Ana SayfaArşivSayı 46‘Metin Kayaoğlu ile Teori ve Politika’

‘Metin Kayaoğlu ile Teori ve Politika’

Yazıyaz, Sayı: 21, Mayıs 2008

Yazıyaz dergisi internet ortamında yayımlanmaktadır (www.yaziyaz.com). Derginin ve yazarın izniyle…

 

 

 

‘Metin Kayaoğlu ile Teori ve Politika

 

Gizem Pekcan

Bulunduğumuz konumu, yaptıklarımızı ve yapamadıklarımızı en tarafsız biçimde değerlendirdiğimiz an devrimciliğe olan bağlılığımızı da yansıtırız. Tarihsel süreç içinde insanoğlunun geçmiş olduğu her dönemeç önümüze açılan bir kapıdır, dün ne olduğumuz yarın ne olacağımızın bir ön reklamıdır. Kendi geleceğinin yaratıcısı olan insan dünüyle bugünüyle gerçek devrimci kimliğini açığa vurabileceği günleri de elbet yaratacaktır.

İnsan olduğumuzun bilincinde olduğumuz her saniye için… Gelecek için, geleceğimiz için…

 

1) Öncelikle Teori ve Politika Dergisinde oldukça ses getiren yazılara imza attığınızı biliyoruz; ancak bir de sizin dilinizden dinlemek istiyoruz. Metin Kayaoğlu kimdir?

 

Halihazırda tek sıfatım Teori ve Politika yazarlığı ve tek unvanım, bu derginin “Yayına hazırlayan”ı olmak. Teori ve Politika Dergisinin bir varlık kazanmasına yol açan 1993 tarihli Bütünsel Marksist Oluşum Yolunda Bir Girişim İçin Genel Çerçeve Taslağı başlığını taşıyan bildirge niteliğindeki metnin görüşleri doğrultusunda uğraş yürüten bir kollektifin mensubuyum.

Teori ve Politika Dergisi, Marksizme teorik-politik bir misyon kazandırmak gayesiyle 1996’dan beri düzenli olarak yayınını sürdürüyor. Şu anda 45. sayısı bayiler ve kitabevlerinde.

 

2) Son günlerin en çok tartışılan, daha çok ‘tartıştırılan’ konusu laiklik üzerine “Laiklik Marksizmin ilkesi olamaz” adlı bir yazınız bulunmakta. Yazı içerisinde dikkatimizi çeken, “Laiklik, belirli bir ideolojisi olan bir gücün, belirli bir ideolojisi olan bir başka gücü sınırlaması operasyonunun, belirli bir tarihteki adıdır” ifadesini biraz açabilir misiniz?

 

Gayet farkında olarak ifade ettiğiniz gibi, “tartıştırılan” laikliği, temel referansını Marksizm olarak ilan eden politik özneler de, istenildiği gibi tartışıyor. Oysa, Marksizm, burjuva ideolojisi ya da burjuva kosmogonisinin sonrasında, devamcısı, ya da onu içererek aşan bir yapı değildir. Laiklik, burjuvazinin politik iktidarı ele geçirme mücadelesinde, dinsel ideolojiyle özdeşleşmiş aristokrasiye karşı kullandığı bir ideolojik enstrümandır. Meselenin bu tarihsel boyutu hiçbir zaman ve an unutulmamalıdır. Din nasıl bir ideoloji olarak bir iktidar etme pratiğini meşrulaştırma işlevi görüyorduysa, laiklik de (milliyetçilik, bilimselcilik, gibi formlara referansla) bir ideoloji olarak bir iktidar etme pratiğini meşrulaştırma işlevi görmek üzere tarihsel şekillenmesini bulmuştur. Nitekim, laikliğin her ülkede farklı tarz ve şekillerde belirmesi bu tarihin kendisinden başka bir şey değildir.

 

3) “Marksizm, ne sadece bir bilim ve sadece kapitalizme özgü bir bilimdir; ne de işçi sınıfının yegane ideolojisidir. Bir ideolojinin, başka bir ideolojiye önsel bir üstünlüğü olamaz.” Size ait olan bu açıklama, Marksizmi diğer burjuva ideolojilerle eş değer tutmak anlamına gelebilir mi?

 

İdeoloji taraflı bir kurgudur. Taraflılığın hesabını ancak onu edinenin konumunu sorgulayarak sorabilirsiniz. Ama bu da mantıklı olmaz. Burjuvaya, “Neden burjuvasın?” diye sormanın ne anlamı olabilir. Dolayısıyla onu, “Neden kendi konumunu savunan bir ideolojiyi benimsiyorsun?” diye sorgulamak da anlamsızdır.

Ezilenin ezilen konumdan kurtulmak için her aracı kullanarak mücadele etmeye ne kadar hakkı varsa, ezenin de ezen konumunu korumak için her aracı kullanarak mücadele etmeye o kadar hakkı vardır. Söz konusu olan, Marx’ın sözleriyle, iki hakkın karşı karşıya gelmesidir ve bu durumda son sözü, güç söyler.

İdeoloji, eğer bu terimi, soyut değil de tarihsel bir bağlamda ele alıyorsak, konuma bağlı bir ‘şey’dir ve bu haliyle, önsel olarak ‘doğru’ ya da ‘üstün’ bir konum olamayacağından, önsel olarak ‘doğru’ ya da ‘üstün’ bir ideoloji de olamaz. Peki ‘sonsal’ bir üstünlük olabilir mi? Elbette, esas olarak güç vasıtasıyla sağlanan bir sonsal üstünlük söz konusudur.

Benzer şekilde, ezilenler içinde de, özel olarak işçiler içinde de, konumlarından kurtulmak ya da onu değiştirmeye –ideolojik- ‘bahaneler’ bulmak için farklı ideolojiler ortaya çıkmıştır. Her bir ideolojinin, her bir sınıfın ya da her bir sınıfın her bir bölüğünün nesnel varlığının doğal çıktısı olduğunu savunan görüşler de vardır ama bu, genel bir ideoloji teorisi konusu olamaz. Yani, meseleyi bir ideoloji felsefesi olarak ele almaktan kaçınarak tarihsel sosyolojik özgüllükler bağlamında anlamak gerekir. Mesela işçi aristokrasisinin sosyal demokrasiye meyletmesi gibi…

Marksizmin ideolojik bir yönü vardır. Kuruculardan itibaren ideolojiye farklı anlamlar yüklenmiştir ama ideolojiyi doktrin ya da dünya görüşü olarak ele alan bir bakıştan geriye dönersek, Marksizmin kurucuları ve yeniden-kurucuları onun işçi sınıfının ideolojisi olduğunu söylemişlerdir. Buna rağmen, kurucu Marksistler, işçi sınıfının tek ideolojisinin Marksizm olduğunu hiçbir zaman ileri sürmediler. Marksizm ideoloji yönüyle, işçilerin ideolojilerinden biridir, denildi. İşçi sınıfı içindeki öteki ideolojilerden farkını belirtmek için de, Marksizmin “bilimsel sosyalizm” ya da işçi sınıfının “bilimsel ideoloji”si olduğunu söylediler. Bu anlamlandırma bir yere kadar kabul edilebilir. Ama ancak bir yere kadar.

Bir ideolojiyi soyut olarak ötekiyle karşılaştıramayız. Yani ideoloji yönüyle Marksizmi, başka ideolojiler karşısında önsel üstünlük içerisinde kabul edemeyiz. Bunun, benim gibi kendini Marksist kabul eden biri tarafından dile getirilmiş olduğuna dikkatinizi çekerim. Ancak bazı tarihsel bağlamlarda, bir ideoloji, dinsel ideolojinin bir döneminde olduğu gibi, ‘kötü’ savunucuları tarafından ‘kötü’ bir tarzda lanse edilebilir. Üstelik bu sadece ‘burjuva’ veya ‘feodal’ ideolojilere ilişkin bir ‘talihsizlik’ değildir; Marksizm de bir ideoloji olarak ‘kötü’ savunucuları tarafından ‘kötü’ bir tarzda somutlanmış tarihselliklere sahip olmuştur.

Peki Marksizm bir ideolojiden başka bir şey midir? Öncelikle, militanları ve uğrunda yaşamını feda etmeyi göze alanlar tarafından edinildiği yönüyle sonuna kadar bir ideoloji olarak belirmelidir. Ancak Marksizm bazı örneklerden farklı olarak sadece ideoloji olmadığı gibi, temel bileşenlerinden biri de ideoloji olmayan bir ‘yapı’dır.

İnançlar, ideolojiler, dinler birbirini dövmez. Birbirini döven soyut olarak ideolojiler ya da inançlar değildir. Birbirini döven, ideolojilerin militanlarıdır.

Üstünlük burada devreye girer. Marksizm, yapısal bileşenleriyle biricik nitelikte bir bütünlüktür. Marksizm bilim, felsefe ve politikadan oluşan bir bütünsel yapıdır.

Onun bilimsel yönünün sadece kapitalizme ait olduğunu savunan ve onu sadece kapitalizmin bilimi olarak niteleyen Marksistler olmuştur. Bizce Marksizmin, tarih bilimi ya da tarihsel materyalizm olarak adlandırdığımız bilim bileşeni, evrende bir nesne olarak ‘insan toplumu’nun hareket yasalarını inceleyen bir bilimdir. Tarihsel materyalizmin nesnesi; olmuş, olan ve olacak bütün üretim tarzları ve toplumsal formasyonlardır. Marksizmin bilim bileşeniyle ilgili tayin edici ayrım, aslında, onun varlığını sadece bilimle sınırlamak gerekip gerekmediği üzerinedir. Bazı Marksistler, Marksizmi sadece bir bilim ve özel olarak proletaryanın bilimi olarak kabul eder. Bize göre, bilim, konuma bağlı veya taraflı bir ‘şey’ değildir. Bilim, nesnesinin iç hareket yasalarını ortaya çıkarır. Ve hareket yasalarının konuma göre değişmesi söz konusu olamaz. Marksizmi sadece bir bilim olarak kabul eden Marksistler pozitivizmin etkisindedir. Onu sadece bir proletarya bilimi olarak adlandıranlar ise, Marksizmi bir ideolojiye indirgemektedirler. Bu sonuncuların epistemolojik konumları, post-modernistlerin de paylaştığı, görelikçiliktir.

Marksizm bu yönüyle öteki ezilen ideolojilerinden tümüyle farklıdır. Ezilen ideolojileri bilime kategorik olarak kapalı kalmıştır tarih boyunca. Oysa tarih bilimi Marksizmin temelidir.

Marksizmin öteki bir bileşeni materyalizmin kategorik bir felsefi savunusudur. Marksizm felsefede materyalizmi savunmasıyla üç bileşeninden birini bulur. İşçiler ya da öteki ezilenler arasındaki ideolojiler genellikle felsefi bakımdan materyalizme değil idealizme eğilim göstermişlerdir. Bizce, gösterimsel bir ifadelendirmeyle, Marksizmin merkezi materyalist felsefedir.

Marksist yapı’nın zirvesini ve açık ucunu politika bileşeni oluşturur. Bu, devrimci politikadır. Bunun, “işçi sınıfı politikası”, “sınıfa karşı sınıf politikası” değil, bir tarihsel konjonktürde verili devlet iktidarına karşı, önsel bir ayrım yapmaksızın ezilenlerin devrimci politikası olduğunu vurgulamak isterim.

Marksizmin böylece, bir verili konjonktürde, ezilenler içinde yer alan işçilerle kendini sınırlamayacak, ezilenlerin devrimci hareket veya potansiyel içinde olan her kesimiyle dolaysızca ilişkilenecek bir politika anlayışıyla hareket etmesi önerilmektedir. Ezilenlerin engin varoluşunu görebilen bir Marksist konumlanış, kendini sadece sözümona bilimsel edinilmiş ve bilimden kaynaklanan ayrıcalıklarla donatmış işçi sınıfı ideolojisi olarak değil, tüm ezilenlerin kendiliğinden ideolojilerinin üstünde bir ideoloji olarak da varetmeye yönelmektedir. Marksizm tarihsel varoluşunu bir ‘üst-ideoloji’ olarak bulmalıdır.

Böylece, sanırım, ideolojilerin düzlemiyle yetinmeden, Marksizmi insan toplumlarının karşılaştığı biricik bütünsel yapı olarak üstün kılan yönler açığa çıkmıştır.

 

4) Resmi ideoloji yani Kemalizmin özelde gençlik genel olarak toplum üzerindeki etkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Kemalizm, toplumu ve sol hareketi bölmeye hala bütün canlılığıyla devam ediyor. Bu, Kemalizmin yeniden canlanmalarla yaşadığının en açık kanıtı. Kemalizmin bölücülüğü Türkiye’de devrim davası bakımından gayet hayırlı bir olgudur.

1960’larda Kemalizm sol hareketin altında birleştiği bir büyük çatıydı. Kemalizm solu birleştiriyordu. Ancak müthiş bir bölücü ve yıkıcı çıktı, ve bu çatıyı paramparça etti. Bu, İbrahim Kaypakkaya’nın adında cisimlenen politik varoluştu.

Kemalizm, ardından, tarihsel olarak daha etkili olduğu kabul edilmesi gereken bir başka yıkıcı ve bölücü tarafından solun anlaşılmış çatısından veya zemininden uzaklaştırıldı. Bu, Kürt Yurtsever Kurtuluş Hareketiydi.

Nihayet Kemalizm, Kürt Yurtsever Hareketinin geriletilmesiyle kazandığı muzaffer ruh halinden beslenerek bugün solu tekrar zemininde veya çatısında birleştirmeye yönelik büyük bir tarihsel hamle içinde. Kemalist güçlerin “Cumhuriyet mitingleri” türünden operasyonları, neredeyse istisnasız bütün devrimci ve ilerici hareketi anaforuna sokmayı başardı. Devrimci hareket, bu anafordan esas olarak klasik ya da post-modern liberal argümanları kullanarak sıyrılmayı deneyen tereddütlü girişimler yapabiliyor. Oysa gereken bu değil. Kemalizmden soyut olarak Kemalizm olduğu için değil, somut olarak bir devlet ideolojisi olduğu için sıyrılmak ve onun karşısında bir ideo-politik varoluş gerçekleştirmek gerekiyor. Bunun günümüzdeki parametreleri iki terimde somutlanıyor: Kürt ve İslam. Türkiye’de ve bölgede Kürt Hareketinin tarihsel ve politik anlamını ve misyonunu tanımak, ve İslamcı hareketin dünyasal ve bölgesel statüko yıkıcı dinamiklerini tanımak. Ancak bu, liberal argümandan henüz teorik ve politik olarak tam uzaklaşmış sayılamayacak bir yere işaret ediyor olabilir. O halde, liberal argümanın uğramayacağı bir başka parametre sokmalıyız devreye. Bu, politikada bir kurucu öğe şiddet faktörü olacaktır. Bugün, bu üç faktörün oluşturuculuğunda ortaya çıkacak bir politik hareket, Kemalizmin karşısında devrimci tarzda yer alıyor demektir. Bu, Kaypakkaya’nın kurduğu politik hattın günümüzdeki edinimidir bizce.

Fakat, biz, politik hattın teorik temel girdilerle bütünleştirilmesi gerektiğini savunuyoruz. Bugün, Kemalizmin devrimci politik ve devrimci teorik bakımdan karşılanacağı koşullar mevcuttur. Devrimci teorik koşulların, Hikmet Kıvılcımlı’nın ilk teorik katkısıyla, Kaypakkaya’nın politik eserinin teorik edinimiyle dinamikleştirilebileceğini savunuyoruz.

İbrahim Kaypakkaya bize, Aydınlanma-karşıtı bir Marksizmin yolunu açtı. Politik Marksizmi Aydınlanma-karşıtı bir teorik girdiyle bütünleştiremezsek, Kemalizmin günümüzde sol hareketin ‘zihinsel ilikler’inden arındırılması olanaksız olacaktır.

 

5) Yıl 1972 … Türkiye Devrimci Hareketinin hızlı çıkışlar içerisinde olduğu o yıllarda saklanmaya çalışılan bir isim daha vardı: İbrahim Kaypakkaya. Bugün o dönemin belgeseli adı altında çekilen televizyon dizilerinde adından hiç söz edilmeyen komünist Kaypakkaya hakkında bize neler söyleyebilirsiniz?

 

“Hatırla Sevgili” dizisine, kast ettikleriniz arasında varsa, hoşgörü göstermeyi öneriyorum.

Bu dizinin Kaypakkaya’nın adını anmamasını anlamalıyız. Kaypakkaya, bu tür bakışların sınırlarına giremeyecek denli uzaktır bu dünyalardan. Dizide Mahir Çayan’ın resmedilmesindeki yerleşmemişlik söz konusu olunca bunun anlaşılacağını sanıyorum. Kaypakkaya mızrağı bu tür çuvallara sığmaz!

Ancak, söz konusu dizi, kendi konumundan devrimci hareket için yapacağını fazlasıyla yapmıştır. Gerisi, bu atmosferi kültüralizme değil politikaya kanalize edecek devrimcilere kalmıştır.

Zihinleri herhangi bir şekilde bulandırmak için değil aksine açmak için ve gerçeği, sadece gerçeği görmek bakımından, 71 devrimcilerinin, daha önce devletine karşı silahlı başkaldırı denememiş olan 50 yıllık sözde komünist hareketten kopan bu yiğit devrimcilerin, Hatırla Sevgili’de de aslına sadık şekilde gösterildiği üzere, ideoloji olarak Kemalizmden ve Kemalizmle özdeşleşen tarihsel kurumlar olan ordu ve yargı gibi devlet kurumlarından kopamamış olduğunu söyleyebilmeliyiz.

Bu nedenle, başta Deniz Gezmiş olmak üzere, 71 devrimcilerinin birçoğu, kamuoyu denilen lanet yapının “sol vicdanı” tarafından sömürülmeye müsait olmuşlardır.

Ama İbrahim Kaypakkaya, düzenle herhangi bir bağlaşığa sahip solun ve solculuğun yanına yaklaşacağı bir özne değildir. Kaypakkaya onlar için bir öcüdür.

Kaypakkaya, o zamana kadar sol ve sosyalizm adına bilinen ne varsa elinin tersiyle bir yana itmiş ve bambaşka bir sosyalizm, bir Marksist devrimcilik koymuştur ortaya.

Genel solculuğa göre, Mustafa Kemal’in önderliğinde yürütülen Türk Kurtuluş Savaşı, ezilen halkların kurtuluşunun ilk örneğidir. Kaypakkaya’ya göre ise Kurtuluş Savaşı, ezilen halkların nasıl kurtulamayacağının bir örneğidir.

Genel solculuğa göre, Kurtuluş Savaşı ve Kemalist “inkılaplar”, bir devrimin tarihsel momentleridir ve sosyalistlerin görevi bu devrimlerin mirasını devralarak ilerlemektir. Kaypakkaya’ya göre, burjuvazinin devrimci de olsa hiçbir tarihsel eylemini sahiplenemeyiz. Bizim mücadelemizin devraldığı miras, ezilen yığınların binlerce yıldır süregelen bitimsiz mücadele pratiğidir.

Genel solculuğa göre, Marksizm, burjuvazinin ideoloji ve teorisiyle tarih sahnesine çıktığı Aydınlanma döneminin ve Aydınlanma ideolojisinin bir çocuğudur. Kaypakkaya’ya göre, Marksizm Türkiye özgülünde Kemalizmden nasıl kopmalıysa, teorik olarak da Aydınlanmacılıktan kopmalıdır.

Genel solculuğa göre, tarihte ve bugün Kürtler, daha ileri olan Türklerin Kemalizminin ve solculuğunun yedeğindeki yerlerini uslu uslu almalıdır. Kaypakkaya’ya göre, Kürtler kendi geleceklerinin efendisi olmalıdır.

İbrahim Kaypakkaya, karşısındakilerin bir ‘tam-düşman’ıdır. Öteki 71 devrimcileri, sehpalarında asıldığı, kurşunlarıyla vurulduğu düşmanlarının ideolojisinden kopamamışlardı.

Kaypakkaya, eylemiyle ve söylemiyle bir ‘tam-devrimci’dir. Türkiye’nin ilk komünist devrimcisi Kaypakkaya’dır.

Böyle bir devrimciyi, yıllar ve yıllar boyu, akademi kürsülerinin, büyük teorik iddiaların, tumturaklı devrim programlarının ‘Marksistler’i görmezden gelmişken, bir televizyon dizisinin görmemesi çok mu?

 

6) “Bir İbrahim Kaypakkaya değerlendirmesi” [Teori ve Politika 41, Bahar 2006] adlı yazısında sayın Garbis Altınoğlu, Maoizmi revizyonist ve küçük burjuva devrimciliği olarak belirtip dahası ülkenin o dönemlerde sanayileşme yolunda hayli yol katettiğini ileri sürmüştü. Aynı zamanda İbrahim’in kurmuş olduğu (ve daha sonra birkaç bölünme geçiren) partiyi İbrahim değerlendirmelerinde mekanik olarak lanse etmişti. Sizin bu konudaki düşünceleriniz nelerdir, yani Maoizmi revizyonist olarak görüyor musunuz ve ülkedeki dönemin ekonomik koşullarına nasıl bakıyorsunuz?

 

Tarihi bu şekilde ele almada Garbis Altınoğlu’nun nesnel bir kusuru yok.

Kaypakkaya, Türkiye’de çok ileri bir dünyanın kapısını açtı. Ancak onun izleyicileri, bu dünyanın çok gerisinde kaldılar her zaman. Kaypakkaya’nın toplam eseri göz önüne alındığında, onun izleyicilerinin en ağır şekilde eleştirilmesi zorunlu olmaktadır. Önlerinde buldukları eseri, ardından gelen otuz küsur yılda göz önündeki pratikle özgülleştirebilen artçılar ne kadar eleştirilse azdır.

71 devrimcilerinin içinde olduğu konjonktürde, Türkiye’de işçi sınıfı dışında devrimci dinamikler olduğunu söylemek devrimci etki ve sonuçlar doğuruyordu. Nitekim, dönemin bütün devrimcileri ülkede kırların önemine vurgu yapmışlardır. Sosyo-ekonomik yapı tartışmalarını, yani ülkenin toplumsal formasyonunun yarı-feodal mi, yoksa geri ya da komprador kapitalist mi olduğunu, bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Sorunu bu şekilde ele alınca, dönemin ekonomik yapısına ilişkin rakamsal verilerin anlam ve yeri tamamen değişecektir.

Aradan geçen onlarca yıla rağmen, bugün de Türkiye’de, devrimciliği işçi sınıfının varlığına bağlayan yaklaşımların devrimcileşmesi –bir görüş olarak- gayet zordur. Tarihsel örnekler bakımından ele alındığında, bunun hiçbir örneğinin olmadığı da açıktır.

Maoculuk, dünya Marksizminde iki dönem tayin edici roller oynamıştır. Bunun birini, Mao Zedung’un Marksizmi işçi devrimciliğiyle özdeşleştiren “resmi Marksizm-Leninizm”e karşı köylüler arasında örgütlenen ve kentleri yer yer işçileriyle birlikte kuşatan komünist devrimci pratiğiyle muzaffer Çin Devrimi süreci oluşturur. Çin devrimci hareketi, Marksizmi bir işçi ideolojisine indirgemenin önünün alınmasının, bu meseleyi tarihsel ve politik olarak aşmanın, geride bırakmanın evrensel nitelikteki örneği olmuştur. Maoculuk Marksizme devrimci bir aşı yapmıştır.

Maoculuğun Marksizmi tarihsel olarak devrimcileştirici etkisi ikinci kez 1960’larda belirmiştir. Zamanın Marksizminin resmi önderi Sovyetler Birliği Komünist Partisinin devrimci tezleri bir yana bırakması karşısında Maocu devrimcilik bir kez daha devreye girmiş ve 1960’ların devrimci dalgasına itilim vermiştir.

Saygıdeğer devrimci Garbis Altınoğlu’nun devrimcileşmesi bu yıllara rastlar. Bir devrimci olarak Garbis Altınoğlu’nun, 1970’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan ve bir devletin ideolojisine indirgenen ve devrimci olmaktan kesinlikle uzaklaştırılan “resmi Maoculuk”a karşı tepkisini anlamak ve onaylamak mümkün ve gereklidir. Ancak söz konusu tepkinin Maoculuğun devrimci tarihine ve teorik-politik niteliğine doğru ve hem de zamanında “Sovyet Marksizmi”nce Maoculuğun eleştiri argümanlarının neredeyse devşirilmesi yoluyla genişletilmesi kabul edilemez.

Maoculuk, Marksizmin, kurucularından başlayarak süren ve Leninizmden geçen devrimci diyalektiğinin son büyük momentidir. Bizi bugünkü Marksizme ulaştıran Marx’tan Lenin’e, Lenin’den Mao’ya kesintisizce ama kopuşlarla süren iç devrimci diyalektiğin izlenmesidir. Marx’ı anlamanın en etkin yolu Mao’dan ve Lenin’den “geriye doğru” ilerlemektir.

 

7) Son olarak; önümüz 1 Mayıs, hükümetin 1 Mayısı ’emek bayramı’ olarak tanımlamasını ve Taksim’e izin vermemesini nasıl değerlendiriyorsunuz. Sendikalar da bayağı kararlı görünüyor. Olayların boyutu nasıl gelişir sizce?

 

Bu soruyu, 2 Mayıs günü yanıtlamanın “avantaj”ıyla yazıyorum.

Geçen yılın 1 Mayısı, İstanbul nezdinde, genel toplumsal muhalefetin politik kazanımıyla sonuçlanmıştı. Sendikaların buradaki olumlu rolünü belirtmek gerekir. Bu yıl, içindeki gerilimlerin zorlamasıyla Türk-İş’in de Taksim ısrarına katılması bunun bir kanıtı oldu.

Ancak, bu politik kazanımı, devrimci politik örgütlerin kazanımı olarak değerlendirmekten ısrarla ve bilinçli bir şekilde kaçınmalıydık. Geçen yılın 1 Mayıs’ı, devrimci hareket açısından İstanbul Taksim’de ısrar eden örgütlü pratiğin kadüklüğünün, kahredici yetersizliğinin kanıtı oldu sadece. 2007 1 Mayıs’ı, Taksim özelinde, örgütlü devrimci hareketin ne kadar örgütsüz ve ne kadar zayıf olduğunu, teknik akıldan ne kadar yoksun olduğunu gösterdi.

Bir eylem örgütlenmesi olarak, geçen yıl Taksim’e ulaşabilen hiçbir devrimci hareket olmadı. 30-40 kişilik de olsa, örgütlü ve disiplinli bir devrimci grubun, günler öncesinden belli olan bir özel olaya hazırlık yapma alışkanlığı, zihniyeti, eğitimi olmaması Türkiye devrimci hareketinin kahredici sorunlarından biridir. Neredeyse her kitle çatışması ortamında görülen bu durum, basitçe teknik akılla hareket edebilen ve hedefi doğrultusunda ilerleme kudreti gösterebilen bir gücün varlığının ne kadar yakıcı ihtiyaç olduğunu gösteriyor.

Bu eksiklik, sadece geçen yılın 1 Mayısında görülmedi. 2004’teki NATO toplantısı karşıtı eylemlerde, 19 Aralık günlerinde F tipleri protestolarında ve öteki çok sayıdaki örnek olayın her birinde yakıcı bir şekilde görüldü. Örgütlü bir bölük gibi hareket edememek, bir kitle değil amorf bir kalabalık olarak sağa-sola akışmak.

Durum bu iken, sendikaların ve meslek örgütlerinin ileri etkiler doğuran tutumunun devrimci harekete yarayacağı çok şüphelidir. Yapısal bir bakış, 2008 1 Mayısının bundan farklı olmayacağını gösteriyordu. Ummak istemediğimiz ama öngörmekten de uzak duramadığımız gerçekleşti. 2008 1 Mayıs’ı, İstanbul Taksim örneğinde, devrimci hareketin kahredici gerileyişinin saptandığı bir gün oldu.

Şikayet etmeye, mızmızlanmaya hakkımız yok. Devlet, devletliğini yapacaktır. Devletlünün iradesi sadece dışarıdan etkiyle kırılabilir.

2008 1 Mayısı, örgütlü devrimciliğin ortada görülmediği bir gündü. Çoğu genç binlerce devrimci, İstanbul’da 1 Mayıs gününü, hazırlıksız, perspektifsiz ve açıkça ve gayet kendiliğinden bir eylem günü olarak geçirdi. Örgüt, sadece gizli ya da açık kurullar demek değildir. Örgüt, galiba bir temel belirti olarak ‘örgütlü eylem’ demektir. Böyle ise, 1 Mayıs günü İstanbul’da örgüt yoktu.

2007 1 Mayısı, genel muhalefet hareketi için politik kazanımla sonuçlanmıştı. Sendikal hareket bu kazanımın örgütsel karşılığını haklı olarak izlemekteydi. Devrimci hareket açısından, 2007 1 Mayısına atfedilen kazanımlar tam bir yanılsamaydı. 2007 1 Mayısı üzerinden çizilen politik mücadele modelleri tam bir yanılgıydı. Kendi yeterlik eşiğini gözler önündeki başarısız bir örnek olarak belirleyen devrimci hareketin tatmin düzeyi dramatik olarak düşmüştü. Geçen yılın 1 Mayısı İstanbul Taksim örneğinde, devrimci hareket açısından bir hezimetti.

2008 1 Mayıs’ı, geçen yıla göre bile geriye düşmüş bir devrimci hareket resmi çizdi. Devrimci hareket, varlığının gerilere düşmesine, geriletilmiş mevzilerde hareket etmeye rıza göstermiştir.

Herkesin gördüğü ve bildiği bu gerçeği dile getirmek bugün bozucu değil devrimci bir rol oynamaya en yakın adaydır.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar