışçıl mücadele biçimlerinin yetersiz hale gelmesiyle, yükselen kitle mücadelesinin ve bilincin yeni kitlesel silahlı mücadele biçimlerinin doğması arasındaki aşamada ortaya çıkması kaçınılmaz çarpışma biçimi olarak ele alınıyor. O, diğer maceracılar gibi mücadelenin pratiği içinde miting, gösteri, grev, çeşitli direniş ve isyan hareketlerinin yetersiz hale gelip gelmediğine bakmadan her şart altında terörün esas mücadele biçimi olabileceğini, bütün mücadele biçimlerinin buna tabi olması gerektiğini iddia ediyor. O, devamlı geçersiz hale gelen mücadele biçimine örnek olarak kitle mücadele biçimlerini göstermiyor. Parti kadrolarının legal faaliyetinin faşist baskılarla sürdürülemez duruma gelmesi nedeniyle silahlı mücadele biçiminin esas mücadele biçimi haline geldiğini söylüyor. Oysa Lenin; Marksizmin reddetmediği gerilla savaşının, yani terörün, özelliğini şöyle izah ediyor:

“Letonya sosyal demokratlarının bu çalışmalarına anarşizm, blankizm, ya da terörizm demeye kimsenin dili varmaz. Niçin? Çünkü burada yeni mücadele biçimleriyle Aralık’ta patlayan ve yeniden mayalanmakta olan ayaklanma arasında açık bir ilişki bulunuyor. Bir bütün olarak ele alındığında Rusya’da bu ilişki pek belirgin değil ama gene de var. ‘Gerilla’ savaşının Aralık’tan sonra yaygınlaşması ve bunun yalnız ekonomik buhranın değil, politik buhranın da şiddetlenmesiyle bağıntısı kesin bir gerçektir. Eski Rus terörizmi suikast düzenleyen aydınların işiydi, günümüzde genellikle gerilla savaşı yapanlar işçi savaşçılar ya da işsiz kalan işçilerdir. Aynı tarzda düşünmeye yatkın kimselerin aklına hemen Blankizm ve anarşizm gelir. Ama Letonya eyaletinde olduğu gibi bir ayaklanma durumunda bu yakıştırmaların uygunsuzluğu açıkça ortadadır (abç).

“Letonya örneği aramızda yaygın olan, bir ayaklanmanın koşullarına başvurmadan gerilla savaşını çözümlemenin ne denli yanlış, bilim dışı ve tarih dışı olduğunu açıkça göstermektedir. Bu koşullar akılda tutulmalı; büyük ayaklanmalar arasında kalan geçiş süresinin özel ayrıntıları üzerinde düşünmeliyiz; bu koşullar altında, kaçınılmaz olarak ne gibi mücadele biçimleri doğduğunu anlamalıyız. Kadet’lerin ve Novaya Vremya’cıların bir ağızdan kullandıkları anarşizm, soygunculuk, külhanbeylik gibi ezbere laflarla yutturmacılığa kalkmamalıyız.” (Lenin, Gerilla Savaşı Üzerine, s. 26)

“Bunun bir ulusal baskı sorunu olmayıp, (günümüz için ele alırsak faşist baskı sorununu da içerir -PB) başkaldırma koşulları sorunu olduğunu, sorunun somut bir çözümlenmesi gösterecektir. Gerilla savaşı kitle eylemlerinin gerçek bir ayaklanma haline ulaştığı zaman ve iç savaştaki büyük ‘kavgalar’ arasındaki süre oldukça uzadığında ortaya çıkan kaçınılmaz bir çarpışma yöntemidir.” (Lenin, a.g.e., s. 28)

İşte Lenin’in ilke olarak reddetmediği terörün, gerilla savaşının niteliği budur. Kitlelerin eylemi gerçek bir ayaklanma haline ulaştığı zaman da ortaya çıkan gerilla mücadelesi kitlelerin silahlı ayaklanmasına yardım edebilir, kitlesel mücadelenin silahlı mücadeleye, silahlı ayaklanmaya dönüşmesine etki edebilir ve bunun ortamını yaratabilir. Lenin, 1906 Çarlık Rusyasında ortaya çıkan gerilla savaşının devrime katkısını şöyle izah ediyor:

“Silahlı mücadelenin birbirinden kesin olarak ayrılması gereken iki ayrı amacı vardır: Birincisi, ordudaki ve polisteki şefleri ve diğer bazı kimseleri öldürmek. İkincisi, hem hükümetten hem özel kişilerden zor yoluyla para elde etmek. Zor yoluyla alınan paralardan bir kısmı, parti hazinesine alınır, bir kısmı ayaklanma hazırlama ve silahlanma için (abç) bir kısmı da söz ettiğimiz mücadelede dövüşen kişilerin geçimi için harcanır. Bu mücadele şekli ancak 1906’da yani Aralık ayaklanmasından sonra çok gelişti ve şiddetlendi.” (Lenin, a.g.e., s. 24 – 25)

Lenin’in öğretilerinin ışığında gerilla savaşının, uygun, yani kitle mücadelelerinin ayaklanma aşamasına ulaştığı, ama henüz iç savaşın başlamadığı şartlarda kitleleri üst bir mücadele biçimine hazırlayabileceği ve halkın silahlanmasına yardımcı olabileceğini kolayca kavrayabiliriz. Bu bakış açısı, ilke olarak gerilla savaşını reddeden PDA revizyonizmine bir cevap teşkil ettiği gibi her şart altında terörün her şeyin dermanı olduğu düşüncesiyle hareket eden İ. Kaypakkaya gibi maceracıların anlayışına da cevap teşkil etmektedir.

Marksizm-Leninizm yolunda sarsılmadan yürüyen Arnavutluk komünistleri, gerilla savaşı meselesine devamlı Leninizmin öğretilerinin ışığında yaklaşmışlardır. Bu konuda Mehmet Şehu yoldaş şunları söylüyor:

“Arnavutluk Komünist Partisi doğduğu andan itibaren devrimci çalışmasına girişti. Onu son derece güç görevler bekliyordu. Geçmiş savaşların ve mücadelelerin tecrübesi, devrimci ve doğru bir siyasi yönetim olmadıkça, halkın hiçbir gayretinin onu başarıya götüremeyeceğini gösteriyordu. Komünist Partisi, geniş halk yığınlarını harekete geçirmek, onları milli kurtuluş ve halk devrimi yolunda eğitmek, faşist işgalcilere ve vatan hainlerine karşı silahlı savaş vermek üzere onları teşkilatlandırmak zorunda idi. Bütün halkın silahlı ayaklanmasından başka bir çıkar yol yoktu. Komünist Partisi de bu yolu tuttu. Kuruluşunu takiben ilk gününden itibaren mitingler ve düzenlediği kongrelerle, kitle ajitasyonuna girişti (abç).” (M. Şehu, Milli Kurtuluş Savaşının Tecrübesi ve Milli Ordumuzun Gelişmesi Üzerine, Günce Yay., s. 21)

“Başlangıçta işgalcilere karşı mücadelenin en uygun şekilleri (a.ç. M. Şehu) grevler ve gösteriler, toplu protestolardı. Ancak 1941 sonlarına doğru, bu mücadele biçimi somut şartlara artık uymuyordu (abç): İtalyan faşistleri ve hain hükümetin jandarmaları bu gösterileri silahla bastırıyorlardı. Gösteri yapan kitlelerin üstüne faşistlerin ateş açması, gösterilerin artık düşmanla mücadelenin esas biçimi olamayacağını ortaya koyuyordu. Hareketimiz bu mücadele şeklinin sınırlarını aşmıştı ve daha yüksek aşamaya, düşmana karşı halkın silahı mücadelesi aşamasına getirilmesi gerekliydi. Bu yüzden, mücadeleyi örgütleyen ve yöneten parti yeni mücadele biçimi üzerine kesin teminatını verdi. Yeni mücadele biçimi ne olmalıydı? Bu bir anda bütün halkın genel isyanı mıydı? Böyle bir şey siyasi bir hazırlık ve üst bir askeri örgüt olmaksızın imkansızdı. Bu yüzden Parti; casusları ve hainleri imha etmek ve düşmanın depolarına, telefon hatlarına ve bu gibi yerlere karşı küçük hareketlere girişecek gerilla birliklerinin kurulmasının teminatını verdi. Casusların ve hainlerin imhası Arnavutluk’un bütün şehirlerinde başladı. Bunlar, parti organları tarafından örgütlenmiş küçük partizan birlikleri tarafından yapılıyordu. Parti, bu birliklerin teşkilatına ve teknik askeri eğitimlerine özel bir itina gösterdi. Gerillalar; casuslara ve hainlere karşı sık sık suikastler yapıyor, depolara saldırıp yakıyorlar, ayrı düşmüş düşman müfrezelerini rahat ettirmiyor ve bankalara, faşist bürolarına, bu gibi yerlere hücum ediyorlardı.

“Rusya’da 1900’lerden önce ‘Narodnik’ denilen popülistlerin uyguladığı terör (suikastler), ve milli kurtuluş savaşı sırasındaki suikastler arasında ne fark vardır? Popülistlerin bireyci terör usullerine bizim hareketlerimizi benzetmek yanlış olur. Popülistlerin şiddet hareketleri, devrimci genel hareket yolunda kitlelerin örgütlenmesine dayanmayan, tersine tecrit olmuş bireyci hareketler niteliğindeydi ve hep öyle kalıyordu. Popülistler, kitleleri ‘kahraman’ların ardından gitmek zorunda olan ‘cahiller sürüsü’ olarak görüyorlardı. Bireyci terör yoluyla devrim yapılabileceğini sanıyorlardı. Popülistlerin şiddet hareketleri, kitlelerin silahlı isyanlarını hazırlayan bir mücadele biçimi değil, tek mücadele yolu idi (a.ç. M. Şehu). Bizim düzenlediğimiz suikastler ve hücumlar ise tamamen başka nitelikte idi. Bizde bu hücumlar, daha ileri mücadele biçimlerine geçişi hazırlamaya (a.ç. M. Şehu) hizmet eden mücadele şe­killerinden sadece biriydi (a.ç. M.Ş.). Örgütlü ve planlıydılar ve yeni gelişmeleri hazırlıyorlardı. Elverişli zaman kollanarak yapılıyordu ve mücadelenin ilk döneminde başvurulması gerekliydi. Hücumlarımız, tecrit olmuş eylemler değildi, kitle gösterileri tarafından destekleniyordu ve bu hücumlarla birlikte kitleler açık mücadeleye çağrılıyordu. Bunlar şahsi intikam hareketleri değildi, askeri eylemlerdi (a.ç. M.Ş.).” (a.g.e., s. 23-24-25)

Görüldüğü gibi Mehmet Şehu da önemle; gösteri, miting vs. gibi kitle mücadele biçimlerinin yetersiz hale gelmesiyle gerilla savaşına başladıklarını belirtiyor. Doğaldır ki ancak böyle bir gerilla mücadelesi silahlı ayaklanmayı hazırlayabilir. Bu Leninizmin öğretilerine bütünüyle uygundur. M. Şehu’nun işaret ettiği dönemlerde dahi gerilla savaşı kitleleri silahlı ayaklanmaya hazırlayan tek bir araç durumunda değildi. Diğer kitle mücadeleleriyle birleştiği sürece gerilla savaşı silahlı ayaklanmanın oluşumuna katkıda bulunabilir.

Yukarıda da bahsettiğimiz gibi İ. Kaypakkaya ise her dönemde ve her şart altında terörizmi silahlı ayaklanmaya hazırlanmanın bir aracı olarak görüyor. Fakat bir yandan da bunlar, Lenin’in yukarıda aktardığımız gerilla savaşı konusundaki görüşlerinin, parça parça iktidarın alınması yoluyla ülke çapında iktidarın kurulmasının objektif şartlarının bulunduğu ülkeler için geçerli olmadığını, sadece Çarlık Rusyası gibi silahlı ayaklanmayla işçi-köylü iktidarının kurulduğu ülkeler için bunun geçerli olabileceğini iddia ediyorlar. Bu görüşün elle tutulur bir yanı yoktur; çünkü gerilla savaşı bir takım maddi koşulların oluşmasıyla ortaya çıkar. Parça parça iktidarın alınması, yani uzun süreli halk savaşı yoluyla ülke çapında işçi-köylü iktidarını inşa eden ülkeler de dahil olmak üzere gerilla savaşının mücadele biçimi olarak doğması Lenin’in gösterdiği somut şartlarda olmuştur. Bu tip gerilla savaşları ancak silahlı ayaklanmayı hazırlamış ve diğer kitlesel mücadele biçimleriyle birleşerek düzenli orduların oluşmasına, topyekûn silahlı mücadele aşamasına gelinmesine yardımcı olmuştur. Çin, Vietnam vb. devrimlerin deneyleri bu söylediklerimizin kanıtıdır.

Yine ülke çapında kitle mücadelesinin barışçıl biçimlerinin yetersiz hale gelmesiyle, silahlı mücadele aşamasına gelinir diye bir mesele yoktur ve kesinlikle silahlı mücadele aşamasına böyle yaklaşılmaz. Nitekim Lenin de meseleye böyle yaklaşmamaktadır. Devrimin dengesiz geliştiği, parça parça iktidarın alınması yoluyla devrimci iktidarın ülke çapında kurulmasının mümkün olduğu ülkelerde, kitle mücadelesinin tüm ülke çapında aynı düzeyde olması ve aynı seyri izlemesi söz konusu değildir. Ülkenin bir bölgesinde (sınıf mücadelesinin dengesiz gelişmesinden ötürü) kitlesel barışçıl mücadele biçimleri (miting, gösteri, yürüyüş, grev, toprak ve fabrika işgalleri vb.) yetersiz hale gelebileceği ve kitle mücadelesinin ancak yeni mücadele biçimleri altında sürdürülebileceği şartlar mevcut olduğu halde; bazı bölgelerde kitle mücadeleleri geri düzeyde bulunabilir ve kitlelerin mücadelesi silahlı mücadele biçimleri yaratacak düzeye gelmeyebilir. Bu durumda geri bölgelerdeki mücadelenin yükselmesi beklenmeden ileri bölgelerde gerilla savaşına başlanabilir ve başlanmalıdır. Ama bunlar masa başında değil, kitlelerin mücadelesinin pratiğiyle tayin edilmeli ve ona sıkı sıkıya bağlı kalınmalıdır. Gerçekten herhangi bir bölgedeki kitlesel barışçıl mücadele biçimleri yetersiz hale gelmiş olmalıdır; bu durum hamasi nutuklara bakarak tespit edilemez. Hele bu tespitler masa başında “Marksizmi hatmetmiş” (!) olduğunu iddia eden birkaç adamın köy gezintileriyle (İ. Kaypakkaya’nın yaptığı gibi) yapılamaz.

İ. Kaypakkaya PDA revizyonizmini kendisini ileri değil, geri bölgelere göre ayarlamakla suçluyor. Ama kendisi hangi bölgedeki kitle mücadeleleri somut şartlarda barışçıl mücadele biçimlerini ıskartaya çıkarmıştır sorusuna cevap aramaya ve bu meseleyi incelemeye gerek görmüyor. İleri bölgelerin kitle mücadelelerinin barışçıl biçimleri geride bırakmakta olduğunun tek göstergesi, bizzat bu mücadelenin durumundan başka bir şey olamaz. İ. Kaypakkaya ileri bölgeleri yoğunlaşan kitle mücadelelerine göre tespit etmiyor; o köy gezintileriyle, birkaç köylü kökenli insanla, yapılan sohbet toplantılarında, sözde edindiği bilgilerle o bölgelerin “silahlı mücadele aşamasına girdiğini” iddia ediyor. Sohbet toplantısında bir köylü çıkar, “silahlı eylemlere girmek, ağanın evini yakmak gereklidir” diyorsa ve ağadan başka düşman göremiyorsa o bölgede “kitle mücadeleleri silahlı mücadele aşamasına gelmiş” demektir!

1971 öncesi Türkiyesindeki emekçi kitlelerin mücadelesini yakından takip edenler bu mücadele biçimlerinin hangi düzeyde olduğunu gayet iyi bilmektedirler. O dönemde Türkiye’nin hiçbir bölgesinde barışçıl mücadele biçimleri geçersiz hale gelmemişti ve bu yetersizliği gösterecek hiçbir işaret yoktu. Her şeyden önce kitle eylemleri çoğunlukla öğrenci gençliğin eylemlerinden ibaretti. Bunun yanı sıra işçi ve köylülerin ekonomik talepler için yürüttükleri mücadeleler de yoğunlaşmaktaydı. Kapitalist ekonominin krizinin derinleşmesi, ekonomik talepler uğruna mücadelenin kapsamını gittikçe genişletiyor, bağımsız kitle mücadelelerini geliştiriyordu; örneğin, çeşitli fabrika işgalleri, toprak işgalleri, küçük üretici köylü hareketleri, 15-16 Haziran işçi sınıfının direnişi vb. Bu direniş ve mücadeleler halihazırda siyasal bir muhteva, esas olarak kazanmamıştı. Kitle mücadeleleri kendiliğinden de olsa faşist diktatörlüğü sarsıyor, onun yasaklarını bir tarafa atıyordu. Fakat hepsi bununla sınırlıydı. Kitle mücadelelerinin silahlı mücadele aşamasına girdiğini iddia eden İ. Kaypakkaya’nın içinde bulunduğu PDA revizyonizmi dahil olmak üzere hiçbir siyasal küme, grup bu kitlesel mücadeleleri daha bilinçli, örgütlü hale getirip bunu genişletip ve geliştirme yolunda ciddi bir çabaya girişmedi. Cuntacı, revizyonist siyasetleri buna izin vermiyordu; ancak kitlesel mücadelelerin yetişebildiklerince ardından koşuyorlardı.

Bu durumdaki kitle mücadelelerinin siyasi talepler uğruna mücadele seviyesine yükselemeyeceği açıkça ortadadır; çünkü, kitle mücadelelerinin siyasal bir muhteva kazanması bilinçli öncünün çabasıyla ve kitlelerin pratik tecrübesiyle olabilir. Parti faaliyeti olmadan kitle mücadeleleri ekonomik mücadeleden siyasi mücadeleye doğru gelişme gösteremez. Kitleler 1971 öncesi gibi geri bilinç seviyesindeyken, gösteri, miting, boykot, toprak ve fabrika işgalleri vb. barışçıl kitlesel mücadele biçimlerinin yetersiz hale geldiği, siyasi mücadelenin silahlı mücadele aşamasına yükseldiği söylenemez. Ve o günkü kitle mücadelesinin pratiği böyle bir olguyu göstermiyordu.

İ. Kaypakkaya devamlı PDA revizyonizmini, kitleleri eğitim grupları içerisinde bilinçlendirme yolunu izlemekle suçluyor. Ve kitlelerin “silahlı mücadele içerisinde bilinçlendirileceğinden” bahsediyor. Yani bir anlamda kitlelerin bilinçlenmesinin pratiğin sorunu olduğuna işaret ediyor. Ama nedense kitlelerin sınıf mücadelesi içinde bilinçleneceği anlayışı maceracılığa geldiği zaman unutuluyor. Ve hangi kitlesel mücadelenin gelişmesi ve mücadelenin pratiği kitlelere silahlı mücadelenin bilincini vermektedir, bunu söylemiyor ve göstermiyor.

O, devamlı üzerinde durduğumuz gibi kitlelerin pratiğinden öğrenmeyi bir yana atmıştır. Masa başında ya da köy sohbetlerine dayanarak silahlı mücadele aşamasına girildiğine karar veriyor. Uzun ve meşakkatli bir çalışma sonucunda elde edilecek bir mücadele biçi­mini sübjektif isteklerine göre sözde hemen gündeme getiriveriyor. Buna göre de kitlelerin artık silahlı mücadele aşamasına geçebilecek bilinçte olduğu kanaatine varıyor.

“… Sınıf düşmanlarına karşı saçından tırnağına kadar kinle dolu yoksul köylüleri, parti önderliğini ve örgüt disiplinini kabul ederek silahlı mücadeleye katılmayı isteyen köylüleri, ‘olmaz, önce Marksizm-Leninizmi öğrenin, polise karşı tecrübe kazanın!’ diye göğüslerinden geri itmek gerekecektir. Okuma yazma bilmeyen, feodalizmin uyuşturduğu yüz binlerce köylü; ağalara, beylere ve merkezi otoriteye karşı silaha sarılmak isterse, hemen ellerinden silahlarını almak, terbiyesizliklerinden dolayı! yanaklarına bir kaç tokat yapıştırmak, sonra da, yakalarından kavrayıp eğitim gruplarına götürmek gerekecektir.” (İ, Kaypakkaya, Bütün Yazılar, s. 261-262)

Hamasi nutuklarla dolu olan ama ekonomizmin ve maceracılığın iç içeliğinin en açık bir örneğini teşkil eden bu sözlerle silahlı mücadelenin her dönemde esas mücadele biçimi olduğu ileri sürülüyor.

Ama nedense, yoksul köylülerin hangi partinin ve nasıl önderliğini, örgüt disiplinini kabul ettiğinin kanıtları gösterilmiyor. İster yoksul köylüler, isterse işçiler olsun Komünist Partinin önderliğini sınıf mücadelesinin kızgın pratiği içinde ve birçok siyasi ve ideolojik çatışma sonucunda ve doğru bir şekilde mücadeleye önderlik edilerek ancak Partinin önderliğini “kabul” edebilir ve onun örgütlü disiplini altında hareket edebilir. Komünist Partisi, doğru siyasetle kitlelerle kaynaşır, onların mücadelesine önderlik edebilir ve kurtuluşlarının yolunu gösterirse, kitleler o partinin etrafında toplanabilirler. 1970’ler Türkiyesinde bunun olmadığı açıkça ortadaydı. Sadece ekonomik bilincin verdiği sınıf içgüdüsüyle “sınıf düşmanlarına karşı saçından tırnağına kadar kinle dolu” olan ama ne yapabileceğini bilemeyecek durumdaki kitlelerin Komünist Partisinin önderliğini kabul ettiği ve onun örgütlü disiplini altında hareket edebileceği söylenebilir mi? Bunlar ancak mücadelenin pratiği içinde elde edilebilecek şeylerdir.  Öyle anlaşılıyor ki, yoksul köylülerin silahlı mücadele bilincine erişmesinin nedeni “eğitim gruplarında yapılan çalışmalar” değil, köylülerle yapılan sohbetlerdir. Veya çok kısa süreli, köylülere yönelik propaganda ve ajitasyon çalışmaları sayesinde köylüler “partinin önderliğini ve örgütlü disiplinini kabul” etmişlerdir! Doğu Perinçek’in mantığı her adım başı İ. Kaypakkaya’ya yol gösteriyor. PDA revizyonizminin eğitim gruplarının karşısına aynı işlevi görmekle görevli “köy sohbet toplantıları” ve “kısa dönemli propaganda, ajitasyon çalışmaları” çıkarılıyor. Revizyonizmin mücadeleyi engelleyici tavrı karşısında, maceracılığın her şeyi beş dakikada halletme tavrı… Reformizme karşı maceracılık. İşte İ. Kaypakkaya’nın hareketi budur.

Kitleler silahlı mücadelenin sınıfsal kurtuluşları için zorunlu olduğunu ne “eğitim gruplarında” ne de “kısa dönemli propaganda ve ajitasyon çalışmalarıyla” kavrayabilirler; onlar bizzat kitlesel mücadelelerin pratiği içinde kendi tecrübeleriyle ve bir dizi ideolojik ve siyasi çatışmanın sonucunda ve partinin yaptığı uzun vadeli propaganda ve ajitasyon çalışmalarıyla silahlı mücadelenin zorunluluğunu kavrayabilir ve bu mücadeleyi yürütebilir.

İ. Kaypakkaya, bu söylediklerimizin tümünü bir kenara atıyor ve tüm maceracılar gibi iradeciliğe sarılıyor. Kendinde var olduğunu zannettiği “üstün bilinç” (!) sayesinde ve iradeci çabalarla yüzbinlerce yoksul köylünün “silaha sarılma” dönemine geldiğine karar veriyor! İ. Kaypakkaya’da her şeyi yaratanın dahiler olduğunu zanneden iradeci düşünce egemen durumdadır. O, aynen D. Perinçek gibi doğru siyasetin “dahilerin eseri” olduğunu sanıyor. Böylesine bir anlayışla hareket ettiği için aynı maddi koşullarda ve aynı sınıfsal ve eylem konumunda olduğu THKP/C ve THKO gibi hareketlerin küçük burjuva, kendisinin ise “Marksist” olduğunu söyleyebiliyor. Kendisinin sözde “Marksist”, diğerlerinin ise küçük burjuva akımı temsil ettiğinin göstergesi olarak “izlediği doğru siyaseti” gösteriyor. Bu “doğru siyasetin” neye göre tespit edildiği ortadadır. Böylesine bir tespite nereden bakılırsa bakılsın, kendini objektif kanunların üzerinde gören küçük burjuva aydının böbürlenmesinden başka bir şey görmek mümkün değildir.

Aynı objektif ve sübjektif koşullarda, aynı sınıfın oluşturduğu (yani küçük burjuva aydınlarının) ve aynı eylem çizgisini izleyen küçük burjuva gruplarının kiminin “Marksist”, kiminin ise “anti-Marksist” olduğu neye dayanarak söylenebilir? Olsa olsa kendini beğenmiş küçük burjuva aydın sübjektivizmine. Kendini “Marksist” olarak lanse edenin izlediği çizgiyi bir yana bırakalım. Bunların işçi sınıfıyla, işçilerin ve yoksul köylülerin oluşturduğu gruplarla hiçbir ilişkisinin olmadığı herkes tarafından bilinir. Şüphesiz işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün her hareketi, bunların oluşturduğu siyasi kümeler Marksist ve doğru siyaset izleyen hareketler değildir ve böyle bir kural da yoktur. Ama bir hareketin anti-Marksist çizgisine rağmen proletaryanın hareketi olması da söz konusudur. Bunlar proletaryanın küçük burjuva tabakalarına (objektif olarak işçi ama bilinci hâlâ küçük burjuva olan tabakalar) dayanan siyasi hareketlerdir. Böyle nitelikteki bir hareket yanlış bir siyaset izler, yani dünyayı, toplumsal olayları Marksizm-Leninizm açısından değil de küçük burjuva dar bakışıyla ele alırsa bu hareket Marksist bir siyaset izlememesine rağmen proletaryanın bir hareketi olmak vasfını korur; İ. Kaypakkaya’nın hareketi böyle bir hareket de değildi. O, tıpkı benzerleri gibi kitlelerden kopuk maceracı bir çizgi izleyen küçük burjuva aydınlarının bir hareketiydi.

İ. Kaypakkaya’ya göre THKO ve THKP/C gibi hareketlerle kendi hareketi arasındaki farklılığı belirleyen “siyasettir”. Peki bu “farklı siyaset” kendini nerede gösteriyordu? Ve yine İ. Kaypakkaya’ya göre aynı somut koşullarda yapılan banka soygunu vb. eylemler THKO ve THKP/C gibi hareketler tarafından yapılırsa yanlış ve maceracı; kendisi tarafından yapılırsa “doğru” ve “Marksist”tir. Çünkü o, Marksizmi herkesten iyi “bilmektedir”!

Aynı somut koşullarda, yani aynı objektif ve sübjektif şartlarda ve aynı durumdaki sınıf mücadelesinin kanunlarına uygun olan cadele biçimleri hangi sınıfın öncülüğünde yürütülürse yürütülsün doğrudur. Bu mücadele ister küçük burjuvazinin önderliğinde, isterse proletaryanın önderliğinde yapılmış olsun. Doğru bir eylemin ve mücadele biçiminin önderliğini burjuvazi ya da küçük burjuvazi yapamaz diye bir kural yoktur ve olamaz.

Bunun tersine, objektif ve sübjektif koşullara uygun düşmeyen eylemleri ister işçi sınıfı, isterse küçük burjuvazi yapsın bu yanlıştır ve anti-Marksisttir. Çünkü bir eylemin doğru veya yanlışlığını belirleyen ne insan iradesi, ne de sınıfların iradesidir. Bunu belirleyen somut koşullar ve sınıf mücadelesinin kanunlarıdır. Bir takım adamlar, kendilerine vehmettikleri bir takım üstün özellikler dolayısıyla yanlış eylemleri doğru eylem haline getiremezler.

Nitekim Lenin, Çarlık Rusyası şartlarında doğru bulduğu sınıf savaşına olumlu yönde etki ettiğini söylediği bireysel terörü yürütenlerin siyasal önderliğine bakarak eylemin doğru veya yanlışlığını tespite kalkışmıyordu. Böyle bir tespit Marksist değildir. Her şeyi dahilerin eseri olarak gören iradeci ve idealist görüş sahipleri ancak böyle bir yönteme başvurabilir.

Doğru bir siyasi mücadele, o günkü ekonomik, politik, sosyal kanunlara, sınıf savaşının kanunlarına uygun olarak yürütülen siyasi mücadelelere denilir. Eğer izlenen siyaset objektif kanunlara tersse bu siyaset sınıf mücadelesinin gelişmesine olumlu yönde etki edemez. Nitekim anarşizm bu durumdadır. Sınıf mücadelesinin objektif kanunlarına uygun olan siyasetler mücadelenin gelişmesine olumlu yönde etki edebilir ve onu hızlandırabilir. Bu yüzden bir siyasetin doğruluğunun kanıtı sınıf mücadelesinin somut pratiğidir. İ. Kaypakkaya doğru bir siyaset izlediğini iddia edebilir; ancak bu iddianın doğruluğunu kanıtlayabilecek tek bir ölçüt vardır: Sosyal pratik. Ve o şaşmaz ölçütün İ. Kaypakkaya’nın iddialarını ne ölçüde doğruladığı herkesin malumudur. Ama o, doğru bir siyaset izlediğinin kanıtı olarak, Marksizmin bir takım genel doğrularını diğer bir takım küçük burjuva hareketlere göre daha fazla ve daha sık tekrarlamış olmasını gösteriyor. Sadece teorik planda ve lafta kalmak üzere Marksizmin bir takım genel doğrularına kim sahip çıkıyorsa o, “Marksist siyaset” izlemiş olmaktadır! Bu sofistçe düşüncenin en önde gelen temsilcilerinden biri Doğu Perinçek şarlatanıdır. O, revizyonist ve reformist siyasetini örtbas edebilmek için lafta “proletarya diktatörlüğünden” bahsetmekte ve bunu mahkemelerde savunduğunu hararetle iddia etmektedir. Marksizm-Leninizm laf salatası değil, eylem kılavuzudur. Toplumu değiştirmek için Marksizm-Leninizmden faydalanılmıyorsa, onun öğre­tileri hayata geçirilmiyorsa ve ona uygun bir siyasi çizgi izlenmiyorsa gerisi laf-ı güzaftır. Marksizm-Leninizmin sadece bir takım lafızlarına sahip çıkan bir takım küçük burjuva akım ve siyasi çizgiler, Marksist-Leninist bir hareket olmak niteliğini hiçbir zaman kazanamazlar. İzlenen çizgi revizyonist ve maceracı olmasına rağmen Marksist terminolojinin bir takım sözlerinin ve kavramlarının tekrar edilmesi göz boyamacılıktan başka bir şeye tekabül etmez. Lafta Marksizmin bir takım genel doğrularının tekrarlanmasına göre bir hareketin niteliğini tespit etmeye kalkışırsak tüm revizyonist, Troçkist ve maceracı akımların Marksist olduğuna karar vermemiz gerekir; çünkü bir çoğu İ. Kaypakkaya’dan daha fazla Marksizmin genel doğrularını tekrarlıyorlar.

Bu yüzden İ. Kaypakkaya’nın hareketi THKO ve THKP/C gibi hareketlerden nitelik olarak farklı değildir; onlardan daha fazla Marksizmin bir takım genel doğrularına sahip çıkmış olması, onun Marksist olduğunu göstermez.

İ. Kaypakkaya, THKO ve THKP/C hareketleri ile farklılığını ortaya koymaya çalışırken, bu yüzden bir dizi çelişki içine düşmek zorunda kalıyor. Kendi dışındaki hareketlerin terörist eylemlerini maceracılık olarak nitelendiriyor. Sınıf mücadelesinin koşulları, gerilla mücadelesini eylem biçimi olarak doğurmuşsa (ki İ. Kaypakkaya doğurduğunu söylüyor) o zaman bu eylemler neden maceracı olsun?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Lenin, 1906’larda Rusya’da ortaya çıkan terör eylemlerinin Narodniklerin terörizmiyle alakası olmadığını söylerken; sadece partililerin değil, partisiz unsurların da giriştikleri bireysel terörist eylemleri bu kategori içerisine sokuyor:

“Özellikle kent ve köyde sefaletin, açlığın, işsizliğin artması, sözünü ettiğimiz mücadelelerin önemli nedenlerinden biridir. Bu mücadele biçimi serseriler, lümpen proleterler ve anarşist gruplar tarafından en iyi ve tek toplumsal çarpışma biçimi olarak benimsendi… Tanımladığımız mücadeleyi değerlendirirken varılan yargılar genellikle şunlardır: Bu anarşizmdir, blankizmdir, eski terörizmdir, kitlelerden kopmuş bireylerin hareketidir, işçilerin gözünü korkutur, moralini bozar, geniş halk tabakalarını hareketten soğutur, devrimi zedeler. Bu yargıları kanıtlayan örnekler, her gün gazetelere geçen olaylarda kolayca bulunabilir. “Ama bu örnekler inandırıcı mıdır? Bunu sınamak için incelediğimiz mücadele biçiminin en çok geliştiği yer olan Letonya eyaletini ele alalım… Letonya sosyal demokratlarının bu çalışmalarına anarşizm, blankizm ya da terörizm demeye kimsenin dili varmaz… Eski Rus terörizmi suikast düzenleyen aydınların işiydi, günümüzde ise genellikle gerilla savaşı yapanlar, işçi savaşçılar ya da işsiz kalan işçilerdir.” (Lenin, a.g.e., s. 25-26)

Lenin’in makalesinin devamında “partisizlerin” yaptığı gerilla savaşının örgütsüzlüğünün yol açtığı zararlar üzerinde durulmakta ve bu zarara yol açanın gerilla savaşı ve gerilla eylemleri değil onun örgütsüzlüğü olduğu belirtilmektedir. Lenin moral bozukluğuna yol açanın bu olduğunu ve bu durumun giderilmesi gerektiğini ısrarla belirtir. Görüldüğü gibi Lenin; terörün, terör biçiminde mücadelenin yanlış veya doğruluğunu doğrudan doğruya sınıf mücadelesinin somut koşullarına göre tespit ediyor. Başka bir deyişle kitlelerin mücadele seviyesinin gelişmesine ve kitlelerin mücadele içindeki bilincine göre gerilla savaşının doğru veya yanlış bir mücadele biçimi olduğuna karar veriyor.

Buna göre meseleye yaklaşırsak, 1971 döneminde eğer sınıf mücadelesinin koşulları gerilla savaşının mücadele biçimi olarak doğmasını yaratıyor ve THKO ve THKP/C gibi hareketler ilk ağızda bu eylem biçimini benimsiyorsa; bunlar neden maceracı eylemler içine girmiş olsunlar? İbrahim Kaypakkaya bu soruya cevap vermekten itinayla kaçınıyor. Çünkü o; bunu yaptığı anda “THKO ve THKP/C hareketleri küçük burjuva maceracı, ben Marksistim ve doğru bir eylem çizgisi izliyorum” iddiası iflas edecek, ve O, ya THKO ve THKP/C’nin de doğru bir eylem çizgisine sahip olduklarını söylemek, ya da kendisi ve hareketinin de onlardan özde bir farklılığının olmadığını itiraf etmek zorunda kalacaktır. İ. Kaypakkaya’nın içine girdiği çıkmaz, bugün onu Marksist-Leninist olarak ilan eden ve onun siyasi çizgisini izleyenler için de aynen söz konusudur; onlar da bu soruya açık bir cevap verdikleri anda, kuru iddialar dışında, kendilerini “Acilciler” vb. akımlardan ayıran hiçbir temel farklılığın olmadığını göreceklerdir.

 



[1] Bu söylenenler ekonomik mücadelenin öneminin küçümsenmesi anlamına gelmeyeceği gibi; her şart altında Marksistlerin bu mücadeleye katılması ve siyasi çalışma yapmak için ondan yararlanması gereğini de ortadan kaldırmaz.

[2] Elbette burada söz konusu edilen, karşı-devrim ve toprak ağaları tarafından beslenen eşkıya çeteleri değildir.

[3] Bu mesele ile ilgili olmamasına rağmen, belirtelim ki, siyasi mücadelenin üst biçimi olarak ortaya çıkan savaşın başarıyla yürütülmesi, kitlelerin bilinci ve moralini yükseltici etki yapar.

[4]Svoboda” isimli sosyalist-devrimci gazetede çıkan makalenin başlığı

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar