Ana SayfaArşivSayı 7Marx’ın Yolu Eyüp Sultan’dan Geçer (mi?)

Marx’ın Yolu Eyüp Sultan’dan Geçer (mi?)

Cuma Tat

Marksistler ezen ve ezilenler dünyasında ezilenlerin safında yer alırlar. Bu konuda hiçbir kaygıya, kuşkuya yer yoktur. Bir başka açıdan Marksizm, gerçek tarihsel olaylara hiçbir şekilde sırça köşkün ilkeleri adına yaklaşmamak durumundadır. Marksizm, her olayı, ezenlere karşı fiili mücadelenin gerekleri açısından ele almaya gayret eder.Yazımızda, teorik düzeyle pratik yaşam arasında nasıl uygun bir bağ kurulabileceğine ve halihazırda politik kulvarda faaliyet yürüten Marksizan yapıların bu konudaki sorunlarına işaret etmeyi deneyeceğiz. Düşüncelerimizi bir tema üzerinden ifade edeceğiz: Dine nasıl yaklaşılmalı?

Sol, ezilen sınıflara dair politik tutumda yaşadığı krizi, dinsel inançlara, daha doğru bir ifadeyle, dinsel inançlara sahip kitlelere yaklaşımda da yaşıyor. Öyle ki, bu bakımdan solun, neredeyse tamamen bir politikasızlık döngüsünde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Sol ve devrimci akımlar, örneğin, niçin esas olarak Aleviler içerisinde çalışma yapıldığını, neden Sünnilere dönük pozitif politik tutumlar geliştirilemediğini izah edemezler. Çünkü, genel olarak Türkiye devrimci hareketinde, teorik önceleme ve sorunları kategorik ayrıma tabi tutma geleneği bir biçimde oluşmamıştır. Gösterilen refleks, genellikle kendiliğinden devrimci tepki şeklindedir.Ancak, sağduyulu bazı örneklerin varlığına da işaret etmek gerekiyor.  

Aleviler, insanı tüm olayların merkezine oturturlar; “Ademoğlunun her birinde Allah’ın bir şekli (sıfatı) mevcuttur, her biri ondan bir parçadır” derler. Bir anlamda tanrı gökten yeryüzüne inmiştir. İyisi ile kötüsü ile her şeyin insan için, insan tarafından, insanlık adına yapıldığı inancı hakimdir. Yaklaşımda, araştırma soruşturma mefhumuna rastlanmaz. Oysa Sünni Müslümanlar, toplum ve doğa olaylarına yaklaşımlarında tanrıyı gökyüzünde bırakarak, yeryüzü işlerinin kendilerine ait olduğunun işaretlerini verirler. Anlayışta, külli ve cüzi irade vardır. Külli irade tanrınındır O, her şeyi bilir, ancak hiçbir şeye karışmaz. Cüzi irade, insana aittir; insan araştırmalı, soruşturmalı, bilinçlenip yapmalı, etmelidir. Hadiste de ifadesini bulduğu gibi, “İşini sağlama alıp gerisini Allah’a havale et”melidir.

Bu iki inanç arasında ayrım yapmaya çalışalım: Alevi inancında (felsefesinde) bilinç Allah’ındır. Görünürde insan olsa da, yapan eden esasen tanrıdır. Bu anlamda karşımızda, bilinci tanrıdan alan insan durur. Sünni ise, ilmi ve irfanı Çin’e kadar giderek arar, bulur. Çünkü Allah ona akıl vermiştir. Akıl-baliğ olduktan (olgunlaşma) sonra, Allah’ın verdiği aklı kullanma inisiyatifi kişinin kendindedir. Dünyasal olayların değişim ve dönüşümünün kendi ellerinde olduğunu bilir. Bu kısa ayrım bize, eyleyenin Alevi, düşünenin Sünni olduğunu gösterir. Sol, hiç düşünmeden, bu ikilemde kendisine benzeyeni tercih eder ve ona yönelir.

Türkiye topraklarının tarih içerisinde yaşadığı oldukça zengin etnik ve dinsel süreç gözönüne alınmalıdır: Etnik olarak Araplar, Kürtler, Lazlar, Gürcüler, Çerkezler, Türkler …; dinsel olarak Hıristiyanlar, Yahudiler, Şamanlar, Yezidiler, Bahailer … ve Müslümanlar. Günümüze kadar cereyan eden çeşitli etnik ve dinsel mücadelelerden sonra Türkler bugünkü devletin egemenliğini ellerine geçirmişlerdir. Türkler, dinsel olarak, Sünni ve Alevi Müslümanlar diye ikiye ayrılır. Sünnilik, devlet içerisinde hem etkin hem de hakimdir. (Eski nüfus cüzdanlarında “Mezhebi Hanefi” diye belirtilirdi.) Devlet; Diyanet, İmam Hatipler ve camiler aracılığı ile hayatın her alanına dönük kültürel, siyasal ve sosyal etkinliğini sürdürür. Bu anlamda ezen-ezilen ayrımında “ezen” konumunda olan Sünni Müslümanlıktır. Daha doğru ifade ile, ezilen halkın Sünni Müslüman kimliğini kullanarak onun devrimci dinamiğini sönümlendiren devlettir. Bunun dışında kalan tüm inançlar, ezilen konumdadır. Son dönemde devlet kontrolu dışına çıkmaya çalışan bir kısım Sünni şeriatçı yapılar da devletten zaman zaman şamar yemektedir. Türkiye’de sol öbeği, önemli ölçüde, bu ezilen dinsel inanç kesimleri oluşturmaktadır. Bu özellik, devrimcilik niteliği belirginleştikçe belirginleşir.(Bu yaklaşımın bir başka tamlayanı etnik kökenlerdir.) Hatta yabana atılamayacak bir iddia ve gözleme göre, solun yöneticilerinin çoğunluğunu Alevi kökenliler oluşturmaktadır. Bu sav, eleştiri konumuz dışındaki sosyal demokrasi için de geçerlidir. Kısaca ifade edersek ve illa bir din ararsak, solun dininin Alevilik olduğu söylenebilir. Böyle bir alanda politik faaliyet yürütmek doğası gereği kolaydır . Sol da işin kolayını seçerek ezilen dinsel kökenliler içinde çalışmayı kendisine uygun görmüştür. Bu inanç grubuna mensup halk kesimleri de solun mesajına kulak vererek ona koşmuştur; ve karşılıklı buluşulmuştur. Bu buluşma öyle bir noktaya gelmiştir ki sol Alevileşmiş, Alevilik solculaşmıştır. Dinsel ve kültürel anlayış, sosyalist solun yaşamsal faaliyet alanına girmiştir. Dünden bugüne kendini sorgulayıp eleştirmeyen Türkiye Solu diğer faktörler bir yana, nüfus ve sınıfsal ayrışmanın zenginliği bakımından koca bir öbek olan Sünni Müslümanlığı, birbirini sosyo-politik olarak tamamlayan iki temelli unsura, bir taraftan sözde alternatif model olan adil düzen savunucusu Refah Partisine, diğer taraftan “resmi alan”ın (Devlet, Diyanet) etkisine terk etmiştir.

Şimdi birçok itiraz gelebilir: Din üzerinden politika yapılır mı? Zaten Marx’ın kendisi “din afyondur” dememiş miydi? Böyle bir alana ilişkin, ne diye politikleştirme çabası içinde olalım? Peki şimdi soralım: Birçok siyasal örgüt 1960’lardan bu yana Alevilerden sosyal, siyasal, kültürel nema almıyor mu; yine çeşitli örgütlere mensup birçok devrimci, son yıllar boyunca Alevi dernekleri içerisinde çalışıp yöneticilik yapmıyor mu?

Sol, Sünni Müslümanlığa dönük politika üretiminde “hem kel hem fodul”dur. Tabii ki dinsel alanda politika üretimi oldukça hassas, bıçak sırtı bir konudur. Ancak mesele, mücadelenin proletarya ile burjuvazi, emekle sermaye arasında olduğu yaklaşımıyla çözülebilir mi? Politik kısırlık nedeniyle kolaycılığa kaçan sol, ezilenleri (ideolojik bakımdan) kategorik ayrıma tabi tutarken kaba ayrımlarla günü kurtarmaya çalışmaktadır. Oysa solun tarihinde olumlu örnekler var ve bunlar daha da geliştirilebilir. Mustafa Suphi ve Hikmet Kıvılcımlı, “Müslüman işçi kardeşlerimiz, Müslüman Türkiye halkı” türü ifadeleri hiç çekincesiz, kaleme aldıkları bildirilerde veya miting konuşmalarında kullanmışlardır. Birçok konuda İslami yaşam tarzından olumlu örnekleri halkla tartışmaktan çekinmemişlerdir. Kürt ulusal hareketi bu gerçeği dikkate alarak politika yürütüyor. Son dönemde bir olumlu örnek de Haklar ve Özgürlükler Platformu çevresince gösterildi ve devrim şehitleri adına Eyüp Sultan Camiinde mevlüt okutuldu.

Marksizm ideolojik olarak bütün dinsel inançlara eşik uzaklıktadır. Bu, genel bir doğrudur. Ancak teori ile pratik arasında bağ kurmanın inceliği, “politika sanatı”nın bir görünümü de bu noktada başlar. Mesela Güney Amerika’nın birçok ülkesinde kırsal bölgelerin yoksul halk yığınları, geçimlerini koka üretimiyle sağlamaktadır. Peru, Bolivya, Venezuella, Kolombiya gibi ülkelerdeki birçok devrimci örgütün de koka üretimi ve ticaretiyle uğraştığı, başta emperyalist propaganda mekanizmalarınca, öne sürülür. Uyuşturucunun anıldığı her durumda, metropoliten kültürlü ve prensip sahibi apolitik solcuların tüyleri diken diken olur, emperyalizmin borazanlarına katkı yapmak için semirmiş cılız sesleriyle yaygarayı koparırlar. Söz konusu ülkelerin geniş yoksul yığınlarının hayat şartları, gelenekleri, bu küçümsenen aşağı tabakadan insanların içinde devrimci politik çalışma yapmanın çetin gerekleri, vahşi ve kıyıcı iktidarlara karşı mücadele yürütmenin ağır zorlukları … ne gam! Bu ülkeler halklarına “siz gayri meşru işler yapıyorsunuz, sizinle örgütlenip sınıf mücadelesi yapılmaz” veya “bu işleri bırakıp başka geçim kaynağı bulun” mu denilecek. Diyemezler, zaten demiyorlar ve bu emekçiler içinde çalışıyor ve dünyayı değiştirme faaliyetlerini yürütüyorlar.

Sol, çalışma zeminini Sünni kesime de kaydırmadığı müddetçe Türkiye Devrimini kucaklayamaz. Birkaç anlamda kucaklayamaz. 1) Ezilen halkın bu iki farklı inanç kesimine eşit uzaklıkta olduklarını bildirerek gönüllerini kazanma, aynı zamanda iktidarların, kontr-gerillanın ve sivil faşistlerin körüklediği Alevi – Sünni çatışmalarının kaynağını yok etme anlamında; 2) Uzun yıllardır birbirine küskün ve kırgın olmuş bu iki inanç kesimini kucaklayıp, devletten uzaklaştırarak kaderlerinin birliğinin gösterilmesi anlamında.

Bir başka gerçeğe vurgu yapmakta yarar var. Gericilik ya da ilericilik vasıflandırmasında Sünnilerle Alevi Müslümanları ayıran temel nokta, Alevilerin pratik konum bakımından sistemden uzak duruyor olmalarıdır. Yoksa Alevilik, dinsel inanış, tabular ve mistik yapı bakımından Sünni inanışından daha az gerici değildir. Bilinir ki yok edilmeye çalışılan değerlere daha fazla sarılınır. İlericilik atfedilen değerler kültürel olarak Semahlarda, Cemlerde, Pir Sultan Abdal’ın, Hacı Bektaş Veli’nin deyişlerinde ne kadar bulunuyorsa, bir o kadar da Sünni inanç alanında mevcuttur.

Eyüp Camiindeki mevlüt, bu alanda politika geliştirilebileceğine olumlu bir örnek oluşturuyor. Eyleyen ve düşünen birlikte gerekli.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar