Ana SayfaArşivSayı 7Sosyalizmin Tarihsel Sorunları Üzerine Notlar / Eleştiriler-I

Sosyalizmin Tarihsel Sorunları Üzerine Notlar / Eleştiriler-I

Nevzat Yaşar

“İnsanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar.”

(K. Marx)

 

Çoğu kez, üzerinde en çok tartışılan sorunlar, karmaşık ve içinden çıkılmaz bir hale getiriliyor. Tarafların, konuya ilişkin bütün ve doğru bilgiye aynı ölçüde ulaşabilmesinin olanağı olmadığı gibi, var olan bilginin de, bireylerin kendilerini bağladıkları okullarca “kırılmaya” uğratılması, sorunları, tarafların iradelerinden bağımsız olarak karmaşıklaştırıyor.

Bugüne kadar genel olarak,   “takipçiler”, izledikleri geleneğin “resmi” belgelerini doğru ve yanılmaz kabul edip, kendi değerlendirmelerine onları temel aldılar. Oysa bugünden geriye bakıldığında, bu değerlendirmelerde selektif bir yöntem izlenerek, sadece kendilerini doğrulayan bilgilerin kullanıldığı ortaya çıktı. Genelde sürecin dışında kalanlara, duruma ilişkin sadece “resmi” bilgi verilmesi, politikanın yürütücüleri tarafından her zaman yeterli ve uygun görüldü.

Bu duruma bir örnek vermek gerekirse; bugüne kadar SSCB’deki 1929-1938 yargılamalarında sanıkların “itirafları”   dışında kanıt gösterilemedi, esasen buna gerek de duyulmadı. Oysa Troçkistler ve tüm muhalifler Alman “ajan”lığıyla suçlandı. İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’nın merkezi arşivleri SSCB’nin eline geçmesine rağmen, bu “ajan”ların, ajanlığına ilişkin tek bir belge yayınlanamadı, çünkü yoktu.[1]

Dolayısıyla, tek tek ülkeler ve deneyimler söz konusu olduğunda, iktidara gelenler veya “ele geçirenler”, aslında öncellerini “ideolojik” olarak inkar etseler de, pratik olarak onların sürdürücüsü oldular. Onları yadsıma kültürü de dahil olmak üzere, her şeyi öncellerinden aldılar ve -geniş anlamda- seleflerinin tam bir takipçisi oldular. Bundan dolayı, tarihsel olgular zincirinin halkalarından bazılarını çıkarıp atmakla sağlıklı sonuçlara ulaşılamıyor; tarihsel gelişmeler açıklanamıyor.

Herhangi bir ülke ve onu yöneten Komünist Partisi de söz konusu edilse, gelişmelere örgüt hukuku ve devamlılık açısından bakıldığında, -teorik tezlerin değişmesi ve pratiklerin farklılaşması sonucu değiştirmiyor- yaşananların, öncellerle bütünlük gösterdiği anlaşılmaktadır. Dönemler arasındaki -teorik ya da pratik- değişiklikler ancak müdahalede bulunanların öznel durumlarıyla açıklanabilir. Burada, tarihsel çizgilerin pratik olarak takibini söz konusu ediyoruz. Elbette, farklı bir süreklilik ve takip teoride de yapılabilir…

Yaşananlardan biliyoruz; yönetimde bir değişiklik olmadan da politikalar değişebiliyor. Keza tersi de   mümkün. SBKP ve önderi Stalin’in değişmemiş olmasına rağmen, bu partinin hakim olduğu III. Enternasyonal’in yaşaması için birbirine taban tabana zıt kararlar verilmiş ama öngörülen politikalar da yürütülebilmiştir. Bununla sürecin doğruluğunu ya da yanlışlığını tartışmıyoruz. Tartıştığımız şey, Komintern yöneticileriyle Komintern’i feshedenler arasında bir ayrım yaparken, başlangıçla sonun bir bütün olarak değerlendirilmesinin gerektiğidir. Yani “Stalin öldü, bunun üzerine revizyonistler Uluslararası Komünist Hareketin önderliğini ele geçirdi” gibi bir yaklaşım gelişmeyi açıklama kapasitesine sahip değil. Stalin okulu öğrencileri, bu türden gelişmeleri sessizce geçiştiriyorlar. Kel kalmamayı değil, kelin görünmemesini maharet saymalarıyla, önce kendilerini, sonra “inananları” ikna etmiş oluyorlar.

Söz konusu tarihsel süreci değerlendiren bazı okullar, salt kendilerini haklı çıkarmak için, olay ve olguları birbirinden kopararak “parçalı” bir değerlendirme yapıyorlar.

Herhangi bir örgütün fiili devamı olmadan onun teori ve politikasını savunmanın, okullu geleneklerde yeterince örneği olduğu için, geçiyoruz.

Bir ağaç fidesi belirli bir gelişme aşamasından sonra, dal-budak salar. Sürgünlerin dal olabilmesi için ağacın gövdesinden ayrı bir tarafa yönelerek gelişmeleri ön şarttır. Bu yönelme esas gövdeye olduğu kadar, diğer sürgünlere de “fiilen” uzaklaşarak ayrılmaya dönüşür. Kendilerini okullara kilitlemiş gelenekler, ana gövdeyle veya dalların birbirleriyle oluşan ayrılıklarını da yadsımaya yönelince tam anlamıyla bir çıkmaza girdiler.

Aslında -denilebilir ki, kimyasal bileşenleri bakımından- hepsi aynı şeyi ifade ediyordu. Okullu geleneklerin genel değerlendirmelere konu edilen yönelimleri aynı olmakla birlikte, pratik gelişmelerinin herhangi bir anda farklılaşmasını tarihsel olarak içinde bulundukları zaman ve ulaştıkları boyutla açıklamak mümkündür. Çünkü nihayet her   parti,   gelişim düzeyi farklı olan ayrı ülkelerde iktidara yürüyor veya iktidarı alıyor. Dolayısıyla, dallar, birbirlerinden uzaklaşsalar bile, aslında aynı düzlemde kalmaya devam ediyorlar.

Tarih, bazı dalların niteliğinin değişimine bağlı olarak kırılıp kopmasına yol açtı. Niteliğinin değişimine bağlı olarak, diyoruz; çünkü onlar kendilerini de artık   “Marksizm alanının dışında” görüyorlar. O anda hemen ifade edilmese bile, sürecin ilerleyen aşamaları bunu bir olgu haline getiriyor.

2. Enternasyonal’in en güçlü partisi olan Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SPD) parlamento grubunun 4 Ağustos 1914 günü Reichtag’da savaş kredileri lehinde oy vermesiyle kırılma kopmaya dönüştü. Artık “anayurt savunucuları”nın Dünya Komünist Hareketiyle bir bağı kalmamıştı. “…Bunlar —der Lenin— emperyalist dönemin nesnel koşullarının emek hareketine dikte ettirdiği taktiklerin eksenidir.” (Sonbahar 1916’da yazdığı “Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme” başlıklı makaleden.)

Öte yandan bazı dallar, ayrılmaya başladıkları an’da -”uzaklaşma”yı görmekle beraber- önce “yumuşak” eleştiriler yönelttiler. Diğerlerini Marksizm alanında görüyorlardı ve hitapları “yoldaş”çaydı. Arkasından dallar büyüyüp aralarındaki mesafe açıldıkça, eleştiriler “sertleşti”,   muhataplar revizyonist ve hatta “karşı-devrimci” ilan edildiler. Süreç, herkesin kendisine göre, etki alanının dışına çıkanları, ayrılığın başlangıcını baz alarak kendilerine özgü gördükleri “Marksizm”in dışına atmalarıyla tamamlandı.

Buna, SBKP ve ÇKP’nin 1950’lerin ortalarında başlayan ayrılığını örnek verebiliriz. Her iki parti de iktidardaydı. SBKP o günkü koşullarda, Uluslararası Komünist Hareketin önderliğini yürüten, devrimler çağını açan Ekim devrimine önderlik eden, II. Dünya Savaşının muzaffer partisiydi ve 40 yıllık bir sosyalist inşa deneyimine sahipti. Oysa ÇKP bunların hepsinden yoksundu. Deyim yerindeyse tek sermayesi nüfusu bir milyara yaklaşan bir ülkeyi yönetmesiydi; ve her yönden SBKP’nin yardımlarına muhtaçtı.

Aslında ayrılığın bu tarihte başlamasından önce, ÇKP açısından “fiili” bir ayrılığı dayatmanın maddi zemini vardı.Belki de o zaman daha haklı bir zemin sözkonusu olacaktı. Çünkü Çin devrimi bir anlamda SBKP’nin ve onun önderi Stalin’in tezlerine rağmen yapılmış bir devrimdir. Ancak, SBKP’nin uluslararası zemindeki etkisine ÇKP’nin bayrak kaldırmamış olması politik olarak anlamlıdır.

SBKP açısından bakılırsa, sonrasında ÇKP’nin itiraz yükselttiği tezlerin tamamına yakınının -Stalinsizleştirme politikasının gizli uygulanmasından dolayı, ÇKP tarafından bilinmediği farzedilse bile -ÇKP’nin ayrılık ilan etmesinden önceye dayandığı ileri sürülebilirdi.

Nitekim SSCB’nin Çin’e yaptığı ekonomik ve kültürel yardımlar 1954-1958 döneminde en yüksek düzeye ulaşmıştı. SSCB’nin 1960 yılında Çin’deki bütün mühendis ve teknik elemanlarını geri çekmesine rağmen, SBKP MK’sı 21 Şubat 1963’te ÇKP MK’sına “sevgili yoldaşlar” diye başlayan bir mektup göndererek, “yumuşama” için zemin arıyordu. Bu mektuba ÇKP MK’sı 9 Mart 1963’te “sevgili yoldaşlar” diye başlayan bir mektupla cevap veriyordu. Bu mektupta, “1957 ve 1960 Moskova bildirileri temelinde birleşme” öneriliyordu.

Burada belirtmek istediğimiz, her iki partinin de aslında, en azından birbirlerinin bu tarihten önceki “değerlendirme ve tezleri”ni biliyor olarak hareket ettikleridir. Çok sonraları, bu durumu yok farzederek, birbirlerini karşı-devrimcilikle suçlamış olsalar da gerçek buydu. Her iki parti de, 1963 öncesinde ortaya konulan tezleri bilerek hareket etmişlerdir. Ancak husumet ortaya çıkınca ÇKP suçlamalarını SBKP’nin 1956’daki 20. Kongresine dayandırdı. SBKP ise, süreci Mao ile başlattı.

Bilimsel sosyalizm ve komünist harekette teorik ve politik bir kriz yaşanıp yaşanmadığı tartışmasına girmeden bir iki noktayı belirtelim.[2] Bilimsel sosyalizm, —Paris Komününü bir kenara bırakırsak— bu yüzyıl içerisinde —her okullu geleneğin kabulü farklı olmak üzere— birçok ülkede “yaşanmış olan haliyle” denendi. Aslında 20. yüzyıla damgasını vuran bu deneyler oldu. Ancak, pratikte sınanan komünist teori, ne yazık ki, 20. yüzyılın sonunda, —eldeki verilere göre— olumlu bir sınav veremedi.

Kapitalizm, sınıfların karşılıklı cephe savaşında “zafer” kazanamadı, ama Sosyalizmler de “bir biçimde” yıkıldı. Lenin’in deyimiyle “sosyalizm için cenaze töreni” yapıldı. Sorunun ikinci yanı da budur. Yenilgi cephede alınmadı, dolayısıyla yıkım da “devasa” oldu.

Dünya durmuyor, yaşam devam ediyor.O halde, tarih derslerinden hareketle yenilginin nedenleriyle birlikte, sorunun çözümüne doğru ilerlemekle karşı karşıya bulunuyoruz. Yani, “geriye dönüşler” sorunu, Marx’ın deyimiyle “çözüme bağlanmak” üzere, tarihsel gündemin temel sorunu olarak önümüzde duruyor.

Geriye dönüşlerin, “revizyonistlerin iktidarı ele geçirmesi”, “proletarya diktatörlüğünde dejenerasyon”, “iflas”, “yıkım” gibi farklı tanımlar aracılığıyla değerlendirilmesinin hiçbir önemi yoktur. Çünkü, tarih sahnesinde “yaşanan sosyalizm deneyleri”nde herkes perdede “son”un yazdığını gördü. “Kaleler” birbiri ardı sıra —hem de “dışarıdan”, “cepheden” bir saldırı olmadan— çökerek, tarihin kayıtlarına “deneyler” olarak geçtiler.[3]

Burada bir ayrım yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu, sorunun anlaşılır olması ve spekülasyondan azade bir tartışma için gerekli. Yaşanan deneylerdeki devrimlerin o ülkelerin iç dinamikleriyle gerçekleşip gerçekleşmediği ayrımından söz ediyorum. SSCB ve DAC (Demokratik Alman Cumhuriyeti), buna en iyi örneklerdir.

Rusya’da Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen Ekim devriminin yarattığı oluşumun (SSCB’nin) sosyalizmin bir deneyi olduğuna, Marksizm alanında, kimsenin itirazı yoktur. Yani Ekim devrimi, deyim yerindeyse, —uluslararası ve ulusal koşulların bir ürünü olan— normal bir doğumdur. Oysa, basında bilinen adıyla Doğu Almanya (DAC), gerçek anlamda bir tecavüzün sonucu oluşan hamileliğin, ameliyatla sona erdirilmesidir. Nitekim Erich Honecker, 1993 yılında kaldığı Moabit Cezaevinde kaleme aldığı Moabit Hapishanesi Notları’nda şöyle yazacaktı:

“Almanya Demokratik Cumhuriyeti (ADC), İkinci Dünya Savaşı ve sonrası gelişmelerin bir ürünüydü. 8 Mayıs 1945’de ona ilişkin bir tasarımız bile yoktu. … Halkın iradesi sorulmadan, bir değil iki Alman devleti ortaya çıktı.”

“L.J. Brejnev, 28 Temmuz 1970’de daveti üzerine ziyaret ettiğim Moskova’daki hastahanede aşağıdaki sözleri söylediğinde tamamen haklıydı: ‘Biz, Sovyetler Birliği olmaksızın, onun iktidarı ve gücü olmaksızın ADC varolamaz. Bizsiz bir ADC yoktur. ADC’nin varlığı bizim çıkarlarımıza, bütün sosyalist devletlerin çıkarına uygundur. O, bizim Hitler Almanyası karşısındaki zaferimizin bir sonucudur.”

Bu ülkelerin “kendisini yaratan gelişmelerin galiplerine” bağlılıkları, tam da bu gelişmelerden dolayı anlaşılırlık kazanmaktadır. Doğal olarak, yörüngesinde olunan “merkez”le, bu nedenden dolayı “kaderdaş”tırlar.

Dolayısıyla, tarihsel sorunların incelenmesinde esas almamız gerekenler Rusya, Çin, Arnavutluk gibi ülkeler olacaktır. Zaten, bugüne kadar yapılan tartışmalar da genelde bu eksen üzerinde yürütülmüştür.

Öte yandan, takip edilen gelenek ve okullardaki bölünmeler bu örnekler ekseninde oluşup şekillenirken, Dünya Komünist Hareketindeki bölünme ve ayrılıklar da bu ülkelerin bulunduğu kulvarların etaplarında oluştu. Böyle olunca da ayrı ayrı yürünen yolların aynı “son”a çıkması, bu tarz tarihsel çizgilerin geriye doğru takibini daha anlaşılır ve olanaklı kılıyor.

Sınıflı toplumlardan bu yana tarih sınıf mücadelerinin tarihiyse, komünist hareketlerin sınıf mücadelesindeki zaferlerini, ulusal ölçekli bir sosyalizm inşası olarak algılamak gerekiyor. Politikada geride kalan süreçlerin doğru-yanlış cetveli, ilgili politikaların sonuçlarıdır. Dolayısıyla sonuçlardan yola çıkarak tartışmak gerekir.

Engels, Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları (1848-1850) adlı çalışmasına 6 Mart 1895’te yazdığı girişte, kendisi ve Marx’ı kastederek, devrimlerden beklentilerini şöyle ifade eder: “Ama tarih bizi de yanlış çıkardı, bizim o zamanki görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri gitti: Yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı alt üst etti…”[4]

“Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta Avrupası üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır.”[5]

Sonuçta, komünist teorinin bulunduğu aşamadaki birikimle kurulan binalar, yüzyılın sonuna doğru -biçimleri tartışılabilir olmakla beraber- yıkıldılar. Bu günden geriye bakıldığında, bu yıkımlardan yıkılmamanın derslerini çıkartmak, bütün komünistlerin önünde temel bir görev ve büyük bir sorun olarak durmaktadır.

Tarih, Lenin de dahil olmak üzere biz komünistleri bir kez daha hüsrana uğrattı. Ama farklı bir biçim ve nedenle; karşı-devrim(ler)in devrim(ler)i cepheden yenmesiyle değil, devrim(ler)in kendi içindeki bozulmalarının bir sonucu olarak…

Örgütler düzleminde duranların veya kendilerini bu sorunda bir okullu geleneğe kilitleyenlerin, takipçisi oldukları soy-ağacı zincirini sorgulayamamalarında anlaşılmayacak bir şey yok; bunun aksi kendilerini inkar anlamına gelir ki, o zaman da tarihle bağları kopar. Dolayısıyla, gelişmenin herhangi bir anında soy ağaçlarından bir halkayı çıkarıp atmalarının “meşruiyeti”ni teslim etmek gerekiyor.

Mesela AEP takipçilerinin Mao ile ÇKP’yi soy ağaçlarından çıkarmaları için 1978-1980 yıllarına dayanmak gerekmiştir. Zincirin o halkasını çıkarıp atarlarsa “nesep”leri düzelmiş olacak ve o halka üzerinde bir tartışma yürütmeye de gerek kalmayacaktır. Aslında bu tavır bir “çözümsüzlüğün ve çaresizliğin” ürünü olarak bir odağın doğruluğuna ideolojistik olarak kilitlenmek; zor ve doğru olanın yerine, kolay ve yanlışı tercih etmektir. Ancak bu da anlaşılır bir durumu sergiler. Çünkü, bir “odağın doğruluğuna” ideolojik olarak bir kez kilitlenirsenirseniz, herhangi bir yanlışlık görseniz dahi -bu, onunla bağlarınızın çözülmesine yol açar, ancak düşünsel bağımsızlığınız oluşmadığından- olumsuzlukların neden ve sonuçlarını araştırmak gereği duymazsınız. Bunun yerine kendinizi, o günün koşullarında varolanlardan birine kilitlersiniz. “Günü kurtarma politikası”yla düzlüğe çıkarsınız.

Yakından bakıldığında görüleceği gibi, krizin pratik-politik düzlemdeki derinliğinin dayanaklarından biri de budur. İnsanların derin bir “inanç”la bağlanmış oldukları sistemdeki yıkılma, “tanrı”larına —eskiden olduğu gibi—inanmaları veya başka bir “tanrı” aramaları anlamında, bu biçimde yaratılan “yeni insan”ın gelişimindeki bir evredir aslında. Dolayısıyla bu, bilinen gelişmenin kaçınılmaz sonucudur ve şaşılacak bir şey de yoktur.

“Sosyalizm deneyleri”nin bugüne kadar dayandırıldığı planın, gerçekleşecek devrimlerin aynı akıbetle karşılaşmaması bakımından gözden geçirilmesi —eskilerin yıkılma nedenlerinin anlaşılması—, “eski”ye dönük bir yadsıma anlamına gelmiyor.[6]   Çünkü, yıkılan binaları görerek, gene de en iyisinin o planları uygulamak olduğunu iddia etmek, yapılması düşünülen yeni bir binanın ya hiç yapılmamasını istemek —burada niyetin hiçbir önemi yoktur— ya da, yıkılacağını bilerek yapmak anlamına gelir ki, bu da yapım için kullanılacak enerji ve çabanın israfından başka bir şey değildir.

Bir olası yanlış anlamayı da önlemek için şunu hemen belirtelim: Tartışılan, proletaryanın devrimciliği değildir. Sınıflar varsa, sınıf mücadelesi de olacaktır. Bu, bütün “irade”lerden bağımsızdır. Bu da zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne yol açacaktır. Başka bir ifadeyle “zulüm varsa, isyanın meşruluğu tartışmalardan azadedir”. İsyanın olmasının ya da olmamasının tartışmaya konu olacak bir yanı da yoktur. İnsanlık tarihi bunu defalarca kanıtladı. Sorun, yaratılan sonuçların “tasarlanan”dan farklı olmasının imkanlarını ortaya koymak ve yıkılma olasılığını ortadan kaldırmaktır.

            Lenin, Sol Komünizm – Bir Çocukluk Hastalığı’nda şöyle diyordu: “Bugüne kadar doruklarına ulaşılmamış bir dağa zorlu bir tırmanışa hazırlanırken, bazan zigzaglar yaparak yürümeyi, bazan geri dönmeyi, ilkten seçilen doğrultuyu bırakıp değişik doğrultuları denemeyi önceden reddetmek… gülünç bir davranıştır.

            “… ve bu söylenenler, siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesinden önceki dönem için olduğu kadar sonraki dönem için de doğrudur.” (Vurgular Lenin’in)

Özetle, tarihe gözlerimizi kapatanlardan —görmek istemeyen kadar kör…!— değilsek, bir kriz vardır. Eğer pratik’lerin yolu teori tarafından aydınlatılıyor idiyse, teori de yıkımlardan kendisine pay çıkarmak zorundadır. Bu çıkarsamaları, Dünya Komünist Hareketindeki bölünmeleri izleyerek sağlıklı sonuçlara ulaştırmak da mümkün görünmüyor.

Geriye dönüşlerin, komünist partilerin kötü adamlar tarafından zaptedilmesiyle gerçekleştirildiğini iddia etmenin bilimsel bakımdan herhangi bir anlamı olamaz. Böyle bir iddia, “dünün” komünistlerine yeterli geliyordu, ancak artık sorunun boyutları değişmiştir. “Sosyalizm deneyleri”, tasarlananlara da model oluşturmaktadır. Bu sorun, bugünden yarına teorik olarak çözümlenemezse, devrimci hareketi giderek saracak güçte bir tasfiyeci dalgaya dönüşebilir.

II

Bugüne kadar sosyalizm deneylerinin zaaflarını değerlendiren alan içi Marksistler genel olarak bir okula yaslanarak, diğer okulların hatalarının biçimsel yanları üzerinde durdular. Bu, aynı zamanda, teoriyi kendilerince kurtarma çabasının bir ürünüydü. Çünkü herkes tarihsel gelişmeler karşısında çözülmesi gereken sorunların üstüne gitmekte kendilerine göre “haklı” endişeler taşıyordu. Aynı neden ve gerekçelerle varlıklarını devam ettirenlerin, kendileri varken başka yıkılan örnekleri, kendi varlık gerekçelerini de dahil ederek sorgulamaları —doğaları gereği— mümkün değildir.

İkinci bir neden olarak —gerekçelerini ayrıca tartışmak üzere— bu geriye yönelik çözümleme, onlara göre, “doğruluk ve yanılmazlıkları tartışılmaz” olan bir alana girmek anlamına gelecekti. Dolayısıyla bu kabul edilemezdi. Önce sistem tabulaştırıldı, arkasından bu tabuya dokunmak “suç” kabul edilerek, cezai müeyyidelerle sistem kurtarılmaya çalışıldı. Ama hiçbir şey sonucu değiştirmedi, yapılanlar mukadder sonucu sadece erteledi, ileriye sarkmasına yol açtı.

Şimdi, bir örnek nezdinde bu konuda yazılanlara bakarak sorunu çeşitli boyutlarıyla ele almaya çalışalım.

III

Ekimler Dergisinde (Marksist-Leninist Teorik Siyasal Dergi, Sayı 1, Mart 1992) bu konuya ilişkin, H. Fırat imzasıyla “Sosyalizmin Tarihsel Sorunlarına Giriş” başlıklı bir yazı yayınlandı. Aynı derginin 2. Sayısında (Şubat 1994) gene H. Fırat imzasıyla, biri “Tek Ülkede Sosyalizm”, öbürü “Sosyalizmden Restorasyona” başlıklı iki makale daha yayınlandı. Önce, H. Fırat’ın Tarihsel Sorunlar ve Restorasyon konusundaki düşüncelerinin kısa bir özetini bu iki dergideki yazılardan yola çıkarak vermeye çalışalım.

“İç savaş sonrasında, 1921’de, Sovyet iktidarının önündeki manzara genel çizgileriyle şöyle özetlenebilir.

“İçte; geri ve üstelik iç savaşta çok büyük ölçüde tahrip olmuş bir sanayi, yaygınlığı ölçüsünde ilkel bir tarım ekonomisi, iç savaşın olağandışı koşulları içinde genel olarak çökmüş bir ülke ekonomisi, zayıf bir işçi sınıfı, ezici bir köylü ağırlığı, yaygın bir kitlesel cehalet ve genel bir kültürel gerilik. Bunları tamamlayan açlık, yokluk, yoksulluk, hastalık bu zemin üzerinde işçi sınıfının geri kesimlerini etkileyen ve kapsayan yaygın bir köylü hoşnutsuzluğu.

“Dışta; çekilmiş bir devrimci dalga, yenilmiş ve gerilemiş bir Avrupa işçi hareketi, o an için yeni bir müdahale gücünden yoksun olsa da, süregelen boğucu bir emperyalist kuşatma ve tehdit, Doğuda uyanmış bulunan fakat emperyalizmi zayıflatıcı etkisini henüz güçlü bir biçimde gösterememiş olan kurtuluş hareketleri.” [7]

1) Ekim devriminin yardımına, başta Alman proletaryası olmak üzere Avrupa proletaryası gelmedi. “Ekim devrimi Avrupa devrimini başlatmış olsaydı, Rusya Almanya’yı ileriye, muzaffer bir proleter devrime çekmeyi başarabilseydi, tarih çok başka türlü yaşanabilir, şimdi tartışılan ‘sorunlar’ çok büyük bir bölümüyle sorun olmaktan çıkmış olurdu, büyük bir ihtimalle.” (1/24)

2) “Ekim devriminin Rusya gibi son derece geri bir ülkeyle sınırlı kalması ve uzayan bir yalnızlığı yaşaması, Sovyet sosyalizminin karşılaştığı problemlerin tarihsel temelini oluşturmaktadır.” (1/15) (vurgular orijinalde) Nitekim Lenin de, “doğrudan sosyalizme geçecek kadar uygar değiliz” diyordu.

3) “… İç savaşın bitiminde, üç devrimin eğittiği ve iktidara hazırladığı bu sınıfın (proletaryanın-bn) sosyal varlığında büyük bir dağılma söz konusuydu. Bu sınıf devrimi gerçekleştirip yıllar süren iç savaşı kazanırken bu yolla bir bakıma kendi sosyal varlığını da tüketmişti.” (1/29)

4) Bu durum sonuçta partiye de yansıyordu. Nitekim Lenin de bu durumu şöyle teyit ediyordu: “Eğer gerçeğe gözlerimizi kapamazsak, itiraf etmeliyiz ki bugün partinin proleter politikası üyelerinin karakteri sayesinde değil, fakat partinin yaşlı muhafız diye adlandırabileceğimiz küçük grubunun bölünmemiş büyük prestiji sayesinde belirlenmektedir.” (1/30)

5) “Partinin görevi, ‘Sovyetlerin faaliyetini yönetmekti, yoksa Sovyetlerin yerini almak değil’ diye vurguluyordu 8. Kongre. Bu sorun bütün iç savaş boyunca partiyi uğraştırdı. Fakat fiilen, koşulların dayattığı zorunluluklar ile yaşanan zorlukların üstesinden gelmede düşülen kolaycı eğilimler, işaret edilen tehlikeyi iç savaş bitiminde artık bir olgu haline gelmişti. … “Ruhunu, iradesini, yaşam gücünü kitlelerden alan Sovyetler ile şimdiki Sovyet aygıtları artık birbirinden bütünüyle farklı kurumlardı.” (1/31-32)

6) Nihayet, “iktidarı, —diyordu Lenin— kapitalizmin bize miras bıraktığı unsurlarla kuruyoruz.” (İşçilerin geriliği ve eğitilmemişliği koşullarında) … “Proleter devrimin son derece geri bir ülkede yalnız kalmış olması, bu zorunluluğun olumsuz etkisini görülmemiş ölçüde çoğaltıyordu.” (1/41)

7) “… her ne kadar … işçi-köylü yönetici ve uzmanlar kuşağının ortaya çıkışına paralel olarak NEP döneminin bürokratik öğeleri ve burjuva uzmanlar kuşağı tasfiye edildiyse de, bu aynı dönemde oluşmuş ve oturmuş bürokratik sistem, yapılar ve işleyiş aşağı yukarı değişmeden kaldı.” (1/42)

8) Yöneticilerin, gerektiğinde geri alınmak üzere kitleler tarafından seçilmesi ilkesinden süreç içinde uzaklaşıldı. 1930’a gelindiğinde, bu ilkeden tamamen uzaklaşılmıştı. (1/43)

9) “Parti tüm işçi sınıfını kapsamadığı gibi, işçi sınıfının hala küçük bir azınlığı olmaya devam ediyordu. Sınıfın öncüsü olan bu yönetici azınlık, aynı zamanda sınıfın ayrıcalıklı bir azınlığına, hiç değilse bunun en önemli ve etkin bölümüne de dönüşmüş olacaktı süreç içinde. … Bürokratik deformasyon geleceğe yönelik olarak ve bir süreç içinde hep bu zemin üzerinde gelişip olgunlaştı.” (1/46)

10) “Bir sınıf demokrasisi, işçi sınıfının damgasını taşıyan bir proleter demokrasi olması gereken Sovyet demokrasisi, Rusya’nın kendi özgül koşullarından dolayı, birbirine yakından bağlı başlıca beş koldan zaafa uğramış bulunmaktaydı. 1) Sovyetlerin işlevsizleşmesi; 2) Çarlık idari aygıtından devralınan kötü miras; 3) Toplumdaki köylü ağırlığının iktidar yapısına yansıması; 4) Parti ile devletin özdeşleşmesi; 5) Sınıfsal ve iktisadi ayrıcalıklarla donanmış bir bürokrasi.” (1/58)

11) Gündeme gelen her sosyalizm uygulaması “Tek ülkede sosyalizm” olarak yaşandı. Oysa, “kapitalizmin evrensel bir ekonomik sistem yaratmayı başardığı bir tarihsel gelişme aşamasında, onu baskıdan, eşitsizlikten, sömürüden, anarşiden ve tüm öteki çarpıklıklardan kurataracak bir evrensel ekonomik ve siyasal sistem yaratma perspektifiyle hareket etmeden, kapitalist sisteme tarihsel bir alternatif olmak ve onu tarihe gömmek olanaksızdır.” (2/37)

H. Fırat’ın, yukarıya aktardığımız düşüncelerinin özetine genel bir perspektifle baktığımızda, aslında kendisinin de Troçki’ye yönelttiği “sosyalist tarihsel pratiklerin kusurları etrafında dönüp durmaktan” çok fazla ileri gittiği söylenemez. H.Fırat’ın, Troçkizmin bir “tabu” olmadığına kanaat getirmesini olumluyoruz, ancak Troçkizmin “… hiçbir tarihsel başarının, başarı orada kalsın, sözü edilebilir herhangi bir devrimci pratiğin onurunu taşımadığı” belirlemesine katılmak mümkün değildir. Bizce, tarih bu durumu “dürüst devrimcilerin günahı” olarak kaydedecektir. Doğru, güvenilir, “usta” bir Marksist dile getirdiği için değil, doğru olduğu için doğrudur. Doğruların “kötü” bir adam tarafından telaffuzu, onları ortadan kaldırmıyor. Öte yandan, onların, en azından maruz bırakıldıkları baskı ve şiddetten dolayı, bugün bizler gibi ortodoks geleneklerden gelenlerin, gelinen noktada hatalarını düzeltmeleri gerekiyor.

Her şeyden önemlisi de Troçkizm – doğru ve yanlışları bir yana- “resmi” ideolojiye ölümüne bir karşı koyuştur. Nitekim H.Fırat’ın “itici bulmuşlar” belirlemesinin arkasında yatan da budur. Yıllar boyunca, “karşı devrimci” teraneleri itirazsız yutmaktan kendimizi sorumlu tutmalıyız. Öte yandan H.Fırat’ın belirtmediği bir şey de, Troçki ve Troçkizm hakkındaki “resmi tarih”in ve hakim anlayışların devrimciler ve komünistler üzerindeki etkisidir. Gelenekler kendilerini yıllar boyunca resmi tarih düsturuyla ifade etmeye çalıştılar. Öyle ki bir örgütün AEP tarafından tanınması, komünistliğin temel kanıtı olarak ileri sürülebilmiştir. H.Fırat, böyle olunca Troçkizmi elbette itici bulacaktır.

Tekrar H.Fırat’ın söylediklerine gelelim… Başta Lenin olmak üzere bütün komünistler, oluşan manzaranın farkındaydı. Lenin, içte ve dışta durumun ne kadar vahim olduğunu defalarca belirtmiştir. Ancak yapılacaklar -Paris Komünü deneylerinden ders çıkarmış olsalar da- teorinin kurucuları tarafından ilk kez, bu verili koşullarda uygulanacaktır.

Lenin ve öteki Rus komünistleri, önlerinde duran “tarihsel zorunluluklar”ın farkındaydı. Marx’ın deyimiyle “tarih, içinde yaşanılan koşullarda yapılır(dı)”. Dolayısıyla tarihsel gelişmeyi “zorunluluklara” dayanarak açıklamak, yapılabilecek tek şeyin gerçekleşenler olduğu sonucuna götürüyor bizi. Bu ise, dairenin “koşullardan dolayı” her zaman fasit bir biçimde kapanacağı sonucunu doğurur. Oysa koşullar, dış etkenler tarafından belirlenir ve tarihin hiçbir döneminde arzuladığımız gibi olamaz. Bu nedenle eylemimizi, belirlemek imkanına sahip olmadığımız alanlarda gerçekleştirmek zorundayız. Hiçbir devrim, tarihi gelişmelere müdahale edenlerin istediği gibi gerçekleşmemiştir. Yaptıklarımız ve yapacaklarımız üzerinde koşulların pozitif ve negatif etkileri olacaktır. Gelişme seviyesinin -ekonomik, siyasi, kültürel kısacası toplumun toplam üretimi anlamında- eksik ve özellikleri bir tarihsel zorunluluktur. Tarihsel gelişmenin sonuçlarını buna dayanarak açıklamak, aslında bir yönüyle “iradi müdahalenin” de rolünü yadsımaktır. Nitekim, halen sol düzlemde bulunan her yapı ve kesim davranışlarını, koşulların zorunluluğuna dayandırıyor.

Politik durum incelendiğinde görülecektir ki, bireylerin, örgütlerin, toplumların yaşamında mükemmel bir döneme rastlanamaz. Böyle olunca, gelişmelere – kötü gittikleri zaman – mutlaka bir gerekçe bulunur. Dolayısıyla, koşulların elbette etkisi olacaktır, ama gelişmeler böyle izah edilemez, çünkü sorun anlaşıldığı kadar basit değildir. Lenin 1917’de daha Zürih’teyken şöyle diyordu: “Rusya, bir köylü memleketidir, Avrupa’nın en geri kalmış memleketlerinden biridir. Sosyalizm orada hemen ve kendiliğinden üstün gelemez. (…) Rus proletaryası, sadece kendi gücüyle sosyalist devrimi başarıyla tamamlayamaz. Ama Rus Devrimine sosyalist devrim için en iyi koşulları sağlayacak ve bir ölçüde onu başlatacaktır.”[8]

Sorunun açık ve anlaşılabilir, tartışmanın ilerletici olabilmesi için, ayrımlara gitmek kaçınılmazdır. Sorunun bir yanı, Rus Devriminden önce de tartışıldığı haliyle, devrimin bir tek ülkede ya da ülkeler grubunda zafer kazanıp kazanamayacağıdır.Bu konuda, bizzat deneylerden gereken dersi çıkarmak mümkündür.

İkincisi, bir ülkede ya da ülkeler grubunda gerçekleşen devrimin yaşayıp yaşayamayacağıdır. Bunun olumlu ve olumsuz örneklerini tarih kaydetti. Devrimin karşı-devrim tarafından boğulduğu örneklerin üzerinde durmuyoruz. Tartışmamızın konusu bunlar değil. Devrimin gerçekleştiği, ve iç ve dış badireleri atlatıp yaşadığı örneklerin akibetini tartışıyoruz. Şimdi Lenin’den konuya ilişkin tarih sırasına göre birkaç parça aktaralım.

Eylül 1916 / “Sosyalizm ilkin bir tek ya da birkaç ülkede zafer kazanırken öteki ülkeler, belli bir süre boyunca burjuva ya da burjuva öncesi ülkeler olarak kalacaklardır. Bu durum zorunlu olarak sürtüşmelere yol açacak ve ayrıca öteki ülkeler burjuvazisini doğrudan doğruya sosyalist devletin muzaffer proletaryasını ezmeye yöneltecektir.” [9]

Ekim 1917 / Barış üzerine, Sovyetin 2. Kongresine Sunulan Karar’dan: “24-25 Ekim Devrimiyle yaratılan İşçi, Asker ve Köylü Vekilleri Sovyetlerinin desteğine dayanan işçi-köylü hükümeti, derhal barış görüşmelerine başlamalıdır. Çağrımız hem hükümetlere hem de halklara yöneltilmelidir. Hükümetleri görmezlikten gelemeyiz; çünkü bu, barışı sonuçlandırma ihtimalini geciktirebilir ve halk hükümeti bunu göze alamaz.(…) Savaş, reddetmekle bitmez, tek taraflı olarak bitirilemez. Üç aylık bir ateşkes teklif ediyoruz ama, tükenmiş olan ordunun birazcık dahi olsa serbestçe nefes alabilmesi için daha kısa bir süreyi reddetmeyeceğiz.(…) Hükümetler ve burjuvazi, güçlerini birleştirmek ve işçi-köylü devrimini kanla boğmak için her çabayı gösterecektir.” [10]

Kasım 1918 / “…yarın dünya emperyalizmi Rus Sovyet Devletini, diyelim ki, Alman emperyalizmi ile İngiliz-Fransız emperyalizmi arasındaki bir anlaşma yoluyla, boğacak olsa bile…” [11]

Aralık 1921 / “Ama kapitalist bir çevre içinde, sosyalist bir Cumhuriyet’in var olması mümkün müdür? Politik ve askeri bakımdan mümkün görünmüyordu. Bunun, hem politik hem de askeri bakımdan mümkün olduğu artık ispatlanmıştır Bu bir gerçektir.” [12]

Mart 1923 / Az Olsun, Öz Olsun başlıklı makaleden. “Bu nedenle, şimdi Batı Avrupa’nın kapitalist ülkeleri sosyalizme doğru gelişmelerini tamamlayana kadar, küçük ve çok küçük köylülerimizin üretimiyle ve bugünkü yıkık durumumuzla ayakta kalabilecek miyiz, sorusu karşımıza çıkıyor.” (Vurgular bizim)(…)

“Bu emperyalist ülkelerle aramızda yakında çıkabilecek çatışmadan kaçınabilir miyiz? Batılı ve Doğulu karşıdevrimcilerin, Doğulu ve Batılı sömürgecilerin, Japonya ve ABD kamplarındaki düşmanlıktan ötürü, Rus karşıdevrimini destekleyen Batı Avrupa’nın karşı-devrim seferinin başarısızlıkla sonuçlanmasında olduğu gibi, Batı’nın canlanan emperyalist ülkeleri ile Doğu’nun canlanan emperyalist ülkeleri arasındaki iç çatışma ve düşmanlık, bize ikinci kez bir soluk alma fırsatı tanıyabilir mi? (…) Karşı devrimci Batı ile devrimci milliyetçi Doğu arasında, dünyanın en uygar ülkeleri ile çoğunluğu geri kalmış ülkeleri arasında çıkacak bir sonraki askeri çatışmaya kadar varlığımızı sürdürebilmemiz için, bu çoğunluğun uygarlaşması gerekmektedir. Gerekli politik koşullara sahip olmakla birlikte, biz de doğrudan sosyalizme geçmemizi sağlayacak uygarlıktan yoksunuz. Kendimizi kurtarmak için aşağıdaki taktikleri ya da politikayı izlememiz gerekir.”[13] (Burada bahsedilen politikalar; devlet masraflarında kısıntı, işçi ve köylülerin devlete güveninin sağlanması, bürokrasinin sınırlandırılması, ülkenin sanayileştirilmesidir.)

Görüleceği gibi, 1923 yılındaki son yazıya kadar -ki o yazıda da- esas tehlike dışarıdan bekleniyor. Amaç, 1917 Ekim’inden itibaren zaman kazanarak içeride bir rahatlama ve toparlanma sağlamaktır. İşaret ettiğimiz 1923 yılında, devrimin sorunlarının ülkenin genel geriliğinden kaynaklandığı vurgulanarak tehlike yalnızca dışarıdan bekleniyor. Avrupa ve Almanya’nın yardımının bu tehlikenin savuşturulmasında bir esprisi olacaktır. Nitekim Almanya’da bir gelişme kaydedilmemesi, barış anlaşmasının, ağırlığına rağmen kabulüyle sonuçlanıyor.

Dolayısıyla tek ülkede devrim zafer kazanarak elverişli koşullarda, varlığını da koruyabilmiştir. Devrim tek bir ülkede zafer kazanıyor, elverişli koşulların varlığıyla zaman kazanarak varlığını sürdürüyor. Peki bu devrim, sosyalizmi niçin inşa edemesin? Bu soruna biraz sonra döneceğiz, şimdi, “tek ülkede zafer sorunu”nun Lenin tarafından neden defalarca işlendiğine kısaca değinelim.

Bunun esas nedeni, Ekim Devriminin prototipini oluşturan Paris Komününün yıkılmasında aranmalıdır. Emperyalistlerin, aralarındaki anlaşmazlıkları bir kenara bırakarak kurulacak bir sosyalist cumhuriyete saldıracaklar endişesi -ki Devrimin ilk üç yılı bunu doğruladı da- devrimin zaferinin, Avrupa’daki gelişmelere bağlı olduğu görüşünde ifadesini buldu.

Bilindiği gibi Paris Komününden sonra, Almanya’ya yenilmiş olan Fransa’nın Komünü ezmek için tek ve baş destekçisi gene yenildiği Almanya oldu. Almanlar ellerindeki 130000 Fransız esirini serbest bırakmakla kalmadılar, bunların Thiers’in kuvvetleriyle birleşerek Komün’e saldırmaları için her olanağı sundular. Marx, Fransa’da İç Savaş Üzerine çağrıda şöyle diyecekti: “Prusya ile Paris Komünü arasında bir savaş yoktu. Tersine Komün barış hazırlıklarını kabul etmiş ve Prusya da tarafsızlığını açıklamıştı.

“Modern zamanların en korkunç savaşından sonra, yenilen ve yenenin proletaryayı ortaklaşa katletmek için kardeşleşmeleri, bu görülmemiş olay, Bismarck’ın düşündüğü gibi yükselen bir yeni toplumun kesin ezilmesini değil, ama eski burjuva toplumunun tam bir dağılışını gösteriyor. Eski toplumun hala yetenekli olduğu en yüksek kahramanlık çabası, ulusal bir savaştır. Oysa şimdi ulusal savaşın, hükümetlerin sınıflar savaşını geciktirmeye yönelik ve bu sınıf savaşımı iç savaş biçiminde patlak verir vermez bir yana atılan, katıksız bir aldatmaca olduğu da görüldü. Sınıf egemenliği, kendisini artık ulusal bir üniforma altında gizleyemez; ulusal hükümetler, proletaryaya karşı ancak bir bütün oluştururlar.” [14]

Oysa Ekim Devrimi sözkonusu olduğunda, Almanya tarafsızlığını ilan etmek bir yana saldırıya devam ediyordu. Bu durumda Devrim, zaferinin garantisini, doğal olarak dışarıdan, yani Avrupa’dan bekliyordu. Sonuçta ne Avrupa’da bir devrim patladı, ne de emperyalist saldırılar amacına ulaştı.

Burada bir parantez açarak, 1939’da Stalin’in, benzer bir gerekçeyle, savaşın SSCB’ye yönelmesini ertelemek için Nazilerle bir saldırmazlık paktı imzalamasının anlaşılırlık kazandığını vurgulamak gerekli.

Demek ki “Tek ülkede sosyalizm” sorunu; A) önce tek ülkede devrimin olabilirliği, B) olması ve zaferi (ulusal ölçekte), C) var olan ulusal ve uluslararası koşullardan yararlanılarak yaşaması, D) en sonunda da sosyalizmin inşası sorunudur. İnşanın sonucunu, inşanın kendisine bağlı olarak tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Devrimin geri bir ülkede gerçekleşmesi ve yalnızlığı ile işçi sınıfında oluşan tahribat, inşa sürecinin sancılı geçmesini etkiler. Taylorist yöntemleri uygulamak, hızlı sanayileşme, veya bu sanayileşmede sektörlere uygulanan denge, önceliğin yatırım mallarına verilmesi, zorla kollektifleştirme, Parti’nin birliğini koruma adına uygulanan şiddet vb. bu geriliğe ve yalnızlığa dayandırılabilir.

Partide kontrol, tüzüksel bir düzenlemeyle de teyid edilmiş olarak, Ekim öncesi üyelerin elindedir. Stalin, “Partinin Görevleri Üzerine” başlıklı raporda (2 Aralık 1923) şöyle yazar: “Parti çizgisi, buna örneğin parti üyeliğinin süresi vb. gibi kaçınılmaz engeller olmadıkça, Partimizin fonksiyonerlerinin mutlaka seçilmesini gerektirir. Parti Tüzüğüne göre, bir il komitesi sekreteri için, parti üyeliğinin, Ekim öncesine dayanması gerektiğini; bir ilçe komitesi sekreteri için üç yıllık, bir hücre sekreteri için bir yıllık parti üyeliğinin, gerekli olduğunu biliyorsunuz. Ancak parti pratiğinde birçok kez, belirli bir parti üyeliği süresi zorunlu olduğuna göre, gerçek seçimlerin yapılmasına gerek olmadığı görüşü savunulmuştur.” [15]

Demek ki Partide kontrol, sevabıyla günahıyla zaten “yaşlı muhafızlar”ın elindedir. Dolayısıyla ne sınıfın sosyal bileşiminin bozulması, ne de bunun Partiye yansımasının Komünist Partinin politikalarının uygulanmasında bir rolü bulunmamaktadır. Yukarıda belirtildiği üzere, görevli sekreterler ve fonksiyonerler atamayla getirildiğine göre, aslında sınıfla Parti’nin fiili bağı zaten bir biçimde kopuyor. Parti üyesi olmanın, işçi olmayı gerektirmediği biliniyor. Keza Tüzükte de buna ilişkin bir belirleme bulunmuyor. Dolayısıyla, gerek toplumun geriliği, gerekse de iç savaş koşullarında sınıfın sosyal yapısının bozulması veya iddia edildiği gibi bunun Partiye yansıması gibi gelişmelerin, sonuç üzerinde belirleyici bir etkisi yok.Durum böyle olunca, süreç içinde görevlilerin ve yöneticilerin gerektiğinde geri alınmak üzere kitleler tarafından seçilmesi koşullarını yaratmanın olanağı yok.



[1] Bu halen, komünist ve devrimci hareketin, kendi içine irin akıtan bir yarası olarak üzerine eğilmeyi bekliyor. Ayrı bir çalışmaya ihtiyaç göstereceğinden, değinerek geçiyorum.

[2] Aslında herkes krizi “bir biçimde” kabul ediyor, bazıları bu krizi yalnız pratik-politik alana özgü olarak kabul ederken —çünkü gözleri “sosyalist rejimler”in yıkıldığını görüyor—, —bizim de içinde yeraldığımız— bir kısım çevre de, krizin salt pratik-politikada gerçekleşmediğini, bunun teorik bir dayanağının da olması gerektiğini ifade ederek, açılan yelpazenin içinde yeralıyorlar. Başka bir ifadeyle, birinciler “kötü kadere” küfür edip dururlarken, ikinciler sonuçlardan nedenlere doğru gerçekleşen bir yönelimin içindedirler.

[3] Burada bir-iki tartışmalı —”yaşayan”— örneği belirtmek gerek. Bunlar Vietnam, K.Kore, Küba ve Etiyopya’dır. Gerçi pratik-politikanın hiçbir okullu/okulsuz geleneği en azından şu anda, açıkça ve net olarak bunları “tarihsel deneylerin” yaşayan örnekleri olarak sahiplenmiyor. Yapılan —bizim de doğru gördüğümüz— bunların “anti-emperyalist kaleler” olarak desteklenmesi gerektiğidir. Çin’e gelince, sürecini halen SSCB gibi, tamamlamamış olmakla beraber, artık “öğrencilerince” zaten terkedilmiş durumda.

[4] Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yay., Ankara 1988, s.12

[5]A.g.e., s.14

[6] Tartışılmazlık, değiştirilmezlik, mutlak yanılmazlık ancak bir din’de olur. Oysa bizler ne bir “din”in mensuplarıyız, ne de mutlak yanılmaz bir “kuram”ımız var. Bu bir. İkincisi, bilimsel sosyalist teorinin tartışılmaz, değiştirilmez olduğu iddiasındaki ortodoks “Marksistlerimiz”, aslında kendi gerçekliklerini kavrayamıyorlar. Dün söyledikleriyle bugün söyledikleri arasında esaslı aykırılıklar olmasının hiçbir önemi yok, onlar her zaman “kerameti kendinden menkul” komünistler olmuşlardır. Ama kendileri “dün”deyken, onlara göre bugünkü doğrultuda olanlar, kendileri gibi dünde olmadıklarından dolayı, onların “dününde” kalanlar, onlara göre orada kaldıklarından dolayı “anti-Marksistler”. “Her devrin komünistleri” olmak, onların söylediklerinin/yaptıklarının zıtlığıyla çelişmediği gibi; tersten, komünistliklerinin de bir kanıtı oluyor.

[7] H. Fırat, “Sosyalizmin Tarihsel Sorunlarına Giriş”,Ekimler, S.1, Mart 1996, s. 27(Bundan sonra metin içinde Ekimler’in Sayı ve ilgili yazının sayfa numarası verilecek . Örneğin; 1/27)

[8] Aktaran: Oskar Anweiler, Rusya’da Sovyetler, Ayrıntı Yay., İstanbul1990 (Vurgular orijinal)

[9] Lenin, Tek Ülkede Sosyalist Devrim, Ekim Yay., Ankara 1990, s.18

[10] Lenin, Barış İçinde Birarada Yaşama, Ekim Yay., Ankara 1990,s.15-16

[11] Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, Sol Yay., Ankara1993, s.307

[12] Lenin, Barış İçinde Birarada Yaşama, s.121

[13] Moshe Lewin, Lenin’in Son Mücadelesi, Mer Yay., İstanbul 1992,s.138-139

[14] Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yay., Ankara 1991,s.81

[15] Stalin, Muhalefet Üzerine-Cilt1, İnter Yay., İstanbul 1993, s.20

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar