Ana SayfaArşivSayı 27Yılmaz Güney'den Tarık Akan'a

Yılmaz Güney’den Tarık Akan’a

Ziverbey’den siyasi şubeye,

Yılmaz Güney’den Tarık Akan’a

 

Vedat Aytaç

Biri Adana’dan çıkıp gelmişti İstanbul’a, diğeri İstanbullu bir albay çocuğu. Biri sırtında dengi yatılı okullara, diğeri garnizon garnizon gezen babasının peşinden Anadolu yollarına… Biri avantür filmlerle ‘Çirkin Kral’ oldu, diğeri bir yarışma ile girdiği Yeşilçamda, aşk filmlerinin yakışıklı jönlüğünden, politik filmlere doğru uzandı. Biri, 1960’lı yılların devrimcileriyle 1971’in Ziverbey’inde işkenceyi yaşadı; diğeri Almanya’daki bir konuşmasından dolayı 12 Eylül’ün siyasi şubesini gördü.

Tarık Akan, 12 Eylül ve siyasi şube anılarını yayınladı: Anne Kafamda Bit Var. Yılmaz Güney’in 12 Mart’ın Ziverbey işkencelerini anlattığı Sanık da, bu yıl 24. baskısını yaptı.[1]

Burada, iki kitabın edebi, sanatsal değerlendirmesi yapılmayacaktır. Kitap tanıtımı da değil amaç. Yazarlarının kişisel hayatları, kitapların anlattığı tarihsel dönem, olaylara yaklaşım farklılıkları üzerine kısa değinmelerde bulunulacaktır.

Yılmaz Güney, mahpuslukla henüz 20’li yaşlarındayken tanışmıştı. On Üç dergisinde 1956’da çıkan bir yazısı nedeniyle yargılanmış, 1961 yılında 1,5 yıl hapis yatmıştı. Hapishane sonrası bir süre, sıradan filmlerde oynamış ve 1960’ların sonunda ‘Çirkin Kral’ efsanesine dönüşmüştü. 1970-1971 yıllarında Umut, Acı, Ağıt onun zirveye çıktığı filmlerdi. 1972’de devrimcilerle organik ilişkilerinden dolayı tutuklandı. Ödülü elinden alındı. Hapis yattı. 1974 affı ile dışarı çıkabildi. Arkadaş ile yeniden sinemaya döndü. Bu dönem filmlerinde artık, politik bir dilin egemenliği vardır. Ama aynı yıl, 18 yıl ceza almasına yol açan olay (cinayet) ile tekrar cezaevine düştü. Ne sinemayı bıraktı, ne politik kimliğini.

Tarık Akan, devrimcilerle karşılaşmadı hiç; ne gerçek hayatında, ne de siyasi şubede. Kitabında da anlattığı gibi, sinema dışında bir politik hayatı da yok. O tam anlamıyla bir tarihsel dönem mağduru. Büyük kitlelerin hareketlendiği 70’li yıllarda sinema dolayımıyla politika rüzgarlarını hissettiği gibi, aynı kitlelerin üzerinden geçen 12 Eylül faşizminin rüzgarı ona da değmişti. Onun gerçek hayatında, devlet ile başını derde sokacak, politik, devrimci bir duruş yok. O bir oyuncu. Politik duruşu, oyunculuğu üzerinden.

Yılmaz Güney, Çirkin Kral olduğu dönemde de, politik bir davanın sanığı olarak işkencede de, politik temalı filmlerinde de, “bir savcıyı adiyen öldürmek” suçundan “adli mahpus” olarak yattığı zaman da, objektif olarak ezilenlerin içindeydi, politikti. Ölümünden uzun yıllar sonra da işporta tezgahlarında onun resimlerini görmemiz, lumpen-proleterlerin göğüslerinde onun resimlerini taşımaları bundan olsa gerek.

O, yaşadığı dönemle salt sanatsal, sanat üzerinden bir ilişki kurmadı. O dönemini politik bir zeminde yaşadı. O sinema dolayımıyla politika yapmıyordu, politika dolayımıyla sinema yapıyordu.

Kitabının kahramanı, Ziverbey işkenceleri karşısında yenildiği zaman bile politik kimliğini muhafaza eden, işkenceyi politik tutum ve pratiğinin “karşılığı” olarak gören bir devrimcidir:

“‘Evet’, diyor Yaşar… Eli ayağı zincirli ve gözleri bağlı bir avuç insanı yendiniz. Tankınız, topunuz, uçaklarınız zafer kazandı. Ama onların yüreklerine ektiğiniz kini, sınıf kinini yenebilecek misiniz? Milyonlarca işçinin, köylünün kinini yenebilecek misiniz?” (s.124)

Tarık Akan ise, “haksız gözaltına alınan”, “kazara dayak ve kötü muameleye maruz kalan” 12 Eylül mağduru. Onun hayatında, sinema dışında politik bir “eyleyiş” yok. Onun politik tutum ve pratikleri, sinema ile sınırlı. Sinemanın alanında ne kadar politika varsa, Akan’da da o kadar politika var. O yüzden Tarık Akan’da işkenceye bizzat “tanıklık” dahi yok.

Tarık Akan’ın kitabında devrimciler yok. Yukarıya “muhbirlik” ettiği ve “bir devrimcinin katili” olduğu kesin olarak bilinen bir faşist, 43 “solcu”nun arasında, 12 Eylül mağduru olarak aynı hücrede kalabilmektedir.(s.46) Bir röportajında anlattığı gibi, solcudur o: “Bir film anlaşması gereği avans alarak borçlanır ve filminde bir polisi oynaması gerekir. Polis karakterinin Pol-Derli olması konusunda diretir.”

Tarık Akan’ın siyasi şubede “devrimcilerle” karşılaşmadığı yine bir vakıa, politik konumları gereği direnmeyen gözaltındakiler, Tarık Akan’a yerlerin süpürtülmesine karşı direniyorlar. (s. 48-50)

Tarık Akan’ın emniyette yaşadıklarını çarpıttığını söylemek istemiyoruz. Anlattıklarından anlaşılan o ki, 12 Eylül’ün kitlesel gözaltısında, “devrimci olmayan” tutuklularla bir arada tutulmuştur. “Dev-Sol Marmara Sorumlusu” ile hücresinde açılan bir delikten sigara alışverişinde bulunmuş, tek kalan sigarasını vermiş ve daha sonra aynı kişi ile Selimiye koridorlarında karşı karşıya gelmiştir.

Tarık Akan, gözaltı sırasında 12 Eylül’le gerçek bir ilişki kurmuş, yaşadıklarına iki tepki göstermiştir: İlki siyasi şube ve Selimiye’de yaşananlara halkın tepkisi(zliği) karşısında duyduğu nefret:

“Gözyaşlarımı ağabeyimden saklamaya çalıştım, dışarıya baktım. Sokaklardan, caddelerden geçiyorduk. Bir sürü araba, üstüste insanlar, kalabalık… Herkes birbirinin yaşamından habersiz bir yol tutturmuş gidiyordu, kimse kimsenin umurunda değildi; kimse böyle bir çaba içinde de değildi. Derin bir nefret duydum. ‘Hapse girmek istiyorum, çünkü bu kalabalığı hiç sevmiyorum,’ dedim içimden. Sinirlerim bozulmuştu. Selimiye’nin kapısından çıktığımdan beri büyüyen boşluk sonunda en üst düzeyine ulaşmıştı.” (s.169)

… Diğeri, siyasi şubede en çok rahatsız olduğu pislik nedeniyle üzerinden atamadığı bitlenmişlik duygusu ile annesine kafasında olmayan bitleri ayıklatması:

“Üç gün evden çıkamadım. Üç gün de her fırsatta, günde dört-beş kez annemin önüne çömeldim, dizlerine yaslandım, birlikte kafamda bit aradık. Ne bit bulduk ne sirke.” (s.174)

Yılmaz Güney’in kahramanı Yaşar da, işkence sırasında sık sık dışarıyı düşünür. Hatta gözaltına alınışını gören ev kadınının yüzündeki ifadeyi… Ama ona değil, devrimci arkadaşları gözaltına alındığında tepki göstermediği için kendine kızarak…

“Şimdi, giderek kökü derinlere varan bir sızı duyuyordu. Arkadaşlarının tutuklanması, şu an duyduğu etkiyi yapmamıştı üzerinde. İlgilenmek gereğini de duymamıştı. Birkaç gün sonra da unutmuştu onları. Evet unutmuştu. Utancın ezikliği sardı içini. Unutmuş olmanın utancı yeni boyutlar kazanıyordu düşündükçe. (s. 8)

Sonra, emniyette atıldığı ilk hücrede, duvarlardaki yazılara takılır gözü, sloganlara: “Kahrolsun faşizm.”, “Zulüm mutlaka yenilecektir.”, “Arkadaş sakın paniğe kapılma.” (s.12) Kitap boyunca Yaşar bu sloganlardan destek bulacaktır. Devrimcilerin birbiriyle ilişki kurmak için yan yana olmalarına gerek yoktur.

Tarık Akan, Yol filmini çekerken, öldürmesi gereken atı öldürememiştir. Çünkü gerçekle rol arasında bir ayrım vardır. O iyi bir sinema oyuncusu olarak, soğuktan donmakta olan bir adamın atını öldürmek zorunda kalmasındaki ve bunun bir sinema filmi karesinde dile gelmesindeki sanatsal gücün farkındadır. Ama yüreği hiçbir zaman bir canlıyı (rol veya gerçek farketmez) öldürmeyi kaldıramaz. Onun kentsoylu kişiliği, işkenceyi, bitleri, haksızlığı olumsuzladığı gibi, filmdeki rolünün gereğini yapmasını da olumsuzlar. Atı başkası öldürür, rolü o oynar.

Tarık Akan 12 Eylül’ün kısa bir kesitinde olsa olsa siyasi şubede olup bitenlere tanıklık etmiştir. O, içeriyle, ‘içeriden’ bir ilişki kurmamıştır. Kaldığı hücredekilere yardım etmek sonradan aklına gelir. Tahliye olurken, “borcum var” bahanesiyle para göndermek ister, ismine para gönderdiği adamın “alacaklı olduğunu” reddetmesi üzerine, son anda akla gelen “dayanışma” fikri, sonuçsuz kalır.

Yılmaz Güney ise 12 Mart’ta Ziverbey Köşküne sadece tanıklık etmemiş, onun bir dönemini -kısa bir kesitte değil üstelik- yaşamıştır da.

Tarık Akan, kitabını sanatçı arkadaşlarının zorlaması ile yazmıştır. Tüm kitap boyunca, arkadaşlarının zorlaması kadar, yaşadığı dar kesitin izin verdiği kadar, annesinin dizine yattığında kafasında olmayan bitleri hissettiği kadar, yansıtmıştır 12 Eylül’ü.

Uğradığı vefasızlıklar, Yeşilçam’ın, medyanın vefasızlıklarıdır. Tarık Akan, “dönemi” ile ilişkiyi devrimciler üzerinden değil, sinema üzerinden kuruyor. “Yılmaz Ağabey” ile olan ilişkisi, onu dönemine yaklaştıran tek ilişkidir. 12 Eylül’ün hemen başlangıcında, “Yol” filminin çekiminde yer almıştır. Kitabın 4. Bölümünde filmin çekiliş hikayesini anlatıyor. Yılmaz Güney’le ilişkisinin de “sinemacı ağabey”, “güzel bir film” olarak kurulduğu görülüyor.

Yılmaz Güney’in farkı buradadır. O birçok sinemacı ile “sinemacı” olarak ilişki kurmuş, sinema filmi yapmıştır. Ama Yılmaz Güney, dönemi ile ilişkiyi sinema üzerinden değil, politik bir kimlik üzerinden kurmuştur.

Tarık Akan, hakkında bir soruşturma olduğunu bilerek, suç işlemediğinden emin, en fazla “kazaya kurban gidebileceği” endişesiyle döndü Türkiye’ye. Gerçekten “suç” işlememişti. Kazaya da kurban gitmedi, “bir dönemdi geldi geçti”, “özgürlüğüne” kavuştu.

Yılmaz Güney, “yazdığı bir yazı ile” 20’li yaşlarda düştüğü hapishaneden, zaman zaman tahliye oldu, “ödemek zorunda kalacağı bedeli” bilerek, politik bir pratik ile “suç” işledi; hapishanelerden geçerek, bir suçlu olarak yurtdışına “kaçtı”. Türkiye’ye dönebileceği bir “suçsuzluk karinesi” yoktu.

Yılmaz Güney, düzenle barışık yaşayamadı. Sanatsal üretimi politik nitelikliydi. Filmlerinden, kendi adıyla çıkardığı Güney isimli politik dergiye kadar.

Tarık Akan şimdi kurduğu okul ile, Türk milli eğitimine, eğitimci olarak hizmet veriyor. TRT’ye çektiği dizi “Koçum Benim”de örnek bir eğitimciyi canlandırıyor.

İki kitap ve iki kişi. Hayatları farklı, dünyaları farklı. İki ayrı dönemi, iki farklı kişi olarak yaşıyorlar. İki kitap, korsan kitap raflarında. Birinin kapağında “İşkence tutsak” deseni, diğerinde bir film afişi. Biri 12 Mart’tan devrimci bir soluk olarak bugüne, diğeri 12 Eylül’ün mağdurlarına.

İkisi de solcu. Yılmaz Güney, devrimciydi.

 
 
 


[1] Tarık Akan, Anne Kafamda Bit Var, Can Yay., İstanbul 2002; Yılmaz Güney, Sanık, Güney Filmcilik Yay., İstanbul 2002. Yazıda bu iki kitaba yapılan atıf ve alıntılar, doğrudan sayfa numarası ile verilmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar