Ana SayfaArşivSayı 63İsyanın Ardından

İsyanın Ardından

İsyanın Ardından

Agâh Akyazıcı

Biçimsizlik bütün biçimlerin anasıdır.”

Dao De Jing

Ezilenlerin farklı taleplerle ve yoğunlaşma dereceleriyle beliren öfke patlamalarının, isyanlarının nadiren ortak bir ad ile simgeleştiği görülür. Birbirine temas etmesi, aynı çerçeve içinde bulunması tahayyül dahi edilemeyen ezilen kesimlerinin ideolojiler çokluğu, ortak ad oluşturmaya genellikle elverişsizdir. Bu nadir durum Haziran İsyanı’nda simgesel kuruluşunu, ezenin dışlama/bastırma amaçlı adlandırmasını tersine çevirip üstlenerek gerçekleştirdi; ortak adını ilan etti. ‘Çapulcu’ adı isyanın başlangıcında ve sürdürülmesinde bileşenlerinin önemli bir kısmı tarafından üstlenilerek “sayılmayanları hesaba katan bir cemaat mensubiyetinin ilanı”1 işlevini gördü. İşin aslı, olmayan, hatta imkânsız cemaatin, bir bakıma ad ile durum arasındaki ilişkinin alt-üst oluşuyla bir adın belirginleşmesinin özel bir örneği ortaya koyuldu.

İsyan, öfke patlaması olarak farklı kanallardan akan ama hükümete ve hükümetin başına yönelen yoğunlaşmış/birikmiş bir itirazın ifade biçimidir. Diğer yandan belirlediği hedefinden dolayı mevcut rejimin ‘yürütülüş biçimine’ doğrudan bir itirazı ifade etmektedir. Geniş katılımıyla farklı eğilimleri barındırmasına rağmen, bu isyan bir ‘rejime muhalefet’ değil rejimin işleyişine yönelik beliren tepkilerin derlendiği bir öfke patlamasıdır. Bu niteliğiyle istikrar bozucu etkisi devrimci politikanın olanaklarına işaret eder.

Kendiliğindencilikler dönemi”2 içinde değerlendirebileceğimiz, esas olarak dönemin genel özelliklerini taşıyan ama ifade biçimi yerelde düğümlenen politik ve toplumsal ilişkilere göre şekillenen isyan ‘kendiliğinden’ bir nitelik taşıyor. Kuşkusuz bu niteliğiyle farklı politik müdahalelere alabildiğine açık. Bir taraftan isyanın içinden onu kendi tikel alanı içinde tutan bir kendiliğindencilikle kuşatılmışlık yaşarken, diğer yandan mevcut varlığıyla isyanın içinde olmakla birlikte politik ağırlıklarını özgülleştiremeyen, bu anlamda isyana dışsal ‘kendiliğindenciliğin’ övgüyle dışarıdan kuşatmasına konu oluyor. İsyanın kendiliğindenliğine yönelik genel bir görü olmasına karşın politik alana hakim olan yön kendiliğindencilik olarak belirginleşiyor. Bunun anlamsal ve konumsal karşılığı, olana, yaşanan gerçekliğe göre değil, olması arzulanana yönelik bir kabul ve buna göre şekillenmiş hareket tarzı oluyor.

Kuşkusuz devrimci politika ân tarafından şekillendirilmeye açık olmak durumundadır; ân’ın devrimci perspektiften temellükünün ilk koşulu ân’ın olanaklarına açık olmaktır. Tikel isyan dinamiklerinin şu ya da bu yoğunlukta merkezileşmesi, bir öfke patlaması olarak vuku bulması başlı başına özel bir durumdur; özel bir konjonktür anlamına gelir. Bu özel konjonktür ancak politik özne perspektifinden, ân’ın akışına kapılmadan, ancak durumun olanaklarına da sonuna kadar açıklık ile karşılanabilir. Haziran İsyanı’nın bu anlamda ‘genel’ bir değerlendirmesi yapılamaz; olsa olsa dinamikliği içinde, özneleri dolayımıyla ve özne perspektifiyle politikanın yürütülüşü ve yönelimi açısından deneyimlenir. Başka bir düzlemde, toplumsal nesne’nin tarihsel biçimlenişi, isyanı koşullayan etkiler ve ilişkiler inceleme konusu olabilir.

Haziran İsyanı’na kısaca değindikten sonra genel olarak isyanın etkileri, yoğunluğu ve bunların esini ile farklı perspektiflerden fikir yürütme olanağı sağlayacak çalışmaları değerlendirme konusu yapacağız. Bu çalışma ‘isyan’ fikriyle ilgili felsefe ve politikayı ele alan, felsefe pratiğine dair metinlerin üretken incelenmesiyle sınırlıdır.

İlk olarak Frédéric Lordon’un “Kapitalizm Arzu ve Kölelik”3 adlı kitabında oluşturduğu Spinoza yorumunun verdiği esinle ama onun içerik ve kavram sınırlarında kalmadan Spinoza’nın materyalizminin politikaya uzanan kolunu ve İsyan’ın zorunluluğunu ele almaya çalışacağız. Lordon’un farklı bir bağlamda ’kapitalizm’ üzerine oluşturduğu metaforu ana nokta olarak almakla birlikte, Spinoza’nın ‘olumsal olmayan politika’ yaklaşımının isyana açılan yanına dolaysız bir bakış sunmayı amaçlıyoruz.

İkinci olarak, Alain Badiou’nun politika üzerine felsefeden yaptığı bir müdahale olarak anlaşılabilecek “Tarihin Uyanışı”4 adlı çalışmasına bakacağız. Bu çalışma, özellikle Arap İsyanları’nı tarihsel izlek olarak ele almasına rağmen yazarı tarafından, daha sonra, ortaya konulan yaklaşımın olgusal karşılığının Arap İsyanları’na denk düşmediği kabul edilerek bir anlamda olgusal uygunluğa geri çekilmiştir. Buna rağmen Badiou’nun, ‘siyasal felsefesi’ne uzak, ama politika üzerine felsefe pratiğine açık yaklaşımı ve öne sürdüğü tezler kimi kayıtlarla ayrımlar yapmaya elverişli görünmektedir.

A. İsyanın Geometrisi: Spinoza Uğrağı

1) Olumsal olmayan bir politika teorisi

Spinoza’nın materyalizmi bize isyan hakkında ne söyler? Ezilenlerin devrimci politikası açısından Spinoza’nın materyalizmi nasıl kullanışlı hale getirilir? Bu soruların yanıtı çok da dolambaçlı olmasa gerek. Spinoza olumsal olmayan bir politika yaklaşımıyla istisnai bir materyalist konum inşa eder. Üstelik bu felsefi pozisyon, olumsallığın ‘özgürlük’ olarak kutsandığı, öznelci, idealist yaklaşımların egemenliği altındaki devrimci alanın tam karşısında durup olumsal olmayan bir devrimci politikaya ulaşır. Buna göre ‘özgürlük’, herhangi bir bağa sahip olmama durumu değil, bağlar üzerinde değişiklik yapma yönündeki pratik kapasitedir.

Peki, ama “Gerçek ve mükemmellik deyince ikisinin de aynı anlama geldiğini betimliyorum”5 diyen Spinoza olanı, yani mevcut ezme-ezilme ilişkisini de onaylamış olmuyor mu? Ontolojisinde “yedek diye bir şey tanımayan”6 ve yaptığımızdan başka bir şey yapamayacağımızı ifade eden Spinoza’nın materyalizmi her türlü reel-ideal, olan-olması gereken ayrımını imha ederek, olana dolaysız yönelmeyi sağlar ve bu vesileyle egemenliğe ve egemenliğe isyana, oluş halinde uzanmanın yolunu açar.

Radikal’ yaklaşımları da kapsayan genel teorik-felsefi pozisyon özellikle liberalizmin hükmü altında hayatına özgürce hükmeden özneleri, bireyleri varsayar; dolayısıyla devrimci politika, bilinçleri fethetme olarak anlaşılır. Spinoza’da bu, ‘özgürlük yanılsaması’dır. Yani kendi adına hüküm oluşturma yeteneğini devreden, ama bunu geri kazanmak için sürdürülen mücadele! Sonuç itibariyle politika, bir tür ‘özne’lerin özgürlük istenci olarak farkındalık halinin oluşturulması üzerine inşa edilir. Hukuksal özne’den dekadan devrimciliğe kadar geniş bir skala içinde bu yaklaşımın sonuçlarını izleyebiliriz. Spinoza bu anlayışı reddediyor ve kendi kategorileriyle materyalist bir konum sunuyor: “[B]iz bir şey için çabalıyorsak, onu istiyorsak, ona iştah kabartıyorsak yani onu arzuluyorsak bunu o şeyin iyi olduğuna hükmettiğimiz için yapmıyoruz; tersine bir şeye çaba harcadığımız, onu istediğimiz, ona iştah kabarttığımız yani onu arzuladığımız için o şeyin iyi olduğuna hükmediyoruz.”7 Bu ters çevirme, egemenliğin ve egemenliğe isyanın incelenmesinde önemli bir başlangıç noktasıdır. Politik düzey için ifade edersek, nedenlerin işlemesi sonsuzdur, ancak bu nedenler farklı nedenlere yol açar; devrimci politika gerçeklik içine gömülüdür ona karşı işlemez! Daha bilindik bir ifadeyle ‘gerçek devrimcidir’.

Lordon’un metaforuna geçmeden önce Spinoza’nın ‘çaba’, ‘arzu’, ‘iştah’ gibi politikaya açılan önermelerinin genel bir özetini sunalım. Bir yanıyla, bu, ontolojiye bağlı önermeler serisi olmak durumundadır.

Duygu derken, bedenin etki gücünü çoğaltan ya da azaltan, bu güce yardımcı olan ya da onu engelleyen, bedenin değişik hallerini ve aynı zamanda bu haller hakkındaki fikirleri kast ediyoruz.”8 Spinoza’da bedenin önceliği ve belirleyiciliği önemli bir noktadır. Bunu tersinmez bir şekilde ortaya koymuştur.9 Burada konumuz için önemli olan şey bedenin farklı noktalarının var olma gücünü arttırması ya da eksiltmesidir. Bunun için ‘Çaba-Conatus’ yaklaşımına bakmak gerekir:

Tek tek bir şey var olduğu sürece kendi varlığını sürdürmeye çabalar. Kanıtlama: …hiçbir şey kendisinde kendisini yok edebilecek ya da varlığını ortadan kaldırabilecek nitelikte bir şey içermez; tersine, varlığını ortadan kaldırabilecek nitelikteki her şeye karşıttır…”10

Herhangi bir şeyin varlığını sürdürmek için sarf ettiği çaba şeyin fiili özünden başka bir şey değildir.”11

Çaba-Conatus teorisinin başlangıç önermeleri ‘Arzu’ (Cupiditas) ve ‘İştah’a (Appetitus) açılır. Bu, varlığın genel niteliğine, onun etkin yanına ulaşmadır.

Bir zihin hem açık ve seçik hem de bulanık fikirlere sahip olduğu sürece kendi varlığını belirsiz bir süre devam ettirmeye çabalar ve kendi çabasının da bilincinde olur.

Not: Bu çaba salt zihne atfedildiğinde irade adını alır, ama aynı zamanda hem zihne hem de bedene atfedildiğinde İştah olarak adlandırılır. Demek ki İştah insanın özünden başka bir şey değildir ve insanın kendi varlığını korumaya yönelik bütün eylemleri zorunlu olarak kendi doğasından kaynaklanır, o halde bu tür bütün eylemleri yapmaya mecbur kılınmıştır. Ayrıca iştah ve arzu arasında hiçbir fark yoktur, ama çoğumuz kendi iştahının bilincinde olan insana arzulu deriz. Demek ki arzu, bilincine varılan iştahtır.”12

Duyguların tanımında Arzu “insanın özüdür, mevcut herhangi bir haliyle bir şey yapmaya belirlenmişlik olarak anlaşıldığı sürece” diye tanımlanıyor.13

Buna bağlı olarak bedenimizin farklı duygulanımları bir belirlenmişlik içinde var olma gücümüzü –conatus’umuzu– artırır ya da eksiltir. Spinoza’ya göre ‘sevinçli’ duygular yetkinliğimizi, conatus gücümüzü artırır, kederli duygular ise azaltır.14

Görüldüğü gibi Spinoza ‘fiili öz’ olarak aldığı conatus (çaba) ile birlikte conatus’un barındırdığı güç dolayımıyla kendini korumaya yönelik bütün eylemleri ‘mecburi kılmıştır’, yapmaya belirlenmiş olarak vurgulamıştır. Buradaki duyguların mekaniği bir ontolojik perspektif sunar, dışsallığı yadsır, ancak çaba’nın belirli bir süreye ait olması ve yoğunluğu da vurgulanır. Bu, gerçekliğin karmaşıklığına, katmanlılığına izin verirken, teolojiye kapalı bir yapıyı düzenler.

Tractatus Politicus’ta Spinoza, “Davranışlarında ister aklı rehber alsınlar ister sadece arzuyu, insan gerçekte ne yaparsa ancak doğa yasalarına ve kurallarına göre yapar, yani doğal hakkı uyarınca yapar” diyor ve varlığın “gücü ölçüsünde hakkı”15 olduğunu belirtiyor. Burada epistemolojik bir materyalizmin işlediğini görüyoruz: “[H]erhangi bir varlığın kendi sayesinde var olduğu ve eylemde bulunduğu güç… Tanrının gücünün kendisinden başka bir şey değildir.”16 Bu epistemolojik temel herhangi bir teleolojiye yol açmaması için sınırlandırılmadan başka bir boyuta sıçrar: “[H]er insan, her zaman, kendinde olduğu sürece, varlığını sürdürmeye çabalar ve her insanın hakkı gücü ölçüsünde olduğuna göre, ister bilge olsun ister sağduyudan yoksun olsun, insan kendisi için çabaladığı ve yaptığı her şeyi doğanın egemen bir hakkıyla yapar. Bundan şu çıkar ki bütün insanların altında doğduğu ve çoğu zaman altında yaşadığı doğanın hakkı ve kuralı, bir kişinin yapmak için arzusu ya da gücü olmaması dışında hiçbir şeyi yasaklamaz.”17

Burada önemli olan nokta, güç, var olma gücü, conatus gücünün devredilememesi, ancak yönlendirilebilmesidir. Bu yönlendirme de yine var olma gücüyle, conatus ile ilgilidir. İktidar mekaniğinde korku, ödül ve umut egemenlik gücünü oluşturmanın, daha doğrusu conatus gücünün ezen lehine yönlendirilmesinin bir şekli olarak sunulmuştur. Bunun farklı biçimleri olabilir. Spinoza’ya göre “güçlerini birleştiren insanların sayısı arttıkça bu kişilerin sahip oldukları hak da artacaktır.”18 Öyleyse bir güç devrinden değil güç yoğunlaşmasından bahsedebiliriz. Mesele gücün hangi noktada yoğunlaşacağıdır. Bu Arzu’nun ve İştah’ın yönüyle belirlenmiştir. Ortaklığın gücü arttıkça yönün hangi kanala akacağı, bu gücün kendi varlığını çoğaltmaya yönelik karakteriyle belirlenir. Kederli duygulardan kurtulma, sevinçli duygulara doğru yöneliş dinamiği işler.

2) Hizalanma ve dikleşme

Nasıl olur da kimi ücretli emekçiler sermayeyle kader birliği eder, niçin sermayeyle beraber hareket eder?”19 diye soruyor Lordon. Soruyu, “nasıl olur da kimi ezilen kesimleri ezenleriyle kader birliği eder, niçin ezenleriyle birlikte hareket eder?” şeklinde değiştirelim. Kuşkusuz kavramları değiştirmek sorunsalın da değişmesini beraberinde getirir. Lordon’un tek boyutlu olarak oluşturduğu metafor, ‘soru’nun değişmesiyle kimi sınırlarından da kurtulur ve metaforunun çok boyutlu hale gelmesini sağlayarak ezen-ezilen ilişkisinin karmaşık yapısını yeniden düşünmeye olanak sağlar. Bununla birlikte Spinoza’nın materyalizminin işletilmesinde bir eksiklik yaratmaz.

a) Hizalanma: ezenin vektörü

Spinoza’nın ‘conatus’ (çaba) anlayışı varlıkta direnç ile birlikte arzu ve iştah anlayışı başlı başına ontolojik kategoriler olarak müphemliğini korur: “İnsanın özü eyleme geçme gücüdür… ama ne arzuladığını henüz bilmez” (34) ancak duygulanımlar dolayımıyla ve her tekil durumda, politikanın nesnesi yönünden ifade edersek, konjonktürdeki karşılaşmalarda harekete geçer. Egemenlik bu anlamda, bu saf gücü kontrol altına almaktır. Yine de bu dışsal anlamda egemenliği aşkın kılan bir güç devri değildir. Ezen ve ezilenin karşı karşıya gelişi ya da ezilenin tam tahakküm altına girmesi her durumda artık nesnellik içinde olanaklıdır. Ontolojik bakış açısıyla bu, “tek varlık” anlayışının sonucudur; ama bu varlık, söz konusu anlayış çerçevesinde içinde ayrımlar yapmaya izin verir. Ezilenin kendi varlığını koruması ve aynı anda ezenin doğrultusunda hareket etmesi olanaklıdır: Yani ezilen bir bakıma ezme ilişkisine katılır, sırf kendi varlığı doğrultusunda hareket etmektedir. Hiçbir ezen, ezilenin aktif katılımı olmadan kendi varlığını sürdüremez. Bu nedenle ezenlerin varlık gücü ezilenlerin parçalı yapısının güçlerini kendi doğrultularında birleştirmeleriyle mümkündür.

Lordon “…genel olarak bakıldığında, seferberlik hizaya girme meselesidir. Hizmete alınanların arzusunu efendi-arzu ile hizaya sokma meselesidir. Başka bir deyişle, şayet hizmete alma conatus’u belli bir yoğunlukta seyreden bir kuvvetse, söz konusu olan şey bu kuvvete doğru yön vermektir” (56) diyor.20

Konu politika olunca ezilenler ile devlet arasındaki karmaşık ilişki belirir ve Lordon’un metaforunun genellik düzeyinde işlediği yerde, onun sorunsalından ayrılmak gerekir. Devlet kendi bünyesinde, kuvvet alanında, her zaman farklı ezilen kesimleriyle karşı karşıya gelir. Ezenin yoğunlaştığı merkez olarak devlet kimi ezilen kesimlerini hizalarken, kimisini minimum açı farkıyla yani belirli bir kaybı göze alarak tutar; kimisini ise açıkça bastırır, hizaya sokar. Bu durumun girift yapısı farklı ezilen kesimlerinin devlete karşı tutumuyla birlikte ezilenlerin birbirlerine karşı tutumlarını da gündeme getirmeyi gerekli kılar. Politik olarak hizalanmanın dışına çıkma, devletin kuvvet alanının dışına çıkma, bir ezilen kesiminin kendi ezilen varlığını imhası dolayısıyla hem diğer ezilen kesimleriyle kesişmeler, bir araya gelişler meydana gelmesiyle hem de devlete yönelik açıyı genişletmekle olanaklıdır.

b) Dikleşme: İsyanın vektörü

Hem Lordon’un kullandığı vektör metaforundaki anlamıyla, hem de eğik duranın, boyun eğenin başkaldırması, dikilmesi anlamıyla dikleşme isyana karşılık gelir. Burada artık devletin, ezenin herhangi bir noktadan kendisine çekeceği arzu yoktur. Aksine isyan/dikleşme ile oluşan arzu yoğunluğu güç fazlası ters yöne gitme eğilimindedir.

Spinoza’nın ‘öfke’ duygusu burada yol açıcı olabilir. “Bizi, nefret ettiğimiz kimseye kötülük yapmamız için nefretle tetikleyen arzudur” öfke.21 Ezenin egemenliğinin yoğunlaşması keder duygusunu arttırıcı bir rol oynar. Artık sevinçli duyguların etkisi sınırlanmıştır ve keder arttıkça bu kederden kurtulma için harekete geçmeye yönelik fiili durumun önü açılır. Öfke bir anlamda keder yoğunluğundan ortaya çıkan bir duygudur.

Nasıl ki bireyler o noktaya kadar kurumsal normlara riayet etmeye belirlenmişse, yeni bir duygusal sonucun oluşmasıyla artık isyana belirleniyordur: Evvelce sessiz sakin durmayı sağlayan absequium (itaat) harekete geçiren kızgınlığa bırakır yerini. Belirlenmiş olan insanlar bir an için bile olsa belirlenmişlikten kurtulamaz; öfke eşiklerini aştıklarında dahi önceden olduğu kadar belirlenmişlerdir; ama şu farkla ki artık başka bir şey yapmak üzere belirlenmişlerdir.” (174)

Hizalanma da Dikleşme de esas olarak aynı nedenin farklı ifade tarzlarına göre anlaşılır. Burada aynı neden varlığın kendini sürdürmeye yönelik fiili gücüdür. Mesele şu ki bu ontolojik koşul her tekil varlık kategorisinde ve her durumda farklılık gösterir. Burada önemli olan ‘güç’ün her zaman fiili bir güç olmasıdır, dolayısıyla ezilenlerin politik vizyonu bu gücün yeniden temellük edilmesi değil, fiili işleyen ve egemenliğe katılım sağlayan mekanizmayı dağıtarak gücün ezene doğru akışının kesilmesidir. Bu, ezilenleri verili, hizalanmış durumlarıyla değil bir kudret kazanma mücadelesi içinde kavramayı sağlar.

Ezen, devlet dolayımıyla kendi gücünden daha fazlasını, ezilenlerin gücünü hizalayarak kullanır ve egemenliğini sürdürür: Spinoza burada isyanın zorunluluğunu ortaya koyar: evet, ezenler hem sevinçli duygular hem de kederli duygular aracılığıyla egemenliklerini sürdürmek için ezilenleri hizalar, ancak bu duygular arasındaki gerilim süreklidir. Devlet aracılığıyla ezenin vaadi kederli duyguları ortadan kaldırmak değil, onlara yol açan nedenleri kontrol altına almaktır. “Huzur, güvenlik, refah” vaadi bunun en net ifadesidir. Esasını “güvenlik” vaadi olarak kuran, “korku ve umut” gibi kederli duygulardan beslenen devlet her zaman kendine yönelik memnuniyetsizliği ve dolayısıyla ezilenlerin conatus gücünün hizalanmadan çıkma koşulunu üretir. Sorun bu memnuniyetsizliğin dağınık bir biçimde yayılmasıdır. Böylece bu dağınık yayılım ezenin “güvenlik, huzur, refah” vaadi için de kaynak oluşturur. Tüm bu nedenlerle isyan her zaman belirli bir aşırılık ile birlikte belirir. Dağınık olan memnuniyetsizlikler belirli bir noktada yoğunlaşan öfke’nin enerjisi olarak toplanır. “Bir duygu kendisine aykırı ve kendisinden daha güçlü bir duygu olmadıkça ne bastırılabilir ne de ortadan kaldırılabilir.”22 Yoğunlaşmış öfke duygusu hizalama mekanizmasını kuran tüm kederli duyguları ve sevinçli duyguları ‘ortadan kaldırır ya da kısıtlar.’ Bunların yerini yeni durumun, bir araya gelişlerin, yoğunlaşmanın getirdiği sevinçli duygular alır. İsyanın en yoğun duygulanımı conatus gücünün artmasını sağlayan kolektif neşedir.

Ezilenlerin etkin varlığının yaşadığı dikleşme de öfke patlamasının sonucu ortaya çıkar. Kısa süreli, yüksek edimsel gücüyle enerjisini boşaltır, dikleşme döneminde ‘ezilen’ konumu fiilen askıya alınmıştır; artık ezene katılacak bir çakışma noktası, ortak doğrultu yoktur, ancak bu durum kendine farklı bir doğrultu oluşturup oraya yönelmediği oranda ezenin alanına doğru çekilir. Yine de hiçbir şey kaybolmaz! Her dikleşme ardında güçlü bir tortu bırakır.

Her zaman bazı ezilen kesimleri kendi varlıklarını ezen alanında ifade eder ve sınırı orada kurar. Hizalanma içinde olan ezilen kesimleri dikleşme içinde olanlar gibi değişkendir. Bu, hizalanma içinde olan ezilenler ile dikleşme içinde olan ezilenler karşı karşıya gelmiş ve netleşmiştir. Ara kategoriler isyan konjonktüründe silinir.

Belirtilen artık sadece devletin kontrolü dışında olmak; politik olarak ifade edersek ‘iktidar boşluğu’ yaratmak değildir. Bu noktaya ulaştıktan sonra eşiği aşma verili ezen-ezilen ilişkisini yok etmektir. Ezilme durumundan kurtulma öfke duygusuyla beliren ‘hayır’ ile kurulur, bu ‘hayır’ güç yokluğu oranında kararsızdır. Ezenin çekimi ile sınırlanmıştır. Ancak yönü ezenin varlığını, gücünü sınırladığı oranda kendisi güç kazanır. Farklı ezilen dinamikleri bu güç yoğunlaşmasına çekilir ve toparlanır.

İşte politika denilen etkinliğin devrimci kanalda işlediği yer de burasıdır: Farklı ezilen kuvvetlerinin öfkelerinin derlemek, olabildiğince dikleştirerek devletin güç çektiği ezilen kesimlerinin yoğunluğunu azaltarak devletle olan açının sürekli genişlemesini sağlamak. Ta ki tam karşı yönde doğrultu kazanıncaya kadar.

B- Bir ‘Olay’ Olarak İsyan: Tarihin Uyanışı

Haziran İsyanı’nın seyrinin ilk çağrıştırdığı felsefe-politika metni kuşkusuz Alain Badiou’nun Tarihin Uyanışı’dır.23 Başka bir bağlamda bu metin, Arap İsyanları’nın koşullamasıyla kaleme alınan ama sonra önerilen tezlerin örnek ve esin olarak aldığı olguya tekabül etmediği kabul edilen bir çatışmadır. Bir isyan ‘olayı’ tarafından koşullanabilecek felsefe temeline sahip olan tezler, aynı zamanda dönemsel belirlemelerini de muhafaza ettiği için tam anlamıyla geri çekilmiş sayılmaz. Badiou, her ne kadar olgusal güdülenmesi olan Arap İsyanları’nın başlangıcının getirdiği heyecanla araya mesafe koymuş olsa da, tezlerin ana omurgasını geriye çekmiyor. Bu ana omurga, onun ‘Hakikat Olay’ felsefesinin ve felsefenin etkinliğini, pratiğini bir koşula göre tanımlayan felsefe pratiği ve konjonktürü aşan bir dönemleştirmeyle hedefe oturttuğu ‘Batılı değerler’in özel politik etkisidir. (Badiou bu değerleri, Ataların kalıtı, Batı ve Laiklik olarak kodluyor ve bu kelimelerin Fransızca kısaltması olan P.O.L ile P.O.L.is arasındaki koşutluğu belirtiyor.)

Tarihin Uyanışı esas olarak politika üzerine kurulan, özelde ezilenlerin politikasının kitlesel çıkışlarını inceleyen bir çalışma. Bu nedenle de hem genel hem de konjonktür ile bağlantılı önermeler sunuyor. Bir isyan ve bu ‘isyan’ın bir politik hakikat üretmesi, olaysal niteliği belirli formüllere indirgenebilir olmaktan uzak olmakla birlikte genel köşe taşları belirlenebilir niteliktedir. Biz Haziran İsyanı’nın böyle bir değerlendirmesine girmeyeceğiz; fakat isyanın Badioucu değerlendirmesinin ana hatları mevcuttur. Bununla birlikte her isyan kendi fazlasıyla ortaya çıkar, daha önce kurulan değerlendirme çerçevelerini aşar.

Badiou bir filozoftur ve Tarihin Uyanışı politikayı konu alıp politik göndermelerle dolu olmakla birlikte bir felsefe metnidir. Dolayısıyla kendi iç kategorileri aracılığıyla konuşur, ayrımlar yapar. Çalışmada kullanılan ‘olay’, ‘hakikat’, ‘durum’, ‘Fikir’ gibi kategoriler Badiou’nun felsefesi içinde özel anlamlar taşırlar.

Badiou, felsefeyi felsefeye dışsal olan dört ‘koşul’a, hakikat prosedürüne bağlar. Bunlar, politika, bilim, sanat ve aşktır. Felsefe bu alanlarda üretilen hakikati yakalayan, bu hakikati belirginleştiren, bu hakikat dolayımıyla mümkün olan bir etkinliktir. Bu ‘koşul’lardan her birinin ‘olay’ olarak vuku bulması hakikat üretir. ‘Olay’ durumda, yani verili alanda içkin ama onun içinden anlaşılamaz olan bir yenilik, bir ‘kopuş’tur. ‘Durum’u genel ontolojik bütünlük kabul edersek ‘olay’ bu anlamda ‘durum’a bağlıdır ama onun işleyişinde bir farklılığa işaret eder. Olay bir yenilik, kopuştur ve geriye alınamaz bir hakikat üretir. Buna bağlı olarak olay bir ‘özne’nin de koşuludur.24

Bu genel ve kısa özet, temel kavramlar için yetersiz olmakla birlikte kimi çağrışımlar yapma işlevini görecektir. Sonuçta Tarihin Uyanışı Badiou’nun felsefenin koşulu olarak kabul ettiği dört alandan politikanın oluşturduğu olaysal bir çıktı olarak ‘tarihsel ayaklanma’ ve onun oluşturmaya aday olduğu politik hakikate odaklanır.

Politik hakikat tüm çalışmanın ana noktası ve sonucuna işaret eder. Badiou her öğesini analitik olarak açıkladığı bir tanım oluşturur: “…bir politik hakikat, yoğunlaşma, kaynaşma/büzüşme ve yerelleşmenin, kimliksel bir nesnenin ve onun birlikte gelen ayırıcı adlarının yerine çok olanın türsel gücünün gerçek bir sunumunu koyduğu kitlesel halkçı bir olayın, bir Fikrin koşulu altında örgütlenen bir sonuçlar dizisidir.” (139) Bu tanımlamaya uzanan yol, özgülleştirme için bir dönem belirlemesini, öncelikle aranan politik konumu ve bunların birleştirici öğesini gerektirir. Bu tanımı başta vererek aynı zamanda değerlendirmemiz için de bir çerçeve sunmuş oluyoruz. Ama önce Badiou’nun Marksizmi öznel olarak üstlenme biçimine bakalım.

1) Badiou’nun Marksizmi

Bir tartışmada A. Negri tarafından “Marksist bile olmadan komünist olduğunu iddia edenlerin örneği” olarak gösterilmesini, Badiou, “komünist bile olmadan Marksist olduğunu iddia etmekten yeğ olduğu” (20) yanıtıyla karşılıyor. Marksizmi sahiplenme biçimi buradaki ifadeyle ideoloji bağlamlı olduğu gibi politik olarak da anlaşılmaya açık. Marksizmin akademik edinimi karşısına özellikle ‘komünizm’i vurgulayarak çıkıyor. Badiou kendisini politik alanda ifade eden bir filozoftur ve bu alanda da öznel pozisyonunu Marksist olarak tanımlıyor. “Çağdaş bir matematikçi Euclides’e ya da Euler’e sadık olduğunu kanıtlamayı dert eder mi?” (20) sorusuyla Marx’tan Mao’ya olan Marksizmin gelişme dinamiğini sahipleniyor ve bunu bir bilgi prosedürü olarak nasıl anladığını belirtiyor: “Her canlı bilgi, tekrarlanıp duran betimlemelerden değil, kurulmuş ya da yeniden kurulmuş olan ya da kurulması ya da yeniden kurulması gereken problemlerden oluşur. Marksizm de bu konuda bir istisna yaratmıyor. O ne ekonominin bir dalıdır (üretim ilişkilerinin teorisi) ne sosyolojinin bir dalı (‘toplumsal gerçekliğin’ nesnel tasviri) ne de bir felsefe (çelişkilerin diyalektik düşüncesi). O, yeniden söyleyelim, var olan toplumu yıkmak ve sonunda adı ‘komünizm’ olan, kolektif örgütlenmenin eşitlikçi ve ussal bir figürünü açıp yaymak için gerekli politik araçların örgütlü bilgisidir.” (21) Bu tanımlamanın ana yönünü politika belirler ki bu yönüyle Marksizmin ucu açık bileşeninin tarihsel oluşla ilişki kurma biçimi de ifade edilmiş olunur.

2) Hedef ve yöneliş

Badiou çalışmanın girişinde tarihsel dönem uğrağına bağlı aciliyetler belirliyor. “Batılı değerler” olarak yayılan ve egemenlik sistemi olarak her tarafı kaplayan “muazzam bir gerileme” ile karşı karşıya olduğumuzu, bu durumun ideolojik bir hegemonya ve saldırı gücüyle politik egemenliğin ana omurgasını oluşturduğunu, “modernleşme” diye yayılan şeyin bu egemenlik tarzının diğer adlarıyla birlikte (demokrasi, laiklik, insan hakları vb) adı olduğunu belirtiyor. Bir anlamda düşman tanımlanmış olur.

Tarihin uyanışının işaretlerini veren ve onu tesis eden ayaklanmalar zamanında olduğumuzu söylemeyi öneriyorum” (14) diyor Badiou. Bu, tanımlanan düşmana göre oluşan bir dönem belirlemesiyle paralel, ama fonda bir dönem belirlemesi. Dönemin sınırları, tarihsel başlangıcı belirtilmemiş; çalışma 2011 tarihli olmakla birlikte dönemleştirme daha geniş bir periyot için kullanışlı. Badiou’ya göre bu “bir başlangıç ânıdır” ve “henüz kör, naif, dağınık, güçlü kavramlardan ve süreğen örgütlenmeden yoksun”dur. (14) Bir bakıma 19. yüzyıl işçi başkaldırılarına benzetilir. Net olarak ifade edersek, bir ‘kendiliğindencilikler dönemi’ ile kendiliğindenlikler dönemi çakışmasından bahsedebiliriz. Hegemon devrimci ideoloji, Badioucu anlamda Fikir ve örgütsel ağırlığı olmayan bir kalkışmalar dönemi ya da ön kalkışmalar birikintisi… Bu durumun egemenler tarafından fark edildiği ve tedbirlerin alındığı koşullarda Badiou güçlü bir hedefle güdüleniyor: Düşman kendi örgütlülüğünü güçlendiriyor. “Bizimkileri yeniden inşa ve icat etmek elzemdir.” (15)

Hedeflenen genel bir arayış olmadığı için, yani Badiou kendini Komünizm Fikri’ne sadık bir militan olarak kurduğu için ’Tarihin Uyanışı’na kadim Komünizm Fikri açısından ve onun kendini hareket içinde, ayaklanmada yeniden kurması perspektifiyle bakıyor. Bu noktada ayaklanmanın sistem içi ve yetersiz muhalefet tarafından massedilmesine karşı duruş ve devrimci seçeneğin arayışı mevcut. Tarihin uyanışı “bir fikir gücünün kendisinde kök saldığı halka dayalı bir girişimin uyanışıdır.” (30) Ayaklanmalar da bunun ön-belirtileri, hazırlayıcıları ve ifadeleridir. Böyle bir yaklaşım her koşulda, yüzünü hareket halinde olan ezilen kesimlerine dönmek durumundadır. Konjonktürde görülmeyen, tarih tarafından çağrıldığı varsayılan ezilenlere değil, siperde olan ezilenlere.

3) Ayaklanmalar

Badiou üç tür ayaklanmayı ayırt ediyor: Doğrudan ayaklanma, gizli/belirsiz ayaklanma ve tarihsel ayaklanma. Çalışmada izlenilen sırayı takip ederek önce doğrudan ayaklanmaya bakalım.

Doğrudan ayaklanma, nüfusun bir kesiminin neredeyse her zaman şiddetli bir dönemin hemen ardından patlamasıdır.” (41) Bir öfke patlaması olarak belirir ayaklanma: Badiou’nun bu tür ayaklanma için aldığı örnekler 2005 Paris ve 2011 Londra isyanlarıdır. Politik hakikat tanımının üç öğesi (yoğunlaşma, kaynaşma/büzüşme, yerelleşme) aracılığıyla doğrudan ayaklanma incelenebilir. “Doğrudan ayaklanma çoğu kez tarihsel ayaklanmanın ilk biçimidir.” (41) fakat çoğu zaman doğrudan ayaklanma tarihsel ayaklanmaya dönüşmez, belirdiği hızla kaybolur. Burada belirgin bir eksiklik olması gerekir: doğrudan bir örgütle ve bir Fikirle buluşma konusunda eksiklidir. Yoğunlaşması istikrarsızdır. İlk patlama anında oluşan yoğun çekim hem ayaklanma süresince gel-gitlerle doludur hem de çekim gücünü belirli bir yere kaydırmadığı için salt fiil olarak varlık sürdürür. Buna rağmen oldukça yaratıcıdır. Ayaklanmanın içinde birliktelik kendine has icatlar ile organizasyon oluşturur.

Doğrudan ayaklanmanın vurucu gücünü oluşturan, özellikle düzen güçleriyle kaçınılmaz olarak karşılaşan gençlerdir.” (41) Haziran İsyanı için kuşak analizleri yapanlara Badiou’nun sorusunu tekrar etmekte fayda var: “Ön safları yaşlılarca tutulmuş bir ayaklanma gören var mı?” (42) Gençliğin etkinliği bir kaynaşma/büzüşme tarzı olmakla birlikte özgül bir biçim kazanmadığı sürece gençliğin etkinliği olarak kalır. Burada en belirgin öğe ‘apolitizm’ vurgusudur. Ama bu vurgu bir politiklik olarak anlam kazanır: Mevcut politikaların herhangi biriyle ilişkisiz olmak, onları reddetmek olarak başka bir politika çağrılır. Bu, bilişsel olarak verilmiş bir karar değil ayaklanmanın işleyişinde beliren bir durumdur.

Çoğunlukla devletin belirli bir şiddetine tepki ile başlayan ayaklanma, sınırlı bir ‘yerellik’ içinde kaldığı, sınırını katılımcıların yaşam alanlarında (örneğin; mahallelerde, kampuslarda vs.) çizdiğinde doğrudan ayaklanma olarak kalır. Doğrudan ayaklanmanın kendi tikel alanı içinden çıkmasına yol açacak güçlü bir öznel menzili yoktur. Tepkinin en yoğunlaşmış haliyle boşaltılmasını sağlar, yüksek bir doğrudan şiddet içerir. Merkezileşmeyi, kentin ana arterlerine ulaşmayı başardığında, devamını sağlayacağı, yayılacağı yeni yerler ve bileşenler bulduğunda tarihsel ayaklanmaya açılır.

Bir ayaklanmanın ilk patlama anı her zaman yankısını bulacaktır. “Doğrudan ayaklanma yer değiştirme yoluyla değil taklit yoluyla yayılır.” (44) Bu durumda patlamanın başlangıç nedeninden çok, patlama potansiyelinin birikimi rol oynar. Yankı, patlamanın ve birikiminin gücüne göre yüksek ya da düşük olabilir, ilk etki yapılanların tekrarıdır. Bir tür taklit olarak başlayan bu biçim, ayaklanmanın sürdürülmesini sağlar ve her tekrarda farklılıklar ürettiği oranda özgülleşir.

Doğrudan ayaklanmanın politik hakikat üretme ya da ‘olay’ niteliği kazanmasında iki temel eksiği vardır. Biri ‘özne’ oluşturma ya da bir özne dolayımıyla ifade edilme eksikliğidir. Ayaklanma belirli bir örgütlenme, ortak alanlar oluşturma, barikatlar kurma, sabotaj teknikleri gibi biçimleri anında kendiliğinden geliştirir ve organize eder elbette. Hatta ayaklanmanın içinde politik özneler de mevcuttur. Fakat bunlar ‘ayaklanmanın özne’si olarak ayaklanmada oluşan politik enerjiyi yoğunlaştıran bir politik özne rolünü oynayamaz. Farklı öznelerin ayaklanmanın farklı aşamalarında, ayaklanmaya tek tek katılımları mevcuttur ama bunların etkisi ayaklanmanın genelinde hissedilmez. Diğer eksik ise ‘politik özne’ dolayımıyla da anlaşılabilecek Fikrin eksikliğidir. Doğrudan ayaklanma Fikir’siz bir eylemliliktir ya da ayaklanmada bir fikirler çokluğu olmasına rağmen kendi fikrinin belirmesi oluşmamıştır. Badiou, Mao’un “Örgütlenmede düzen olabilmesi için ideolojide düzen olmalı” sözünü aktarıyor. Bu iki eksikliğin birbiri ile bağlantısını da ortaya koyuyor.

Eksikli haline rağmen doğrudan ayaklanma tarihsel ayaklanmanın yolunu açabilir. Tarihsel ayaklanmaya dönüşmese bile her ayaklanma, isyanın olabildiğini göstermek gibi önemli bir rol oynar.

Özel bir kategori olarak ‘gizli/belirsiz ayaklanma’ Badiou’nun kurduğu ayrımlarda hem tarihsel döneme ilişkin hem de tarihsel ayaklanmayla bağlantılı, kodlayıcı bir ara kategori olarak önemli bir yere sahiptir. “[N]e, onun berisinde bir doğrudan isyan, ne de onun ötesinde, yeni bir politikanın büyük ölçekte tezahürü olan bir isyan” (51) olarak gizli ayaklanma bir öfke patlaması olarak vuku bulmaz. Olağan dönemlerde sistemin işlemediği alanların doldurulması, tikel karşı çıkışların eyleme geçmeyen ama bir örgütlenme birikimi, birbirini bulma, karşılaşma olarak sisteme gönüllü katılımın düşüşünün sağlanması olarak yaşanır. “[D]evlet katmanlaştırmalarına kayıtsız ve görünüşte tutarsız öznel yörüngelerinden kaynaklanan yeni tipte bir halk birliğinin yaratılması” (56) olarak düşünülen gizli/belirsiz ayaklanma bir doğrudan ayaklanma ile buluştuğu durumda onun örgütlü ağırlığını tarihsel ayaklanmaya doğru yöneltebilme gücünü taşır.

[A]ra geçiş döneminde özgürleşme tarihinin muhafızları olan tarihsel ayaklanmalar, serbest bıraktıkları enerjinin ve angaje ettikleri bireylerin, kitle hareketi ile haber verdikleri Tarihin uyanışı sayesinde ve ötesinde, yeni bir örgütlenme ve dolayısıyla politika figürüne varlık kazandırması için, yeniden formüle edilmiş ideolojik bir önermenin, güçlü bir Fikrin, temel bir hipotezin aciliyetine işaret ederler. Tarihin uyanışının ardından gelen politik gücün de yeni olması için. Yarının bugünden gerçekten farklı olması için.” (72-3) Tarihsel ayaklanma, eylemiyle eyleminden ötesine işaret eden bir ezilenler yoğunlaşmasıdır. Bir devrimde olduğu gibi iktidar hedefine yönelmemiştir ancak bir devrim için oluşan koşulları işaret eder. Doğrudan ayaklanmanın istikrarsızlığı, kendine yeterliliği ve gizli/belirsiz ayaklanmanın biriktirdiği hoşnutsuzluk tarihsel ayaklanmada içerilir ve birleştirilerek yoğunlaştırılır. Tarihsel ayaklanma hep bir doğrudan ayaklanmayla başlar ve gizli/belirsiz ayaklanmanın bir araya geliş biçimleriyle yeni sorunları gündeme taşır.

Tarihsel ayaklanma ortalama bir doğrudan ayaklanmanın günleri bulan yoğunlaşmasının ötesine geçer, zamanda ve mekânda yayılır. İlk dönemin o yoğun yıkıcılığı zamanla durulurken hedefler belirginleşir, bir araya gelme biçimleri istikrar kazanır, düzenli bir merkeze ve periyodik birlikteliklere ulaşır. Artık öfke enerjisinin boşaltılması değil, bir araya gelişlerin biriktirdiği yeni tarzın ifadesini oluşturmak gündemdedir. Devletin hışmı üzerindedir, buna rağmen yoğunlaştığı yerde, işgal ettiği alanda artan bir çekim gücüyle kitle kazanıp –halklaşıp– haftalara, aylara yayılır.

Kitle bileşeni de burada farklılaşmaya başlar. İlk önce gençlerin ayaklanmacı önceliği belirgin ağırlık kazanır ve bu, ayaklanmanın doğası gereğidir. Tarihsel ayaklanmaya dönüşen ayaklanmalar ezilenleri politik olarak toparlar, farklı kesimleri ifade biçimleriyle alana taşır. Gençler hâlâ yoğun kaynaşmanın dinamik kısmıdır ama artık sözü olan, ‘hayır’ ile birleşen, çekim gücü kazanan ayaklanma yeni katılma biçimlerine açılır. Bu noktada ayaklanma ‘halk hareketi’ niteliğine doğru yol alır.

Ayaklanma karmaşık bileşenine rağmen ortak bir slogan, parola belirlemiştir. Bu, hareketi bir arada tutan ortaklaşmanın simgelenişidir ve aynı zamanda oluşturulan taleple, net bir kazanımla hareketin sürekliliğini sağlayıcı etki olarak belirmesidir. Çoğunlukla negatif ve ret içerikli iktidarın herhangi bir uygulamasının durdurulması ya da yöneticilerde somutlaşan ‘defol’, ortaklaşmanın en belirgin ifadesidir.

4) Politik moment: Türsel olanın örgütlenmesi – ‘politik özne’

Badiou bizce önemli bir noktayı vurguluyor: “…her politika, tarihsel ayaklanma tarafından yaratılan açılıkta, paradoksal olarak, türsel olanın bir örgütlenmesidir.” (128) Bir ayaklanmanın yoğunluğu özellikle kendiliğindencilikler döneminde tikel tepkilerin çokluğu ya da kimlikler çokluğu olarak ön-politik evrede sıkışıp kalmaya yönelik sınırlılık haliyle yüz yüzedir. Badiou’nun işaret ettiği ‘türsel güç’ ayaklanmanın tikel kimliklerinin belirli bir politik özne tarafından ‘yoğunlaştırılması’ anlamına gelir. Olay’ı imleyen yoğunlaşma, büzüşme/kaynaşma, yerelleşme politik hakikatin koşulları olarak doğrudan ayaklanmanın sınırını aşar. Bununla birlikte olayın hakikati başka bir yerdedir: “Bu ayaklanmalarla birlikte yeni bir hakikat işleyişi/çalışması başlar, buna politikada örgüt(lenme) denir” (106) ve bu sürecin öznesi politik militandır.

Badiou olumsal olmayan politika’nın bir ifadesini oluşturur: “Politik bir örgüt, olayın bir disiplininin öznesi’dir, düzensizliğin hizmetine sunulmuş bir düzen, bir istisnaya sürekli muhafızlık etmek. Bu örgüt dünya ile dünyanın değişimi arasında bir aracıdır, bu adeta dünyanın değişiminin dünyasal öğesidir, zira örgüt şu öznel soruyu ele alır. ‘Bizzat bu dünyanın içinde dünyanın değişimine nasıl sadık olunur?’” (111) Politik özne bir dolayım olarak zorunludur. Buna bağlı olarak politik hakikatin oluşturucu öğeleri olan ‘kaynaşma/büzüşme, yoğunlaşma ve yerelleşme’ politik öznede de belirleyen öğelerdir.

Politikanın işlediği düzlemde kaynaşma/büzüşme ayaklanmanın genelini üstlenen, her zaman ayaklanmanın toplam kitlesinin içinde küçük bir azınlığın örgütlü disiplinli birliğidir. Kendi varlığını hem ayaklanmanın genelinde ifade eder hem de ondan belirgin şekilde farklıdır ve özel bir varlık kazanır. Ayaklanmaya katılanlar ile katılmayanlar arasındaki fark kadar güçlü belirgin bir ayrım yaratır. Yoğunlaşma, ayaklanmanın içinde militan pratik tarafından korunan, eylemin gereğine göre biçimlenen, özel durumlara göre sürekli yeniden şekillenmeye açık bir öznellik olarak ifade edilebilir. Bir bakıma ayaklanmanın içinde ân’a göre şekillenmeyi, ân’ın şekillendirdiğine açık olmayı ifade eder ve ‘kaynaşma/büzüşme’ ile oluşan politik öznellik ân’ın gereğini yerine getirerek ân’ı ele geçirmeyi sağlar. Yoğunlaşma ayaklanmanın getirdiği biçimlenişi toparlar ve ayaklanma geri çekildiğinde bile yeniden değerlendirilecek bir yığın oluşturur. Yerelleşme ise, her ayaklanma bir yerde olduğuna göre, ayaklanmanın mekânının fethedilmesidir. Bir özgülleşme dinamiği olarak öznenin kendini ayarlayacağı çerçeveyi kuşatır, kimi zaman adlandırma ele geçirilmiş mekânın adı ile birlikte ifade olunur.

Badiou 20. yüzyılın önemli bir kısmında ‘Komünist Partisi’ adıyla anılan politik öznenin bu öznelik biçimlerinin toplamını taşıdığını belirtir. Bugün ise bu özne biçimi farklı bir ad almak durumundadır. Badiou’nun kurguladığı, devrimci politikanın militan bir örgütlülüğe kavuşmasıdır. Bu noktada bir sorun olarak ortaya koyulan aslında bir boşluk olarak da ifade edilmiş olur. Badiou’nun bu boşluğa dönük yaklaşımı daha çok geçmişi işaret eden, esas olarak tarihselleştirici bir olumsuzlama iken, önermeleriyse sınırlıdır. Buna rağmen devrimci politikanın öznesinin inşası ve icadı esas sorun olarak her adımda kendini dayatmaktadır. Badiou’nun ayaklanmalara bakarken temel ayrıcalıklı yeri de burasıdır.

1 Jacques Ranciere, “Tarihin Adları”, Çev.: Cemal Yardımcı, Metis Yayınları, Şubat 2011, s.128

2 S. Y. Bulduruç, “Kendiliğindencilikler Dönemine Karşı Öncü Politika”, Teori ve Politika 58, Mart 2012, s.5-34

3 Frédéric Lordon, Kapitalizm Arzu ve Kölelik, Çev.: Akın Terzi, Metis Yayınları, Mart 2013

4 Alain Badiou, “Tarihin Uyanışı”, Çev.: Murat Erşan, Monokl, Kasım 2011

5 Spinoza, “Ethica”, Çev.: Çiğdem Dürüşken, Kabalcı Yayınevi, Nisan 2012, Ethica’nın başka çevirileri de mevcuttur. Bu nedenle bu kitaptan yapılan alıntılar sayfa numarası ile değil; yerleşik olarak kullanılan, Bölüm için roma rakamı, Önerme için Ö harfi ve önerme numarası için Arap rakamları kullanılacaktır. E. II. Ö. 6

6 Lordon, Age., s.178

7 E. III. Ö. 9. Not

8 E. III. Tanım 3

9 “İnsan zihnini kuran fikrin nesnesi bedendir, yani fiili olarak var olan belirli bir yer kaplama tavrıdır, başka bir şey değildir.” E. II. Ö. 13

10 E. III. Ö. 6 ve Kanıtlaması

11 E. III. Ö. 7

12 E. III. Ö. 9 ve Not’u

13 E. III. Duyguların Tanımları 1

14 “Sevinç, insanın yetkinliğinin daha düşük bir seviyeden daha mükemmel bir seviyeye geçişidir.” (E. III. Duyguların Tanımları 2) ve “Keder insanın yetkinliğinin mükemmel seviyeden daha düşük seviyeye geçişidir.” (E. III. Duyguların Tanımları 3) Spinoza “Bu kelimelerin günlük kullanımda başka anlamlar içerdiğini biliyorum. Ama benim amacım kelimelerin ne anlama geldiğini gözlemekten öte sadece şeylerin doğasını açıklamak.” (E. III. Duyguların Tanımı 20’ye açıklama) diyerek yaptığı işi de bir uyarıyla belirtiyor. Bu uyarı aynı şekilde ontolojik kategoriler ile politika arasında dolayımlar kurduğumuz için bizim konumuz açısından da önemlidir.

15 Spinoza, “Tractatus Politicus”, Çev.: Murat Erşe, Dost Kitabevi, Ocak 2007, s.16

16 Age. s.16

17 Age. s. 18

18 Age. s. 20

19 Lordon, Age. s.55. Bundan sonra Lordon’dan yapılan alıntılar parantez içinde sayfa numarası belirtilerek gösterilecektir.

20 Lordon, buradan başlayarak ‘vektör’ metaforunu oluşturuyor.

21 E. III. Duyguların Tanımları 36

22 E. IV. Ö. 7

23 Bundan sonra Tarihin Uyanışı’ndan yapılan alıntılar parantez içinde sayfa numarası ile belirtilecektir.

24 Badiou’nun Felsefesi için: “Felsefe için Manifesto”, Çev., H. Hünler, N. Tutal, Aralık Yayınları, 2006

Etik”: Çev.: Tuncay Birkan, Metis 2004

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar