Ana SayfaArşivSayı 30Bir Kifaye Farz: Cihad

Bir Kifaye Farz: Cihad

Bir Kifaye Farz: Cihad*

“Her dini cemaatte bir manastır vardır;

benim cemaatimin manastırı ‘cihad’tır.”

(Muhammed)

Yılmaz Sezer

Öznesiz ve devrimci bir süreç

Turan Dursun, “Kur’an Tanrı’sının ‘insan iradesi’ni tanımadığını” söylüyor, konuyla ilgili olarak şu ayetleri Kur’an’dan alıntılıyor: “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (İnsan Suresi, ayet: 30) Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar. (En’am Suresi, ayet: 39)”. Ve eleştiriyor:

İrade, karşıya çıkan seçeneklerden birini seçmedir ya da seçebilme gücüdür. (…) Ne var ki, Kur’an ayetlerinin hiçbir yoruma yer kalmayacak biçimdeki açık anlatımlarına göre insanın böyle bir seçim yapabilmesi, ‘Tanrı’nın iradesi’ne, ‘Tanrı’nın dilemesi’ne bağlıdır. (…) Ayetlerin açıklamasıyla, insana bir şeyi yapma ya da yapmama özgürlüğü şöyle dursun, bir şeye yönelme, bir şeyi ‘dileme, isteme özgürlüğü’nün bile verilmediği son derece net bir biçimde anlatıyor.[1]

Tanrı’nın insan iradesini tanıması da ne demektir? Tanrı kendisine hiç ‘eş’ yani ‘ortak’ arar mı? Tanrı’nın dışında, başka bir Tanrı olmadığından, Tanrı’nın insan iradesini tanıması elbette saçma olurdu. Kur’an’da bir ‘süreç’ ya da bir ‘genel’den sözedildiğinde, orada ‘insan iradesi’ yoktur. Bir ‘an’dan ya da ‘özel bir durum’dan sözedildiğinde, ‘an’ın ve o ‘özel durum’un faili insandır. Ve Kur’an, onu, yaptıklarından dolayı sorumlu kılar.

            Kur’an, bir bütün olarak, ‘cihad‘ kavramı üzerine kurulmuştur. Hadisçi Buhlul bin Raşid’in söylediği gibi, “Tüm dini işler, ‘cihad’ ile karşılaştırıldığında okyanustaki tükürükten daha fazla değildirler”[2]. Peygamber’den aktarılan şu sözler ‘cihad’ın İslamda ne anlama geldiğini açıkça ortaya koyar: “Her dini cemaatte bir manastır vardır; benim cemaatımın manastırı ‘cihad’tır.”[3] Zamanin, yukarıda belirtilen hadisle ilgili olarak şu yorumlarda bulunuyor:

Keşişlik/dervişlik demek, yalnızca Allah’a ibadetle uğraşmak, dünya işlerinden el çekmektir. Bu İslam öncesi dinsel topluluklarda, insanlardan uzaklaşarak manastırlarda yaşamak şeklinde uygulanıyordu; çünkü onlar için inzivaya çekilmek, insanlarla ilişkide bulunmaktan daha iyidir. Sonra Allah’ın elçisi bunu ‘İslam’da keşişlik yoktur’ diyerek reddetti.[4]

İslam, toplumsal ilişkiler dışında varolmayı reddeden politik-materyalist bir dindir. İşte bu nedenledir ki; İslam dinini, vicdana hapsetmenin ve orada bırakmanın olanağı yoktur. Ama, öte yandan İslam, tarihselde politik-materyalist yanını vurguladığı ve sadece burada kaldığı, ‘öteki dünya’ ile ilişkisini kaybettiği ölçüde devrimci niteliklerinden olabildiğince uzaklaşmış, diğer pozitivist ideolojilerin niteliklerine bürünmüştür. Bütün iktidar ideolojileri gibi, dünyevileştikçe, devrimciliğini yitirmiştir. Şöyle söylenebilir; ‘idealizme’ sarılmayan bir materyalizmin devrimci olma olanağı yoktur. Ve Kur’an’da Tanrı bunu açıkça şöyle dile getirir:

Ey inanmış olanlar! Ne oldu sizlere, Allah’ın yolunda savaşa çıkın! denildiğinde, yerinizde ağırlaşıp kaldınız, bu dünya yaşamını ahiret yaşamından daha hoş mu buldunuz? Bu dünyanın malı mülkü ahiretininkinin yanında pek azdır. (Tövbe Suresi, 38. ayet)

            Kur’an, insan iradesini tanımayan bir ‘Tarih’ anlayışına ve tarihe devrimci karakter veren bir ‘cihad’ kavramına sahiptir. Kur’an bir yandan insan iradesini tanımaz iken, öte yandan Müslümana kıyamete kadar mücadele etmeyi emretmekte; ‘cihad’ı bütün Müslümanlar için farz kılarak, İslama devrimci bir yapı kazandırmaktadır:

Tanrı, mallarıyla, canlarıyla savaşanlara, oturanların üstünde büyük bir mükafat ihsan eder (Nisa Suresi, 93-94. ayetler). Ahrete bedel dünya hayatını satanlar, Tanrı yolunda düvüşsünler; öldürülür ya da galip gelirlerse, onu biz yakında büyük mükafata nail ederiz (Nisa Suresi, 72. ayet). Tanrı yolunda öldürülenleri ölü zannetmeyiniz; onlar, Rablerinin yanında diridirler (Ali İmran Suresi, 169. ayet). Tanrı yolunda öldürülen kimselere, ölüler demeyin, onlar diridirler, fakat siz bunu kavrayamazsınız (Bakara Suresi, 154. ayet).

Evlerinde kalanlar, Allah’ın peygamberinin ardından sevindiler. Mallarıyla-canlarıyla Allah yolunda savaşmaktan çekindiler: ‘Sıcaklarda savaşa çıkmayız’ dediler. De ki: ‘Bilmiş olsalardı, cehennem ateşi daha katı sıcaktır (Tövbe Suresi, 81. ayet). ‘Allah’a inanınız, peygamberle birlikte savaşa çıkın’ diye bir sure inince onların zenginleri senden izin istemekte, ‘Bizi bırak oturalım’ demektedirler. Geride kalanlarla, kadınlarla kalmak istemişlerdi. Gönülleri mühürlendi, onlar anlamıyorlar. Peygamberse, inanmış olanlarla birlikte, mallarıyla, canlarıyla savaş ettiler. Bütün iyilikler bunlarındır. Bunlardır kurtulanlar. (Tövbe Suresi, 86, 87, 88. ayetler)

Cihad, farzdır yani zorunludur. Muhammed, ‘Allah’ın dediği olur’u düstur edinen ve Allah’ın emri cihadı dinin temeli sayan tarihsel bir özne ve büyük bir devrimcidir.

Dinde ikrah yok; politikada şiddet vardır

Dinde ikrah yoktur. Doğruluk, sapıklıktan iyice ayrılmıştır. Artık her kim Taguta küfreder, Allah Teala’ya imanda bulunursa kopması bulunmayan bir kulpa yapışmış olur ve Allah Teala semidir, alimdir (Bakara Suresi, 256. ayet).

Ömer Nasuhi Bilmen, bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:

İslamiyeti kabul etmesi için kimseye cebredilemez ve dinî İslam, hiçbir şey, hiçbir muamele hakkında ikrahı tecviz etmemiştir. Gerek din hususunda ve gerek başka hususlarda ikrah cihetine gidilemez. Malum olduğu üzere ikrah bir şahsa, hoşlanmadığı, rızası ile kabul etmediği bir şeyi tehdit ile ilzam etmektir. Binaenaleyh ikrara mukarin olup birrıza kabul edilmeyen İslamiyet, kabul edilmiş, sahibini mesuliyetten kurtarmış olmaz. Nitekim ikraha mebni yapılan ibadetler de indallah makbul değildir. İkraha binaen İslamiyeti kabul eden bir kimse -bilahare tashihi itikat ederek bu kutsi dini samimiyetle benimsemedikçe- bir münafık olmuş olur. Maamafih böyle bir kimseye kafir de diyemeyiz. Olabilir ki, mukalllibülkulup olan Allah Teala onun kalbini iman cihetine tevcih etmiş, ikrah buna bir vesile olmuştur. Biz zahiren gösterilen ikrara göre hükmederiz. Kimsenin niyetini teftişe kalkışamayız.[5]

Söylenilen şudur: Dinde ikrah yoktur. Çünkü ikrah yoluyla, elde edilen ‘rıza’ şeklidir; kişinin gerçek niyetini göstermez. Gerçekte öyle istemediği (İslamı) halde, öyle davranmaya (İslama uymaya) mecbur kalan kimsenin yaptıkları Allah indinde değersizdir. Din esasen kişinin kalbinde (ruhunda) kurulur. İslamı kalben kabul etmemiş, ancak ikrah yoluyla kabul etmiş gibi görünen bir kişinin İslamiyetle bir ilgisi olmaz. İkrah ya da zor yoluyla kalbi ele geçirebilmenin imkansızlığı, dinde ikrah yolunu fiilen kapatmakta ve anlamsızlaştırmaktadır.

            Politik-materyalist bir din olan İslamiyetin, politikada ve toplumsal yaşamda söyleyecekleri vardır. Sözkonusu olan toplumsal yaşam ve onun bir parçası olan politika olunca, durum farklılaşmakta, ‘şiddet’ toplumsal yaşamın ve politikanın bir parçası olarak algılanmaktadır:

Müslümanlıkta ikrah bulunmadığı içindir ki, Müslümanlara mağlup olan milletler, yine kendi dinlerini muhafaza edegelmişlerdir. Hiçbiri cebren İslamiyete sokulmamıştır. Hiçbirinin hürriyeti vicdaniyesine asla müdahale edilmemiştir. Elverir ki, yaptıkları muahedelere, verdikleri sözlere riayet etsinler, bir karışıklığa cüret göstermesinler. Fakat, bir gayrimüslüm ahdini bozarsa veya bir Müslüman bilahare irtidat eder, başka bir dine girerse bittabi cezaya müstehik olurlar. Mesela: Bir Müslüman irtidat edince taib ve müstağfir olması kendisine teklif edilir. Buna rağmen yine irtidatında ısrar ederse idam cezasına müstehik olur. Bu ikrah meselesi değildir. Belki mensup olduğu İslam cemiyetinin dinini tezyif ederek ona karşı muhalif bir çephe almış olacağından ve kötü bir numune teşkil etmiş ve İslamiyet aleyhinde propaganda yapacağı melhuz bulunmuş olacağından dolayı tatbiki icap eden bir cezadır. İntizami umumiye ihlale meydan vermemek için bunun tatbik edilmesi siyaseti içtimaiye icaplarındandır. Nitekim bir millet efradından olan herhangi bir şahıs da o milletin kanunlarına muhalif hareketinden dolayı cezaya uğrar, bu ceza bir cebir ve ikrah sayılmaz, onun kanaati vicdaniyesine bir müdahale addedilemez. Böyle bir ceza; selameti amme namına bir hikmet ve maslahat muktezasıdır.[6]

Çok açıktır: Artık toplumsal yaşam, nasıl kuruluyor ya da kurulması gerekiyorsa, öyle kurulacaktır; politika nasıl yapılıyor ya da yapılması gerekiyorsa, öyle yapılacaktır. Burada, İslam Peygamberi Muhammed’in Clausewitz’den, Sun-Tzu’dan, Machiavelli’den veya Lenin’den hiçbir farkı, hiçbir ayrıcalığı, hiçbir üstünlüğü yoktur ve olamaz:

Her ne kadar Bedir Savaşı’nın, Tanrı’nın yolladığı alametli meleklerin de yardımıyla kazanıldığını bildiren ayetler varsa da, bunu mecazi bir bildiri olarak kabul etmek zorundayız. Zira savaştan söz eden ayetlerle -ki bunların sayısı 68’dir- Hz. Muhammed’in kendi girişimleri, böyle göksel yardımlara pek de umut bağlamamayı gerektirecek kadar hayata ve olayların istediği gerçek maddesel araçlara dayanmaktadır[7]

            Burada her şey[8]; mümaşat, takiyye ve hud’a vardır. Mümaşat, ‘barış içinde birlikte yürümek’ demektir. Daha çok Mekke döneminde izlenen bir yol olmuştur. İşin esası, gerekli güç elde edilinceye kadar, yani güçsüz iken, ‘barış’ politikalarını öne çıkarmaktır. Takiyyenin sözcük anlamı ‘korunmak’tır. Bir Müslümanın, Müslüman olmayanlardan korunmak ve güvenliğini sağlamak gayesiyle, ‘olduğundan daha başka görünmesi’, ‘daha başka davranması’ anlamına gelmektedir. Bir Müslüman gerekli gücü elde edinceye dek bu yola başvurabilir. Hud’a ‘hile’ demektir; kazanmak için, her zaman, yeri geldikçe başvurulabilir.

            İslam Peygamberi Muhammed, düşmanın kullandığı savaş araçlarını elde etmeye çalışan ve maddesel olarak güçlü olmanın zafer için gerekli olduğunu çok iyi bilen bir komutandır. Kendisinden binlerce yıl önce, Çinli savaş uzmanı Sun-Tzu’nun söylediği şeyi tekrarlayan ve “Harb hud’adır” diyen, yani savaşın bir aldatmacaya dayandığını söyleyen Muhammed, stratejik düşüncenin temel prensibi pragmatizmi kavramış görünmektedir:

Bizzat Peygamber, akidede İsa’nın yerine ona benzetilerek bir başkasının öldürüldüğünü tebliğ eylemek (Enam Suresi, 156. ayet), hayatında hicra ve zaruret halinde zahiren imanın inkarını (Nahil Suresi, 108. ayet), müşriklerle dostluk kurmayı (İmran Suresi, 28 ayet) ve haram edilmiş yiyeceklerin yenilmesini (Maide Suresi, 5. ayet ve Enam Suresi, 119. ayet) caiz görmek suretiyle, dini ızdırap unsurundan sıyrılabilmiştir. Bu bakımdan bu müsamaha Müslümanlığın bütününe şamildir. (…) Tabari, Nail Suresi’nin 108. ayetini şöyle tefsir etmektedir: ‘Bir kimse zorlanırsa ve düşmanlarından kurtulmak için, kalbi muhalefet ettiği halde, dili ile küfrü kabul ederse, ona ceza terettüp etmez; zira Allah, kulları hakkında, bunların kalplerinin inandığına göre hüküm verir’[9]

Din ‘kalb’te kuruluyor. O nedenle, toplumsal ve politik sonuçları bir yana, ikrah yoluyla İslamlaştırma önerilmediği gibi, ikrah karşısındaki bir Müslüman da ‘takiyye’ye başvurabiliyor ve ‘takiyye’ onun Müslümanlığına halel getirmiyor:

Müminler, müminlerden başka kafirleri dostlar edinmesinler. Her kim onu edinirse, Allah Teala’dan -nusrete nailiyet- ilgisi kalmamış olur. Meğer ki onlardan bir korunma için çekinecek olasınız. (Yani onların edavetlerinden, birer zarar ika etmelerinden korunmak için müvalat göstermek müstesna, o zaman onlarla zahiren dostane bir vaziyette bulunabilirsiniz. Elverir ki, böyle bir hareket, başka Müslümanların zararına olmasın, hakiki bir menfaatin ziyaına sebebiyet vermesin. Böyle zahiri bir müvalat ise ehli küfrün glebesi zamanına aittir. Veya onların diyarında bulunmak takdirindedir. İslamiyetin galibiyeti zamanında böyle bir harekete lüzum yoktur.) Allah Teala ise sizi zatı uluhiyyeti hakkında tahzir buyurur. Ve nihayet gidişi de Allah Teala’yadır. (Ali Imran Suresi, 28. ayet)

Cihad bütün mücadeleler toplamıdır

Cihad, Tanrı Sözü’nü, yani Kuran’ı yüceltmek ve egemen kılmak için, biraraya getirilen bütün maddi ve manevi kuvvetleri iyi niyetle Allah yolunda kullanmak olarak tanımlanıyor. Bir başka deyişle, cihad, kıyamete kadar Allah yolunda yapılan kesintisiz bütün mücadeleler toplamı oluyor.

            Cihad, hem ideolojik-politik mücadele, hem de savaş anlamına geliyor. Cihadın bu her iki anlamı iç içe bir özellik gösteriyor ve birbirini tamamlıyor. İdeolojik ikna süreçlerinin işlemediği, yetersiz ve sonuçsuz kaldığı ya da anlamsızlaştığı anlarda, cihadın zor ve şiddet içeren ikinci anlamı, politik şiddet veya yoğun politika anlamına gelen ‘savaş’ ortaya çıkıyor. Bu ikisi arasında tarihsel bir bölünmenin de olduğu iki ayrı dönemi, İslamın ilk dönemleri ile merkezileşip güçlendiği dönemi kesin olarak ikiye ayırmak gerekiyor. Birinci dönem, tebliğ denilen salt ideolojik mücadele ile geçiyor. İkinci dönemde cihad bütün özellikleriyle varoluyor. Cihadın temel özelliği hiç değişmiyor: Tanrı, bir yandan düşmana karşı savaşmayı öğütlerken; öte yandan, savaşçının kendi kendisiyle savaşmasının da şart olduğunu söylüyor. Bir başka ifadeyle, savaşçının mücadelesi hem düşmana, hem de kendisine karşı oluyor. Cihad, Tanrı Sözü’nü, yani Kur’an’ı yüceltmek ve egemen kılmak için yapılıyor; dünyevi olan her ne varsa, ganimet ya da başka bir şey, savaşçının ruhunu diri tuttuğu ve mücadeleciliğini kamçıladığı sürece kabul, ruhunu körelttiği ve mücadele azmini kırdığı ya da ortadan kaldırdığı ölçüde reddediliyor.

            Kur’an’ın cihad kavramını ele alış biçimi, savaşı toplumsal yaşamın bir parçası olarak tanımlayan Clausewitz’in görüşü ile uyumludur. Cihad, Kur’an’da Allah yolunda yapılan bütün mücadeleler toplamı olarak tanımlanmıştır. İlginç ve şaşırtıcı olan şudur ki; ideolojik ve zora dayanan bütün ikna süreçleri bir bütünün parçaları olarak algılanmış; bütünlüklü bir ifade tarzı olarak ‘cihad’ kavramı kullanılmıştır.

İslamiyet ancak ‘hicret’ten sonra politik güç haline gelebilmiştir. Muhammed Mekke’de Kureyşlilerin muhalefetini altedemediğinden, Medine’de oluşturduğu ilişkileri de hesaba katarak, Mekke’den Medine’ye -hicret denilen- göç (ya da firar) olayını gerçekleştirmiştir. Hicreti ‘firar’ anlamında kullananlar da vardır. Buna itiraz edenler, sözcüğün doğru anlamının ‘göç’ olduğu kanısındadırlar; ve peygamberin firar etmeyeceğini düşünmektedirler. Firar ya da göç, anlamı tam olarak ne olursa olsun, büyük bir politik çıkış ve sıçramadır. Peygamberin hicret zamanından itibaren politik egemenlik kurmaya başladığını söylemek gerekiyor.

Bu yüzden, Müslümanların politik bir topluluk olduğu dönemlerde (Mekke’de) inen ayetler ile politik bir güç olarak (Medine’de) ortaya çıkmasıyla inmeye başlayan ayetler arasında esaslı bir ayrım vardır. İlkinde, Kur’an’ın insanlara tebliğinden ve nefs, yani insanın kendi kendisiyle mücadelesinden söz edilirken, ikinci dönemde, bunlara ‘savaş’ eklenmiştir. Hemen belirtmek gerekir ki, bu ayrım, tarihsel-politik bir ayrımdır. Teorik olarak, birbirinden ayrı duran iki ayrı cihad söz konusu değildir.

El Müzemmil Suresi, Mekke’de ilk inen ayetlerdendir. Burada, peygamberden namaz kılması, Kur’an okuması istenir. Ayrıca, inkarcıların söylediklerine ve yaptıklarına karşı sabırlı olmaları, durumu idare etmeleri ve kendi işlerine bakmaları öğütlenir:

Ve (birtakım sefihlerin, münkirlerin) diyecekleri şey üzerine sabret ve onları güzelce bir ayrılışla terk eyle (onların o cahilane hareketlerine, batıl lakırdılarına bakıp da üzülme, kendilerine şiddetli hitaplarda bulunma). Ve o nimet sahipleri olan mükezzipleri bana bırak (onların cezalarını bana tefviz et, ben onlardan senin intikamını alırım: Onları layık olduğu cezalara kavuştururum) ve onlara biraz mühlet ver. (El Müzemmil Suresi, 10 ve 11. ayetler)

Onlara verilen mühlet dolmuştur. Pasif duruş geride kalacak; bundan böyle aktif ve açık bir tutum alınacaktır. Mücadele halen Mekke’dedir. Allah, peygamberine, El Müddessir Suresi ile, uyuşukluğu bir kenara bırakıp aktif ve diri mücadeleye başlamasını emretmektedir:

Ey kaftanına bürünmüş! (Entari gibi üst elbiselerini giyinip rahata dalmak istemiş olan Hz. Muhammed!) (Yatma) Kalk! (ehl-i Mekke’yi ve senin ümmetinden bulunmak şerefine haiz olan sair kimseleri) Artık Korkut! ( kendilerini tenvire çalış, dinsizliğin, hükm-i ilahiye muhalefetin müthiş cezasını onlara ihtar ederek kendilerini uyandırmaya gayret et, ta ki azab-ı ilahi’den halas olabilsinler.) (….) Ve Rabb’in için (Onun rıza-i ilahiyesini tahsil için) sabret (vazifeyi risaletini ifa uğrunda göreceğin bazı nahoş hallerden dolayı müteessir olma, sen vazifene devam et, mükafatı, başarıyı Allah’tan bekle) (El Müdessir Suresi, 1-7. ayetler)

Artık, ‘biz’ bilincinin oluştuğu, ‘biz’ ve ‘onlar’ ayrımının yapılabildiği ve geliştiği bir andır. Mücadele halen Mekke’de devam etmektedir. Furkan Suresi iner. ‘Furkan’, ayırt eden anlamına geliyor; hak ile batılı, doğru ile yanlışı, inananla inanmayanı ayırıyor. Hemen hemen bütün ayetlerde bu ayrımlar ısrarlı bir biçimde vurgulanıyor. Aslında, yeni bir toplum için toplum önce ikiye bölünüyor. Allah, peygambere görevini hatırlatıyor ve Kur’an’ı tebliğ için mücadeleye devam etmesini söylüyor:

Ve eğer dilemiş olsa idik elbette her kariyyede (her beldede onun ahalisi için) bir korkutucu (bir peygamber) gönderirdik (bu vazifei risalet, yalnız sana münhasır kalmazdı). Artık sen kafirlere itaat etme (onlara karşı mülamiyet gösterme, öyle hüsni muamele ile dairei İslamiyete dahil olacak kabiliyette bulunmayanların kalplerini telif için kendilerine müdarakarane muamelede bulunma) ve onlara karşı bununla (Kuran’ı tilavet ile) büyük bir cihad ile mücahedede bulun. (…) Ve biz seni göndermedik (seni bu haiz olduğun risalet vazifesiyle mükellef kılmadık), ancak (sadece) bir müjdeleyici ve bir korkutucu (uyarıcı) olarak gönderdik (risalet vazifesi ile muvazzaf kıldık, senin başlıca vazifen, iman ve taat erbabını sevap ile tebşir etmektir, küfr ve masiyet içinde yaşayanları da ikab ile, azabı ilahi ile tahvif eylemtir) (Furkan Suresi, 51, 52 ve 56. ayetler)

Peygamber, Kur’anı tebliğ için görevlendirilmiştir; bu iş Kur’an’da cihad olarak anılmaktadır. Bu, cihad-ı kebir denilen manevi cihadtır. Peygamber ve çevresi tarafından bu emirlerin yerine getirilmeye başlanması, inanmayanlara ve emirlere uymayanlara karşı manevi bir cihad açmak demekti. Düzeni çok sertçe cepheden eleştiren ve yeni düzene (İslama) ilişkin ayetlerin inişi sıklaşmıştı. Bu durum, hiç kuşku yok, taraflar arasındaki çatışmayı ve çatışmanın şiddetini artırmaya başladı. Muhammed karşıtlarının, inananlara karşı baskıları arttı. İslamiyetin 6. yılında Müslümanlardan bazıları Mekke’yi bırakarak Habeşistan’a gitmek durumunda kaldı. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye göçüne kadar bu durum devam etti. Hicret ile, cihadın cihad-ı kebir denilen birinci kısmı, manevi cihad, bir tarihsel dönem olarak kapanıyordu.

Bundan böyle, Peygamber ve çevresinin katılımıyla, ilk ümmet döneminde yapılan savaşlar (cihad-ı sagir) başlıyordu. Savaş ayetlerinin inişi hızlandı.

Temel ölçüt: Allah yolunda mücadele

Ahrete bedel dünya hayatını satanlar, Tanrı yolunda dövüşsünler; öldürülür ya da galip gelirlerse, onu biz yakında büyük mükafata nail ederiz (Nisa Suresi, 72. ayet). Tanrı yolunda öldürülen kimselere, ölüler demeyin, onlar diridirler, fakat siz bunu kavrayamazsınız (Bakara Suresi, 154. ayet).

İçinde yaşadığımız dünya ile öteki dünya (tasarımsal dünya) arasındaki gerilim ve çatışkı hep devam edegelmiştir. Öteki dünya (ya da tasarımsal dünya) hedefine bağlanmamış bir mücadelenin devrimci, bu dünya ile ilişkilendirilmemiş bir mücadelenin de iktidar olma olanağı yoktur. Bu saptama temeldir ve oldukça basittir. Aslolan, iktidar ilişkileri içerisinde ‘devrimci olabilmek’ ve ‘devrimciliği sürdürebilmek’tir.

            Kurumlaşan, merkezileşen ve devletleşen İslam ile ‘devrimci’ İslam arasındaki gerilim, üzerinde durulmaya değer, son derece önemli bir konudur. Gerilim şudur: Allah yolunda mücadele, dünyevi mücadeleye, daha politik bir ifadeyle devlet yolunda mücadeleye dönüşmüş; dünyevi hedefler öteki dünyayı (tasarımsal dünyayı) tehdit eder, hatta yok eder hale gelmiştir. Mevcut iktidarın dünyevi ilişkiler içerisinde şekillenen hedefleri, ‘cihad’ı yeniden oluşturmuş ve onu salt dünyevi yapıya bağlamıştır. Gerçekte bu bir şirktir; ‘devlet’i ve onun yöneticilerinin emirlerini, Allah’a ve O’nun emirlerine ikame etmek. ‘Devlet’i, Allah’a eş koşmaktır:

Melik bin Enes kendisini kişisel savaş yapmanın kararlı bir temsilcisi olarak gösteriyor. Bu görüşünün nedeninin ilginç bir yanı var: ‘Allah’ın emri, insanların emrinden daha üstündür. Bunun yorumu, Allah tarafından (Kur’an aracılığıyla) Müslümanlara verilen savaşma görevinin kesin geçerliliğinin insan kurallarıyla (bu durumda devlet otoritesi tarafından) sınırlanamayacağıdır.[10]

            Hayber seferi sırasında eşeğini almak istediği bir Yahudi ile yaptığı mücadelede ölen bir Müslüman için, arkadaşının “Ne mutlu ona ki Allah yolunda öldü!” şeklindeki haykırışına, İslam peygamberi Muhammed anlamlı bir cevap verir: “Eşek yolunda öldü.”[11] Tanrı yolunda ölen bir Müslüman ile eşek yolunda ölen bir Müslüman arasındaki ayrım her zaman önemli olmuştur. Yahudi ile mücadele eden Müslümanın, mücadele sonunda Yahudinin eşeğini almasına Muhammed’in hiçbir itirazı yoktur. Muhammed’in itirazı, eşek için mücadele eden Müslümanadır.

            Buradaki ‘eşek’, dünyevi olanı temsil etmektedir; bu, dünyevi olan her şey, ganimet, şan ve şöhret, mevkii, imtiyazlar vb. olabilir. Muhammed, dünyevi ile uhrevi olan arasındaki ilişkiyi materyalistçe algılayıp, öylece kurmaktadır: Tanrı’nın yardımı cihad yapanadır. Mücahit, bir yandan dünyeviliklerle, bir yandan da cennet ile ödüllendirilir. Her ikisi de, mücahidin mücadele azmini diri tutmak, onun mücadeleciliğini kamçılamak içindir. Ganimet ya da herhangi bir dünyevi şey için mücadele, cihad sayılmamaktadır.

            Başlangıçta bütün savaş ganimetleri, Allah’ın ve Peygamber’in sayılıyordu. Daha sonra, bu oran beşte bire indirildi; dördü ise savaşa katılanlara dağıtılmaya başlandı:

Sana savaş ganimetlerinden sormaktadırlar. De ki: Ganimetler Allah’ın ve Peygamberin (elçisinin)dir. Siz gerçekten inanan insanlar iseniz, Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve elçisine itaat edin (Enfal Suresi, 1. ayet).

Eğer sizler Allah’a ve (hak ile batılın) ayrılma gününde o iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gününde kulumuz (Muhammed’e) indirdiğimiz (ayetlere) inanmışsanız, bilin ki aldığınız ganimetlerin beşte biri Allah’a, Elçisine ve Elçisi ile akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir: Allah’ın gücü her şeye yetişir (Enfal Suresi, 41. ayet).

Kıvılcımlı, bu iki ayeti birbirinden kategorik olarak ayırmaktadır. Her bir ayet bir dönemi temsil etmektedir. Kıvılcımlı, ilkini ‘savaş komünizmi’ olarak nitelemekte; daha sonra gelen ayeti ise kollektivizmden bir uzaklaşma, ancak tarihsel zorunlu bir ayrılma olarak görmektedir:

Bedir Savaşı başarıldıktan (zaferle sonuçlandırılmasından) hemen sonra ortaya ganimet paylaşma kavgası çıkmıştı. Allah ve elçisi, Enfal Suresinin ilk ayetiyle duruma el koymak zorunda kaldı: ‘Ganimet Allah’ın ve elçisinindir.’ Bu, söylendiği ve yazıldığı kadar basit öylesine söylenmiş bir kural değildir. Tersine en keskin savaş komünizmi prensibidir. Allah korkusu ve peygamber saygısı ile korunur. Kur’an ve peygamberi İslamiyetin ilk savaşçıl devrim yıllarında böyle keskin sosyalizm yanlısıydı. (…) Bedir Savaşı sırasında, İslam medeniyetine geçiş yapacak tarihsel devrimci çekirdeğin, savaş komünizmiyle gücünü pekiştirmesi-özleştirmesi-mayasını sağlamlaştırması gerekiyordu. Buna uyum,”ganimet Allah’ın ve Elçisi’nindir” ayetiyle gerçekleştirilmişti. Ve İslam ordusu arasındaki mal-mülk çekişmesi bu şekilde kesin kollektivizm ile çözümlenmişti. Şimdi, İslam medeniyeti’nin içine zengin tefeci, bezirgan sülaleleri de katıldıkça, onların da gönüllerini hoşnut ederek İslamiyeti geniş kitlelere yaymak gereği veya kaçınılmazlığı ortaya çıkmıştı. Bu realiteye de 41. ayetle uyum yapıldı. İslam sosyalizmi (kamu malı ve kollektivizm) bu ayetle beşte bire indirilmişti.[12]

Kıyamete kadar cihad

İslam düşüncesine göre, dünya daru’l-harp (savaş ülkesi) ve daru’l İslam (İslam ülkesi) olarak ikiye ayrılır. Daru’l-harp ve daru’l-İslam’a ilişkin pek çok görüş ve tartışma vardır. Daru’l-harp, esas itibariyle, Müslümanların güvenlik içinde bulunmadıkları, Müslüman olmayanlardan çekindikleri, ortaya çıkmaya zorlandıkları ve bu nedenle saklanma gereği duydukları yerdir. Müslümanların güvenlik sorununun olmadığı ve İslamı hayata geçirebildikleri yerler de daru’l-İslam’dır.

            Cihad, daru’l-harb’i daru’l-İslam haline getirmek ve bütün dünyada İslamı egemen kılmak görevidir. Bütün dünyanın İslamlaşması, yani nihai ‘barış’ın yeryüzüne hakim olması, Kıyamet öncesi halidir ve cihad kıyamete kadar sürecektir[13]:

Peygamber, ‘ümmet’inin ‘cihad’ının, ‘kesintisiz’ olacağını ve Kıyametin alametlerinden olan ‘Deccal öldürülünceye kadar’ süreceğini bildirir.[14]

            Daru’l-İslam’da yaşayan bir Müslüman için, cihad, daru’l-harbin fethi halinde kifaye farz (yani yeterli ölçüde Müslümanın savaşa katılması, katılmayanları da yükümlülükten kurtarır); daru’l-İslama saldırı halinde ise her Müslümana ayrı ayrı farzdır (bütün Müslümanlar savaşa katılmak zorundadır). Öte yandan, Müslümanlar arasında savaş kesin olarak yasaklanmıştır ve ‘küfür’ sayılmaktadır.

            İslam’ın bütün dünyada egemenliği nihai bir hedeftir ve bu hedefe ulaşabilmek için mücadelenin kesintisizliği temel ve devrimci bir vurgudur. Her şeyden evvel, teorik kurgu şudur: Her türlü iktidar ilişkisi (merkezi politik güç de dahil), tarihsel olarak aksi kanıtlanmış olsa bile, bu hedefin önünde bir engel değil, tersine, hedefe ulaşabilmek için bir araç olmak durumundadır.

 



* Yazının konusu, ‘cihad’ kavramının Kur’an’da ne şekilde yer aldığı ve ne anlama geldiğidir. Bunun ötesinde, kavramın tarihsel gelişmesine, özellikle İslamın devletleştikten sonra kavramın içeriğinde meydana gelen değişiklikler bu yazının konusu dışında kalacaktır. Geçerken, şöyle bir tespitte bulunmak yanlış olmayacaktır: Süreç içinde ‘Allah yolunda mücadele etmek’, ‘devlet yolunda mücadele etmek’e dönüşmüştür. Bir benzetme yapılırsa, devletleşme ile birlikte kavramın başına gelenler, Marksizmin devletleşme sonucu başına gelenlerden hiç de farklı değildir.

[1]Turan Dursun, Din Bu 3, Kaynak Yayınları, İstanbul 1996, Onbirinci Basım, s.148 -149.

[2]Aktaran Albrecht Noth, Müslümanlıkta ve Hıristiyanlıkta Kutsal Savaş ve Mücadele, Çeviren: İhsan Çatay, Özne Yayınları, İstanbul 1999, s. 28.

[3]Aktaran Albrecht Noth, a.g.e., s.64.

Noth, bu hadisin kaynaklarını dipnotunda şu şekilde belirtir: Şaıbani, Siyar, aa.O., cilt 1, s.23. Benzer şekilde K: Abü Da ‘ud, Sunan, a.a.O., cilt 1, ğih.6, s.389; Ahmad B. Hanbal, Musnad, a.a.O., cilt 3, s.82

[4]Aktaran Noth, a.g.e., s.65

[5]Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’anı Kerim’in Türkçe Mealisi ve Tefsiri, İstanbul 1964, Bilmen Yayınevi, Cilt 1, Bakara Suresi, Ayet: 256, s.267

[6]Ömer Nasuhi Bilmen, a.g.e., s.268

[7]Cemil Sena, Hazreti Muhammed’in Felsefesi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 461.

Eşref oğlu Ka’b olayı tarihsel bir örnek olarak burada anılmalıdır. Turan Dursun, Ka’b bin Eşref olayını, iki ayrı yerde, başka başka bağlamlarda eleştirel tarzda ele alır; ‘İslam ve Şiddet’ başlıklı makalesinde, ‘Suçu, eleştirmekti’ arabaşlığında şunları yazar:

Eşref oğlu Ka’b, genç bir şairdi. Peygamberi ve ona inananları eleştiriyordu. Peygamber bir gün arkadaşlarına sordu: ‘Bu adamı öldürebilecek kimse var mı?’ Mesleme oğlu Muhammed, ortaya atıldı: ‘Ben varım’. Eşref oğlu Ka’b nasıl öldürülecekti? Planlar yapıldı. Hadis kitaplarının yazdığına göre, ‘yalan’lar uyduruldu, ‘tuzak’ hazırlandı. Bir gece, kalesinde bulunan şairin kafası kesilerek plan sonuçlandırıldı. Ve kesik baş, Peygambere alınıp götürüldü“. (Din Bu 1, Kaynak Yayınları, onsekizinci basım: İstanbul 1997, s. 53)

Aynı olay, bu kez, başka bir yerde, ‘Muhammed’in İstihbarat Teşkilatı’ başlıklı makalesinde ve ‘Mekke Casusu’ arabaşlığı altında şu şekilde dile getirilir:

Peygamberin amcası Abbas da istihbaratçıydı. Bedir Savaşı’nda müşriklerle birlikteydi. Savaş sonucu Müslümanlara esir düştü. Peygamber, kurtulması için fidye ödemeliydi. Fidyesini ödeyerek Abbas İslama girdi. Ama Mekkeliler’in onun imana gelişinden haberleri yoktu. Abbas başka düşman tutsaklar gibi Mekke’ye döndü. Mekke Casusu görevini üstlendi. Peygamber ona bu görevinin sıcak savaştan daha kutsal olduğunu söyledi. (…) Yahudi Kabilesi’nin ileri gelenlerinden Ka’b bin Eşref, hem zengin hem edipti; bu iki gücünü sürekli İslama karşı kullanıyordu. Özellikle Bedir Savaşı’ndan sonra, ateşli şiirleriyle Kureyşlileri coşturup kışkırtıyordu. ‘Müslümanlardan intikam alın, ben arkanızdayım’ diyordu. Ama yaptıklarından Medine habersizdi. İşte yine Mekke casusu sahnede. Hemen bir haberci kiraladı. Yahudi şairin yaptıklarını bir bir anlatan mektubu, Resulallah’a postaladı. Peygamber ashabıyla toplantı halinde. Politik konular konuşuluyor. Musevi toplumun Müslümanlara karşı eylemlerinden söz ediliyor. Peygamber bir ara sözü büyük Yahudi şairine getirdi ve buyurdu ki: ‘Ka’b bin Eşref’i kim öldürür? Şu Allah’ı ve Resulünü inciten Ka’b’ı?’ Sahabelerinden biri hemen yerinden kalktı: ‘Ya resulallah, bu işi benim yapmamı kabul buyurur musunuz?’ dedi. Bin Mesleme’ydi bu. Görev ona verildi. Yanına dört fedai seçti. Birlikte yaptıkları planı Peygamber’e onaylattılar ve Ka’b bin Eşref’e layık olduğu cezayı verdiler.” (Din Bu 4, Kaynak Yayınları, altıncı basım: İstanbul 1996, s.81)

Burjuva hümanizmiyle İslamı eleştiren Turan Dursun’un aynı olayı, iki ayrı yerde ayrı ayrı şekillerde dile getirmesi, kendi kalemiyle kendisini ele vermesi ilginç, hoş bir tesadüftür; Turan Dursun’un ileri sürdüğü gibi, Ka’b bin Eşref’in suçu, ‘yalnızca Peygamberi eleştirmek’ değildi. Müslümanlara karşı savaş kışkırtıcılığı yapıyordu. Ölümü bin kez hak etmişti ve başarılı bir operasyonla öldürüldü.

[8]Bütün bunlar bu toprakların devrimciliğinden ne yazık ki münezzehtir. Devrimcilerin lügatında bu sözcüklere yer yoktur. Türkiye devrimciliği apolitisizmi aşamamıştır ve bir tür çocuk saflığı içindedir. Büyümekte zorlanmaktadır.

[9]“Takiyye”, İslam Ansiklopedisi, 2. Cilt, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, Ankara 2001, s.679

[10]Albrecht Noth, a.g.e., s.54.

Noth, aktardığı sözün kaynağını dipnotunda şöyle göstermektedir: İhtilaf, S.78, Z.8 f. Burada emir diye çevrilen sözcük ‘Sultan’, yani aslında ‘hüküm, güç/iktidar’, ve ayrıca da ‘komuta’ anlamına gelmektedir. Karş. El, cilt 4, c.587 f., s.v. ‘Sultan’

[11]Aktaran Albrecht Noth, a.g.e., s. 36

[12]Hikmet Kıvılcımlı, “Tarih Tezi” Işığında Allah-Peygamber-Kitap, Bumerang Yayınevi, İstanbul 1999, s.349-351.

Kıvılcımlı, aynı konuyu bir başka yerde, Allah’ın sıfatlarından ‘Malik’ül Mülk’ kavramını, tarihsel olanla teorik olan arasındaki ilişkiyi vurgulayarak, şöyle açıklamaktadır:

Sınıflı topluma çözülen bedevi Medineli, Mekkeli fakir fukara: ipotek altında yoksullaştırılmış köylü esnaf ve züğürt bezirganların ganimet: mal mülk ve gösteriş düşkünlüklerini gördükçe;

 Muhammed derinden sarsılıp üzülüyordu. Kuracağı yeni İslam medeniyeti de öncekiler gibi bu arsız maddiyatçılık içinde çökecek miydi? Sık sık ayetlerde azarlayarak korkutarak uyardı. Ama en şiddetlisi Enfal Suresi’yle oldu: “Ganimet Allah’ın ve peygamberinindir” keskin savaş komünizmi hükmü bildirilmiştir. Bu hükmü sonradan esnetmek zorunda kalmıştı, çünkü medeniyeti yayılırken kişi mülkü gelişimini gemlemek olanaksız kaldığı gibi, bendledikçe selleşiyordu. Gözleri doyar da belki maneviyata İslamın dediklerine uyarlardı. Muhammed’in iyi dilekleri Hülafayı Raşidiyn: cennetle muştulanmış dört halife devri kadar, bir çeyrek yüzyıldan biraz aşırı tuttu. Mekke’nin Ebu Sufyan bezirganları, tefecileri iktidarı almakta gecikmediler ama yine de Allah’ın kamunun mallarını özelleştirmeleri kolay olmadı. İslam yavaş yavaş bezirganlaştırıldı. Muhammed’in mülk Allah’ındır prensibi yelle yuf oldu, içi boşaltıldı. Gerçek değişti mi? Aradan yüzlerce yıl geçti azgın bezirganlık yerini azgın finans kapitale bıraktı. Dünya malı, Allah malı durmadan kişi mülküne devşirildi, devşiriliyor.” (H. Kıvılcımlı, a.g.e., s.57)

[13]Lenin, ‘sosyalistlerin savaşa karşı tutumları’nın nasıl olması gerektiğini şöyle belirtir:

Sosyalistler, halklar arasındaki savaşları daima barbarca ve canavarca bulmuşlar ve kötülemişlerdir. Bizim savaşa karşı tutumumuz gene de aslında burjuva pasifistleri ile anarşistlerden farklıdır. Her şeyden önce, biz, bir yanda savaşlar ile öte yanda bir ülke içindeki sınıf savaşımlarının arasındaki ayrılmaz bağlılığı; sınıflar ortadan kaldırılmadan ve sosyalizm kurulmadan savaşların ortadan kaldırılmasının olanaksızlığını ve içsavaşların, örneğin, ezilen sınıfın ezene, kölenin köle sahiplerine, serflerin toprak ağalarına, ücretli işçilerin burjuvaziye karşı verdikleri savaşların haklılığını, ilerici niteliğini ve gerekliliğini, tamamen kabul ederiz.“ (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Çev: N. Solukçu, Sol yayınları, Ankara 1976, s.11)

Burada, sınıf mücadelesi, cihad; komünizm, yani sınıfsız toplum İslamın dünya egemenliği kavramlarıyla yer değiştiriyor. Ve ancak o zaman ‘nihai barış’ olanaklı hale gelebiliyor.

[14]Turan Dursun, Din Bu 3, a.g.e., s.64.

Turan Dursun hadisin kaynağını şöyle belirtir: Ebu Davud, Kitab’ul cihad, 4-Babuun fi Devamı’l-Cihad, hadis no:2484, c.3, s.11

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar