Ana SayfaGüncel YazılarArafta beklemek: 13 Mart üzerine akıl yürütmeler

Arafta beklemek: 13 Mart üzerine akıl yürütmeler







 

ARAF’TA
BEKLEMEK

13
Mart üzerine akıl yürütmeler

 

Mehmet Polat

 

Derler ki,
yaşarken işledikleri günah ve sevaplar eşit olduğu için
öldükten sonra cennete mi cehenneme mi gideceği henüz belirlenemeyenler, bir süre Araf’ta bekletilir. Burası
cenneti cehennemden ayıran ve üzerinden iki tarafın da görüldüğü
yüksekçe bir yerdir. Bekleyenler cennete
girme umudu ve cehenneme düşme korkusuyla durmadan dua eder. Araf, artık
değiştirilemeyecek bir geçmişle nasıl olduğu
bilinmeyen bir geleceğin arasıdır.

Yaşayanlar
için Araf, varoluşu üstünde herhangi bir bilinçli etkide
bulunamadıkları gerçeklik tarafından sürüklenme halidir. Zaman
şimdi, yer burası, hareket noktası konjonktürel konum,
varış yeri ise “cennet” ve “cehennem” arasında uzanan
sayısız seçenekten biridir.

Keşke
gönüllerindekine yakın bir seçeneğe ulaşabilecek kadar derman
bulabilseler! Keşke peşlerinden sürüklendikleri güçler insaflı
davransa!

***

Bu yazı 13
Mart’ta TAK’ın (Teyrêbazên Azadiya Kurdistan) Kızılay eylemi sonrası çeşitli akıl
yürütmelerle ilgili. İster yergi ister övgü, faili
olmadığımız eylem üzerine konuşmak her zaman
kolaydır. Bu yüzden bir eyleme karşılık yüzlerce yazı
ve konuşma üretiliyor. Ama zaten bu tür eylemler de böyle
olacağı bilinerek ve toplumsal evrenin en geniş kesimlerine bu
yolla ulaşmak için yapılmıyor mu? Öyleyse tanınan bu “hak”
ve konuşmanın kolaylığı çerçevesinde soruyoruz:

Söz söylemek
zorunda kalışımızın nedeni ele
aldığımız konu mu, yoksa duyduğumuz gereksinim mi? Öte
yandan söyleniş gerekçesini açıklayarak başlamayan ve yeterince
açık olmayan söz, hangi konuyu açıklayabilir ki?

13 Mart eyleminin
benzerleri aynı örgüt tarafından daha önce de üstlenilmiş ama
haklarında fazla konuşulmamış, bu kez konuşma
gereği duyulmuştur. Kınama içerikli basın
açıklamaları, ebedî ve ezelî değerler gibi dile getirilen “devrim,
sosyalizm, insanlık, iyilik güzellik…” sözcükleriyle örülüdür. Ölümde,
doğumda, düğünde hocanın aynı duaları okuması
misali, sol da her felâketli ya da mutlu anda bu sözleri tekrarlar. Öyleyse açıklamaların
konusundan önce bunun üzerinde durulmalı ve bu meta-söylemin bugün daha
şiddetli ifade edilmesinin nedeni düşünülmelidir.

Kim, neyi
söylemiş biliyor/biliniyor. Burada adlarını
anmayacağız. Adların (öznelerin) toplumsal varoluşlarımız
üzerinde herhangi bir etkisi yok. Etkiyi yaratan eylemlerdir. Zaten sarfedilen
sözleri de düşünceler olarak değil, aynı zamanda eyleyişler
olarak gördüğümüz için üzerinde durma gereksinimi duyuyoruz.

Yapılan açıklamalar
iki ortak özellik taşıyor: İlki, olayın gizemli hale
getirilerek istenildiği gibi yorumlanması. İkincisi, “bizi daha
kötü günlerin beklediği” uyarıları.

Gizemli hale
getirmekten kastımız, olayın
“derin devlet” misali bilinmezliklere bağlanması değil
–gerçi bir zamanlar TAK için bunu söyleyenler oldu-, bir olguyu açıklamaya
çalışırken, ortaya konan bakış açısının
konuyu anlaşılmaz kılmasıdır. Bu şöyle oluyor:

Genel olarak olgular
(bu bağlamda 13 Mart eylemi) ampirizm ile nesnel idealizm
karışımı felsefî-ideolojik bir zeminde ele
alınıyor. Böylece konu bir yandan yüzeysel görünümüne indirgenirken,
diğer yandan saptanan ampirik verilerin değerlendirmesi bunu yapacak
olanın öznel bilincine bırakılıyor. Bunun doğal
sonucu; ele alınan konunun ele alan bilinçten bağımsız varoluşuyla
ilgili gelişmeleri, dolayısıyla başka olgularla
ilişkilerini, ortaya çıkış nedenlerini, yol
açacağı olası sonuçlar üzerinden öngörüde bulunmak gibi
şeyleri dikkate almamak oluyor. Geriye, ampirik verileri gözlemcinin feraseti
çerçevesinde yorumlayıp açıklamak kalıyor.

Böylece
açıklama, açıklayıcısının gördüğü ve
göstermek istediğiyle sınırlı hale gelir. Gidimli bilgi
içermez. Kafamızda belli bir planla yaşayıp gidiyorken aniden
ortaya çıkan ve birbiriyle ilişkisiz olaylarla
karşılaşıyormuşuz gibidir. Her birinin
anlamını, ancak, herkesin gördüğünü gören ama bunların
nasıl ele alınması gerektiğinin sırrına sahip
uzman kişiler açıklayabilir. Kılı kırk yarmaya gerek
yoktur. Bu eylemin yol açtığı sonuçlar “amasız-fakatsız”
değerlendirme yapmak için yeterlidir. Gerekçeleri ve daha fazlası için
“uzmanın” söylediklerine bakılabilir…

Bu ampirizmdir.[1] Düşünce,
düşünülen şeyle çakıştırılır. Teorinin
nesnesi kavramlar değil, somut şeyler olarak düşünülür. Son
derece gerçekçi bir noktadan başlanıyormuş gibi yapılarak,
olgunun bileşenleri mercek altına alınır. Ama her bir
öğe, daha önceden hazır bir bilinç çerçevesinde yorumlanır.
Nitekim ortaya koyduğumuz bakış açısı da aynı
ampirist anlayışla ele alınarak, eylem yerine eylem
hakkındaki görüşleri eleştirdiğimiz için sanki bütün
sonuçlarıyla birlikte eylemi savunduğumuz sanılıyor.
Eleştirinin yalnızca eleştirilen şeyi nitelendirdiği
ve ne o, ne de başka şeyler hakkında bilgi vermediği
unutuluyor.

Buna göre eylemin
faili, arkasındaki karar verici irade, eylem biçimi, araçları, yeri
ve yol açtığı sonuçlar üzerinde kabaca durulur.
Değerlendirmelerde, eylemin öznenin amacını tam olarak
karşılayıp karşılamadığına
bakılmaz. Önemli olan, eylemden etkilenenlerin onay verip vermedikleridir.
(Elbette değerlendirmeci de kendini “etkilenenler” arasına katar.) Nitekim
olayın hemen ardından yapılan açıklamalarda olumsuz etkiler
sayılmış, bu tür bir eylemin onaylanmadığı
yeterince ifade edilmiştir.

Buralarda eylemin
sorumluluğu öznesine (faili ve karar vericisi) yüklenmekte, “milliyetçi”
ve “intikamcı” hislerle yapıldığına dikkat çekilmekte,
seçilen araçların ve yerin “masum insanların” ölümüne yol açması
nedeniyle “sorumsuz” davranıldığı vurgulanmaktadır.
Kimileri eylemin “sorumlularına seslenerek” bir daha böyle
yapmamaları yönünde uyarmıştır. Bazıları eylemi
“mahkum etmek” istemiştir. Bu tür eylemlerde bulunan odakların “dağıtılmasını”
talep eden de olmuştur.

Bu
değerlendirmelere göre yanlış bilinçle yüklü bir özne, uygunsuz
araçlarla ve yerde, istenmeyen bir eylem yapıyor. Değerlendirmelerin
geçerliliğini göstermek için ideolojik ve psikolojik iki grup kanıta
başvuruluyor. Elbette bir yerde özne varsa, ideoloji de olacaktır.
Burada olaya ideolojik yaklaşılmasının nedeni,
yanlış bir ideolojiye (Kürt milliyetçiliği, intikamcılık
vs.) dayanarak yanlış işler yapan bir özneyi doğru yola
çekme isteğidir. Doğru ideoloji olarak ‘insan sevgisiyle dolu,
karıncayı bile incitmeyen, ahlaklı vs.’ bir devrimcilik ve
sosyalizm gösteriliyor.

Psikolojik
göndermeler yapılması ise ilginç. Çünkü psikoloji solun pek üstünde
durmadığı bir konu. Belki Aydınlanmacılığın
etkisiyle, zihnin bilinçdışı bölümünden çok bilinç
tarafıyla ilgileniliyor. Değerlendirmelerde psikolojiye iki yönde yer
verildiğini görüyoruz. Bir yandan eyleme gerekçe oluşturduğu
varsayılan intikam duygusunun anlaşılır olduğu ama
kontrol edilmesi gerektiği hatırlatılıyor. “Kör
şiddet” gibi ifadeler bununla ilintili. Diğer yandan bu tür
eylemlerin korkuyu arttırarak halkın politikadan
uzaklaşmasına neden olacağı vurgulanıyor. Buradan da “yapılanın
AKP’nin ekmeğine yağ sürdüğü” sonucuna varılıyor. Ama ne kendi kendini kontrolün nasıl
yapılacağı, ne de halkın nasıl cesaretlendirileceği
hakkında öneride bulunulmuyor.

Olguyu
ideolojikleştirerek ve psikolojikleştirerek ele almak,
gizemlileştirmenin bir parçasıdır. Nasıl ki ampirizm
yardımıyla gerçek bir olayın anlaşılır
kılınması değerlendirme yapan öznenin bilincine
bağlı hale getiriliyorsa, burada da ampirist bakış
açısının başka bir kullanılışı devreye
sokuluyor. Eleştirilerin failin “yanlış” bilincine
odaklanması ve karşılığında neler
yapılacağı sıralanarak “sapkın” öznenin doğru
yola çekilmeye çalışılması, eylemi öznenin bilincinin
uzantısı gibi görmek anlamına geliyor. Doğru bilinç = doğru
eylem, ya da tersi. Bir yandaki yanlış, diğer yan üzerinden
doğrultulabilirmiş gibi.

Ancak bütün bu
çabalar kendi içinde büyük bir tutarsızlık
barındırıyor. “Yanlış” bilinç taşıyana
“doğru” bilinç önerebilecek durumda olan, zaten bu bilince sahip demektir.
Öyleyse “yanlış” bilinçlileri doğru yola çekerek uygun eylem
yaptırtmaya çalışmakla vakit kaybedeceğine, neden kendi
bilincinin gereğini yapıp herkesin birden kurtulmasını
kolaylaştırmıyor?

Tutarsızlığın
nedeni, doğru ya da yanlış politik bir eylemin, doğru ya da
yanlış politik bir bakış açısıyla ele
alınmayışı/alınamayışıdır. Eğer
konumuz, örneğin bir taşın yere düşüşü gibi fiziksel
bir olay olsaydı; bunun saçmalık olduğunu bildiğimiz için
taştan yere düşmemesini istemezdik. Ama toplumsal bir olay
karşısında böyle şeyler söyleyebiliyoruz. Ve bu bir
taşa seslenmek kadar saçma görünmüyor. Çünkü kendiliğinden bir bilinç
çerçevesinde, toplumsal olayları bilinçli/bilinçsiz belli öznelerin
faaliyeti gibi görüyor ve eğer doğru bir bilinçle yapılırlarsa,
istenilen sonucu vereceklerini sanıyoruz. Bu yüzden bir olay
karşısındaki genel tutumumuz, eylemin failine seslenerek
yönlendirmeye çalışmak oluyor. Hele eylemle pasif bir etkileşim
içindeysek, seslenmekten başka çare düşünemiyor ve buna önem
veriyoruz. Sanki özne bize kulak verecek, ikna olacak ve hemen gerekli
düzeltmeleri yapacakmış gibi.

Böyle düşünmenin
teorik arka planında, genel olarak bilinç süreçleriyle maddi süreçlerin
çakıştığını sanmaktan kaynaklı bir
yanlış anlayış yatıyor. Bu yüzden doğru bir
bilinç yüklemesinin uygun maddi süreci yaratacağı
sanılıyor. Ya da tersine, geçerli bir maddi sürecin mutlaka
doğru bir bilinç üreteceği varsayılıyor.[2] Oysa
bu iki sürecin farklı toplumsal pratiklerin sonucu olduğu ve
aralarındaki uyumun da ancak başka bir toplumsal pratik
gerektirdiği hesaba katılmıyor. Çünkü herkesin aynı “toplum”
içinde bulunmasının, aralarında maddi ilişki
oluşmasına yettiği sanılıyor. Ayrı bir yazı
konusu olabilecek bu yanlış üstünde kısaca duralım:

Farklı
kişi/grup/çevre/toplum kesimleri arasında toplum
aracılığıyla sanki kendiliğinden bir bağ kurulabilirmiş
gibi düşünmek, toplumla birey (buna grup, çevre vb. dâhil) arasında
diyalektik bir bağ olduğu varsayımına dayanıyor.[3] Bu
anlayış, toplumun bireyler/gruplar vs. insanlardan oluştuğu
iddiasındaki liberalizmin bir tezahürüdür.

Oysa toplum
bireyden önce de var. Onu eylemlerimizle yeniden üretip sürekli
dönüştürüyoruz. “O halde toplum bireylerin karşısında asla
yapmadıkları ama ancak faaliyetleri sayesinde var olan bir şey
olarak durur.”[4]
“Toplum insan eylemliliğinin her zaman mevcut koşulu ve mütemadiyen yeniden üretilen sonucudur.”[5]

Bu nedenle
gerçeklik içinde somut eylemiyle kendine yer açmaya çalışan belli bir
özneye sözle düzen verilemez. Bunun olabilmesi için ya seslenilen özneyle
gerçeklik içinde –rastlantıya bırakılamayacak- somut
bağlantılar olmalıdır, ya da söz maddi bir güce
dönüştürülerek etkili hale getirilmelidir. Burada söz ancak ideoloji
olarak kitlelerce benimsenir, eyleme dönüştürülür ve yeterli güce
ulaşabilirse; düzen verilmek istenen özne üzerinde etki kurabilir. Bu,
politik tavır alıştır. Zaten yapılamadığı
için, halihazırda politik pratik sürdüren bir özneye kestirmeden akıl
vererek sonuç almaya çalışılıyor. Kendi politik gücünü
yaratmaya muktedir olamayan ideoloji, seslendiği özneyle arasında
ideolojik akrabalık bağları arayarak ve kurmaya
çalışarak, onun verili politik gücüne kendini kabul ettirmeye
çabalıyor. “Sen ne biçim Fenerlisin, sen ne biçim hemşerisin” der
gibi, “Sen ne biçim devrimcisin, sosyalistsin vs.” diyerek ikna etmeye
uğraşıyor. Bu tavrın saçmalığı, yıllardır
sürdürülerek artık kötü bir geleneğe dönüştüğünden, fark edilmiyor.

Yalnızca söz
söyleyebildiğimiz ve dişe dokunur hiçbir eylem
yapamadığımız ama bu arada düşüncelerine
katılmasak bile başka politik öznelerin eylediği bir dönemde ne
yapabiliriz? Teori ve Politika’nın
yaptığı gibi, teorik pratik yapabiliriz. Bunun temel ilkesi,
politika pratiğinin ancak konjonktürde –gerçek gerçek içinde- yapıldığını
bilmektir. Dolayısıyla teorik pratik kitaba bakıp hayata bir
şeyler anlatmak değil, tersidir. Kitaba rağmen devrimci kalabilmek
için, gerçek veri alınarak kitabî olan sürekli sorgulanır. Çünkü ezilenler
tarihin hiçbir döneminde ezenlere karşı “en doğrusunu yapma”
kaygısıyla hareket edememiş; bilakis her dönemde
varlık-yokluk mücadelesi vermişlerdir. Bu sırada bilmek, yalnızca
gerçeklik içinde doğru yer edinip, doğru konum almaya yarar. Doğru
bir bilinçle mücadele edilmesi politik pratik sürdürenlerin değil,
doğru bilinci temsil ettiğini düşünenlerin sorunudur. Bu ancak
konjonktürde mücadele edenin hatalarından ders çıkartmasına ve
gerçeği görebilmesi için önündeki ideolojik engellerin kaldırılmasına
yardımla sağlanabilir. Bunun yolu da zaten kendi mücadelesini
sürdürene komut vermeye kalkışmaktan geçmez,
yapamadığını yapıp, eksiğini tamamlayarak olur. Mücadele
eden ezilen hatalıysa da hatasızsa da bizdendir. Bizim görevimiz ona
hatasını söylemek değil, kendi hatasından sonuç
çıkartmasına yardım etmektir. Teorik politikanın pedagojiden,
Marksizmin Aydınlanmadan ayrıldığı nokta
burasıdır. Bunun “şiddet tapıncı” ya da “şeyhin
her yaptığında keramet aramak”la ilgisi yoktur.

***

Solun eyleme
ilişkin eleştirileri, Kürdistan Özgürlük Hareketinin de hatayı
işaret etmesiyle geçersiz hale gelmiştir. Ancak eylem yalnızca
içerdiği yanlışlardan dolayı değil, geleceğe
dönük kaygılar yüzünden de eleştiriliyor. Ve bunun Kürt Hareketi ya
da konjonktürel gelişmeler çerçevesinde bir
karşılığı görünmüyor.

Kaygı,
eylemin söylendiği gibi salt tekil bir girişim
olmadığının bilinmesi ve konjonktürdeki değişimin
işareti olabileceğinden kaynaklanıyor. Yaygın sol, önemli
bir toplumsal dönemece elverişsiz konumda girmenin olası
sonuçlarından endişe ediyor. Geçmişe dönüp eksiklerini
gideremeyeceğine göre, belki geleceği değiştirebilme
umuduyla Kürt Hareketinden koşulları zorlamayacak bir eylem
çizgisinde kalmasını bekliyor, hatta bunu istiyor. Kâh “böyle
davranmayı sürdürürseniz 90’lara dönülür” diye göz korkutuyor, kâh ‘ne
büyük projeleri olduğu ve Kürt sorunu dâhil her konuyu
tereyağından kıl çeker gibi nasıl çözeceğini’
anlatıp duruyor.

İşte
Araf’ta durmak bu! Yalnız solun değil, her iki yarısıyla
birlikte bütün bir ülkenin ve komşu ülkelerle birlikte ortak bir
coğrafyanın; bir durumdan çıkıp başka bir duruma
geçişinin ortasında olma hali.

Türkiye’de 12
Eylül 1980 cuntası öncülüğünde neoliberal ekonomi politikaları
temelinde devletin yeniden yapılandırılmasıyla kurulan yapı
değişiyor ya da bunun yeni bir evresine geçiliyor. Bu
değişimde, Sykes-Picot’un geçersiz hale gelmesi sonucu yeni bir bölgesel
denge arayışına girilmesi ve bunun için çatışan
güçler, siyasi plandaki belirleyiciliği üstleniyor. Neoliberalizm küresel
ölçekte genel kabul gören bir işleyişe sahip olduğundan, ABD
bölgesel dengelerin yerel dinamiklere göre oluşmasına doğrudan
müdahil olmuyor. Nasıl olsa ortaya çıkan her dinamik genel
işleyişe uyum sağlamak zorunda kalıyor. Buna uymayan tek
güç cihatçılar. Ancak o da rekabet halindeki güçlerin ortaklık
kurmalarına hizmet ettiği için, küresel kapitalizm
açısından “hayırlı” sonuçlar doğuruyor.

Süreç sonunda Kürt
halkıyla birlikte Irak ve Suriye’deki Sünnilerin de statüleri değişecek
gibi görünüyor. Türkiye bu süreçte AKP-Kemalist koalisyonu öncülüğünde yer
alıyor. Bunun da Türk egemenlerinin yerel ve dönemsel gereksinimleri
çerçevesinde hangi yatırım alanlarına yöneleceği, anayasa değişikliği,
devletin restorasyonu gibi konularda taşıdığı pürüzler
var. Bütün bunların etkilerini içerde Kürt halkıyla savaş,
dışarıda Sünni koalisyonuyla birlikte Suriye’ye karşı
geliştirilen tutum ve bunun sayısız sonuçları biçiminde
yaşıyoruz. Geri kalan şeyler aynı kalmak kaydıyla bu
seçeneğin eşdeğeri; Kürt halkı, Esat yönetimi ve Rusya ile
ilişkilerin gözden geçirilerek İran’la
yakınlaşılmasıdır.

Şu anki
gidişata Kürt Hareketi dışında karşı koyan siyasi
bir özne yok. Buna ülkenin Batısından doğrudan destek olmak,
Kürt Hareketinin bir bölüğü haline gelmekten öte anlam
taşımıyor. Batının kendi özgünlüğü çerçevesinde
geliştireceği bir mücadelenin katkısı daha anlamlı
görünüyor. Kent, çevre, işçi, kimlik sorunları gibi toplumsal
mücadele dinamikleri her zaman var. Ama buralardan yıllardır devrimci
siyasi bir özne çıkmıyor. Bir kısım sol, Kürt Hareketinin
zamansız girişimlerinin bunu önlediği iddiasında. Bu
mantığın, iktidar çevrelerinin 13 Mart eylemini “tam da
Cumhurbaşkanının Azerbaycan ziyareti öncesine rastlaması
tesadüf değil” diye yorumlamasından bir farkı yok.

Oysa 90’larda
değiliz, o zaman Batı’da yaşayanın Kürdistan’dan haberi
olmuyordu. Bugün durum farklı. Ayrıca savaş ülkesel değil,
asıl olarak bölgesel nedenlerden kaynaklanıyor. IŞİD gibi
aktörler de devreye girecek ve AKP’nin Suriye politikaları her geçen gün
daha çok sorgulanacaktır. Bu nedenle iktidar da herkesle birlikte
aynı konjonktürün içinde ve ince bir buz tabakasının üstünde
yürüyor.

Konjonktürdeki her
değişiklik, siyasi öznelerin çalkantılar yaşamasına ve
konumlarını gözden geçirmesine yol açıyor. Bu boyutlardaki bir
toplumsal değişim kayıpsız yaşanmayacak, kaybedecek
şeyi olanlar kaybedecektir. Özgür irademizi ortaya koyabildiğimiz
sürece bizim için “kazanmak” ya da “kaybetmek” söz konusu değildir.

 

 

 

 

 

 

 



[1]
Roy Bhaskar şu tanımı veriyor: ”Ampirizm ideolojisinde dünya
yassı, tekdüze, yapılaşmamış ve
farklılaşmamış olarak görülür: esasen sürekli olarak
birleşen, böylece kapalı sistemlerde vuku bulan, atomistik olaylardan
veya durumlardan oluşmaktadır.” Çağdaş
Felsefeye Eleştirel Bir Giriş, Gerçekliği Geri Kazanmak
, Nota
Bene Yay., s.31

[2]
Nitekim Metin Kayaoğlu’nun “yanlış bir devrimci eylem”
tanımlamasına ‘sosyal medya’da “devrimciyse yanlış
değildir, yanlışsa devrimci değildir” misali yanıtlar
verilmesindeki gibi…

[3]
“İnsanlar ve toplum, ileri süreceğim üzere, “diyalektik olarak”
ilişkili değildir. Aynı sürecin iki anını oluşturmazlar.
Daha ziyade kökten farklı türden şeylere atıfta bulunurlar.” A.g.e., s.125

[4]
A.g.e., s126

[5]
A.g.e., 148

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar