Ana SayfaArşivSayı 47-48‘Post-Devrimcilik Dönemi’ Başlıklı Yazı Üzerine

‘Post-Devrimcilik Dönemi’ Başlıklı Yazı Üzerine

“Post-Devrimcilik Dönemi”
Başlıklı Yazı Üzerine Dağınık Notlar

Garbis Altınoğlu

Adıgeçen yazıyı dikkatle okudum.

Hareketin doğrudan ve edimsel olarak içinde olmayan bir insanın bu konuda söyleyeceklerinin ister istemez belli bir subjektivizm dozuyla sakatlanmış olacağını, hatta bir yere kadar bu konumda olanların çok fazla söz söyleme hakkının olmadığını söyleyerek başlamak isterim sözlerime. (Sanırım bu yazının “Gerekçe ve Sunuş” başlıklı giriş bölümünde de bu hususun altı çizilmiş bulunuyor.) Ama bu, doğruluğuna inandığım saptama ve düşünceleri açık-seçik bir biçimde ve diplomatik-olmayan bir üslup kullanmaksızın söylememi engellemedi ve engellemeyecek de. Bu arada, uzun yıllar boyunca bu hareketin içinde yer almış olan, bu hareketin içinde geliştiği ülkenin ve toplumun tarihini belli ölçülerde anlamaya çalışan ve harekete –sözcüğün örgütsel anlamıyla dışardan bakan biri olmanın sağladığı bazı avantajlarımın da olduğunu anımsatmam gerekir.

Her şeyden önce Türkiye devrimci hareketini (=TDH) çok yakından ve düzenli bir biçimde izlemediğimi belirtmeliyim. Gene de gerek “Post-Devrimcilik Dönemi” başlıklı yazı ve gerekse genel olarak konu hakkında görüş ve fikirlerimi sistematik olmayan, yani dağınık bir tarzda aktarmaya çalışacağım. Yani, sözkonusu yazının kapsamlı ve bütünsel bir değerlendirmesini yapacak değilim. Yapacağım bu olmamakla birlikte bu notların ister istemez kısmen bu görevin yerine getirilmesine hizmet edeceği de tahmin edilebilir.

Yazıda gördüğüm temel eksikliklerden biri, küçük-burjuva devrimciliği ile proleter devrimciliği arasındaki belirleyici ayrıma ve burjuva demokratizmine karşı tavır almanın önemine değinilmemesi ve buna bağlı olarak Marksizm-Leninizmin bütünlüklü ve derinlikli bir tarzda kavranışının VE ülkemizin özgünlüklerinin ve tarihinin bu teorinin ışığında incelenmesinin gereğinin üzerinde yeterince durulmaması. Teorinin önemine yapılan göndermeler, bence bu eksikliği gidermeye yetmiyor. Tam da burada halihazırdaki dünya ve Türkiye koşullarında, burjuvazinin ve emperyalizmin devrimci hareketi ideolojik olarak teslim alması tehlikesine karşı savaşım, devrimci hareketin halihazırdaki ve gelecekteki kadrolarının burjuva ideolojisinin saldırısına karşı eğitilmesi ve aşılanması ve bu çerçevede Marksizm-Leninizmin devrimci pratiğe dönük tarzda incelenmesi görevlerinin, günümüzde çok büyük bir önem taşıdığının altını çizmek isterim.

Yazıda değinilmeyen bir başka husus, TDH’nin kitlelerin ileri kesimleri katında bile saygınlık ve manevi otoritesini önemli ölçüde yitirmiş olması olgusu. Bu, esas itibariyle TDH’nin yaşadığı tıkanma ve marjinalleşmenin ve edimsel olarak bir güç olmaktan çıkmasının sonuçlarından biri olmakla birlikte bir yandan da hareketin kendini yeniden var etmesinin ve devrimci arayış içindeki işçi ve emekçilerle bağlar kurabilmesinin önünde önemli bir başka engel durumuna gelmiştir. TDH’nin, iliğine değin çürümüş olan burjuva toplumuna karşı emekçi insanlığın en iyi ve en yüce değerlerini sahiplenen bir varlık olarak ortaya çıkamaması, işçi sınıfı ve diğer sömürülen yığınlarla zaten zayıf olan bağlarının neredeyse tümden kopmasına bağlı olarak tabanının bir ölçüde lumpenleşmesi, önderlerinin ve kadrolarının devrimci kişilik ve ahlak bakımından sahip oldukları zaaflar, örgüt-içi ve örgütlerarası ilişkilerin yanısıra halkla ilişkilerde yaşanan dejenere tavır ve davranış biçimleri vb. az-çok siyasal bilince sahip bir işçinin haklı tepkisini çekmektedir. Devrimci teorinin ilkesel temellerinin ve kazanımlarının titizlikle savunulması gibi, devrimci ahlak normlarının titizlikle savunulması ve kapitalist toplumu pençesine almış olan dejenerasyona karşı konması da önümüzdeki dönemde kaçınılmaz olarak gelecek olan devrimci yükseliş dönemine hazırlanmak bakımından özel bir önem taşımaktadır.

Yazıda gördüğüm en önemli eksikliklerden biri, objektif koşulların pek fazla dikkate alınmamış olması. Bunda genel olarak sağ oportünistlerin ve reformistlerin, “objektif koşulların elverişsizliği” formülünü kendi siyasal iktidarsızlıklarını ve teslimiyetçiliklerini mazur göstermenin bir aracı olarak kullanagelmekte olmalarına gösterilen –kısmen haklı tepkinin rolü olabilir. Ama bunda, genel olarak TDH’nin ve onun yakın çevresinin yaptığı biçimde 1971 devrimci çıkışını ve buna önderlik eden kadro ve hareketleri idealize etme doğrultusundaki bir zaafın da rol oynadığını düşünüyorum. Tam da burada, benzer bir zaafla sakatlanmış olmasından dolayı Atılım çevresini eleştiren Eylül 1997 tarih ve “ ‘Birlik’ ve Birlik: XD Yazı Kurulu’na” başlıklı yazımdan bir bölüm aktarmayı yararlı görüyorum:

1971 devrimci hareketinin, yazarın da Marksist-Leninist bir siyasal çizgiye sahip olmadıklarını kabul edeceğini umduğum üç ana örgütünün, yani THKP-C, THKO ve TKP (M-L)’nin devlete, rejime ve özellikle de düzene, yani kapitalizme karşı ‘kesin bir düşmanlık’ konumunda durduklarını ileri sürmesinin, kendisi bakımından bile hiçbir mantıklı ve tutarlı yanı yoktur. Aralarındaki önemli farklılıklara karşın, hepsi de devrimci-demokratik bir konumda bulunan bu örgütlerin ufuklarının emperyalizme, faşizme ve feodal kalıntılara karşı savaşımla sınırlı olduğu, hatta özellikle THKO’nun durumunda, onun bile gerisinde kaldığı malumun ilamından başka bir şey değildir…    

“Evet, 1971 devrimci çıkışının örnek alınacak ve bugüne taşınacak bir dizi olumlu yanı vardır; ama bizler her iki devrimci dönem (yani 1971-73 dönemi ve 1974-80 dönemi) arasında soğukkanlı bir analiz temelinde adaletli bir karşılaştırma yapmak ve asla bir devrimci nostalji atmosferi yaratmamakla yükümlüyüz. 1971 devrimci çıkışını idealize edenler nedense, bir bütün olarak o hareketin çok kısa bir süre içinde, yani 1971-73 yılları arasında egemen sınıfların devlet aygıtınca vurulan bir kaç darbe sonucunda tümden çökertildiğini belirtmiyor, bunu anımsatmıyor ve belki de bilmiyorlar. Oysa, yazar arkadaşımız da içinde olmak üzere kimsenin beğenmediği 1974 sonrası Türkiye devrimci hareketi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında varlığını ve siyasal etkinliklerini, önemli bir daralmaya karşın ve çok daha yoğun bir baskı ortamında sürdürmeyi başarabilmiştir. 1971 devrimci hareketi 1974 sonrasına ciddi bir kadro stoku aktaramazken, 1974-80 dönemi devrimci hareketinin bu konuda çok daha parlak bir sicile sahip olduğunu kabul etmeliyiz. Bütün bunlara, 1971-73 döneminin çok daha yumuşak olan cezaevi koşullarına karşın 1980 sonrasında cezaevlerinin birer işkence ve rehabilitasyon merkezi haline getirilmiş olduğunu, ama buna ve pek çok boyuneğme örneğine karşın 1974-80 devrimci hareketinin kadrolarının 12 Eylül askeri darbesi sonrasında cezaevlerinde, bugün de sürdürülen yaygın ve militan bir direniş geleneği yarattıklarını da eklemeliyiz…    

“O dönemi bilenler, 1971 devrimcilerinin ve onların öncellerinin, 1960’ların ikinci yarısında yoğunlaşan ve 15-16 Haziran işçi direnişiyle doruk noktasına çıkan işçi sınıfı hareketi karşısında kendiliğindenci bir konumda durduklarını, en iyi durumda bu hareketin peşinden sürüklendiklerini, en kötü durumda ise ona tümden sırtlarını döndüklerini ve sınıfın, en kör gözlerin bile görebileceği devrimci potansiyelini -dogmatizmleri ve subjektivizmleri nedeniyle-  kavramadıklarını da anımsayacaklardır.”

Bu iki dönem arasında şöyle bir farklılığa da işaret etmek gerekir: 1960’ların sonlarında da tıpkı 1970’lerin sonlarında olduğu gibi farklı radikal devrimci eğilimler arasında fiziksel çatışmaya doğru evrilen, hatta yer yer dönüşen sekter ve düşmanca tutumlar vardı. Ancak, TDH’ne damgasını vuran küçük burjuvazinin öncü ile kitle arasındaki ilişkiyi hatalı bir biçimde kavramasından ve dargörüşlülüğünden kaynaklanan bu tutum, yaklaşan faşist darbe tehlikesine karşı birleşik bir cephenin kurulmasının –belki de devrimci hareketin güçlü olduğu işçi-emekçi semtlerinde kitlelerin silahlandırılmasının hem olanaklı, hem de son derece gerekli olduğu 1979-80 döneminde daha ileri boyutlara varmıştı. Dahası, kitle hareketinin 1978’den itibaren gerilemeye yüz tutmasına rağmen fazlasıyla bölünmüş olan devrimci hareket MHP ve kısmen de polisle, kitlelerden esas itibariyle bağımsız, bireysel silahlı çatışma ve hesaplaşma çizgisine sürüklenmiş, bu da onun hem zaten zayıf olan siyasal perspektifini yitirmesine, hem de kitlelerle olan bağlarının daha da zayıflamasına yol açmış, hatta kitlelerin ileri kesimlerinde bile bir çeşit bıkkınlık ve siyasal kayıtsızlığın oluşmasına katkıda bulunmuştu. (Burada, Malatya, Maraş, Çorum vb. yerlerde yürütülen silahlı anti-faşist direnişlerin bu çerçeveye girmediğinin altını çizmek isterim.) 12 Eylül cuntacılarının, kendilerine en azından pasif bir kitle temeli yaratmak için bu bıkkınlık ve kayıtsızlığı nasıl kullandıklarını, “can güvenliği”ne ilişkin demagojilerini biliyoruz. Demek oluyor ki, 1979-80 döneminde bireysel devrimci şiddet eylemlerinin görece yüksek düzeyi kesinlikle TDH’nin güçlülüğünün değil, zayıflığının, hatta çaresizlik ve umutsuzluğunun bir göstergesiydi.

Şu objektif koşullar konusuna devam ediyorum. Herhangi bir ülkedeki devrimci hareketi ve onun erdem ve zaaflarını saptarken, a) bölge ve dünya koşullarının olumlu ya da olumsuz etkilerini VE b) o hareketin içinde doğup büyüdüğü toplumun tarihsel mirasını irdelemek ve hesaba katmak zorundayız. Önce kısaca bölge ve dünya koşullarına değinelim. TDH’nin (ya da başka bir ülkenin devrimci hareketinin) gerilemesi ya da ilerlemesi, dünya genelindeki gelişmelerden kopuk ya da ayrı bir tarzda ele alınamaz. Bunu anlamak için, a) 1917 Büyük Ekim Devriminin, b) İkinci Dünya Savaşının sosyalist Sovyetler Birliği’nin ve anti-faşist güçlerin zaferiyle sonuçlanmasının ve c) daha sınırlı ölçüde olmak kaydıyla, 1960’lı yılların ulusal kurtuluş ve devdimci gençlik hareketlerinin dünya ölçeğinde yarattığı yankıları ve dalgalanmaları anımsamak yeter. Burada, “sosyalizm” idealinin geniş işçi ve emekçi kitleleri için çekiciliğini önemli ölçüde yitirmesinin, çokça söylendiğinin tersine 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında “Doğu bloku”nun ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ve çökmesinden ZİYADE, büyük olasılıkla 1970’lerin sonuna gelindiğinde gerçekleşmiş olduğunu anımsatmam gerekir. 1970’lerin sonuna gelindiğinde “sol” açısından şöyle bir tabloyla karşı karşıyaydık:

a) Rejiminin devrimci ve eşitlikçi yapısı çoktan ortadan kalkmış olan Sovyetler Birliği emperyalist politikasını Afganistan’ın işgaliyle taçlandırmış,

b) Bir zamanlar Sovyet revizyonizmine karşı, devrimci bir alternatif olarak algılanan Çin, pratiğine daha önce başladığı “Üç Dünya” teorisini 1977’de açıkça ilan etmiş, 1978’den itibaren kapitalist ekonomik reformları başlatmış olan Deng Şiao-ping kliği Kamboçya’yı işgal etmesini gerekçe göstererek 1979’da Vietnam’a karşı bir askeri operasyon düzenlemiş,

c) ABD’ne ve işbirlikçilerine karşı verilen savaşından sonra Nisan 1975’te iktidara gelen “Kızıl Kmerler” 1976-78 yıllarında kendi halklarına karşı jenosid boyutuna yaklaşan bir kıyım uygulamış,

d) Her ikisi de “sosyalist” olarak algılanan Vietnam ile Kamboçya arasında 1978-79’de meydana gelen savaş “Kızıl Kmerler” olarak bilinen Kamboçya Komünist Partisi yönetiminin devrilmesi ve Vietnam-yanlısı bir kukla yönetimin kurulmasıyla sonuçlanmış,

e) Kendisine büyük umutlar bağlanmış olan Küba büyük ölçüde revizyonist/ sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin güdümüne girmiş ve onun –özellikle Afrika’daki- vurucu gibi davranmaya başlamış,

f) 1960’lı ve 1970’li yıllara devrimci bir görünüm veren ve bir ölçüde metropol ülkelerin işçi sınıfı ve gençliğini de devrimcileştiren Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş hareketleri bazı istisnalar dışında sona ermiş,

g) 1960’lı yıllarda “üçüncü dünya” ülkelerinde işbaşına gelen sözümona sosyalist yönelimli ulusal burjuva iktidarlarının kapitalist ve işçi ve emekçi-karşıtı ve anti-demokratik nitelikleri ortaya çıkmaya başlamış,

h) Şubat 1979’da gerçekleşen İran İslam “devrimi”nin gösterdiği gibi siyasal İslam aktif olarak sahneye çıkmaya başlamış,

ı) Sovyet modern revizyonizminin, Çin revizyonizminin, Avrokomünizmin yıkıcı etkileri ve faaliyeti dünya komünist hareketini neredeyse tümden çökertmişti vb.

Bütün bu faktörlerin, başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de “toplumsal değişim”den yana olan sınıf ve katmanların hoşnutsuzluk ve enerjisinin devrimci ya da Marksist kanallara akmasını –kuşkusuz belli bir zaman aralığıyla güçleştirdiğini ve önemli ölçüde engellediğini, bunlara 12 Eylül sürecinin ve 1989-91 döneminde Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da meydana gelen olayların yarattığı yıkıcı etkinin eklendiğini söyleyebiliriz. 1984’te PKK’nın gerilla eylemlerine başlamasının ve 1986’dan itibaren Türkiye işçi sınıfının hareketlenmesinin tersi yönde bir etki yaptığı, yani TDH’nin toparlanmasına dolaylı bir katkı yaptığı ileri sürülebilir; ancak hareketin bir türlü aşamadığı ve belki tam olarak bilincinde de olmadığı kendi yapısal ve köklü zaafları konjonktürdeki bu kısmi avantajları değerlendirmesine olanak vermedi.

Objektif koşullar bağlamında, Türkiye işçi ve emekçilerinin devrimci geleneğinin düzeyini etkilediği ölçüde Türkiye’ye ve onun yakın tarihine bakmakta da yarar var. Marx şöyle diyordu:

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ama bunu sırf kendi keyiflerine göre yapmazlar. Kendileri tarafından seçilen durumlarda değil de, tamamen geçmişten gelen, geçmişin belirlediği koşullar altında yaparlar bunu. Tüm ölü kuşakların geleneği, yaşayanların beynine bir kâbus gibi çöker.” (Karl Marx, Louis Bonaparte’ın Onsekiz Brumaire’i, Köz Yayınları, Nisan 1975, s. 13)

Gene Marx, egemen sınıfın düşüncelerinin –tabii siyasal bakımdan ileri kesimlerinin devrimci partileri tarafından bilinçlendirilmedikleri ölçüde- ezilen sınıfların da düşünceleri olacağını söylüyor. Bu bağlamda, Türkiye işçileri ve sömürülen emekçilerinin büyük ölçüde Osmanlı-Türk egemen sınıflarının kollektif siyasal bilincinin ve tarihsel belleğinin etkisini taşıdıklarını söyleyebiliriz. Türkiye kapitalizmi, sadece Batı Avrupa’ya göre değil, Balkanlar’a ve Çarlık Rusyası’na göre de fazlasıyla gecikmiş bir kapitalizm idi. Aynı husus Türk milliyetçiliği için de geçerlidir. “Avrupa’nın hasta adamı” 19. yüzyıl boyunca “büyük” devletlerin giderek artan ve süreklilik kazanan kaba müdahalelerine hedef olmuş, esas olarak onların ve kısmen de Balkan halklarının yararına toprak yitirerek küçülmüş ve dahası 20. yüzyılın ilk onyılını geride bırakırken tümüyle dağılma ve yokolmanın eşiğine gelmişti. Bu dönem aynı zamanda kitlesel kıyımlarla ve olağanüstü nüfus hareketleriyle nitelenen bir dönemdir. Balkan halklarının ulusal bağımsızlıklarını elde etmelerine ve Çarlık Rusyası’nın özellikle Kafkasya’ya egemen olmasına bağlı olarak Anadolu bu bölgelerden ardı ardına gelen dev göç dalgalarının hedefi oldu. Bir araştırmaya göre 1855-1914 yılları arasında Anadolu’ya dört milyon göçmen geldi. (Bk. www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=11523) Bunun ardından Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşında hızla çökmesi, -aynı zamanda Türk burjuvazisinin ilkel kapitalist birikimini yapmasına olanak veren- 1915-19 Ermeni kırımı ve 1923-24 Rum-Türk nüfus mübadelesi, Anadolu’nun demografik yapısını hızla ve köklü bir biçimde değiştirdi. Bütün bunlara Cumhuriyetin kurulması sırasında ve sonrasında Kürt ayaklanmalarının ve Kürt halkına karşı gerçekleştirilen kıyımların etkisini eklemeliyiz.

Bu sürecin, sadece egemen sınıfların değil, aynı zamanda Türk halkının kollektif kimliğine damgasını vuran ve etkisini bugün bile güçlü bir biçimde hissettiren ve daha çok Ermeni ve Rum düşmanlığı biçimini alan ve “Soğuk Savaş” döneminde “Moskof” düşmanlığını da kapsayacak biçimde genişleyen köklü bir zenofobik ve milliyetçi ruh halinin oluşumuna yol açtığı söylenebilir. Bu ruh halinin, aynı sosyo-kültürel ortamda ortaya çıkan ve ana gövdesi itibariyle burjuva/küçük-burjuva demokratizminin çerçevesini aşamamış, bir başka deyişle proleter sosyalizmini kucaklayamamış olan TDH’nin ve onun bileşenlerinin lider ve kadrolarının zihniyetini, faaliyetlerinin tüm alanlarını ve kendini pratikte ortaya koyuş biçimini etkilemediği düşünülemez. Demek oluyor ki, TDH’nin pek çok öğesi üzerinde etkisini yakın zamana kadar sürdüren ve yer yer hala sürdürmekte olan Türk milliyetçiliğini, sadece, hatta esas olarak Kürt halkına ve ulusal kurtuluş hareketine karşı enternasyonalist yaklaşımın eksikliği ya da yokluğuyla açıklamak asla yeterli değildir.

Türkiye’de, ülkenin İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan işgali altında olduğu 1918-22 döneminde meydana gelen ve esas olarak işgal-karşıtı bir nitelik taşıyan halk örgütlenmelerinin direnişleri bir yana bırakılacak olursa 1960’lara kadar kitlesel ilerici-devrimci muhalefet eylemlerinin yaşanmamış olması, burjuva ideolojisinin ve burjuva milliyetçiliğinin Türk işçi ve emekçileri üzerindeki bu boğucu etkisinin uzun süre devam etmesine yardımcı olmuştur. Bu ağır baskı döneminde, işçi sınıfının çok sınırlı da olsa bazı eylemlerine ve örgütlenme çabalarına rastlanmasına karşılık, geniş Türk emekçi köylü yığınları sessizlik ve eylemsizliklerini muhafaza etmişlerdir. Objektif koşulların da etkisiyle Türkiye’de devrimci bir köylü hareketi geleneği oluşmamıştır. Bunun nedenlerini önemli ölçüde, Türkiye kırında feodalizmin göreli zayıflığında ve görece elverişli bir toprak-nüfus dengesinin varlığında aramak yanlış olmayacaktır. Dışardan gelen göçlere rağmen, a) ardı ardına gelen savaşların ve bu savaşların daha da pekiştirdiği/ derinleştirdiği yoksulluk, bitkinlik ve ekonomik çöküntünün yol açtığı demografik yıkım, b) Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı sırası ve sonrasında Ermenilerin ve Rumların kitlesel göçü ve/ ya da yokedilmesi ve topraklarına el konulması, kır nüfusunun ciddi bir toprak sorunuyla karşı karşıya olmadığı ve dolayısıyla bir toprak devriminin objektif zemininin zayıf olduğu anlamına geliyordu. (Bu, feodal kalıntıların ve köylü devrimi geleneğinin çok daha güçlü olduğu Çin deneyimini ve o temelde oluşan Maoist stratejiyi Türkiye’ye uygulamaya çalışan TKP (M-L) ve onun ardıllarının tuttukları yolun bir çıkmaz olduğunu da gösterir. TKP (M-L) kökenli örgütlerin, 1950 öncesinde bile uygulanma ve başarıya ulaşma olasılığı zayıf olan bu stratejiyi, dışa bağımlı kapitalizmin hızla geliştiği 1950 sonrasında, hatta bugün bile savunmaya devam etmeleri hem bir anakronizm, hem de TDH’nin yaşadığı trajedinin bir yansımasıdır.)

Bu tablonun tek ve önemli istisnası Kürt isyanlarıydı. Ancak, sosyo-ekonomik koşulları ve sınıfsal parçalanma/ farklılaşma açısından –Türk nüfusun yaşadığı esas Türkiye’den daha geri konumda bulunan ve devrimci önderlikten yoksun Kürt isyanlarının Türk işçi ve emekçilerinin olumlu doğrultuda hareketlenmesine katkıda bulunması beklenemezdi. İşin bu yanı üzerinde aşağıda, TDH’nin PKK’dan öğrenmesi gerektiği savını ele alırken duracağım.

Bir başka nokta, yazıda eylem biçimlerinin radikalliğinin öneminin abartılması ve devrimci pratiğin mutlaka şiddet öğesini içermesi, aksi takdirde bunun devrimci pratik olamayacağı anlayışı. Yazıda şunları okuyoruz:

“Pratik devrimcilik, gerçek karşılığıyla, şiddet içeren bir politika tarzı olarak devrimcilik, dünyanın her yerinde pratik olarak olasıdır. Fakat, genel görünümler itibarıyla devlet iktidarlarının ağır baskısıyla bu olanaklı olamamaktadır. 1960’ların sonlarıyla 1970’lerin başlarında pratik devrimcilik ABD’de bile yürütülebiliyordu. “Türkiye’de yürütülenle aynı kategoriden, ama bugün herhangi bir pratik devrimciliğin varolmadığı ülkeler kuşağından söz edilebilir.” Eğer bu saptama doğru olmuş olsaydı, örneğin Bolşeviklerin 1905 devrimi, 1917 Şubat ve Ekim devrimleri ve  kamulaştırma ve cezalandırma eylemleri gerçekleştirdikleri zaman dilimleri dışındaki dönemlerde devrimci pratik içinde olmadıklarının söylenmesi ve silahlı savaşıma öncelik tanıyan Sosyalist-Devrimcilerin Bolşeviklerden daha devrimci görülmesi gerekirdi. Bu yaklaşımın yanlışlığı ortadadır.

Radikal savaşım biçimlerinin, bir yere kadar onları uygulayanları zihinsel olarak da radikalleşmeye ve egemen sınıflardan kopmaya ittiği söylenebilir. Ancak hemen burada, toplumsal muhalefet hareketlerini değerlendirmede savaşım biçiminin belirleyici olmadığı/ olamayacağını belirtmem gerekir. Bir dizi ulusal kurtuluş hareketi ya da dinsel renkli direniş hareketi radikal savaşım metotlarına başvurmaktadır; ama bunun onların dünya görüşleri ve siyasal çizgileri bakımından da radikalleşmelerine yol açmadığı açıktır. Silahlı savaşım bu tür hareketlerin burjuva dünya görüşünün çerçevesi içinde kalmalarına, hatta siyasal bakımdan gericiliğe yakın durmalarına ya da düpedüz gericileşmelerine hiç de engel değildir. Özellikle şimdilerde içinden geçmekte olduğumuz gericilik dönemi türünden dönemlerde silahlı savaşımla reformist, tasfiyeci ve teslimiyetçi bir siyasal çizgiyle elele gidebilir. PKK’nın Abdullah Öcalan’ın yakalandığı 15 Şubat 1999’dan ve ABD’nde gerçekleşen 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra aldığı kah ABD-yanlısı, kah devlet-yanlısı eklektik gerici tavır, devrimci-olmayan bir çizginin pekala silahlı savaşımla birarada yürütülebileceğinin en belirgin örneklerinden biridir.

Tam da bu bağlamda tasfiyeciliğin sağ görünümler alabileceği gibi –kuşkusuz özü gene sağ olmak kaydıyla ‘sol’ görünümler de alabileceğinin altını çizmek isterim. (Bolşevikler ‘sol’ tasfiyeciliğin sağ tasfiyeciliğin tersyüz edilmiş biçimi olduğunu söylüyorlardı.) Bu konuda, devrim-sonrası Rusyası’nda Brest-Litovsk anlaşması çerçevesinde sürdürülen tartışmalar tipik bir örnek oluşturur. Anımsanacağı üzere Ekim Devriminin zaferinden hemen sonra Alman emperyalistleri Bolşeviklere barış için çok ağır koşullar dayatmışlardı. Savaş yorgunu Rus ordusunun dağılmış olduğu ve Sovyet iktidarının kendisini savunmak için gereken askeri olanaklara sahip bulunmadığı bu koşullarda Lenin ve yoldaşları zaman kazanmak ve bu arada Kızılorduyu örgütlemek, devrimi kurtarmak ve Sovyet iktidarının yıkılmasını önlemek için bu ağır koşulları geçici olarak kabul etmeyi öngörmüşlerdi. Koyu gericilerden Kadetlere, Menşeviklerden Sağ ve Sol Sosyalist-Devrimcilere kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan akımlar ve kitlelerin “yurtseverlik” ruh hali içindeki geniş kesimleri ne pahasına olursa olsun Almanlara karşı savaşın sürdürülmesini savunmuşlardı. Ama tuhaf olan, Trotski, Buharin, Radek, Piatakov gibi o günlerde ‘sol’ komünist konumda sayılan isimlerin de bu “yurtseverlik” dalgasının peşinde sürüklenmeleri, koşulların o an için kabul edilmesini zorunlu kıldığı Brest-Litovsk türü bir anlaşmaya karşı duygusal bir tepki göstermeleri ve kutsal bir devrimci savaş çağrısında bulunmalarıydı. Görünüşte ‘sol’ bir nitelik taşıyan bu çıkış, Sovyet iktidarını yıkılma tehlikesiyle yüzyüze getirdiği gibi, devrimci Rusya’nın daha da büyük boyutlarda toprak kaybına neden oldu; dahası içlerinde Lenin ve Stalin’in de bulunduğu Bolşeviklerin diretmesiyle engellenmemesi halinde bu “sol” muhalefetin çizgisinin yaşama geçirilmesi Almanların Petrograd’ işgal etmelerine ve Sovyet iktidarının çöküşüne yol açabilirdi. Tarihsel önem taşıyan Brest-Litovsk tartışması örneği, kitle kuyrukçuluğunun, bu somut durumda kitlelerin geri kesimlerinin milliyetçi-yurtsever duygu ve önyargılarına boyun eğmenin pekala en ‘sol’ ve en ‘radikal’ yaklaşımlarla elele gidebileceğini gösterir.

Türkiye’de ne yazık ki pek fazla bilinmeyen, ancak dünya devrimci hareketinin tarihinde kara bir leke oluşturan ve dünya burjuvazisine devrim ve sosyalizm ideallerini karalamak için eşsiz bir silah vermiş olan “Kamboçya deneyi” de ‘sol’ oportünizmin bir biçimi olan ve ‘radikal’ köylü ve küçük-burjuva devrimciliğinin bir ürünüdür. “Kızıl Kmerler”, kentleri gericiliğin, kırları ise devrimin kalesi olarak gören Maoizmin, özellikle Çin’deki “Büyük Proleter Kültür Devrimi” dönemindeki (1966-69) yaklaşım ve pratiğinin abartılı bir versiyonunu temsil ediyorlardı. “Kızıl Kmerler”in, Kamboçya’nın ABD emperyalizminin ve uşaklarının pençesinden kurtuluşunun ardından yaşama geçirmeye giriştikleri anti-Marksist toplum mühendisliği projesi –1975’te nüfusu 7.3 milyon olan bu ülkede– 1 milyon dolayında insanın ölümüne yol açmıştı. 1978-79 savaşı sonucunda devrilen ve Tayland’a sığınan “Kızıl Kmerler” 1980’li yıllarda Kamboçya’daki Sovyetler Birliği ve Vietnam yanlısı yönetime karşı savaşımlarını sadece Çin’in değil aynı zamanda ABD’nin askeri, lojistik ve diplomatik desteğine dayanarak sürdürdüler. Dünya devrim tarihinin en ‘sol’ ve en ‘radikal’ hareketleri arasında yer almış olan “Kızıl Kmerler”in yaşadığı bu savrulmanın hiç de şaşırtıcı ya da rastlansal olmadığı bellidir.

2000-2007 Ölüm Orucu bu ‘sol’ görünümlü tasfiyeciliğin herhalde en trajik örneklerinden birini oluşturur. Teori ve Politika’nın kendisine biçtiği misyonun ve bu derginin konumunun nezaketini dikkate almakla birlikte, yazının bu eylemi değerlendirmede –tıpkı TDH’nin ana gövdesinin yaptığı gibi– fazlasıyla sakınımlı ve diplomatik bir üslup kullandığını söyleyebilirim. Katılan örgütlerin, devletin TDH’ni tasfiye etmek için giriştiği F-tipi saldırısını durdurmak için gerçekleştirdiklerini ileri sürdükleri bu eylemde herhangi bir siyasal kazanım elde edilmeksizin 120’den fazla devrimci kadro yaşamını yitirdi, yüzlercesi yaralandı ve sakatlandı. Bu, devrimci hareketin Türk egemen sınıflarının zindanlarda yıllardır giriştiği çeşitli saldırılarda verdiği kayıpların çok üzerinde bir rakama denk gelmektedir. Asıl önemlisi ise şu: ÖO’nun çıkış noktası ya da esas gerekçesi özünde sağ bir nitelik taşıyordu; eylemi başlatan devrimci örgütler tutsakların F-Tiplerine fiilen direnerek gitmelerini bile adeta teslimiyetle özdeşleştiriyor, bu zindanlarda devrimci kişilik ve onuru korumanın neredeyse olanaksız olduğuna inanıyordu. Oysa –Vietnam, Çin, Yunanistan vb. iç savaşlarının zindan deneyiminin de gösterdiği gibi dünya devrimci pratiğinin, benzer ya da daha/ çok daha zor koşullarda devrimci kadroların onurlarını ve inançlarını koruyabildiklerini gösterdiği biliniyor. Dahası, TDH bakımından bu denli önemli bir dönemeç oluşturan ve ilgili örgütlerin “Yüzyılın Direnişi” diye nitelendirdikleri bu eylemle ilgili olarak –bilebildiğim kadarıyla Alınteri’de yayımlanan uzun bir yazı dizisi bir yana konacak olursa– ciddi bir tartışma, muhasebe ve özeleştiri yapmamış olmalarının başlıbaşına bir ciddiyetsizlik olduğu, dahası bu direnişte şehit düşen ve sakatlanan devrimci kadrolara karşı bir saygısızlık anlamına geldiği açıktır.

4-5 Ekim 2005 tarihli “MKP’nin Ölüm Orucu Değerlendirmesi Üzerine” başlıklı yazımda şöyle demiştim: “ÖO eylemi son derece olumsuz ve yıkıcı olmuş, karşı-devrim cephesinin ekmeğine yağ sürmüş ve kulakları sağır eden bir ‘sol lafazanlık gürültüsü’ arasında bir devrimci kuşağı tasfiye etmiştir. Buna, en yakınımızdaki tutsak ailelerinin çoğunluğunun ve ilerici kamuoyunun devrimci örgütlerden uzaklaşması, devrimci hareketin işçiler ve diğer emekçiler arasında sahip olduğu sınırlı siyasal etki ve prestijin de bitmesi ve onun şimdiye kadar olmadığı ölçüde marjinalleşmesi eklenmelidir. Üstelik bütün bunlar, devrimci hareketin, bu kollektif siyasal intihar eylemini ellerini oğuşturarak seyreden düşmanına hemen hemen hiçbir maddi ya da manevi darbe indiremediği koşullarda gerçekleşti.”

Lenin işte bu nedenle,

“Gerçek devrimci için en büyük, hatta belki de tek tehlike, abartılmış devrimciliktir, devrimci yöntemlerin uygun olduğu ve başarıyla uygulanabileceği sınırları ve koşulları tanımamaktır. Gerçek devrimciler ‘devrim’ sözünü büyük ‘D’ ile yazmaya, devrim’i neredeyse kutsal bir yere çıkarmaya ve akılları başlarından gitmeye, ne zaman, hangi koşullarda ve hangi eylem alanında devrimci davranmak, ne zaman hangi koşullarda reformist eyleme dönmek gerektiğini serinkanlılıkla ve duygusallıktan uzak olarak düşünme, tartışma ve değerlendirme yeteneklerini kaybetmeye başlayınca tepe üstü düşüyorlar, bozgundalar demektir” (“Bugün ve Sosyalizmin Kesin Zaferinden Sonra Altının Önemi”, Sağ ve Sol Sapmalar Üzerine, Ankara, Ekim Yayınları, 1990, s. 220) diyordu.  

Yazıda TDH’nin PKK’ya yaklaşımı şu sözlerle eleştirilmiş:

Türkiye devrimci hareketinin deneyimini, yanı başımızdaki hatta ‘iç’imizdeki bir başka örnekle kıyaslamak da zorunludur. PKK’de somutlanan deneyim, devrimci hareketin boyunu posunu görmek bakımından eşsiz bir örnek olması gerekirken; örgütlerimiz, komünist niteliklerinin peşin önceliğine dayanarak PKK’den kendilerine ‘ayrıcalık’ bekleyebildiler.

PKK, mücadelenin her türü ve tarzıyla olduğu kadar, mücadele için gereken gücün ne demek olduğunu canlı bir laboratuvar olarak göstermek bakımından eşsiz bir deneyimdir. Türkiye devrimci hareketinin bu laboratuvarı değerlendirebildiğini söylemek mümkün değildir.”

Kuşkusuz TDH’nin; milyonlarca insanı etkileyen, yüzbinleri sokağa dökebilen, yaşamın bir dizi alanında örgütlenmeyi başarabilen, Türk ordusunun psikolojik savaş amaçlı gevezeliğe dayanan sahte özgüvenini savaş alanlarında yerle bir eden ve Kürt halkının, üzerindeki ulusal boyunduruğu kırma potansiyelini sahip olduğunu kanıtlayan PKK’dan öğreneceği şeyler vardır. Ancak bu derslerin sınırlı olduğunu anlamayanlar ve özellikle benzer taktikleri ve savaşım biçimlerini Türkiye’ye taşımaya çalışanlar, yaşananların da göstermiş olduğu gibi hayal kırıklığına uğramaya mahkumdurlar. Bu bağlamda, DHKP-C’nin önceli Devrimci Sol’un 1980’lerin ikinci yarısı ve 1990’ların başlarında esas olarak büyük kentlerde, ama aynı zamanda belirli kırsal alanlarda giriştiği –ve bir çoğu tekniksel açıdan hayli başarılı silahlı eylemlerin beklenen siyasal sonuçları vermediğini ve dahası bu hareketin yıkıcı darbeler yemesine yol açtığını anımsatmak isterim. O dönemde en azından Devrimci Sol/DHKP-C’nin, ama onu izleyen yıllarda TDH içindeki bir dizi çevrenin de kavramadığı bu sınırlılık, her iki devrimin objektif nitelikleri arasındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce Kürdistan devrimi yapısına, ulusal ve demokratik görevlerin damgasını vurduğu ve kırsal/ taşra/ küçük kent niteliği belirgin bir devrimdir. Türkiye devrimi ise, proletarya-burjuvazi çelişmesinin keskinliği ve kapitalizmin göreli gelişmişliğine bağlı olarak demokratik devrimden sosyalist devrime çok hızlı bir geçişin (ve sosyalizmin inşasının) koşullarının ana çizgileriyle olgunlaşmış olduğu ve proletaryanın ve büyük kentlerin şimdiden damgasını bastığı bir devrimdir ya da öyle olacaktır. PKK –diğer tüm ulusal kurtuluş hareketlerinde olduğu gibi– en devrimci döneminde bile ufku bağımsız ve demokratik bir Kürdistan, yani bir başka sınıflı toplum oluşturmakla sınırlı bir örgüttü. Bu iki devrim arasındaki farklılıklar anlaşılmazsa Kürdistan devriminin Türk işçileri ve diğer sömürülen emekçileri üzerinde çekici ve sürükleyici bir etki yapma potansiyelinin çok az olduğu da anlaşılamaz. Lenin, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü” adlı makalesinde şöyle diyordu:

“Şimdiki tarihsel dönemin koşulları altında, kent kıra ve kır da kente eşit olamaz. Kent kaçınılmaz olarak kıra önderlik eder. Kır kaçınılmaz olarak kenti izler. Burada tek sorun. ‘kent sınıfları’ndan hangisinin kıra önderlik etmeyi başarabileceği, bu amacına ulaşabileceği ve kentin önderliğinin hangi biçimlere bürüneceğidir.” (“The Elections to the Constituent Assembly and the Dictatorship of the Proletariat”, Selected Works, Cilt 6, Londra, Lawrence & Wishart Ltd, 1936, s. 467)

Mayıs 1993’de kaleme aldığım “Saflarımızdaki Askeri Sapmaya Karşı” başlıklı yazımda, emperyalist işgal koşullarında ya da ezilen bir ulusun egemen ulusça vahşi bir boyunduruk altına alınmış olduğu koşullarda silahlı savaşım konusunu incelerken şunları söylemiştim:

“Tarihsel deneyimler bu tür durumlarda ezilen/ boyunduruk altında tutulan ulusla emperyalist/ ilhakçı devlet arasında, birincisinin zararına çok büyük bir güç dengesizliği yoksa ve/ ya da uluslararası konjonktür birincisi açısından olağanüstü bir elverişsizlik göstermiyorsa, silahlı savaşımı başlatmanın ve süreç içinde zafere ulaştırmanın nesnel koşullarının genel olarak var olduğunu göstermektedir. Çeşitli sömürgelerdeki, işgal ya da ilhak altına alınmış ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşları bu kategoriye girerler. Buralarda emperyalist/ ilhakçı güçlerin uyguladıkları beyaz terör ve zorunlu olarak ‘yabancı’ bir ulusal kimlikle ortaya çıkmış olmaları nedeniyle nesnel koşulları olgunlaşmış olan silahlı savaşım ilk başlarda görece uzun bir sürece yayılan ve kitlelerin görece uzun bir süre doğrudan ve aktif katılımının sözkonusu olmadığı bir gerilla savaşı biçimine bürünebilir. Ancak bunun böyle olması, hiçbir şekilde bu gerilla savaşının bir öncü savaşı olduğu anlamına gelmez. Genellikle başlangıç aşamasında bile, ezilen ulusun emekçi kitlelerinin siyasal bakımdan en ileri ve en duyarlı kesiminin aktif desteği ve katılımına, geniş emekçi kitlelerin de pasif desteğine, Lenin’in deyişiyle pozitif yansızlığına güvenebilecek olan böylesi bir silahlı savaşım özü itibariyle fokocu ya da bireysel değil, kitlesel bir karakter taşır.

Nesnel koşulların ezilen/ boyunduruk altındaki bir ulusun geniş ve açık bir siyasal kitle seferberliği olmaksızın bu kitlelere dayanarak silahlı savaşımı başlatmaya elverişli olduğu yerlerde, küçük-burjuva ya da komünist devrimci önderliğin kendi öznel hazırlığını bir ölçüde tamamladıktan sonra silahı patlatabilmesi, Marksist-Leninist birikimi yeterli olmayan devrimcilerin, buralardaki ulusal-devrimci savaşımların esas olarak iradi bir olay olduğu yanılsamasına düşmelerine yol açabilir ve açmaktadır da. Ama, nasıl bu koşullar altındaki ülkelerde başlatılan gerilla savaşı bir öncü savaşı olmaktan çok, açık bir biçimde ortaya çıkmamış/ çıkamamış olan kitle muhalefetinin silahlı bölümünden başka bir şey değilse, buralarda gerçekleşen devrimler de, nesnel koşulları sayılan etkenlerin katkısıyla olgunlaşmış oldukları için, esas olarak iradi ve önceden planlanabilir olaylar değillerdir.”

Bu söylediklerimden; devrimci inisiyatifin, devrimci iradenin ve devrimci öncünün rolünü küçüksediğim izlenimi edinilebilir. Oysa ben tam tersini düşünüyorum. Türkiye gibi, halkı –Osmanlı geçmişi nedeniyle– emperyal hayaller ve önyargılarla belli ölçüde zehirlenmiş, ezen ulus milliyetçiliğin köklerinin hayli güçlü olduğu, kitlelerin devrimci deneyimlerinin ve geleneklerinin görece zayıf ve küçük burjuvaziye ve kısmen de lumpen proletaryaya özgü ruh halinin görece yaygın olduğu bir ülkede devrimci öncünün kitlelerin kendiliğinden gelme hareketine ve devrimci-olmayan ya da yüzeysel devrimci eğilimlerine karşı koyma irade ve cesaretiyle donatılmış olması başka yerlerde olduğundan daha da önemlidir. Türkiye’de devrimci öncü, emekçi kitlelerin geri yanlarıyla uzlaşmasını ve zaman zaman ortaya çıkan küçük-burjuvaca devrimci dalgalanmalarının kuyruğunda sürüklenmesini önleyecek bir teorik-siyasal donanıma ve onların bilinç ve eylemlilik düzeyini yükseltecek bir devrimci irade ve kararlılığa sahip olmak zorundadır. Öte yandan TDH’nin tarihi, bu gerekliliğin yarı-bilinçli ve adeta içgüdüsel tarzda kavranışının gerçek devrimcileri, kitlelerden kopuk ve öncüyü temel alan bir devrimcilik tarzını yaşama geçirmeye ittiğini göstermiştir. Başka yerlerde olduğu gibi Türkiye’de de komünist ve devrimci öncülerin –büyük bir değer taşıyan– devrimci irade, inisiyatif, kararlılık ve yiğitlikleri, proletaryanın ve diğer sömürülen ve ezilen ve sömürülen yığınların savaşımıyla birleştirilemediği sürece, ülkedeki sınıf savaşımının akışı üzerinde hiçbir ciddi ve kalıcı etki bırakamayacaktır.

13-16 Eylül 2008

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar