Ana SayfaArşivSayı 47-48Devrimci Hareketin Ayağındaki Prangalar

Devrimci Hareketin Ayağındaki Prangalar

Devrimci Hareketin
Ayağındaki Prangalar

 

“Ben yalan ve hilelerinizle baş edemedim. Bu bana dert oldu.
Ben de karşınızda diz çökmedim. Bu da size dert olsun.”
70. yılında
Seyid Rıza ve yoldaşlarına…

Özgür Diclelin & Cemile Firaz

Bu yazı, Teori ve Politika’nın 46. sayısındaki çağrıya karşılık, “Teori ve Politikacı olmayan ama kafaca bu akımın içinde olanlar”[1] tarafından yazıldı. Yazı iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm, Türkiye devrimci hareketinin eriyişine ve etkisizleşmesinin nedenlerine genel bir bakışı içeriyor. İkinci bölümde ise, devrimci hareketin Teori ve Politika’yı algısı ve Teori ve Politika’nın bu dönemdeki konumu ele alınıyor.

Devrimcilerin açmazları, yetmezlikleri hakkında bu mücadelenin dışında olanlarca yazılanlar, devrimciler tarafından önsel olarak haklı bir soğuklukla karşılanır. Muhtemelen bu yazı da, devrimcilerin nurlu gözlerinden süzülürken söz konusu önsel algılayışın kurbanı olacaktır. Kötü bir dönemde yazılması, sorgulayıcı aklın etkinleşme ihtimali sebebiyle, yazının şansı olabilir. Ama yazıda, esas olarak, örgütlü mücadelenin dışında bulunan, devrimci bir arayış içerisindeki genç ve ateşli yüreklere hitap edilmeye çalışılacak. Bizim anladığımız anlamdaki devrimci mücadelenin durma noktasına gelmesine dair onlarca konu başlığı açılabilir, ama biz politik kudret ve bunu kazanma konusuna eğilmeye çalışacağız. Yazıda özel olarak, Teori ve Politikacılar için de yüksek önem taşıyan, Aydınlanmacılığın ve barbarlığa yaklaşımın devrimci hareketi ne şekilde etkilediği incelenecek.

Aydınlanmacılık ve Ezilenlerin Barbarlığı

“Marksizmin yeni bir aşıya ihtiyacı var. Marksizm, ezilenlerin barbarlığıyla, kanıyla, mücadele tarzıyla ve ideolojiyi edinim formuyla irtibatlanmalıdır.”[2]

19 Aralık 2000’i milat kabul ettiğimizde, Türkiye devrimci hareketinin gerek kadrosal açıdan, gerekse de eylemsel olarak yıldan yıla tükendiğini gözlemliyoruz. Ezilenler devrimci hareketi dinlemiyor, dinlese de devrimcilerin dediklerini yapabileceklerine inanmıyor. Bugün Türkiye’de mutlak hakim politik güç nedir, ezilenler kimi dinliyor, kime inanıyor diye soracak olursak, verilecek yanıt hiç şüphesiz devlet ve genel olarak ezenler, yani egemenler olacaktır.

Devrimci hareket, Gazi Ayaklanması’ndan 2000’li yıllara kadar, ülkesel çaptaki bu görüntüyü İstanbul’un bazı varoş mahallelerinde kısmen bozacak bir potansiyele sahipti. Ama eldeki bu kısmi nüfuz alanı da 19 Aralık sonrasında büyük ölçüde kaybedildi. 2001’de ölüm orucu direnişçilerinin bulunduğu Küçük Armutlu’daki eve yapılan polis operasyonunun ardından devrimcilerin etkin olduğu mahalledeki devrimci dostu bir insanın evinin polis karakoluna dönüştürülmesi, bu dönemin sona erişinin simgesel ifadesidir. Devrimci hareketin küçük moral adacıkları da elinden alınmıştır. Devrimci hareketin bileşenleri, bugün bu mahallelerde düzenledikleri korsan gösterilerde çift haneli insan sayısına ulaşmakta zorlanıyor.

Materyalist ezilenlere karşı idealist devrimciler!

“[E]zilenler önce zorla diz çöktürülür, sonra beyinlerini teslim eder. Bu işlemin geri alınması için de aynı öncelik sırası izlenmelidir.”[3]

Açlıkla baş başa olan bir insan ne hisseder? Elinde işsizliğinden başka bir şey olmayan, bu yüzden akşam çocuklarının yüzüne bakamayan adam ne hisseder? Ulusal kimliği ya da inancı yüzünden aşağılanan insan ne hisseder? Bu ezilen hallerine dair soru manzumesini uzatabiliriz. Ama biz kısa yoldan soralım: Ezilenler ne istiyor? “Kutsal mücadele”ye ne zaman girişiyorlar?

“Ezilen, ezilmişlik konumunu değiştiremedikçe, ona teslim olma eğilimi gösteriyor; şiddet sergileyemiyor ve barışçı oluyor. … Ancak, ezilen, yenmeyi kuvvetle istediğinde, yenebileceğine aklı kestiğinde barışsever maskesini tereddütsüzce fırlatıp atıyor. Ezilenler, fırsat bulduğu her zaman, düşmanlarına vahşetle saldırmıştır. Bu tarihsel gerçek, ezilen hümanizmine darbe vurmak için önemlidir.”[4]

Ezilen tokat yediğinde mümkünse bunun bedelini ödetmek ister. Bu, ezilenin ezene karşı şiddet uygulamak istediği geçici süredir. Yani devrimci ‘an’ıdır ezilenin. Ezilenin yanağı henüz sıcakken, birinin gelip, ona tokadı atanın bu düzenin bir unsuru olduğunu, tokadı atanı bırakıp bu düzeni yıkma mücadelesine girmesi gerektiğini söylemesi, o an için ezilenin kulağında uğuldayan bir söz yumağıdır. Ezilen o an diyaloğa açık olsa bile, yanağı soğuduğunda, ezilmişliğini kanıksadığında bilinç taşıyıcısıyla ilişkisi kopar. Hatta bir süre sonra ezeniyle barışabilir de. Oysa bu ilişki tokadın atıldığı anın sıcağında tokadı atana yönelik pratik bir yönelimle kurulsaydı, ezilenle sözsüz başlayan kalıcı bir ilişki yaratılabilirdi. Çünkü dışsal olmayan bu yaklaşım sayesinde, ezilen, mücadelede kendi basit isteklerine yanıt bulabilirdi.

İşçileri her gün aşağılayan, onlara küfreden posta başına temiz bir dayak atmanın, onlara artı-değeri, kapitalist sömürüyü kavratmaya çalışmaktan daha işlevli olacağını anlamak için işçici-sosyalizmciliğin, bu Aydınlanmacı paradigmanın aşılması gerekir.

Tarihin hiçbir aşamasında, ezilenler kafalarında bir ampul yandıktan sonra devrimci mücadeleye girişip devrim yapmadılar. Onları, ezenlerin pervasız zalimlikleri, hoyratlıkları devrime itti. Rusya’daki 1905 Devrimi buna iyi bir örnektir.

Aydınlanmacılık, devrimci politikanın ayağındaki prangalardan biridir. Devrimci politikayı, burjuva medeniyetinin eleklerinden süzerek işlevsiz ve düşmanı için zararsız hale getirmektedir.

Yıkmadan yapmaya kalkışmak idealizmdir. Komünistler burjuva medeniyetin eklentisi ya da tamamlayıcısı değildir. İşçici-sosyalizmci politik gelenek, konjonktürde mevcut sistemin yıkılması söz konusu bile değilken, yapıcılığı devrimci mücadelenin ana eksenine oturtmasıyla idealizmin hayal aleminde arz-ı endam etmektedir. Ülkede TKİP’den TKP’ye uzanan bir yelpazede benimsenen bu anlayışın devrimci mücadele algısı, soyut bir işçi mücadelesi tahayyülünün ötesine geçememektedir.

İbrahim Kaypakkaya’dan uzun bir alıntı yaparak devam edelim: “Devrim kitlelerin eseri olacaktır. Bu doğru [görüş], ‘bütün kitleler yanımızda yer almadan silahlı mücadeleye başlanamaz’ şeklindeki sağcı bir görüşü haklı çıkarmadığı ve çıkarmayacağı gibi, devrimci mücadeleye katılan her ferdin devrimin anlamını, önemini ve bütün sonuçlarını tümüyle kavramış olması ve ‘muhtemel bütün sonuçlarını göze alması’ anlamına da gelmez. Lenin bu anlayışı ‘kakavanlıkla’ suçladıktan sonra şöyle devam ediyor: ‘Bir yanda ordu bir yerde safa girecek ve ‘biz sosyalizm istiyoruz’ diyecek, öte yanda bir başka ordu safa girecek, ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyecek ve bu, sosyal devrim olacak!’ Bu, sosyal devrimi imkansız hale getirmektir. Yine Lenin devrime katılanların birçoğunun küçük-burjuva önyargılarını, gerici hayallerini de birlikte getireceklerini, bunsuz devrim olmayacağını ve bunların devrimden sonra da hemen ortadan kalkmayacağını söylüyor. … Saflarımızda ise, peşimizde mücadeleye katılan her ferdin sosyalizmi bilmesi, devrimin amaçlarını, sonuçlarını bütünüyle kavraması ve benimsemesi… şeklinde, tam da Lenin’in eleştirdiği şekilde, sosyal devrimi imkansız hale getiren bir ‘kitle çizgisi’ anlayışı mevcuttur ve bu ‘ihtilalci’ değil, ihtilali ‘köstekleyici’ bir çizgidir ve ‘yaşamamalı’ yaşatılmamalıdır.[5]

İşçici-sosyalizmci politik hattın dışında bulunan, bu akımlar tarafından “küçük burjuva devrimciliği” veya “devrimci demokratizm” olarak nitelenen Parti-Cephe geleneği, pratik devrimcilik bahsinde öne çıkan, bu konuda o ünlü çubuğun bükülmesi gereken alanı teşkil ediyor. THKP-C devrimciliği, devrimci hareketin diğer akımlarına kıyasla, devletle dişe diş bir mücadeleye girmede, şiddet pratiği sergilemede net bir pratik farka ve ideolojik bir ayrıcalığa sahip. Fakat bu ayrıcalık, bu geleneğin sürdürücüleri tarafından Marksist niteliğe ulaştırılamadı.

Özgül bir Marksist nitelikten bahsedecek olursak eğer, Marksist pusula, yukarıdaki alıntıda da rahatça görülebileceği gibi, Aydınlanmacı burjuva paradigmasını baltalayan Kaypakkaya’yı, TKP (M-L)’yi gösterecektir. Bu konular Teori ve Politika’nın önceki sayılarında etraflıca ele alındığı için biz şimdilik bu vurguyu yeterli buluyoruz.

Marksizm açısından baktığımızda, THKP’nin devrimci mücadelesini temellendirdiği “suni denge” ve “PASS” kavramlarının Aydınlanmacı paradigmanın devrimci bir versiyonu olduğunu görüyoruz. Oligarşinin kandırıp yalanlarıyla uyuttuğu kitleleri devrimci şiddetin kırbacıyla uyandırıp devrimci mücadeleye sevk etme fikri, insan bilincinin insanın yaşam tarzını belirlediğine dair idealist bir yanılgıdır. Bugün ezilenler devletin ceberrut niteliğini bildikleri halde devlete karşı mücadele etmiyorlarsa, bu, edememelerinden ya da devletin hışmına uğramaktan korkmalarından kaynaklanmaktadır.

“Halkımız” devletin katliamcı yüzünü Hrant Dink cinayetinde görmedi mi? Medya bunu herkesin gözüne sokarcasına işlemesine rağmen, “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı Türk kamuoyunda yaşanan faşist dikleşme neyin nesiydi? Şemdinli’de devletin kontra faaliyetleri her yana saçıldıktan sonra bölgedeki “tarafsız” Kürtler neden Kürt hareketinin saflarına katılmadı? 2006 Amed serhildanı sırasında devlet, içinde çocukların da bulunduğu on dört yurtseveri katletmiş ve başbakan, o ünlü, “Çocuk da olsa, kadın da olsa gerekli müdahale yapılacaktır” sözlerini sarf etmişti. Bu gelişmelerin ardından, 2007 seçimlerinde Amed’in önemli bir kısmı neden yurtsever adaylara oy vermemiştir? Devletin bölgedeki yegane temsilcisi olan AKP’nin parlak oy oranı neye işaret ediyor? Devlet daha fazla nasıl teşhir olabilirdi?! THKP’nin argümanlarına göre, Kürt illerinde “halkın” büyük çoğunluğu yurtsever harekete katılmalı ya da en azından tescilli bir devlet partisi olan AKP’ye oy vermemeliydi. Ama öyle olmadı! Kürt yurtsever hareketi önceki seçime oranla gözle görülür derecede oy kaybederken, devlet AKP nezdinde oyunu artırdı. Demek ki, olay bilinçten, gerçekleri bilmekten ibaret değilmiş! Devletin bölgede güçlenmesinin temel sebebi, Kürt yurtsever hareketinin yapılan pervasız katliamlara cevap verememesiydi. Oramar, Zap, Bezele gibi başarılı askeri eylemler ise, hareketin bölgedeki prestijinin artmasına neden oldu. Bu, –olağanüstü gelişmeler olmazsa– dolaysız olarak, önümüzdeki yerel seçimlerde DTP’nin oy oranının AKP’ye karşı artmasına sebebiyet verecek. Burjuva medyanın yazarları dahi bu durumu belirtiyor.

Aydınlanmacı paradigmanın ezilenleri mücadeleye katma üzerine bildiği tek şey, onların üzerine bilinç boca etmek! Kimileri sendikalarla, işçi kültür evleriyle, tüketim kooperatifleriyle bu işi yapmaya çalışıyor, kimileri de olmayan dengeleri bozmaya çalışarak…[6]

Ezilenler devletin ne olduğunu, yeri geldiğinde pervasızca saldırıp, hak hukuk tanımayacağını biliyorlar. Bilmediklerinden değil, bildiklerinden dolayı mücadele etmiyorlar! Ezilenler bir mücadeleye girişmeden önce, bu mücadelenin sonunda sonuç alınıp alınamayacağına bakıyor ve buna göre karar veriyorlar. Konuyu pekiştirmek için Kürt Yurtsever Hareketinin kuruluş yıllarına gidelim ve sözü Duran Kalkan’a bırakalım: “Arkadaşlar köy, mahalle, herkese defalarca gittiler. Bazıları Bucak’a karşı eylem olacağını duymaktan bile korkuyordu. ‘Aman aman bunu bize söylememiş olun. Çünkü Bucak vurulamaz, mümkün değil, kurşun sıkılamaz, sıkılsa bile öldürülemez’ deniyordu. Tanrı-kralları anımsatıyor insana. Tarih yazıyor, bu tanrı-krallar köleci dönemde varlarmış. Bucak şeyine bakarak insan biraz onu aklına getiriyor. Herkeste genel kanı şuydu: ‘Yani vurabilirseniz iyidir. Biz sizden yanayız. Ölüm makinesi kalkarsa destek veririz. Ama vuramazsanız, biz Bucak’tan yanayız.’ ”

Bu anlatım ezilenlerin kaypaklığı üzerine devrimci hareketteki kırgınlık edebiyatını getirdi aklımıza. Ezilenleri onura, ahlaka, erdeme davet eden o umutsuz ifadeler… Konu mücadeleye girişme olduğunda, ne hikmet ki, ezilenler gayet materyalist bir tutum takınarak somut şartların somut tahlili dahilinde hareket ediyorlar! Kazanamayacağı baştan belli olana itibar etmiyor, güç ilişkilerine göre tutum takınıyorlar. Burada hangi çarpık bilinçten bahsedilebilir?

Teori ve Politikacıların çıkış manifestosu olan Taslak’tan bir alıntıyla devam ediyoruz: “[G]eleneğimizin üyeleri, paradoksal bir şekilde, sanki gelişkin birer partilermiş gibi, sanki onu yönetebilir ve yönlendirebilirlermiş gibi, sanki diğer politik örgütlerin etki ve nüfuzuna karşı etkin bir mücadele yürütebilirlermiş gibi, işçi sınıfını her fırsatta, genel eylemlere, genel grevlere, bu düzeni yıkmaya vs. çağıran ajitasyon metinleri kaleme almışlardır. Sınıf hiçbir zaman çağrılarına kulak asmadı, ama onlar da yirmi yıl boyunca bu tür afaki ve naif çağrıların (sınıf ‘sağduyusunu’ bir an yitirip uysaydı) cinayetle eşanlamlı olduğunu bir kez olsun anlayamadılar.”[7] Bu manzaralarla ne yazık ki halen karşılaşıyoruz.

Politik bir güç olmadan ezilenleri devrime yürümeye çağıran devrimci örgütlerin doğurduğu sonuç şu: Materyalist ezilenlere karşı idealist devrimciler!

Devrimci politik güç olma yolunda zorunlu bir aşama:

Şiddet tekelinin kırılması

Devrimci mücadele esas olarak iki güç arasında cereyan eder. Güçlerden biri, ezenlerin örgütlü gücü olan devlettir ve ezme işlemini şiddet araçlarıyla gerçekleştirir. Devlet, yoksulun gecekondusunu zorla yıkar ve bu fiili gerçekleştirirken polis-jandarma kuvvetlerini olası direnişi kırmak için yoksulun üzerine gönderir. Devletin izin vermediği bir alanda miting, gösteri yapmaya kalkarsanız, devlet genellikle size tekme, tokat, cop, kurşun gibi çeşitli şiddet araçlarıyla müdahale eder, sizi engellemeye çalışır. Fabrika önünde grev çadırı kurmaya kalktığımızda, karşımızda soyut burjuvaziyi değil, devletin somut örgütlü gücünü, polisi, jandarmayı buluruz. Emperyalizmi protesto etmek için ABD konsolosluğuna doğru kitlesel bir yürüyüş gerçekleştirmeye kalksak, devletin polisinin şiddetiyle karşılaşırız ve o an emperyalizm, kanlı canlı varlığıyla bizi engellemeye çalışan yaşadığımız ülkenin devletidir.

Ezenler ezme işlemini gerçekleştirerek kendilerini var ederler. Ezenlerin ezilenler üzerindeki politik tahakkümlerini sürdürmelerinin koşulu, şiddet tekelini ellerinde bulundurmalarıdır. Böylece “diz çöktürülmüş” ezilen isyan-itiraz hakkının şiddetle bastırılacağını bilir ve ezene karşı isyan-itiraz etmenin anlamsız olduğu, böyle sonuç alınamayacağı kanısına varır. Sonuç: Ezilen nötralize olmuştur. Devlet, söylediği sözle değil, şiddet tekelini elinde bulundurmasıyla, fiili varlığıyla ezileni bu kanıya vardırmıştır.[8]

Ezilenlerin ezenlerin politik tahakkümünden kurtulmasının yegane koşulu tahakkümü kuran aracı ezenlerin elinden almaktır. Başka bir şey değil. Bunun için, devrimci nitelemesinin karşılığı, şiddet politikasını ezenlere karşı istikrarlı biçimde uygulayandır. Elbette bu tahakküm kısa bir zamanda ortadan kaldırılamaz. Bu, aşama aşama, yerelden genele istikrarlı bir stratejik yönelimle (belki de kızıl siyasi iktidarlara benzer doğrultuda) gerçekleşebilir.

Politik güç olmak

Devlet politik bir güçtür. Devlet kendi varlığına kasteden, düzenine çomak sokan her türlü unsuru şiddet yoluyla engeller. Ezenlerin örgütlü gücü olan devlet, varlığına kastetme cüretini gösteren devrimcileri şiddet enstrümanlarını kullanarak nötralize etmeye çalışır.

Türkiye devrimci hareketi politik bir güç değildir. Nasıl politik güç olunamaz sorusunun yanıtı devrimci hareketin tarihi ve bugünüdür!

Kürt Yurtsever Hareketi politik bir güç olabilmiştir. Nasıl politik güç olunur sorusunun tek bir yanıtı olamaz elbette. Biz, örgütsel sorunlardan bağımsız şekilde, konuyu, devrimci şiddetin ezilenlerin barbarlığıyla irtibatlandırılarak tahkim edilmesi üzerinden götürmeye çalışacağız.

Konuya 2000’li yılların başlarında Kızıl Bayrak gazetesinde yayınlanan bir anlatımı özetleyerek başlayalım. Devrimci tutsaklar adli bir tutuklu ile ilişki geliştirmekte, adli tutuklu da devrimcilerden etkilenmektedir. Devrimci tutsaklar, yoldaşlarının gardiyanlarca koğuşlarından alınıp işkenceye götürüldükleri sırada hep bir ağızdan, “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek” diye slogan atmaktadırlar. Bu esnada adli tutuklu da protesto eylemine destek olmak istemiş ve sloganı uyarlayarak, “İnsanlık onuru ananızı s…cek” şeklinde atmıştır. Devrimcilerimiz bu uyarlamaya gülmüş ve sloganın doğru halini adli tutukluya söylemişlerdir. Adli tutuklu, devrimci arkadaşlarına yapılacak işkence karşısında bizim diyarların “aşağı barbarlar”ının hasımlarına karşı dileyecekleri en ağır cezalardan birini dilemiştir. Burada cezanın biçimini değil, düşmana ciddi şekilde zarar verme isteğini vurguluyoruz. Bu, devrimci, yıkıcı bir intikam ve hesap sorma anlayışının, ezilenin burjuva medeniyetine dair hiçbir etik kural tanımayan barbarlığının şanlı göstergesidir! Devrimcilerimizin soyut bir insanlığın soyut işkence kavramını (evet, işkence uygulayanları bile değil) yeneceğine dair sloganının ise bu anlamda devrimci yanı bulunmuyor!

Aydınlanmacılık kanalıyla Marksizmin içine sızan bir virüstür hümanizm… Marksist devrimcilerin görevi, yeri geldiğinde kendilerine ve ezilenlere karşı her türlü “insanlık dışı” vahşeti uygulayan ezenlere, burjuvaziye insanlığı öğretmek, hatırlatmak değildir! Marksizm hümanizm olamaz. Hümanizmin konusu genel olarak insanken, Marksizm ezilen insanla ilgilenir. Marksistlerin yüreklerini ezilenlerin çektiği ıstırap sızlatır. Bir burjuvanın (ya da herhangi bir düşmanının) çektiği ıstırap Marksistleri ilgilendirmez! Marksist devrimcilerin işi, ezilenlerin barbarlığıyla kontak kurup onların her tokat yediklerinde hasımlarına karşı besledikleri o kopkoyu kinlerini, nefretlerini düşmanın beyninde patlatmaktır!

Marksist tarih bilimi açısından bakarsak, devlet haklı olarak kendi düzeninin bekası için, devrimci hareketi durdurmak, sindirmek, yok etmek amacıyla her türlü şiddet tekniğini uygulamıştır, uygulamaktadır, uygulayacaktır. Burjuva hukukunda tecavüz suçtur ve belli bir cezası vardır. Ama düşmanın silahlı güçleri, devrimcilere, devrimcilerin yakınlarına ya da adı duyulmamış Kürt köylerindeki kadınlara hiç çekinmeden tecavüz etmiştir. Düşman yeri geldiğinde devrimciler karşısında her türlü işkence metodunu denemiş, kendi hukukunu hiçe saymakta tereddüt etmemiştir. Neden? Ahlaksız olduğundan mı? Alçak olduğundan mı? Hayır, bu nitelemelerin teorik kökeni Aydınlanmacılık-hümanizm, teorik niteliği ise idealizmdir. Devlet için temel olan düzenin bekasıdır. Haklı olarak bunun için kimseyi tanımaz ve elinden ne geliyorsa yapar.

Devletin, devrimcilere ve ezilenlerin başkaldıran bölüklerine karşı hangi şiddet çeşitlerini uygulayacağı onun için teknik bir tercihtir. Amaç nettir: Kendi burjuva medeniyetini sürdürmek. Devrimcilere o akıl almaz işkenceleri yapanların, gündelik hayatlarında sosyal çevrelerince “normal” birer insan olarak görülmelerinin nedeni, bu soğuk teorik dille anlatılmaya çalışıldığı gibi, onların yaptıklarını teknik bir işlem olarak görmeleridir. Bu, işkencecinin (dolayısıyla devletin) yaşamını devam ettirmek için uygulamak zorunda olduğu teknik bir işlemdir.

Bugün devrimci mücadele saflarına baktığımızda, devletin devrimci mücadeleyi yürütülemez hale getirmek için uyguladığı bu teknik işlemlerin işe yaradığını tüm çıplaklığıyla görüyoruz. Devlet, devrimci mücadeleye girenlere ağır bedeller ödetme geleneğini sürdürüyor. “Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz” sloganı, devrimci hareketin her bedel ödediği olayın ardından saflarını mücadele için diri tutma amacıyla kullandığı bir slogandır. Türkiye devrimci hareketi artık bedel ödetme girişiminde dahi bulunamıyor. Devlet, devrimci mücadele saflarını bu ağır bedel ödetme politikasının da etkisiyle yıprattı. Bugün, ne yazık ki, devrimci hareketin düşman karşısında hiçbir caydırıcılığı bulunmuyor. Mağdurluk edebiyatı devrimci siyasetin her yanına sindi. 70’li yılların sonlarına doğru, kendisi dışındaki sol yapıları sivil faşizme karşı yeterli oranda mücadele edemedikleri gerekçesiyle eleştiren, sivil faşizme karşı savunmacı değil dağıtıcı bir mücadeleyi savunarak Faşist Teröre Karşı Silahlı Mücadele Ekipleri’ni kuran devrimci gelenek, sivil faşist linç saldırılarına karşı bir dönem boyunca mağdurluk siyasetinin ötesinde bir şey yapmamış ya da yapamamıştır. Örnekleri çoğaltabiliriz…

Ezenlerin, ezilenlerin mücadelelerini bastırmak için kullandıkları bütün şiddet teknikleri meşrudur. Dolayısıyla, ezilenlerin bu şiddet tekniklerini kendi mücadelelerinde kullanmaları da meşrudur. Devrimci hareket ya “kutsal” hümanist ilkeleriyle tarihin konusu olmayı göze alacak ya da devrimci savaşın niteliğine zarar veren bu ayak bağından kurtulacak…

Bir değerler bütünüyle devrimci mücadeleye toplumsal meşruiyet sağlanacağı düşünülüyorsa, ki öyle düşünülüyor, bu yolun bizi idealizmin yanıltıcı dünyasına sokmaktan başka bir işlevi olmayacağını söylemeliyiz. Sanki devrimci hareketle devlet arasında kuralları önceden konmuş bir spor müsabakası yapılıyor. Devrimci hareket, ne kadar temiz-centilmen şekilde oynarsa seyircilerin (ezilen kitlelerin) desteğini, sempatisini o kadar kazanacağını zannediyor. Bunun gerçeksizliğini bizzat devrimci hareketin halk nezdindeki meşruluğuna bakarak rahatça gözlemleyebiliriz. “Halkımızın” bizi alt etmek için her türlü “çirkefliği”, “katliamcılığı”, “gayri ahlakiliği” sergileyen devletin argümanlarına rahatça angaje olmasını da bir tür toplumsal değerler yitimiyle mi açıklayacağız?! Olanın haksız olduğuna dair ezilenlere özgü idealist algıdır bu. Meselenin teorik kökenine inmek için M. Kayaoğlu’ndan bir alıntı yapıyoruz: “Olan haksızdır. Bu dünya, pis, iğrenç ve adaletsizdir. … Bu dünyayı bilmeye ilişkin bir çabaya girdiğimiz anda, biz de onun hegemonyasının konusu oluruz. Bu dünyaya ilişkin bilim, onun bilimidir, onunla özdeştir; ona geri dönmek, onu onamak, meşrulaştırmak durumundadır. O halde, illa bir bilim gerekiyorsa, kendimize göre, kendi bakış açımızdan bir bilim de biz kurarız! / Politikanın reddi de burada başlar. Olanın haklılığının teslim edilmemesi, olanla olması gereken arasında bir ilkeler savaşı demektir. Bu bağlamda ‘taktik’ kavramına yer yoktur. Olanla gerçek bir etkileşime girmeden politik (taktiksel) yaklaşım mümkün olamaz. Olanın haklılığı anlayışının, bizim dışımızda bir nesnel gerçekliğin kabul edilmesinden kalkarak, materyalizme zorunlu bir temel olduğu açıktır.”[9]

Bilimde ahlak yoktur. Bilim insanı, kendine göre ahlaki olanı değil, bilimsel yasaların zorunlu sonuçlarını meşru görmek durumundadır. Kapitalizmin işleyiş yasalarını ortaya koyan Kapital’de mutlak bir haklıdan bahsedilmez. Kapital’e göre, işçileri elinden geldiğince fazla ve ucuza çalıştırarak karını maksimize etmeye çalışan burjuva kendi açısından haklıdır. Çünkü kapitalizmin işleyiş yasası bunu gerektirir. Buna karşılık, işçilerin de uzun çalışma saatlerine, kötü çalışma koşullarına itiraz etme, işten kaytarma hakları vardır. Marksizmin bilim yanını görmezden gelirsek düşmanımızı doğru tahlil edemeyiz. Kapitalizm şu anda varsa, onun içinde yaşıyorsak, kapitalizm bilimsel açıdan meşrudur. Kapitalizm kendini var ederek meşruiyet hakkını elde etmiştir. O halde, kapitalizmin yaşamak, mezara girmemek için yaptığı her fiil de meşru olmak durumundadır. Lakin kapitalizm ezenlerin sistemidir, ezilenlerin terinden ve kanından beslenir. Ezenlerin rahatı ezilenlerin ıstırabından geçer. Bu da, ezilenlere kapitalizmi (onun devletini) parçalama hakkını verir. Ezenlerin kapitalizmi ezilenlerin hayatları-kanları pahasına savunmaya hakkı varsa, aynı şekilde, ezilenlerin de ezenlerin kanlarını dökerek, hayatlarını kabusa çevirerek devletlerini başlarına çalmaya, sosyalizmi kurmaya hakları vardır. Ezenlerin düzenlerini işkencelerle, katliamlarla ayakta tutmaya hakları varsa, ezilenlerin de gerekirse işkencelerle, katliamlarla ezenlere cehennemin kapılarını açmaya hakları vardır! “Acıma istemiyoruz, acımayız da…”[10] Marksizm bir tür ütopik sosyalizm değildir! Marksistler bilim neyi emrediyorsa onu uygulamak zorundalar! Bilim kapitalizmi yıkmak için elimizden geleni ardımıza koymamamızı emrediyor!

Tarih kazananları ve kaybedenleri yazar, en ilkeli politikaları uygulayanları değil! Bilimde ilkeler vardır, ama ilkeli politika olamaz. Politikada (konjonktürde) çok sayıda değişken vardır. Taktik kavramını devrimci yazında popüler, soyut bir kelime olarak kullanılma alışkanlığından kurtularak diyalektik edinime açık bir kavrama dönüştürmek, devrimci politik öznelerin acil ihtiyacı olmayı sürdürüyor.

Yakın zamandan bir örnekle devam edelim. Devlet, sınır ötesi operasyonlardan istediği sonuçları alamayınca, “Amerikan karşıtı” devrimcilerimiz gibi hiç sevmediği Barzani’yle temasa geçmek zorunda kaldı. Devlet, en büyük düşmanını yok etmek için, ABD’yle, AB’yle, İran’la, o da olmazsa güneydeki federal Kürt yönetimiyle işbirliği yapmayı hiçbir ilkesel tutuma kurban etmiyor. Veysi Sarısözen’in deyimiyle, bu konuda şeytanla bile işbirliği yapmaya hazır. Marksistler de, düşmanlarını alt etmek için şeytanla işbirliği yapmaya hazır olmalı!

Politik güç olmadan devrimci ahlakı-ideolojiyi kitlelere benimsetemezsiniz. Onlar kazanacak olanın “gayri ahlaki” savaşını desteklemeyi yeğleyeceklerdir. Çünkü belirleyici olan güçlü olandır, kazanacak olandır.

Ezilenlerin bir bölüğü ezenlere karşı mücadele ediyorken, bu mücadele içerisinde yer almayan ezilenlerin ezenleri desteklemesinin nedenlerine de bu açıdan bakmak gerekir. Mücadele içinde olmayan ezilen için mücadele eden ezilenin varlığı kendi yaşam pratiğine bir küfürdür. Bu mücadeleyi haklı görmesi kendi mevcut yaşam pratiğinin reddini koşullayacaktır. Ezilenler, ezenlere karşı devrimci bir mücadelenin olmadığı zamanlarda ezilme durumlarını kanıksama eğilimindedirler. Olan bitenin kaderleri olduğuna kendilerini ikna ederler. Ezilmişlik, M. Kayaoğlu’nun deyişiyle, “midenin salgısı türünden idealizm doğurur”.[11] Bu yüzden içlerinden bir bölüğün ezenlere karşı devrimci mücadeleyi başlatması, ezenlerle olan (o huzurlu) hukukun bozulması anlamına gelecektir. Ezilenleri politik tahakküm alanınıza katamazsanız, onlar bu önsel idealist algılarıyla ezenlerin politik tahakküm alanında kalacaktır.

Ezilenlerin ezenlerle bir olarak devrimci mücadele yürüten özneleri ortadan kaldırma girişimlerini 71 devrimcileri acı biçimde yaşamışlardır. Nurhak’ta, Kızıldere’de, Dersim’de olanlara bakarsak, hep devrimcileri ihbar eden köylülere (hatta silah elde devletle operasyona çıkanlara) rastlarız. 71 devrimcileri, mücadele yürütecekleri alanda politik tahakküm kurmadan, köylülerin kendilerinden yana olması gerektiğini düşünerek (Bilginin nesnesiyle politikanın nesnesinin bir olmadığına çarpıcı bir örnektir bu) tedbirsizce kendilerini açık etmişler ve bunun bedelini trajik bir biçimde ödemişlerdir.

Ezenler ve ezilenler arasındaki mücadeleler açısından bakarsak, politik tahakküm iki güç arasında belirli bir alan üzerindeki hakimiyetin bölüşümüdür. Bu bölüşümde ara katmanlar, tarafsız bölgeler yoktur. Savaş halinde olan iki güç, mücadele ettikleri arenadaki tüm unsurları taraf olmaya zorlar. Bugün Kürt illerinde temel olarak iki gücün bulunduğunu görüyoruz. HAK-PAR gibi, devlet ve Kürt Yurtsever Hareketinden bağımsız oluşumların ciddi bir güç olamamaları bu duruma iyi bir örnektir.

Devrimci politikaya iki barbarlık aşısı

1971 devrimci miladından sonra, bizim diyarlarda, ezilenlerin barbarlığından devrimci dinamizm devşirerek yükselen devrimci yıkıcılığın izlerini sürdüğümüzde iki politik akımla karşılaşıyoruz: Devrimci Sol / DHKP-C ve PKK… Bu iki akım başlı başına bir çalışma konusudur. Biz burada söz konusu örgütlerin gelişimlerine, ezilenlerin barbarlık dinamikleriyle kurdukları bağlar temelinde değineceğiz.

Devrimci hareketimiz, ülkesel (hatta kısmen dünyasal) anlamda politik bir güç olan Kürt Yurtsever Hareketini çoğu zaman ilkeli, ahlaklı, temiz bir savaş yürütmemekle itham etmiş, onun (kendi pratiklerine kıyasla) kazandığı muazzam başarıyı, ulusal hareket olmanın avantajından yararlanarak “bel altı” vuruşlarla elde edilen ve kendi başarısızlıkları karşısında hükmü olmayan bir başarı olarak görmüştür! Bu hareketin bugün yaklaşık 6 bin gerilladan oluşan, devlet güçlerine zaman zaman ciddi darbeler vurabilen bir politik kudrete sahip olduğunu görüyoruz. Yürütülen savaşın başarısı, Kürt demokratik siyasetini de dolaysız olarak pozitif ya da negatif yönde etkiliyor.

Yurtsever Hareketin devrimci mücadeleye atıldığı yıllarda, Türkiye sol-devrimci hareketinin çeşitli unsurlarıyla birlikte, Kürt ulusal kurtuluşunu hedefleyen başka örgütler de aynı bölgede faaliyet yürütüyordu. PKK, Kürt devrimciliğine yapılan barbarlık aşısının ifadesidir. O, kuruluş ve gelişme yıllarında, bulunduğu bölgelerdeki tüm politik güçlere devrimci şiddetini tattırmıştır. Bu, muhtemelen biri haricinde, Türkiye sol hareketinin tüm unsurlarını dehşete düşürmüş ve o yıllarda Kürt Yurtsever Hareketi “karşı-devrimci çete” olarak nitelenmiştir. Onun faaliyet yürüttüğü bölgelerdeki diğer tüm politik unsurların ortak noktası, sözü silah olarak kullanmakla tanınır olmalarıydı. Kürt Hareketi ezenlerin boyunlarına görülmeyen sözsel mahkumiyet kararları asmadı. Hesap gününü kıyamete ertelemedi. Ezilenin en onmaz duygusuna, düşmanından intikam alma duygusuna amasız, fakatsız yanıtlar verdi. Silahlı mücadeleyi, İbrahim Kaypakkaya’nın deyimiyle, diğerleri gibi “ip üzerinde cambazlık” olarak görmedi. Zamanı geldiğinde düşmanını ortadan kaldırmayı, hümanist zırvalıklara tercih etti. Halkının kurtuluşu için politik bir güç olmayı, elle tutulur bir umut olmayı, küçük bir hümanist sol grup olmaya tercih etti. Gözünü karartarak tüm potansiyelini politik bir güç olmaya hasretti. Diğer sol yapılar gibi sözü silah yapmadı. Sözün silahla beraber anlam taşıdığını bilerek hareket etti. Şiddete başvurarak politik hegemonya alanları yarattı. Bu hattı sürdürerek bu alanları genişletti…

1990’lar boyunca Türkiye devrimci hareketine dışarıdan bakan gözler Parti-Cephe’yi görüyordu. Deyim yerindeyse, söz konusu devrimci yapının taraftarlarının da ifade ettiği gibi, “Parti-Cephe bir yana, devrimci hareketin diğer bileşenleri bir yanaydı”. Parti-Cephe, 80’lerden 2000’lerin başlarına kadar devrimci hareketin dinamosu oldu. Bu saptama devrimci hareketin tutsak sayılarıyla da teyit edilebilir.[12] Sayılar yalan söylemez! Parti-Cephe, şiddet eylemi ve şehit sayısıyla da Türkiye’deki diğer devrimci politik öznelerden farklı bir düzlemde değerlendirilmeyi hak ediyor.

Devrimci Sol’un örgütsel varlığının belirginleşmesi 70’lerin sonlarına tekabül eder. Bu örgüt, devrimci hareketin o dönemdeki pasifistleşme-sağcılaşma eğilimine karşı (olumlu anlamda) soldan bir tepkidir. DHKP-C, devrimci mücadeleye yapılan (PKK’ninkine kıyasla) düşük dozdaki bir barbarlık aşısının ifadesidir. Parti-Cephe için, kuruluşundan bugüne, modern yaşama adapte olamayan, Aydınlanmacı solun tiksindiği “kaba saba”, “cahil” insan topluluklarının yaşadığı varoşların temel bir önemi olmuştur. Parti-Cephe, “çarpık” kapitalist gelişme sonucunda ortaya çıkan bu sosyolojik gerçekle, kendi ideolojik yapısının elverdiği ölçüde (ama diğer Türkiyeli devrimci yapılara oranla fersah fersah ileri düzeyde), araya Aydınlanmacı engeller koymadan ilişkilendi. Diğer sol yapılar, Parti-Cephe’yi hırsızları, serserileri, lümpenleri örgütlemekle, onları bünyesinde barındırmakla “suçladılar”! Parti-Cephe bundan gocunmadı. Bu ithamları yönelten siper yoldaşlarına her seferinde yerinde sorularla karşılık verdi: “Siz kimi örgütlüyorsunuz? Hangi işçi direnişini örgütlediniz? Hangi proleter ayaklanmaya öncülük ettiniz?!”

Parti-Cephe geleneği, ezilenlerin barbarlığına açık olan politik yapısı sayesinde, devrimci hareketimizde “feda savaşçılığı” geleneğini yaratarak devrimci mücadelenin niteliğini artırdı. Parti-Cephe militanlarının karakteristik özelliği, “sosyalist bilginlik”ten çok, devrimci savaşçı niteliktir. Hafızalarda taze olan son ölüm orucu sürecinde de gözlemlenebilir bir olgu olarak, Parti-Cephe’nin Kürt Yurtsever Hareketi gibi, söylediğini yapan-yaptırabilen bir gelenek yaratmasının arka planına bakarsak, bu durumu, savaşçılarının ağzı iyi laf yapan, sosyo-kültürel formu ezilenlerin kaba saba hallerinden çok öğrenci gençliğin kültürel solculuğuna uyan militan tipolojisinden uzaklığına bağlayabiliriz.

Ezilenlerin barbarlık dinamiği, şiddet uygulama gerekliliği söz konusu olduğunda bunu derhal yerine getirebilen bir nitelik arz eder. Ezilenlerle kendine önsel ideolojik duvarlar örmeden kontak kurabilen Parti-Cephe, şiddet uygulama ihtiyacı oluştuğunda (olanakları dahilinde) bunu Türkiye’de en hızlı yerine getirebilen politik yapı olmuştur. Şiddete başvurma söz konusu olduğunda on kere düşünme ihtiyacı duyan o “süper sosyalist/komünist” solculuğun hakim olduğu devrimcilik tarzlarının ise, ezilenlerin isyanlarıyla fiziki olarak alaşım kurma, onlara önderlik etme ihtimalleri yoktur. Bu tür solculuk, en iyi ihtimalle “ince eleyip sık dokuduktan” sonra şiddete başvuracak, lakin o zaman da “atı alan Üsküdar’ı geçecektir”! Devrim denen o vahşet döneminde, dehşete kapılmadan kendine politik bir hegemonya alanı yaratabilecek potansiyeli taşıma konusunda en önde gelen (belki de yegane) devrimci gelenek, Parti-Cephe geleneğidir.

Marksizmdeki işçici-sosyalizmci paradigmaya uzak olmak, Parti-Cephe’nin ezilenlerle ilişkisini dolaysız olarak olumlu şekilde etkiledi. Parti-Cephe’nin başarısızlık içindeki başarısına bu gözle bakabiliriz.

Devrimci Hareketin Geri Düştüğü Zamanlarda Teori ve Politika

Türkiye devrimci hareketinin Marksizmi teorik olarak edinme geleneği yoktur. Devrimci hareketimiz Marksist teoriyi, Marksizmdeki ideolojik formlarla ikame ederek kendine basit ve güvenilir bir yol bulmuştur. Devrimci hareketimizin yazılı yayınlarında çoğu zaman “teori”nin yanına parantez içinde “ideoloji” ifadesi eklenerek iki kavram arasında aslında bir fark olmadığı anlatılmaya çalışılır. İdeoloji dediğimiz kavram, başı sonu belli olan, kalıplara dayalı, dışa kapalı bir bütünü ifade eder. Teori kavramı ise, yaşayan, ölen, değişebilen, derinleşebilen diyalektik bir yapıyı anlatır. İlkini teori sanmanın sonucu, donmuş, kurumuş, kupkuru bir algının oluşmasıdır. Bu durumun pratik karşılığını devrimci hareketin ve neredeyse bütün Türkiye solunun Marksizm algısında gözlemleyebiliriz.

İdeolojik akıl, Marksizmin krize girebileceğini, hatta ölebileceğini yemin billah kabul etmez. Devrimci bir örgüt olmak, pratik faaliyet alanında zorunlu olarak ideolojik tutumlar almayı koşullar. İdeoloji bir el kitabıdır. Kitapta olmayan şey anlaşılamaz ya da kitapta bulunan en yakın örnekle açıklanmaya çalışılır. İdeoloji bir nevi gözünü kapatıp işini yapma halini emreder ve bu, pratik devrimciliğin yürütülmesi için zorunludur. Ama Marksist bir devrimci örgütün kurmaylığının ideolojik kalıplara göre yön belirlemesi, ister istemez bazı olanakların görülememesine, bazı arızaların nedeninin anlaşılamamasına sebep olacaktır. Teoriyi diyalektik bir süreç olarak kabul etmenin pratik sonucunu ise Teori ve Politika kolektifinin “azap verici” mücadelesinde görebiliriz. Azap, anlaşılmamaktan ya da anlaşılmak istenmemekten kaynaklanıyor. Teori ve Politika, eşyanın tabiatı gereği, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyor.

Kendisi dışındaki her şeye bu tür ideolojik kalıplarla bakan Marksizm algısının karşısında, Teori ve Politika’nın hali trajik bir görünüm arz ediyor. Devrimci hareketimiz ne söylendiğine değil, kimin söylediğine bakıyor. Karşısındaki verinin değerini veriyi edindiği kaynağın ideolojik formuna göre belirleme anlayışı ne kadar materyalist olabilir? Teori ve Politika 10. yılı vesilesiyle sayfalarını pratik-politik öznelere açtığında bu idealist algı açıkça görüldü. Hemen hemen tüm sol politik özneler, Teori ve Politika’nın pratik faaliyetin dışında oluşundan dem vurup az sayıdaki Teori ve Politikacının aktif olarak devrimci mücadeleye katılmasının öneminden hararetle bahsettiler. Teori ve Politika’nın ne dediğinden çok ne yapmadığıyla (üstelik ne dediğine bakıldığında neden yapmadığının yanıtını alacakken…) ilgilenmek, devrimci hareketimizin o sorunsuz, dalgasız ideolojik sularda yüzme anlayışının bir başka yansımasıdır.

Teori kavramı soyutluğu ifade eder. İnsan beyni bilmediği bir soyutlukla karşılaştığında onu bildiği ve benzetebildiği en yakın somutlukla karşılaştırarak anlamaya çalışır. Teori ve Politika için pratik devrimcilik önce geliyorsa, pratik devrimci öznelerin teoriyi algılama sorunlarını dikkate almalıdır. Teori ve Politika, soyut teorinin somut “karşılığını” gösterme konusunda eksik kalıyor. Devrimci hareket tarafından anlaşılamamaktan dem vuran Teori ve Politikacılar, bu olguyu gözetmekle yükümlüdür.

Teori ve Politika için, devrimci hareketin ve özel olarak Marksist devrimciliğin varlığı, pratik devrimciliğin idame ettiriliyor oluşu, kendi özgün varlığını dayandırdığı sağlam bir gerekçeydi. Devrimci pratiğin öyle ya da böyle yürütülebildiği zamanlarda, Teori ve Politika’nın cılız insan kaynağını pratik-politik devrimci faaliyetin dışında tutmasının anlaşılabilir bir yanı vardı. Az sayıdaki Teori ve Politikacının devrimci harekete pratik-politik destek vermesinin değiştireceği pek bir şey yoktu. Ancak devran döndü ve güç yitimi nedeniyle, devrimci özneler devrimci faaliyet yürütmekte zorlanır hale geldi. Dün devrimci politik faaliyetin idame ettirilmesi için çok önemli olmayan o az sayıdaki Teori ve Politikacının varlığı, bugün önem kazandı. Yeni dönemde Teori ve Politikacılar bu gerilimi yaşayacaklar. Devrimci hareketten gelen pratik destek önerilerinin basıncını (kendileri açısından önce gelen pratik devrimciliğin yaşaması babında) daha çok hissedecekler.

Teori ve Politikacılar, son genel seçimlerde, pratik faaliyet anlamında, Kürt Yurtsever Hareketini desteklediler. Bunun gibi pratik destek faaliyetlerinin, yeni dönemde Teori ve Politikacıların misyonlarında ne gibi bir yer teşkil edeceğini izleyeceğiz…

Teori ve Politika, 2005’te bir yönelim olarak belirlediği, pratik devrimci öznelerle daha yakın tarzda ilişki kurma hedefini (her ne kadar beyhude bir çaba gibi görünse de) sürdürmeli ve bununla birlikte, teorik bir okul olma yolunda elinden geleni yapmalıdır. Devrimci hareketin Fikir Kulüpleri Federasyonu içinden doğduğunu unutmayalım.

 



[1] Melik Kara, “Post-Devrimcilik Dönemi (Teori ve Politika için Durum Misyon Gelecek)”, Teori ve Politika, Sayı: 46, Yaz 2007, s. 6.

[2] Metin Kayaoğlu, “Ezilenlerin Marksizmi”, Teori ve Politika, Sayı: 35-36, Yaz-Güz 2004, s. 5.

[3] Melik Kara, “Devrimci Gerçekçilik ve Atılım’daki Gerçeksizlik: NATO Toplantısına Karşı Politik Kampanya Örneği”, Teori ve Politika, Sayı: 34, Bahar 2004, s. 166.

[4] Metin Kayaoğlu, “Politika ve Şiddet Üzerine Sınırlı Düşünceler”, Teori ve Politika, Sayı: 21, Kış 2001, s. 6, vurgular bize ait.

[5] İbrahim Kaypakkaya, Seçme Yazılar, Altınçağ Yayımcılık, İstanbul 1999, s. 267, vurgular bize ait.

[6] Türkiye solu, 1950 seçimleri sonrasında oluşan tabloyu iyi okumalıdır. Bu seçimde, Kemalist Aydınlanmacıların partisi olan CHP ezilenler tarafından alaşağı edilirken, ezilenlerin geleneksel yaşam tarzlarına kastedilmesine itiraz eden DP iktidara gelmişti. Bugün de, onun çizgisinin devamcısı sayılabilecek olan bir parti ezilenlerin tercihi durumunda… Alevilerin CHP’yi tercih etmesi, kendi dertlerini anlayacak güçlü bir siyasi oluşumun olmamasından kaynaklanıyor. Aleviler de, siyasette etkili olabilmek için, düşmanlarının karşısındaki en büyük gücü destekleyerek politikada güçler ilişkisi bakımından “materyalist” bir tutumla hareket ediyorlar.

[7] Melik Kara, İ. Mert, S. Sahra, Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı, Ankara 1995, s. 40.

[8] Buna rağmen, konjonktüre bağlı birçok değişkenin belirlediği bazı zamanlarda ezilenler bu rasyonalitenin dışına çıkarak ezenlere karşı isyanlar gerçekleştirmişlerdir. Bu anlarda şiddete başvurabilen ciddi bir politik güç, niteliğine bağlı olarak süreci devrime kadar götürebilir. Önemli olan, dalga yükseldiğinde onun üzerinde bulunabilecek güce sahip olmaktır.

[9] Metin Kayaoğlu, “Sunuş”; a.g.e., s. 18-19, vurgular bize ait.

[10] Melik Kara, “1 Mayıs’ın Ardından Birkaç Söz”, Teori ve Politika, Sayı: 3, Yaz ‘96, s. 129.

[11] Metin Kayaoğlu, “Ezilenler ve Marksizm”, Teori ve Politika, Sayı: 2, Bahar ‘96, s. 61.

[12] Bak.: Melik Kara, “Post-Devrimcilik Dönemi (Teori ve Politika için Durum Misyon Gelecek)”, a.g.e., s. 35.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar