Ana SayfaArşivSayı 30Marksizm ve Savaş

Marksizm ve Savaş

Marksizm ve Savaş

Joel Geier

Çeviri: Özgür Yakupoğlu

Ben kapitalizmin askeri değilim; ben proleter bir devrimciyim. Plütokrasinin düzenli ordusuna değil, halkın düzensiz ordusuna dahilim. Egemen sınıftan gelen herhangi bir savaş emrine uymayı reddediyorum. Biri hariç tüm savaşların karşısındayım; Toplumsal devrimin dünya ölçekli savaşının tüm kalbimle yanındayım. Bu savaş içinde egemen sınıfın zorunlu kıldığı her şekilde dövüşmeye hazırım…

Eugene V. Debs[1]

Birinci Dünya Savaşından Vietnam’a kadar Amerika Birleşik Devletleri ya neredeyse her zaman savaşıyor ya da savaşa hazırlanıyordu. Bu 60 yıl içinde bu dehşetten hiçbir kuşak kaçamadı. Toplumsal hareketin yüzleşmek zorunda kaldığı politik sorunlar tipik olarak emperyalizm ve savaşla bağlantılıydı. Uluslararası Sosyalist Akım her zaman, emperyalist savaşa karşı uzlaşmaz muhalefetiyle ayırt edildi.

Son 25 yıl 1914-1975 arası dönemden büyük oranda farklı geçti. Vietnam yenilgisi ABD’nin gücünü ve kapitalizmin kendine güvenini sarstı. Egemen sınıfın tutkuları Amerikan işçi sınıfının her zaman pasif siper askeri olarak hareket etmeyeceği korkusuyla kısıtlanıyordu. “Vietnam sendromu” egemen sınıfın, savaş ve kara birliklerinin kullanılmasıyla birlikte ülke içinde mücadele ve orduda isyan patlayabileceği endişesini güçlendiriyordu.

Son çeyrek yüzyıl boyunca ABD politikası sadece tek bir ciddi savaşın söz konusu olduğu sınırlı askeri müdahalelerle -Granada, Panama, Somali, Haiti, Bosna örnek gösterilebilir- kısıtlanmıştır. 1990-91 yıllarında Irak’a karşı yürütülen bu savaş İran Körfezi petrollerinin denetimi üzerinde odaklanıyordu. Körfez’deki fiili askeri kampanya o kadar eşitsiz bir mücadeleydi ki savaş kısa sürdü. Bununla birlikte emperyalist barış, bu savaşı başka araçlarla sürdürüyor: yaptırımlar ve dönemsel bombalamalar. Savaş politikaları değişti, Saddam Hüseyin Körfez’deki ABD hegemonyası için bir tehdit değildir. Savaş politikası ,“Saddam rejimini bir kutu içinde tutmak” amacıyla rehine ve aynı zamanda ABD emperyalizmi tarafından karşısına çıkan herkesin tümüyle yok edileceğinin barbarca bir gösterimi olarak kullanılan Iraklı sivil halka yöneldi.

Vietnam sonrası dönem, Soğuk Savaşta elde edilen zaferler ve Körfez Savaşı son kuşağın savaş hakkındaki genel politik kabullerini şekillendirdi. Yanılsamalı da olsa bu kabuller savaşların küçük çaplı, kısa süreli, dönemsel barış kesintileri olduğu ve hiç kimsenin ABD’nin askeri gücüne ciddi olarak meydan okuyamayacağı yönündeydi. Her türden reformist tüm dünyada ağız birliği etmişçesine ABD’nin gücünün kabul edilmesi ve uluslararası sorunları çözmeye muktedir tek gerçekçi güç olarak onunla işbirliği yapılması gerektiği sonucunu çıkardı. Orta sınıf solu ABD emperyalizmine bağlandı. Artık tabandan gelecek çözümlere kapalı olan bu sol Vietnam çağının anti emperyalizmini terk etti ve şimdi yüzünü “gerçekten mevcut” güce dönmüş durumda: Amerikan kapitalizmi. Somali, Haiti, Irak veya Bosna’ya müdahalenin ardındaki itici güç olarak kapitalist sınıfın bencil olmayan tarafsızlık, hayırseverlik ve hümanizm gibi gülünç iddialarını tekrarlayıp alkışladılar.

Yugoslavya’daki savaş, Soğuk Savaş sonrası düzenin biçimi hakkında bazı kabullerin yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılıyor. Balkanlardaki, tüm Avrupa’daki ve ABD’nin Rusya ve Çin’le ilişkilerindeki dengenin altı oyulmuş olduğu için son birkaç ay içinde dünya çok daha tehlikeli bir yer haline geldi. Uluslararası arenada egemen sınıflar askeri seçeneklerini yeniden sınıyor ve yeni bir silahlanma yarışını tartışıyor.

Bu yüzden yeni kuşaklar için özgün anti emperyalist geleneği, savaşa karşı devrimci Marksist yaklaşımı incelemenin zamanı çoktan gelmiştir. Kendimizi son çeyrek yüzyıla benzemeyecek bir döneme hazırlamak için 1914-75 çağının teorik mirasını anımsamalıyız. Politik yaşam, emperyalist rekabetin ölüm kalım sorunlarıyla, askeri ve diplomatik gerginliklerle ve olası yeni savaşlarla karşı karşıya olduğu için daha keskin, daha yoğun ve daha savaşkan olacaktır.

Marksizm ve pasifizm

Sosyalizm ve Savaş başlıklı klasik broşüründe Lenin savaşa karşı Marksist ve pasifist muhalefeti birbirinden ayırt etmiştir:

Sosyalistler, uluslar arasındaki savaşları her zaman barbarca ve canice olmakla mahkum etmiştir. Bizim savaşa karşı yaklaşımımız burjuva pasifistlerininkinden tamamen farklıdır… Bu yaklaşımımız dahilinde savaşlar ile bir ülke içindeki sınıf mücadelesi arasındaki kaçınılmaz ilişkiyi kavrıyoruz; savaşların sınıflar ortadan kaldırılıp sosyalizm kurulmadıkça ortadan kalkmayacağını görüyoruz; ayrıca tümüyle meşru, ilerici ve zorunlu gördüğümüz iç savaşa, yani ezilen sınıfın ezen sınıfa, kölelerin köle sahiplerine, serflerin toprak sahiplerine ve ücretli işçilerin burjuvaziye açtığı savaşa bakışımızda da ayrılıyoruz. Biz Marksistler pasifistlerden farklıyız… Her bir savaşı, (Marx’ın diyalektik materyalizm bakış açısıyla) tarihsel ve ayrı olarak ele almayı zorunlu görüyoruz. Geçmişte, her savaşın kaçınılmaz sonucu olan tüm dehşet, zulüm, acı ve güçlüklere rağmen ilerici, yani insanoğlunun gelişimine faydalı sayısız savaş olmuştur.[2]

Marksizm, savaş üzerine mutlak bir pozisyon belirlemeyi reddeder. Bizler, her bir savaşı somut ve ayrı olarak, her birini kendi ayrı tarihsel bağlamına yerleştirerek inceleriz. Tüm savaşların, bu savaşlara dahil olanlar için kötü, ahlaksız ve zararlı olduğu noktasında pasifistlerle aynı fikirde değiliz. Bunlar, maddi gerçeklikten uzak, tarih dışı ahlaki dogmalardır. Aslında bizim sınıf bakış açımızdan, zorunlu ya da özgürleştirici şiddeti reddetmek doğal olarak ahlaksızlıktır. Örneğin, bir Varşova Getto savaşçısının savaşta bir Alman askerine doğrulttuğu silah bir özgürlük aracıdır. Bir Alman askerinin elinde Varşova Gettosundaki bir Yahudi’ye doğrultulmuş aynı silah ise Nazi işkencesi ve ölümünün aracıdır. Silahlara ve şiddete dönük soyut bir tiksinti bu gerçeği göremez –sadece politika ve sınıf ahlakı görebilir.

Ezenlerin şiddetini ezilenlerin şiddetiyle bir tutmuyoruz. Pasifistlerin, ezilen halkın veya işçilerin devriminin şiddetinin nefret yayarak insani özü alçalttığı ve bunun yerine düşmanların, şiddet içermeyen uzlaşma, Hıristiyan sevgisi veya ahlaki tanıklık vasıtasıyla kazanılmasına dönük bir stratejinin uygulanması gerektiği fikrini kabul etmiyoruz. Pasifistler ezenler ile ezilenler arasındaki farkların barışçıl bir şekilde uzlaştırılmasını -“şiddet içermeyen çatışma çözümü”- vazediyor, işçilerin sömürücülerine karşı beslemesi gereken sınıf düşmanlığı ve kinini değil. Sosyalistler, zenginlik, iktidar ve ayrıcalık açısından sınıfsal eşitsizliğe dayanan bir dünyada uyum ve kardeşliğin olabileceğini reddeder.

Egemen sınıflar kayıtlı tarihin hiçbir sayfasında zenginliklerini ve iktidarlarını bırakma yolundaki pasifist veya ahlaki ricalara en ufak bir önem dahi vermemiştir. Pasifistler sonuç olarak, başarılı direnişleri silahsızlandırıp güçsüzleştiren ve savaşa yol açan sistemin varlığını sürdürmesine katkıda bulunan ricalarını ezilenlere yönlendirirler.

Savaş zor araçlarıyla yürütülen politikadır

Belirli bir savaşa destek sunma veya karşı çıkmaya dönük Marksist yaklaşım büyük oranda, on dokuzuncu yüzyıl erken dönemlerinde yaşamış Prusyalı yazar ve asker, bilinen en büyük savaş teorisyeni ve stratejisti Carl von Clausewitz’e dayanmaktadır.[3] Clausewitz’in çıkış noktası, ünlü “savaş, başka araçlarla, şiddet araçlarıyla sürdürülen politikadır” önermesiydi. “Tüm savaşları belirli bir dönem içindeki ilgili güçlerin -ve bu ülkeler içindeki çeşitli sınıfların- politikasının devamı olarak gören Marx ve Engels’in bakış açısı her zaman bu olmuştur” der Lenin.[4] Lenin daha sonra, “bu savaşın sınıfsal karakterine: savaşın nedenine, savaşan sınıflara ve savaşa yol açan tarihsel ve tarihsel-ekonomik koşullara…” bakmalıyız diyerek bu fikri daha da geliştirdi.[5]

Sosyalistler olarak bir savaşın tüm politik veçhelerini tahlil etmeye çalışırız: savaşın devamı olduğu gerçek politikaları (beyan edilenleri değil) ve savaşan sınıfların politikalarını. Savaş politikalarını tam anlamıyla kavramak için sadece birini değil savaşan güçlerin tümünü tahlil etmeliyiz. Savaşa yol açan politikaları kabul edersek, şiddet araçlarıyla sürdürülseler dahi bu politikalar için savaş vasıtasıyla mücadeleyi desteklemeye devam ederiz. Tam aksine bu politikaların, egemen sınıfların politikalarının ve dahil olan devletlerin politik hasımlarıysak mücadele başka yöntemlerle, şiddet içeren yöntemlerle sürdürüldüğünde politik muhalefetimizi rafa kaldırmayız. Savaşa yol açan politikaların ve bu nedenle savaşın kendisinin muhalifleri olarak kalırız.

Bu anahtar, savaşı kuşatan mistifikasyon örtüsünü kaldırır. Hangi savaşın adil, ilerici ve desteklenmeye değer olduğuna ve hangisinin gerici, adaletsiz ve desteklenmeye değmez olduğuna karar verirken kullandığımız yöntemi belirginleştirir. Politik olarak desteklediğimiz savaşları kabul ederiz -bizler ulusal kurtuluş savaşlarının, demokrasi savaşlarının ve işçi sınıfı ve ezilenlerin devrimlerinin yanındayız. Politikalarını reddettiğimiz savaşların karşısındayız: emperyalist savaşlar, ırkçı milliyetçilik savaşları ve egemen sınıfların zenginliği, iktidarı ve ayrıcalıkları için yapılan savaşlar. Gerçek olayları politik olarak tahlil etmek ve herhangi bir savaşın iticisi olan güçler ve olayların dinamikleri üzerine, kendi tarihsel, ekonomik ve sınıf bağlamlarında politik bir hükme varmak, her bir ayrı savaşta pozisyonumuzu belirleyen politikamızdır.

İki savaş çağı

Marx ve Engels savaş sorunundan uzak durmadı. Savaşan kamplardan hangisinin zaferi veya yenilgisinin tarihsel ilerlemeyi temsil ettiği kriteri temelinde belirli savaşlarda kesin taraf tuttular. Bu yaklaşım, sosyalizmin henüz tarihsel bir olasılık olmadığı ilerici ulusal savaşlar ve burjuva devrimleri çağına uygundu. 1776 Amerikan devriminden 1871 Paris Komünü’ne kadar olan dönemde burjuvazi hala ilerici bir rol oynayabilirdi. Burjuva devrimler feodal ilişkileri altüst etti, büyük toprak sahibi malikaneleri parçaladı, kilise ve devleti birbirinden ayırdı ve demokratik cumhuriyetler kurdu. Bu tipteki bir savaşa verilebilecek en iyi örnek Fransız Devrimidir. Fransız Devriminin yayılması tüm Avrupa’da feodalizmi zora soktu. Devrim, Avrupa’nın diğer kısımlarına yayılmamış olsaydı yurtdışı destekli aristokratik karşı devrim tarafından boğazlanabilirdi. Zamanın radikal solu devrimci savaşın saldırgan yandaşıydı. Bu döneme ait diğer ilerici burjuva savaşları arasında, ilgili ülkelerin küçük feodal eyaletlere bölünmüşlüğüne son vererek birleşik ulusal devletler ve pazarlar yaratan Alman ve İtalyan birlik savaşları yer alır.

O dönemin bir başka ilerici savaş türü de kölecilik rezaletine son veren iç savaştı. Haiti Devrimi insani özgürlük adına uzun süreli acımasız bir savaşa yol açtı. Benzer bir şekilde, Kuzey’in özgür Siyahları ve Güney’in köleleriyle ittifak halindeki Kuzey kapitalizmi ile Güneyin köle sahibi büyük çiftlik Konfederasyonu arasındaki Amerikan İç Savaşı da insani özgürlük ve aynı zamanda kapitalist ilerleme uğruna bir savaştı. Bu, dünya üzerinde burjuvazinin devrimci bir sınıf olarak yer aldığı son olaylardan biridir.

Bu olayları burjuva içerikli olduklarından dolayı görmezden gelmek tarih dışı bir tutumdur. Geçmişteki koşullarla karşılaştırıldıklarında ilerici tarihsel gelişmelerdir. Üretim araçları ve proletaryası sosyalizmin ön koşulu olan sanayi kapitalizmini yaratmışlardır. Marx ve Engels o dönemin savaşlarına ilişkin tutumlarını hangi tarafın zaferinin tarihsel ilerlemenin zaferi olduğuna ve hangi tarafın işçi sınıfının gelecekteki çıkarlarını temsil ettiğine bakarak belirlemiştir.

İlerici ulusal savaşlar çağı olan bu dönem 1871’de Paris Komününün ezilmesiyle sona erdi. Batıda feodalizme karşı zafer kazanan kapitalizm şimdi ilk işçi sınıfı sosyalist devrimiyle yüz yüzeydi. Burjuvazi artık devrimci bir sınıf olmaktan çıkıp ekonomik ve tarihsel gelişmenin ayaklarında bir pranga, karşı devrimci bir kuvvet haline gelmişti. İşçi sınıfı artık sermaye için devrimci bir tehditti ve kapitalist olmayan sınıflar da onun için daha az kötü değildi; hiçbiri daha ilerici bir rol oynamıyor ya da işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmiyordu. İşçi sınıfı artık kendi bağımsız sınıf alternatifini ortaya koyabiliyordu: sosyalizm.

Emperyalizm

Birkaç onyıl içinde tekellerin, tröstlerin ve finans sermayesinin yükselişi dünya kapitalizminin yeni bir aşamasına, emperyalizm ve farklı bir savaş çağına zemin teşkil etti. Yirminci yüzyıl emperyalist savaş çağıdır. On dokuzuncu yüzyılın sonunda kapitalizm ulusal ekonominin kısıtlı sınırlarından kurtuldu. Rekabet küresel boyutlara ulaştı; pazarlar, stratejik hammaddeler, ucuz işgücü kaynakları, dış yatırımlar ve kolonyal ilhaklar için bir çekişme baş gösterdi. Kapitalizmin bu farklı evresi -emperyalizm- bugüne kadar sistemin ekonomik ölüm kalım koşulu olagelmiştir. Erken dönem emperyalizminden günümüz küreselciliğine dönüşüm sürecindeki ayırt edici fark ekonomik denetim araçları olarak bölgesel kolonilerin yerini büyük oranda neokolonyal ilişkilerin almış olmasıdır.

Emperalizm, savunucularının iddia ettiği gibi kesintisiz bir barışçıl ilerleme ve zenginlik çağı açmadı. Ulusal sermayeler temelindeki bir dünya ekonomisi, ekonomik, parasal veya mali politikaları koordine edecek veya kapitalist sınıf kesimlerini sınırlayıp disiplin altına alacak herhangi bir devlet iktidarının olmadığı koşulların yarattığı dengesizlikle birlikte üretim anarşisini dünya ölçeğine çıkarttı. Yoğunlaşmış ulusal sermayelerin sınırlandırılmamış rekabeti dünyanın ekonomik dengesinde dönemsel büyük bozulmalara yol açar. Her ulusal sermaye anarşik küresel rekabet döneminde, korunmak için ekonomik rekabeti destekleyecek askeri ve diplomatik güç talebiyle kendi devlet gücüne yaslanır. Bu dinamik, sıra dışı ölçekte bir yıkımın eşlik ettiği sürekli bir savaş yüzyılı yaratmıştır. Bu yüzyılda, dünya üzerinde savaşsız bir yıl geçmemiştir.

Modern emperyalist savaşların karakteri çağdaş kapitalizmin gerici doğasını ve sosyalist dönüşüm itibariyle aşırı olgunluğunu ortaya koyar. Emperyalizm altında, zenginliğin yoğun birikimi ve insanlığın teknolojik ve bilimsel ilerlemeleri insani ihtiyaçlara hizmet etmekten çok, gerçek üstü kitlesel imha silahları yaratmanın aracı haline gelmiştir. Finans sermayesinin sözcüsü olan Wall Street Journal Sırbistan savaşının finanse edilmesi ile ilgili şu yorumu yaptı: “Paranın, refah devletini genişletmek için kullanılmaktan ziyade hayat kurtarabilecek bombalar satın alabileceğini görmeliyiz.”[6]

Kapitalizmin bu bombaları ve hayat kurtaran diğer aygıtları, emperyalist savaşın gerici karakterini aydınlatır: tarihte eşi görülmemiş kitlesel katliam eğilimi (Birinci Dünya Savaşında 25 milyon, İkinci Dünya Savaşında ise 55 milyon insan öldü) ve bu kıyımın sivillere yönelmesi. Birinci Dünya Savaşından önce kurbanların tipik olarak yüzde 10’u sivil kayıplardı. İki Dünya Savaşında ve Vietnam’da ise öldürülenlerin çoğunluğu sivildi. NATO’nun Sırbistan’a açtığı savaşta basında öldürüldüğü bildirilenlerin yüzde 80-90’ı Sırp ve Arnavut sivillerdi (kapitalist ağzıyla ifade edilirse “paralel zarar”). Bu olgular bu toplumsal sistemin modern bir barbarlık biçimi olduğuna dair en uç suçlama örnekleridir.

Lenin’in belirttiği gibi emperyalist savaşlar insanlığı ilerletmez, tam aksine modern hırsızlar arasındaki ganimet savaşlarıdır: egemen sınıflar kimin hangi zenginlikleri çalacağı ve kimin sömürüsünü diğer başka halklar üzerinde yaygınlaştıracağı konusunda savaşırlar. Egemen sınıfların zenginlik ve kar için bu yağmacı savaşlarında emperyalistler arasında seçilecek bir taraf yoktur, hiçbiri tarihsel ilerlemeyi veya işçi sınıfının çıkarlarını temsil etmez.

Bazı emperyalistler kendi haklarının verilmediğinden şikayet eder. Naziler emperyalizmlerini, “plütokratik uluslar” ve özellikle İngiltere tarafından “sahip olmayan” bir ulus olarak yok sayılan Almanya’nın lebensraum, yani yaşam alanı ihtiyacına dayandırdı. Mussolini İtalya’sı, emperyalizmi, “burjuva uluslar” olarak adlandırdığı daha büyük güçlerle karşılaştırıldığında zayıf olduğu için proleter bir ulus olduğunu bile iddia etti.

Küçük hırsızlarla büyük hırsızlar, fakir hırsızlarla zengin hırsızlar, eski hırsızlarla yıldızı parlayan yeni hırsızlar, saldırgan hırsızlarla statükocu hırsızlar arasında çok az fark vardır. Biz tüm hırsızların karşısındayız. Bizler, fetih ve tahakküm uğrunda gerici savaşlar oldukları için tüm emperyalist savaşların karşısındayız. Bunlar sadece kendi işçi sınıflarının değil yabancı işçi sınıflarının da sömürülmesine olanak tanımak suretiyle sadece egemen sınıfın kendi zenginliğini, iktidarını ve ayrıcalıklarını genişletme çıkarına hizmet eden savaşlardır. Tek taraflı savunucular daima kendi düşmanlarının emperyalist dürtülerini, hırslarını, fetihlerini, ilhaklarını, sömürülerini ve suçlarını açıklar; ancak emperyalizmi gizemli bir şekilde buharlaşarak demokratik, anti faşist veya diğer yüce motiflere dönüşen kendi egemen sınıflarının suçları hakkında sessiz suç ortakları olarak kalırlar.

Kapitalizmin ilerici evresinde egemen sınıf kendi çıkarlarını ulusun çıkarlarıyla birlikte tanımlayabilirdi. Emperyalizm altında, sıradan insanları kapitalist çıkarların aynı zamanda ulusal çıkarlar olduğuna ikna etmek zordur. Hiçbir emperyalist ordu, flamalarında Daha Yüksek Karlar veya Kapitalist Fetih veya Petrol sloganlarıyla yürümez. Kapitalizmin ideolojik uşakları -kitle iletişim araçları, kiliseler, üniversiteler– halkı, açtıkları savaşın soykırıma karşı, demokrasi uğruna, saldırganlığa karşı savunma için veya gerçek emperyalist savaş hedeflerini ve kapitalist sınıf çıkarlarını gizleyen başka soylu fikirler adına yürütüldüğüne inandırmak amacıyla fazla mesai yapar.

Savunma ve saldırı amaçlı savaşlar

Kamuoyu denen şeyin hükümet hesaplarında rol oynadığı, savaşan tarafların kılıçlarını kınından sadece Anavatanını ve kendi haklı davasını düşmanın utanç verici saldırılarından korumak için çekmediği bir savaş ne zaman ve nerede meydana gelmiştir? Bu efsane barut ve kurşundan oluşan savaş oyununun ayrılmaz bir parçasıdır.

Rosa Luxemburg, Junious Broşürü[7]

Modern emperyalist savaş, çatışma sona erdiğinde çoğunlukla devrimci öfke halinde patlayan, doğasından kaynaklı bir çelişkiye sahiptir. Kapitalist sınıf çoğunlukla, sadece kendisine yarayan bir savaş için kitlesel seferberlik, askere alma ve ağır vergiler koymaya ihtiyaç duyar. Bu çelişkinin üstesinden gelmek için savaşan taraflar, kitle desteği elde etmek amacıyla kendi halklarına yalan söylerler. Söylenen en temel yalan, “Savaşı biz istemedik. Kaçınılmazdı, düşman saldırdığı için savaşmak zorunda kaldık. Biz sadece kendimizi savunuyoruz”dur. Savaşan tüm taraflar kendilerini savunduklarını iddia eder. Sosyalistler bu düzenbazlık ağını tam anlamıyla tasnif etmeli ve savaşan tarafların emperyalist ilişkilerini açığa çıkarmalıdır.

Saldıran tarafın kim olduğu sorusu devletin yalanlarını ortaya çıkarmaya ve bir savaşta yürütülen politikaları anlamaya yardımcı olabilecek olmakla birlikte savaş politikaları kimin saldırdığına veya en saldırganın kim olduğuna, savunanın kim olduğuna indirgenemez. Bu sorunun en ilkel seviyesi “İlk kim ateş açtı?”dır. Savaş başladığında tüm taraflar, düşmanın ilk ateşi açan taraf olarak görünmesini sağlamak amacıyla saldırgan yaftasını karşı tarafa yapıştırmayı dener. Amaç, kamuoyunu kendini savunma adına savaşıldığı iddiasına inandırmaktır.

Vietnam Savaşı da Amerika Birleşik Devletleri’nin Kuzey Vietnam Sahilindeki Tonkin Körfezinde iki ABD gemisine ateş açıldığını iddia ettiği 1964 Ağustosunda bu tür bir olayla başlamıştı. Temsilciler Meclisi hükümete “Güney Doğu Asya’yı komünist saldırganlığından korumak” için gerekli gördüğü tüm tedbirleri alma yetkisi veren Tonkin Körfezi önergesini 416’ya 0 oyla onayladı. Yıllar sonra Pentagon Belgeleri Başkan Johnson’un bu önergeyi aylar önce yazdığını ve ABD kendisine saldırıldığını iddia edebilene kadar beklettiğini ortaya koydu. Ayrıca Pentagon Belgeleri ABD gemileri Turner Joy ve Maddox’un Kuzey Vietnam’da casusluk ve adam kaçırma göreviyle bulunduğunu da açığa çıkardı. Kuzey Vietnamlıların gerçekten gemilere ateş açıp açmadığı belli değildir. Açmış olsalar dahi olgular bize, bu ateşlerin açılmasının nedenleri ya da sözde “saldırganlık”ın ardındaki politikalar hakkında çok az şey söylemektedir.

Amerikan halkını savaşın savunma amaçlı olduğuna ikna etmek için daha karmaşık bir düzenleme ise Şubat 1965’de Kuzey Vietnam’a karşı ABD hava savaşını başlatma planıydı. Bombalama kararı Johnson ve danışmanları tarafından üç ay önceden alınmıştı. Birleşik Kurmay Şeflerine “provokatif angajman” adını verdikleri stratejik bir plan hazırlamalarını emrettiler. Bu plan, Kuzey Vietnam’ı en nihayetinde ABD güçlerine ateş açacakları beklentisiyle tahrik edici olayların içine çekmek için yürütülen bir kampanyaydı. Bu operasyondan aylar sonra Vietnamlılar Pleiku’daki ABD üssüne saldırdığında ABD, Güney Vietnam’ı komünist saldırganlığa karşı koruma iddiasıyla daha önce planlanmış hava savaşını başlattı. ABD’nin istediği bir savaş için manevra yapması ve Vietnamlıların saldıran taraf olmasına rağmen savaşın altında yatan politikalar değişmez: Vietnamlılar tarafında sadece bir ulusal kurtuluş savaşı ABD tarafında ise emperyalist fetih savaşıdır –saldıran tarafın kim olduğu fark etmez. “Saldıran taraf”ın politikaları adilse biz saldıran tarafı destekleriz. (Aslında ulusal kurtuluş gibi bir hedefe ulaşılmasıyla sonuçlanan saldırgan bir politikayı arzu edebiliriz.)

Son olarak, mevcut emperyalist ilişkileri muhafaza etmeye veya değiştirmeye çalıştıkları için emperyalist rakipler arasındaki sahte savunmacı duruş sorunu kalmaktadır. Emperyalist bir çekişmede -yer değiştiren emperyalist düzenleme ağında- kimin saldıran kimin savunan taraf olduğu sorusu ek bir gösteridir.

Toplamda, bir tarafın saldıran taraf olması veya olmaması bu tarafın yürüttüğü savaşın savunmaya dönük niteliği hakkında yalan söyleyip söylemediği hakkında bir şeyler gösterebilir ve bu savaşın emperyalist hedefleri hakkında belirtiler sunabilir, ancak savaşın politik dinamikleri hakkındaki en önemli soruları ortaya koyamaz.

Demokratik savaşlar

Faşizmin diktatörlüğünü empoze etme girişimlerine karşı yürütülen demokrasi savaşlarının yanındayız. Bu tür çatışmalarda taraf tutarız, çünkü Lenin’in de dediği gibi, “Tam demokrasiyi uygulamayan hiçbir sosyalizm zafer kazanmış sayılmaz, bu yüzden proletarya demokrasi için her şeyi kapsayan, tutarlı ve devrimci bir mücadele olmadan burjuvaziye karşı zaferinin temellerini kuramaz.”[8] Modern dünyada aslen demokrasiye yöneltilen tüm saldırılar işçilerin demokratik haklarına ve işçi demokrasisinin kapitalist toplum içindeki kurumlarına -sendikalar, işçi basını, partiler ve politik örgütlenmeler gibi- yapılan sınıfsal saldırılardır. Demokrasiye yöneltilen tüm saldırılara karşı kendi devrimci yöntemlerimizle savaşırız ve demokrasi mücadelesinin demokrasi savaşına dönüşebileceğini biliriz.

Bu noktada 1917 Rusya Devrimindeki General Kornilov örneği aydınlatıcıdır. Rus Devrimi sırasında General Kornilov burjuva Kerensky hükümetini devirmek için bir sağ kanat darbesine öncülük etti. Bolşevikler darbenin toprak sahipleri ve kapitalistlerin sovyetleri yıkma, işçi demokrasisini geriletme ve sağcı bir diktatörlük kurma girişimi olduğunu gördü. Savaşın kesin karakteri bu olduğu için Bolşevikler, yakın bir geçmişte işçi sınıfı gösterilerini bastırmış, Bolşevik gazetelerini yasaklamış, Troçki ve diğer Bolşevik liderleri hapse attırmış ve Lenin’i saklanmaya zorlamış olsa dahi Kerensky’yi destekledi.

Ancak Kornilov’a karşı savaşmak için Kerensky ile güç birliğinde Bolşevikler Kerensky hükümetini desteklemedi. Lenin durumu şöyle izah etmiştir:

Biz de tıpkı Kerensky’nin askerleri gibi Kornilov’a karşı savaşıyoruz ancak Kerensky’yi desteklemiyoruz. Tam aksine zayıflığını gözler önüne seriyoruz…Kerensky’ye karşı mücadelemizin biçimini değiştiriyoruz. Ona karşı düşmanlığımızda en ufak bir gevşeme olmadan, ona karşı söylenen tek bir kelimeyi bile geri almadan, onu devirme görevinden vazgeçmeden somut durumu dikkate almamız gerektiğini söylüyoruz. Kerensky’yi hemen şimdi devirmemeliyiz… Proletaryanın güç kazanması görevinden uzaklaştığımızı düşünmek yanlıştır. Hayır. Doğrudan olmasa da dolaylı olarak bu hedefe çok yaklaştık. Şu anda Kerensky karşısında, Kornilov’a karşı daha etkin, gerçekten devrimci bir savaş talep etmek suretiyle, doğrudan değil dolaylı yollardan bir kampanya yürütmemeliyiz. Bu savaşın gelişimi dahi bizi tek başına iktidara taşıyabilir ancak propagandamızda bundan olabildiğince az söz etmeliyiz…Ülke savunması, devrimci demokratların birleşik cephesi, Geçici Hükümetin desteklenmesi vb. hakkındaki terimlere karşı amansızca mücadele etmeliyiz, çünkü bunlar hiçbir şey ifade etmeyen terimlerdir. Şimdi eylem zamanı olduğunu vurgulamalıyız.”[9]

Bolşevikler Sovyetlerden oluşan Devrimci Askeri Komiteyi kurdu ve fabrikalardaki 40.000 güçlü işçi milisten oluşan Kızıl Muhafızları örgütledi. Bu başarılı politika Petrograd ve Moskova Sovyetlerinde Bolşeviklere çoğunluğu kazandırarak Kerensky’ye karşı daha sonraki ayaklanmanın temellerini teşkil etti.

Hükümet kuvvetleri ile işbirliği içinde bir savaşı desteklerken savaşı yönlendiren hükümeti reddetme politikası Marksist terminolojiye “askeri destek verme fakat politik destek vermeme” politikası olarak girdi. Bu askeri değil politik bir konumlanıştır. Çoğunlukla, politikalarını kabul ettiğimiz ancak liderliğine karşı çıktığımız bir savaşı destekleme şeklimiz budur. Bolşevikler zor algılanmakla birlikte önemli olan bu ayrımı çizmemiş olsaydı Sovyet iktidarına düşman olan ve emperyalist Birinci Dünya Savaşını sürdürme niyeti taşıyan Geçici Hükümeti destekleme tuzağına düşmüş olurdu.

Aşırı solcu, apolitik titiz kimseler çoğunlukla, politik destek politikasını değil askeri destek politikasını reddeder. Alman Devrimi sırasında Kapp Ayaklanması 1920’de sosyal demokrat hükümeti devirip askeri bir diktatörlük kurmayı denedi. Sosyal Demokratlar, işçi konseylerini bastırmak amacıyla bir karşıdevrim örgütlemek için 18 ay boyunca orduyla işbirliği yapmıştı. Sağ kanat diktatörlüğü kurmaya kalkıştığında Sosyal Demokratlar ve sendikalar darbeyi yenen başarılı bir genel grev örgütlediler. Komünist Parti başta her iki tarafın da kapitalizmin karşıdevrimci köleleri olduğunu öne sürerek genel grevi desteklemeyi reddetti. Bu iddia doğru olmakla birlikte mücadelenin belirleyici sorunlarını gözden kaçırmaktadır: burjuva demokrasisi ile diktatörlük arasındaki fark, demokrasinin işçi sınıfı tarafından savunulması ve demokrasiyi savunmanın devrimci bir saldırıya nasıl dönüştürüleceği sorunu.

Faşizme karşı savaş

İspanya İç Savaşı Franco faşizmine karşı demokrasiyi savunma savaşıydı. Ancak, Cumhuriyetçi İspanyol hükümeti, savaşı sürdürme ısrarı kendi sınıf çıkarlarıyla tutarlı olan kapitalist ve reformcu sosyalist partilerden oluşan bir koalisyondu. Franco’nun askerlerinin Faslı olmasına ve bu koloniye özgürlüğünü vermeleri halinde ordunun dağılma olasılığı bulunmasına rağmen Fas’a özgürlüğünü vermeyi reddettiler. Cumhuriyetten yana olan İspanyol kapitalistleri emperyalizme, antifaşizmden daha çok bağlıydı.

Bu esnada Cumhuriyetçi safların ardında bir toplumsal devrim ortaya çıkıyordu. İşçiler silahlara el koydu, faşistlerle savaşmak için fabrika milisleri oluşturdu ve fabrikalarda işçi denetimini tesis etti; ve köylüler toprağa el koyup kollektifleştirdi. Cumhuriyetçi hükümet işçi devrimini bastırmak ve kapitalistleri “antifaşist birlik” adıyla yatıştırmak için her şeyi yaptı. Cumhuriyetçi hükümet, köylüleri ve işçi sınıfı kesimlerini demoralize etmiş ve Franco’nun zaferini olanaklı kılmış olması gerçeğine rağmen bu rotayı izledi. En nihayetinde Cumhuriyet, Franco’nun zaferinin sosyalist devrime göre daha az kötü olduğuna karar verdi.

Devrimci Marksistler Cumhuriyetçi demokrasinin zaferini destekledi ve silahlarını faşistlere çevirdi ancak (Kornilov olayında Bolşeviklerin aldığı tutuma benzer bir şekilde) Cumhuriyet’in politik destekçileri olmadı. Faşizme karşı zafer yalnızca devrimci tedbirlerle -Fas’a özgürlük, toprakların köylülere verilmesi, fabrikalarda işçi denetimi- elde edilebilirdi ve Cumhuriyetçi hükümete karşı devrimci bir mücadele gerektiriyordu. Bir savaşın yürütülüş şekline dahil olan sınıf politikaları bu savaşın sonucu açısından belirleyici olabilir.

Bazen bir savaşa girmemek işçi sınıfının başına gelebilecek en kötü akıbettir. Hitler ve Naziler iktidara barışçıl bir şekilde, savaşmadan geldiler. Örgütlü, silahlı, şiddetli bir direniş gösterilmeyişi işçi partilerinin liderliğinin batık politikalarının bir devamıydı. Stalin’in aşırı solcu Üçüncü Dönem çizgisinin etkisi altındaki Komünistler, sosyal demokrasinin sosyal faşizm olduğunu, aslında faşizmden daha kötü olduğunu ve burjuva demokrasisinin savunmaya değmeyen başka bir faşizm biçimi olduğunu öne sürdü. Sosyal demokratlar yasal ve demokratik olduğunu öne sürerek Hitler’in iktidara ulaşmasını kabul etmeyi vazetti. Naziler’in parlamenter sorumlulukla yüz yüze kaldığında anayasaya bağlı bir şekilde hareket edeceğini iddia ettikleri için şiddetli direnişi gereksiz görerek engellediler. Demokrasiyi savunmak için savaşmamak Alman işçi hareketini yok etti.

Ulusal kurtuluş savaşları

Yirminci yüzyıl savaşlarının karakteri emperyalizmdir ancak diyalektik karşıtını da beraberinde getirir: emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları. Kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi politik kaderinin yabancı hakimiyetinden bağımsız olarak belirlemesini sağlayan demokratik bir haktır. Bu, bir ulusun ayrılıp kendi devletini kurma veya başka bir devletle birleşme hakkı anlamına gelir. Bu, tüm tutarlı demokratlar tarafından desteklenmesi gereken bir haktır. Ancak fiili olarak, kendi kaderini tayin hakkını ayrıcalıklı bazı uluslardan ziyade tüm uluslar için geçerli olması gereken bir ilke olarak sosyalistler dışında kimse savunmaz.

Kendi kaderini tayin hakkının karşıtı fethedilen ulusun yararı değil, ezen ulusun kazançları doğrultusunda zorla ilhaktır. Yabancı fetihler sadece egemen sınıfa faydalı olmakla birlikte işçi sınıfı çoğunlukla, kendi egemen sınıfının şovenist ve ırkçı düşüncelerini kabul eder. İşçiler kendi uluslarının (gerçekte kendi egemen sınıflarının) diğer ulusları yönetme hakkına sahip olduğunu kabul edebilir. Egemen sınıfın ulusal şovenizminin kabulü ezen ulusun işçilerini kendi ulusal burjuvazilerine köle eder. İşçiler kendi egemen sınıflarının yabancı ulusları sömürdüğü ve ezdiğine inanmazsa, kesinlikle kendilerinin sömürüldüğüne de inanmaz ve kendi özgürlükleri için mücadele etme zorunluluğundan kurtulur. Marx’ın söylediği gibi “Başka bir ulusu ezen hiçbir ulus özgür olamaz”. Ulusal şovenizm, ABD emperyalizminin zihniyetini ve küstahlığını hoş gören liberaller ve solcular da dahil olmak üzere Amerikalılar arasında oldukça yaygındır. Kendi egemen sınıflarının yabancı müdahalelerde bulunma hakkı olduğuna çünkü bunu diğer ulusların yararına yaptığına inanırlar. ABD’nin insancıl duyarlılıklarına dönük bu dokunaklı güveni sadece kendi kapitalist sınıfları için duyarlar, ABD’nin rakipleri için değil. ABD egemen sınıfı 2-3 milyon Vietnamlı sivili öldürdüğünde Rusya veya Çin’e, Vietnamlıların insani amaçlarla korunması için New York veya başka bir Amerikan şehrini bombalama çağrısı yapılmadı.

Ezilen bir ulus, liderliği veya egemen sınıfı ne kadar antidemoratik veya kötü olursa olsun kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Ulusal kurtuluş sosyalizm değildir ve bu uğurdaki mücadeleyi çoğunlukla, tüm kusurlarına rağmen egemen sınıf yönetir. Bir ulusun sadece, liderleri sosyalist standartlara göre yaşıyorsa özgür olması gerekir gibi bir koşul koymuyoruz. Bir savaş kesin olarak kendi kaderini tayin için mücadele politikasıyla yürütülüyorsa bir ulusal kurtuluş savaşıdır ve biz onu destekleriz.

Vietnam Savaşında Ulusal Kurtuluş Cephesi (NLF), işbirlikçi ve kukla Güney Vietnam rejimini çevreleyen toprak sahibi-kapitalist kliği, üst düzey ABD askeri yetkililerinin uşakları haricindeki Vietnam ulusu tarafından desteklenmişti. ABD’nin Vietnam’a karşı yürüttüğü savaş kirli bir savaş”, tüm halka karşı yürütülmüş bir savaştı. ABD askerlerinin dediği gibi kimin düşman olduğunu söylemek imkansızdı –herkes düşmandı. Bu gerçek, ABD ordusunun subaylarını, daha önce sadece faşist ordularıyla ilişkilendirilen soykırım suçlarına yöneltti. My Lai köyünde ABD askerleri erkekler, kadınlar, çocuklar ve bebekler olmak üzere 400’den fazla insanı öldürürken kendi subaylarını izlediler. My Lai ABD egemen sınıfının hiçbir zaman savaş suçlarıyla yargılanmadığı bu tür düzinelerce zulüm örneğinden sadece biriydi.

Vietnam Savaşı sırasında bizler “barış yanlısı”, “şiddetsiz çatışma çözme” taraftarı veya iki taraf arasındaki farklılıkların müzakere edilmesinin destekçileri değildik. ABD’nin savaşının karşısında yer aldık ve yenilgisini destekledik. Politikalarını desteklemediğimiz Stalinist liderliğine rağmen Vietnamlıların mücadelesine önderlik eden NLF hareketinin zaferini savunduk. NLF’yi Stalinistler tarafından yönetildiği için sosyalist olarak kabul eden, daha sonra özür dileyen solun büyük bir kısmı veya Maoistler ve ortodoks Troçkistlerin aksine bu liderlik konusunda yanılmadık. NLF’nin işçilerin ve köylülerin tüm demokratik haklarını ve yetkilerini onları daha iyi sömürebilmek için yok sayacak bir devlet kapitalizmi kuracağını biliyorduk. Sonucu ya da liderliğinin antidemokratik niteliği ne olursa olsun Vietnam halkı kendi kaderini tayin etme hakkına sahipti. Liderliği alt etmek, demokratik imzası bombalayarak öldürdüğü milyonlarca sivil olan ABD emperyalizmine ihale edilmiş bir görev değil, Vietnam işçi sınıfının görevidir.

Vietnamlıların zaferinin emperyalizme karşı mücadeledeki anlamını da gördük. O dönemin Marksist liderlerinden Hal Draper’in yazdığı gibi:

ABD’deki devrimci sosyalistler olarak ilk eldeki düşmanımız Amerikan kapitalizmi ve onun emperyalizmidir; Ülke içinde Amerikan kapitalizmiyle ülke dışında ise Amerikan emperyalizmiyle olası tüm yöntemleri kullanarak mücadele etmek istiyoruz. Temelde bu tek bir mücadeledir çünkü, Amerikan emperyalizminin yurt dışında herhangi bir şekilde zayıflaması veya yurt dışında aldığı herhangi bir yenilgi içerideki kapitalist iktidar yapısını da zayıflatır ve ülke içindeki muhalefeti kolaylaştırır. Aynı şey diğer emperyalist devletler için de geçerlidir çünkü, şu ya da bu emperyalist gücün zayıflaması ya da yenilmesi dünya emperyalizminin birbirine bağlı yapısı üzerinden yankılanır. Bu nedenle objektif olarak, herhangi bir halkın yürüttüğü anti emperyalist mücadele ülke içindeki devrimci değişim kuvvetlerine bir yardımdır.[10]

1920’lerde Komintern de benzer bir şekilde dünya devriminin, emperyalist ülkelerde sosyalist devrim için savaşan işçi sınıfının, emperyalizme karşı ulusal savaşlar veren sömürge dünya halklarıyla ittifak içerisinde yürüteceği birleşik bir mücadele sonucu doğacağını öne sürmüştü.

NATO savaşının politikaları

Stalinizmin on yıl önceki çöküşü “tarihin sonu”, çatışmasız bir demokrasi ve zenginlik çağının açılışı olarak sevinçle karşılanmıştı. Kapitalist gerçeklik yanılsamayı çok çabuk parçaladı. Yugoslavya yıkıldığında farklı etnik grupların bir arada bulunduğu bölgelerde toplumlar arası katliam, yaşamak için emperyalist güçlerin bağımlı müşterileri haline gelen ve ekonomik olarak varlığını sürdürmesi mümkün olmayan kendi küçük devletleri için nüfus ve toprak kazanma yolunda gözü dönmüş, birbirine rakip egemen sınıflarca hararetlendirilmişti. Bu kabusun alternatifi tüm Balkan halklarının eşitliğini ve ulusal haklarını gözeten bir Balkan Federasyonudur.

Yugoslavya’yı yıkan savaşlarda ABD’nin ilk önce, Bush yönetiminin ortaya koyduğu gibi, “yarışan köpeği yoktu”. Etnik savaşa gösterdiği ilk tepki halim selim bir ihmal politikasıydı: Bırakalım Avrupalılar bu işi çözsün. Ancak ABD adım adım Balkan bataklığına çekildi. ABD için NATO’nun Sırbistan’a karşı yürüttüğü savaş politikaları, emperyalizminin en büyük ödüllerinden ve stratejik varlıklarından biri olan Avrupa üzerindeki askeri hegemonyayı muhafaza edecekti. Bunu yapabilmek için ABD’nin Milosevic’in Balkanlarda hakimiyet kurması ve dengeleri bozmasının ve buna bağlı olarak Avrupa üzerindeki ABD etkisini sekteye uğratmasının önüne geçmesi gerekiyordu. Bu hedef ilk olarak, Avrupa güçlerinin kendi çatışan emperyalist çıkarları yüzünden savaşı bitiremeyecek kadar bölünmüş olduklarını açık bir şekilde ortaya koyan Bosna Savaşında ortaya çıktı. ABD “Vazgeçilmez Ulus”, Avrupa’nın “barışçıl” statükosunu savunmaya muktedir tek güç olma fırsatının üzerine atladı.

ABD yüksek sesle bu savaştaki ulusal çıkarının, politikaları Amerika Birleşik Devletlerinin politikalarından şaşmayan NATO’nun güvenilirliği olduğunu beyan eder. NATO elli yıl önce kapitalist Avrupa’yı Amerikan hegemonyası altında, rakip Rus emperyalizmine karşı örgütleme amacını taşıyan bir “savunma” ittifakı olarak kurulmuştu. Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte NATO’nun da temelleri çöktü. Ancak ABD için NATO elden çıkarılamayacak kadar değerlidir. NATO için yeni bir rol bulundu; Rusya ve Çin’e karşı oluşturduğu tehdide rağmen saldırgan bir ittifak. ABD Dışişleri Bakanlığına göre NATO, vazgeçilmez şerif ABD’nin liderliği altında çok yönlü bir birlik olacaktır. Tüm savaşlar yeni silah ve stratejileri test etmek için askeri tiyatrolar olarak kullanılır ve bu savaşla da yeni NATO planı test ediliyor.

ABD’nin bu savaşta güçlü ekonomik çıkarları yoktur ancak savaştan zaferle çıkması halinde bu güçlenmiş askeri pozisyonu küresel ticaret üzerinde ekonomik imtiyazlar elde etmek için hareket noktası olarak kullanacaktır. Dünya ticaret bloklarına devredilirse, Avrupa’nın askeri koruyucusu olarak ABD Ortak Pazar blokunun dışında tutulamaz.

ABD bu savaşı istedi, ya da daha doğru bir tarzda ifade edersek, istediği şey sadece savaşla elde edilebilirdi. Rambouillet’de Milosevic’e, koşulları arasında NATO’nun Yugoslavya’da istediği yerde asker bulundurma hakkı da yer alan bir ültimatom verdi. Bu koşulların reddedileceğini biliyorlardı. Bu Albright-Clinton eleştirmenlerinin bir kısmının ifade ettiği gibi bir diplomatik başarısızlık veya yetersizlik değildir. Rambouillet’e uzanan aylarda elde edilecek çıktının bir kapitülasyon ya da savaş olması için çok sıkı çalışmış olan ABD’nin yürüttüğü kapsamlı bir hesaplamaydı. Ancak tüm bu zaman zarfında Kosova Arnavutlarını, haber alma raporlarının meydana gelebileceği yönünde uyardığı etnik temizliğe karşı korumak için hiçbir plan yapmadılar. Sırbistan’a savaş açmayı haklı göstermek, emperyalist ilişkiler ağını gizlemek için bu tür bir insani sefalet faydalı bir unsurdu. Bu savaştaki mülteciler bir savunma savaşı iddiasını, “bu savaşa diğer tarafların eylemleri yüzünden girmek zorunda kaldık” iddiasını ortaya atma amacına hizmet eder. “Savaş bu insanları savunmak içindir”.

Ancak ABD’nin Sırbistan savaşı hiçbir zaman mültecileri koruma ya da zulmü önleme amacını taşımadı. ABD emperyalizmi her gün büyük zalimlikler yaptı. NATO savaşı sadece Milosevic rejimi ve bu rejimin askerlerine karşı değil Sırp halkına karşı da yürütüldü. Öyle ki, Milosevic’in Sırbistan üzerindeki politik tahakkümünü desteklemiş ve demokratik muhalefeti zayıflatmıştı. ABD’nin savaş politikası Sırbistan’ın ekonomik altyapısını yok etmek, -tıpkı Vietnam ve Irak’ta yaptığı gibi- bombalayarak Taş Devrine geri döndürmektir. ABD politikası Sırbistan halkının yaşamını ve sağlığını harap etmek, ABD iradesi önünde eğilmeye zorlanana kadar onları su, elektrik, hastaneler, vb. imkanlardan yoksun bırakmak olmuştur.

ABD politikası aylar boyunca pilotlara, “talihsiz bir şekilde hedefini şaşıran füzelerle” hassas olmayan bombalamalara yol açan bir yükseklikten uçmasını emretti. Birkaç ABD askeri kaybı olasılığıyla karşılaştırıldığında binlerce erkek, kadın, çocuğun yan yana katledilmesinin önemsiz olduğuna karar verilmiştir. İç muhalefeti engellemeye dönük bu politik hesaplama Sırp sivillerine karşı küstah emperyalist aşağılamadan kaynaklanır. ABD egemen sınıfının “hümanizmi”, örneğini tekrar devreye sokulan Vietnam savaşı taktiklerinde buluyor: ABD halkın yaşadığı alanlara tek amacı katliam olan bombalar, antipersonel silahları atar. Savaşın ilk iki ayında NATO birkaç Sırp askeri öldürmüşken yüzlerce Sırp ve Arnavut sivili öldürdü. ABD/NATO emperyalist savaşının gerici karakteri, politikalarında ve sonuçlarında yatar. ABD, BM’yi kontrol etmeye devam ettiği için BM mahkemeleri Clinton, Blair ve Ortakları A.Ş.’yi savaş suçlusu olmakla itham etmeyecektir.

Sırp Savaşı politikaları

Sırbistan’ın bu savaştaki politikaları “Kosova Sırbistan’dır” sloganıyla özetlenebilir. Sırp hükümeti, yüzde 90’ı bulan Arnavut nüfusu ayrılma hakkını istese de Kosova’nın sürekli olarak, zor yoluyla kendi topraklarına dahil edilmesi için savaşıyor. Sırbistan, 1912-13 emperyalist Balkan Savaşlarının sonunda Kosova’yı istila ederek Arnavutluk’tan ayırdı. Eski Yugoslavya içinde ezilen tek ulus Arnavutlardı.

Sırpların yürüttüğü etnik temizlik savaşın onlar tarafındaki gerici içeriğinin anahtarıydı: bu, topyekün halka karşı yürütülen bir savaştı. Filistinlerin İsrailliler tarafından yerlerinden edilmesine benzer bir toplu göçe zorlamak ve Bosna’nın etnik bölünmüşlüğünü ortadan kaldırmak için büyük zalimlikler yapıldı. “Kosova Sırbistan’dır” iddiasını doğru kılmanın tek yolu Arnavut nüfusu sürmektir.

Milosevic’in Kosova’ya karşı yürüttüğü savaş Sırp işçi sınıfının çıkarlarına uygun değildir. Rejimin politikaları Sırbistan’ı yıkıma sürüklemiştir. NATO saldırganlığını yenmek için gerekli koşulları sadece, bu savaşın politikalarını değiştirmeye dönük devrimci tedbirler -Milosevic’in devrilmesi, Kosova’nın özgürleştirilmesi, işçilerin silahlandırılması ve Yunanistan, İtalya ve Almanya işçilerine NATO’nun savaşını durdurmaları için doğrudan politik çağrıda bulunulması- yaratabilirdi. Bu devrimci tedbirler olmadığı için Milosevic, Sırp halkını kesin bir yenilgiye götürmüş ve NATO’nun bölge üzerindeki hakimiyeti için yolu açmıştır.

Emperyalist bir savaştaki milliyetçi unsurlar

Bu savaşta meşru bir ulusal unsur var; Kosova Arnavutları’nın kendi kaderini tayin hakkı. Savaş sadece Sırplarla Arnavutlar arasında kalmış olsaydı sosyalistlerin görevi Kosovalı Arnavutlara zafer yolunda destek sunmak olurdu. Ancak bir savaştaki ulusal unsurla ulusal savaş aynı şey değildir. Bu, Balkanlardaki ilk savaş değildir ve daha önce de olduğu gibi bir grubun -bu örnekte etnik Arnavutların- gerçek ulusal istekleri bir kez daha büyük iktidar politikalarının oyuncağı olmuştur. Bu, esasen bir ulusal kurtuluş savaşı değil, ABD’nin ulusal olarak ezilen bir gruba yanlış davranılmasını emperyalizmi için bir gizleme aracı olarak kullandığı bir savaştır. Savaşın asıl tarafları Sırplar ve Arnavutlar değil, Sırplar ve Amerikalılardır ve Amerikalılar Arnavutlar üzerinde tesis ettikleri “koruma”yı Balkanlar ve Avrupa üzerindeki hakimiyetini güçlendirmek için kullanmaktadır.

Ulusal savaşlar olarak adlandırılamayacak savaşlar içerisindeki ulusal unsurlara birçok örnek vardır. Bunlardan en bilineni Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Sırbistan’dır. Bu konu üzerinde yazan Lenin şunları söylemiştir:

Şu anki savaşta ulusal unsur sadece Sırbistan’ın Avusturya karşısındaki savaşında temsil edilmektedir… Milyonları, ‘halk kitlelerini’ kapsayan uzun erimli bir ulusal kurtuluş hareketini, şu anda Sırbistan’ın Avusturya’ya karşı savaşının ‘devamı’ olduğu bir hareketi sadece Sırbistan’da, Sırplar arasında görebiliriz. Bu savaş yalıtılmış bir savaş olsaydı, yani genel Avrupa savaşıyla, İngiltere, Rusya, vb.’nin bencil ve yağmacı hedefleriyle bağlantılı olmasaydı Sırbistan burjuvazisinin başarılı olmasını istemek tüm sosyalistlerin görevi olurdu; bu, şu andaki savaşta yer alan ulusal unsurdan çıkartılabilecek tek doğru ve mutlak kaçınılmaz sonuçtur… Sırbistan-Avusturya savaşındaki ulusal unsur genel Avrupa savaşı içerisinde herhangi bir önem taşımaz ve taşıyamaz.[11]

Rosa Luxemburg da aynı tartışmayı yapmıştır:

Resmi görüşlere göre, ulusal savunma hakkına sahip bir devletten bahsetmek gerekirse bu devlet Sırbistan’dır…Ancak Sırbistan milliyetçiliğinin ardında Rus emperyalizmi durmaktadır. Sırbistan’ın kendisi büyük dünya politikaları oyununda sadece bir kukladır.[12]

Kosovalı Arnavutların arkasında ABD emperyalizmi duruyor. Arnavut mültecileri, Kosova Kurtuluş Ordusu ve küçük Balkan devletleri onların kuklalarıdır. ABD prensip olarak kendi kaderini tayin hakkının veya Amerikan Barışının istikrarını bozan devlet sınırlarının yeniden çizilmesinin karşısındadır. ABD Kosova’nın bağımsızlığını reddeder, Kosova Arnavutlarının demokratik olarak kendi geleceklerini belirleme hakkını reddeder. ABD ve NATO, Balkan “istikrar” programlarına göre özerk bir Kosova’nın Sırbistan’ın bir parçası olarak kalmasına karar verecektir.

ABD, etnik temizliğe sadece amaçlarına hizmet ettiğinde karşı çıkar. NATO üyesi bir ülke son on yılda, Milosevic’in öldürdüğü Arnavutlardan çok Kürt’ü öldürmüştür. Bosna Savaşında ABD, Dayton Mutabakatına göre Hırvatistan’ın Krajina bölgesindeki 200.000 Sırp’a yönelik etnik temizliği desteklemiştir. ABD politik gerekçelerle Ruanda’daki soykırıma göz yummuştur ve onlarca yıldır etnik temizliğe maruz kalan Filistinlilere karşı İsraillileri tereddütsüz desteklemektedir. Bunun, çıkarlarına hizmet ettiğinde 2 milyondan fazla sivil Vietnamlıyı tesadüfen öldüren aynı ABD egemen sınıfı olduğu unutulmamalıdır.

Savaşın sonu

Kosovalı Arnavutlara duyduğumuz sempati bizi Amerika’nın Sırbistan’a dönük emperyalist politikalarına bağlayamaz. NATO bombalarıyla karşı karşıya olan Sırp halkına duyduğumuz sempati Sırbistan’ın Kosovalı Arnavutlara karşı yürüttüğü ırkçı savaşı, daha az kötü olduğu gerekçesiyle desteklememize yol açamaz.

Amerikalılar olarak asıl düşmanımız içeridedir: Jet uçakları Sırp halkını bombalayan kendi egemen sınıfımız. Sırbistan, dünyanın en büyük askeri iktidarlarından oluşan birleşik güce karşı dördüncü dereceden bir güçtür. Dünya barışı için asıl tehdit ABD’dir. ABD’nin zaferi, tek koşulu, genişlemek ve yaygın imparatorluğunu kontrol altında tutmak için yeni savaşlara girmek olan dünyanın en güçlü emperyalizmini daha da güçlendirecektir. En güçlü silahlarımızı ona –propagandasına, yalanlarına, zalimliğine ve adımıza yürüttüğü savaşa- yönlendirmeliyiz.

Bu savaşa karşı mücadelede, savaş karşıtı hareketin inşasında ve giderek artan savaş karşıtı hassasiyette, sosyalistler, politik netleştirme göreviyle de karşı karşıyadır. Savaşa karşı anti emperyalizmi, ulusal kurtuluşu, enternasyonalizmi ve devrimci kavgayı öne sürmesi gereken sosyalistlerdir. Bu görevlerde gücümüzü, geçmiş mücadelelerden çıkarılan dersleri bir araya getiren Marksizmin teorik mirasından alıyoruz.

Bu yüzyıl tıpkı başladığı gibi yine, insanlığın önünde emperyalist barbarlık veya enternasyonal sosyalizm seçeneklerini çıkararak son buluyor. Emperyalist savaşa karşı muhalefet, çöküşü sonu gelmez bir dehşet üreten kapitalist sisteme karşı sosyalist davadaki en güçlü argümandır.

International Socialist Review, Sayı 8, Yaz 1999

 



[1] Jean Tussey’den alınmıştır, ed., Eugene V. Debs (New York: Pathfinder, 1970), s. 231.

[2] V.I. Lenin & G.Y. Zinoviev “Socialism and War” (Sosyalizm ve Savaş), Lenin, Collected Works içinde, Cilt 21 (Moscow: Progress, 1964), s. 299).

[3] Carl von Clausewitz 1780 yılında doğmuştur. 1793-94 Prusya-Ren Savaşında hizmet vermiştir. 1801’de öğrenci olarak Berlin Askeri Akademisine girmiş ve 1818 ila 1830 arasında akademinin yöneticiliğini yapmıştır. 1831 yılında ölmüştür. Ünlü eseri Von Kriege (Savaş Üzerine) ölümünden sonra eşi tarafından 1832’de yayınlanmıştır.

[4] V.I. Lenin “The Collapse of the Second International” (İkinci Enternasyonalin Çöküşü), V.I. Lenin, Collected Works, Cilt 21 (Moscow, Progress, 1964) s.219.

[5] V.I. Lenin “War and Revolution” (Savaş ve Devrim), V.I. Lenin, Collected Works, Cilt 24 (Moscow, Progress, 1964) s. 398.

[6] “From Pentagon to Triangle,” Wall Street Journal, 17 Mayıs 1999.

[7] Rosa Luxemburg, “The Junius Pamphlet” (Junius Broşürü), Rosa Luxemburg Speaks içinde, ed. (New York: Pathfinder, 1970), s.279.

[8] V.I. Lenin “Socialist Revolution and The Right of Nations to Self Determinaion, Theses” (Sosyalist Devrim ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Tezler), V.I. Lenin, Collected Works, Cilt 22 (Moscow, Progress, 1964) s. 144.

[9] V.I. Lenin “To the Central Committee of The RSDLP” (RSDIP’nin Merkez Komitesine), V.I. Lenin, Collected Works, Cilt 25 (Moscow, Progress, 1964) s. 285-9.

[10] Hal Draper, “The ABCs of National Liberation”, America as Overlord: From Yalta to Vietnam içinde (Berkeley: Independent Socialist Press, 1989), s.188.

[11] V.I. Lenin, “The Collapse of The Second International” (İkinci Enternasyonalin Çöküşü) s. 235.

[12] Rosa Luxemburg, “The Junius Pamphlet,” (Junius Broşürü) s. 308-309.

 

Önceki İçerik
Sonraki İçerik
Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar