Ana SayfaArşivSayı 47-48‘Tanrı’ya Şirk Koşmak: Ezilenler ve Teoride Doğrultu

‘Tanrı’ya Şirk Koşmak: Ezilenler ve Teoride Doğrultu

 

 

‘Tanrı’ya Şirk Koşmak
Proletarya kategorisi, ezilenler ve
Teoride Doğrultu

  

Emre Görür

“Biz Hegelciler, tinin ideolojisini ve bilimini kuşandık. Tinin tarihsel misyonunu ifa edebilmesi için ona bilinç taşımakla yükümlüyüz. Bizim başarımız, onun özneliğinin teminatıdır.”

Bu, bir alıntı değil tabii ki. Tinin anlamını bilen hiç kimse bu görüşleri savunmaz. Ortalama bir Marksist, bu ve buna benzer ifadelerin saçmalığı bilir. Peki, “Hegelci” yerine “Marksist”, “tin” yerine “proletarya” yazarsak ne fark eder? Proletarya “tarihsel özne” olarak görüldüğü için, teorik olarak bir şey fark etmez. Fark, bu satırların altına imza atacak sayısız Marksistin düştüğü durum olur.

Teorik Marksizmin tarihi, bir “kale”nin nasıl içten fethedilebileceğine örnek teşkil ediyor. Marksizm, inanlı militanlarının da eliyle, teorik aykırılıklarından arındırılıyor ve yaygın şekilde, Aydınlanmanın bir kolu olarak burjuva radikalizminin sığ sularına hapsediliyor. Marksizm, tarihsel trajedisini yaşamaya devam ediyor. Pratikte Marksist olanlar, Marksizmin reddederek kendisini var ettiği görüşleri benimsemeyi zorunluluk addedebiliyorlar. Marksizmin parçalanan bütünlüğü bir türlü tekrar oluşamıyor. Pratik Marksizmden bahsedilebilecek yerde teorik Marksizme rastlanmıyor, ve tersi…

Marksist devrimciler, bu sorunun üstesinden gelmeyi pratik olarak başarabiliyorlardı. Ancak uzun zamandır bunun da gerçekleşmediği görülüyor. Daha doğrusu, Marksistlerin pratikleri nicedir küresel politik etkiler doğuramıyor. Mücadele içerisindeki ezilenlerin geniş gövdesinde dalgalanan bayraklarda Marksizm yazmıyor artık.

Bu yazıda, Marksizmin pozitivizm-tarihselcilik cenderesine mahkum olmaması gerektiği savunuluyor. Lenin’in eseriyle açılan ve Mao tarafından tahkim edilen politik kanal, Aydınlanmacılık-karşıtı bir Marksizm için izlenmesi zorunlu bir nitelik taşıyor. Bu tarihsel yoldan bugüne gelemeyen Marksist olma iddiasındaki politik öznelerin, “burjuva dünyası”ndan kopamadıkları görülüyor. Ne teorik olarak, belirleyici nitelikleriyle birlikte, Marksizmi savunabiliyorlar, ne de ezilenlerin barbarlığıyla ilişkilenme yönünde bir eğilime sahipler. Marksizmle ilişkileri, aslında ideolojik bir bağlılıktan öteye gidemiyor…

Teoride Doğrultu, hem ezilenler terimini hem de tarihsel özne kategorisini savunan aykırı ve dinamik bir örnek olduğu için bu yazıda ele alınıyor. Bu dergiye dönük eleştiriler, Marksizm tarihinin teorik ve politik okumaları eşliğinde ifade edilecek.

Proletarya: Göklerin ‘Tanrı’sı

Marksistler yaygın şekilde iki özne tanımlıyorlar: Tarihsel özne olarak proletarya ve politik özne olarak örgüt veya parti. Bu ayrım, genellikle Marx-Engels ile Lenin’in eserlerinin aritmetik toplamından çıkarsanıyor. Marx-Engels’in eserinden proletaryanın tarihsel özne olduğu sonucu çıkarılırken, Lenin’den “bilincin dışarıdan taşınması” görüşü alınıyor. Bu anlayışa göre, proletaryanın tarihsel özne olduğunun kabulü Marksist olmanın temel şartlarından biridir, ama “Lenin’in gösterdiği gibi”, proletarya bu niteliğini kazanabilmek için bir uyarıcıya ihtiyaç duyar. Proletarya tarihsel öznedir, ama eğer Marksist parti ona politik bilinç taşırsa!.. Bu noktada, destekleyici felsefi kategoriler devreye girmek için hazır bekler: Kendinde, kendi-için…

Tarihsel özne felsefi bir kategoridir. Tarihsel öznenin kim olduğu sorusunun materyalist bir cevabı olamaz. Materyalizm her tür özne kategorisini reddetmek durumundadır. Marksizmin tarihsel özneyi tanıdığını iddia edenler, onu bir felsefeye, tarihsel idealizme indirgemektedirler. Tarihsel idealizmin verili olduğu bir yapı, kategorik olarak ne bilimi içerebilir, ne de politikayı. Tarihte bir özne varsa, tarihsel zorunluluktan, tarih biliminden (tarihsel materyalizm) bahsetmek mümkün değildir. Bu yaklaşım, felsefi ideolojinin “göksel” dünyasında salınır durur.

Tarihsel özne “Tanrı”dır. Tarihin akışını kendisi belirler. Hiçbir nedensellik ilişkisine tabi olmaz. Yasa tanımaz. Tarihsel idealizme göre, tarih, tarihsel öznenin biyografisidir.

Doğa-tin (veya nesne-özne, madde-bilinç, zorunluluk-özgürlük…) düalitesinin zorunlu olarak tin lehine çözüleceğini savunan Hegel bundan bahsetmektedir. Ona göre, insan, felsefenin kurduğu “hakikat ülkesi”ne felsefe aracılığıyla ulaşacak ve bu araçla doğayı dize getirecektir. “Doğada aklın eseri zorunluluğa zincirlidir, ama tinin ülkesi özgürlüğün ülkesidir.”[1] İnsan dünyaya düşüncesiyle nizam verecektir. Yeter ki, aklını kullanmayı bilsin.

İnsanın “aklını kullanamadığı, başkasının aklıyla hareket ettiği”[2] dönemlerde tin uykudadır. Tin Aydınlanma ile beraber uyanır ve özgürlük alanını genişleterek, doğayı gerileterek zaferini ilan eder…

Bu noktada ister istemez temel bir soru gündeme gelecektir: İdealist niteliği apaçık olan bu görüşler Marksizm adına nasıl edinilebiliyor?

Bu anlayış kaynağını Marx’ın epistemolojik kopuş öncesindeki (felsefi) çalışmalarında bulur. Genç Marx da “kurtuluş” yolunu “felsefenin gerçekleşmesi”nde görmüştür. Ona göre, proletarya felsefeyi gerçekleştirerek kendisini ortadan kaldıracaktır. İnsan doğasının doğayı alt ederek, zorunluluk zincirlerini kırarak kendisini dışa vurabileceğini savunan, hümanizmin gerçekleşmesinden, yabancılaşmanın ortadan kalkmasından dem vuran Genç Marx, Alman felsefesinin (ideolojisinin) Aydınlanmacı kozmosunun içindedir.

Marx-Engels’in ‘Marksist’ eserinde tarihsel özne kategorisinin bulunduğu iddiası tevatürdür. Bu anlayış Marksizme değil, Genç Marx’a, Marksizm-öncesine aittir. Özneci görüşler Marx-Engels’in eserinde de varlığını sürdürmüştür, ama ancak tortu olarak… Marx-Engels’in teorik eseri, bu anlayışın reddi temelinde kurulmuştur. “Alman İdeolojisi”nde epistemolojik kopuşun gerçekleşmesiyle beraber tarih felsefesinden tarih bilimine geçilmiştir ve bu momentten sonra bir tarihsel özne kategorisinden bahsedilemez. Artık söz konusu olan Marksizmin teorik anti-hümanizmidir. Marksizm için tarih, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin “mücadele”sinin tarihidir ve belirleyici olan üretim güçleridir.

Marx-Engels “felsefi fantezinin sisli dünyası”ndan çıkarken insan kategorisini, “insani devrim” anlayışını reddetmişti.[3] Bu, proletarya kategorisi için de aynen geçerlidir. Marx-Engels proletarya derken kanlı canlı işçilerden, fanilerden bahsetmiş ve onlara “tanrısallık” atfetmemiştir.

Proletarya: Küllerinden doğan ‘Tanrı’

Teoride Doğrultu’yu eleştirmeye başlamadan önce tarihsel değerlendirmelere devam edelim…

Marx-Engels, proletaryanın “toplumsal özne” olduğunu kabul eder. Onlara göre, “toplumsal devrim”, üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin zorunlu sonucudur ve tarih bilimi bu devrimin “özne”sinin proletarya olduğunu “göstermektedir”. Söz konusu olan, bilim (epistemoloji) ile politika (ontoloji) arasında oluşan kısa devredir. Tarih felsefesinden tarih bilimine geçilmiş, ama bunun da etkisiyle, Marksizmin politika bileşeni sorunlu doğmuştur.

Proletarya “toplumsal özne” ise, Marksist partinin, adımlarını “tarihin akışı”na uydurmak dışında bir misyonu kalmamaktadır. Buna göre, yapılması gereken proletarya ile parti arasında olabildiğince kusursuz bir temsil ilişkisi kurmaktır. Bu anlayış, (öncü devrimci) politikayı “devrim simyacılığı” olarak görecek ve reddedecektir.

Bu yaklaşım, kaynağını temsil düşüncesinde bulur. Bu, “liberal demokratik siyaset teorisi”dir.[4] Temsil düşüncesi, toplumsal-olan ile temsil edilen ve politik-olan ile temsil eden arasında örtüşme olduğunu varsayar. Bu Aydınlanmacı anlayış, “proletarya” ile parti arasında organik bir ilişkinin kurulabileceğini iddia ederek bunların ayrı varoluşlara sahip olduğunu reddetmektedir. Oysa parti ne tür bir politik yönelime sahip olursa olsun, kitlelerle dışsal bir ilişki kurmak durumundadır.

Lenin’in eserinin teorik anlamı asıl olarak bu noktada belirir. Lenin, öncü politika anlayışıyla temsil düşüncesini reddetmeye yönelmiştir. Artık politik pratiğin alanı, Marksizmin bilim bileşenine bağlı olarak tanımlanmamak durumundadır. Lenin, Marksizmin (epistemolojik olarak) bilim-felsefe-politikadan oluşan bütünsel yapısını şekillendirmektedir. Onun eseri, determinizmin yerine volontarizmin geçirilmesi şeklinde anlaşılamaz. Esas olarak, Marksizmin politika ayağına yapılan bir müdahaledir söz konusu olan.

Ancak Lenin’in eserinde, kimilerinin öncü politika anlayışıyla temsil düşüncesi arasında kategorik bir fark görmemesine sebep olan, temel bir sorun varlığını sürdürmüştür. Lenin de, attığı onca ileri adıma rağmen, Marksist partiyi proletaryanın temsilcisi olarak görmüştür. Bolşevikler köylüler arasında çalışmamış, onların “temsilcileriyle” ittifak yapmayı gündemlerine almışlardır. Bu, açık ki, temsil sorunsalından öncü sorunsalına geçişte sorunlar yaratan bir durumdur. Lenin’in eseri, bütün gücüne karşın, temsil sorunsalından ve daha geniş anlamda, Aydınlanmacılıktan, Avrupa-merkezcilikten kopuşu ilerletememiştir.

Teoride Doğrultu, kullandığı ezilenler terimini gerekçelendirirken Lenin’in eserinin özgün olmayan yanını benimsiyor. Onların benimsediğinde özgün olan bir yön elbette var, ama bu Leninizme değil, Ekim Devrimi günlerinde ortaya çıkan bir başka Marksizm anlayışına ait.

Teoride Doğrultu yazarlarının anlayışı, esas olarak Leninizmle değil, o dönemlerde ortaya çıkan başka bir akımla örtüşüyor. György Lukacs’ın ismiyle anılan bu akım, kendisini “ortodoks Marksizm”e dönük bir tepki olarak ifade ediyordu. Bu tarihselci tepkinin salt II. Enternasyonal’in “pozitivizmine” yöneldiği sanılmamalı. Hedef tahtasına, “yeni Marx ortodoksluğu”[5] olarak Leninizm de konmuş oluyordu. Nasıl konmasın?! II. Enternasyonal’i eleştirirken, “Kautsky’nin sol hasımları, devrimin ‘yapılamayacağı’nı, devrimlerin objektif olarak (parti ve sınıfların iradesinden bağımsız olarak) olgunlaşmış krizlerden ve tarihin altüst oluşlarından doğduğunu, örgüt olmadan kitlelerin ortak iradeden yoksun olduklarını, merkezi devletlerin güçlü terörist askeri örgütlerine karşı mücadelenin zor ve uzun süreli bir mesele olduğunu çok iyi biliyorlar”[6] diye yazan Lenin adında bir sima vardı karşılarında.

Karl Korsch, kendisinin ve Lukacs’ın felsefe anlayışlarıyla Lenin’inki arasında taban tabana zıtlık olduğunu belirtir.[7] Leninizmle beraber, Marksizm bir barbar etkisine maruz kalmıştır.[8] Marksizm devrimci temelde yeniden-üretilmekte ve Avrupalı özelliklerini yitirmektedir. Bu akımın üyesi olan Lucien Goldmann da gösterdikleri tarihselci tepkiyi bu temelde açıklar: Marksizm, Aydınlanma değerleriyle tekrar buluşturulmalıdır.[9]

Bu tarihsel idealist akım, bir tarihsel izlek olarak Genç Marx’ı takip ediyordu. Yapılması gereken, felsefeye, teorik-ideolojiler dünyasına dönüştü. Proletaryanın tarihsel özne olduğu savı, Marksizm tarihinde ilk kez bu akımla birlikte kategorik bir anlam kazanmıştır. Marksizmde hep zayıf bir eğilim olarak kendisini göstermiş olan özneci anlayışlar, Lukacsyan “Marksizm” ile baskın hale gelebilecekleri bir kanal bulmuştur.

Bu Hegelyan “Marksizm”, hem Marksizmin teorik alanında, hem de inanlı militanları arasında derin etkiler yarattı. Marksizmin bilim sektörüyle devrimci politik niteliği arasındaki “gerilim”, böylece ilkinin aleyhine çözümlenebiliyordu. Bu sayede, tarih bilimi reddedilebilir, bütün alan özneye, iradeye bırakılabilirdi. Louis Althusser’in güçlü müdahaleleriyle bertaraf etmeye çalıştığı bu akım, günümüzdeki Marksist kuşaklarca da yaygın şekilde teorik Marksizm olarak bellenmiş durumda.[10] Marksizm, gönüllü olarak pozitivizm-tarihselcilik cenderesine, Aydınlanma kozmosuna hapsediliyor.[11]

Teoride Doğrultu yazarları, bu ayrımın anaforuna kapılmakta, esas olarak tarihselcilikte karar kılmakta duraksamıyorlar. Onlara göre, tarihin öznesiz ve ereksiz bir süreç olduğu bilimsel tezi “gerici bir fikir”dir.[12] Teoride Doğrultu’da şöyle yazılıyor: “Toplumsal tarihin; ‘öznesiz’ yani failsiz, yani devrimcisiz, yani eylemsiz; ‘ereksiz’ yani yönsüz, yani sınıfsal bakımdan amaçsız, bir kendinde süreç, kendi kendine çalışan bir makine olduğunu söyleyen bu burjuva sosyalistlere yaşamın devrimci gerçekleri cevap vermektedir.”[13]

Bu sözlerle Marksizmin baş argümanını savunduğunu sanıyor Teoride Doğrultu yazarı. Her türden sosyalizm akımından ve genel olarak muarızlarından Marx’a gelen tipik eleştiriyi Marksizm adına “burjuva sosyalistlere” yöneltiyor. Onların argümanlarıyla onları eleştirmeye çalışıyor. Muarızlarına onların silahlarıyla yüklenen bir Marksizmin vay haline!..

Teoride Doğrultu, çok tanıdık bir kaygıyla, özneye, devrimciliğe yer açmak için, bilimi yerinden ediyor. Cesaretle Aydınlanmanın temel düşüncesi dillendiriliyor: İnsanlık kendi tarihini kendisi yapar. Yazar, post-modernist eleştiriler karşısında modernizme sıkıca sarılmakta beis görmüyor.[14]

Teoride Doğrultu yazarları, tarihsel özne kategorisini içermeyen bir Marksizm anlayışını tahayyül dahi edemiyorlar. Proletaryanın, “emeğin”[15] tarihsel özne olduğu iddiası, onlara göre “devrimci teorinin tartışmasız temel doğrusu”.[16] Özgürlük Dünyası’nın onlara yönelttiği, proletaryanın yerine ezilenleri geçirme eleştirisine şiddetle karşı çıkmaları da bundan. “Proletaryayı tarihsel özne olmaktan çıkarma”nın devrimciliği reddetmek dışında bir karşılığı olamayacağını sanıyor ve hiddetle haykırıyorlar: “Ne tarihin öznesi öldü, ne sınıf mücadeleleri bitti, ne tarihin sonu geldi.”[17]

Oysa, yaşamayan şey ölmez! Proletarya hiçbir zaman tarihsel özne değildi ve olmayacak.

Teoride Doğrultu yazarı, “‘Tarihin öznesi yoktur’ zırvasıyla insanlık tarihinin tüm gerçeği, yasaları ters-yüz edilmektedir”[18] cümlesini açıklayabilmelidir. Hem tarih bir öznenin hükümranlık alanı sayılacak, hem de “tarihin yasası ve buyruğu”ndan[19] bahsedilecek… Bu nasıl bir yasa ki, “buyruğuna” rağmen bir özne özgürce eyleyebiliyor? Bu nasıl bir özne ki, yasaya, buyruğa “boyun eğmek” zorunda kalıyor?

Teoride Doğrultu yazarları bilimin öznelliği görüşünü benimsiyorlar. Onlara göre, “yalnızca o [proletarya] bilimsel bir öğretiye sahiptir.”[20] Bu ayrıcalık proletaryayı ezilenlerin diğer kesimlerinin öncüsü kılar. “Ezilen toplumsal sınıf ve tabakalar içerisinde yalnızca proletarya diğerlerine önderlik etme yeteneğine sahiptir.”[21] Yapmak için bilmek gerekir ve proletarya, içinde bulunduğu anın (bilimsel) bilgisine sahip olduğu için, geçmişin ve geleceğin, yani içinde olmadığı tarihin bilgisine de sahiptir. Bu bilgi proletaryayı tarihin efendisi (tarihsel özne) kılar. Tarihin sırrına eren proletarya, şüphesiz determinizmin “dar” çeperini parçalayacak kudrete sahip olmuştur. Öyleyse, doğayı alt ederek insana ve onun tarihine yer açabilecektir. Tarihsel materyalizm, proletaryanın bakış açısıdır.

Teoride Doğrultu yazarlarının savunduğu, Leninizm sanarak benimsediği bu anlayış Lukacs’a aittir. Onlar proletarya ile ezilenlerin diğer kesimlerinin ilişkisini bu temelde tanımlıyorlar. Lenin’in eserinin daha önce değinilen sorunlu yönü, asıl olarak bu aşamada devreye giriyor. Proletarya bencil değildir,[22] diye ısrarla belirtmeleri boşuna değil. Bilimsel bilginin taşıyıcısı olan proletarya, ışığını “cahil” ezilenlere taşıma yüce gönüllülüğünü elbet gösterecektir. Onlara ittifakı bahşedecektir proletarya.

Öyleyse, diğer ezilen bölüklerini proletaryanın bilimsel platformuna çağırmak meşru ve gerekli olmaktadır. Teoride Doğrultu yazarları da bunun gereğini yerine getirerek hem Kürt yurtsever hareketinin tabanını kendilerine katılmaya çağırmakta, hem de bu ezilen hareketini kendilerine bağlamaya çalıştıklarını ifade etmektedirler.[23]

Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği

Aydınlanmacılık, Marksizm için hep temel önemde bir sorun ve ayıraç oldu. Marksizmin tarihini bu temelde okumak hem mümkündür, hem de gerekli bir işlemdir.

Karl Marx ve Friedrich Engels adındaki bireylerin tarih bilimini “oluşturmaları”, bir teorik-ideolojiden kopuş, öznenin reddi anlamında Aydınlanmacılıkla ilişkiyi kesmeye dönük bir hamleydi. Ama bu durumu Marx-Engels bu şekilde ifadelendirmedi. Bilişsel olarak Aydınlanmanın etkisi altındaydılar ve bu en belirgin sonuçlarını onların politika anlayışlarında gösterdi. Daha doğrusu, bu bilişsel etki, kopuşun Marksizmin politika bileşeninde de yaşanmasının önüne set çekti. Bilim ile politika arasında kurulmaya çalışılan ilişki, bu konuda geri besleme işlevi görüyordu.

Marksizm, ilk “barbar aşısı”na henüz kuruluş aşamasında maruz kalmıştı. Marx, Komünistler Birliği üyelerini dönemin Batı Avrupa’sının “barbarları” arasında görüyordu. Marksizmin, Marx-Engels’in kendi pratiğini “barbarların” pratikleriyle alaşıma sokması sonucu ortaya çıktığı kabul edilebilir. Ancak bu, Marx-Engels’in ezilenlerin barbarlığını temel aldığı anlamına gelmiyor. Politik olarak devrimci olmak değil, “tarihsel olarak” devrimci olmaktı, onlara göre belirleyici olan. “Barbarların” pratikleriyle komünizme giden yol açılamaz, bu şekilde “ilerlenemezdi”. Proletarya vurgusu, esas olarak bu sebeple yapılıyordu.

Marksizm tarihinde Maoizm uğrağına gelindiğinde ise, bu yönelimin tersyüz olduğu görülmüştü. Bir komünist partisi, ezilenlerin barbarlığını temel alıyor, ordusunun büyük bölümünü “askerler, eşkıyalar, soyguncular, dilenciler ve fahişeler”den oluşturuyor,[24] işçilerle karşı karşıya gelmeyi de göze alarak şehirlere akın ediyordu. Stratejileri Marksizmin bilinen kalıplarını paramparça etmekteydi: Kırdan şehre… Buna göre, “uygarlık” merkezleri “barbar akınlarıyla” yıkılacaktı. Ezilen hareketlerinin tarihinde çok sık rastlanan temel bir motifti söz konusu olan. Ezilenlerin öfkesi şehre akıyordu. Mao, “kır”dan gelen öfkeli peygamberler gibiydi…

Marx-Engels ile Mao arasındaki bu açık farklılık, Marksizm alanındaki birçok kesim için Maoizmi reddetmenin “doğal” gerekçesi olageldi. Lenin’in politik eseri de başta ‘Marksistler’ tarafından Marx-Engels’e aykırı görülüyordu. Ancak Leninizm tarihsel gücüyle bu sorunun üstesinden geldi. Maoizm söz konusu olduğundaysa, Marx-Engels’in eseriyle bağlantı Lenin’in eseri yoluyla kurulabiliyordu. Marksizm ÇKP’nin pratiğiyle yeniden-üretilmişti ve onun dinamiğini Marksizm temelinde anlamlandıramayanlar, Leninizmin tarihsel ve politik rolünü de genel olarak kavrayamadılar.

Bolşevikler de zamanında ÇKP’lilerin maruz kaldığı suçlamaların benzerleriyle karşılaşmışlardı. Sovyet bürokratlarının, ÇKP’nin pratiğinin “Marksizm-Leninizm”in “kitabına” uymadığını belirterek Maoizme cephe alması gibi, Bolşevikler de dönemlerinin Marksist otoritelerinin eleştirilerine göğüs germek zorunda kalmışlardı. Onların pratikleri de o dönemin “kitabına” uymuyordu. Sıklıkla Marksizmin solundaki devrimci akımlarla benzeştirildiler. Dönemlerinin genel Marksizmi için her iki akım da sapkın birer “mezhep” konumundaydı ve bu sebeple, “kaçık”, “vebalı” muamelesi görmeleri gayet doğaldı.

Leninizm ve Maoizm, Marksizmin devrimci temelde günümüze ulaşabilmesini sağlayan temel tarihsel uğraklar oldu. Her iki akım da, Marksizmin politik devrimci niteliğinin yok olmaya yüz tuttuğu momentlerde ortaya çıktı ve onun mevcut anlaşılışını temelden sarstı. 20. yüzyılın başlarında “devrimci olmayan sosyal demokrasi” ile özdeşleştirilebilir duruma gelen Marksizm, bu yüzyılın ikinci yarısında ezilenlerin “en marjinal” şiddet pratiklerinin ideolojik dayanağı haline gelmişti. Marksist devrimciler, Leninizmin açtığı, ÇKP pratiğinin onu sonuçlarına doğru genişlettiği bir yolda yürüyorlardı.

Leninizm, Marksizmin “Bütün ülkelerin proleterleri, birleşin” şeklindeki temel şiarına “ezilen halklar”ı eklemişti. Marksizm işçiler dışındaki ezilenlere açılıyordu. ÇKP, bu yönelimi izleyerek kategorik önemi haiz bir adım attı ve ezilenlere ideolojiler atfedip onların “temsilcileriyle” ittifak yapmayı reddetti. Marksistler kendilerini işçiler arasında örgütlenmekle sınırlamamalı, ezilenlerin toplam dinamiğini görebilmelilerdi. Leninizm, devrimci politikanın temel bir öğesinin şiddet araçlarının kullanımı olduğunu göstermişti. Maoizm, şiddet politikasını Marksizmin vazgeçilmez bir unsuru kıldı. Leninizmle beraber, Marksizm Avrupalılıktan uzaklaşmaya başlamıştı. Leninizm ve ardından Maoizm, bütün yerküreyi Marksist politikaya açarak Avrupa-merkezciliği pratikte bertaraf etti. Marksizm Aydınlanmacı etkilerden arındırılıyordu.

Marksizmin günümüze ulaşan bu tarihsel yoluna biz Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiği diyoruz. Marksizm tarihini formel mantıkla okumak, bu temel dinamiği görmeyip uğrakları bağımsız ve kapalı bütünlükler olarak ele almayı ve tarihsel süreklilikte kırılmayı beraberinde getirecektir. Böyle bir yöntem Marksizmin devrimci niteliğine halel getirir ve halihazırdaki baskın eğilim budur.

Marksizm tarihinde, elbette bu tarihsel diyalektiğin “panzehiri” olma misyonuyla özdeşleşen akımlar da olmuştur. Türkiye’de (de) daha önce Mao’nun izinden yürüme iddiasında olan birçok kesim, “kitaba” uymayan bu akımdan, “köylülükten” sıyrılmak için Enver Hoca’ya başvurmuştu. Marksizm adına, teoriye yönelme kaygısıyla reddedilmişti Mao Zedung. Marksizmin “kaynağına dönmek” için “sapkın bir mezhep”ten ayrılmak gerekiyordu ve bir doktrinerin imdada koşması için fazla beklemek gerekmedi. Enver Hocacılık, Mao’dan “kurtuluş” bayrağı olarak dalgalandırıldı. Enver Hoca’nın görüşleri Stalin’in Marksizm anlayışıyla birleşince ortaya oldukça etkili bir ideolojik harç çıkıyordu. Teoriye alan bırakmayan, (Marksist) politikayı sakatlayan bir harç…

Özgürlük Dünyası ile polemiğe girişen Teoride Doğrultu yazarı, hala bu harcın üzerinde durduklarını ifade ediyor.[25] Bunun, yani Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğine karşı çıkmanın Türkiye özgülündeki anlamı açıktır: 71 devrimciliğini reddetmek.

“71 devrimciliği”, iki temel devrimci kanaldan Türkiye’ye ulaşmıştı. “Güney Amerika devrimciliği”ni izleyen THKO ve THKP-C ile Maoizmin açtığı kanalda politik varoluş kazanan TKP (M-L), Türkiye devrimci hareketinin ilk döneminin politik örgütleriydi. Bu üç örgüt de işçilere önsel ontolojik imtiyazlar tanımıyor ve şiddet politikası yürütüyordu. İşçiler, onlara göre devrimde “temel güç” değildi. “Uygarlık” merkezleri “kır”dan kuşatılacaktı. Bu anlayış reformistlerinkinin tam tersiydi. Onlar ya şiddet politikasına hiç başvurmayacaklarını ya da sadece “devrim anında” silaha sarılacaklarını söylüyorlardı. O dönemde, işçilerin “temel güç” veya “temel güç”lerden biri olduğunu söyleyenlerin tamamı reformistti.

Teoride Doğrultu yazarı, bu durumu temel bir sorun olarak ele alıyor.[26] Ona göre, 71 devrimciliği, “proletaryanın tarihsel rolü”nü tartışmaya açtığı için Türkiye solunda bir gerilemeyi ifade ediyor olsa gerek. Zira, Türkiye’deki sosyalistler arasında daha önce böyle bir “sorun” söz konusu değildi. Teoride Doğrultu yazarı, bu konudaki değerlendirmeleriyle, reformistlerin 71 devrimcilerinin anlayışlarına dönük tipik eleştirilerini benimsediğini, bu konuda onların anlayışlarına tabi olduğunu belirtmiş oluyor.

Öyleyse, Türkiye devrimci hareketinin kurucu önderlerinden “71’in devrimci yıldızları”[27] diye bahsetmenin anlamı ne? Devrimci hareketin ikinci gelişme döneminde de (1974-80), bu kopuş önderleri şahsında ideolojik olarak savunuluyordu.[28] Günümüzde bu tutum olabildiğince yaygınlaşmış durumda. 71’in politik hattını sürdürme konusunda herhangi bir kaygıya sahip olmayan birçok politik çevre, 71 devrimciliğinin önderlerini gönül ferahlığıyla bayraklaştırıyor.

Göğün enginliğine terk edilen “yıldızların” kamuoyu denen alana vuran şavkından faydalanmak mıdır asıl mesele? Yoksa onların açtığı yoldan ilerlemek mi?..

Ezilenler: Mao’dan bugüne…

Özgürlük Dünyası yazarı Kadir Yalçın, ezilenler terimini savunmanın tarihsel-politik karşılığı konusunda Teoride Doğrultu’yu uyarıyor: “‘Ezilenler’ kavramını hareket noktası edinenler, şimdi de… Mao’dan farklı bir yaklaşıma sahip değiller.”

Yazar şu konuda haklı: Marksistler için ezilenler teriminin kategorik savunusu, Mao’yu görmeden eksik kalmaya mahkumdur. Ama görüldüğü gibi, Marksizm alanındaki bir özne bu terimi bu tarihi reddederek de kullanabilir. Ezilenler terimi, devlet-ezilenler karşıtlığı temelinde savunulabileceği gibi, liberal bir edinimin konusu da olabilir. Marksizmin tarihsel devrimci diyalektiğini ve 71 devrimciliğini savunmak, devrimci tarzdaki (Marksist) edinim için teorik bakımdan zorunludur.

Ezilenler ile, Marksizmin proletaryanın ideolojisi ve/veya bilimi olmadığı ifade edilmiş olmaktadır. Bu terimi savunmak, bilim ve politika arasında kurulmaya çalışılan ilişkiye karşı çıkmayı, epistemoloji-ontoloji ayrımını tanımayı gerektirir.

Teoride Doğrultu yazarları, bu konudaki “tutarsızlıklarını” kabul ediyorlar. Sosyalizmin “yeni dönem”ine uygun bir politik hatta sahip olduklarını iddia ederlerken, aynı zamanda, açık yüreklilikle, savundukları programın “eski dönem”e ait olduğunu da belirtiyorlar.[29] Bir yanda, odağında proletarya duran bir program var,[30] diğer yanda politika alanının sorunlarına o alanda kalarak cevap üretmeye çalıştığını belirten bir örgüt…[31]

Demek ki, Teoride Doğrultu’ya göre, politik olarak ezilenler terimini savunmak gerekiyor. Bu konuda “tarihin dilini çözmeyi” başardıklarını yazıyorlar.[32] Onlara göre de, “işçicilik ve en hasından su katılmamış toplumsal devrimcilik, bir iktidarsızlık durumudur.”[33] Marksizmin 20. yüzyılda kendisine doktriner olmayan, kitabi olmayan yollar bularak geliştiğini[34] ve doktrinerlerin, “proletaryanın tarihsel toplumsal rolü”nü savunarak bu yöndeki çabaların karşısına çıktığını belirtiyorlar.[35]

Öyleyse, proletaryanın tarihsel özne olduğu, “eski dönem”in programına ait bu argüman, niçin bu kadar yüksek sesle savunuluyor? “İleri” pratik, “geri” programın basıncıyla geriliyor mu?

Teoride Doğrultu’nun tutarsız bütünlüğünde görülenin, bundan ziyade, programatik karşılıkları oluşturulamayan politik hattın devrimci temelde güvenceye alınamaması olduğu söylenebilir. Teoride Doğrultu’nun yaşadığı açmaz, esas olarak, (sosyalist) Aydınlanmacılığı zorunlu bir temel olarak görmekten kaynaklanıyor. Marksizmin tarihsel politik diyalektiğinin Türkiye’deki özgülleşmiş karşılığı olan İbrahim Kaypakkaya’nın eserini Aydınlanmacı saiklerle reddedenlerin, bu soruna devrimci bir hal çaresi bulmaları hiç de kolay değildir.

Son söz: Ontolojik düalizm veya özne düalizmi

Bu değerlendirmelerin ardından yazının başında değinilen tartışmaya geri dönebiliriz…

Proletaryanın “Tanrı” (tarihsel özne) olduğunu savunan Marksist olma iddiasındaki politik kesimler, ona şirk koşmak durumunda kalıyorlar. Çifte ontolojiye başvurmak, politik iddiaları gereği, zorunlu oluyor. Ontolojik alanın tamamını “Tanrı-özne”ye bırakamıyor, kendilerine (politik özne) de alan açıyorlar. Türkiye’deki devrimci hareketin tamamı bu özne düalizminde ortaklaşıyor.

Yaygın anlayışın savunucuları, tarihsel öznenin öznelik bilincine kendiliğinden ulaşamayacağını kabul ediyorlar. Buna göre, onun misyonunu bilince çıkarabilmesi için başka bir öznenin müdahalesi gerekir. Yani, proletarya ile onun temsilcisi arasında bir uyum ve tamamlama ilişkisi vardır. Bu yaklaşım şöyle karikatürize edilebilir: Bir faniler topluluğu ortaya çıkar. Tanrı adına, onun bilincini taşıyarak hareket ettiğini söyler ve Tanrı’yı kendi emelleri doğrultusunda harekete geçirebilmek için ona bilinç taşır!..

Teoride Doğrultu yazarlarının bu anlayışa itirazı olsa gerek. “Leninist” Lukacsçılıklarının onları “panteizm”e yakınlaştırdığı görülüyor. Onlar hem temsil düşüncesiyle birlikte bu tamamlama ilişkisine dair argümanları savunuyorlar, hem de Lukacs gibi düalite sorununu aşkınlıkla, özdeşlikle çözmeye meylediyorlar. Teoride Doğrultu yazarlarının bu konudaki teorik kurguları ya politik özneye yer bırakmıyor ya da proletarya ile partinin misyonlarını ortaklaştırıyor. Son dönemlerdeki yazılarına bakılırsa, ikisi de öncülük misyonuna sahip, ikisi de tarihe yön veriyor.[36] Teoride Doğrultu’da, bu konuda bir ardışıklıktan da söz edilmiyor… Bundan, onların proletarya ile politik özneyi –Lukacs’ın “özdeş özne-nesne olarak proletarya”sına uygun şekilde– özdeş saydıklarını mı anlamamız gerekiyor?..

Tarihsel öznenin varlığı politikaya alan bırakmaz. Ya tarihsel özne vardır ya da politik özne… İlk yaklaşımın savunucuları, “tarihsel özne”nin özne olmadığını fiilen kabul ederek politikaya alan açıyorlar. “Tarihsel özne” nesneleştiriliyor. Açık ki, bu yaklaşımla mevcut düaliteyi aşabilmek mümkün değil. İkinci yaklaşımda ise, bu olanak mevcut. Politik kaygılarından arınan bir özne, bu sorunu felsefi ideolojinin “göksel” dünyasına terk edebilir. Politik özne reddedilecekse, neden olmasın?

Özne düalizmini savunanların “şirkten” kurtulmasının tek yolu politikayı reddetmektir. Şüphesiz Marksizmin ihtiyacı bu olamaz. Bütünsel Marksizme giden yol böyle açılamaz. Marksistler, faniler arasında Tanrı aramaktan vazgeçmelidirler.

 



[1] G. W. F. Hegel, “22 Ekim 1818 Söylevi”, Bütün Yapıtları (Seçmeler) 1, Çeviri: Hüseyin Demirhan, Onur Yayınları, Ankara 1976, s. 11.

[2] Bak.: Immanuel Kant, “‘Aydınlanma Nedir?’ Sorusuna Yanıt”, Seçilmiş Yazılar, Çeviri: Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi Yayınları, İstanbul 1984, s. 213.

[3] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Parti Manifestosu, Çeviri: Erkin Özalp, Yazılama Yayınevi, İstanbul 2007, Beşinci Baskı, s. 36.

[4] Erhan Demircioğlu, “Bir Kopuş: ‘Temsil’den ‘Öncü’ye”, Teori ve Politika, Sayı: 26, Bahar 2002, s. 77.

[5] Karl Korsch, Marksizm ve Felsefe, Çeviri: Yılmaz Öner, Belge Yayınları, İstanbul 1991, s. 94.

[6] V. İ. Lenin, “II. Enternasyonal’in Çöküşü”, Seçme Eserler, Cilt: 5, Çeviri: Süheyla Kaya, İnter Yayınları, İstanbul 1995, s. 216-217.

[7] Karl Korsch, a.g.e., s. 109.

[8] Bak.: Karl Korsch, “Marksizm’in Krizi”, Sosyal Bilimler ve Marksizm: Seçme Yazılar, Çeviri: Vefa Saygın Öğütle, Salyangoz Yayınları, İstanbul 2007, s. 80.

[9] Bak.: Mustafa Serdar, “Aydınlanma Düşüncesi ve Batı Marksizmi”, Teori ve Politika, Sayı: 13, Kış ‘99, s. 5.

[10] Maoizm, hümanizme cephe alışta Althusser’le birleşiyordu.

[11] Marksizm tarihindeki tarihselci ve pozitivist akımlar, birbirlerine dönük bütün tepkiselliklerine rağmen, ortak temellere sahiptir. Örneğin, sınıfçılık, her iki akım tarafından da benimsenir…

[12] “Ekim Devrimi ve Devrim-cilik”, Teoride Doğrultu, Sayı: 33, Ekim-Kasım 2008, s. 54.

[13] A.g.e., s. 55. Bilimsel bir tezin yanlışlığı, “yaşamda, sosyal ve siyasal insan pratiğinde” açığa çıkmaz. Teoride Doğrultu yazarı, böyle olduğunu sanarak tarihselciliklerine ampirik pozitivizm katıyor.

[14] Bu da “su katılmamış” ve Marksizmle teorik hiçbir ilgisi bulunmayan ve teorik de sayılamayacak bir hümanizm örneği: “… [D]evrim[e] ve devrimciliğe inanmak insanın kendisine ve insana inanıp güvenmesidir. … Tarihin her döneminde insan doğasında verili olan bu öz…” (A.g.e., s. 56)

[15] “Özgürlük Dünyası’nın Marksizm Anlayışını Nasıl Bilirdiniz?”, Teoride Doğrultu, Sayı: 32, Ağustos-Eylül 2008, s. 63.

[16] A.g.e., s. 66.

[17] “Ekim Devrimi ve Devrim-cilik”, a.g.e., s. 55.

[18] A.g.e., s. 54.

[19] A.g.e., s. 52.

[20] “Ezilenler ve İktidara Yürüyen Marksizm”, Teoride Doğrultu, Sayı: 24, Mayıs-Haziran 2006, s. 16.

[21] A.g.e., s. 12.

[22] Alp Altınörs, “Marksizm Politiktir”, Manifesto’nun 160. Yılında Marksizmin Güncelliği, Epos Yayınları, Ankara 2008, s. 269.

[23] “Ezilenler ve İktidara Yürüyen Marksizm”, a.g.e., s. 16.

[24] Eric J. Hobsbawm, Eşkıyalar, Çeviri: Orhan Akalın ve Necdet Hasgül, Avesta Yayınları, İstanbul 1997, s. 130.

[25] “Özgürlük Dünyası’nın Marksizm Anlayışını Nasıl Bilirdiniz?”, a.g.e., s. 66.

[26] “… [P]roletaryanın tarihsel rolünün devrimci harekette tartışılır olduğu koşullar altında, … hareketin kuruluş aşamasında proletaryanın ezilenlerden farkını, ‘ilişkiyi değil de çelişkiyi’ ön plana çıkartmak doğruydu. Örneğin o zamanlar ÖD [Özgürlük Dünyası] geleneğine Türkiye’nin yarı feodal olmadığını, böyle bir tespitin işçi sınıfının devrimdeki rolünün kavranışını zaafa uğratacağını anlatmak için az çaba harcanmamıştır…” (A.g.e., s. 66)

[27] Alp Altınörs, a.g.e., s. 257.

[28] 71’le beraber devletin şiddet tekeli kırılmıştı. ‘74 sonrasının devrimci örgütleri bu ortamı hazır buldular. Geniş bir sempatizan kitlesini de… Genel olarak dönemin devrimci örgütleri, 71 devrimciliğinin politik hattını izlememe konusunda zımni bir kabulle hareket ediyorlardı. Oldukça geniş kitleleri harekete geçirebilen bu örgütlerin ne kadar zayıf devrimci niteliklere sahip olduğu 12 Eylül’de bütün çıplaklığıyla görülecekti. Devrimci hareket 12 Mart’a neredeyse bütün gücüyle karşı durmuştu. 12 Eylül’deyse, örgütlü olarak pek bir şey yapılmadı denebilir…

[29] “… [P]rogram, değişimin en az yaşandığı alandır. Öncellerinin düzeyini aşamamıştır. Programın eski, ‘90 öncesi döneme ait olduğunun belirlenmesinde de bir mahzur yoktur.” (“Yapısal Krize Doğmak”, Teoride Doğrultu, Sayı: 30, Nisan-Mayıs 2008, s. 102)

[30] “Özgürlük Dünyası’nın Marksizm Anlayışını Nasıl Bilirdiniz?”, a.g.e., s. 63.

[31] A.g.e., s. 65.

[32] “Ezilenler ve İktidara Yürüyen Marksizm”, a.g.e., s. 10.

[33] A.g.e., s. 16.

[34] A.g.e., s. 10.

[35] “Özgürlük Dünyası’nın Marksizm Anlayışını Nasıl Bilirdiniz?”, a.g.e., s. 64.

[36] “Ekim Devrimi ve Devrim-cilik”, a.g.e., s. 51, 56.

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar