Ana SayfaGüncel Yazılarİsrail'le Anlaşmanın Anlamı

İsrail’le Anlaşmanın Anlamı

TC ve İsrail, Mavi Marmara baskınıyla tıkanan ilişkilerin önünün açılması için aylar öncesinden anlaşmışlardı. Ama anlaşma metni, 28 Haziran 2016 Saat 11.00’de Ankara’da Dışişleri Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Tel Aviv’de İsrail Dışişleri Bakanlığı Genel Sekreteri Dore Gold tarafından eşzamanlı olarak imzalandı. Ortak imza töreni yapılmaması bile –özellikle Türkiye tarafının– üçüncü çevreleri ikna kaygısının göstergesi sayılmalıdır. Bu satırlar yazılırken, anlaşma metni henüz İsrail’de kabine ve Türkiye’de parlamentonun onayından geçirilerek resmî işlemler tamamlanmamıştı.

 

Özetle, anlaşma kapsamında Türkiye Gazze şeridine Aşdod Limanı üzerinden ve İsrail kontrolünde yardım götürecek. Mavi Marmara saldırısında yaşamını yitirenler için[1]İsrail, TC hükümetinin uygun gördüğü biçimde ve yaklaşık 21 milyon dolar tazminat ödeyecek. Saldırıdan sorumlu tutulan İsrail askerî personeli hakkında Türkiye’de açılan davalar düşürülecek. Askerî ve istihbarat işbirliği yapılacak. Hamas Türkiye’yi, İsrail’e karşı askerî faaliyet hazırlamak ve yürütmek için kullanmayacak. Taraflar NATO ve BM gibi uluslararası kuruluşlarda birbirlerinin zararına davranmayacak.

 

Anlaşma çerçevesinde sık sık doğal gaz ticaretinden bahsedilse de, İsrail mevzuatı henüz buna hazır olmadığı için hemen gerçekleşmeyecek. Resmî olarak açıklanmamakla birlikte Türkiye, İsrail ve Hamas arasında arabulucu rolü üstlenecek. Haaretz gazetesine dayandırılan haberlerde, 2014 Gazze saldırısı[2] sırasında kaybolan ve öldüğü sanılan üç İsrail askeriyle ilgili sorunun çözümüne Türkiye’nin yardımcı olacağının belirtilmesi, bunun işareti sayılabilir. Anlaşmanın açıklanmasından iki gün önce Hamas Lideri Halid Meşal’inBaşbakan Binali Yıldırım’la Dolmabahçe’de görüşmesi ve İsrail’in üç yerleşimcinin kaçırılarak öldürülmesinden sorumlu tuttuğu için Türkiye’den sınır dışı edilmesini istediği SalihAruri’nin[3] zaten Türkiye’de olmadığının Hamas tarafından açıklanması; bu rolün taraflarca genel kabul gördüğünün diğer işaretleridir.

 

Anlaşma sürpriz olmasa da, Türkiye ve dünyada yankı yarattı. Başta ABD olmak üzere emperyalistler tarafından hararetle övüldü. Zaten ortada bir sorun olsun olmasın, iki devletin ilişkilerinin her safhasında masada üçüncü olarak her zaman ABD yer alıyordu. İran, anlaşmanın kesinleştiği tarih olan 21 Aralık 2015’de, Dışişleri sözcüsünün yaptığı açıklamayla eleştirilerini çok önceden dile getirmişti.[4] (Ama anlaşmanın resmiyet kazandığı bugün aynı eleştirileri tekrarlamaması ve Tayyip Erdoğan’ın Ramazan Bayramı nedeniyle İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi arayıp dostluk mesajları vermesi de not edilmelidir.) Bölgedeki Müslüman Kardeşlerin ana gövdesini oluşturan Mısır İhvan’ı, anlaşmayı “Gazze ambargosunu hafifletme çabası olarak” destekledi. Genellikle, Batı Şeria’da faaliyet yürüten “Üçüncü Yol Partisi”nin saygın üyelerinden Hanan Aşravi ile BBC’nin röportajına dayandırılan haberlerde, Ramallah’ın anlaşmayı onaylamadığı ve bazı eleştiriler dışında Hamas’ın desteklediği belirtiliyordu.[5] Hamas Dış İlişkiler sorumlusu ÜsameHamdan’ın anlaşmayı “mutlak bir şer” olarak nitelendirmesi, “havuz medyası” tarafından görülmedi. Yine aynı medya Erdoğan’ın Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas’la yaptığı telefon konuşması haberlerine yer veriyor ama Gazze’ye yardımların Filistin hükümeti aracılığıyla yapılmasını istediğinden bahsetmiyordu.[6]

 

Hiçbir sürpriz yanı olmamasına rağmen, anlaşma iç kamuoyunda iktidar ve muhalefet cephelerinde farklı biçimlerde şaşkınlık yarattı. Kılıçdaroğlu “fırıldaklık” dedi. MHP, başından beri sessiz kaldığı bu konuda iktidar partisine “İsrail aleyhine söylediklerinizi ne yapacaksınız” diye sormakla yetindi. HDP’nin tutumu genel eleştirilerle sınırlıydı. Birçok köşe yazarı gelişmeyi “ikiyüzlülük, döneklik, iktidarın iyice sıkışarak geri adım atması, sona doğru yaklaşmasının işareti” gibi nitelendirmelerle ele aldı. Muhalefet genel olarak hem ilişkilerin gerilmesini ve hem de yumuşama adımlarını eleştiren çelişkili bir tutum ortaya koyuyordu. Dış politika uzmanları arasındaki yaygın kanı, İsrail’le yakınlaşmanın Rusya, Mısır, hatta Suriye politikalarında köklü değişikliklerin habercisi olduğu yönündeydi. İktidar da bu bakış açısını destekliyordu.[7]

 

İktidar katarındakiler arası şaşkınlığa gelince: “Reisten çok reisçi” olarak nitelendirilenler anlaşmayı düşünmeksizin onayladılar. Bir kısım iktidar yandaşı, içlerinden gelmese de “yetmez ama evet” desteği verdi. Bunlar hem Erdoğan’ı hem de anlaşmaya sıcak bakmayanları “aynı ümmetin evlatları” olarak tanımlıyorlardı.[8] “Mavi Marmaracı” denebilecek bir kesim ise anlaşmayı eleştiriyordu. Önde gelen sözcüleri, Gazze’ye giden gemide de yer alan ve son zamanlarda Karar gazetesinde yazan Hakan Albayrak’tı. Ancak İHH, derin bir boşluğa düşmekten kurtulamadı. Çünkü 6 yıl önce yardım filosunun örgütlenmesi için çalışmış, iki personelini saldırıda kaybetmiş ve her ne kadar devlet destekli bir kuruluş olsa da, şimdi anlaşmaya karşı bir şeyler söylemek zorunda kalmıştı. İçine düştüğü sıkışıklığı bir Filistin özdeyişine sığınarak, “İsrail’le örtünen açıkta kalır” sözüyle aşmayı denedi. Ama bunu yaparken, Erdoğan’ın çevresindeki en küçük gevşekliğe dahi göz yummayacağını unutuyordu. Nitekim “giderken bana mı sordunuz” zılgıtını yemekten kurtulamadı. Hükümetin uluslararası düzeyde “halkla ilişkiler bürosu” işlevi üstlenen İHH, bu fırça üzerine sanki bağımsız ve gönüllü bir kuruluşmuş gibi rol yapmaktan vazgeçerek gerçek kimliğine döndü. Yayınladığı özür açıklamasında “Cumhurbaşkanımızı kastetmemiştik” dedi.

 

Oysa TC, İsrail’le henüz el sıkışırken, anlaşmalar gereği Mescid-i Aksa’da Ramazan’ın son Cumasını kılmak isteyen cemaate İsrail askerleri saldırarak 35 kişiyi yaralayıp bir kişiyi öldürüyordu. Ardından uçaklarla Gazze’de Hamas ve İslami Cihad’a ait mevzi olduğu öne sürülen yerler bombalanıyordu.

 

“Anlaşmazlığın” kısa geçmişi

 

İki devlet arasında derin ve ilişkileri kopma noktasına getirecek herhangi bir sorun yoktur. Bu “anlaşmazlık”, Erdoğan iktidarının dönemsel gereksinimlerini karşılamak için düzenlenmiş taktik bir adım ve “kamuoyu oluşturma” girişiminden ibarettir. Dolayısıyla anlaşma da sözü edilen sorunlarla değil, başka bir düzlemdeki gelişmelerle ilgilidir.

 

Türkiye’de bugün İsrail’e karşı ortalama tutum, Siyonizm ve Yahudi karşıtlığıyla karışıktır. Bu, halkın cehaletiyle açıklanabilecek ya da zamanla kendiliğinden gelişip yaygınlaşmış bir kanaat değildir; başka pek çok olaydaki gibi bir egemen ideoloji üretme örneğidir. İsrail’le yaşanan son “anlaşmazlığın” anlamını, böyle bir ideolojinin nasıl üretildiğinin kısa geçmişine bakarak anlayabiliriz.

 

Bilindiği üzere Siyonizm 19. Yüzyıl sonlarında ortaya atılan, tıpkı benzerleri gibi din, toprak, ırk vb. motiflerle süslü, diğer halkları aşağılayan bir milliyetçilik fikridir. Yahudilik, üç semavî dinin en eskisi. İsrail ise, I. Paylaşım Savaşı sonrası İngiliz emperyalizminin Filistin’de bir “vaat edilmiş topraklar ülkesi” yaratılmasına verdiği destek sonucu, 1948’de uluslararası konsensüsle oluşturulan devletin adı.

 

Bu üç olgunun birbiriyle kesiştiği ortak alanlar kadar, birbirlerini dışladıkları da bir gerçek. Siyonizm tıpkı Türkiye’deki Türkçülük gibi devletin her zaman arkasında durduğu ve resmî ideolojinin değişmez yüzlerinden biri. Sağ partiler tarafından genel kabul görüyor. Ancak devletin liberal, demokratik, modern yüzleri ve buna göre eğitilmiş kadroları, kurulmuş ilişkileri de var. Benzer biçimde, dünyadaki toplam nüfusları 14-15 milyon dolayındaki Yahudilerin yaklaşık yüzde 40’ı İsrail’de yaşıyor ama tümü “vaat edilmiş toprak” olarak İsrail’i benimsemediği gibi, yürürlükteki resmî politikaları da onaylamıyor.[9] İsrail ise, bugün yarattığı sayısız belirsizliğe ve Filistinlilere uyguladığı zulme rağmen 1993 Oslo görüşmeleri sırasında ilk kez FKÖ tarafından tanınmış ve giderek Arap halkları arasında varlığı kabul gören bir devlet. Bugün İsrail’de 6 milyon 500 bine ulaşan Yahudi nüfusun yanı sıra Gazze, Batı Şeria ve çeşitli yerleşim birimlerinde 4-5 milyon dolayında Arap yaşıyor.[10] Somut durum; Siyonizm, Yahudilik ve İsrail olgularının birbiriyle özdeş olmadıklarını yeterince ortaya koyuyor. Öyleyse Türkiye’de yaygın olarak neden farklı bir kanaat var?[11]

 

Türkiye’de başlangıçta, yalnızca Yahudi karşıtlığı söz konusuydu. Buna zamanla Siyonizm ve İsrail karşıtlıkları da eklendi. Bilindiği üzere TC Lozan’da “Müslim-Gayrimüslim” ayrımına göre tanımlanmıştı. Türk ulusu yaratma sürecinde Kürt ulusunun yok sayılması ve Hıristiyan azınlıkların baskı altına alınarak göçe ya da asimilasyona zorlanmasıyla karşılaştırıldığında, Yahudilerin sorunları yok denecek kadar önemsiz kalıyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında yayın yoluyla taciz edilmelerinin ötesinde bir olayla karşılaşmadılar. Türkiye’de ilk kez, Avrupa’da faşizmin yükselişi sırasında saldırıya uğradılar. Sorumluları, devletin kol kanat gerdiği Türkçülerdi. 1934’de tüm Trakya’da ve Çanakkale’de eş zamanlı saldırılarla göçe zorlandılar.[12] Devamında, 1942’de azınlıkları mülksüzleştirmeye dönük “Varlık Vergisi” ve Gayrimüslimleri “21 Kura İhtiyatı” olarak bilinen askere alma çabaları, diğer azınlıklarla birlikte Yahudileri de vurdu.[13] TC savaşın seyrine göre Nazi zulmünden kaçan Yahudilere bazen göstermelik yardım ediyor, bazen Almanya’nın hışmını üstüne çekmemek için taleplerini şiddetle geri çeviriyordu.[14] Yahudilere karşı düşmanca tutum, faşist devletlerin sonu görünene dek sürdü. TC her zaman yaptığı gibi, işi bitince kullandığı “iyi çocukların” kulaklarını çekti ve açtığı göstermelik davalarla, antisemitizm[15] döneminin resmî olarak sona erdiğini dosta-düşmana duyurdu.[16]

 

İsrail devleti 1948’de kurulduktan sonra Türkiye’den de göç aldı. Türkiye, Arap komşularını gücendirme kaygısıyla İsrail’i bir yıl sonra tanıdı. 1950’lere gelindiğinde, Türkiye’deki Yahudi karşıtlığı rolünü İslamcılar üstlenmeye başladılar. Tıpkı bugün iktidarın sorunlarını “üst aklın müdahalesine” bağlaması misali, o yıllarda da toplumsal sorunların kaynağı olarak “masonluk ve Siyonizm” mevhumu gösteriliyordu. Sol, “emperyalizm, kapitalizm, sömürü” dedikçe; sağcılar, İsrail’in kuruluşunda emperyalizmin oynadığı role göndermeyle “Siyonizm” diyorlardı. Aynı söylem 1960’larda İslamcı basın ve gençlik örgütleri tarafından sürdürüldü. Ve Necmettin Erbakan’la siyasete aktarılarak, “milli görüş”ünbaşlıca propaganda malzemesi haline getirildi. AKP kurucuları bu geleneğin mirasçılarıdır.

 

İncil’de İsa’nın çarmıha gerilmesinden Yahudiler sorumlu tutulur. Bu bahaneyle değişik dönemlerde, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu yerlerde Yahudi pogromları yaşanmıştır. Müslümanlıkta Yahudileri dışlamak için başka bahaneler bulunsa da, bu tür toptancı bir bahane pek görülmez. Bilindiği üzere Osmanlı döneminde pogromlardan kaçan Yahudiler kabul edilmiştir. Öte yandan Türkiye İsrail’den zarar göreceği doğrudan bir ilişkiye sahip değil. Eğer bunlara rağmen bu toprakların İslamcıları antisemitizmi propagandalarının başlıca dayanağı haline getirmişse, bu TC’nin kuruluş sürecinde milliyetçilik ve Kemalizm karşısında tutunamayışlarının sonucu olarak görülmelidir. Antiemperyalist mücadelenin yaşandığı yerlerde İslamcılık milliyetçilikten etkilenmiş ve bazen onun hegemonyasını kabullenmiş ama yalnızca Türkiye’de, bu etkilenmenin yanı sıra laiklik baskısı da yaşamıştır.

 

Bir ara Türkiye’de düşünce ve siyaset akımı olarak İslamcılık parlak bir dönem geçirmiştir.[17] Ancak TC’nin laik kuruluşuna karşı koyamamış, boyun eğerek geri çekilmiştir. Laiklik baskısı İslami düşüncenin sığlaşmasına yol açmıştır. Nurculuk siyaseten etkili olsa da, bu tür bir yorum örneğidir. Bu süreçte devlet de Nazilerin kötü akıbetinin ardından açıktan Türkçülük yapamaz hale geldiği için, tencere-kapak misali, yeni linç çetelerinin İslamcı çevrelerden ve “Siyonizm karşıtlığı” ekseninde örgütlenmesi, taraflarca benimsenmiştir. Necip Fazıl gibiler, bu yola girecek güruha ideolojik zemin yaratma işlevi üstlenmişlerdir. [18] 60’lı yıllarda “Komünizmle Mücadele” adı altında toplanan bu gruplar, solcu kitlelerin üstüne salınmıştır. Tayyip’in her fırsatta Necip Fazıl’dan şiirler okuması boşuna değildir.

 

TC, İsrail’le her zaman yakın işbirliği içinde oldu. Ama diplomatik gerekçelerle ve ülke içinde antisemitizmi canlı tutmak için bunu gizledi. Bugün bu çabalarının sonucunu almış görünüyor. Bir yandan İsrail’le arası iyi olan Katar, Suudi Arabistan, Ürdün, Mısır gibi dostlar edinirken; diğer yandan antisemitik kitle tabanına dayanan bir parti tarafından yönetiliyor. Bu politikalar sonucu Türkiye’de 1935’de 42 bin olan Yahudi nüfusu bugün 20 bin dolayındadır. İsrail’deki Türkiye kökenli Yahudi sayısı ise 100 bini bulmuştur.[19]

 

***

 

İsrail’le son dönemde yaşanan “gerilim”, içeride antisemitik söyleme alışık kitleleri diri tutma ve dışarıda Arap halklarına AKP’yi model olarak sunabilecek zeminler yaratma amaçlıdır. Bu çerçevede, Obama’nın kimi dengeler yüzünden İsrail’e doğrudan baskı yapamadığı için Tayyip’i kullandığı da bir başka iddia olarak dile getiriliyor.[20]

 

İki ülke arasında son dönemdeki sorunlar, Türkiye’nin Suriye ve İsrail arasında arabuluculuk yaptığı sırada başladı. Türkiye, ABD’nin önerisiyle bu rolü üstlendi. Barışa çok yaklaşıldığının sanıldığı bir anda, 27 Aralık 2008 sabahı İsrail sivil yerleşim bölgelerine roket atıldığı gerekçesiyle Gazze’ye saldırdı.[21] Oysa İsrail Başbakanı Ehud Olmert bundan yalnızca 5 gün önce Ankara’ya gelerek Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le görüşmüştü. Tayyip Gazze saldırısını kendilerinin kandırılması olarak değerlendirdi. Bunun üzerine hükümet politikaları değişmeye başladı ve İsrail’den uzaklaşıp Suriye’ye yaklaşılırken, arabuluculuktan da vazgeçildi.

 

Bundan sonraki olaylar, yazılı bir senaryoya göre hareket ediliyormuş gibi gelişti. Bu sırada medya adeta bir “kriz” üretti. Büyükelçi Oğuz Çelikkol’un İsrail parlamentosunda resmî bir görüşme sırasında “alçak koltuğa oturtulması” ve kimi yerli dizilerde İsrail’in aşağılanması yüzünden İsrail’in diplomatik girişimlerde bulunması misali haberler artarak ve abartılarak verildi. Saldırının hemen sonrasında, 30 Ocak 2009’da Davos’ta geçen “one minute” olayı güya ilişkileri iyice aşağı çekiyordu. Tayyip bir televizyon açık oturumunda Simon Peres’e yönelik sert sözler sarfedip stüdyoyu terk ediyor ve bunun Arap coğrafyasında yarattığı büyük sevinç dalgasını bir propaganda malzemesi olarak sonuna kadar kullanıyordu.

 

Türkiye ve dünya kamuoyu yeterince hazırlanmıştı. Ardından 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara olayı geldi. Diplomatik ilişkiler en alt düzeye indirildi. Ama bu durum ticari ilişkilerde gerileme yaratmadı. AKP’nin iktidar olduğu 2002 yılında İsrail’le toplam ticaret hacmi yaklaşık 1,2 milyar dolarken, bugün bu 6 milyar doları aştı. İktidar, hiç de inandırıcı olmayan bir biçimde bu istatistiklerde Filistin’le ticaretin de yer aldığını öne sürüyor ama kanıtlayamıyordu. Buna karşılık askerî ilişkilerde bazı gerilemeler görüldü. Kimi ortak tatbikatlar iptal edildi ve 2011 Palmer Raporu sonrası tüm askerî ilişkilerin askıya alındığı açıklandı. Dolayısıyla İsrail NATO ile de resmî ilişki kuramaz hale geldi.

 

Mavi Marmara olayı

 

İsrail, sürekli kısıtlama uyguladığı Gazze Şeridine Hamas’ın iktidarı fiilen aldığı 2007 Haziran’ından bu yana abluka uyguluyor. Mısır da gümrük kapılarını kapatarak bu eylemi destekliyor. Uluslararası kamuoyu ilk günden beri ablukayı aşarak ya da farklı yollardan Gazze’ye yardım ulaştırmaya çalışıyor.[22]

 

17 ayrı ülkeden 44 kişinin katılımıyla oluşan ilk gönüllü grubu, 2006 Güz aylarında harekete geçti. İki yıl boyunca uğraşarak, 300 bin dolar topladılar ve bununla iki küçük balıkçı teknesi satın alıp, yardım kolilerini 23 Ağustos 2008’de Gazze sahillerine ulaştırdılar. Aynı yılın Ekim Ayında benzer bir yolculuk daha yapıldı. İsrail her ikisine de müdahale etmedi. Ancak operasyon yapmaya başladığı Aralık Ayından itibaren Gazze açıklarında gördüğü teknelere ateş açarak batırdı, mallara el koyup yolcuları gözaltına aldı. Bunun üzerine İHH büyük bir gürültüyle olaya dahil olarak, yaklaşık bin kişi kapasiteli bir deniz otobüsü olan Mavi Marmara gemisini 800 bin dolara satın aldı ve ablukayı kırmakta kararlı olduğunu açıkladı. Gemi 587 yolcusuyla Antalya’dan 28 Mayıs 2010’un ilk saatlerinde yola çıktı. İsrail, filoyu kıyıya sokmayacağını kesin bir dille duyurarak, müdahale edeceğini belirtti. Yardımlar Aşdod Limanı üzerinden yapılabilir ama denetim dışı yollardan Gazze’ye ulaştırılamazdı.

 

Bu sırada hükümet çelişkili bir tutum takındı. Bir yandan gemiye binmek isteyen milletvekillerini engelliyor, diğer yandan eylemi destekliyordu. Ve 9 kişinin öldüğü müdahale gerçekleşti. O gün Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Brezilya’da, Başbakan Erdoğan Şili’deydiler. Davutoğlu ABD’ye geçerek Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’la görüştü. Saldırıyı, “Türkiye’nin 11 Eylül’ü” olarak değerlendiriyor ve “savaş gerekçesi” sayıyordu. [23] Benzer ifadeleri 2011’de El Cezire’ye verdiği röportajda Erdoğan da kullandı.

 

ABD, Türkiye’ye beklediği desteği vermedi ve sorunun görüşmelerle çözülmesini önerdi. Türkiye ilişkilerin eski haline dönmesi için İsrail’den özür, tazminat ve Gazze ablukasını kaldırmasını istiyordu. BM, Türkiye’nin de desteklediği bir komisyon oluşturarak konuyla ilgili inceleme başlattı. “Palmer Raporu” olarak bilinen inceleme sonucunu 2011 Mayısında açıkladı. Özetle abluka haklı bulunuyor, gemide aşırı bir güç ve dirençle karşılaşıldığı belirtiliyor, buna karşılık müdahalede de aşırı güç kullanıldığı ve amacın aşıldığı vurgulanıyordu. Böylece Gazze’ye abluka ilk kez uluslararası bir metinde onaylanmış oluyordu. İsrail raporu hemen kabul etti. Durum, TC açısından hezimetti. Ama kuyruğu dik tutmak adına, İsrail’e karşı 5 maddelik bir yaptırım paketi açıklandı. Buna göre askerî anlaşmalar askıya alınıyor, Türkiye Doğu Akdeniz’de seyrüsefer güvenliğini sağlamak için harekete geçiyor ve konunun hukuksal takibini sürdürüyordu.

 

İsrail özrü üç yıl sonra, Netanyahu’nun, yanında Obama varken, Tel Aviv Havaalanından Erdoğan’ı telefonla aramasıyla geldi. Ayrıntıları daha sonra duyurulduğuna göre, yazılı bir metni okuyarak operasyonda bazı hatalar saptadıklarını ve ilişkilerin bozulmasından üzüntü duyduğunu söylemişti. Olay, 22 Mart 2013 günü yazılı bir açıklamayla Beyaz Saray tarafından dünyaya duyuruldu. Bu iki tarafın egosunu tam anlamıyla tatmin etmese de, çıkarları koruyan yarım ağız bir özürdü. Türkiye “özür” olduğunu, İsrail olmadığını öne sürdü.

 

Bu gelişmenin ardından ikili görüşmeler hemen başladı. El Cezire’nin Şubat 2014’de diplomatik kaynaklara dayandırarak verdiği haberde, anlaşmanın neredeyse tamamlandığı ve iki ülkenin kesin olarak uzlaştığı duyuruluyordu. İlk üst düzey görüşme Haziran 2015’de Roma’da Sinirlioğlu ve Gold arasında gizlice yapıldı. Ama ayrıntılarıyla birlikte Haaretz gazetesi tarafından duyuruldu. Haberde bugün uzlaşılan konular sayılıyordu. Türkiye kamuoyunu hazırlamak için görüşmelerin uzatıldığı ve haber sızdırıldığı belliydi. İktidar medyası durmadan iki ülkenin yakınlaşmasının faydalarını anlatıyor ama o sırada Gazze’ye yardım için yola çıkan yeni bir filodan ve İsrail’in buna kesinlikle izin vermeyeceğinden kimse bahsetmiyordu.[24] (Nitekim filoya müdahale edildi ve gemiler Aşdod Limanına çekildi.) Aynı yılın Aralık Ayında anlaşma ayrıntılarının kesinleştiğine ilişkin tekrar haberler yayınlandı ve İran bunun kendine karşı bir güç birliği girişimi olduğunu ifade etti. Bu tarihten sonra medyada İsrail’le dostluk üstüne haber ve yazıların arttığını görüyoruz. Böylece anlaşmanın açıklandığı güne gelindi.

 

Anlaşma bir “fırıldaklık” örneği mi?

 

Resmî muhalefet (CHP ve MHP), anlaşmayı doğal olarak “fırıldaklık, çark etme, söylediğinden dönme” diye tanımlıyor. Çünkü yıllardır bizzat Tayyip’in kendisi İsrail hakkında ancak kavgada söylenebilecek pek çok cümle kurmuştu. Bununla da yetinmeyip uluslararası politikalarını eleştiren herkesi “İsrail ağzıyla konuşuyor” diye suçlamıştı. Şimdi tam tersini söylemesi, kendisiyle bir çelişki değil miydi?

 

Öte yandan gayri resmî muhalefetten de benzer eleştiriler geldi. Kısaca iktidarı köşeye sıkışmakla, tutarsız olmakla eleştiriyor ve konuyu büyüterek adeta Tayyip’in tabanını kaybedeceği beklentisine giriyorlardı. Egemen kesimin olağan temsilcileriyle egemenlere karşı olduğu iddiasındakilerin benzer dil ve davranış içinde olmaları, üzerinde durulması gereken bir konu.

 

Gerçek hayatta özellikle ezilenlerin, mücadelenin taraflarını ayırt etmesi bir futbol maçındaki kadar kolay olmuyor. Her durumda dost ve düşmanı seçmek, bir eylemin hangi alanda yapılırsa ya da hangi aşamadan sonra neye dönüşeceğini kestirmek, bilgi ve dikkat gerektiriyor. Bu durum, stratejiyi korumayı da zorlaştırıyor. Çünkü dostlarımızla ve düşmanlarımızla çelişkilerimizi aynı biçimde ele alamayız. Mao’nun dediği gibi, halk içindeki çelişkilerle, halkın düşmanla çelişkisi farklıdır. Birinciler uzlaşır, ikinciler uzlaşmaz.

 

Bu çerçevede resmî muhalefetin iktidarı eleştirisiyle, “halk” temsilcisi konumundakilerin eleştirisini ayrı ele almalı ve katılmadığımız bu bakış açılarını farklı değerlendirmeliyiz.

 

Resmî muhalefet iktidarı ‘ikiyüzlü, dönek, ahlaksız’ olmakla suçlayabilir; sonuçta bu, burjuva kliklerinin kendi aralarındaki “dostça rekabet” ilişkisidir. Bu çerçevede; muhalefet eğer kendisi iktidar olsaydı, böylesine acemilikler yapmayacağını ve İsrail’le ilişkileri dengede tutarak olur olmaz tedirginliklere yol açmayacağını ifade etmektedir. Ve bunu bize değil; herhalde NATO’ya, AB’ye, İsrail’e, şirketlere vs. söylemektedir. Böylece egemenlere “onları değil, beni tercih edin, ben maceraya girmem” demek istiyor. Resmî muhalefetin politik ilkeleri zaten hükümetten farklı olmadığından, o ahlakî bir eleştiri dili kullanabilir ve politikasını ahlaka göre biçimlendiriyormuş gibi “lüks” davranışlara girebilir.

 

Ancak bir parantez açıp şunu da belirtelim: resmî muhalefetin bu tür bir politik kurguya saplanıp kalış nedeni yalnızca “burjuvazinin kendi içindeki çelişkiler” değildir, konjonktüre nasıl ederse uygun davranacağı sorununun içinden bir türlü çıkamayışı ve elinde iktidara karşı ahlakî eleştiriden başka silâh olmayışıdır.

 

MHP geleneksel milliyetçi bakış açısının iyice daralan gömleği içinde sıkışmış halde, kongreler girdabında debelenip duruyor. CHP ise Kemalist ideolojinin tanımladığı çerçevenin dışında bir hayat olduğundan dahi habersiz görünüyor. Çünkü “siyasi özne” olarak tanımlarını bu ideolojilerle yaptılar ve kendilerinden vazgeçmedikçe, gidebilecekleri bir yer yok. Tayyip’le aşık atıp bir yere ulaşmaya kalkıştıklarında da, kendileri ortadan kalkıyor. Bu yüzden iktidar partisi İsrail’le “kavgalıyken” de “barışırken” de ve Rus uçağını düşürürken de Putin’den özür dilerken de oylarını arttırabiliyor. [25]

 

***

 

Köşe yazarı, akademisyen, “stk” temsilcisi ya da herhangi bir sol örgüt adına konuşan ve dağınık haldeki gayri-resmî muhalefete gelince: Yapılan anlaşmayı kısaca “kendi kendisiyle çelişkiye düşmek” temelinde değerlendirerek, resmî muhalefetin izinden gidiyor. Hatta bununla da yetinmeyerek, resmî muhalefetle rekabete giriyor. Resmîsinin iktidarı “tutarsız” bulduğu noktada, gayri-resmîsi bununla yetinmeyip daha da ileri giderek, durumu “sonun başlangıcı, sıkışmışlığın çaresizce ifade edilişi” diye tanımlamayı tercih ediyor. Kim kimi “sıkıştırıyor”, hangi “son”; belli değil.

 

Çünkü popüler solun politikadan anladığı, hepsi de propaganda içerikli bir dizi eylemden ibarettir. Kendini geniş yığınlara sevdirip benimsetmek, “kaka çocuklara” karşı halkın gönül rahatlığıyla tercih edip bağrına basabileceği “temiz çocuklar” rolü oynamak, en sevdiği iştir. Dolayısıyla Tayyip’in bugüne dek ortaya koyduğu kıyamet gibi “kendi kendiyle çelişme” örneğini yerden yere vura vura bitiremez. İnşallah bu “eleştirel eleştiriden” bir gün sonuç alacaktır!

 

Popüler sol politikanın bir güç ilişkisi olduğu, düşmanının kendisini güçle ezdiği, kendisinin de “misliyle” yanıt vermesi gerçeğinden kaçıyor. Dolayısıyla iktidarın “çark edişlerinin” bir güçsüzlük değil, tam tersine duruma uygun davranarak güçlenme adımı olduğunu da görmüyor, görmek istemiyor. İktidarı, sanki başka bir sol grubu eleştirirmiş gibi, adeta “dostça” bir bakış açısıyla ele alıyor. İktidara yönelttiği bu nitelikteki eleştirilerin ezilenlere “onu değil beni seçin” diye seslenmekten öte anlam taşımadığını ve bunun, ezilenlerin herkesten yardım dilenen aciz halini onaylamak olduğunu düşünmüyor. Dolayısıyla iktidar karşısında resmî muhalefetin ezenlere, gayri-resmî muhalefetin ezilenlere “beni seç” demek dışında bir politika önerisi yok.

 

Oysa Tayyip, İsrail’le anlaşarak ömrünün sonuna gelmiş değil, tam tersine, yeni bir politikalar dizisini uygulamaya sokarak güçleniyor. Sol, bunu görmesi ve buna göre hazırlanması gerekirken, kendini ezmek için üstüne doğru gelen tankı “ama paletleri çamurlu” diye eleştirmekten başka bir şey yapmıyor.

 

Sonuç

 

 

İsrail’le anlaşma, hükümetin dış politikada köklü bir değişime giriştiğini gösteriyor. Rusya’dan özür dilenmesi, Mısır’la ilişkilerin düzeltilmesi çabaları ve İran’ın arabuluculuğunda Suriye ile Rojava ağırlıklı olarak Cezayir’de görüşülmesi, değişikliğin bilinen göstergeleridir.[26] Böylece yoğun bir yenilenme trafiği içinde İsrail konusundaki geri dönüş de kaynayıp gidecektir.

 

Öte yandan şimdi anlıyoruz ki, uzun süredir iktidar partisinin dış politika üretiminin merkezinde bulunan ve sonunda başbakanlık koltuğuna oturan Davutoğlu’nun buradan ayrılması da, böyle bir değişikliğe gitme hazırlığının bir parçasıymış. Ne de olsa “sıfır sorun” diyerek 1 Mayıs 2009’da Dışişleri Bakanı ve ardından Başbakan olan Davutoğlu döneminde en “şahin” dış politika atakları yapılmış ama herkesle sorunlu hale gelinerek girişimlerin sonuçsuz kalması üzerine, politikaların resmî sorumlusuyla birlikte değiştirilmesi gerekmiştir.

 

Elbette dış politika değişikliği yalnızca ülke içi konjonktürle ilgili değildir; Doğu Akdeniz’de ve yanı sıra Libya, Yemen, Irak, Suriye gibi çatışma bölgelerindeki gelişmeler nedeniyle de TC böyle bir değişikliğe gidiyor. Suriye’de Esat kalıyor, Rusya bölgedeki etkinliğini arttırıyor ve ABD, NATO aracılığıyla buna yanıt vermeye çalışıyor. Herkesin bir planı var, bunların bileşkesi olarak büyük planlar ortaya çıkıyor ve bunların da uygulanmasının etkisi altında tekrar sayısız küçük planlar/alt rekabetler yaşanıyor. İşte Lenin’in emperyalizmi tanımlarken kullandığı “tekel ve rekabet bir arada” ifadesine örnek…

 

***

 

İktidar partisinin Yemen, Mısır, Tunus ve Suriye’de Müslüman Kardeşlerin yükselişi için yaptığı açık-örtülü her türlü girişimin sonu gelmiştir. Elde, Mısır Müslüman Kardeşleriyle ilişkili Hamas dışında “kardeş” kalmamıştır. Arap coğrafyasında konjonktür değişiyor ve yapabilen, buna ayak uydurmaya çalışıyor. Tunus’da “Nahda Partisi” bunu çabuk gerçekleştirebilen siyasi öznelerden biri. AKP’nin de yakın ilişki içinde olduğu bu parti Suriye ve Yemen’deki gibi iç savaşa taraf olmadan, Mısır’daki gibi darbeye maruz kalmadan; geçtiğimiz Mayıs Ayı sonlarında yaptığı kongrede geleneksel politikalarında değişikliğe giderek, siyasal İslam’ı terk ettiğini açıkladı. Bu, ılımlı İslam’ın selefilikle araya sınır çekmesi ve yeni bir politik atılıma geçmesi bakımından önemliydi.

 

İsrail-TC anlaşmasının asıl olarak, iki devletin en önemli sorunları konusunda birbirlerine yardım etme amaçlı olduğu düşünülmelidir. Bu İsrail için Filistin, Türkiye için artık uluslararası boyut kazanan Kürt sorunudur. Hemen bu sorunların uzantıları İsrail için İran ve Türkiye için Suriye’dir. Dolayısıyla iki devletin yakınlaşmanın gerekçeleri arasında, bu sorunlara ortak bakış arayışı ve bunların geliştirilmesi olasılıklarının ele alınması olmalıdır. Bu girişim, tek başlarına ve geleneksel “düşmanlarla çevriliyiz” anlayışıyla ulaşabildikleri noktanın ötesine ilerleme amaçlıdır.

 

Filistin sorunun çözümünün iki ayrı devlet kurulmasıyla gerçekleşebileceği, yaygın olarak kabul edilir. Ancak İsrail Filistinlilere uyguladığı baskılarla bunu neredeyse olanaksız hale getirmiştir. Bugün Filistin halkı Batı Şeria ve Gazze Şeridi olmak üzere iki ayrı bölgede ve bölünmüş halde yaşıyor. Batı Şeria’da uzun çabalar sonucu ehlileştirilen FKÖ, Gazze’de henüz bu aşamaya gelmemiş Hamas etkin durumda. Hamas FKÖ’nün tersine, İsrail’i ayrı bir devlet olarak tanımıyor. Dolayısıyla iki devletli çözümü de kabul etmiyor. Emperyalizm Türkiye’ye, Hamas’ı İsrail’le barışa ikna etme görevi vermiş durumda. Belki Mısır’ın da böyle bir rol oynaması bekleniyor ama Sina Yarımadasında cihatçı eylemler sürerken, bu kolay olacak gibi görünmüyor. Sisi yönetimi Hamas’ı ülkedeki terörü desteklemekle suçluyor. Son dönemde Hamas ve Mısır arasında yakınlaşma girişimlerinde bulunularak, bu engel aşılmaya çalışılıyor. Geçtiğimiz Mart Ayında bir Hamas heyeti Mısır’ı ziyaret etti. Ancak Hamas karargâhı Katar’dayken, arası Sisi yönetimi ile açık olan Katar Emiri’nin bu tür yakınlaşma girişimlerine nasıl bakacağı tartışmalıdır.

 

Hamas karargâhı, Suriye’de iç savaş başlayana dek Şam’daydı. Esat’ın yıkılacağı gerekçesiyle ve Türkiye de içinde olmak üzere Arap ülkelerinin baskısı sonucu karargâh Katar’a taşındı. Hamas açısından bu bir hataydı. Ancak İsrail saldırıları karşısında Hizbullah ve İran Hamas’ı yine de yalnız bırakmadılar. Bugün TC-İsrail anlaşmasına Hamas içinden cılız da olsa bir muhalefet sesi yükseliyor. Ayrıca İran’ın da Arap ülkelerinin birbirleriyle rekabetinden yararlanarak Hamas’la yakın ilişki kurmasının önü her zaman açık. Hamasheyetleri düzenli olarak İran’la görüşüyor. TC’nin Hamas’ı etkileyebilmek için İran’dan yardım istemesi mümkün. Erdoğan’ın bayramda Ruhani’yi telefonla aramasının bir nedeni de bu olabilir. Dolayısıyla anlaşmanın, İran’la ilişkilerin bozulmasına yol açacağı kesin değil.

 

Öte yandan Netanyahu hükümeti de Gazze konusunda adım atmaya zorlanıyor. 2014 Ramazan’ında Gazze’de yapılan askerî operasyonla ilgili olarak hazırlanan resmî bir raporda hükümet suçlandı ve sonucunda İsrail iç politikasında sert tartışmalar yaşandı. Netanyahu hükümetinin 120 üyeli parlamentoda 61 oyla ayakta durduğu düşünülürse, üst düzey askerî yöneticilerin de karıştığı bir tartışmanın nasıl biteceği belli olmaz. Dolayısıyla Netanyahu’nun Gazze konusunda geri adım atması, iç politikayla da ilgilidir.[27]

 

İsrail Yahudi toplumu kendi içinde etnik, dinsel ve siyasi bölünmüşlükler yaşıyor. Nüfusun yaklaşık 2/3’ünü oluşturan Aşkenaziler (Avrupa kökenli Yahudiler) kendilerini İsrail’in “aslî kurucuları ve sahipleri” olarak görüyor, geri kalan “Seferadi” Yahudilerini (1492 sonrası İspanya’dan göç edenlerle birlikte Doğu kökenliler) dışlıyorlar. Toplam 103 ülkeden gelen göçmenlerin oluşturduğu ve sayısız farklılıktan oluşan bir mozaiği bütünleştirmenin en kolay yolu, düşman korkusunu resmî olarak beslemek, dolayısıyla savaştır. Ancak dünyanın en büyük barış hareketi de yine İsrail’dedir. Sürekliliği sağlayan militan bir çekirdeği var ve zaman zaman katılımcı sayısı 500 binlere ulaşan savaş karşıtı eylemler yapabiliyor.

 

Anlaşmaya yönelik en yaygın eleştiri, yardımların Aşdod Limanı üzerinden ulaştırılmasını kabul etmekle Gazze’ye ablukanın meşrulaştırıldığı iddiasıdır. Oysa bu PalmerRaporu ile 5 yıl önce zaten gerçekleşmiş ve BM ablukayı haklı bulmuştu. Anlaşmada asıl eleştirilmesi gereken, yardımın Gazze ve Batı Şeria arası bölünmeyi arttıracak oluşudur. FKÖ yönetimi buna işaret ettiyse de, Erdoğan dinlemedi. İsrail de böyle bir bölünmüşlüğün derinleşmesini ister. Sonra dünya kamuoyuna “ben de barıştan yanayım ama görüyorsunuz, Filistinliler kendi aralarında bile anlaşamıyorlar” demek için…

 

İsrail bir güvenlik devletidir. Başlıca amacı, topraklarını Yahudilerin dünyada en güvenli biçimde yaşayabileceği yer haline getirmektir. Bu çerçevede devlet, emsallerine göre askerî güç, istihbarat ve propagandaya dayalı bir şiddet makinesine dönüştürülmüştür. Filistinliler üzerinde yıllardır uygulanan baskı ve komşularla girilen sayısız savaş hem bu makineyi alabildiğine yetkinleştirmiş, hem de buna karşı gösterilen tepkileri Yahudi nüfus üzerinde bir korku aracı olarak kullanmaya olanak sağlamıştır. Eğer yeni bir silah, tecrit yöntemi, dinleme aleti, işkence biçimi, propaganda taktiği vs. İsrail’de değil de dünyanın herhangi bir yerinde üretilmişse bile; İsrail’de mutlaka uygulamaya sokulur. Örneğin bugün Suudi Arabistan ve Türkiye’nin sınır güvenliği için duvar çekme yöntemi, önce İsrail’de uygulandı. Filistinlileri bölünmüş ve birbirinden yalıtılmış toprak parçaları üzerinde yaşamaya zorlayarak kameralar, çeşitli alarm düzenekleri, tel örgüler, turnikeler, yüksek beton duvarlar, gözetleme kuleleri, kanallar vs. kullanarak denetim altına almak; başlı başına bir baskı ve zulüm teknolojisidir. İsrail geçmişte ırkçı Güney Afrika, yakınlarda Tamil halkını soykırıma uğratan Sri Lanka gibi ceberut yönetimlerin güvenilir müttefiki olmuştur. Bu yüzden Türkiye’nin Kürt kentlerindeki uygulamaların Filistin’dekilerden kopuk olabileceği düşünülmemelidir. Elbette karşılığında Türkiye’de direnenlerin İsrail’de direnenlerden öğrenecekleri de olacaktır.

 

İsrail bir propaganda uzmanıdır. Kamuoyu oluşturmakta hiç kimse ABD’deki Yahudi lobilerinin eline su dökemez. Başkenti Kudüs’ün statüsünde yaptığı değişiklik dâhil bir devleti tanımlayan belli başlı bütün konularda sayısız hukuksuzluk üstünde oturan İsrail, geçtiğimiz günlerde BM Hukuk Komisyonu Başkanı seçilmiştir.[28]

 

Anlaşmada iki ülkenin uluslararası kuruluşlarda birbirlerinin zararına çalışmayacağının belirtilmesi İsrail açısından önemlidir. Filistin politikaları yüzünden uluslararası tecrit yaşamak, İsrail’in yumuşak karnıdır. Ancak TC de zaten bu konuda şimdiye dek fazla zorluk çıkartmadı. Yakın dönemde İsrail’in Atom Enerjisi Komisyonunda soruşturulmasını desteklemedi, OECD ve AGİT’e üyeliğini engellemedi. Şimdi de vetosunu çekerek, İsrail’in Brüksel’deki NATO karargâhında büro açmasını destekliyor. TC bunun karşılığında ittifakın Batılı üyelerinden Mısır, Tunus ve Ürdün’e yönelik vetoyu çekmelerini istiyor. Bu, Doğu Akdeniz’de yeni bir konjonktüre doğru ilerlenildiğini gösterir.

 

Anlaşmada, TC’nin Gazze’de elektrik santrali, su arıtma tesisi, hastane vb. yapacağı belirtiliyor. Bunları yıkan İsrail. Ama parası Türkiye’den çıkacak.

 

Son yıllarda Doğu Akdeniz’de zengin doğal gaz, petrol ve çeşitli hidrokarbon yatakları bulundu. İsrail açıklarında doğal gaz çıkarılıyor. Bunun Türkiye’ye satışı ve bu yolla Avrupa’ya ulaştırılması çok sık konuşuluyor. Ancak daha önce belirtildiği gibi İsrail mevzuatı henüz bu tür girişimleri kolay gerçekleştirmeye uygun değil. İsrail küresel piyasalara açık bir ekonomiye sahip olmasına ve liberal bir hükümet tarafından yönetilmesine rağmen, devlet yapısı Türkiye’ye göre daha korumacı. Bu yüzden küresel ölçekli yatırımlarla ilgili hükümet kararları mahkemelere takılıyor. Öte yandan TC’nin Kıbrıs sorunu ve İsrail’in bu konuda karşıt tutum alması da, enerji işbirliği önündeki bir başka engel. Bazı Türk şirketlerinin İsrail’de büyük enerji yatırımlarına sahip olması, doğal gaz ticaretinin gerçekleşmesinin daha yıllar alacağı gerçeğini değiştirmiyor.[29]

 

Türkiye 1982’de BM girişimiyle kabul edilen Uluslararası Deniz Hukuku Sözleşmesini, ABD ile birlikte imzalamayan iki ülkeden biridir. Nedeni, Yunanistan’la yaşanan sorunlardır. Ancak bu sözleşme gereği kıyı ülkeleri açık denizlerde 200 mil açığa kadar ve hakkaniyet gözeterek, MEB (münhasır ekonomik bölge) ilan edebiliyor. Bu bölgede kendine ait balıkçılık, madencilik, petrol üretimi gibi ekonomik çıkarlara sahip oluyor. Komşu ülkelerin sözleşmeyi onaylaması nedeniyle Doğu Akdeniz’de kendilerine ait MEB’leri var. TC sözleşmeyi imzalamadığı için MEB ilan edemiyor. Bu konudaki açığını, ikili anlaşmalarla gidermeye çalışıyor. Ancak şimdiye dek KKTC dışında kimseyle bu tür bir anlaşma imzalamadı. Dolayısıyla anlaşmanın bu tür sorunlara da etkisi olacaktır.

 

Son 15 yılda Türkiye’de sıcak para girişine ve ihracata dayalı bir ekonomik büyüme sağlandı. Küresel sermaye ücretlerin düşük tutulduğu, çevre sorunlarının önemsiz sayıldığı Türkiye’yi bir üretim üssü ve yakın coğrafyaya sıçrama tahtası gibi görüyor. Maliyet ya da siyaset engelleri yüzünden kolayca sermaye ve meta ihracı yapamayacağı ülkeler için, Türkiye’yi kullanıyor. Türkiye bugün bir sermaye fazlası olduğu için değil ama emperyalist sistem içinde volan kayışı gibi işlev üstlenerek, sermaye ihraç ediyor. Sermaye, devlet zırhı olmadan yani istihbarat, askerî güvenlik, açık ve anlaşılır hukuksal tanımların koruyuculuğundan yoksunken akışkanlık gösteremez. Dolayısıyla TC son yıllarda geleneksel sorumluluk alanlarının ötesine uzanarak ve düşe kalka, sermaye akışını izlemeye çalışıyor. Ama ne kadar yükseğe ya da uzağa giderse gitsin, dönüp dolaşıp geleceği yer hep başlangıç noktası, devletin kuruluşundaki çelişki oluyor. Bu da iki kelimeden ibaret: Kürt sorunu…



[1] Mavi Marmara baskınında 10 kişi yaşamını yitirdi:İbrahim Bilgen-Siirt, Ali Haydar Bengi-Diyarbakır, Cevdet Kılıçlar-İstanbul (İHH Personeli), Çetin Topçuoğlu-Adana (Avrupa Şampiyonu Milli Tekvandocu), Necdet Yıldırım-Malatya (İHH Personeli), Furkan Doğan-Newyork doğumlu ABD yurttaşı, Fahri Yaldız-Adıyaman, Cengiz Songür-İzmir, Cengiz Akyüz-İskenderun ve yaklaşık 4 yıl komada kaldıktan sonra ölen Süleyman Uğur Söylemez-Ankara.

[2] İsrail 8 Temmuz 2014’te başlatıp 27 Ağustos’a kadar sürdürdüğü ve “Koruyucu Hat Operasyonu” adını verdiği Gazze saldırısında 2 bin 100 Filistinliyi öldürürken, karşılığında 66’sı asker toplam 73 kayıp verdi. Bugün bu operasyonun gerekliliği tartışılıyor ve hükümet eleştiriliyor.

[3] 2014 Gazze saldırısı sırasında üç İsrailli yerleşimcinin Batı Şeria El Halil’de kaçırılarak öldürülmelerinin, Hamas’a bağlı İzzettin El Kassam Tugaylarınca gerçekleştirildiği Aruri tarafından açıklandı. İsrail Aruri’yi bu eylemden sorumlu tutarak yakalama kararı aldı. HamasAruri’nin Katar’da olduğunu ve zaman zaman gittiği Türkiye’de son olarak Aralık 2015’de bulunduğunu açıkladı.

[7] Newyork Times’da, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İlnur Çevik’in bu yöndeki açıklamalarını içeren bir makale yayınlandı. http://t24.com.tr/haber/cumhurbaskani-basdanismani-cevik-dis-politika-basin-ve-bircok-konuda-vites-degisikligi-yapmamiz-gerekiyor,348641

[8] “İHH da ümmettendir Erdoğan da” Ali Karahasanoğlu,  2 Temmuz 2016, Yeni Akit.

[9] Bu yüzden Paris saldırısı ya da İngiltere’nin AB’den çıkması gibi her belirsizlik durumunda Netanyahu fırsatı kaçırmayarak, tüm Yahudileri yaşayabilecekleri en güvenle topraklar olduğunu iddia ettiği İsrail’e çağırıyor.

[10] Bunun dışında, çoğu komşu Arap ülkelerinde olmak üzere dünyanın dört bir köşesinde, İsrail işgali yüzünden yurtlarını terk etmek zorunda kalan 6 milyona yakın Filistinli mülteci var. http://aa.com.tr/tr/dunya/buyuk-felaketin-61-yuzu-filistin-multeci-kamplari/47857

[11] ABD’de 1913’den bu yana lobi faaliyetleri yürüten ve Tayyip’in de ilişkili olduğu Anti Defamation League (ADL-İftira ve İnkârla Mücadele Birliği) adlı bir Yahudi kuruluşunun uluslararası ölçekte yaptırdığı bir araştırmaya göre, Türkiye’de antisemitizm oranı yüzde 69 görünüyor. Bu, İsrail karşıtlığının resmî devlet politikası olduğu İran’dan bile yüksek bir oran. Şalom gazetesi, İvo Molinas, 28 Mayıs 2014.

[12] TC bu konunun gündeme getirilmemesi için geçtiğimiz günlerde Edirne’de eski bir sinagogu restore ettirerek hizmete sundu. Medyada bunun haberi, sinagogun nasıl harabeye döndüğüne değinilmeden ve övgüyle verildi. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/542053/Tarihi_sinagogda_41_yil_sonra_dugun.html

[13] Yahudilere devlet baskısına örnek: Hüseyin Çelik Mavi Marmara saldırısı sonrası Milliyet’e verdiği röportajda, “1940’larda Cevat Rıfat Atilhan’ın antisemitik kitabı Türk Ordusu tarafından satın alındı 50 bin adet orduya dağıtıldı” bilgisini veriyor. http://www.milliyet.com.tr/Yazar.aspx?aType=YazarDetayPrint&ArticleID=1250569

[14] 1938’de çıkarılan 2/9498 sayılı yasayla antisemitizm resmiyet kazanmıştır: “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tabi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır.” Aktaran Ayşe Hür, 16 Aralık 2007, Taraf.

[15] “Antisemitizm”, sami ırkı karşıtlığı demek. Arap ve Süryani halkları da Yahudilerle birlikte aynı ırktan geliyor. Ancak Yahudilere karşı gösterilen ırkçı tutumun bu adla nitelendirilmesi dile yerleşmiş. Bu yüzden Türkiye’deki Siyonizm, Yahudilik ve İsrail karşıtlığını bir potada eriten tutum için de aynı kavramı kullanacağız.

[16] 1944-45 yılları arası aralarında Alpaslan Türkeş’in de bulunduğu 23 kişi hakkında “ırkçılık ve Turancılık” yaptıkları gerekçesiyle açılan, asıl olarak savaş sırasında TC’nin Almanya ile yakınlaşmasını gizleme amacı taşıyan, sonunda tüm sanıkları berat ettirilen dava.

[17] Osman Tiftikçi bu dönemi 1908-1920 ile sınırlıyor: İslamcılığın doğuşu. Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Gelişimi, Ceylan Yayınları, s. 18

[18] Necip Fazıl kumar borçlarını ödemek ve yayın çıkartmaya devam edebilmek için Adnan Menderes’ten yardım alıyor. http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/808111-necip-fazildan-menderese-yalvaran-mektuplar

[20] “…Obama Erdoğan’ı İsrail konusunda zaman zaman bir koçbaşı gibi kullanmayı çok iyi başardı.” Tolga Tanış, Potus ve Beyefendi, Doğan Kitap, s. 138

[21] “Dökme Kurşun Harekâtı” olarak anılan bu saldırı 27 Aralık 2008-18 Ocak 2009 arası yapıldı. Bu süreçte 1133 Filistinli katledildi. Ancak ateş kes anlaşmalarına rağmen İsrail saldırılarını hiçbir zaman sona erdirmedi, sürekli tekrarlayarak ve bazen yoğunlaştırarak bugüne dek sürdürdü.

[22] Bu konuda şuradan düzenli bilgi edinilebilir: http://www.freegaza.org/

[23] Tolga Tanış, Potus ve Beyefendi, Doğan Kitap, s.141.

[26] Cezayir görüşmeleri için bakılabilir: http://www.basnews.com/index.php/tr/news/kurdistan/283298

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar