Ana SayfaArşivSayı 46Post-Devrimcilik Dönemi: Ne Diyorlar?

Post-Devrimcilik Dönemi: Ne Diyorlar?

 

 

Post-Devrimcilik Dönemi:
Ne Diyorlar?

● Yürüyüş ● Teoride Doğrultu ● Partizan
● Devrimci Demokrasi ● Kızıl Bayrak
● Ufuk Çizgisi ● Yol ● Türkiye Gerçeği ● Köz
● Evrensel ● sendika.org ● Teori ve Politika

———————- —————–

Ne Diyorlar?: Halk Gerçeği

 

İsyanı büyütelim!

(Halk Gerçeği, Sayı: 6, 11 Mayıs 2008) 

Taksim’deki kararlılık ve gerçekleştirilen isyan, solun kitlelerin güvenini kazanabilmesinde bir adım olarak görülmeli ve bu isyan büyütülmelidir.  

[Direniş nedir?] 

Faşist terör karşısında yılmayan, gerilemeyen, politik hedefinde ısrar eden bir direniş gerçekleştirdik 1 Mayıs’ta. Taksim direnişi, bir isyandır. Gecekondu semtlerinden, fabrikalarından, okullarından çıkıp Taksim’i zaptetmek için yürüyenler, geçen sene nasıl bir terörle karşı karşıya kalındığını biliyorlardı. Buna rağmen geldiler. Taksim direnişi, faşist teröre karşı bir isyandır. Zulme meydan okumadır. İsyan, mevcut yasalara, yasaklara başkaldırıdır. Tüm tehditlere ve teröre rağmen, saatlerce Taksim’i zaptetme hedefiyle çatışmak, faşist işgale karşı cüretli bir isyandır. Taksim’deki bu isyanı yaratan, politikalarıyla, örgütlülükleriyle devrimcilerdir. Ne yazık ki, 1 Mayıs’ta Taksim’de olma kararında hemfikir olduğumuz güçlerin önemli bir bölümü bu isyanın içinde yer almamışlardır.  

Bunun yerine konfederasyonlar nezdinde “eylemi bitirme” geri adımı atılırken, reformist cephede de icazetçi, pazarlıkçı, çatışmadan ve direnişten uzak tavırlar geliştirilmiştir. Bunları direniş olarak değerlendirmek, direnenlere karşı haksızlıktır. İcazet, isyan değildir. İcazet sınırları içinde isyan edilemez. Devrimcilerin önderliğinde bir direnişle icazet reddedilerek, Taksim statükosuna karşı isyan edilmiştir. Şişli’de, Pangaltı’da, Bomonti’de, Cihangir’de… kısacası Taksim çevresindeki bütün cadde ve sokaklarda HÖC’lüler en önde ve en kitleseldirler. Bu anlayışla çatışmış ve direnmişlerdir. İçinde HÖC’ün de yer aldığı Devrimci 1 Mayıs Platformu Taksim etrafında çatışan tek örgütlü güçtür.  

(…) DİSK ve KESK yönetimi, iktidarın dayatmasını aşacak bir kararlılık gösterememişlerdir. Bu tavrın “sorumluluk” adına, “sağduyu” adına, “provokasyonu önleme” adına alındığını söylemek doğru değildir. Açık bir geri adım atılmıştır. İşgale boyun eğilmiştir. Bu tavrın “faciayı önledik” diye açıklanması yerinde değildir.  

[40 yıldır…] 

Biz düzeniçi olmayı reddediyoruz. Hayatın her alanındaki isyanın politik zemini de budur zaten. Düzeniçi olmak, isyan etmemek veya edememek; düzenle uzlaşma içinde yaşamaktır. Reformist anlayış, bu nedenle Taksim direnişinde bizimle olamamıştır. Türkiye tarihi kanımızın aktığı bir tarihtir. Türkiye devrimci hareketinin tarihinde, devrim ve iktidar hedefli büyük yürüyüşümüzün başlamasından bu yana, yaklaşık 40 yıldır, kanımızın akmadığı tek bir dönem yoktur. Hapishanelerin devrimcilerle dolu olmadığı tek bir dönem yoktur. Ve bu gerçeğe rağmen, onyıllardır sosyalizm, komünizm adına mücadele verdiğini iddia eden kimilerinin tek bir şehit vermemesi, büyük laflar etmekte kimseden geri kalmayan bazılarının tek bir tutsağının dahi olmaması, hem hayret verici, hem muhasebesi gerekli bir olgudur. Bizim gibi bir ülkede böyle bir şey nasıl mümkün olabilmektedir?  

[Zafer yolu] 

Eğer 1 Mayıs 2008 günü, herkes, TKP gibi, EMEP gibi, ÖDP gibi yapsaydı, herkes DİSK binasının önünden 20 metre bile yürüme iradesi göstermeyen iradesizliğe, ardından da “eylemi burada bitiriyoruz” açıklamasına tabi olsaydı, ortaya nasıl bir tablo çıkardı? O zaman ortada “1 Mayıs direnişi” diyebileceğimiz bir şey olur muydu?  

Kimse ucuz “alan fetişizmi” gibi kavramlarla, direnişi küçümsemeye ve kendi pasifizmini perdelemeye kalkmasın. Şablonculuk ve dogmatizm arayan, “fetişizm” suçlaması yapan reformizm, kendi teorisine ve pratiğine bakarsa, bunları fazlasıyla görebilir. Zafer yolu bazen Taksim’den, bazen bir başka alandan geçer; hakları, özgürlükleri kazanmak için bazen yasal mitinglerde yürümek, bazen barikatlarda direnmek gerekir. Bu ülke tarihi, mücadele tarihi tanıktır ki, statükoların, şablonların esiri olan devrimciler değil, reformizmdir. Bunlar aşılmalıdır.  

[Kitleselleşme sorunu] 

Öncesi ve sonrasıyla 1 Mayıs sürecinde açığa çıkan zayıflık ve zaaflarımızın üzerine gitmeliyiz. Tartışmamak, varolanla yetinmek, oligarşinin statükolarına isyan etmeyen asgari bir direnme çizgisiyle yetinmek, bizi ilerletmez. Bir bütün olarak solun kitleselleşme sorunu halen sürmektedir; bu sorun, kimsenin “1 Mayıs’ta Taksim değil, Kadıköy olsaydı daha kitlesel olurdu” kolaycılığıyla külleyemeyeceği bir sorundur. Tam tersine, sol, düzenle, sistemle çatışmama çizgisini, çatışmaya, isyana cüret edememeyi sorgulamalıdır. Çünkü, kitleleri soldan uzaklaştıran, kitlelerin sola güvensizliğine yol açan tek neden değilse de, en önemli nedenlerden biri budur. Yıllardır, kitlelerin en geri eğilimlerine seslenmek üzere, sağcılığı, pasifizmi, kitle kuyrukçuluğunu, icazetçiliği, parlamenterizmi teorileştirenlerin, bu onyıllarda aldığı, alabildiği, yaratabildiği sonuç ortadadır.  

[Geri tavrı meşrulaştırmak] 

Taksim’de ortaya konulan kararlılık ve gerçekleştirilen isyan, solun kitlelerin güvenini kazanabilmesinde bir adım olarak görülmeli ve bu isyan büyütülmelidir. İsyanı büyütmemizin araçlarından biri, solun birliğini sağlamaktır. Çağrısını yaptığımız Devrimci Demokratik Cephe, isyanı büyütmemizin aracı olabilir. 1 Mayıs oligarşik iktidarın zayıflığını da göstermiştir. Solun çok büyük bir kitleselliği hayata geçiremediği koşullarda bile, 1 Mayıs gündemi oligarşiye dayatılmış ve AKP iktidarı bu noktada sıkıştırılıp teşhir edilebilmiştir. Ve önceki sayımızda da belirttiğimiz gibi, Taksim’in 1 Mayıs Alanı olmasını da er geç tanıyacaklardır. Bunda, belli bir noktaya kadar da olsa, solun çeşitli kesimlerinin birlikteliğini sağlamış olmanın payı vardı. Bu birlik parçalandığı noktada, oligarşi güçlü konuma geçmiştir.  

Taksim’deki devrimci isyan, güç olmuş, moral vermiştir. Bu, isyanın içinde olmayanlar için de geçerlidir. Statükoları, geri tavırları meşrulaştırmaya, teorileştirmeye çalışmak yerine, bu moral ve güç büyütülmelidir. 1 Mayıs oligarşiyle çatışma konularından yalnızca biridir ve sınıflar mücadelesinde çatışma süreklidir. Bizim yalnız 1 Mayıs için değil, bu kavgayı daha güçlü sürdürmek, faşizme, emperyalizme karşı isyanımızı büyütmek için bir cepheye ihtiyacımız vardır.  

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Teoride Doğrultu

Bir çifte kriz durumu ve devrimci

hareketin rönesansı

(İbrahim Çiçek, Teoride Doğrultu, Sayı: 21, Temmuz – Ağustos 2005)

[Tasfiye saldırısı]

Devrimci hareketin durumu, üst üste binmiş ‘yapısal kriz’ ve ‘güncel kriz’ gerçeklikleri tarafından belirleniyor. Bu nedenle devrimci hareketi bugün bir ‘çifte kriz’ tanımıyla çözümlemeye çalışmak, oldukça verimli olabilir. (…)

Faşist rejim, ‘90’ların ortalarında devrimci örgütlere ağır kayıplar verdiren bir tasfiye saldırısı gerçekleştirdi. Büyük ölçüde başarılı da oldu. 90’ların ortalarına değin devrimci hareket halihazırda siyasi bakımdan ilerlemesini sürdürüyor olmasına karşın, örgütsel bakımdan çok zor bir duruma itilmişti. Devrimci hareketin ‘güncel kriz’i dediğimiz durum, bu örgütsel durumun üzerine ’96 1 Mayısında antifaşist hareketin kırılarak ılımlı bir çizgiye yönelmesiyle birlikte ‘90’lı yılların ortalarında oluştu. (…)

(…) Devrimci hareket giderek politik gelişmeleri belirleyen anlamlı bir politik etken olmaktan çıkar.

Devrimci örgütlerin güçlerinde belirgin bir örgütsel daralma ve dağılma yaşanır. İlerleme ve devrimci örgütlerin yükselişleri sürecinde saflarına katılanların önemli bir kesiminin devrimci hareketin saflarını terk etmiş olmaları çarpıcıdır. Devrimci örgütlerin kuvvetlerine hakimiyet, önderlik ve yönetme gücü düşer. Örgütlerin çeperinde, yer yer de içinde dejenerasyon ve çeteleşme eğilimleri baş gösterir. Örgütlerin saflarında kendi çizgisine güvensizlik, irade ve eylem birliğinin sarsılışı, bir çeşit ideolojik çözülmenin içten içe gelişmesine neden olur. Demek ki güncel kriz, politik, örgütsel ve ideolojik / teorik bakımdan, yani üç boyutlu olarak bir kendini yeniden üretememe durumudur.

(…) ‘90’ların ortalarında oluşan ‘güncel kriz’ ne oldu?

19 Aralık zindan katliamı ve onu izleyen 2001’in devrimci hareketin güncel krizinin en şiddetli anına / sürecine tekabül ettiğini saptayabiliriz. Devrimci hareket ancak 2002/2003’ten başlayarak güncel krizden çıkış sürecine girmiştir. (…)

[Komünistler güncel krizden çıktı]

Biz, Marksist Leninist komünistleri güncel ve yapısal krizin dışında görmüyoruz. (…) Marksist Leninist komünist partisi ‘güncel kriz’i ‘99/2001 sürecinde parti krizi olarak yaşamıştır. 2001/2002 3. kongre sürecinde parti krizi aşılmış, ‘güncel kriz’den hakikaten çelikleşerek çıkmıştır.

(…)  Sosyalizm iddialı parti ve örgütler, devrimci yapılar, ‘90’larda (ve büyük ölçüde günümüzde) hala içerisinde oluştukları eski, aşılan tarihsel koşullarda şekillenen teori, program, strateji, taktik ve örgüt anlayışlarıyla, politik mücadele ve önderlik zihniyetiyle hareket etmektedirler. Yapısal kriz dediğimiz tam da budur. (…) ‘Yapısal kriz’in teorinin krizi, ‘Marksizmin’ ya da aynı anlamda olmak üzere ‘Marksist teorinin krizi’ olmadığını, böyle algılanamayacağını özellikle vurgulamalıyız. Çünkü krize konu olan teori değil, siyasal harekettir.(…)

(…) Bugün içerisinde bulunduğumuz yapısal krizin kapsam ve içeriği, uluslararası komünist hareketin daha önce yaşamış olduklarından çok daha yüklü bir dünya-tarihsel arka plana sahiptir.

MLKP’nin devrimci harekette öne çıkışı, diğer devrimci yapılardan daha enerjik ve yaratıcı oluşu nasıl açıklanabilir? Kimileri bu durumun her an sona erebilecek bir durum, bir tesadüf olduğunu düşünme eğiliminde görünüyorlar. Olabilir, herkes istediği gibi düşünmekte özgür… MLKP’nin ‘üstün yanı’ / farkı, her şeyden önce güncel krize ve yapısal krize müdahalesinin üst üste binmesi ve iç içe geçmesi olmasındadır. Güncel kriz/parti krizini anlama, çözümleme ve aşma, güç ve yeteneği ile yapısal krizi anlama ve yanıtlama güç ve yeteneğinin pozitif buluşması hem büyük bir enerji ve hem de büyük bir esneklik ve yaratıcılık açığa çıkartmaktadır.

Güncel krizin aşılması çizgisi, yapısal krize müdahale olanaklarını biriktirirken, yapısal krizin aşılması yönündeki dikkate değer her ilerleme, sağladığı açılımla güncel devrimci pratiğin önünü açmaktadır. Diğer yandan, yapısal kriz, ‘eski’ yapılar üzerinde tasfiyeci / çözücü ya da reaksiyoner tutucu, dogmatik, taşlaştırıcı etkilere, tepkilere neden olabilmektedir. Çifte kriz koşullarında güncel krizin çözümsüzlüğü, süreğenleşmesi durumu ise tarihsel varlık hakkının kazanılması, elde edilmesi iddiası şurada kalsın, ortaya dolaysız biçimde bir varlık yokluk sorununu çıkartmakta ve yaşatmaktadır.

‘Devrimci hareket’in ‘güncel kriz’i ve ‘yapısal kriz’inin karşılıklı etkileri nelerdir? Yapısal kriz gerçekliği, güncel krizi önemsiz kılar mı? Genel olarak devrimci parti ve örgütler, devrimci hareketin içerisinde bulunduğu yapısal krizi anlamaktan ve hatta kabullenmekten uzak görünüyorlar. (…)

Yapısal kriz, bütün sosyalizm iddialı parti ve örgütleri ve devrimci yapıları tarihin sınavına sokmuş bulunuyor. Yapısal kriz karşısında her bir yapı –varoluş formunun ne olacağından ayrı olarak– tarihsel varlık hakkını elde etmek gibi bir sınavla karşı karşıyadır.

[Gerekli miyim?]

Güncel kriz bir kendini üretememe durumu ise, yapısal krizin de yukarıda tarif edildiği şekilde bir tarihsel olarak kendini yeniden üretme / üretememe durumu olduğu söylenebilir. Haliyle sürecin bu ikili karakterinin kimi gruplar bakımından bir varlık yokluk sorunu yaratacağını / yarattığını görmek gerekiyor. Evet, devrimci hareket krizden çıkış yolunda ilerliyor, ama bu aynı zamanda kimi grupların varlık haklarını kaybetmeleri durumunu daha da çok belirginleştiren bir süreç olarak yaşanıyor. Niçin varlık hakkı kaybı oluyor? Bu, bir önceki dönemin koşulları ve şekillenişi içinde kendi varlığını devam ettirebilmenin dayanağı olan somut olanakların, devrim ve sosyalizm mücadelesinin tarihsel bakımdan köklü değişimlerle oluşan yeni koşulları tarafından önemli ölçüde boşa çıkarılmış olmasıyla ilgilidir. Demek ki, tarihsel varlık hakkı yeniden kazanılmalıdır. Öyleyse, önce yaman bir soru: Ben gerekli miyim? Bu soruyu tutarlı materyalist zeminde yanıtlama cesaretini yüklenen her kolektif özne, varlığını devrimci temelde yenileyen, dönüşüme uğratan ve geliştiren, süreci de örgütleyip yönetebilme fırsatını yakalayabilecektir. Tarihsel varlık hakkının bu soruya olumlu yanıt verenler bakımından işçi sınıfı ve ezilen kitleler için de gerekli hale gelme dışında bir pratik-somut ölçütü yoktur. (…)

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Partizan

Kitlelere güven, savaşa kilitlen;

kazanacağız!

(Partizan, Sayı: 62, Ağustos – Eylül 2007)

[Temel sorun genel yetmezlik]

Proletarya Partisi’nin 8. Oturumu başarıyla ve yapının tam birliğiyle sonuçlanmıştır. Kimi tali eksikliklere karşın sorunsuz bir örgütlenme gerçekleştirilmiştir. (…)

İdeolojik-politik bir değerlendirme yaptığımızda, genel olarak sınıf mücadelesinde olunması gereken yerin gerisinde olduğumuzu açıkça kabul etmemiz gerekir. Bu tespit, tüm faaliyetimiz gözden geçirildiğinde açıkça görülmektedir. Somut koşulların somut tahlili ve politika ya da taktiklerin gerçeklere göre belirlenmesinde devam eden genel yetmezliğin, aynı şekilde oturum için de geçerli olduğunu görmek gerekir.

Bu temel sorunumuzdur.

[Artık geri dönülmez bir süreç başladı]

Kendimizi sürece hazırlamada genel olarak başarısız kaldık, ancak sürecin proletarya lehine geliştiği vurgusunun haklı ve yerinde olduğunu bugün daha net görmekteyiz. 7. Konferans’ın belirlediği asıl görevi yerine getirmedeki başarısızlığımız, gerçekte yine onun vurguladığı objektif şartlardaki gelişimi kavrayamamaktan ileri gelmektedir. O gün, şartların ilerlediği yönüne vurgu yaparken, bugün koşulların proleterlerin lehine değişmeye yüz tuttuğunu, artık geri dönülmez bir sürecin başladığını rahatlıkla söyleyebiliriz. (…)

Burjuvazi ile proletarya arasındaki kesintisiz ve uzlaşmaz karşıtlık, günümüzde daha net görülmektedir ki bu karşıtlık proleterlerin lehine dönmüştür. (…) Bu dönemin genel olarak kavranması gerekir; çünkü yaşanan karamsarlık, güçsüzlük, edilgenlik gibi bizlerin de yaşadığı kimi ideolojik problemler gıdasını bu sürecin kavranmamasından, anlaşılmamasından almaktadır.

Eğer gerçeğin bilgisine sahip değilseniz, önderlik edemez ve ideolojik olarak savrulmalar yaşarsınız.

[Marksizm-Leninizm-Maoizmin gerilemesi]

Emperyalizm, tarihinin en ciddi bunalımını yaşamakta ve işçi ve emekçi mücadelesi tüm dünyada kapsamlı bir şekilde aynı hedefleri, aynı hırçınlıkla dövmeye yönelmişken komünist partileri henüz dağınıklığı ve yetmezliklerini aşabilmiş değiller. Bugün bu sorunu açıkça ortaya koymak zorundayız ve 8. Oturum da bunu açıkça belirtmiştir. (…)

Marksizm-Leninizm-Maoizm biliminin Başkan Mao’nun ölümünden, proleter hareketin Büyük Proleter Kültür Devrimi ile eriştiği doruk noktasından bu yana bir durağanlık yaşadığını ve büyük ölçüde gerçekleri çözümlemede atıl kaldığını belirlemek yanlış olmayacaktır. Elbette ki bu MLM bilimin yetersizliği değildir; aksine onun içeriğindeki bilimsellik bu sorunun varlığını kabul eder. Durağanlık ya da atıllık, bilimin niteliğinden ayrı olarak onun savunucularının, işi onu üretmek olanların ideolojik duruşundandır. (…) 70’li yılların sonuna kadar ideolojik planda üstünlüğünü perçinleyen Marksizm-Leninizm-Maoizm son ideolojik saldırılar karşısında hareketin dağınıklığının ve ideolojik savruluşların bir sonucu olarak gerilemiş haldedir. (…)

Marksist-Leninist-Maoist hareket, bu sürecin yeniliklerini, getirdiği görevleri kavramakta gecikti. Genel olarak bakılırsa hemen her ülkede MLM hareketlerin bütün süreç içinde gerilediğini görebiliriz. Elbette istisna olarak Peru Komünist Partisi gibi partiler vardı; ancak bu hareketin de nihayetinde yenilgi aldığını biliyoruz. (…)

Bu görece uzun dönemde, kimi bölgelerde ve ülkelerde farklı biçim ve özelliklerde gelişim gösteren devrimci yükselişlere, parlamalara, kimi ülkelerde ise gerçek anlamda devrime yönelen silahlı komünist hareketlere rağmen bütün döneme damgasını vuran şey, uluslar arası burjuvazinin düşünceleri ve görece istikrarı olmuştur.

O günden bugüne kadar geçen süreç, esas olarak bu özelliklere sahiptir. Bu da devrimlerin kumandasına, önderliğine proleter ideolojinin ve MLM bilimin oturtulmasındaki başarısızlığın kabulüdür. Burjuva ideolojisi politik alanda esas olarak hakimiyet sürdürmüştür. Buna karşı mücadelede ideolojik düzeydeki hatalarımızı düzeltmeden ilerleyemeyiz.

[Tasfiyecilik ve hedeflerin geriye çekilmesi]

Gerçek şartları incelemeye, çözümlemeye dayanmayan her türden eleştirinin, nihayetinde geriletici, dağıtıcı olduğunu bir kez daha gördük. (…)

Devrimci durum henüz duraklama içinde olmasına karşın, karşı-devrimin etki gücü, ideolojik etkilenme düzeyi önemli kırılmalar yaşamaya başlamışken (…) önderliğin karşı-devrimci fikirlere, tasfiyeci akımlara karşı güçlü bir savaşım vermesi gerekirdi. Bunun için örgütsel toparlanma ve bununla eşzamanlı olarak kitlelerin kendiliğinden hareketini devrimci yönde etkileyecek bir tutumun geliştirilmesi gerekiyordu. Ancak bunun gerçekleştirilmesine paralel tasfiyeciliğin Proletarya Partisi üzerindeki etkileri belirlenebilir ve giderilebilirdi.

Bu süreçte örgütsel toparlanma ve devrimci bir hareketlenmenin yaratılması amacına dönük başarısız bir hat izlenildiğinden söz edilmelidir. (…)

Önderliğin Proletarya Partisi’nin gelişimi konusunda yürüttüğü politikalara damgasını vuran siyasi ve örgütsel liberalizm kadar, sınıf mücadelesinin genel seyri karşısında izlediği sağ oportünist hattan söz edilmelidir. (…)

Objektif durumun sorgulanmasına, gerçekliğin anlaşılmasına hizmet edecek tartışmalar ve incelemeler yapılamamıştır. Bu genel eksiklik, Proletarya Partisi’nin nicelik olarak yaşadığı gerilemeyle birlikte günümüzde önemli bir seviyeye ulaşmış bulunmaktadır. (…)

Örgütsel sorunların küçümsenmesi ve çözümünün sağlanmasında gösterilen başarısızlık, çeşitli alanlarda farklı özelliklerde olumsuzluklara yol açmıştır. Bunlar, sonuç olarak bir çözüme kavuşturulmuş olsa da hem parti disiplininin gevşemesi hem faaliyetlerin önemli ölçülerde aksaması ve hem de hedeflerin geriye çekilmesi nedeniyle önemli olumsuzluklar olarak değerlendirilmiştir.

[Süreçlerin yakından izlenememesi]

7. Oturum, Proletarya Partisi’nin gerçekliğini, derinlerdeki ideolojik savrulmayı ve gerilemeyi açığa çıkartmakta yetersiz kalmıştır. (…)

Örgütsel durumumuzun bir bütün olarak yürütülmesi mümkün kılmadığı durumda, politik süreç gerektirse de kampanyalar açmak esas olarak belirsizliklere, yılgınlığa, durağanlığa, güvensizliklere neden olmaktadır. Tam da bu nedenlerle merkezi kampanya düzenlenmesinden kaçınılmıştır.

Çok sayıda siyasi yapıyla oluşturulan, çeşitli konulara ilişkin, kısa ve uzun vadeli eylem birlikleri, koordinasyon ve platformlara yeterli düzeyde önderlik edilememiştir. Bunda süreçlerin yakın plan izlenmesi konusunda sistemli bir çalışma düzeni içerisinde olunamaması kadar, konunun önemine ilişkin kavrayış eksikliği bulunmaktadır.

[Diktatörlüğün etkili politikası]

Ülkemiz hapishanelerindeki mücadelenin uzun yıllar güçlü bir kitle desteği olmuştur. Yakın dönemde görülen zayıflamanın, genel olarak devrimci hareketin gerilemesiyle ilgisi açıktır. (…) Faşist diktatörlüğün ‘90’lı yılların ortasından itibaren halk muhalefetini bütünüyle ezmek ve sindirmek yönlü politikasının etkili olmasından söz etmek, burada anlam kazanmaktadır. (…)

Çeşitli zorluklara karşın genel bir eylem çizgisi oluşmuştur. Bu çizgi savunma hattı temelinde, ağır koşullarda dirayeti ve direnişte ısrarı içermektedir. Bu zor bir dönemdir; yeni kazanımlar elde etme olasılığı kısa vadede mümkün olmadığı halde, direnişi tavizsiz biçimde sürdürmek temel duruş olmaya devam edecektir.

[Devrimci örgütlere saldırı kampanyası]

Gelişen saldırı kampanyası, ilerici, yurtsever, demokratik ve devrimci kesimi hedeflemektedir. Bir dizi alan ve bölgedeki yerel saldırı, gözaltı ve tutuklamalar bir yana, son iki yıl içerisinde devrimci örgütlerden MKP, MLKP ve DHKP-C’ye yönelik, kimileri açısından önder kadrolarının toplu biçimde imha ve engellenmesini içeren eşzamanlı ve büyük çaplı devlet operasyonları gerçekleştirildi. Aynı çapta olmamakla beraber, bu saldırı operasyonlarından proletarya partisinin güçleri de belli alan faaliyetlerindeki yönetici ve savaşçı kadrolarını yitirerek payını almıştır. İllegal devrimci örgütlere yönelik büyük çaplı bu imha ve tutuklama operasyonları döneminde gösterilen devrimci dayanışma, sürecin olumlu bir kazanımı olarak anılmayı hak eden bir direniş tablosu oluşturmuştur.

[35 mücadele yılı ve Parti omurgasında yıkım]

Genel yönelimimizin ana noktalarından birincisi; ülkemizdeki demokratik halk devrimi sürecini zafere taşıyacak olan Halk Savaşı stratejimizin geliştirilmesi ile ilgili 35 yıllık mücadele tarihinde ortaya çıkan açmazları gidermekle ilgilidir. (…)

Sınıf mücadelesinde geriye düşmesine, yenilgi ve başarısızlıklara uğrayıp güç yitirmesine neden olan dönemlerin ardından, partimizdeki en ciddi erozyonun örgütsel alanda yaşandığı, parti kültürünün büyük oranda deforme olduğu açıktır. Parti omurgasında yıkım anlamına gelen bu durum son derece önemlidir.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Devrimci Demokrasi

Müdahale edemediğin yerde,

müdahaleye uğrarsın

(Dursun Baştuğ, Devrimci Demokrasi, 8-16 Ekim 2007, Sayı: 120)

(…) Gerek devrimci hareket, gerekse komünist hareket, sınıfın ihtiyaçlarından ziyade kendi örgütsel ihtiyaçlarını ön plana çıkararak, mevcut durumlarını idame ettirmeyi öncelikli hale getirmiş durumdadır. Bu durum kitlelerden kopmasına ve daha fazla içe kapanarak günü kurtarmaya doğru götürmektedir.

Ülkemiz tarihine bakıldığında 35 yılı aşkın bir süredir kesintisiz bir mücadelenin varlığından bahsetmek mümkündür. Ancak bu mücadele seyri incelendiğinde belli bir çıtanın üzerine çıkamadığı da görülmektedir. Kimi dönemler yaşanan kitlesellikler olsa da, bu kitleselliği maddi güce kavuşturmanın alt yapısı hazırlanmadığından, akabinde büyük dağılmaların veya kabullenemeyeceğimiz sonuçların oluşmasına neden olunmuştur. (…) 12 Eylül’ün gelişim sürecinde (…) özellikle de ideolojik-politik sağlamlığı olmayan birçok küçük burjuva örgütlerde yaşanan dağılmalar, sistemin başarısını artırıp, toplumsal gerilemelere yol açmıştır. Akabinde gelişen sürece bakıldığında, bu örgütlerin büyük tasfiyeler yaşayarak yasallaşmaları görülmektedir. Bu gelişim sadece o hareketlerin örgütsel yapılarını değiştirmemiş, aynı zamanda devrimci hareketin tümünü etkilemiştir.

Devrimci hareketin 70’lerden alıp bugüne incelendiğinde ciddi değişimlerin yaşandığını, bu değişimlerin sadece nesnel koşullara bağlanmasının da doğru olmayacağını ifade etmek gerekir. Eğer somut koşullara göre öngörülen politikanın kendisi bu olmuş olsaydı, kitlelerin ilgisiz kalması söz konusu olamazdı. Ancak bu politikalarda öznel durumun nesnel koşullarla olan bağı zayıfladığından, nesnel durumun örgütsel yapıya kendisini dayatması olarak algılamak daha doğru olur. Nesnel durumun düne göre daha iyi olmasına rağmen, bizlerde yaşanan ideolojik, politik kırılmalar örgütsel dinamiğin zayıflamasına neden olmuştur. (…)

Devrimci hareketin toplamı sistemin yapısını değerlendirirken, çiçekli yollardan geçerek bu ülkede devrimin olmayacağını, ancak zorla alınması gerektiğini belirtiyorsa, işte bugünkü mücadelenin ona tezat geliştiğini söylemek mümkündür. Devrimci hareketin hiçbir tarihinde bu kadar köklü tasfiyenin geliştiği söylenemez. Sistemin bir silindir gibi gelip geçtiği dönemler dahi bu kadar etkili olmamıştır.

(…) Sınıfın ihtiyaçlarını giderecek yeni örgütsel yapılanmayla, uzun vadede iktidarı alacak politikaların devreye sokulması gerekir.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Devrimci Demokrasi

Devrim ve sosyalizmin güçlerini

birleştirelim

(Kazım Cihan, Devrimci Demokrasi, Sayı 120, 8-16 Ekim 2007)

Maoist komünistler açısından parti, sınıf ve halkın birliği devrim için olmazsa olmaz stratejik silahlardır. Ciddiyetle üzerinde durduğumuz bu mesele bugün aynı örgütsel saflarda bulunmadığımız komünistler tarafından ya da dost-devrimci güçler nezdinde yankı bulmuyor diye bunlardan asla vazgeçilemez.(…)

(…) Kimlerle, nerede nasıl birleşebileceğimiz defalarca ifade edilmiştir. Komünist ideoloji, program ve genel siyasal çizgi temelinde komünistlerle birlik, öncünün sınıfıyla birliği ve halkın devrimci güçlerinin birleştirilmesi her bir somut dönemde, özgül planlamalar çerçevesinde ele alınmak durumundadır. Birlik, dışımızdaki komünistlerin, dost devrimci güçlerin iradelerini, örgütsel bağımsızlıklarını reddederek kazanılamaz. Birlik herkesin mutlak aynılaşması değildir. (…) İşçiler, köylüler ve diğer emekçi sınıflar sadece Yeni Demokratik Devrim’in değil sosyalizmin de itici güçleridirler. Öncü doğru çizgisiyle önderlik görevlerini yerine getirerek bunlarla birlikte sosyalizmi kuracaktır. Peki, işçiler, köylüler ve diğer emekçi sınıflar sosyalizmin gücüdür deyip onların çıkarlarını temsil eden devrimci örgütleri sosyalist görmemek mümkün mü? Böyle bir mantık olamaz. (…) Bu güçlerle devrim için birlik meselesi basit bir anlaşma, taktik bir eylem birliği meselesi değil stratejik bir görevdir.(…)

Program ve genel çizgiyi içselleştirilmemiş sloganların tekrarı biçiminde ele almak asla kimseyi devrime götürmez. Grup ve çete ideolojisine götürür. Bu gerici bencil düşünüş tarzı göğüslenip süpürülüp atılmalıdır. Halk saflarında hiçbir düşmanlığa hiçbir mazeret kabul edilmemelidir. Devrimci örgüttür, devrimcidir, diye halkın saflarına burjuva pisliğinin bulaştırılmasına asla müsamaha edilmemelidir. Devrim için büyük bir birlik kültürü yaratmak, grupçuluğu kuşatarak yıkmak zorundayız. Birlik siyasetimiz devrimin bilimsel kavranışına ulaşamamış grupçuluk ekseninde salvocu atışlara hedef olabilir. Ve birleştirmek istediklerimiz bu siyasetimize dudak bükebilirler. Ancak siyasetimizden asla vazgeçmemeliyiz. Birleştirmek istediklerimizin hepsini bir seferde birleştiremeyebiliriz. Bu noktada da eşitsizlikler olacaktır. Hazır olanlarla sorumluluğu üstlenmek durumundayız. Meseleyi genel bir söylemden çıkarıp pratikleştirmek durumundayız. Ertelemeciliğe son! (…) Siyasi, askeri, yasal ve yasadışı her alanda devrimci güçlerin birbirlerinin bağımsızlığına saygı temelinde düşmana karşı, düşmanı alt etme ve kazanma azmi zemininde birleşebilmeleri için yeterince ortak bir irade var. Bunu engelleyen, eski toplumun, eski kültürün geleneksel siyaset tarzıdır. Bencilliktir, kariyerizmdir. Bunu engelleyen, düşmanın böl-yönet politikasıdır. Bunlara meydan okuyacak mıyız? Okumalıyız. Devrimin görevleri dışında hiçbir örgütsel dayatma ortaya koymadan halkın devrimci güçlerinin her alanda birleştirilmesi sorumluluğunu her bir kadro, militan, aktivist ve tüm Maoist kollektif üstlenmek durumundadır. Yanlış çizgilerle ideolojik mücadele görevini dışlayarak değil birlik ve mücadele perspektifiyle bu görev ele alınmayı gerektirir. Devrimi yapacak da yönetecek olan da ezilenlerdir. Devrim, azınlık bir kahramanlar topluluğunun iyi tasarlanmış bir komplosu değil ezilenlerin işidir. Öyleyse, bu işin sahiplerini seferber etme sorumluluğunu daha derinden duymalıyız. Çok açıkça söyleyelim ki, düzen içi arayışlar içinde bulunmayan, ondan icazet almayan, siyasal iktidarın zor ile ele geçirilmesi perspektifine sahip olan, emekçi kitlelerin çıkarlarını savunan devrim ve sosyalizmden yana olan güçler sosyalizmin güçleridirler. Bunlarla sadece şu veya bu yürüyüş için değil, siyasi ve ideolojik çizgimizi asla pazarlık konusu yapmayan uzun vadeli birlikler ve buna hizmet edecek pratik adımlar için seferber olmak devrimin acil ihtiyacıdır.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Kızıl Bayrak

 

TKİP II. Kongresi toplandı… 

(Kızıl Bayrak, 9 Kasım 2007, Sayı: 2007/43(43))

[Çok daha zorlu bir dönem] 

Partimizin II. Kongresinin dünyada ve Türkiye’de girmiş bulunduğumuz çok daha zorlu ve karmaşık bir dönemin ardından toplanmış olması onun gündeminin ağırlık alanını da etkilemiştir. (…)

Böylesine karmaşık ve zorlu bir dönemin ardından toplanan TKİP II. Kongresi, doğru bir ideolojik-politik çizginin yanısıra, ihtilalci temellere oturan sağlam bir parti örgütünü, çok yönlü olarak eğitilmiş ve donatılmış militan savaşçı kadroları, doğru bir çalışma tarzı ve etkin bir çalışma kapasitesini, devrimci bir partinin bu dönemin gelişmelerine yanıt verebilmesinin olmazsa olmaz koşulları olarak ele almaktadır; ve tüm bunların gerçekten bir anlam taşıyabilmesi ve gerçek maddi bir kuvvet haline getirilebilmesi için de, sınıf eksenli bir devrimci çalışmayı tayin edici önemde görmektedir.

(…)

Toplumsal muhalefet ve sol hareket

Türkiye’nin toplumsal muhalefeti ve sol hareketi özellikle son on yıldan beridir sürekli bir gerileme içindedir ve halen en zayıf dönemlerinden birini yaşamaktadır. 28 Şubat müdahalesi burada bir dönüm noktasıdır. Ordunun 28 Şubat çıkışı reformist solun bir kesimi de içinde olmak üzere toplumsal muhalefetin bir bölümünü sendikalar ve kitle örgütleri üzerinden yedeklemeyi başardı.

Bu aynı dönemde devlet devrimci parti ve örgütlere yönelik sistemli saldırılarla devrimci harekete önemli darbeler vurdu ve böylece reformist sola daha geniş bir etki alanı açılmış oldu. Önce İmralı teslimiyeti ve ardından hücre saldırısının toplam seyri, benzer bir sonuç yarattı. Umutsuzluğu besleyerek ve tasfiyeciliği güçlendirerek devrimci hareketi daha da zayıflattı.

Bunları 3 Kasım 2002 seçimleriyle birlikte solun reformist kesimlerinin ham hayaller eşliğinde parlamentarizme geçişi ve devrimci hareketin bir kesimini de ardından sürüklemesi izledi.

Solun bu tablosu, fabrikalarda, işletmelerde ve işçi-emekçi semtlerinde etkili bir devrimci kitle çalışması yürütmenin ve tabandan bir kitle hareketi geliştirmenin olanaklarını iyice zayıflattı.

Kolay başarı peşinde koşmak ve bunu da ilkesel esasları ve stratejik bakışı bir yana bırakarak yapmak, halen devrimci ve reformist kanatlarıyla geleneksel solun ortak davranış çizgisidir. Özellikle reformist sol açısından parlamentarizme hızlı geçişin ve halen de bu alandan yapılacak çıkışlarla mucizeler gerçekleştirme beklentisinin gerisinde de bu vardır. Fakat yazık ki Türkiye’nin bugünkü siyasal gericilik ve toplumsal durgunluk ortamının güçlüklerinden bu türden sihirli formüllerle kurtulabilmenin bir olanağı yoktur.

Devrimci bir çizgide sabırlı ve soluklu bir kitle çalışması, olayların gidişatını etkilemenin ve giderek değiştirebilmenin biricik gerçek yolu ve olanağıdır. Bunu fazlasıyla zahmetli ve hayli zaman gerektiren bir iş olarak görüp etkili genel çıkışlarla sözümona hızlı ve sıçramalı mesafe almak yolunu seçenler, bunu da büyük ölçüde parlamentarizme endeksleyenler, yazık ki ellerindekini de yitirmek akibeti ile yüzyüze kalmaktadırlar. Reformist solun genel tablosu, hele de şu günlerde dışa vuran bunalımı ve bölünmesi, bunun teyidinden başka bir şey değildir.

İlerici-devrimci güçler elbette olanaklı olduğunca birleşik bir kuvvet halinde olayların gidişine genelden müdahale edebilmenin yol ve yöntemlerine gerekli önemi vermek durumundadırlar. Fakat bunun başarı sağlayabilmesi, işçiler ve emekçiler arasında sürdürülen yoğun ve kesintisiz bir gündelik siyasal çalışma ve örgütlenme çabasının üzerinde yükseliyor olmasına sıkı sıkıya bağlıdır. Bunu ihmal ederek, bunun zorluklarından kaçarak, genelden müdahale kolaycılığına sığınmak, yalnızca kolayından kendini aldatmaktır.

Devrimci parti ve örgütler sabırlı ve soluklu bir kitle çalışmasının kahrını çekme niyet ve yeteneğini çoktan yitirmiş durumdaki reformist soldan körüklenen bu türden bir kolaycığa prim vermemelidirler. Bugünkü çok yönlü gerici kuşatma ortamında kitleleri kolayından kazanmanın ve hareketi geçirebilmenin bu türden sihirli formülleri yazık ki yoktur. Yapılması gereken büyük bir sabırla ve inatla emekçiler arasında, özellikle işçiler arasında, özellikle de fabrika eksenli olarak, sistemli bir faaliyet yürütmek, güçleri ve olanakları olanaklı olduğunca buna yöneltmektir.

Yineliyoruz; tabandan devrimci bir kitle hareketini adım adım geliştirmek, gerici kuşatmayı kırmanın biricik olanaklı yoludur ve bunun da yoğun ve sistemli bir taban çalışması dışında bir yolu yoktur.

(…)

[En iyi dönem]

Partimizin kuruluşunu gerçekleştiren 1. Kongre çalışmalarını Kasım 1998’de tamamladı. Bu toplumsal muhalefette ve solda genel gerilemenin başladığı tarihin hemen sonrasıdır. Partimizin kuruluşunun hemen sonrasında ise İmralı teslimiyeti ve Ulucanlar katliamı ile startı verilen hücre saldırısı var. Bütün bunlar birarada partimizin çok yönlü zorluklarla dolu bir döneme çıkış yaptığı anlamına gelmektedir. Kuruluşunun hemen sonrasında polisin etkili saldırıları ile yüzyüze kaldığı, önemli örgütsel kayıplara uğradığı ise bilinmektedir. Oysa bu zorlu dönemin bugünkü aşamasında TKİP, kendi henüz nispeten kısa sayılabilecek tarihinin en iyi dönemindedir. Partinin daha önceki değerlendirmelerinde de yer alan bu saptama TKİP II. Kongresi tarafından da paylaşılmaktadır.

Parti bunu elbette herşeyden önce doğru çizgisine borçludur. Bu çizgide kararlı, ama sabırlı, ısrarlı ve inatçı bir çalışma yürütmesine borçludur. İşin kolayına kaçmamasına, kolayından güç olma heveslerine kapılmamasına borçludur. İlkelere sıkı sıkıya sarılmasına, stratejik önceliklere dayalı bir politika anlayışına ve çalışma tarzına borçludur. Bu onun, TKİP’nin kendi öz deneyimidir ve bu deneyim ona bundan sonraki siyasal çalışma ve mücadele yaşamında da yol gösterecektir.

(…)

Parti sınıf çalışmasında yeni bir düzeye geçişi zorlamalıdır. İki kongre arası dönemde partinin ilerleme sağladığı en önemli alanlardan biri, etkin bir politik faaliyet kapasitesine ulaşmak ve bunu da önemli ölçüde sınıf çalışması eksenine oturtmak olmuştur. Bugün partiyi politik bir güç haline getirmekten öteye, onun sınıf eksenli çalışan bir parti olarak algılanmasını da sağlayan bu gelişme kuşkusuz büyük önem taşımaktadır. Partinin dünya görüşü ve ideolojik çizgisi ile sınıfsal yönelimi arasında böylece sağlam bir birlik kurulmuş, ilkesel önemi büyük bir tutarlılığa ulaşılmıştır.

Fakat bu temel önemde başarıya rağmen partinin sınıf çalışması halen yeterli verimden, dolayısıyla kalıcı mevziler elde etme başarısından önemli ölçüde yoksundur. Bu nedenle ısrarlı çalışmasını sonuç alıcı bir çalışma başarısı düzeyine yükseltmek, halen partinin sınıf çalışması alanındaki en önemli ihtiyacı ve dolayısıyla en acil görevidir. Sınıf çalışmasında kalıcı mevziler yaratmaya kilitlenmek, mevcut kadrosal birikimini sınıf çalışması ekseninde dönüştürmek, bununla da kalmayıp bundan böyle ağırlıklı olarak sınıf içinden kadrolaşmak ve böylece parti örgütünü gerek bileşim ve gerekse örgütsel temel olarak proleter sınıf zeminine oturtmak, partinin önündeki bu acil görevin öteki boyutlarıdır.

(…) Ve bu, geçmişin anlı şanlı koca koca örgütlerinin eriyip gittikleri, tasfiye olup düzenin icazetine sığındıkları ya da herşeye rağmen devrimci çizgide kalsalar bile kronik bir bunalım ve tıkanıklık içinde kısırlaşıp sıradanlaştıkları, son derece elverişsiz bir tarihi kesit içinde gerçekleşti.

Hareketimizin bu özgün ve dikkate değer deneyimi, siyasal mücadelede doğru devrimci çizginin tayin edici öneminin yeni bir kanıtlanmasından başka bir şey değildir gerçekte. (…)

1 Kasım 2007

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Kızıl Bayrak

Devrimci örgüt yaşamsaldır!

(Kızıl Bayrak, 29 Aralık 2007, Sayı: 2007/47(49)) 

Bugünün Türkiye’sinde, her ciddi devrimcilik iddiası illegal temellere sahip devrimci bir örgüt/parti üzerinden somutlanmak zorundadır. Bu çerçevede, devrimci örgüt sorununu ciddiyetle ele almayan ve pratikte çözmeyen bir siyasal hareketin devrimcilik iddiasını ciddiye almanın, bunu samimi ve inandırıcı bulmanın olanağı yoktur. Sözkonusu olan bir siyasal hareketse eğer, örgütsel açıdan düzenin icazet ve denetim sınırları içine sığabilen, bundan ibaret kalabilen bir siyasal kimliğin devrimcilikle yakından uzaktan bir ilişkisi olamaz. İfade uygunsa bu sorun, bu soruna ilişkin ilkesel ve pratik tutum, herhangi bir siyasal akımın devrimcilik iddiasının turnusol kağıdıdır.  

***  

Öte yandan, TKİP II. Kongresi’nin çalışma gündemi içinde devrimci örgüt sorununa verdiği ağırlık, bu sorunun taşıdığı genel ilkesel önemin içinden geçmekte olduğumuz tarihi evrenin özgün koşulları içinde kazandığı daha özel anlamdan da öteyedir. Sorunun öteki bir temel boyutu, ‘90’lı yılların ortasından 2000’li yılların ortasına uzanan son on yıllık dönemde yaşanan ve devrimci hareketi derinden etkileyen gelişmeler, bu gelişmelere ilişkin değerlendirmeler ve bundan çıkarılan somut sonuçlardır. TKİP II. Kongresi’nin konuya ilişkin değerlendirmeleri bakımından sorunun bu yönü ilkinden de önemlidir ve pratik yönden daha yakıcıdır.  

Anılan on yıllık evrenin ilk yarısı, rejimin devrimci kimlik ve dolayısıyla da devrimci örgüt sorununda ısrarını sürdüren hareketlere yönelik kapsamlı bir saldırı dönemidir. ‘90’lı yılların ortasından başlayarak yoğunlaştırılan sistemli saldırılarla sonuçta devrimci örgütlere büyük darbeler vuruldu ve 2000 yıllara girilirken gündeme getirilen hücre saldırısı ile bu bir başka yönden pekiştirilmeye çalışıldı. Amaç devrimci örgütsel yapıyı mümkün olduğunca tasfiye etmek ve zindanları bu yapı için bir devrimci kadro kaynağı olmaktan çıkarmaktı. Devletin bu tutumunun bir değerlendirmeye dayandığından, ‘90’lı yılların ortasında güncelleştirilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ndeki sol hareket değerlendirmesinin bunun temelini oluşturduğundan kuşku duyulamaz. Bu değerlendirmede devlet, solun önemli bir bölümünün “ılımlı bir çizgi”ye çekildiğini, fakat daha dar bir kesiminin hala da radikal konumda ısrar ettiğini saptıyordu. Bu saptamadan çıkan sonuç ve dolayısıyla görev, radikal çizgide ısrar edenlerin de aynı ılımlı çizgiye, daha açık ifadeyle düzenin icazet alanına çekilmesi olabilirdi. Sermaye devletinin bu değerlendirmeyi izleyen davranış çizgisine bugünden bakıldığında, bunun devrimci örgütsel yapıları güçten düşürmeye, olanaklıysa tümden yıkmaya, bu arada zindanlar üzerinden yenilenen devrimci kadro kaynağından yoksun bırakmaya, böylece sonuçta hiç değilse devletin denetim ve icazet alanına mecbur ve mahkum bırakmaya yönelik olduğu daha açık biçimde görülebilmektedir. ‘90’lı yılların ikinci yarısını kapsayan sistemli saldırılar ile bunu tamamlayan hücre saldırısı, bu saldırılardaki büyük kararlılık ve acımasızlık bunun bir ifadesi oldu.  

Tüm bu saldırı sürecinin ardından bugünün tablosuna baktığımızda, devletin kendi hesapları çerçevesinde önemli bir başarı elde ettiğini açıklıkla ve yüreklilikle saptamak gerekir. Sorun basitçe illegal örgütsel yapıların büyük ölçüde zaafa uğramasından ibaret de değildir. Sorun yazık ki bundan öteyedir; devrimci örgüt iradesindeki belirgin bir zayıflama ile ilgilidir ve bu halihazırda geleneksel devrimci-demokrat grupların hemen tamamının en büyük zaafiyetidir. Yıllar öncesinden yenilmiş darbelerin örgütsel etkilerini gidermeye yönelik çabalardaki hissedilir zayıflık, işlerin hemen tamamen legal alan ve araçlar üzerinden yürütülmesi, bu durumun giderek kurumlaşıp kalıcılaşması, bunun ifadesidir.  

(…) 

Öte yandan bu, öyle basitçe dönemsel bir gelişme ve sonuç da değildir. Sorun gerçekte daha temellidir ve geleneksel küçük-burjuva devrimci demokrat örgütlerin yapısal zaafiyeti ile ilgilidir. Dönemsel koşulların bu denli kolay sonuç vermesinin gerisinde de bu yapısal zaafiyet vardır. Yenilginin öğretici derslerinden hiçbir anlamlı sonuç çıkarmadan yeni döneme giren ve herşeye rağmen devrimci çizgide ve devrimci örgütte ısrar eden bu grupların, yeniden toparlanma dönemini izleyen 20 yılın ardından bugün artık bir tıkanma, tıkanmadan da öteye bir çözülme evresine girdikleri görülmektedir. Devrimci örgüt iradesinde ve pratiğinde yaşanan belirgin zaafiyetin gerisinde de gerçekte ve temelde bu vardır. Devletin saldırılarının bu denli kolay sonuç verebilmiş olması da bundan dolayıdır. Mevcut durumun vahametini artıran da yine bu gerçeğin kendisidir.  

20 yıl önce, 12 Eylül yenilgisini izleyen o yeniden toparlanma döneminde, en acil, öncelikli ve yaşamsal görev, yenilginin derslerinden de yararlanarak geçmişle ideolojik hesaplaşmaya dayalı olarak yaşanacak kapsamlı bir ideolojik yenilenme idi. Halkçı devrimci-demokrat örgütler o evrede bu görevden yan çizdiler, buna yönelik devrimci ideolojik basınca belirgin bir tutuculukla direndiler. Örgütsel ve pratik görevlerin önemi ve önceliği adı altında, teorik gelişme ve ideolojik yenilenme ihtiyacına burun kıvırdılar; dahası, bunun anlamına ve önemine ilişkin vurguları devrimci örgütten ve pratikten kaçışın göstergesi saymak kolaycılığına bile sığındılar. Döneme egemen liberal tasfiyeci eğilimler, yaygın bir eğilim olan devrimci örgütten kaçış ve legalizim cereyanı, bu söyleme belli sınırlar içinde elbette bir anlam ve haklılık kazandırıyordu. Fakat yine de bunun küçük-burjuva halkçı çizginin tutuculukla savunulmasına bir dayanak olarak kullanılması, sonuçları bugün tüm açıklığı ile görülebildiği gibi, büyük bir yanılgı ve tipik bir küçük-burjuva dargörüşlülüğü örneği idi. Yapılması gereken; kapsamlı bir devrimci ideolojik yenilenmeyi bu yeni temeller üzerinde devrimci örgütsel bir şekillenme ile birleştirmek ve bunu devrimci sınıf çalışması ekseninde geliştirmekti. Bunu kavrayamayanlar, eski çizgi temelinde ve kendi dar sınırları içinde devrimci örgütü ve pratiği önemsediğini sananlar, böyle yapmakla gerçekte devrimci örgütün ve pratiğin olanaklarını da zamanla tüketeceklerini görüp kavrayamadılar.  

Bugün ise tersinden bir zaafla yüzyüzeyiz, bu aynı gruplar şahsında. 20 yıl sonra bugün ve bugünün Türkiye’sinde en acil sorun, en yaşamsal ihtiyaç devrimci örgüttür, bu sorunda gösterilecek pratik kararlılık ve tutarlılıktır. Oysa tam da böyle bir dönemde, aynı halkçı devrimci-demokrat gruplar örgütsel alandaki zaafiyete karşı belirgin bir duyarsızlık içindedirler. Bu, elbetteki tüm öteki güçlüklerle birlikte ve bunlar temelinde, devrimci örgüt iradesindeki zayıflamanın bir yansımadır. Düne kadar devrimci örgüt sorununu kendileri için alameti farika haline getiren bu gruplar, bugün gerek düşünsel ve gerekse pratik planda bu sorunun belirgin biçimde uzağındadırlar.  

Bu grupların mevcut ideolojik çizgileri ile bugünden sonra devrimci örgüt sorununa anlamlı bir yanıt veremeyecekleri bir gerçektir. Bu çerçevede içlerinden bazılarının bir dönemdir ideolojik bir yenilenme arayışına yönelmelerinin bir anlamı ve mantığı da vardır. Fakat tüm öteki güçlükler bir yana, bu işin tam da moral ve örgütsel açıdan belirgin bir zaafiyetin yaşandığı bir evrede gündeme gelmiş olması gerçeği, sözkonusu ideolojik arayışların akıbetini daha baştan bir hayli tartışmalı kılmaktadır. Kırk yıllık geçmişle ve yirmi yıl öncesinin tutuculuğu ve dargörüşlülüğü ile açık bir hesaplaşmaya girişilmeksizin bu arayışların herhangi bir olumlu devrimci sonuç yaratması olasılığı ise zaten yoktur.  

***  

Açık bir ideolojik bilincin ve sınıfsal yönelimin ürünü bir devrimci örgüte dayanmaksızın siyasal mücadele süreçlerinde etkin bir rol oynamak ve devrimci bir gelişme etkeni olabilmek olanaksızdır. Reformist sol akımların dünden bugüne genel tablosu, devrimci örgütten kopmanın devrimci kimlikten ve pratikten de kopmak demek olduğunu tüm açıklığı ile bir kez daha ortaya koymaktadır.  

Devrimci örgüt zemini, devrimci olabilmenin ve devrimci kalabilmenin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Öte yandan, devrimci örgüt zemini, burjuva legalitesinin etkili ve amaca uygun bir biçimde istismar edilebilmesinin de zorunlu koşuludur. Legalitenin devrimci kullanımı, illegal bir devrimci örgüt temeline dayanmaksızın olanaksızdır. (…) 

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Ufuk Çizgisi

Hangi yolda yürüyoruz?

(Ufuk Çizgisi, 18 Ekim 2007, Sayı 71)

(…) Çok azı dışında bütün ülkelerde, bütün kıtalarda, dünya ölçeğinde proletarya-burjuvazi çelişkisinin merkeze oturduğu dünya tarihinde yeni bir döneme geçiş yapılıyor.

Eskisi gibi kalan ve kalabilecek olan hiçbir şey yok! 70’li yılların ve daha önceki dönemlerin büyük mücadelelerinin içerisinde yer almış güçlü partileri, büyüklü küçüklü tüm örgütleri, değişen koşulları bilince çıkartıp kendilerini yeni bir temelde örgütleyemedikleri için ardı ardına çöktüler. Önceki bütün programlar eskidi, gücünü kaybetti, emekçi sınıflar için bir çekim merkezi oluşturmaz oldu. Sosyal demokrat ve revizyonist partiler, sendikalar etkilerini kaybettiler, eriyip küçüldüler. Devrimci parti ve örgütlerin çoğunluğu, mücadelenin yükseldiği bir önceki dönemden yenilgiyle çıktılar, yeni döneme ise geçiş yapamadılar. Sadece sermaye ve faşizmin saldırılarıyla değil yeni durum ve koşullara ayak uyduramadıkları için içerden de çözüldüler. Eski güçlerini büyük ölçüde yitirdiler. Devrimci yön zayıfladı, reformist politikalar baskın ve egemen hale geldi. Mücadeleden kaçışlar, ayrılmalar, kitlesel kopuşlar yaşandı. Politik önderlik gücü kayboldukça örgütsel düzeyde de irade kaybı ve enerji yitimi had düzeye çıktı. (…) Çözülme ve dağılma sürecine giren komünist ve devrimci partiler, dünkü koşullarda mücadeleye kendisini özveriyle, korkusuzca adayan devrimciler, çok azı dışında, bu sürece eklemlendiler.

Türkiye’de de emekçi sınıf hareketlerindeki nispi yükselişin ve Kürt ulusal hareketindeki devrimci kabarmanın yerini durağanlığa bırakması ve giderek de daha gerileyen bir döneme girilmesiyle toplumsal koşullardaki değişimin belirginleştiği süreçler iç içe geçti. Bu gelişmelere gerek taktiksel gerekse stratejik düzeyde ve yeni bir örgütlenme ve mücadele düzeyine çıkılarak yanıt verilememesi devrimci parti ve örgütleri daha geri bir duruma düşürdü ve ağır sonuçlarla karşı karşıya bıraktı. Korunmaya ve geliştirilmeye çalışılan mücadele alan ve mevzileri iyice daraldı ve küçüldü. Bu süreci en ağır yaşayan örgütlerden birisi de gelişimine ayak bağı olan sorunları çözerek üst bir gelişim düzeyine çıkamayan biz komünistler olduk.

Emperyalist kapitalist sistemin her düzeyde ve her alanda yeniden yapılanmasıyla karakterize olan ve sistemin kendi içerisinde de bir dizi gerilim ve çatışmalarla gerçekleşen değişim ve dönüşümler, sınıf mücadelesinin koşullarını da değiştirdi. Mücadeleyi yeni koşulların içerisinde örgütlemeyi, komünist ve devrimci partilerin kendilerini yeni koşullara uyumlu hale getirmesini zorunlu kıldı, kılıyor. Bu değişim ve dönüşümler, proletarya ve halkların mücadelesini yeni bir düzleme taşıyor. (…)

TİKB bu koşulları bilince çıkartarak kendisini yeniden örgütlüyor. Kendi içerisinde kendisiyle savaşıyor. Proletaryayı örgütlemek ve proletarya devrimlerinin yeni döneminin önderi olmak için en geri ve gelişmemiş yönlerini sorguluyor. Komünist bir örgüt olmanın özsel değerlerinden kopmadan kendi darlıklarına, kendi sınırlılıklarına karşı mücadele ediyor. Dünkü biçimleri, geri olanı, tarihsel olarak eskimiş olanı yıkıp geçerek teori ve programda, örgütlenme ve taktiklerde yeni olanı açığa çıkarmanın ve geliştirmenin mücadelesini veriyor. Derin tarihsel toplumsal kökleri olup devrimci harekette düşünüşe, dönem kavrayışına, kadro biçimlenmesi ve çalışma tarzına damgasını vuran davranış ve ilişki biçimleriyle ayrımını derinleştiriyor. Dar bir devrimciler örgütü olmanın sınırlılıklarını aşarak, kendisini aynı ilişkiler içerisinde yeniden yeniden üretmeyi nihai olarak sonlandırmak için mücadele ediyor. Devrimci temellerine ve özsel değerlerine sıkı sıkıya bağlı olarak süreklilik içerisinde devrimci bir kopuşu örgütlüyor. Teorinin yoğunlaşmış ve çözüm bekleyen sorunlarına yanıt oluşturuyor ve bunları derinleştirmek için süreklileşmiş bir çaba gösteriyor. Programını ve devrim stratejisini mücadelenin değişen koşullarına uygun olarak yeniliyor. 21. yüzyılda kimi özellikleriyle değil bir bütün olarak ve tüm özellikleriyle sosyal devrimi gerçekleştirecek bir parti olarak kendisini inşa ediyor. Proletarya devrimlerinin teorisi ve taktiği olan Leninizme sıkı sıkıya bağlı kalarak iç ilişkilerinde düşünsel ruhsal birlik ve kolektif hareket yeteneğini güçlü kılacak yeni örgütsel işleyiş ve kurallara sahip günümüzün parti modelini yeni bir önderlik ve kadro anlayışını geliştirmenin adımlarını atıyor. Fiili tasfiyecilik halinin hala pratiğinde yansıyan kalıntı ve izlerine karşı mücadele ediyor. Fakat Türkiye devrimci hareketindeki gerileyiş ve çözülmenin, fiili tasfiyecilik halinin sadece mücadele koşullarındaki dönemsel değişim (90’ların ortalarından itibaren) ve bundan doğan bir gerilemenin sonucu olarak değil, mücadelenin tarihsel koşullarına yanıt veremeyişin ve bunun yarattığı erozyonun sonucu olduğunu bilerek, bu süreci yarmayı tek bir parametreden ele almıyor. Zamanın ve mekanın yeni bir kavrayışı düzeyine çıkamayan, toplumların ve sınıfların durumundaki değişiklikleri çözümleyemeyen, proletaryanın ve proletaryanın mücadelesinin yeni koşullarına kendini uyarlayamayan bir partinin geleceğinin olmayacağının bilinciyle hareket ediyor. Kendisini yeniden yapılandıran kapitalist-emperyalist sisteme karşı eskisine göre çok daha zorlu, bununla birlikte proletarya devrimleri için çok daha büyük ve olağanüstü imkanlar sunan mücadelenin yeni koşullarına göre hazırlanıyor. Bunu, devrimci bir sıçramanın ve dönüşümün sorunu olarak görerek ileriye doğru devrimci bir kopuşu örgütlüyor. Kendisinin iç engeli haline geleni, geri ve eskimiş olanı atıp yeni ve bugüne yanıt verecek olanı hakim kılmak için devrimci bir iç gerilim yaratıyor. Sorunların ele alınışı ve çözümünde de yeni bir parti kültürünün temellerini atıyor.

Kuşkusuz bunların hiçbiri bir çırpıda gerçekleşmiyor. Her biri ve bütünü için, içsel bir dönüşümü gerçekleştirebilmek için büyük bir emek; sınırsız bir çaba, düşünsel derinlik, irade gerekiyor. En zor olanı yapıyor, kendimize karşı savaşıyoruz. Geriliklerimizi bilmenin fakat onları aşamamanın sebep olduğu sıkışmalar, eskide ayak sürümeyle bu koşulları bilince çıkartmış olmanın kazandırdığı enerji, değiştirmek için büyüyen istek ve çaba karşıtlaşıyor. Geriye düşmeler ve yeniden sıçramalarla süren zorlu bir mücadele yaşanıyor. Kendi içerisinde diri, canlı, fakat henüz dünün etkilerini ve içe kırılmalarını, geriliklerini yenip tüm gücünü ve enerjisini ileriye doğru akıtamayan bir gövde. Bunu zorlayan yeni ve daha yüksek bir kavrayış, gelişim yönündeki kuvvetli istek ve bunlardan doğan enerji…

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Yol

Yaşadığımız kriz ve çıkış yolu

(Mehmet Yılmazer, Yol, Sayı: 14, Aralık 2007 – Ocak-Şubat 2008)

Hareketimiz bu yılın başlarında önemli bir krizin içine girdi. Bu kriz sırasında hem kadro kaybına uğradı, hem maddi imkanlarını kaybetti. Ancak bunlardan çok daha önemlisi krizin yaşanma sürecinin özelliklerinden dolayı büyük bir moral kayba uğradı. Son krizin tarihimizde yaşanan en derin kriz olduğunu tespit etmek zorundayız. Olay birkaç soysuzun inanılmaz entrikalarla yapıdan ayrılmasından ibaret değildir. Kriz, hareketimiz için kendi durumunu görmede insafsız bir ayna rolü oynamıştır. Bugüne kadar ‘işlerin bir biçimde yürüdüğünü’ sanarak, alınması gereken tedbirleri sürekli erteleyerek geldiğimiz noktada, yaşanan olayların niteliğinden dolayı her üye kendisine ‘gerçekten örgüt olup olmadığımızı’ sormak zorunda kalmıştır. Yaşanan olayların niteliğine bakarsak, aslında pek çoğu hiç de aniden ortaya çıkan sürprizler değildir. Tüm yaşananlar kör göze batarcasına ‘geliyorum’ diyerek patlak vermiştir. Bu gerçeklikten dolayı yaşadığımız kriz çok derin ve yıkıcı köklere sahiptir. Gidenlerin gücü ve etkisi açısından değil, onlara bu ortamı sağlayan deforme olmuş örgüt yapısı ve erozyona uğramış örgüt bilincinden dolayıdır.

(…)

(…) ‘Üçüncü dönem stratejisi hatalı mıdır?’ Veya bir başka biçimde sorulursa: ‘Üçüncü dönem stratejisi uygulanamaz mıdır?’ (…) Program hedefleri anlamında demokratik devrim stratejimiz ana hatlarıyla geçerliliğini koruyor, ancak onun uygulama yolu, topyekun halk ayaklanmasından ‘uzun süreli ikili iktidar mücadelesi’ yönünde değişmiştir. Yaşadığımız on yılda bu köklü değişimi geçersiz kılacak yönde bir gelişme olmamıştır. Stratejimizi şekillendiren ortam aynıdır.(…)

Sonuç olarak, yaşadığımız krize bizi getiren, stratejimizin uygulanmasındaki köklü hatalarımızdır. Ana taktiklerimizin uygulanmasında ve stratejimize uygun bir örgüt yaratmada başarısız olduk. Özellikle hedeflerimize bizi taşıyacak bir örgütün yaratılmasında affedilmez hatalar yaptık. (…)

Bu acı ve yıpratıcı hikaye nasıl başladı? Esas olarak ilk hazırlık süreci sonrasında 1998’de yaşadığımız operasyonla! 98 sonrası üç yıl içinde hareketimiz hedeflerine oranla büyük bir kırılma yaşamıştır. Bu kırılma 1999’da Kürt Hareketi’ndeki stratejik dönüş ve devletin 2000 yılında cezaevlerine yaptığı büyük operasyon ile iyice derinleşmiştir. Kurşun yarasında olduğu gibi siyasette de ani değişimlerin etkisi zamanla, ancak çok güçlü ve inatçı bir şekilde ortaya çıkar. Bu dönemde merkezde yaşanan ‘irade dağılımı’ bu gerçekliğin üzerimizdeki etkisinden başka bir şey değildi. Yapı, düşmanın ağır kuşatması ve kendi önemli zaaflarıyla boğuşarak bu süreçten 2001 sonrası çıkmaya çalıştı. Stratejimizin uygulanmasında kimi gelişmeler sağlandı, ancak dönem önceliklerine yoğunlaşmada gösterilen büyük zaaflardan dolayı, kendimizi kısa bir süre sonra tıkanma ve kendini tekrarlayan bir pratik içinde bulduk. Kentlerde özgür alanlar yaratma adımımızda ‘üçayak’tan ikisi: ekonomi ve zor hala boştu. Tıkanmanın esas nedenleri de burada yatar.

(…)

(…) Hareket yapısı 98 kırılmasından beri gelen adeta kronikleşmiş bir deformasyonla aşırı ölçüde yıprandığı için bu krizden çıkışta ana vurgunun örgüte yapılması kaçınılmazdır. Hareketimiz 2007’de 96 krizine oranla kadro yapısı ve bazı lojistik imkanlar ve topyekun moral seviyesi açısından çok geri noktalardadır.

(…)

Sol siyasal ortama baktığımızda hareketimizin bir kriz yaşamasının tekil bir olay olmadığı görülebilir. Çeşitli siyasal yapılarda farklı özellikler taşısa da krizler yaşanmaktadır. Ancak görünüşteki farklılıklarının biraz derinine inilince bir temel ortak özellik ortaya çıkıyor. Nitelikleri ne olursa olsun, genel sol zemindeki siyasetler bir tıkanma içine girmişlerdir. (…)

Devrimci Hareket günümüzde, dünyada 90’larda sosyalist sistemin çökmesiyle, ülkemizde ise 1999’da Kürt Hareketi’nin stratejik dönüşü ve 2000 yılı cezaevi baskınlarının sonucuyla ne ölçüde büyük ideolojik, siyasal ve örgütsel kırılmalar yaşandığının ve bunların derin etkilerini ne ölçüde kavradığının sınavıyla yüz yüzedir. (…) Devrimci Hareket, en azından son on yıldır, bunları yapmamakla kalmadı, kendini gelecek hedeflerinden yoksun umutsuzca günlük politikanın akıntısına bıraktı. Artık oyalanma ve tekrarların sonuna gelinmiştir. Hareketimiz, sadece kendisinin değil, Devrimci Hareket’in genel bir kriziyle karşı karşıya olduğumuzun bilincinde olmalıdır.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Türkiye Gerçeği

Devrimci harekette hipnoz halleri

(Türkiye Gerçeği, Sayı: 2, Kasım – Aralık 2007)

Gerçekler devrimcidir. Eğer böyleyse gerçeği olduğu gibi kavramak da devrimciliğin ilk şartıdır. Dışımızdaki gerçeklere dönem dönem yanlış yaklaşmak kaçınılmaz olabilir ama söz konusu olan kendi gerçekliğimiz ise burada uzun boylu durup düşünmek zorundayız. Uzun yıllardır devrimci hareketin kendi gerçekliği ile onu algılayışı arasında ciddi bir kırılma, hatta uçurum oluşmuştur. Bu kendi gerçekliğimize yabancılaşmadır ve ciddi bir durumdur. Sebepleri elbette çok önemli ve ayrı bir tartışmanın konusu. 27 yıldır sürekli bir daralma yaşayan devrimci harekette, pratik alanın ötesinde düşünsel olarak da ciddi bir darlık hakim hale gelmiştir.

Bu söylenenleri bir tespitten öteye somut bir olay üzerinden irdelemek daha aydınlatıcı olacaktır. Son seçimleri ele alarak bunu yapmaya çalışacağız. 22 Temmuz seçimlerine, bağımsız adaylarla katılan iki devrimci örgütün yürüttükleri seçim çalışmalarına ilişkin değerlendirmeleri bu konuda somut örnek oluşturuyor.

Kızıl Bayrak Gazetesi seçimlerden sonra çıkan sayısında şunları yazıyor: “Komünistler olarak 4 dönemdir seçimlere devrimci programımızla müdahale ediyoruz. (…) Seçimler vesilesiyle düzenin boş vaatlerine karşı net ve kararlı duruşumuzla, emekçi kitleleri kuşatmak için tüm imkan ve gücümüzü seferber ettiğimiz bir dönemi daha geride bıraktık” diyerek değerlendirmeye geçiyorlar. Dönemin koşulları ve zorluklarını sıralayarak düzene ve liberal eğilimlere karşı “bir odak” olduklarını söylüyorlar. “Sınıfın devrimci partisinin ideolojik hattıyla, politik ve pratik çalışma kapasitesiyle çıkarak devrimci bir odak olduk.” Burada söylenen açık: “Düzene ve liberal eğilimlere karşı bir odak” olabildiklerini ve “… seçimlere müdahalemizi somut birtakım kazanımlara dönüştürmeyi başardık”  demektedirler.

Seçim döneminde yürüttükleri faaliyetleri ise şöyle sıralıyorlar: “Toplam 25 seçim komisyonu üzerinden 35 ayrı bölgede yüzlerce emekçi mahallesine ve sanayi havzasına seslenen yaygın bir faaliyet düzeyi yakaladık. (…) Geçmişi aşan bir önderlik pratiği sergiledik. (…) 400 bini aşkın bildiri, 100 bini aşkın afiş …yüzlerce pankart, ozalit, duvar gazetesi olmak üzere zengin ve çok çeşitli aracı bir arada kullandık. (…) Emekçi kitleleri devrim ve sosyalizm mücadelesine çağırdık. (…) Emekçi semtlerinde, sanayi havzalarında, pazarlarda, fabrika önlerinde bildirilerimizi yüzlerce emekçiye ulaştırdık.” Yazı şu tespitlerle bitiyor: “Tüm çalışma alanlarımızda bu hedeflerimizin birçoğunu yakalamış bulunuyoruz. (…) Özetle seçim çalışmalarımızın ardından yeni bir eşiğe ulaştığımızı, yeni bir düzeyi yakaladığımızı ifade edebiliriz.” (Sınıfın devrimci programını işçi ve emekçi kitlelere taşıyan etkin bir seçim faaliyeti, Kızıl Bayrak, Sayı 2007, 30 Ağustos 2007).

Daha iddialı ve ajitatif dille Atılım gazetesi de hemen hemen seçim faaliyetlerini benzer yanları öne çıkararak değerlendiriyor: “Kesin bir dil ve açıklıkla söylemek gerekir ki; öncü, seçim mücadelesini de kazanarak emin adımlarla yoluna devam etmektedir.” Bunun kanıtı olarak “Yaklaşık bir milyon propaganda aracı hemen hemen dağıtılmıştır” diyorlar. “On binlerce ev gezmesi, kahve toplantısı, pazar ve sokak ajitasyonu, esnaf ziyaretleri ile milyonlarca emekçiye devrimci sosyalist fikirlerimiz ulaştırılmıştır. (…) Şenlik gibi kitle etkinlikleriyle on binler sokaklara dökülmüştür. (…) Tüm bunların toplamı olarak öncü, bir kez daha ezilenlerin yüreğinde ve bilincinde iz bırakmıştır. (…) Seçim mücadelesinin başarılı tablosundan yansıyan bunlardır”. Sonuç olarak seçim mücadelesi başarılı bulunarak şu saptamayla tamlanıyor: “… toplumda on binlerce emekçinin katıldığı kitlesel etkinlikler bu seçim mücadelesinin yeni ve parlak örnekleri olarak dikkat çekmektedir.” (Sınırlara saldırmak, Atılım Gazetesi, Başyazı).

Devrimci hareketin verili durumunda 400 bin bildiri, 100 bin afiş (Kızıl Bayrak), 1 milyona yakın bildiri-afiş (Atılım), yüzlerce emekçi mahallesi ve sanayi havzasında yaygın faaliyet (Kızıl Bayrak), on binlerce ev gezmesi, kahve toplantıları, esnaf ziyaretleri (Atılım) vb. oldukça yüksek bir eylemliliğe işaret ediyor. Yine Kızıl Bayrak yüz binlerce emekçiye, Atılım milyonlarca emekçiye devrim ve sosyalizm fikirlerini taşıdığını söylüyor. Bunlar da oldukça ileri sonuçlar. Ek olarak, Atılım Gazetesi faaliyetlerine on binleri kattığını yazıyor. Bunlardan daha öteye her iki gazetenin iddiası şu: Bir odak olduklarını, düzenin ve liberal eğilimlerin karşısında taraf olduklarını söylüyorlar. Yine her iki gazete, kampanyalarını yüz binleri ve milyonları etkileyen “başarılı”, “parlak”, “yeni bir düzey”, “ezilenlerin yüreğinde iz bırakan” vb. sıfatlarla tarifliyor. Bütün bu “başarılı”, “parlak” ve “milyonların yüreğinde iz bırakan” kampanyalar sonucu Kızıl Bayrak adayları (8 aday) 900, Atılım adayları 2 bin 700 oy alıyorlar. Bahsedilen bölgelerde 20 milyona yakın oy kullanılmış ve “milyonların yüreğinde ve bilincinde iz bırakan” devrimcilere yukarıdaki sayılarla oy verilmiş.

Akıl tutulması, toplu hipnoz, örgütsel (kolektif) kendini kandırma vb. eklenebilecek tanımlardan birini seçelim veya hepsini birden kullanalım, fark etmez. Yukarıda anlatılan faaliyetleri, bu faaliyetlerle elde edilen sonuçları başarı, daha öteye ajitasyon konusu yapmak nasıl adlandırılabilir? Bu nasıl bir programdır ve neyi amaçlıyor? Neden bütün bu ajitasyona gerek duyuluyor da, seçim sonuçları (alınan oylar) üzerinde durulmuyor? Bahsedilen faaliyetlerle alınan sonuçlar arasındaki uçurum bir değerlendirme yapmayı gerektirmiyor mu?

Bütün bunlar, yeni kurulun bir örgütün ilk seçim deneyi olsaydı bir yere kadar mazur görülebilirdi. Kızıl Bayrak 4. kez seçimlere katılıyor. Atılım bu konuda bilgi vermiyor ama gelenek olarak Kızıl Bayrak’tan daha eski oldukları için daha fazla seçim deneyimi yaşadıklarını düşünebiliriz. Ama biz son 4 seçim üzerinden gidelim. Bu gazetelerin bir önceki seçimleri de benzer biçimde değerlendirdikleri kesindir. Aynı şey daha önceki seçimler açısından da geçerlidir.  Bir sonraki seçimde yine büyük ihtimalle benzeri sonuçlar alınacak ve benzeri değerlendirmeler yapılacaktır.

Her iki gazete de, “Seçim kampanyaları komünistler açısından bütün boyutlarıyla değerlendirildi” demektedir. Ama alınan oylar bu değerlendirmenin dışında tutuluyor. İki değerlendirmede de bunun üzerine tek kelime yok. Bunun yerine yüksek düzeyde bir kendine güzelleme ajitasyonu tercih ediliyor. Niçin durumun kendisi analiz edilmiyor? Her şeyi enine boyuna değerlendiren yazılarda seçim sonuçları yok. Bu aynaya bakmaktan korkmak gibi bir şey. Şu çok mu zor…? “Bu kadar büyük ve etkili faaliyete rağmen bu kadar oy alındı; neden?” Aradaki kopukluk üzerine düşünmek ve sonuç çıkarmak gerekmez mi? Yürütülen kampanya ve alınan sonuçlar arasında bir dengesizlik yok mu? Ya yapılanlar aşırı abartılıyor veya bütün yapılanlara rağmen ciddi bir inandırıcılık sorunu ortaya çıkıyor. Söylenenler yapıldı ve bu sonuçlar alındıysa, ortada daha vahim bir durum var. Kampanyalar başarılı, etkiliyse kimseye güven verilememiş. Yazılanlardaki sorun bunlardan ibaret de değil. Başka bir iddia var: “Bütün bunların toplamı olarak öncü bir kez daha ezilenlerin yüreğinde ve bilincinde iz bırakmıştır.” Bu derin iz bırakmanın ölçüsü alınan oylar değilse nedir veya bu işin bir ölçüsü olmayacak mı?

Hayatın diyalektiği böyledir. Bir boyutu aşırı büyütmek yine bizden birçok şeyi kendiliğinden küçültür. Bu değerlendirmelerde kampanyalar büyütüldüğü oranda -çok önemli bir durum-  kitleler karşısında güvenilirliğimiz yok oluyor. “Yüz binlere ve milyonlara çok etkili biçimde sesleniyoruz ama hiçbir güven veremiyoruz” demektir bu. Devrimci mücadelede yaptıklarımızın, yapacaklarımızın ilk amacı kitlelere güven verebilmektir. Bize güvenmiyor, oy vermiyorlar. “Devrimciler açısından seçimlerde devrimin propagandasını yapmak esastır, alınan oylar önemli değildir” denilebilir. Ancak kendileri tersini söylüyor. Kampanya boyunca, bu değerlendirmelerdeki aynı yüksek ajitasyon diliyle oy istenmiştir. Bağımsız adaylara verilecek oyların nasıl önemli olduğu anlatılarak hem de…

Burada asıl olarak tartıştığımız, seçimlerde alınan oyların azlığı veya çokluğundan çok daha öteye önemli bir sorundur. Bu sorunları parlamentoculuk, oyculuk vb. anlayarak yürütülecek bir tartışma hiçbir şey anlamamak demektir. Seçimler somut bir olay olması vesilesiyle ele alındı. Bu tartışma ile yapılmak istenen bir durum ve hal tarifidir. Devrimci hareketteki propaganda anlayışı ne yazık ki mücadelenin hemen hemen tüm alanları için geçerlidir. Zaten tersi olamaz. Mücadelenin doğası gereği böyledir. Bir alanda gerçeklerden kopuk diğer alanlarda gerçekçi olunamaz. Gerçek durum hoşumuza gitmese de budur. Hemen bütün alanlarda sürdürülen propaganda ve ajitasyonun hayatta karşılığı yoktur. Bu ağır bir çarpılmadır. Uzun yıllardır sürdürülen bu hal birçok sonuca yol açıyor:

1. Kitlelerde ve yakın çevremizde güvensizlik büyüyor. Onlar devrimcileri olduğu gibi görüyor. Bizim propagandamızın merceğinden bakmıyor, çıplak gözle bakıyorlar. Olanı görüyorlar. Parlak ajitasyon bu gerçeği değiştirmiyor.

2. Kadrolar ve aktif taraftarlarda özgüven yitimine yol açıyor. Kısa zamanda yorularak mücadelenin dışına düşüyorlar.

3. Devrimci propaganda ve kavramlar değersizleşiyor. Yanlış görünen doğru olarak sunulursa, kötü bir sonuç başarı olarak lanse edilirse, küçük bir adım yüksek bir savaş diliyle zafer olarak değerlendirilirse bir adım sonra başarının, doğrunun, zaferin, devrimci savaşın ölçüsü ortadan kalkar. Kavramlarımız böyle böyle değersizleşir.

4. Devrimci hareket liberal saldırılar karşısında savunmasız hale gelir. Karşımızdakiler hep en zayıf yerlerimizden vururlar. Yaşamla propagandamızın arasının haddinden fazla açılması bizim inandırıcılığımızı öldürür. Tüm liberal saldırıların yüklendiği yer de burasıdır.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Köz

Tasfiyeci rüzgarlar şiddetlenirken kim hangi yolda yürüyor?

(Komünist Köz, Sayı: 40, Mart 2008)

(…) TİKB’nin yürüdüğü yol, 1987 yılında kurulduğunu duyuran EKİM Hareketi’nin yürüdüğü yolun aynısıdır. Bu bakımdan “Hangi Yolda Yürüyoruz” da yazılanlarla EKİM’in henüz yolun başındayken, 1987-1991 döneminde söyledikleri esas olarak aynıdır.

Herşeyden önce her iki akım da yazdıklarını büyük yenilgilerin ardından yazmışlardır. EKİM 12 Eylül’de yenilgiye uğrayan üç örgütün TDKP, TKİH, TKP-ML Hareketi’nden gelen militanlar tarafından kurulmuş bir örgüttür. TİKB ise 12 Eylül’den, tüm devrimci akımların aksine, önemli bir hasar almadan çıktığını sık sık ifade etse de 2000’li yılların başında fiili tasfiye halini yaşamış bir örgüttür. (…)

Hangi Yolda Yürüyoruz’la Ekim’in 87-91 arasında yazdıkları arasındaki en kolay gözlenebilecek benzerlik elbette her iki akımın da kendilerini diğer akımlardan sosyalist devrim programı ya da stratejisiyle ayırt etmeleridir. Ancak bu tutum benzerliği aslına bakılırsa o kadar sık fark edilmeyen başka bir benzerliğin, her iki akımın geçmişlerine ilişkin yaptıkları –daha doğrusu yapmadıkları- muhasebenin benzerliğinden kaynaklanmaktadır.

(…)

(…) Türkiye’de ve dünyada geçmişteki yenilgileri nesnel gelişmelerin kaçınılmaz sonucu olarak gösterenlerin hem bu muhasebeden kaçmak hem de önümüzdeki dönemlerde benzer yenilgilerin yaşanmayacağının güvencesini vermek için yeni dönem tespitlerine ihtiyacı vardır. Zira yeni bir dönemden söz ederek geçmişteki tüm hatalar eski dönemdeki nesnel koşulların üstüne yıkılır. Aynı hataların bir kez daha tekrarlanmayacağının güvencesi yine sözü edilen yeni dönemdir. Yeni dönemdeki sosyo-ekonomik koşullar eski dönemdekinden farklı olduğundan geçmiş dönemin kaçınılmaz hataları bu yeni dönemde gündemden düşmüştür. 12 Eylül bir daha tekrarlanmayacaktı. Zira işçi sınıfı güçlenmiş, kalabalıklaşmıştı, Revizyonizm bir daha dünya üzerinde eskisi gibi hâkimiyet kuramayacaktı çünkü dünyanın her tarafında güçlü kapitalistleşme süreçleri ve proleterleşme dalgaları yaşanmıştı.

Yeni Dönem Tespitleri İnkârcılığı ve Tasfiye Dalgalarından Medet Uman Tutumları Beraberinde Getirir 

(…)

EKİM’in yeni dönem tespitleri, onun objektif olarak solda yaşanan tasfiyelerden medet umar bir konuma sürüklenmesine yol açıyordu. Şüphesiz bu bir niyet sorunu değildi, EKİM’in pek sık tekrar ettiği bir ifadeyi kullanırsak, onun bakış açısındaki yapısal zaaflardan kaynaklanıyordu. Eski dönemin bittiğini yeni bir dönemin başladığını söyleyen bir akım doğal olarak eski dönemden kalan her türlü örgütün de yeni dönemde yaşama şansı bulamayacağını tasfiye olacağını savunuyordu. Daha da vahimi bu tasfiye sürecinin EKİM’in önünü açacağı iddia ediliyordu. Tüm bu saptamalar 2003 yılında verilmiş bir konferansta veciz bir şekilde ifade edilmiştir:

“(…) [Halihazırda bulunan sol akımların] güçlenmesi devrimci hareketin genel planda güç kazanması olarak görülemez. Dahası, soruna gündelik değil de stratejik bir perspektifle bakıldığında, bunun tam tersi doğrudur. Bunlar temel önemde yapısal zaaflarla yüzyüze akımlardı ve böylesi bir kimlikle de hiçbir yere gidilmezdi, dolayısıyla kısa dönemli olarak devrim adına biriktirilen güçler üzerindeki etkileri gerçekte bozucu ve tüketici bir etkiydi. Somut deneyimle de açıkça görüldüğü gibi. Bu nedenle an önce sahneden çekilmeleri en hayırlı iştir, dün olduğu kadar bugün de. (Dünya Türkiye ve Sol Hareket/ Kızıl Bayrak 13 Aralık 2003)

KöZ’ün Tasfiyeciliğe Karşı Yaklaşımı EKİM’e Taban Tabana Zıttır 

Kuşkusuz EKİM sol üzerindeki tasfiyeci basınçların farkında olan tek akım değildi. Siyasal mücadeleye başladıklarından beri KöZ’ün arkasında duranlar da yükselen tasfiyecilik dalgadan söz etmişler. Tüm devrimci güçleri bu dalgaya karşı uyanık olmaya çağırmışlardır. Ancak EKİM’in aksine KöZ’ün arkasında duran komünistler bu tasfiyeci dalgadan beslenmeyi değil devrimci güçlerle birlikte bu tasfiyeci dalgaya karşı durmayı görev bilmişlerdir.

(…)

(…) Zira aslına bakılırsa 1987 yılında TDKP, TKİH ve TKP-ML Hareketi’nin eleştirip proleter devrimci bir tarzda aşmak iddiasıyla kurulan EKİM bugün bakıldığında salt sayı bakımından değil, bundan daha önemli olarak ideolojik ve politik çizginin niteliği bakımından eski dönemin örgütleri olarak ilan edilen bu üç akımın gerisine düşmüştür. (…)

Öyleyse EKİM’in akıbetinin ne olduğu da açıktır. 12 Eylül sonrasında tasfiyeci enkazdan kurtulduğunu açıklayan EKİM görünüşte TKİP adını alarak partileşmiş hatta ikinci kongresini bile toplamıştır. Ancak siyasal nitelik olarak tasfiye olmaya mahkum küçük burjuva akımlar olarak burun kıvırdığı akımların bile gerisine düşmüştür.

TİKB’nin Yolu EKİM’inkinden Farklı Değildir 

Üç örgütün yenilgisinin ürünü olan EKİM bu yenilgideki kendi sorumluluğunu örtbas etmek için yeni dönem tespitlerine sarılıyordu. 2000’li yılların başında fiili bir tasfiye dönemine girdiğini muhtelif yayınlarda ifade etmiş olan TİKB ise bu tasfiyeye götüren asıl nedenlerin üstünü yine yeni dönem tespitleriyle örtmekte, tıpkı EKİM gibi sahici bir muhasebe vermekten kaçınmaktadır.

Yirmi yıl önce EKİM bugünse TİKB devrimci bir parti yaratmayı amaçlamaktaydılar. Verilecek asıl muhasebe 70’lerden beri komünist bir parti yaratmak için yola çıkan akımların bu partiyi neden yaratamamış olduğuna dair bir muhasebe olmalıydı. Ancak geçmişteki bu deneyimleri, süreçteki kendi sorumlulukları üzerine yoğunlaşarak, inceleyip dersler çıkaran bir akım geçmişteki başarısız partileşme girişimlerini aşan bir hareket olabilirdi. Ancak EKİM böyle bir tutumu benimsemek yerine kabahati eski dönemin sözümona köhnemiş akımların ve bu akımların üzerine yıktı. Hala da bu akımların bu akımların tasfiye olmasını beklemektedir. TİKB’nin bugünkü tutumu da bundan farklı olmadı. TİKB de bu akımların çözülmesinin temel nedenini bir kavrayış sorunu olarak gösterdi.

(…)

O halde bugün TİKB’nin yürüdüğü yolun da, yirmi sene önce yola çıkmış EKİM’inkinden farklı olmadığını görmek zor değil. EKİM geçmişi aşayım derken, kopup geldiği 70’li yılların örgütlerinin gerisine düştü. TİKB’nin akıbetinin de bundan farklı olmayacağını görmek zor değil. Yürüdüğü bu yolu terk etmezse TİKB de kendi kendimi aşayım derken tıpkı EKİM gibi geçmişinin gerisine düşecek. Hiçbir yeni dönem tespiti de bunu örtmeye muktedir olamayacak.

Devrimci Partiye Giden Yol Hangisi? 

Başta da belirttiğimiz gibi ne TKİP’nin ne de TİKB’nin şu anda yürüdükleri yolda yürümelerini, bugün bulundukları noktadan daha da geriye düşmelerini istemek KöZ’ün arkasında duran komünistlerin benimseyeceği bir tutum olamaz. Bugün bir yandan nesnel koşullardaki değişikliklerin devrimi daha da mümkün kıldığı hakkında gevezelikler yapanlar eşzamanlı olarak da amatör bir örgütün dar olanak ve kapasitesiyle devrimci bir partinin yaratabileceği hayallerini yayanların yürüdüğü yolun çıkmaz bir yol olduğu açıktır.

Ancak bunları söylemek yetmez; hangi yolun devrimci partiye götüreceğini de söylemek ve tüm devrimci güçleri bu doğrultuda seferber etmeye gayret etmek gerekir. KöZ’ün bugüne kadar bu konuya ilişkin belirlemeleri ise son derece açıktır. Yepyeni bir döneme girildiği doğru değildir, hala emperyalizm ve proleter devrimler çağı dönemindeyiz. Devrimlerin gerçekleşmesi dün bugünden daha az olası değildi. Yaşadığımız topraklarda 1960’larda açılmış, 71 kopuşuyla zirvesine ulaşmış devrimci hareketlerin tarihinde de bir dönem kapanmış değildir. 1970’lerde verilen kavga bugün de günceldir. Bu kavgayı dün veren aktörler hala tarih sahnesinden silinmemiştir, bu aktörlerin düzen güçleri tarafından tarih sahnesinden silinmesi ise hiçbir devrimci akım için olumlu sonuçlar doğurmaz.

71 kopuşundan sonra bu topraklarda, işçi sınıfının komünist partisini yaratma yolunda bir dizi mücadele verildi ancak bunlardan hiçbiri başarıya ulaşmadı. Bu başarısızlığın temel nedeni devrimci bir parti yaratma iddiasına sahip her akımın bunu kendi amatör örgütünün gücüne yaslanarak ya da şu ya da bu amatör örgütle birleşerek gerçekleştirebileceğini savunmasıydı. Bu ise, grupçu kaygılarla, amatörlüğün yüceltilmesinden başka bir şey değildi.

Bugün yapılması gereken başarısız partileşme sürecinin derslerini çıkararak tüm devrimci güçlerin komünist bir partide birleşmesini sağlamaktır. Bu şu ya da bu örgütün birleşmesiyle yaratılamayacağı gibi, TKİP, TİKB, MLKP ya da başka bir örgütün tasfiyesiyle de gerçekleşmeyecektir.

Bugün için yapılması gereken tüm devrimci güçleri tasfiyeciliğe karşı politik bir mücadeleye çağırmak, işçilerin ve devrimcilerin örgütlenmelerini zayıflatan onları rekabet ettiren, uzlaşmacı yahut keskin söylemlerle onları siyasal mücadelenin dışına iten tüm akımlara karşı eylemli bir duruş sergilemek, bu ortak duruşu sergileyen tüm güçlere ortak bir siyasal merkezin otoritesini kabul ettirmektir. Devrimci partiye ulaşmak için bundan başka bir yol mevcut değildir. Bu yol aynı zamanda KöZ’ün arkasında duran komünistlerin yürüdüğü yoldur.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Evrensel Gazetesi

Panik 

(Kamil Tekin Sürek, Evrensel, 16 Kasım 2007) 

Küçük burjuva solculuğu panik halinde. Yükselen milliyetçilik ve şovenizm gözlerini iyice korkutmuş. Böyle durumlarda eskiden “solculuk”a yönelirlerdi. Şimdi sağa kayış başlamış.

Gizli gizli bir Kürt düşmanlığı seziliyor konuşmalarında. İtiraf etmeseler de, “şu Kürt sorunu olmasaydı biz de devrimci mücadelemizi yükseltseydik” diye düşünüyorlar. Kürt sorununu kendi siyasi varlıklarının önünde engel görüyorlar. Kürtleri dışlayan bir sol ittifak çağrıları yapıyorlar.

Bazıları, Kürt sorunu yokmuş ve emperyalistlerin Türkiye’yi bölmek için uydurduğu bir suni sorunmuş gibi, “Türkiye’yi böldürtmeyeceğiz”, “Emperyalizme karşı mücadele” sloganları atarak, Kürt demokratik hareketine karşı mücadeleye çağırıyorlar halkı. Politik taktiklerinin MHP ile aynılaştığının farkında değiller.

Medya eliyle yürütülen psikolojik savaş bunları derinden etkiliyor.

28 Şubat sürecinde olduğu gibi, Genelkurmayın arkasında saflara geçiyorlar yavaş yavaş.

68’lerde küçük burjuvazi güce teslim olur tezini savunup, öğrenci gençliği dayak ile yola getirebileceğini düşünenler vardı. Küçük burjuva devrimcileri, dayakla küçük burjuvaziyi yola getiremediler ama egemen siyasi güç odakları baskı ve psikolojik savaş yöntemi ile bunları arkalarında topluyor. Bir kısmı liberal diye adlandırıp kendini AKP’nin arkasında saf tutuyor, diğerleri ise “devrimci” diye tanımlayarak Genelkurmayın arkasında safa giriyor. Güçlü bir sosyal demokrat parti olmayışı yörüngelerini şaşırttı. Eskiden keskin laflarla sosyal demokrasinin arkasına dizilirlerdi.

Sosyal demokrasi gibi, küçük burjuva “devrimci” örgütler de siyaset sahnesinde eski rollerini yitiriyor artık. Belki bir süre daha tamamen yok olmayacaklar, ama yirmi sene önceki güçlerine de artık bir daha kavuşamayacaklar gibi görünüyor. Bu durum, işçi sınıfı ve emekçi halkın demokrasi mücadelesi için hayırlı olacaktır.

Milliyetçiliğin, şovenizmin panzehiri de işçi sınıfı ve emekçi halktır. Bu halk dediğimiz kategorinin içine Kürtler de girer. Milliyetçiliğe karşı yükseltilecek mücadele Kürtler dışlanarak değil, Kürt ve Türk emekçilerin kardeşliğini pekiştirerek, birliğini her zamankinden daha kararlı savunarak mümkün olacaktır. Türk emekçilerinin kardeşçe dayanışması olmazsa Kürt halkı tek başına gericiliğe karşı mücadeleye terk edilmiş olacaktır.

Kürt Sorunu ve demokrasi mücadelesinde doğru siyasi taktik ve bu taktikten milim sapmadan kararlı ilerleyiş, panik halindeki küçük burjuvazinin sağcılaşmasını da engelleyecek, en azından bir kısmını gericiliğin yedeği olmaktan kurtaracaktır.

Anayasa tümden değiştirilerek, daha demokratik bir anayasa yapılmalı, anayasadan milliyetçi, şoven tanım ve tarifler çıkarılmalıdır. Anayasa değişikliği gündemi Kürtlerin yasal demokratik taleplerinin karşılanması için bir şanstır.

Genel bir siyasi af çıkararak, Kürt sorununun çözümü için silahlı çatışma yerine demokratik çözüm yollarının önü açılmalıdır.

ABD ile sorunun çözümü için pazarlıklar yerine, demokrasi güçlerinin siyasi temsilcileri ile sorunun çözüm yollarını görüşmek zorunludur.

Çok tekrarlanan bir söz vardır: “Gecenin en karanlık saatleri, sabaha en yakın olanlardır.”

İçinde bulunduğumuz günler de aslında, çözüm olanaklarının belki son yirmi yıl içindeki en fazla olduğu günlerdir.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Yürüyüş

Evrensel yazarının kabusu

(Yürüyüş, 25 Kasım 2007, Sayı: 132)

Evrensel Yazarı Kamil Tekin Sürek, 16 Kasım’daki köşesinde devrimcilere saldıran bir yazı yayınladı. Yazının başlığı “Panik”ti; fakat biz yazının tamamında bir paniğe değil, KABUS’a tanık olduk.

Kabus, sadece Kamil Tekin Sürek’in değil, hemen tüm oportünizmin onlarca yıl geriye uzanan bir kabusuydu aslında.

Kabusun adı, Marksist- Leninistler’di. Kabusun adı, devrimci hareketti. Onlar bu kabusa ya “goşist”, ya “devrimci demokrasi” ya da “küçük-burjuva devrimcileri” derler.

Döneme göre, “goşist”, “devrimci demokrasi”, “küçük-burjuva” diye küçümsemeye, bu kavramların arkasına gizlenip “mahkum” etmeye çalıştıkları, hayatın her alanında devrimci tavırlarıyla damgasını vuran proleter devrimcilerden başkası değildir.

Ülkemizde adeta bir gelenektir; siyasi arenaya çıkan hemen her oportünist, revizyonist grup, ilk iş olarak bir “THKP-C eleştirisi” yapar. Çünkü, sapmaları, düzeniçilikleri, şablonculukları Marksizm-Leninizm diye yutturmanın önündeki engeldir Cephe çizgisi. O çizgi, bu ülkede, hangi siyasi hareketten olursa olsun, tüm devrimcilere “biz niye onlar gibi yapmıyoruz” diye sordurtan bir pratiğin sahibidir. Bu yüzden tüm oportünist, revizyonist gruplar, bu sorulara muhatap olmanın önüne kesmek için, “devrimci demokrasi” diye devrimci çizgiyi eleştirme yöntemine başvururlar.

Kamil Tekin Sürek ne zaman yapıyor bu eleştiriyi? EMEP oportünizminin “kuyrukçu” çizgisinin bir kez daha tüm açıklığıyla ortaya çıktığı bir süreçte yapıyor. “En iyi savunma saldırıdır” düşüncesiyle, saldırıyor devrimcilere.

*

Hem de nasıl bir saldırı? Yıllardır içinde sakladığı bir “sevinci” açık ederek saldırıyor, diyor ki Sürek:

“Küçük burjuva ‘devrimci’ örgütler de siyaset sahnesinde eski rollerini yitiriyor artık. Belki bir süre daha tamamen yok olmayacaklar, ama yirmi sene önceki güçlerine de artık bir daha kavuşamayacaklar gibi görünüyor. Bu durum, işçi sınıfı ve emekçi halkın demokrasi mücadelesi için hayırlı olacaktır.”

20 yıl önceki güçlerinde değiller!

20 yıl önceki güçlerinde değiller!

20 yıl önceki güçlerinde değiller!

Çok “hayırlı” buluyor bunu Tekin Sürek. Çok seviniyor.

Bir süre sonra yok olacaklar diyor Tekin Sürek.

Yok olacaklar!

Yok olacaklar!

Yok olacaklar!

Bu nefret, bu öfke, bu tahammülsüzlük neden?

Bu öfke, bu nefret, oligarşi karşısında olsa, sınıflar mücadelesi açısından çok “hayırlı” sonuçlar çıkar. Ama hayır; nefretini, tahammülsüzlüğünü devrimcilere yöneltmiş. Tüm solun, oturup, neden kitleleri mücadeleye kanalize edemiyoruz, neden oligarşinin, emperyalizmin planlarını bozacak güçte değiliz diye tartışması gereken bir zamanda, o devrimcilerin 20 yıl önceki güçlerinde olmamasıyla, bir süre sonra yok olmasıyla meşgul!

Devrim iddiasını kaybetmiş bir beyin var karşımızda. Ve bu beynin hükmettiği yürek de, devrimci coşkuyu, devrimci kültürü, ruhu kaybetmiş. Böyle olmasa, yukarıdaki satırları yazmak mümkün olur mu?

*

Bizim yokolmamızın neresi, işçi sınıfı ve emekçi halkın demokrasi mücadelesi için hayırlı olacak Kamil Tekin Sürek?!.. İşçileri örgütlemene, halkın demokrasi mücadelesini geliştirmene devrimciler mi engel oluyor?!.. İşte işçi sınıfı, işte halk, örgütsüz, sahipsiz, buyur ne istiyorsan yap. Küçük-burjuvazi mi elini bağlıyor?!.. Onlarca yıldır niye işçi sınıfını örgütlemiyorsun? Ona da mı küçük-burjuva devrimcileri engel oldu?!

Nerde hani onlarca yıldır yaptıklarınız? Ne var ülkemiz sınıflar mücadelesi tarihinde sizden?

Bu ülkeyi, ülkemizin solunu bilmeyen de Kamil Tekin Sürek’i okuduğunda sanır ki, küçük-burjuvalar güç kaybetmiş, Evrensel ise milyonları yürütüyor! Tabii Türkiye’nin dört bir yanı, EMEP’in meşhur barikat savaşlarından geçilmiyor!!!

Seçimler dışında ne yapar bu arkadaşlar? Neyle uğraşırlar? Evrensel yazarı anlatsa da herkes bilse. Anlatsa da küçük burjuva devrimcileri de onlardan feyz alsa!

Stratejik başarısızlıklarını, kendi çizgisini kaybetmiş, başka çizgilere yedeklenmiş duruma düşmelerini, devrimcilere saldırarak gizliyorlar. Başka bir anlamı yok Sürek’in yazdıklarının.

Şovenist saldırılar karşısında yapılacaklarla ilgili sürdürülen tartışmalarda, “Kürtleri dışlayan ittifak çağrıları yapıldığını” iddia ediyor Sürek. Anlaşılan çok sabırsız, niyeyse acelesi var ki, tartışmaların sonuçlanmasını bile beklememiş. Bu bir yana, Sürek tartışmalara ilişkin doğru da söylemiyor.

Ama başka bir doğru var, o da şu; biz birilerinin “dayanışma örgütü” değiliz. Bizim Türkiye devrimi iddiamız var. Kimliğimizi kaybetmeden, iddiamızdan vazgeçmeden birlik yaparız. Ama EMEP’in bunu anlaması mümkün değildir. Çünkü EMEP’in son döneminde Kürt milliyetçi hareketin dışında, onlara angaje olmadan geçen tek bir dönemi, Kürt milliyetçi hareketin şemsiyesi altında olmayan bir ‘ittifakı’ yoktur.

Siz kimliğinizi, iddianızı kaybetmişsiniz Kamil Tekin Sürek. Tartışmalara ilişkin kavrayamadığınız nokta burası.

*

Bu ülkede onyıllardır kan gölü içinde mücadeleyi sürdüren devrimcileri, “Yükselen milliyetçilik ve şovenizm karşısında” paniğe kapılmakla eleştirmek ise, aymazlık ve utanmazlıktan başka türlü adlandırılamaz. Yüzlerce infazı sen mi yaşadın Tekin Sürek? Kaybetmeleri, meydanlardaki polis terörünü, linç saldırılarını sen mi yaşadın? Biz bunları yaşarken o zamanlar neler yazmışsınız, oku da hatırla. Okurken utanırsın.

*

Kamil Tekin Sürek’e şunu da soracağız elbet; Barzaniler, Talabaniler’le veya bu işbirlikçiliği meşru görenlerle ittifak yapmak, “Ey Amerika, öteki halkları katledebilirsin” demek değil midir? Ve fakat, bu komünistlik midir? Emekten yanalık mıdır?.. Evet, durum ortada; biz, Amerikan işbirlikçiliğini savunmayız. Siz, Amerikan işbirlikçiliğini savunacak noktaya gelmişsiniz.

Kürt sorununun çözümünün nereden nasıl geçtiğini Marksist-Leninistler bilir. Kürt milliyetçi hareketin yöneticilerinin her yıl tekrarladığı “bu sene çözüm yılı olacak!” sözünü tekrarlamak, bir politika sahibi olmak değildir. Seçimden öteye gitmeyen ittifakları “halkların kardeşliğinin sağlanması” olarak değerlendirmenin de öngörülü bir politika olmadığını defalarca yaşayıp gördünüz, ders çıkarmasanız da!.. Dolayısıyla bu konuda sola ders verebilecekler içinde siz, en sonda gelirsiniz.

Ama biz illa ki onlara tabi olacağız derseniz, diyecek bir şey yok. Sen ABD işbirlikçiliğini savunmaya, işbirlikçiliği ulusların kaderini tayin hakkı diye teorileştirmeye devam et Kamil Tekin Sürek. Hiçbir devrimci, ABD’den çözüm beklemez. Hiçbir komünist, Barzani çizgisini hoş göremez. Barzaniler’i hoş göreni de hoş göremez… Ama diyorsanız ki, biz bu çizgide devam edeceğiz. Tercih sizin.

Elbette o zaman devrimcilerin yok olmasına bu kadar sevinmeniz de normal. Çünkü, devrimciler varken, Barzaniler’i hoş gören bu çizgiyi, komünistlik diye yazıp çizmeniz zor. Ve ne yazık ki(!), son olarak sana kötü bir haber verelim Kamil Tekin Sürek; o zorluğu hep yaşayacaksın. 37 yıldır tüm oportünistlerin ve revizyonistlerin yaşadığı gibi…

Kızıldere dünümüz, bugünümüz, yarınımızdır

Halk Gerçeği, Sayı: 1, 6 Nisan 2008

Türkiye halklarının mücadelesinin politikleşerek yükseldiği 1960’ların sonlarından bugüne, mücadelenin ilerlediği, gerilediği, kesintilere maruz kaldığı çeşitli dönemler oldu. Bugün açısından baktığımızda, mücadelemizin kitlesellik ve diğer bazı açılardan geçen 40 yılın en üst düzeyinde olduğunu söyleyemeyiz; fakat Türkiye devrimi açısından umudumuzun ve inancımızın en üst düzeyde olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü geçen 40 yıl, ülkemizin devrimden başka çıkışının olmadığını tekrar tekrar göstermiştir. Bunun kitleler tarafından görülüp politik bir tavra dönüşmesi, bir süreç işidir, ama bu nesnelliğin kendini her geçen gün daha fazla hissettireceğini bugünden söyleyebiliriz.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: sendika.org

Zaman halkların ortak sağduyusunu cesaretle

seslendirme zamanıdır

30 Ekim 2007

[Solun varlık yokluk sürecine doğru]

Solun yaşadığı travma dönemlerinin aralıkları gittikçe daralmaktadır. Sadece son bir yılda yaşananlar; Cumhuriyet mitingleri, %46’lık AKP tescili ve şimdiki sokak hezeyanları bu durumun göstergeleridir. Bunlar tek başlarına bile solun ortalamasında derin umutsuzluklar yaratacak cinsten gelişmelerdir. Solun dağınıklığı ve güçsüzlüğü de bu süreçten çıkışı zorlaştırmaktadır.

Ortak aklın bir üçüncü yolu bulabileceğini bekleyerek zaman tüketmek, bu süreçte yapılabilecek en kötü tercih olacaktır. Bilinmelidir ki bu tür “provokatif durumlarla” karşı karşıya kalmak, solun güçsüzlüğünün ürünü değildir. Ne kadar güçlü olunursa olunsun kontrol dışı sürükleyici etkenler daima yaşanacaktır. Solun güçsüzlüğü, oluşan gelişmelerin yönünü değiştirmekteki etkisizliğinde açığa çıkmaktadır. Bu ise “hazır güçlerin” var olup olmamasından çok, doğru politik müdahale ve önderlikteki zafiyetten kaynaklanmaktadır. Bu nedenle her şeyden önce toplumsal muhalefet kendi inisiyatif odaklarını yaratmalıdır. Yoksa mevcut haliyle, solun içinden geçtiği bu değişim süreci giderek bir varolma-yok olma sürecine doğru ilerlemektedir.

Ayrıksı seslerin tamamen boğulmaya çalışıldığı, herkesin iki taraftan birini seçmek zorunda bırakıldığı bir ortamda; toplumsal muhalefetin birlikte ve tek bir çağrı yapması elzemdir. Tüm demokratik kitle örgütleri, acil olarak, başta kendi üyeleri olmak üzere, diğer tüm demokrasi güçleri ile birlikte ortak bir söylemin oluşturulmasına girişmelidirler. Bu söylemin iki ana ekseni olmalıdır. Birinci eksen, Ortadoğu’da barış, ülkede ise şovenizm ve iç savaş karşıtı bir kardeşlik çizgisinin yaratılmasıdır. İkinci eksen ise, bu atmosferle bütünleşen ve iyice azgınlaşmakta olan neoliberal sömürgecilik politikalarına karşı mücadele çağrısıdır. İki eksenli bu çizgi başta ABD emperyalizmine açık bir karşıtlık oluşturmalıdır. Ortadoğu bataklığına sürüklenmeye karşı bir duruş oluşturmalıdır. Her iki taraftan gelebilecek iç savaş kışkırtıcılığına karşı açık tavır almalıdır. Özellikle egemenlerin şoven baskılarına karşı tavizsiz bir tutum takınılmalıdır.

Süreç bu çizginin her iki ekseninin de hayat bulmasını hedefleyen bir söylem ve eylem hattının oluşturulmasını zorunlu kılmaktadır. 3 Kasım mitingi bu açıdan ilk fırsat olarak değerlendirilmelidir. Öncelikle solun ilk geniş çeperinde yaratılacak bu yönelim giderek her tarafta gidişattan tedirgin olan geniş kitlelere doğru yaygınlaştırılmalıdır. Zaman içe kapanma ve sinme zamanı değildir. Zaman halkların ortak sağduyusunu seslendirme cesaretini gösterme, bu doğrultuda atak ve inisiyatifli davranma zamanıdır. 

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Teori ve Politika

Devrimci politikanın teorik-tarihsel

yolu ve Devrimci Sol

(Melik Kara, Doğru Seçenek, Sayı: 12, Ocak 1993)

[Devrimci hareketin akıbetini düşünmek: 1993]

Sosyo-politik oluş olarak Türkiye sol hareketi dördüncü onyılını sürüyor. 1960’lı yılların başından bu yana geçen süre azımsanmamalıdır. Devrimci süreçler genel bir eğilim olarak iki ya da üç onyıl içinde politik sonuçlarına varıyor ve bir büyük mücadele dönemi ya devrimci güçlerin zaferiyle ya da varolan düzen ve iktidarın, devrimi olasılıkla birkaç onyıl erteleyen bir sosyo-ekonomik ve politik restorasyonuyla sonuçlanıyor.

Türkiye toplumu, devrimsel geçiş süreci makasını 1960’ların içinde açmış ve uzamasına rağmen kapatmamıştır. Egemen sınıflar, bu makası kapatmak için döne döne –sürekli olarak daha kapsamlı olan– saldırılar yöneltiyorlar.

Genel bir devrim sürecinde gerçek bir ilerleme, tarihsel güçlerin her iki kutbu tarafından da gerçekleştirilmek yoluna giriyor. Bu, devrimci güçlerin varlığı ve yenilgisinin dahi, egemen sınıflar eliyle sağlanan bir ilerlemeye yol açtığı anlamına geliyor. (…)

Devrim süreci bir yarış olarak beliriyor. Bu yarışın, bir devrimi mümkün kılan tarihsel belirtileri birer birer çözerek ya da bastırarak egemen sınıflar tarafından kazanılması her zaman güçlü bir olasılıktır.

Bütünsel toplumsal tarihte devrimler kuraldır, ama tarih, olgular düzeyinde ele alındığında başarılı devrimlerin yenilgi örnekleri karşısında azınlığı teşkil ettiği görülür. Bu, ne maddi bir güce dönüşen ve başarıda belirleyici önemi olan ‘başarma iddiası’nın geri alınmasına, ne de bütünsel tarihsel ilerlemenin devrimsel olduğu gerçeğini her bir devrimci sürece basit bir indirgemeye yol açmalıdır.

Bir özgül sürecin devrim unsurlarına kilitlenmiş devrimciler, yeni bir özgül süreçte devrimi başaracak ihtimali kuvvet olamazlar. (…)

Toplumsal ve siyasal hareketin kabaca bir sarkaç dinamiğine sahip olduğu söylenebilir. Tarihsel örnekler ve özel olarak işçi hareketi ile sosyalist hareketin tarihi, bir dinamik süreçte hareket halinde bulunan sınıfların ve siyasal akımların onlarca yıl boyunca korunan kesintisiz ve çizgisel bir gelişme / büyüme ve atılım sergileyemediklerini gösteriyor. Birkaç onyıllık (genellikle iki-üç onyıl) bir dönem sonunda genel bir durgunluk, yorgunluk yaşanıyor. Yeni bir atılım, ancak bu durgunluk döneminin (yok olunmadan) atlatılması ve yeni tarihsel dönemin dinamiklerine uyum sağlanabilmesiyle mümkün olabiliyor.

Sovyet devrimi ve Çin devrimi buna ilişkin önemli tarihsel örneklerdir. Vietnam devrimi, bir durgunluk arasından sonra Güneyde de zafere ulaşabilmiştir. Filistin devrimi bugün sürecin soğumasını yaşıyor.

Türkiye’de devrimci hareket 1960’ların sonunda ortaya çıktı ve bugün üçüncü onyılını yaşıyor. Yukarıda ifade edilenlerin tarihsel model itibarıyla bir karşılığı varsa, Türkiye devrimci hareketini masaya yatırmak kaçınılmaz olmaktadır.

———————- ◊ —————–

Ne Diyorlar?: Teori ve Politika

Bizimkiler

(Melik Kara, Teori ve Politika 21, Kış 2001)

 

[Devrimci hareketin akıbetini düşünmek: 2000]

Bizimkiler, çok kapsamlı bir saldırıyla karşı karşıya.

***

19 Aralık 2000 sabaha karşı devletin on bin kişilik gücüyle başlattığı büyük tasfiye operasyonu, hukuki gereğini 1991 tarihli Terörle Mücadele Yasasının 16’ncı maddesinde buluyordu. (…) 

Post-devrimcilik

Devlet devrimcilere vurdu ve nihayet kendilerine devrimcilik-sonrası bir dönem bulduklarını sandılar! “Devrimcilik artık bitti!” diyorlar. Böylece doktriner kafalarına uyduğunu düşündükleri bir gerçeklik bulmuş oluyorlar; böylece sol taraflarında, tumturaklı sözlerinin boş olduğunu sürekli hatırlatan, reform politikalarını uygulamaya koyarken rahatsız edici bir pratik olmayacak artık. Ne güzel bir düş! Gafiller!

Post-Marksizm, Marksizmin artık bir teori ve politika olarak bittiğini söylüyordu. Post-devrimcilik, devrimciliğin artık eylemli politika olarak bittiği saptamasıyla kendine varlık alanı arıyor.

19 Aralık operasyonu sonrası, devletin devrimciliği tasfiye ettiği saptamasını yapan ve bir “post-devrimcilik” yapmaya heves edenler, boşuna kendilerini yormasın! Bu memlekette devrimcilik sadece ‘devrimciler’in işidir ve öyle kalacaktır. (…)

Devrim sürecinin akıbeti

Türkiye’de bu sınıfsal ve politik koşullar oldukça, mücadelenin bitmeyeceği, mücadele edecek gruplaşmaların sürekli olarak ortaya çıkacağı savunuluyor. Operasyon sonucu devletin kazançlarını değerlendiren yaklaşımlardan biri de bu. Oysa bu görüşlerle bir şeyler söylenmiş olmuyor. Sorun, ülkenin nesnel koşullarının kısa ya da uzun vadeli sonuçlarına ilişkin olumlu beklentiler değil. Sorun, somut olarak, bir çatışmada karşı karşıya gelen somut güçlerden birinin diğerini fiziksel olarak istediği sınıra çekmesidir. Evet, bu gerçekleşmiştir.

İki bin civarındaki devrimci üzerinde fiilen tesis edilen nizam, ülkenin başbakanı tarafından, yeni bir yıla umutla girişin kanıtı olarak sunuldu.

Yapısal ya da süreçsel açıdan, nesnel unsurlar dikkate alınmak durumundadır. Bu bakımdan, devletin iradesini devrimcilere öznel olarak kabul ettirememesinin önemi yoktur. Gerçeğin bu yönünün bu bağlamda bir karşılığı, tanınırlığı söz konusu değildir. Buradaki gerçeğin unsurları, devletin fiziki gücü marifetiyle devrimcilerin fiziki gücünü kontrol altına almasına ilişkindir. Devlet, yapısal olduğu henüz söylenemeyecek olsa da, yapısala dönük, ona ilişkin bir ilerleme kaydetmiştir.

Bu operasyon tarihe, devletin devrimci hareketi topyekun tasfiye harekatı olarak geçebilir mi? İhtimallerden biri budur.

Türkiye’de devrimci hareketin bir bütün olarak girdiği bir muharebe, yenilgiyle sonuçlandı. İhtimallerin en kötüsü, bunun son muharebe oluşudur.

Operasyon öncesini sonrasından ayıran unsurlardan biri, devrimci hareketin önündeki varlık seçeneklerinin değişmesidir. Operasyon öncesi, devrimci hareket, ya sancılı ve krizli bir şekilde varlığını sürdürme, ya da başarılı çıkışlar yapma seçenekleri ile karşı karşıyaydı. Operasyondan sonra, seçenekleri şu şekilde belirlemek yanlış olmayacaktır: Ya sancılı ve uzun kötü gidiş, ya da gerçekten topyekun tasfiye. Devrimci hareketi bu ihtimallerin beklediğini söylemek tasfiyecilik değildir. Ama böyle kehanetlerin kendini gerçekleştirme potansiyeli küçümsenmemelidir. Tasfiye ihtimaline karşı devrimci hareketlerin başlıca mücadele yollarından biri, tasfiye olmayacağı şiarıyla hareket etmektir. Ve elbette, bu tür zamanlarda kötü durum “saptamalar”ı yapmak hiç kolay değildir.

Devrimci hareketin tasfiyeyle karşı karşıya olabileceği, bu ihtimalin operasyon öncesine göre, daha öne çıktığı gibi bir görüşün, devrimci hareketin tasfiye olduğu (ya da artık kesin olacağı) görüşüyle farkı nedir? Öncelikle bir önerme farkı vardır; saptama farklıdır. Fakat daha öncel olanı şudur: Saptamayı yapanların bulunduğu yer farklıdır. Devrimci hareketin dolaysız mensuplarının ya da kendi kaderini devrimci harekete bağlamış olanların yaptığı saptamalar ile devrimci hareketin dolaysızca dışında olanların ya da istikbalini devrimci hareketin yok olmasında görenlerin yaptığı saptamalar, elbette farklı ontolojilere sahip olacaktır. İkisi de doğruyu gösteriyor olabilir; ama biri duran bir saattir.

[Devrimsel makas kapanıyor mu?]

Türkiye’de devrime dönük süreç diye ifade edilebilecek bir tarihsel açı, 1960’ların sonunda açılmıştı. Devrimci hareketin varlığı üç onyılı geride bıraktı. Bu, azımsanacak bir süre değil. Devrim, (Türkiye’de) –ulusal hareketin kendi alanında yaşadığı birkaç yıl dışında– hiçbir zaman pratik bir imkan olmadı. Yani devrimci hareketlerin çapını abartmamak gerekir.(…)

Dünya ölçülerinde ele alındığında, Türkiye’nin, devrimci yapıların canlılığı bakımından fena durumda olmadığı görülür. Devlet devrimci hareketi hep acil bir tehdit olarak gördü, böylece durumu çoğu zaman abarttı. Türkiye devrimci hareketi, 1971’de, ‘80’de ve ‘91’de yenilgiler aldı. Ancak her yenilgiden sonra birkaç yıl içinde sürekli artan bedeller ödeyerek ayağa kalkabildi. Sorun, 19 Aralık 2000’e tarihlenecek olanın, öncekiler gibi ‘geçici’ bir yenilgi mi, yoksa uzunca bir dönem bir daha belini doğrultamayacağı bir yenilgi mi olduğudur. Yani, devrim sürecine ilişkin açı, belirli bir dönem boyunca kapanmış olabilir mi?(…)

***

Eğer söz konusu açı kapandıysa, Türkiye solu gerçekten post-devrimci döneme girdiyse, devrim, bu kuşakların mücadelesinin kesişmeyeceği bir tarihe ötelenmiş demektir. Yani, 1970’lerin başından beri kesintilerle süren bir dönem artık yapısal olarak kapanmıştır. (…)

[Tasfiye mi, devrimcilik mi?]

Peki, bu tür zamanlarda verili devrimci özneler ne yapmalı? Devrimci örgütler, adı üstünde devrim-ci!, yapılarını dağıtmalı mıdır? Devrimcilik, devrimin pratik imkanlarına ne kadar bağlıdır? Buna bağlı diğer soru, devrimciliğin bir pratik eyleyiş olarak devrim anında veya öngününde mi ortaya çıkması gerektiğidir.

Böyle bir uzunca döneme devrimci olarak giren özneler için kabaca iki hareket tarzı vardır. Biri, devrimci olmayan dönemde devrimciliğin yapılamayacağını ilan ederek devrimci örgütü tasfiye etmek veya onu bir reform örgütüne dönüştürmek; diğeri, bu tür dönemlerin ne zaman biteceğinin, üstelik bu tür dönemlere ne zaman girildiğinin bile içindeki özneler tarafından anlaşılamayacağını, çağın genel olarak devrime uygun koşullara sahip olmasının devrimciliğin sürmesi için yeter sebep olduğunu, esasen tarihte en uygunsuz sanılan koşullarda bile devrimlerin ve devrimci iktidarların gerçekleşebildiğini, bu yüzden devrimciliğin sürdürülmesi gerektiğini ileri sürmek. (…)

Kendini doğrulayan uğursuz kehanetlere izin vermeyelim. Devrimciliğin tasfiyeci politik yönelimlerle karşılaşma ihtimali önümüzdeki dönemde daha çok olacaktır. Devrimciliğin bittiği şeklindeki görüşlerin devrimciler arasında yayılması en kötü öznel ihtimaldir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar