Ana SayfaArşivSayı 5İktisat ve Marx Ekonomi Politiğin Temelleri

İktisat ve Marx Ekonomi Politiğin Temelleri

Orhan Gökdemir

Anarşist Proudhon “Mülkiyet nedir?” diye soruyor ve sonunda şanına yakışır bir cevap veriyor: “Mülkiyet hırsızlıktır.” Proudhon’un hem sorusu, hem de cevabı bir tepkidir ve yerindedir. Ancak, mülkiyet alelade bireysel bir hırsızlık değil, toplumsal ve tarihsel bir hırsızlıktır. Bu yüzden Marx’ın bu tanıma itirazı da yerindedir; “Evet ama hırsızlık mülkiyeti varsayar.” Hırsızlığın gerçekleşebilmesi için mülkiyetin varlığı şarttır.

            Dolayısıyla iktisat kuramı için de mülkiyetin varlığı şarttır; topraktan, emekten, sermayeden sözü açmadan önce kesinlikle mülkiyetten sözetmek ve bütün bunların varlık sebebinin mülkiyet, daha doğrusu özel mülkiyet olduğunu söylemek gereklidir.

İktisat kuramının gelişmesinde Proudhon’un mu yoksa Marx’ın mı daha etkili olduğunu saptamak mümkün değil ama bu disiplinin başından beri mülkiyet kavramını yok saymakta gösterdiği maharet onun bu “hırsızlığın” farkında olduğunu gösteriyor. İktisat kuramıyla ilgili incelemelere göre iktisatta mülkiyet kavramıyla ilgili pek az ampirik çalışma var. Bu pek az çalışma ise mülkiyet hakkındaki incelemeleri sonucunda iktisadın “insan davranışları” önermesiyle ters düşmek durumunda kalıyor.[1] İktisat mülkiyetten söz etmeye baş-ladığında, kendi kendisiyle çelişmeye başladığını görüyor ve her bilim dalında yapılması gerektiği üzere konunun üzerine gideceğine, ilgilenmeyerek, görmezden gelerek yoluna devam etmeyi tercih ediyor. Bilinçli bir tercihtir, mülkiyet kavramı bu disiplinin her şeyden sonra değil, her şeyden önce bir “insan davranışı”na dayandığını gösteriyor; bu davranış korkudur. İktisat bir hırsızlığa ortak olmanın, onu mazur gösteren açıklamalar bulmanın adıdır ve eninde sonunda korkuya dayanıyor. İktisat, temsil ettiği sınıfın korkusunu rasyonalize ediyor.

            Bir de “Marksist iktisat” var. Ne söylediği ve neye dayandığı ilki kadar açık değildir; ancak bir iktisadi kurgu yapabilmesi için Proudhon’un gerisine düşmesi şarttır. Proudhon’un mülkiyeti gayrı meşru ilan etmesine karşılık, Marksist iktisat, hem Proudhon’un hem Marx’ın itirazını görmezlikten gelerek bu saçma formüllere bir meşruiyet kazandırıyor. Ellerinde bir tek emek-değer kuramı vardır ve buna dayanarak Marksizm içinde en ciddi restorasyonlardan birini gerçekleştiriyor.

Marksizmin Yumuşak Karnı:

Emek-Değer Kuramı

“Bir malın değişim değerini o malın üretiminde kullanılan emek miktarı belirler.” Kısaca böyle özetlemek mümkün. Smith, bu sonuca, toprağın ve üretim araçlarının henüz özel mülk olmadığı, “toplumun ilkel ve vahşi safhasını” düşünerek varıyor. Kurgu oldukça basit: özel mülkiyet yoksa “emeğin ürünü emeğe aittir” ve bunlar değiştirilirken üretiminde kullanılan emek miktarı tayin edici olur.

            Ancak bunlar yoksa, özel mülkiyet yoksa bir kategori olarak emek de yoktur. Emek, tıpkı sermaye gibi bütünüyle modern bir olaydır ve bir soyutlama olarak emeğin kurgulanması için, önce insanların bir kısmının insanlığından soyutlanması gerekir. Emek ve emekçi, insanların bir bölümünün, satılana ve üretim araçları ile ilişki içine girene dek emek-gücünü üretken biçimde uygulamasının imkansızlaştığı koşulların ürünüdür.

            Demek ki emek ve emekçi bir çaresizliğin sonucudur ve bu çaresizliğin sürdüğü koşullarda üretimde nasıl bir rol üstlendiği tayin edici değildir; değerin yaratıcısının emek(çi) olması ona bir üstünlük vermemektedir. Bunun tersi de aynı ölçüde geçerlidir; toprağın ve sermayenin bir değer yaratmıyor oluşları onların tayin edici rollerini değiştirmez. Buradaki sorun, yaratıcı emeğin, neden kendi yabancılaşmasını ve kendi karşıtını üretmekte oluşudur.

            “İktisatçı” Marx’tan bize kalan ilk ders şudur: Emek diye adlandırdığımız şey, emekçinin, emekçi insanın bir yeteneğidir; emek insan emeğidir, insanı insan yapan bir etkinliğidir. Oysa iktisadı mantık, insan emeğini, emek adı altında nesneleştirerek, üretim sürecinin pasif bir aracı haline dönüştürmektedir.

            Bu nesneleşme nedeniyledir ki bir insan etkinliği olan emek, başka nesnelerle, toprak ve sermayeyle eşleştirilmektedir. Sonuç olarak söylenebilecek olan şudur: Belli bir tarihsel oluşum içindeki toplumsal üretim ilişkileri şeyleştirilmektedir. Marx’ın deyişiyle, emek tek başına ele alındığında düpedüz bir hayalettir, bir soyutlamadır ve varlığı yoktur[2].

            Emek-değer teorisi dahil, iktisadın bütün kurgusu toplumsal üretim sürecini ele veren sermaye-kar, toprak-toprak rantı, emek-ücretler formülasyonudur. Bu formülasyonun bütün sırrı ise onun dışında kalan bir şeyde, özel mülkiyettedir. Dolayısıyla tartışmaya formülden değil, varsayımından başlamak gerekir. Bu açıklığın bizi getirip bıraktığı yer, bir çözüm aranacaksa, bunu yolu değerin yaratıcısını aramak değil, bu kurgunun ve mantığın kökünden reddidir.

            Bu formül içinde, bu formülün bir parçası olan emeğin sömürüldüğünü söylemek, demek ki Marksist olmaya yetmiyor. Sömürü bu formülün bu yapılanışın ürünü değildir, bu formül, daha başında bir yapılanışı varsaymaktadır. Özgür emekçi yoksa bu formül de yoktur.

            Marx’ın iktisada yönelttiği eleştiri demek ki onun mantıksız oluşu ile ilgili değildir. İktisat verili çerçevesi ile mantıklıdır. Emek, karşılığını ücret olarak aldığına göre, üretimdeki artışın sermayeden doğuyormuş gibi görünmesi doğaldır. Bu önermeye itiraz etmek ve artışın emekten kaynaklandığını ileri sürmek mümkündür, ancak bu tez verili koşullarda diğerinden daha tutarlı değildir.

            O halde bu mantığı ve varsayımını reddetmek ilk önce iktisadı reddetmektir; üretimin toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak algılanmasını ve ifadesini reddetmektir.

Sermaye-Toprak-Emek

Sermaye, toprak, emek; bunların her birinde toplumsal ilişkinin bir yüzü temsil edilmektedir. Sermayenin sermayedardan, toprağın toprak sahibinden, ve nihayet emeğin emekçiden ayrılması üretim sürecinin toplumdan ayrılmasının bir tezahürüdür. Böylece toplum, sınıfsal ilişkilerin gerçek beliriş alanından ayrılarak, soyut bu yüzden de özgür ve eşit insan için uygun hale gelir. Eninde sonunda bir uşak, bir köle olan işçi nasıl insan haline geliyor?

            İlki şu: “Kölenin bir mübadele değeri, bir değeri vardır; özgür ücretli işçinin değeri yoktur; tek değeri olan, emeğinin mübadele yoluyla elde edilen kullanım hakkıdır. Kapitalist-işçi ilişkisinde mübadele değeri rolünde olan işçi değildir, kapitalisttir. İşçinin bu değersizliği, sermayenin ve genelde özgür emeğin önvarsayımını oluşturur.”[3]

            İkincisi; üretim ve fabrikada emek gücünü satmış ve bu yüzden görünüşte gönüllü bir uşak olmayı kabul etmiş olan işçinin, dolaşım ve mübadele alanında sermayenin karşısına bir alıcı ya da satıcı kılığında, bir para sahibi biçiminde, basit bir dolaşım odağı biçiminde çıkmasıdır. Marx’ın deyişiyle, işçi burada sonsuz sayıda dolaşım odağından biri olarak, işçi belirlemesini yitirir[4].

            Böylece, efendisine tabi, alınıp satılabilen bir mal olan uşağın yerini, mübadele ve dolaşım alanında bir dolaşım odağı, alıcı ve satıcı rolünden dolayı kişilik kazanan modern bir sınıf alır. Gerçekten de, kendi öncellerinden farklı olarak bir “insan” olan bir kişilik kazanan işçi hem özgürleşmiş, hem de hiç olmazsa dolaşım ve mübadele alanında, pazarda, piyasada efendisi ile eşit olmuştur. “Her iki taraf da bir Kişi’dir. Aralarındaki biçimsel (resmi) ilişki, eşit ve özgür mübadelecilerin ilişkisidir. Bu biçimin bir yanılsama ve de aldatıcı bir yanılsama olduğu hususu, hukuki ilişki açısından bakıldığında, tümüyle dışsal bir konudur.”[5]

            Sermaye, toprak ve emeğin bu yan yana gelişinde, aslında işçiyi özgürleştirecek bir gelişme yoktur, kölenin ya da uşağın konumu üretim alanında sürmektedir. Farklı olan şey ise bu üç üretim faktörünün bir zor, direkt bir tahakküm aracılığıyla değil, mübadele ve pazar aracılığıyla yan yana geliyor oluşudur. “Emek sahibi ile para sahibi pazarda karşı karşıya gelirler, eşit haklara sahip kimseler olarak temasa geçerler. Aralarındaki tek fark birisinin satıcı, diğerinin alıcı olmasıdır; bu yönden yasalar karşısında her ikisi de eşittir. Bu ilişkinin sürekli olabilmesi için, emek-gücü sahibinin, bunu, yalnızca, belirli bir süre için satması gereklidir. Çünkü eğer onu toptan ve süresiz satacak olursa, kendini satmış, kendini özgür bir insan olmaktan çıkartıp köleye, meta sahibi olmaktan çıkartıp meta haline dönüştürmüş olur. Emek gücüne daima kendi öz malı, kendi metaı gözüyle bakması gerekir ve bunu ancak, onu, alıcının emri altına geçici bir süre için, belirli bir zaman süresi için vermekle yapabilir.”[6]

            Şimdi, emekçi kişilik kazanarak diğer insanlarla eşitlendiğine göre, eski ayrıcalıkların yerini hukukun alması için hiç bir engel kalmamıştır. Bu hukuk, bir kast adına, ayrıcalıklı bir sınıf adına değil, genel ve soyut kişilik adına hareket ederek, dayandığı sınıfın ayrıcalıklarını güvence altına alabilir. Burjuva hukuku, ancak bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırarak, burjuvaziyi ayrıcalıklı bir konuma getirebilir.

            Hukukun olduğu gibi, felsefenin, politikanın, sanatın ve diğerlerinin, soyut insan üzerinden işgörüyor olmalarına rağmen, gerçekte egemen sınıfın izini taşımalarının nedeni bu küçük ayrıntıdır. Buradaki insan, eninde sonunda bir burjuvadır, kişilik ve insan hem bir sınıfsal ilişkiyi örter, hem de egemen sınıfa bütün sınıflar adına konuşma ve hareket etme yeteneği kazandırır.

Bir Hayalet: Emek

Gelelim emek-değer kuramına. Bir üretim koşulu olarak emeğe, somut biçimi içerisinde değerin yaratıcısı rolünü yakıştırmanın bu kurguyla çelişen bir yanı yoktur. Değer yaratıcısı olarak emek, en başında hiç kuşkusuz somut biçimi olan ücretli emekten farklı olmak durumundadır. Üretimin iktisadi bir faaliyet olmaktan çıkıp, bir insan etkinliği haline geldiği koşullarda değeri yaratacak olan emektir. Ancak bu tanımda emek iktisadi bir kavram değildir.

            Emek, ücretli emek olarak bir kez kabul edildikten sonra, toprak ve sermayenin de, emek koşullarının doğal biçimi olarak görünmesi gerekir. Ancak yine de başlangıçta geliştirilen emek-değer yaklaşımı, bizi bu formülün varsayımına yaklaştırması açısından bir rol üstlenmiştir.

            Marx’ı izleyerek bu keşfin nasıl yapıldığını hatırlayalım:

            Marx, “Emek koşullarının değişmiş biçimi, yani emeğe yabancılaştırılmış ve onun karşısına bağımsız olarak çıkan biçimi, dolayısıyla üretilen üretim araçları, böylece sermayeye dönüştürülmüş, toprak, tekel altına alınmış toprağa ya da toprak mülkiyetine çevrilmiştir-belirli bir tarihsel döneme ait bulunan bu biçim, böylece üretilen üretim araçlarının ve genellikle üretim sürecindeki toprağın varlığı ve işlevi ile özdeşleşmiştir.”[7] diyor. Marx’a göre bu üretim araçlarının kendileri, nitelikleri gereği sermayedirler; yani sermaye bu üretim araçlarının ekonomik adıdır. Aynı zamanda topraktan başka bir şey olmayan arazi parçaları, belli sayıda toprak sahiplerince tekel altına alınmıştır. Burada nesnelerin kişileşme süreci başlar. Tıpkı ürünlerin, üreticinin karşısına, sermayede ve kapitalistte bulunan bağımsız bir kuvvet olarak çıkması gibi, toprak da, toprak sahibine kişileşir ve aynı şekilde, bağımsız bir kuvvet olarak ard ayaklarının üzerine kalkarak, yardımıyla yaratılan üründen kendi payını ister. Birbirinden çok farklı ve asla eşleştirilemeyecek olan bu üç şeyin aynı sepette bulunması böyle sağlanır.

            Marx’a göre, sermayenin, ücretli emek olarak emeği öngördüğü açıktır. Ama eğer, emek de, ücretli emek olarak çıkış noktası diye alınacak olursa, genellikle emeğin, ücretli-emek ile özdeş görüneceği de tıpkı bunun gibi apaçık bir şey olur; bu durumda sermaye ile tekel altına alınmış toprağın da, genellikle emekle ilişkisi bakımından, emek koşullarının doğal biçimi olarak görünmesi gerekir.[8]

            Ücretli emek, genellikle emek ile aynı şey olursa, ücretler de emeğin ürünüyle ve ücretleri temsil eden değer kısmı emek tarafından yaratılan değer ile çakışmış olur. Bu çakışmadan sonra, değerin diğer kısımları, kar ile rant da, ücretler yönünden bağımsız görünürler ve emekten bağımsız olarak kendi kaynaklarından doğmaları gerekir.[9]

            Böylece, iktisat tarafından, Marx’ın avukatlık ücreti ile kırmızı pancar ve müzik arasındaki ilişkiye benzettiği bir ilişki kurulmuş olur; sermaye-faiz, toprak-toprak rantı, emek-ücretler.

            Devam edelim: Kapitalist üretim tarzında ve onun egemen kategorisi olan sermayede, bu büyülü ve gizemli alem daha da gelişir. Emeğin bütün toplumsal üretici güçleri, emekten değil, sermayeden ileri geliyormuş gibi göründüğü için, sermaye çok gizemli bir hal alır. Ardından dolaşım süreci işin içine girer ve sermayenin bütün kısımları üretim tarzının gelişmesi ölçüsünde değişir. Dolaşım alanında değerin yaratıldığı başlangıçtaki koşullar tamamen arka plana itilir. Üretim sürecinde kapitalist, aynı zamanda hem meta üreticisi ve hem de meta-üretimi yöneticisi olarak hareket eder. Bu yüzden, bu üretim süreci ona hiç bir şekilde, artık-değer yaratma süreci olarak görünmez. Burada değer, üretim sürecinde doğmasına karşılık, ancak dolaşım sürecinde realize olur. Bu yüzden değer, yalnız dolaşımda gerçekleşiyor gibi görünmekle kalmaz, fiilen ondan doğuyormuş izlenimi verir.[10]

            Marx’a göre fiili üretim sürecinin birer parçası olan üretim ve dolaşımın bu konumlanışında, yukarıdaki ilişkilerin bağı gitgide gözden kaybolur ve değeri oluşturan öğeler, birbirinden bağımsız öğeler halinde kemikleşirler.

            Başlangıçta, kar biçimindeki artı-değer, sermayenin, kendini doğuran emeğe yatırılan kısmından doğuyormuş gibi görünürken, bu formül sermaye-faiz biçimine çevrilerek, kar toplam sermaye ile ilişkilendirilir. Böylece kar, bir sermaye geliri olmaktan çıkıp, bir risk ve girişim karşılığı kılığına bürünür. Marx, sermaye-faiz formülünün diğerinden çok daha tutarlı olduğunu söyler; çünkü karda hala onun kökenini anımsatan bir şey kaldığı halde, bu faizde yalnız yok olmakla kalmamış, bir de bu kökene tamamen karşıt bir biçime sokulmuştur.[11]

            Şöyle sürdürüyor Marx:

            “Sermaye-kar, ya da daha iyisi sermaye-faiz, toprak-rant, emek-ücretler formüllerinde, değerin ve genellikle servetin öğeleri ile kaynakları arasındaki iç bağıntı olarak gösterilen bu ekonomik üçlü formülde, kapitalist üretim tarzının tam bir gizem haline getirilişini, toplumsal ilişkilerin şeylere çevrilmesini, maddi üretim ilişkilerinin, bunların tarihsel ve toplumsal belirlenişleriyle doğrudan birleştirilmesini görüyoruz. Şimdi burası, Bay Sermaye ile Bayan Toprağın kolkola girip hem toplumsal ilişkiler ve hem de sırf bir şeyler olarak gulyabani gezintisine çıktıkları, büyülü, çarpıtılmış ve tepetaklak edilmiş bir alem oluyor.”[12]

            Buraya kadar söylenenlerden yapabileceğimiz çıkarsamaları şöyle sıralayabiliriz:

              1-İktisadın tarif ettiği üretim belli bir tarihsel döneme ve toplumsal oluşuma özgüdür. Herhangi bir evrenselliği olmadığı gibi, mümkün olabilecek tek yöntem de değildir.

         2-Ezilen sınıf açısından değişen şey mekanizmanın daha karmaşık bir hal alması, piyasa ve dolaşım aracılığıyla bir özgürlük görüntüsü yaratılmasıdır.

              3-Sömürü bu sürecin kendisinde değil, süreci yaratan koşullardadır. İşçi sınıfı sömürülüyor, çünkü özgür değildir. Sömürü, onun doğa ve toplum içindeki konumuyla ilgilidir.

               4-İktisadın bütün sırrı özel mülkiyeti varsaymasındadır. Özel mülkiyetin bu niteliği iktisadın alanı dışındadır.

              5-Bu bakış açısından, bu iktisadi mantık açısından emek-değer kuramının söylediklerinin bir tehlikesi yoktur; tam tersine söylemedikleri tehlikeli bulunmuştur.

              6-Bu formülasyonun kabul edildiği koşullarda, sömürü ekonomik düzenlemelerle aşılamaz. Bunun yolu iktisadi mantığın kökünden reddindedir.

            Öyleyse Marx’ta ne bir ekonomi teorisi vardır, ne de ondan böyle bir teori türetmek için açıklık. Bu yüzden Marksist iktisat, eninde sonunda bir restorasyondur; yıkmayı değil düzeltmeyi hedefler.

            Oysa Marx’ın itirazları bir disiplin olarak iktisadın varoluşunu imkansız kılar. Bir bütün olarak kapitalist üretim tarzının sırrını taşıyan bu formüller irrasyoneldir, sermayedarın günlük işlerini yürüttükleri hayali biçimlerin dogmatik bir yorumudur. İktisat bu mantıksızlığa mantık yüklemek gibi bir ikiyüzlülükten doğmuştur. Dolayısıyla iktisat, iktisatçıların yaptığı işe verilen addır. Bir bilim olarak kutsanmıştır, vardır, çünkü belli bir sınıfın çıkarınadır. İktisat varlığını toplumsal geçerliliğine borçludur.

Ekonominin Toplumdan Ayrılması

Görüldüğü gibi iktisat adı verilen ve nesnel bir bilim ilan edilen bu formüller sadece bir meta üretme süreci değil. Verildiği gibi ele alındığında gerçekliğin kaba bir tezahürü olan bu formüller, bize toplumsal ilişkilerin, ekonominin diline çevrilmiş ve az çok rasyonalize edilmiş ipuçlarını verir. Bu sürecin —üretim, tüketim, bölüşüm, mübadele— toplumsal ilişkilerden soyutlanmış olarak kavranması ve teknik bir süreç olarak tanımlanması, toplumun ekonomiye tabi kılınmasının bir yansımasıdır.

            Marx’ın dediği gibi burada “…sermaye-emek ilişkisinin, kapitalist ve işçi arasındaki ilişkinin yeniden üretimi ve yeniden üretimi, üretim ve değerleme sürecinin başlıca sonucu olarak görülmektedir. (Oysa) bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçekte sürecin maddi sonuçlarından çok daha önemli bir üründür. Gerçekten, bu süreçte işçi kendi kendini emek kapasitesi olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi işçi de kapitalisti üretmektedir.”[13]

            Emek, toprak, sermaye arasındaki ilişki, iktisadın ele aldığı gibi şeyler arasındaki ilişki değil, düpedüz insanlar arasındaki, toprak sahibi, sermayedar ve emekçi arasındaki ilişkidir. İktisat, bu şeyleşmenin altında yatan nedenleri araştırmak yerine, onu kendine tartışılmazbir sonuç olarak alır. İktisadı mümkün kılan şey, bu şeyleşmenin ta kendisidir.

Emek-Değerden Fayda Kuramına

Emek-değer kuramı açısından Smith’in varsayımına yazının başında değinmiştik. Marx’ı Smith ile birlikte her şeyden sonra bir bilimsel iktisattan söz etmeye zorlayan Ricardo’nun da bu kurama sağladığı ilerleme oldukça ilginç. Ricardo, kendinden sonra gelenlere ilham verecek bir ayrım yaparak üretimle bölüşümü değişik yasalar çerçevesinde ele alıyor. Buna göre üretim ve fiyat belirlemesinde emek-değer kuramı yardıma çağrılıyor. Bölüşümde ise üç üretici faktörün yarattığı ürünün, bu faktörler arasında bölüşülmesi geçerli. Artık alanında bir klasik sayılması gereken İktisatçılar ve İnsanlar adlı çalışmaya göre bu evrim şöyle devam ediyor: ” J. S. Mill bu ayrımı devraldı ama üretim yasalarını, müdahale edilmemesi gereken doğal yasalar saydı ve bölüşümü iktisat için tek alan olarak bıraktı.”[14]

            Buğra, 19. yüzyıl sonunda, nesnel emek-değer kuramı yerini öznel fayda kuramına bırakırken, iktisadın yalnızca maddi zenginlikle ilgili bir disiplin olmaktan çıkıp, genel bir seçim kuramına dönüştüğüne dikkat çekiyor. Doğal olarak “bencil ve rasyonel” bir birey bu kuramın en önemli varsayımı. Rasyonel, çünkü faaliyetlerinde en çok faydayı ve karı sağlamak üzere uygun araçları seçmekten başka bir şey düşünmüyor. Bir piyasa toplumu şartlarında tahayyül edilebilecek homo economicus böyle doğuyor.

            Yani iktisat, bundan böyle değerin kaynağını nesnelerin içerdikleri emek miktarında değil, onları kullanan bireylerin değerlendirmelerinde ve psikolojisinde arayacaktır.

            Bu gelişimin en uç noktası olan marjinal devrim, ilginç bir tarihte 1870’lerde başlıyor. İşçiler Paris’te barikatlara koşarken bu devrimin öncüleri Jevons ve Menger buluşlarını dolaşıma sokacaktır. Koroya Walras’ın katılması ise biraz daha sonra 1874’de gerçekleşir; çalışmasına bulduğu ad “Saf İktisadın İlkeleri”dir.

            Profesör William Stanley Jevons bu bilimin evrimine damgasını vuran korkuyu şöyle anlatıyor: “Sayıları gittikçe artan ve örgütlenen işçi sınıfı siyasal ve ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya yönelebilir. Bu yüzden emeğin hiç bir biçimde değer yaratmadığını ortaya koyan bir kavram geliştirmeliyiz.”

Marksist İktisat Nedir?

Marksist iktisat nedir? Marksist iktisatçı ne yapar? İktisadın bütün insanları önünde diz çöktürdüğü bir zamanda bu soruyu sormanın ve bir yanıt aramanın kuşkusuz avantaj ve dezavantajları var. Ancak sırf bu gelişmeden yola çıkarak Marksist iktisadın, kendini diğerinden bu gelişmenin önünde duracak bir biçimde ayıramadığı sonucuna varabiliriz. Topluma el koymasının hem nedeni ve hem de sonucu ekonomideki gelişme olan tek sınıfa karşı örgütlenmiş olan bu iktisat, varlık nedenine ters bir biçimde iktisat tarihi içindeki yerini almıştır. Onun terimleri ve mantığı, bu tarihsel konumlanışa uygundur.

            Bu konumlanışı bugün nasıl tarif edebiliriz? Kuşkusuz bunun Marksizm içinde ve dışında verilmiş bir cevabı var. Her iki cenah da ilginç bir biçimde Marx’ın bu disipline ciddi katkılarda bulunduğuna inanıyor. Smith ve Ricardo’dan Marx’a uzanan ve ortak noktası emek-değer kuramı olan bu ekolün (varsa) tek varlık sebebi bu inanıştır.

            Ancak iktisat uzun zamandır emek-değer kuramını terketmiş ve kendi işlevine yakışan bir manevra yaparak fayda kuramında karar kılmıştır. Eğer bir emek-değer kuramı geleneği varsa, bunun tek mirasçısı Marksist iktisattır. Dolayısıyla “Marksist iktisat nedir” sorusuna “emek-değer kuramıdır” cevabı vermek çok yanlış olmayacaktır. Böylece ikinci sorumuzun cevabı da az çok belirlenmiş oluyor; marksist iktisatçı, emek-değer kuramı çerçevesinde, toplumdaki iktisadi süreci tanımlamaya çalışır. Peki yapabilir mi? Bu soruya, toplumun karşısına dikilmiş bir iktisadi süreci kabul etmesi ölçüsünde evet cevabı vermek mümkün.

            Öte yandan daha önemli olan şudur; Marksizm “sosyoloji, felsefe, tarih ve iktisat” cephelerinden oluşan bir bütün olduğuna göre, Marksist iktisatçı uzmanlaşmayı reddetme zorunluluğu nedeniyle bir “meslek erbabı” değildir. Genel olarak, Marksist iktisatçıların yerine her Marksistin bir iktisatçı olması tercih edilmiş ve her Marksist kendisinin iktisatçısı olmuştur.

            Tarihin bir cilvesi mi saymalı; Marx, Luther için “laikleri papaz yaparak, papazları laik haline getirdi” diyor. “Luther, bağlılıktan gelen köleliği, onun yerine inançtan gelen köleliği getirerek yendi. İnancın otoritesini canlandırarak, otoriteye inancı kırdı. Laikleri papaz yaparak, papazları laik haline getirdi. Din duygusunu insanın bilinci yaparak insanı dışarıdan gelen din duygusundan kurtardı. Yüreği zincire vurarak, vücudu zincirden kurtardı.”[15] Marksist iktisadın tarihi de tam bir Lutheryen süreçtir. Marx, iktisadı reddederken, iktisadın hiç hesap edilmeyen bir biçimde sahiplenilmesine ve yaygınlaşmasına yol açmıştır. Üstelik ne laikler papaz, ne de papazlar laik olmuştur.

            Bu sürece bakarak yapabileceğimiz saptama, Marksist iktisatçının bir Protestan olduğudur. İktisada itiraz eder ama bu, dine bir itiraz olmaktan öte, iktisadın Katoliklerine bir itirazdır.

            Marx’ın bu bilimin Almanya mecrası için yaptığı çözümleme hala geçerlidir. Bu bilimin gelişmesi için gereken şartlar çoktan tarihe karışmıştır ama onun aşılması için şartlar hazırdır. Yeter ki, bir üretici insanlar topluluğu ile, özgür insanlar toplumu arasındaki fark anlaşılabilsin.

 

 


[1] Ayşe Buğra, İktisatçılar ve İnsanlar, Remzi Kitabevi, İstanbul 1989, s. 30.

[2] Karl Marx, Kapital, C.3, Çev.: Alaatin Bilgi, Sol Yayınları, Ankara 1978, s. 854.

[3] Karl Marx, Grundrisse, Çev.: Sevan Nişanyan, Birikim Yay., İstanbul 1979, s. 370.

[4] Karl Marx, a.g.e., s. 464.

[5] Karl Marx, a.g.e., s. 505.

[6] Karl Marx, Kapital, C.1, Çev.: Alaatin Bilgi, Sol Yay., İstanbul 1986, s. 183.

[7] Karl Marx, Kapital, C.3, a.g.e., s. 863.

[8] Karl Marx, a.g.e., s. 863-864.

[9] A.g.e., s. 864.

[10] A.g.e., s. 866.

[11] A.g.e., s. 868.

[12] A.g.e., s. 868.

[13] Karl Marx, Grundrisse, a.g.e., s. 492.

[14] Ayşe Buğra, a.g.e., s. 90-91.

[15] Karl Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”, Din Üzerine, Çev.: Kaya Güven, Sol Yay., Ankara 1976, s. 47.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar