Bizimkiler

Bizimkiler, çok kapsamlı bir saldırıyla karşı karşıya.

***

19 Aralık 2000 sabaha karşı devletin on bin kişilik gücüyle başlattığı büyük tasfiye operasyonu, hukuki gereğini 1991 tarihli Terörle Mücadele Yasasının 16’ncı maddesinde buluyordu. Devrimciler, üç-beş yıldan beri devletin saldırısını bekliyordu. Ankara Ulucanlar Hapishanesindeki operasyon (Eylül 1999), aslında 19 Aralık’takinin küçük bir provasıydı. Devlet vurdu; tepkileri yokladı; dönemin uygun olduğunu gördü. Kamuoyu denilen, güce yaltaklanan melanet yapıntıyı uygun hale getirmek için devletin özel bir enerji harcadığının söylenmesi, hem ağır bir gaflet, hem de kamuoyuna hak ettiğinden çok önem vermek olur. Devlet, kamuoyu yaratıcısı medyasını, gözünü hedefinden ayırmadan küçük bir el işaretiyle operasyona dahil pozisyona getirdi. Kuvvetlerin her an bir granit yekpareliğinde olması beklenemezdi.

***

Saldırının ilk aşamasıyla yeni bir mücadele dönemine girildi. Yenilik basit değil, saldırının kapsamı kadar yeni bir dönemdeyiz. (Dönem saptaması yapmada bilincin kendine oynadığı oyun hesaba katılmalı; ama herhalde yeni bir dönem.)

Yeni döneme, mücadelenin “eski” tarzındaki kesintisizlikle, ölüm orucu eyleminin kesintisizce ve artarak sürdürülmesiyle girildi. İki ayrı konjonktürü, bir mücadele tarzı birleştiriyor. Eğer belirli etki ve vuruş gücü olan bir devrimci hareketin varlığı koşullarında olsaydık herhalde şöyle derdik: ‘Bu, günün acil politik tutumunu belirleme ve geleceğe ilişkin perspektifler geliştirmeyi çok kritik bir hale getiriyor.’

Ölüm orucu eylemi, bu satırların yazıldığı sırada 100’lü günleri sürüyordu. Kronolojik ve algısal olarak tek bir eylemden söz etsek de, şu günlerde süren ölüm orucu eylemini de yeni dönemin gerekleri çerçevesinde ve yeni bir eylem olarak değerlendirmek durumundayız. Bir yiğit devrimcinin 100 günü aşan ölüm açlığı, kapsamlı saldırıyla ikiye bölündü. Nesnesi, aynı bedenin aynı açlığı olan iki ayrı eylem. Daha doğrusu, iki konjonktüre yayılan ‘bir’ eylem. Günün ezen ağırlığı bu.

1996 ölüm orucu eyleminde, konjonktürün yüreği eylemcilerin ard ardına şehit oluşunda atıyordu. Ama kapsamlı saldırı, kendi sonuçlarını, otuzu aşkın yiğit şehidi, ölüm orucunun yiğitlerinin önüne geçirdi. Bir anlamda, ölüm orucu bir eylem olarak sıfırlandı ve yeniden başladı.

***

Biz zamiri, fiilen bedel ödeyenler arasında biz de olduğumuzdan değil. Biz zamiri, saldırının gerçek muhatapları arasında olduğumuz gibi bir yanılsama yaratmak, dolayısıyla, pratik devrimcilik ile teorik devrimciliği eşitlemek amacıyla kullanılmıyor. Bu kullanımın meşruiyeti, bir ayrımın hangi yanında yer alındığına ilişkin bir tutum ifadesidir sadece… Pratik yani gerçek devrimcilere yönelen mermiye denk bir saldırının konusu olanlar yok. Ama biz, kendi varlığımızla, varoluş biçimimizle, ilgili konjonktüre girdiğimiz biçimle, biz olarak, Bizimkilerin içindeyiz.

Biz, Bizimkileri hiçbir kayıt ve koşul ileri sürmeden önsel olarak savunuyoruz. Burada, devrimcinin yanlışı karşısında, devrimci olmayanın doğrusu yok. Burada, devrimcinin eksiği karşısında devrimci olmayanın tam’ı yok. Doğruya karşı (bizimkilere ait) yanlış, tama karşı (bizimkilere ait) eksik; tutumumuz bu. Burada, biz ve onlar var. Bu ayrım, ontolojiktir; bir çırpıdadır ve teorik değildir.

Ancak bizim tutumumuzla devrimcilerinki arasında konumdan kaynaklanan temel bir fark var. Kendilerini ve kendi eylemlerini kayıtsız koşulsuz savunmak devrimcilere düşmez. Bizim de devrimcilerle içeriden ilişkimiz olsaydı, yani biz de (pratik) devrimci olsaydık, devrimcileri dışarıya karşı savunmak bize düşmezdi. Biz devrimcilerin fiilen içindeyken, eleştirimiz öne çıkabilirdi; ancak devrimci hareketin fiilen dışında bir duruş oluşturmaya çalışan bizler için, hareketin kendisi, sıcak momentlerde yani karşı tarafın varlığında sadece savununun konusu olabilir. Devrimciler, ne tür sorunlar içinde olursa olsun pratik-politik bir hat içindeler ve bu hattı, eylemli olarak güçlendirmek durumundalar. Bizim eylemli bir konumumuz yok; duruşumuz ve önceliklerimiz, deyim yerindeyse daha ideolojik. Bir ideoloji pratiği… Devrimci hareketin, kendi pratik konumuna halel getirmeksizin, “dış”ından böyle bir tutuma ihtiyacı olduğunu kabul ediyoruz.

***

Bizimki, mermiye göğsünü geren devrimcinin onurunu paylaşmak gibi bir haddini bilmezlik değil. Fakat yaptığımız, o merminin vızıltısından bile paniğe kapılanların olduğu bir konjonktürde, yanlışlıkla hedefler arasında sayılmamak için kendini beyaza boyayanların olduğu bir konjonktürde, bir alanda ayrımı belirlemek, kızıl giysiyi çıkarıp atmamaktır sadece.

Bu, gerçeğimizdir.

Destanın edebiyata ihtiyacı yok.

Artık yeni bir dönemde miyiz?

Buna kuşku yok. Her ne kadar bu döngüden çıkmak için yapsa da, cezaevleri eksenli bir mücadele yürüten Türkiye devrimci solu, cezaevlerindeki konumunu yitirmiştir. Cezaevleri artık onun için en azından bir dönem boyunca, örgütlülüğünü sürdürdüğü bir yer olmaktan çıkmıştır. Bu, ne denirse densin, bir yenilgidir.

Neye yenilgi denir? Bir mücadele hangi durumda yenilmiş sayılır? Bu konuda devrimci harekette farklı yaklaşımlar olduğu doğru. Üstelik her yaklaşım, kendince bir politik gerekçeye dayanıyor. Her hareket, kendi yapısal özelliği gereği, mücadelesini farklı durum belirlemeleri, farklı meşruiyet zeminleri üzerinde yapıyor. Duruma yenilgi diyenin de zafer diyenin de haklı olduğu gibi bir ortalamacılık içinde olmak anlamına yorumlanmamalıdır bu sözler; ancak mücadelenin, devrimci hareket için daha da zor ve dezavantajlı bir döneme girdiği kesindir. Devrimci hareket içinde, operasyonu sonuç itibarıyla değerlendirmek üzerinden bir farklılık aramak politik konjonktüre aykırıdır. Mücadele tarihi, kahramanca yenilgi örnekleriyle dolu. Kahramanlık, başeğmezlik birçok şeydir; fakat kendi başına zafer değildir. Kaldı ki, kahraman olmayanlar da pekala zaferler kazanabiliyor.

Yenilgi-zafer ikiliği üzerinden bir kısır gerilime girmek yarar getirmez. Zafer kazanıldığını düşünen devrimciler var, fakat, açıkça yenilgi saptaması yapılmasa da, güçlerin geriletildiği, mücadele koşullarının çok daha ağırlaştığı, bütün devrimci kesimler tarafından kabul ediliyor.

Bu durumda, bazı devrimci kesimler, mücadeleyi daha kesin bir sonucun zorlanacağı eşiğe kadar götürmek gerektiği kararıyla hareket ederken, başka bazı kesimler bu tür bir zorlama içinde olmaktan kaçınıyor ve güçlerini ‘cephe’ye hâlâ aşamalı bir şekilde sürmeyi yeğliyor. Üstelik bu, baştan beri ölüm orucu eylemini yürütenler ve diğerleri şeklinde bir ayrım üzerinden de gitmiyor.

Öncü politikanın sorunları ve cehennemde ezan okumak

Solun devrimci olmayan öğeleri, ölüm orucu eylemini, bir politika anlayışı örneği olarak eleştirdiler ve genellikle bu eylemden uzak durdular, ya da ona karşı mücadele edenlerin safında yer aldılar. Temel görüş, şu veciz ifadede kendini buldu: “Kendi kuyruğunu yakalamaya uğraşmak.”

Ancak burada, en mesafeli duran ÖDP Genel Merkezi ve EMEP’i bile, devrimcilere düşmanca bir tutumla yaklaşan İşçi Partisi ile yan yana getirmekten kaçınmak gerekiyor. Fakat, bu partilerin tümü, devrimcilerin politikasını eleştirirken aynı teorik argümanlara sahip oldu. Bu tür bir argümantasyon, neredeyse reformculuğun bir belirtisi oluyor.

Öncü politika sorunu, Türkiye’de devrimci politik mücadelenin başladığı andan itibaren gündemdeydi. Fakat, Türkiye devrimci hareketi namına yazılacak ne varsa, öncü politika yürütücüleri tarafından kotarılmıştır.

1971 dönemi devrimcilerinden başlayarak, devrimciler hep gereğinden fazla ileride oldular; ama gereğince hareket eden ve devrimci de olan hiçbir politik hareket olmadı. Aradaki açı her zaman çok genişti. Klasik reformcu komünist partiler türünden bir kitle çalışması tarzıyla devrimci öncülerin kendi somut varlıkları temelinden yürütülen mücadele tarzı hep çatıştı. Türkiye’de devrimci olmak için devrimci öncünün kendi gerçekliğini veri alarak harekete geçmesi dışında devrimci örneklere rastlanmamış oluşu, hatta ulusal hareketin gelişmesinin de bu tarz açıklanabilmesi, başka zamanlarda yapılacak çözümlemelere ihtiyaç duyuyor.

Ölüm orucu eylemleri dahil, kendinden menkul, kendini merkez alarak yürütülen bir mücadelenin, teorik ve kültürel olanından başlayan ve giderek politikleşen eleştirisinde odaklanan reformcu yapıların savları ilke olarak yerindedir. Evet, EMEP, ÖDP Genel Merkezi, kısmen SİP ve hatta İP, doğru söylüyor. Ama bu doğrunun tarihsel gerçek karşısında bir hükmü yok. Öncü politikaya karşı olan hiçbir örgüte, Türkiye tarihinde kitle politikasının semeresini almak nasip olmadı. “Büyük kitle politikacısı” İşçi Partisi ile kıyaslandığında, örneğin Parti-Cephe, geniş kitleleri organize edebilen bir hareket konumundadır. Bu tür devrimcilik, en kabadayı reformcu kitle politikacısı akımla rahatlıkla boy ölçüşebilecek bir kitle potansiyeline de sahiptir. Yani kendi-için politikayla kitleler için politika arasında kitlesel hacim, örgütsel etki, politik güç bakımından, iki ayrı kategoriye karşılık gelecek bir farklılık yoktur. Zamanında devrimciliği bile bir tür sağcı zihniyetle birleştirebilmiş EMEP geleneğinin bugün devrimci öncü politika yürüten yapılardan daha kitlesel olduğunu kim söyleyebilir? Bütün bunlardan geriye, devrimci olmak ile olmamak şeklinde bir ayrım kalıyor.

Türkiye’de devrimci öncü politikasıyla reformcu politik akımlar arasında doldurulması gereken bir boşluk vardır. Bu boşluk, reformcu politik akımlar tarafından doldurulamaz. Sadece devrimci akımlar tarafından doldurulabilecek bir boşluktur söz konusu olan. Reformcunun devrimci olması beklenemeyeceği için, devrimci akımların boşluğa doğru esnemeleri gerekiyor. Şu andaki yapısal görünümleriyle devrimci akımların önde gelenleri bu boşluğu görüyor, ancak egemen devrimcilik tarzı, bırakalım onları, reformcu alanı bile neredeyse nüfuzu altına alıyor, ve bu durum, öncü devrimciliğin sorunlarını aşma imkanını, pratik bir gerçeklik haline gelmekten inatla alıkoyuyor.

Türkiye devrimci hareketi, gerileme ve savunma dönemlerinde uygun taktik tutumlara yönelmesine engel olan ve kendiliğindenliğin ifadesi olan bir refleks geliştirmiştir. Bu, verili devrimci tarzlarını, önlerine kendilerini durduracak fiili bir engel (bu, devletin aygıtları olmaktadır) çıkıncaya değin sürdürme konusunda ısrar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Devrimci yapılar, sorunu görse bile tarz değiştirmenin politik riskini göze alamıyor. Bu durum, “Politik süredurum ilkesi” olarak ortaya konmuştu.

Türkiye’de kimse uzun bir Almanca konuşma döneminin ardından kısa ve başarılı bir Fransızca konuşma dönemi olacağı hayaline kapılmasın. Türkiye’de öncü hareketi her zaman çok önemli olmuştur. Eğer bir devrimden söz edilecekse, bu, daha da önem kazanacaktır.

Öncü devrimcilik, reformcu sol çevreler tarafından artık bilinmezliklere gömülme sürecine girmişse, ve yok olduğu kabul ediliyorsa, bunun ilk nedeni, analiz sahiplerinin analitik gücü değil elbette. Kendilerinden hoşnutluk öyle bir hal alıyor ki, solun devrimci kesimlerinin varlığından, ancak kamuoyuna mal olmuşsa haberdar olabiliyorlar. Bu gerçeğin bile devrimci kesimlerin zayıflığına bir delalet olduğu doğrudur. Ancak iki bin üyeli bir legal parti, ölümü göze alan binlerce bireyi harekete geçirebilen yapılara laf etme hakkına sahip değildir. Bir devrimci, on reformcuya bedeldir.

Post-devrimcilik

Devlet devrimcilere vurdu ve nihayet kendilerine devrimcilik-sonrası bir dönem bulduklarını sandılar! “Devrimcilik artık bitti!” diyorlar. Böylece doktriner kafalarına uyduğunu düşündükleri bir gerçeklik bulmuş oluyorlar; böylece sol taraflarında, tumturaklı sözlerinin boş olduğunu sürekli hatırlatan, reform politikalarını uygulamaya koyarken rahatsız edici bir pratik olmayacak artık. Ne güzel bir düş! Gafiller!

Post-Marksizm, Marksizmin artık bir teori ve politika olarak bittiğini söylüyordu. Post-devrimcilik, devrimciliğin artık bir eylemli politika olarak bittiği saptamasıyla kendine varlık alanı arıyor.

***

19 Aralık operasyonu sonrası, devletin devrimciliği tasfiye ettiği saptamasını yapan ve bir “post-devrimcilik” yapmaya heves edenler, boşuna kendilerini yormasın! Bu memlekette devrimcilik sadece ‘devrimciler’in işidir ve öyle kalacaktır. Tarih, devrimcilerin reformculaştığına epeyce tanıklık etmiştir, ama reformcunun kariyerini devrimci olarak sürdürenine, Güney Amerika’nın sert ikliminde çetin rüzgârlara maruz kalan saygıdeğer bazı eski komünist partili dışında, rastlanmamıştır. Eninde sonunda burjuva sosyalizminin en iyi örneği olmak dışında pek meziyet sahibi olmayanların harcı değildir devrimcilik.

Ulusal hareketin son dönemeci sonrası, artık Kürt halkının istenmeyen ama mecbur kalınan ulusal propagandadan kurtulduğunu, ve Kürt ve Türk işçi sınıfını birleştirecek (bölmeyecek!) sınıfsal çalışmanın döneminin nihayet geldiğini kutlayan, ve devletin zaferini hayreden de aynı kesimlerdi.

Bütün bunların temelinde, ülkelerin politik gelişmeyi –Rusya örneğini modelleştirerek–, önce Narodnizm, sonra Marksizm olarak yaşayacağını kabul etmek yatıyor. Hevesini alamayanlar, her gelişmeyi modelin bir örneği sanıp iştahlanıyor.

Sözlerinde katı, davranışlarında yumuşak solcular her zaman olacaktır. Mücadele sürecinin size de ihtiyacı var. Yerinizi koruyun; yeter!

Devrim sürecinin akıbeti

Türkiye’de bu sınıfsal ve politik koşullar oldukça, mücadelenin bitmeyeceği, mücadele edecek gruplaşmaların sürekli olarak ortaya çıkacağı savunuluyor. Operasyon sonucu devletin kazançlarını değerlendiren yaklaşımlardan biri de bu. Oysa bu görüşlerle bir şeyler söylenmiş olmuyor. Sorun, ülkenin nesnel koşullarının kısa ya da uzun vadeli sonuçlarına ilişkin olumlu beklentiler değil. Sorun, somut olarak, bir çatışmada karşı karşıya gelen somut güçlerden birinin diğerini fiziksel olarak istediği sınıra çekmesidir. Evet, bu gerçekleşmiştir.

İki bin civarındaki devrimci üzerinde fiilen tesis edilen nizam, ülkenin başbakanı tarafından, yeni bir yıla umutla girişin kanıtı olarak sunuldu.

Yapısal ya da süreçsel açıdan, nesnel unsurlar dikkate alınmak durumundadır. Bu bakımdan, devletin iradesini devrimcilere öznel olarak kabul ettirememesinin önemi yoktur. Gerçeğin bu yönünün bu bağlamda bir karşılığı, tanınırlığı söz konusu değildir. Buradaki gerçeğin unsurları, devletin fiziki gücü marifetiyle devrimcilerin fiziki gücünü kontrol altına almasına ilişkindir. Devlet, yapısal olduğu henüz söylenemeyecek olsa da, yapısala dönük, ona ilişkin bir ilerleme kaydetmiştir.

Bu operasyon tarihe, devletin devrimci hareketi topyekün tasfiye harekatı olarak geçebilir mi? İhtimallerden biri budur.

Türkiye’de devrimci hareketin bir bütün olarak girdiği bir muharebe, yenilgiyle sonuçlandı. İhtimallerin en kötüsü, bunun son muharebe oluşudur.

Operasyon öncesini sonrasından ayıran unsurlardan biri, devrimci hareketin önündeki varlık seçeneklerinin değişmesidir. Operasyon öncesi, devrimci hareket, ya sancılı ve krizli bir şekilde varlığını sürdürme, ya da başarılı çıkışlar yapma seçenekleri ile karşı karşıyaydı. Operasyondan sonra, seçenekleri şu şekilde belirlemek yanlış olmayacaktır: Ya sancılı ve uzun kötü gidiş, ya da gerçekten topyekûn tasfiye. Devrimci hareketi bu ihtimalin beklediğini söylemek, tasfiyecilik değildir. Ama böyle kehanetlerin kendini gerçekleştirme potansiyeli küçümsenmemelidir. Tasfiye ihtimaline karşı devrimci hareketlerin başlıca mücadele yollarından biri, tasfiye olmayacağı şiarıyla hareket etmektir. Ve elbette, bu tür zamanlarda kötü durum “saptamalar”ı yapmak hiç kolay değildir.

Devrimci hareketin tasfiyeyle karşı karşıya olabileceği, bu ihtimalin operasyon öncesine göre, daha öne çıktığı gibi bir görüşün, devrimci hareketin tasfiye olduğu (ya da artık kesin olacağı) görüşüyle farkı nedir? Öncelikle bir önerme farkı vardır; saptama farklıdır. Fakat daha öncel olanı şudur: Saptamayı yapanların bulunduğu yer farklıdır. Devrimci hareketin dolaysız mensuplarının ya da kendi kaderini devrimci harekete bağlamış olanların yaptığı saptamalar ile devrimci hareketin dolaysızca dışında olanların ya da istikbalini devrimci hareketin yok olmasında görenlerin yaptığı saptamalar, elbette farklı ontolojilere sahip olacaktır. İkisi de doğruyu gösteriyor olabilir; ama biri duran bir saattir.

***

Türkiye’de devrime dönük süreç diye ifade edilebilecek bir tarihsel açı, 1960’ların sonunda açılmıştı. Devrimci hareketin varlığı üç onyılı geride bıraktı. Bu, azımsanacak bir süre değil. Devrim, –ulusal hareketin kendi alanında yaşadığı birkaç yıl dışında– hiçbir zaman pratik bir imkan olmadı. Yani devrimci hareketlerin çapını abartmamak gerektir. Devletle boy ölçüşebilecek duruma gelen ulusal hareket, devrimci yoldan başarılı olamadı. Devlet güçlendi; hem politik, hem askeri, hem moral anlamda.

Dünya ölçülerinde ele alındığında, Türkiye’nin, devrimci yapıların canlılığı bakımından fena durumda olmadığı görülür. Devlet devrimci hareketi hep acil bir tehdit olarak gördü, böylece durumu çoğu zaman abarttı. Türkiye devrimci hareketi, 1971’de, ’80’de ve ’91’de yenilgiler aldı. Ancak her yenilgiden sonra birkaç yıl içinde sürekli artan bedeller ödeyerek ayağa kalkabildi. Sorun, 19 Aralık 2000’e tarihlenecek olanın, öncekiler gibi ‘geçici’ bir yenilgi mi, yoksa uzunca bir dönem bir daha belini doğrultamayacağı bir yenilgi mi olduğudur. Yani, devrim sürecine ilişkin açı, belirli bir dönem boyunca kapanmış olabilir mi?

Devrimci hareket, aslında birçok devrimci yapıyı aldatan 1995-96’daki kıpırdanışı bir yana bırakacak olursak, 1990’dan bu yana sürekli geriletiliyor. Devrimci hareketin tarihinde, böyle on yıllık ve neredeyse kesintisiz bir gerileme dönemi bulunmuyor. Son yıllarda, devrimcilerin, işçi ve memur hareketi, öğrenci hareketi, demokratik kitle örgütleri ve genel demokratik hareket içinde önemli ölçüde geriledikleri ampirik olarak da saptanabilir nitelikteydi. Hapishanelerde yaşananlar da bu konunun bir başka önemli boyutudur. 1996’daki ölüm orucunun gerilemeyi durduramadığı Ulucanlar, Burdur, Buca operasyonlarıyla kanıtlandı. Devrimciler sürekli konum yitirdiler ve hiçbir ciddi mukabelede bulunamadılar. Bu operasyonun, işte bu bakımdan bir son darbe gayesi taşıdığını söylemek, gerçeği çok zorlamak olmuyor.

***

Eğer söz konusu açı kapandıysa, Türkiye solu gerçekten post-devrimci döneme girdiyse, devrim, bu kuşakların mücadelesinin kesişmeyeceği bir tarihe ötelenmiş demektir. Yani, 1970’lerin başından beri kesintilerle süren bir dönem artık yapısal olarak kapanmıştır. Bu dönemin politik/kollektif özneleri, verili halleri çerçevesinde, yani aynı türde özneler olarak artık devrim “yapamayacaklardır”. Böyle bir dönemde devrimin objektif koşullarının olmadığı elbette kabul edilmelidir. Bu önerme, bütün bir emperyalizm çağının aynı zamanda devrimler çağı olduğu tezinden farklı niteliktedir.

Bu tür dönemler her zaman mümkündür. Marx, Paris Komününün yenilgisinden sonra artık Avrupa’da belirli bir vade içinde devrimler olmayacağı görüşündeydi. Lenin, Büyük Savaş sürerken İsviçre’de verdiği bir konferansta, kendi kuşağının artık devrim göremeyeceğini söylüyordu. 20. yüzyılın ikinci yarısından bu yana Batı Avrupa ve özellikle Kuzey Amerika’nın, devrime uzak bölgeler olduğu konusunda kimsenin içrahatlığıyla yapacağı itiraz bulunmamaktadır.

***

Devrimci mücadele, belirli bir yer ve dönemdeki kuşaklar açısından, yenilgi ihtimali zafer ihtimalinden daha çok olan bir mücadele türüdür. Tarihte devrimler kuraldır, fakat tek tek olaylar açısından bakıldığında zaferlerin ve hele devrimlerin istisna olduğu görülecektir. Bu ne özel bir saptamadır, ne de yenidir. Devrimci mücadelenin doğasına içkin bir özellik yinelenmiş oluyor böylece.

Bu tarihsel gerçeğe rağmen, devrimciler, kesin birtakım momentler dışında, genellikle gelecek kuşaklara miras bırakmak için değil, kendi kesintisiz mücadeleleri yolundan devrime ulaşacaklarını ilan eder. Şiarlar da bu yöndedir. Hal böyleyken, ne tarihsel gerçekte bir yanlışlık vardır, ne de devrimcilerin mücadele gerçeğinde… Her iki gerçek, yan yana, birbirini engellemeden hükmünü icra eder.

***

Peki, bu tür zamanlarda verili devrimci özneler ne yapmalı? Devrimci örgütler, adı üstünde devrim-ci!, yapılarını dağıtmalı mıdır? Devrimcilik, devrimin pratik imkanlarına ne kadar bağlıdır? Buna bağlı diğer soru, devrimciliğin bir pratik eyleyiş olarak devrim anında veya öngününde mi ortaya çıkması gerektiğidir.

Böyle bir uzunca döneme devrimci olarak giren özneler için kabaca iki hareket tarzı vardır. Biri, devrimci olmayan dönemde devrimciliğin yapılamayacağını ilan ederek devrimci örgütü tasfiye etmek veya onu bir reform örgütüne dönüştürmek; diğeri, bu tür dönemlerin ne zaman biteceğinin, üstelik bu tür dönemlere ne zaman girildiğinin bile içindeki özneler tarafından anlaşılamayacağını, çağın genel olarak devrime uygun koşullara sahip olmasının devrimciliğin sürmesi için yeter sebep olduğunu, esasen tarihte en uygunsuz sanılan koşullarda bile devrimlerin ve devrimci iktidarların gerçekleşebildiğini, bu yüzden devrimciliğin sürdürülmesi gerektiğini ileri sürmek.

Diğer yandan, her süreç kendi imkanlarının öznelerini yaratır. Devrimin pratik bir imkan olduğu veya devrim süreçlerinin yıpranmadığı dönemlerin özneleri, yıllarca devrimcilik yapmış ve görece katılaşmış olur. Her yeni döneme uygun hareket tarzını izlemek her zaman mümkün olmaz. Bazen, eski dönemin özneleri, yeni dönemin içinde anakronik varlıklar olarak yaşayabilir. Bu, post-devrimci çevrelerden liberallere ve siyasal iktidar sözcülerine kadar geniş bir yelpaze tarafından bir süredir Türkiye devrimci hareketine ilişkin söylenir oldu. Zaten, devrimci öznelerin kimlik değiştirmeleri kolay olmaz. Artık öyle şekillenmiş bazı özneler yaşamlarını bu şekillenmeyle bitirirler. Bu durumda da, devrimin olmayacağı bir döneme giren devrimci özneyi bekleyen kötü alternatif, ya dışarıdan (devletten) ya da içeriden (iç çürüme yoluyla) fiziki tasfiyedir.

Eğer aynı-öznelik korunacaksa, beyhude bir çaba için nice kıymetli kadro harcanacak, kitleler boş yere yorulacak mı? Bu tür örgütsel özneler zaten başka türlü yapamazlar. Böyle olunca da hiçbir örgüt öznesel durum, devrimci öznesel durumdan daha kıymetli olamaz. Bir kez devrimci politik niteliğiyle varolmuş bulunan bir özne, taktik dönemler dışarıda tutulursa, yok oluncaya değin bu niteliğini korumakta ısrar etmelidir. Bu ısrardan nesnel bir sonuç çıkabilir. Ya gelecek devrim dönemine değerli bir miras olacak, ya da, Lenin örneğinde olduğu gibi, tarih tarafından yanıltılmış olacaktır.

Kendini doğrulayan uğursuz kehanetlere izin vermeyelim. Devrimciliğin tasfiyeci politik yönelimlerle karşılaşma ihtimali önümüzdeki dönemde daha çok olacaktır. Devrimciliğin bittiği şeklindeki görüşlerin devrimciler arasında yayılması en kötü öznel ihtimaldir.

Konjonktür: Devrimciler kendi başına

Konjonktürün içindeyken konjonktürün kendisine ilişkin öngörülerde bulunmak tehlikelidir. Konjonktürün öngörüsünün yegane yolu, fiili varlığını öne atmaktır; böylece gelecek öncelenmiş olur

İçinde yaşadığımız günler, konjonktür kavramının sınırlarını zorluyor. Kronolojik olarak bir ve aynı konjonktürün bir bileşeni olması gereken bazı faktörler, şimdi farklı bir konjonktüre ait olmuş bulunuyor. Bir politik eylem olarak operasyon, bir politik öznenin bir konjonktürü bitiren eylemine örnekti.

Şu aşamada, F tiplerinde ve diğer hapishanelerde süren direnişi dışarıda yürütülecek etkili eylemler dizisiyle yankılamak mümkün görünmüyor. F tiplerinin sorunu esas olarak F tiplerindeki fiili güçler tarafından ‘çözülecek’ gibi görünüyor. Bu, yüzlerce devrimcinin geri dönülmez tahribatlar alması demek olacaktır.

Devrimci yapılar, genel bir sessizlik içinde. Bunun hayra yorulmayacağı kesin. Öte yandan, devrimci yapıların, kritik kitlevi eylemlerde sergilediği kahredici organizasyonsuzluk, inisiyatifsizlik, teknik akıl yoksunluğu sorunun asıl ciddi boyutunu gösteriyor. Gözüpek militanlar yaratmada sıkıntısı olmayan Türkiye devrimci hareketi, eylem, adam ve süreç örgütlemede ağır sorunlar yaşıyor. Bunlar bir yönüyle basit, ama yapısal kökleri olan teknik kalemler… Türkiye devrimci hareketi, bu ölçüde ağır bir saldırıya hiçbir ciddi yanıt veremeyecek bir durumda olduğunu göstermiş bulunuyor. Bu kadarı bile, sorunun yapısal olduğunu söylemeye yeter. İçinde olunan günlerin şokunu atlatamamaktan kaynaklanan birtakım etkiler yaşandığı mazeret olamaz; 19 Aralık’tan önceki günlerde yapılan eylemlerin yatay ve dikey çapı da ortadaydı. Devrimci hareket, gençlikte somutlanan kaliteli, gözüpek, direşken insan malzemesinin örgütsüzlük anaforunda heba olmasına razı olmamalıdır.

Ağır preslemeyi yanıtlamak için, sözümona muhalefet güçlerini bir araya getirmeye çalışmak, gerçek saflaşmaları göz önüne almayan bir görüş. Operasyon, olumsuzluk olarak sayılabilecek her hususu daha da belirgin hale getirdi. Bu koşullarda, devrimcilerin başka politik, sınıfsal kesimlerle bir araya gelme ihtimali yok.

Devrimcilerin taleplerinin güncel toplumsal ve sınıfsal taleplerle birleştirilmesi gerektiği şeklindeki anlayışın politik bir karşılığı bulunmamaktadır. Ne ulusal hareket, ne legal partiler, ne de sendikal hareket, devrimci harekete yönelen saldırı ve enerjinin bir kısmını kendi üzerine çekmeye niyetli. İçinde devrimcilere dönük görece önemli bir kümeleşme barındırmasına rağmen, ÖDP’nin devrimcilerden uzak durma gibi bir iradeyi zamanla daha da pekiştirdiği ortadadır. Nitekim, bu partinin, içinde yer alan ve devrimcilerle kopuşmamış kesimleri tasfiyeye yönelmesini devlet operasyonunun dolaysız uzantısı saymak özel bir soyutlama anlamına gelmiyor. EMEP hiçbir şekilde ve baştan beri bu alanda yer almadı ve almayacak. SİP, post-devrimciliğini örmekle meşgul. Ulusal hareket, kendi büyük gerçeğinin belirsiz akıbeti ardında ve başkalarına el uzatacak durumda değil.

Yani bu konuda bir deniz yok, var olan ama ihmal edilmiş potansiyel yok.

Devrimciler kendi başlarınadır. Devrimci hareketin deyim yerindeyse cepheye sürebileceği yegane gerçek güçler tutsaklar ve tutsak yakınları ile varoşlardaki sınırlı varlıklarıdır. İHD, TTB, çeşitli barolar ve diğer kuruluşlarda kümelenmiş oldukça sınırlı kesimlerle, sayıları epeyce az, ama birçok politik meselede ayrım yapmadan ve naif bir doğallıkla ezilenlere dönük tutum alabilmiş aydın-sanatçı topluluğunun halen süren çabaları dışında destekçi kabul edilebilecek hiçbir kesim yok. Oral Çalışlar, bunlar arasında öne çıkmış bir kimliktir. Yücel Sayman, salt ‘sivil’ mesleki duruşuyla, devrimcilere ÖDP adındaki partiden çok daha yakındır. Milletvekili Bekaroğlu’nun tutumu tarihseldir. Devrimciler somut olarak, bu kesimlerle kalıcı ve güvene dayanan ilişkiler kurmanın yolunu bulmalıdır. Devrimci hareket, demokratik kamuoyu denilen şeyin “insan” karşılığı olan bu kesimlere uzanan bağını hiç yitirmemeye özen göstermelidir. Bu, ilk başta, politik olmayan, ya da olsa olsa ön-politik nitelikte görülebilir, ama esaslı politik işlevlere sahip bir alandır.

İçinde bulunulan konjonktür yerini elbet bir başkasına bırakacak. Cezaevlerinin bir sorun olarak devrimciler açısından da “soğuduğu” bir moment yaşanacak. Ama öyle görünüyor; devrimci hareket, her halükarda, esaslı bir teknik reorganizasyon ihtiyacı içindedir.

Konjonktürün sonu, tanımı gereği belirsizdir. Halen süren ölüm orucu eylemleri, çok tahripkar sonuçları olsa da, muhakkak devrimci bir inisiyatifle sonuçlanacaktır. Bu, gerçeğimiz ve şiarımızdır. Biz kalanlar, adaletsizce, gidenlerin kanlarından besleneceğiz.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar