Ana SayfaArşivSayı 42-43Yeniden çarmıha geriliş: Hapishane direnişi üzerine

Yeniden çarmıha geriliş: Hapishane direnişi üzerine

Yeniden çarmıha geriliş

Hapishane direnişinin dört önemli

kazanımı hakkında notlar

 

Selçuk Kozağaçlı

 

‘Erkekler, dinleyin’ diye bağırdı.

‘Kadınlar, çocuklarınızı kucaklarınıza alın, onlar da duysun!

Ben ateş arabasından geliyorum. Beni götürdüğü yere ben de sizi götüreceğim.

 Bana anlattıklarını ben de sizlere açıklayacağım!

Yaşam uyuyan bir su değil;

boyun eğmek ve teslim olmak ne en mantıklı erdemdir,

ne de Tanrı’nın en beğendiği huylardandır!

İyi bir insan, öne çıkıp Tanrı’dan hesap sormadan

çocuklarının gözlerinin önünde açlıktan ölmesine göz yumamaz!”[1]

I.

Ülke hapishaneleri, en uzun kışını geride bıraktı. Bu garip mevsimin 2297 günü boyunca her an, “en az bir” siyasi tutuklu veya hükümlü açtı.[2] Sesini canavara karşı son kez yükseltebildiği 12 Aralık 2000 akşamından, 5 Nisan 2006 sabahına kadar; siyasal ve toplumsal muhalefet, çocuklarının gözleri önünde açlıktan ölmesine göz yummaya hazır bir anne gibi içine kapanmıştı.[3]

İster sıranın “hapishanelerdeki çocuklarından sonra” kendisine geleceği tarihsel gerçeğinin bilinciyle, isterse “vicdanının” kaygı ve çekincelerine galebe çalmasıyla densin, ölüm orucu eylemi, son üç direnişçisinin zayıf vücutları aracılığıyla yeniden annesinin zayıf ve endişeli kollarına kavuştu. Yedi kanlı yılın sonunda, siyasal ve toplumsal muhalefet, hapishane direnişini yeniden sahiplendi.[4]

Yine bu üç devrimciden özel olarak birisinin, Behiç Aşçı’nın, önceleri mesleki tabakasının gönderme yaptığına inanılan “aydın/orta sınıf” pozisyonun ilgi çekiciliği ve fakat gerçekte; Halkın Hukuk Bürosu’nda politik dava avukatlığına dayanan devrimci kariyeri, mütevazı kararlılığı ve tecriti anlatmakta kullandığı dil medya tarafından da “tüketilebilir” bulunarak geniş halk tabakalarının ilgisine sunuldu. Böylece hapishane direnişi, büyük sessizlik fesadı sırasında hiç taviz vermediği ideolojik pozisyonun ve ödediği ağır bedelin getirisi olan itibarı, politik kazanım halinde elde ederek konjonktürden ayakta çıktı.

Ölüm Orucu’nun, yani hapishanelerin artık yenildiğine inandığımız karanlık günlerin olumsuz yüklemesi ile politika dışına atmaya çalıştığımız bu “ideolojik tavrın” gerçekte politik imkanlarını tüketmemiş olduğunu anlama fırsatı bulduk. Ağır ve fakat amaca uygun bedelin göze alınmasının, donmuş ideolojik tutumu sıvı politik tutuma dönüştürebilecek içsel enerjiyi taşıdığını birlikte seyrettik.

Bu tarihsel dersi akılda tutmak önemli bir ihtiyaçtır.

Karanlık günlerde; yeterince “politik” bulmadığımız yahut bir başka ideolojik örgünün (Marksizmin, işçi sınıfı mücadelesinin) dışında gördüğümüz, hatta içsel bir şiddet türü olarak yaşama aykırı bulduğumuz “ölüm orucu” direnişinin bu politik “hali” akılda kalıcıdır.

Kazancakis, “çarmıha gerilişin” taşıdığı bütün teolojik statüleri yıkıveren “Yeniden Çarmıha Geriliş”te bunu anlatır. Hristiyan mısınız? (İsterseniz, ‘Sosyalist misiniz?’ diye okuyun) Eğer gerektiğinde bugün / hemen burada ölebilmeye ikna değilseniz, bütün sosyalizm ve toplumsal mücadeleler tarihinin onurlu ölümleri dinsel payelerden ibaret kalacaktır. Varsayımsal mesihlerin ödediği bedel üzerine devasa kilise hiyerarşisini kurmuş ideolojik tutumunuzu gözden geçirin!

Ölüm oruçlarında yeniden/bugün burada çarmıha gerilenlerin önce kendilerine ve sonra size söylediği budur. Bu, direnişin birinci ve en önemli kazanımıdır.

II.

Hapishane direnişinin ikinci önemli kazanımı, “bugün çoktan kaybetmiş olacaklarımız” önüne çektiği settir.

Bu direniş; askeri sayım ve arama uygulamasına devam edilmesi, avurt-makat araması zorlaması, tek tip elbise dayatılması, zorla çalıştırma, marş ve benzeri rejim ilmihalleri ezberletme, havalandırma tel örgüleri, hapishane temsilciliklerinin ortadan kaldırılması gibi çoğu 2000 yılından bu yana ısrarla denenmiş yüzlerce fiziksel ve ruhsal saldırıya karşı dalgakıran görevi yapmıştır.

Kaybedilip yeniden kazanılmak mücadelesine konu edilmemiş olmaları, bütün bu pozitif stabilizasyonun değerini azaltmadığı gibi daha da arttırmalıdır. Eğer bugün hala siyasal tutuklu ve hükümlülere ilişkin bir statü iddiasında bulunabiliyorsak, bunun bütün onuru hapishanelerde direnenlerindir.

III.

(Yusuf) Dedi ki:

 “Rabbim,

zindan,

 bunların beni kendisine çağırdıkları şeyden bana daha     sevimlidir…

Böylece Rabbi, duasını kabul etti ve onların hileli düzenlerini kendisinden uzaklaştırdı… Sonra onlarda (Yusuf’un iffetine ilişkin) delilleri görmelerinin ardından,

                mutlaka onu belli bir vakte kadar zindana atmak (görüşü) ağır bastı.[5]

Hapishane direnişinin üçüncü önemli kazanımı 22 Ocak 2007 tarihli 45 sayılı Adalet Bakanlığı genelgesine “eklenmiş”; on kişilik gruplarda, haftada on saatlik, tretmana bağlı olmayan sohbet imkanı tanıyan fıkradır.

Her iki muhatabı tarafından aynı gün basına açıklandığı için bu yönde sözlü bir taahhüdün de altı çizilebilir.[6]

Bakanlığın bu girişimi; sınırlı ve yetersiz olmakla birlikte hapishane direnişinin özüne ilişkindir. Kapatılmanın devlet tarafından gözetilen amaçlarından herhangi birisini yerine getirme işlevi taşımaması (tretman koşuluna ve amacına bağlı olmaksızın sohbet imkanı) bu yeni “hakkın” temel özelliğidir. Kapatılan kişi “dönüştürülmüş kimliğiyle” yahut “kimliğinin dönüştürülmesi amacıyla” değil, verili kimliğiyle ve kendi seçtiği 9 kişiyle bir araya getirilecektir.

Adım küçük ama girişimin yönü doğru ve niteliği somuttur.

Genelge ile bir gedik açılmış olan “infaz aklının” doğru bir biçimde anlaşılması önem taşımaktadır. Yalnızca siyasal suçlunun değil toplumsal suçlunun[7] da hapishanede yaşayabilmesini sağlayan şey, yargılama konusu olan davranışının sadece bir ceza normunu ihlal etmekle kalmayıp; kendi siyasal-sosyal-ahlaki yaşam biçiminin yeniden üretimi olduğuna inanmaktır. Bu nedenle “herkes masumdur” ve “herkes mükerrir”dir.

Eser miktarda psiko-patolojik davranış dışarıda bırakıldığında, Medrese-i Yusuf talebeleri, yapmak zorunda olduklarını (hissettiklerini/zannettiklerini/istediklerini) yaptıkları için orada bulunanlardan ibarettir. Yusuf peygamber adil yargılandı. “İffeti hakkındaki açık deliller” kapatılmasını zorunlu hale getirmişti.

Sadece norm ihlalinin değil, kendi adalet yahut hakkaniyet anlayışının bedelini ödüyor olduğunu düşünmek, kapatılanın toplumla en önemli ilişkisidir. Sadece kültürel değil dinsel bir motif haline gelecek kadar kadim bir toplumsal “ortak duyu”dan (common sense) söz ettiğimiz düşünülmelidir.   

Mesele, bu istek/zorunluluk bütünlüğünün (asla ikili karşıtlık değil) içerisinde politik eylemin ve buna bağlı olarak politik suçun işleyişinin tespit edilebilmesindedir.

Yeni infaz modelinin temel amacı, her türlü siyasal ceza hükmünü “terör” ve her türlü toplumsal ceza hükmünü kişisel “psikopatoloji” kavramları çevresine toplayarak müdahaleyi adeta tıbben yapmaktır: İyileştirme! Ceza skolastiğinde nasıl itiraf delillerin incisi ise infaz skolastiğinde de pişmanlık tedavinin incisidir.

İnfaz yasasının öngördüğü tecrit/tretman modeli, kapatılanın dış uyaranlarla ilişkisini en aza indirerek fiziksel direncinin kırılmasını amaçlar. Protestan bir arınma yöntemi önerilmektedir burada: “Az konuş, çok düşün, pişmanlığını belli et”. Yeteri sayıda çalışma esaslı işlikli hapishane (L Tipi vs) açıldığında bunlara bir slogan daha ekleyebiliriz: Arbeit Mach Frei…[8] Bu yöntemin, esasen birbirini tamamlayan iki temel amaca yöneldiği varsayılır, içerde güvenlik tehlikesini ortadan kaldıran disiplin ve itaatin temini; dışarıda, suçun tekrarının önlenmesi.

Her iki amaç iddiası da insanın kavranışına ilişkin –anayasal düzenimizin de öykündüğü– XX. yy. temel kuramına nispeten “sapkındır”. Suçun “hastalık”, muhakemenin “teşhis” ve infazın “tedavi” kabul edilmesi zincirinin, “infazın bireyselleştirilmesi” teorisinin de temeli olduğu fark edilmelidir. Geçmişte KİEL Okulu gibi faşist hukuk ekolleri tarafından savunulan bireyselleştirmenin, bugün neoliberal bir sunumuna sahibiz.

Hapis cezası; hakim tarafından öngörülmüş olan sınırlı sürenin “hareket serbestisi engeli” olarak, hiç değilse insan toplumlarının ulaşabildiği ve maalesef pek de yüksek sayılmayacak “haysiyet” ölçüleri içerisinde tamamlatılmasından ibarettir.

“Niye hırsızlık yapıldığına dair” ikiyüzlü şaşkınlığın arkasına saklanmış tretman yöntemleri kullanılarak mülkiyet tabusunun yetişkin eğitimine konu edilmesi hapis cezasına içkin sayılmamalıdır. Bir başka siyasal/toplumsal düzen isteğiyle mevcut sisteme eylemli muhalefet eden kişilerin nedamet getirip “iyi aile babası vergi mükellefi” yapılmasını sağlayacak bir model yoktur ve bulunamayacaktır. Kapatılan kişilere bu ve benzeri iddialarla sürekli kötü muamele yapan mevcut çarpık modelin hiçbir başarı öyküsü bulunmamaktadır. Zaten mükerrir suçluluk oranının dünyanın her yerinde gösterdiği yüksek ve sürekli standart başka bir araştırmayı da gereksiz kılmaktadır.

Genelge ile bir gedik açılan ancak hala önümüzde kocaman bir tehdit olarak ışığımızı kesen “infaz aklı”, kapatılma mekanının büyüklüğünden, kaç kişinin birlikte yaşadığından çok daha temel ve ciddi bir kötülüktür.

IV.

Direnişin dördüncü önemli kazanımı, bizleri bundan sonra yapabileceklerimiz konusunda bıraktığı sağlam zemin ve geniş ufuktur.

İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Antalya inisiyatifleri mutlaka sürdürülmelidir. Hapishanelerde temsilcileri bulunsun veya bulunmasın her türden solun, meslek odası birliklerinin, sendika konfederasyonlarının, insan hakları ve hukuk örgütlerinin sürekli temas halinde bulunduğu ve ulusal düzeyde kapatılma mekanlarını izleme görevi yürüten bir platform yaratılması zorunludur.

Tecrit-tretman saldırısı etkili bir “iyileştirme” talebinin konusu edilmelidir. Burada reforma-karşı reformdan söz ediyoruz. Devrimcilerin çıplak vücutlarıyla karşılaşmadan önce bu saldırıyı inşa edebildiğimiz bütün siyasal ve mesleki araçlarla hafifletmeli ve mümkünse kalıcı olarak durdurmalıyız.

Hapishanede kazanılmış hak olmaz.

Her siyasal iktidar, önceliklerine bağlı bir yöntem ve şiddetle hapishaneleri “insan öğütme” amacıyla kullanacaktır. Bugün gelinen noktanın, bizleri daha kapsamlı bir mücadele için soluklanmaya ve en geniş müdahale imkanını yaratmaya yöneltmesi gerekmektedir.

 

 
 


[1] Nikos Kazancakis, “Yeniden Çarmıha Geriliş”

[2] 20 Ekim 2000 tarihinde başlayan kitlesel açlık grevi, 20 Kasım 2000 tarihinde ölüm orucuna dönüştü ve çeşitli sayısal dalgalanmalara rağmen 22 Ocak 2007 akşamına kadar kesintisiz olarak sürdü.

[3] 12 Aralık 2000, daha sonra birçok cilalanmış örneği peydah edilecek linç girişimlerinin ilki ve 19 Aralık Hapishane Katliamı’nın en önemli habercisiydi. 5 Nisan 2006 “Avukatlar Günü’nde” ise Halkın Hukuk Bürosu Avukatlarından Behiç Aşçı ölüm orucu eylemine başladığını duyurdu…

[4] Sendika konfederasyonlarının (DİSK, KESK ve Hak-İş), Meslek Odaların Birlikleri’nin (TTB, TMMOB), Siyasal Partilerin (ÖDP, EMEP, SDP, HKP, SHP) ve Tecrite Karşı Ankara-İstanbul-İzmir komitelerinde temsil edilmiş tüm devrimci siyasal yapıların, siyasal platform ve cephelerin, Aydın/Sanatçı girişimlerinin toplamının sosyalistler için “kalıcı ve güvenli” değilse bile sıcak bir aile çatısı olabileceğini bir kez daha hep birlikte hatırladık.

[5] Yusuf Suresi 33-35. ayetler

[6] TTB Başkanı Prof. Dr. Gençay Gürsoy’un bakanla yaptıkları telefon görüşmesine ve Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkanı Salim Uslu’nun aynı gün bakanla yüz yüze görüşmesine atfen yapılan açıklamada bu sürenin haftada 20 saate kadar çıkarılacağı ve bir araya getirilecek hükümlülerin seçilmesinde talebin esas alınacağının taahhüt edildiği belirtildi.

[7] Siyasal olarak; suçun bireyselliğine ilişkin her türlü faşizan ekolden uzak durabilmek için “suçların ve cezaların bireyselliği” saçmalığının hukuk disiplini içerisindeki didaktik yaşamına ilgisiz kalınmalıdır. Suç toplumsaldır ve bunun içerisinde bir “siyasal suçlar” kategorisi inşa edilebilir. Bu alt parça bütünün kendisinden “yapısal tarzda” büyüktür! Başka bir deyişle, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin biriktirdiği tabuların (cinsel, bedensel, mülkiyete ilişkin, dinsel, ahlaki, vücut bütünlüğüne ilişkin, siyasal rejime özel vb.) ihlali toplumsal bir yeniden üretimken, rejime muhalefet aynı zamanda bu bütünü içerisinde barındıran siyasal bir yeniden üretimdir.

[8] Çalışmak Özgürlüktür. (Hatırlanabileceği gibi bu özdeyişi meşhur eden Nazi Toplama kamplarının duvar sloganı haline getirilmesiydi.)

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar