Ana SayfaArşivSayı 31Su yabancılaşır mı?

Su yabancılaşır mı?

Önder Alayoğlu

Ekolojik dengenin en önemli değişmezlerinden biri olan ‘su’, dolayısıyla, doğanın belirlediği toplumsal’ın da değişmezleri arasındadır.

Su, tüm canlılar için yaşamsal bir önem taşımaktadır. Bir canlı olarak insan da böyle bir biyolojik belirlenim altındadır. İnsanın suya biyolojik olarak gereksinim duyması toplumsal alana maddi olarak yansır ve toplumsal sonuçlar üretir.

Su, kapitalizmle birlikte ‘toplumsal’da farklı bir anlam kazandı. Kapitalizmde, kullanım değerinin ötesinde, değişim değeri bağlamında da kendini var etti ve yaşamsal öneme ulaştı. Su, artık, ekonomik ve jeopolitik bir silah olma özelliği de taşıyor.

Madde olarak suyun toplumsal anlamını ele almak, ekoloji alanına Marksist bir bakış yöneltmeye çalışmak anlamına da gelecektir. Böyle bir genel bakış geliştirmek amacıyla, Jean Robert’ın, tanıtım ve eleştirisini yapmaya çalışacağımız Suyun Ekonomi-Politiği[1] adlı eserinden yola çıkacağız.

İlk elde, Robert’ın, maddi olanı öne çıkarma adına toplumsal olanı görmediği, suya da böyle bir bakış tarzıyla yaklaştığı söylenebilir. Yani Robert, dokunulmamış doğayı özlemektedir. Bu nedenle toplumsallaşmış olanın doğasının zorunlu olarak bozulduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla, ona göre, toplumsal dünyanın içine giren her şey maddi dünyadan yabancılaşmış olur.

Jean Robert, kitabının ilk sayfalarında bu çalışmayı yapma amacını anlatıyor. Günümüzde artık suyun da küresel bir problem haline geldiğini belirten Robert, buna ilişkin yapılacak bir incelemenin kendisinin kitapta uyguladığı boyutta gerçekleşmesi gerektiğini öne sürüyor.

Yazar, suyun küreselleştiğini söylerken, kapitalist toplumsal formasyon içinde olabileceği biçimde, suyun metalaşarak toplumsallaşmasını, bir değişim değerine sahip olmasını kast etmektedir. Fakat, kapitalizmi ‘olmaması gereken’ diye gördüğü, öznel, etik bir teoriye bağlı olduğu için, suyun kullanım ve insanlara ulaşımını yabancılaşma, bir anlamda suyun doğasına ihanet olarak görmektedir. Suyun bir yerden bir yere aktarılması, yazara göre, “suyun yurtsuz bırakılması”dır.

Oysa su, istenildiği kadar yerinden edilsin, kullanım sonrasında yine bulunduğu yere dönecektir. Gerçekte, kullanılırken de o yerde, yani doğadadır. “Doğa, varlığa hangi şekilde kavuşmuş olursa olsun bir kez var olduktan sonra, varlığı devam ettikçe, olduğu gibi kalmıştır.”[2]

Yazar, Türkçe baskıya öndeyişinde şöyle diyor:

“Karl Marx, yerinden edilme yoluyla kullanım değerlerinin nasıl metalara dönüştürüldüğünü anlattıktan sonra (demiryolları örneğini verir), yerlerinden edilmeleri ve metaya dönüştürülmeleri düşünülemeyeceğinden, iki kullanım değerinin tümüyle analiz çerçevesi dışında kaldığını söylemişti: temiz hava ve temiz su.

“Demiryolunun o zamanlar sebze ve meyvelere yaptığını, şimdi boru hatları suya yapıyor. Su yerinden ediliyor, uzaklara nakledilerek bir sınai ürüne, H2O’ya dönüştürülüyor.”(s. 15)

Marx’ın, değişim değeri haline gelmemiş iki unsurdan, temiz su ve temiz havadan bahsetmesi anlamlıdır. Metalaşmamış maddeleri analizinin dışında tutması, toplumsal’ın içine girmeyenleri dikkate almayışı da ayrıca önem taşımaktadır. Yani Marx, kullanım değerini, maddi bir unsur olarak tarih-altı bir yerlere koymaktadır. Cohen’in tarih anlayışı temelinde bakıldığında, bu gayet yerindedir.

Robert’ın bu sözlerden anladığı ise, su veya havanın, metaya dönüştürülmekle doğasına yabancılaşacağı, yerinden edilince doğasının bozulacağıdır. Demiryolları da zamanında meyve ve sebzelere aynını yapmıştır. Dolayısıyla, şu anda insanoğlu neredeyse tüm doğayı kullandığı için, doğa bir bütün olarak yabancılaşmıştır. Mesela su, yerinden edilerek, yazarın deyişiyle H2O’ya dönüşmüştür.

Suyun bu şekilde dönüşümü iddiasında da bir problem olduğu görülüyor. Fizik bilimi içindeki su kavramı ile (yani H2O) metalaşma aynı kefeye koyuluyor. Oysa gerçek dünyada H2O yoktur, su vardır. Kirli, temiz, tuzlu, acı sular vardır, fazlası değil.

Kısaca, yazarın, ‘suyun yerinden edilmesi’ teorisi için Marx’ın dediğinden hareket ederek yola çıkması, en azından Marx’ın neyi ifade etmek istediği düşünüldüğünde, bir uygunsuzluk gösteriyor. Marx, demiryollarının meyve ve sebzelere yaptığını anlatırken kullanım değerinin yanı sıra bir değişim değerinin ortaya çıkışına, meyve ve sebzelerin metaya dönüşmesine dikkat çeker. Yazar ise suyun yabancılaştığından, H2O’ya dönüştüğünden bahsediyor.

Robert, genç Marx’ın yabancılaşma kategorisinden destek aldığı için özcü, öznelcidir. Doğanın saf halini, bir anlamda özünü savunurken, o saf hali ve diğer hali ‘bilen’ tek canlıya, düşünen insana doğa karşısında özne rolü biçer. İnsanın doğaya saldıran ‘kötü adam’ olması, özne olma anlamında, hiçbir şeyi değiştirmez. Robert, insanın doğanın özünü değiştirebildiğini, dolayısıyla doğayı belirleyebildiğini belirtir. Öyle ki, insan, kendisinin de biyolojik olarak oluşmasını sağlayan şeyi belirleyip nesneleştirebilir:

“Modern insan sudan geldiğini unutarak, kendini suyun önüne geçirir, kendini özne onu nesne yapar. Bu ayrımın bir sonucu olarak, su kendi yerel matrislerinden kopartılır ve borular yoluyla her uzaklığa taşınabilen bir maddeye dönüştürülüp kendine yabancılaştırılabilir.” (s. 87)

Aslında hep aynı sorunsalla karşılaşıyoruz. Yazar, burada da, modern insanın sudan geldiğini unuttuğunu söylerken, insanın yaptığı çeşitli işlemlerle suyun kullanım değerinin yanı sıra bir değişim değerinin ortaya çıkışına, metalaşmasına gönderme yapıyor. Yani, kapitalizmin doğası gereği metalaştırdığı gerçeğini –kapitalizmi doğa-dışı bir şey olarak algıladığı için– görmesi imkansızlaşıyor ve tüm toplumsal süreci doğal olanın yabancılaştırılması olarak nitelendiriyor. İnsan, suyu içmek için boruya koyduğunda özünü değiştirmiş, ya da onu özünden uzaklaştırmış oluyor. Su, kendine yabancılaşıyor ve buna kendini özne yerine koyan insan neden olabiliyor.

Halbuki kapitalizm, zorunlu olarak var olan bir toplumsal formasyondur. Feodalizmin var olduğu gibi. Doğası gereği, yani toplumsal yasalar gereği değişim değeri üretir. Feodalizmde artı-ürüne feodal beyin el koyması, kapitalizmde artı-değer sömürüsü, komünizmde emek sömürüsünün olmaması; bunların hepsi yasalı süreçlerin ifadeleridir. Biri diğerinden daha yabancılaşmış, daha toplum dışı, hatta daha doğa-dışı değildir. Yazar, doğanın bir ürünü olan toplumsal düzeyin kendisini, bir bütün olarak doğadan yabancılaşma olarak görme eğilimindedir. Dolayısıyla toplumda ya da toplum aracılığıyla doğa yasalarının tahrif edildiğini, doğanın özünün değiştirildiğini düşünmektedir.

Robert’a göre yabancılaşmanın bir ölçüsü de vardır ve doğanın özünün nasıl değiştirildiği bu ölçü verilirken anlatılmakta, doğanın ölümüne vurgu yapılmaktadır:

“Boru hattı uzadıkça çeşmeden akan su ‘kaynağına’ ve başlangıcına yabancılaşmaktadır. (…) Suyun sesi kilometrelerce uzanan boru hatlarında öldürülmüştür. Musluktan akan H2O muhtemelen ölü sudur.”(s. 63)

İnsan öyle bir öznedir ki suyu öldürmektedir! Ama bunu yaparken, yani doğayı yabancılaştırırken kendisi de yabancılaşmaktadır. Kısacası doğayı yabancılaştıran da, kendisini yabancılaştıran da insanın ta kendisidir. Mutlak öznedir. İnsan, artan bir şekilde kendi kendine yabancılaşmaktadır, çünkü musluktan akan suya yönelmektedir:

“Gerçekte, musluk suyu gibi tipik bir hizmete karşı hızla artan talep, genelde yerel geleneklerin, onlarla birlikte de suyun H2O’dan fazla anlam ifade ettiği kültürel algılamanın ölümünün bir işaretidir.” (s. 94)

“Sözlü geleneklerin buyruklarla değiştirilmesi, insanların kendi topraklarına, kendi geleneklerine ve kendi değer yargılarına yabancılaşması tehlikesini doğurur.” (s. 94)

Özetle, kullandığımız suya H2O diyen yazar; kaynağından akan suyun bir kaba girdiğinde artık aynı su olmadığını ısrarla vurgular. Kaynak suyu diye şişelenerek satışa sunulan sular, yazarın açıklamaları doğrultusunda, kuşkusuz doğal su değildir.

İlk elde şu sorulmalıdır: İçtiğimiz su değildir de nedir? İçtiğimiz elbette sudur. Su borularla geliyor, bu nedenle sesi ölüyor diye neden su olma niteliğini kaybetsin? Toplumsal gerekçeler doğalın niteliğini nasıl değiştirir? Peki, yazara göre çözüm nedir? Hep beraber nehir kıyılarında ikamete mi davet ediliyoruz?

Robert’ın anlayışı çözümsüz ve çaresizdir.

Su üzerine ütopyalar üretmek değil de somut düşünmek, bizi anında toplumsal düzeye sokuyor. Meta (su), pazardayken elbette toplumsal bir nitelik taşır. Ama aynı anda doğal bir varlık olduğu da açıktır. Kullanım değerini korumaktadır. Bu meta (su), alıcısına ulaştıktan sonra, yani alıcı onu içtiği anda yine su olur, artık meta değildir. Kullanım anında sadece kullanım değeri olarak var olur, yine sudur. Değişim değeri ortadan kalkar. Robert’ın bütün sorunu, suyun “değişim değeri” taşıdığı sürece ortaya çıkmalıdır. Burada, gerçek bir sorun vardır ve bu, toplumsaldır. Ama su, fiziksel olarak da, ‘doğa’dan gelmiştir –pazar sürecinde meta olmuştur– ve sonunda yine ‘doğa’ya dönmüştür.

* * *

Robert, doğru bir saptama yapıyor:

“Kilometreler uzunluğundaki su borusundan akan, modern insanın kullandığı ve ‘tükettiği’ su, antibiyotikten, çimentodan ya da benzin gibi endüstriyel bir üründen daha farklı değildir.”(s. 62)

Çünkü, su da artık bir metaya dönüşmüştür. Doğadan gelen bir kullanım değeri olması, toplumsal düzeyde onu çimentodan ayırmaz. Çünkü çimentonun da bir kullanım değeri vardır ve doğadan gelmektedir. Elbette, su da piyasada diğerlerinden farkı bulunmayan, onlar gibi değişim değeri olan bir şeydir.

Burada karşımıza değişim değerini yaratan şeyin ne olduğu sorusu çıkmaktadır. Harcanan emek kuşkusuz değişim değerini yaratan en önemli faktörlerden biridir. Buna ilişkin bir tartışmayı yine Robert aracılığıyla yapmak mümkündür. Robert şöyle diyor:

“Su yeraltı su tablalarından, göllerden, kuyulardan içilebilir. Ancak H2O, başka bir şehrin çamurundan ya da tuzlu deniz suyundan da üretilebilir.” (s. 63)

Ya da şöyle denilebilir: Yazarın tanımladığı anlamda H2O, yani meta olarak su, emeğin, dolayısıyla toplumun dahilinde bir şey olduğu için, tuzlu deniz suyundan da elde edilebilir. Emeğin dönüştürme faaliyeti dışındaki bir su elbette sadece göllerde, kuyularda, nehirlerde vb. olabilir.

Yazar, mantığı gereği, insan elinin doğaya değmesini istememektedir. Dolayısıyla denizden su elde etmeye de yabancılaşma teorisiyle karşı çıkmaktadır.

Böyle bir anlayış için tek bir çözüm olabilir: “Vahşi doğaya dönüş.” Ama bu imkansızdır, çünkü doğada bir şey, bir kez ortaya çıktıktan sonra tekrar ortaya çıkamaz. ‘Toplumsal’ bir kez ortaya çıkmıştır ve Robert’ın sandığı gibi yabancılaştırıcı (yani doğal olmayan) değil, doğaldır.

Robert’ın somut bir çözümü yoktur.

***

Robert, insanın hayatta kalması için vazgeçilmez olan suyun politik anlamını da irdeliyor. Kapitalizmin su kaynaklarını insafsızca kullanmasına değinerek, suyun sınırlı bir kaynak oluşunun göz ardı edilmesine dikkat çekiyor. Ama ona göre daha önemli bir yanlış yapılmaktadır:

“Suyun sınırlı bir kaynak ve kendine özgü kültürel matrislere ait oluşu, inanılmaz masraflara rağmen göz ardı ediliyor. Mevcut ekolojik yıkıcılığından öte bu inkar, suyu bir kıskançlık nesnesine ve sonuçta da bir savaş nedenine dönüştürüyor.” (s. 91)

Yazar savaşlar konusunda haklı. Tarihte birçok su savaşı oldu, günümüzde bu nedenle süren ya da eli kulağında olan çatışmalar var ve su savaşlarının gelecekte daha da artacağı ileri sürülüyor. Topraklarında su bulunan ülkelerin bunu komşu ülkelere karşı kullandıklarını biliyoruz. Türkiye ile Suriye ve Irak arasında Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunun paylaşımı üzerine süren çekişme, geleceğe ilişkin karamsar tablolar çizilmesine neden olmaktadır.

Savaşların devrimler yarattığını düşünecek olursak, suyun da devrimlere yol açabileceğini öngörebiliriz.

Ancak Robertgil zihniyet açısından, bunları düşünmemiz bile bir küfür niteliği taşıyor.

Suyu, gerektiğinde, toplumsal politik hale getirmekte, yani “yabancılaştırarak” politika borularına sokmakta tereddüt etmemek gerekir.

 


[1] Jean Robert, Suyun Ekonomi-Politiği, Çev.: Metin Duran – Mustafa Erdem Sakınç, Ankara 2003, Ütopya Yay. Bu eserden yapılan aktarmaların sayfa numaraları metin içinde gösterildi.

[2] Friedrich Engels, Doğanın Diyalektiği, Çev.: Arif Gelen, Sol Yayınları, Dördüncü Baskı, s. 40.

Yazarın Diğer Yazıları

Aynı kategoriden yazılar